MÜ'MİNÛN SURESİMekke devrinde nazil olmuştur, 118 âyettir. 1Mü'minler gerçekten saadete erdiler. Tasdik edip inananlar, mutlu oldular ve cennette ebedîliği elde ettiler. Nitekim şu olay bu durumu göstermektedir: Yüce Allah Adn Cennetini yarattığı zaman ona: ”Konuş bakalım" buyurmuş, Cennet de: ”Mü'minler gerçek saadete ermişlerdir" demiştir. Bunun üzerine Yüce Allah: ”Ey meliklerin yeri! Sana müjdeler olsun!" buyurmuştur. Burada söz konusu olan melikler, cennet melikleridir ki onlarda sabreden fakirlerdir. Felah: Arzu edileni elde etmek ve hoşlanılmayan şeylerden kurtulmaktır. 2Onlar, namazlarında huşu içindedirler. Huşu; korkmak, boyun eğmek demektir. Yani onlar, Allah'tan korkuyor ve O'na boyun eğiyorlar. Rivayet edildiğine göre Allah'ın Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), namaz kılan birini sakalıyla oynarken görmüş ve şöyle demiştir: ”Bunun kalbi huşu duysaydı, organları da huşu duyardı." Başka bir Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Kul, namaza durunca, şüphesiz o Allah'ın huzurundadır. Bu sebeple sağa sola baktığı zaman, Allah ona şöyle buyurur: Kime bakıyorsun? Benden daha iyi birine mi? Ey Âdemoğlu! Bana dön! Çünkü Ben, baktığın kişilerden daha hayırlıyım." "Te'vilatü'n-Necmiyye" isimli eserde konuyla ilgili olarak şöyle denilmiştir: ”Onlar, içleri ve dışlarıyla huşu içindedirler. Dış görünüşdeki huşu: Başın huşu içinde oluşu, eğilmesi; gözün huşu içinde oluşu, sağa sola bakmaması; kulağın huşu içinde oluşu, dinlemeye amade olması; dilin huşu içinde oluşu, okuması ve teennî ile hareket etmesi; ellerin huşu içinde olması, tıpkı köle gibi saygıyle sağ elin sol el üzerine konması; sırtın huşu içinde olması, rükûda eğilip düz hale gelmesi ve ayakların huşu içinde olması da yerde sabit olmaları ve hareket etmemeleridir. İçlerindeki huşu ise nefsin huşu için olması, zihni meşgul eden şeylerden ve vesveselerden arınması; kalbin huşu içinde olması, sürekli Allah'ı anması ve kendini ona vermesi ve ruhun huşu içinde olması ise, muhabbet denizinde boğulmayı arzulamasıdır." 3Onlar, kendilerini ilgilendirmeyen boş ve anlamsız şeylerden, boş söz ve davranışlardan yüz çevirirler. Müfredatla: ”Sözde lağv alışılmayan, düşünmeden ifade edilen sözdür" denmiştir. Şu halde, seni Allah'tan alıkoyan her şey ”lağv", yani anlamsız ve boş şeydir. Burada ”yüz çevirdiler" anlamındaki kelime, ”yan çizenler" anlamına gelen bir kökten türemiştir. Yani onlar, bütün vakitlerinde kötü şeylerden uzak durur ve kaçarlar. Onların, anlamsız şeylerden uzak durmaları, sadece dinî işlerle meşgul olmalarından değil, onlardan sakınmayı gerektiren sebeplerin bulunmasından uzak kalmalarıdır. 4Onlar, zekât için çalışırlar. Zekât; nefsi dünya sevgisi gibi yerilen ve hoş olmayan sıfatlardan arındırmak için farz kılınmıştır. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: ”Onların mallarından zekât al ki, bununla onları (günahlardan) temizleyesin. Bununla onları bereketlendiresin." (Tevbe: 103) Çünkü kurtuluş, nefsin arındırılınasıyle mümkündür. Başka bir âyette ise: ”Nefsini arındıran kurtuluşa ermiş, onu kirletip örten de ziyana uğramıştır." (Şems: 9-10) buyurulmuştur. Buna göre asıl hedef, kalbten dünya sevgisini söküp atmaktır. Yerilen sıfatların bütünü dünya sevgisi gibidir. 5Ve onlar, ırzlarını, haramdan korurlar ve kontrol altında tutarlar. 6Ancak eşleri, yahut sahip oldukları cariyeleri hariç. Burada ”eşler" olarak geçen kelimenin aslı olan ”ezvâc" kelimesi, ”zevç" kelimesinin çoğuludur. Bu kelime, hem erkek ve hem de kadın için kullanılır. Ayetteki ”sahip oldukları" anlamındaki ”meleket eymanühüm" ifadesi ise kadınları kapsadığı gibi erkekleri de kapsar isede, maksat cariyelerdir. Burada, ittifakla sadece kadınlar için kullanılmıştır. Bunlarla ilişkiden dolayı, yani eşleri ve elleri altındaki câriyeleriyle ilişkilerinden dolayı kınanmazlar. 7Bunun yani sözü edilen sınırların dışına çıkmak, yani meşru olan dört kadına kadar evlenme ve cariyelere sahip olma sınırını aşmak isteyenler olursa, işte onlar, düşmanlıkta tamamıyla sınırı aşanlardır. Helâl sınırını aşarak harama girenlerdir. Maliki mezhebine mensup bazı kimseler bu âyeti, kendi kendine tatminin (istimna) haram oluşuna delil göstermişlerdir. Çünkü Hazret-i Peygamber, evlenememe durumunda şehveti kıran oruç tutmaya yönlendirmiştir. Buharî'nin bazı şerhlerinde, kendi kendine tatminin, Kuran ve hadislerle haram kılındığı belirtilmiştir. Nitekim Allah, ”Onlar ırzlarını korurlar" ifadesinden itibaren, ”işte onlar, sınırı aşanlardır."Ymú, haksızlık edenler ve helâlden uzaklaşıp haram sınırını aşanlardır, sözüne kadar bu hususa işaret etmiştir. Beğavî: ”Âyet, kendi kendine tatminin haram olduğunu göstermektedir" demiştir. Atâ ise bu konuda şunları söyler: ”İşittim ki, bir topluluk elleri hamile gibi şişkin olarak hoşrolunacaktır. Sanırım onlar, bu gibi kimselerdi." Kendi kendine tatminin cezası tazirdir. Evet, Ebû Hanife ve Ahmed b. Hanbel'e göre, nefsinin bir fitneyle karşı karşıya gelmesinden korkan kimsenin kendi kendine tatmin olması mubahtır. Nitekim Ebû Hanife şöyle demiştir: ”Bir başı bir baş ile kurtarmak ona yeter." 8Onlar, üstlendikleri emanetlerine ve hak yönünden, yahut halka verdikleri ahitlerine riayet ederler. Onları yerine getirirler. Emanet, insanın güvenle üstlendiği şeyin adı; ahid ise, hangi durumda olursa olsun, bir şeyi korumak ve kollamaktır. 9Yine onlar, kendilerine farz kılınan namazlarına, şartlarına ve adabına uygun olarak devam ederler ve onları vakitlerinde eda ederler. 10İşte bunlar, yani zikredilen üstün niteliklerle nitelenen bu mü'minler mirasçıların ta kendileridir ”Vârisler" olarak adlandırılmayı hak etmiş kimseler, başkaları değil, bu müminlerdir. 11Firdevs'e vâris olan bu kimseler, orada yani Firdevs Cennetinde ebedî kalacakladır. Bu âyet, yerini ve durumunu yüceltmek maksadıyle bir önceki âyette belirtilmeyen ”Vârisûn"ü açıklamaktadır. Firdevs: Her türlü meyvesi olan bahçe demektir. Rivayet edildiğine göre Allahu teâlâ Firdevs Cennetini, bir altın tuğla ve bir gümüş tuğladan bina eylemiş ve aralarına çok iyi kokan misk koymuştur. İçinde ise, seçkin meyve fidanları dikmiş ve güzel kokulu bitkiler ekmiştir. Fenarî Efendi (Allah ona rahmet etsin) Fatiha tefsirinde şöyle demiştir: ”Üç çeşit cennet vardır: 1. Erginlik çağına ulaşmadan ölen çocukların gireceği ve ”İhtisas-ı İlâhî" diye tanımlanan cennettir. Aynı zamanda fetret döneminde, peygamber davetinin ulaşmadığı kimseler de bu cennette yer alacaklardır. 2. Andıklarımızdan ve diğer mü'minlerden cennete girmeyi hak edenlerin ulaşacağı ”Miras Cenneti ”dir. Cehennemlikler cennete girmiş olsalardı, onlar da burada yer alacaklardı. 3. İnsanların, amellerine göre konaklayacakları ”Ameller Cenneti ”dir. Çeşitli yönlerden başkalarına oranla üstünlük sağlayanlar, üstünlük ölçülerine göre bu cennette daha fazla yer işgal ederler. Sahih hadis-i şerifte belirtildiğine göre Hazret-i Peygamber Bilâl (radıyallahü anh)'e şöyle demiştir: ”Ey Bilâl! Cennette önüme hangi amelinle geçtin'. Orada her adım atışımda önümde ayak sesini işitiyordum. ” Bilâl (radıyallahü anh): ”Ey Allah'ın Rasulü! Abdestimi bozar bozmaz abdest tazeler ve hemen iki rekât namaz kılarım." Bunun üzerine Allah Rasûlü Bilâl'e: ”işte onlar sebebiyle" buyurdu. (4) Böylece söz konusu cennetin, bu amele ait bir cennet olduğunu öğrenmiş olduk. 4- Tirmizî bu hadisi, ”Kitâbu rnenâkıb" bölümünde Bu reyde hadisinden tahric etmiş ve hadis için, ”Hasen, sahih" demiştir. Bkz. Câmîul-Usûl, 8/576. 12Allah'a yemin olsun ki, Biz insanı, çamurdan meydana gelen bir özden yarattık. Burada ”öz" diye tercüme ettiğimiz ”selle" kelimesi, bir şeyi, bir şeyden sıyırıp çıkarmak anlamındadır. ”Kılıcı kınından çıkardı" derken de bu kelime kullanılır. Sülale ise, bir şeyden çekilip çıkarılan şeydir. Burada çamurdan sıyrılıp çıkarılan öze verilen addır. 13Sonra onu bir sperm halinde, o spermi yine insandan var ederek sağlam bir yere, yani rallime yerleştirdik. Burada ”sperm" olarak tercüme edilen ”nutfe", aslında saf su demektir. Ancak onunla erkek menisi kastedilmektedir. 14Sonra, beyaz renkteki spermi, kırmızı renkte bir aleka, yani kan pıhtısı, rahme asılan (döllenmiş yumurta) yaptık... Râgıb el-Isfahanî şöyle demiştir: ”Alak, pıhtılaşmış kandır. Çocuk, işte bu pıhtılaşmış kandan meydana gelir. Alekayı müdğaya çevirdik... Mudğa, bir çiğnemlik et parçasıdır. Yani, Biz o alakayı bir çiğnemlik et parçası biçimine döndürdük. Müdğayı da, çoğunu ve büyük bir kısmını, hikmet gereği olarak özel şekil ve konumlarda sertleştirmek ve bedene iskelet yapmak üzere, kemiklere döndürdük, sonrada müdğadan geri kalanla, kemikleri etle kapladık; yani kemikleri, uygun miktar ve şekillerde damarlar, sinirler, kıkırdaklar ve kaslarla doldurmak üzere, gereği kadar etle kapladık. Sonunda onu, ruh üfleyerek, başka bir yaratık olarak meydana getirdik. Buradaki ”meydana getirmek" anlamındaki ”inşâ", bir şeyi yoktan var etmek ve onu eğitmektir. Genel olarak bu kelime canlı varlık için kullanılır. Gerçekten Allahu teâlâ insanı, molekülleri aynı olan meniden et, kemik, kan, deri ve saç gibi farklı özellik ve nitelikte pek çok şeyleri kademeli olarak yaratmış; sonra bunlardan oluşan organlardan herbirine olağanüstü bir yapı kazandırarak işitme, görme, dokunma, yürüme, tad ve koku alma gibi fevkalâde ve ayrı görevler vermiştir. Bu durum, Yüce Allah'ın ilâhlığını ve kudretinin kemal derecesinde olduğunu ortaya koymada en belirgin bir durumdur. Yaratanların, takdir edenlerin ve suret verenlerin en güzeli olan Allah pek uludur. Çünkü tasvir eden kişi, bir şeyi tasvir ederken ona bir canlı varlığın şekil ve suretini vermeye çalışır. Fakat o, tasvirde ve şekil vermede Yaratan'ın seviyesine asla ulaşamaz. Çünkü şekillendirmeye çalıştığı şeye ruh üflemeye asla gücü yetmez. 15Sonra siz, bunun ardından, sözü edilen bütün bu durumlardan sonra mutlaka öleceksiniz. 16Daha sonra siz, kıyamet günü, sûra ikinci üflemede, hesaba çekilmek, mükâfat ve ceza ile muamele görmek üzere yeniden diriltileceksiniz. Kabirlerinizden çıkartılacaksınız. 17Yemin olsun ki Biz, üstünüzde yedi yol yarattık. Burada sözü edilen ”yedi yol" deyimi yedi gök tabakasıdır. Bu tabakalar, birbiri üstünde bulunduğu için ”yollar" olarak adlandırılmıştır. Ve Biz yaratmaktan gafil değiliz. Biz o gök tabakalarından habersiz değiliz. Aksine onları yok olmaktan ve bozulmaktan korur ve onları idare ederiz. 18Gökten uygun bir ölçüde, zarardan emin olacağınız ve faydalanabileceğiniz ölçüde su, yani yağmur indirip onu yerde durdurduk. Bu suyu yeryüzünde sabit tuttuk. Bizim onu, indirmeye gücümüz yettiği gibi, bozmak veya yere batırmak suretiyle yok etmeye de elbet gücümüz yeter. Böylece siz ve davarlarınız susuzluktan helak olursunuz. 19Böylece onunla, o su sayesinde size hurma ve üzüm bahçeleri var ettik. Onlarda, bu bahçelerde sizin için faydalanacağınız pek çok meyveler vardır ve siz onlardan, bahçelerin ürün ve ekinlerinden beslenmek için yersiniz. Ceviz, fıstık, fındık, nar, kayısı, ayva, erik ve üzüm gibi şeylerle geçiminizi temin edersiniz. Sayılan bütün bu nimetler, aynı zamanda cennet nimetleridir. Hurma ağacı demek olan nahl, hem müfred ve hem de çoğul için kullanılır. Bunun çoğulu ise ”nahîl" dir. 20Tûr-i Sina'da... Bu, Mısırla Kudüs arasında bulunan bir dağdır. Mûsa (aleyhisselâm)'a orada seslenilmiştir. Aynı zamanda buna ”Tûr-ı Sînîn" de denir. ”Güzel" anlamına gelir. Yetişip hem yağ ve hem de yiyenlere katık veren bir ağacı, yani zeytini var ettik. Bu ağacın, hem yağ ve hem de hurma balı ve üzüm suyu gibi ekmeye katık olan bir meyvesi vardır. 21Hayvanlarda da elbette sizin için bir ibret vardır. Ders alacağınız ve yüce yaratıcının sonsuz kudretine, üstün hikmetine delil gösterebileceğiniz bir delil ve işaret bulunmaktadır. Karınlarında bulunanlardan, yani sütten size içiriyoruz. Onlarda, anılanın yanısıra yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından, sizin için daha birçok faydalar vardır. Ayrıca etlerinden yersiniz. Onlardan elde edilen şeylerden yararlandığınız gibi, bizzat kendilerinden de yararlanırsınız. 22Onların, yani o hayvanların üzerinde... Buradaki hayvanlardan amacın, özellikle develer olduğu söylenmiştir. Çünkü develer, karadaki gemiler sayılmıştır. Ve gemilerde taşınırsınız. Çünkü gemiler, yüklere depo vazifesi gördüğü gibi, insanları da taşımaktadır. Âlimlerin çoğunluğunun ifadesine göre bu âyet, erkek ve kadınların deniz yolculuğu yapmalarının caiz olduğunu göstermektedir. Ancak kadınların deniz seyahatleri, çoğu kez gemide yeterince örtünmeleri mümkün olmadığı için mekruh sayılmıştır. 23Yemin olsun ki, Nuh'u kavmine gönderdik. Onlara: tevhide çağırarak: 'Ey kavmim!' dedi. Yalnızca 'Allah'a kulluk edin. O'ndan başka, kâinatta veya varlıklar içinde Allah dışında hiçbir ilâhınız yoktur. Hâlâ sakınmaz mısınız?' Yani, bu durumu bilip, kendi başına varolmayan şeyleri Allah'a eş koşmanız dolayısıyla O'nun azabından sakınmaz mısınız? 24Bunun üzerine kavminin içinden ileri gelen, yani hatırı sayılır ve lider konumunda olan inkarcı bir grup, peygamberin yüksek rütbesini ve peygamberlik makamını hiçesayarak avam tabakasına şöyle dediler: 'Bu, cins ve nitelik açısından sadece sizler gibi bir insandır. Onunla aranızda hiçbir fark yoktur. O, sizin gibi olmasına rağmen, peygamberlik iddiasında bulunarak size üstün gelmek ve başınıza geçmek istiyor. Bu konuyla ilgili olarak ”Celâleyn Tefsiri ”nde şu yorum yapılmıştır: ”O, sizin kendisine uyanlar ve kendisinin de uyulan kimse olmasını istemekle şeref kazanmak ve sizden daha üstün olmak istiyor." Bu inkarcı ileri gelenler, sözlerine şöyle devam ediyorlar: Allah, peygamber göndermek isteseydi, bunu melekleri yani meleklerin içinden seçerek gönderirdi. Biz önceki yani daha önce geçmiş olan atalarımızdan sadece Allah'a ibadeti emretmekten ibaret olan böyle bir şey yani bunun gibi bir söz duymadık. 25O, kendisinde sadece delilik bulunan bir adamdır. Yani o aklını yitirmiş bir kimse olduğu için bunları söylüyor. Öyleyse, belli bir süreye, delilikten kurtuluncaya kadar onu gözetleyin bakalım.' Ona karşı sabırlı davranın ve bekleyin. 26İman etmelerinden ümidini kestikten sonra: Nuh: 'Ey Rabbim! Beni yalanlamalarından dolayı hepsini yok ederek bana yardım et!' dedi. 27Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: Gizlice ona şunları bildirdik: ”İha" ve ”vahy" kelimeleri gizlice bildirmek anlamına gelir. 'Denetimimiz., yani gözetimimiz ve korumamız altında ve vahyettiğimiz şekilde nasıl yapılacağını öğrettiğimiz şekilde gemiyi yap. Onu yaparken Biz seni hata etmekten koruruz. Rivayet edildiğine göre Yüce Allah, Hazret-i Nuh'a gemiyi bir kuş göğsü şeklinde yapmasını vah yetmiştir. emrimiz gelip tandır kaynayınca Buradaki tandır, bildiğimiz ekmek pişirilen tandır, şiddetli bir şekilde kaynayıp galeyana gelince, her türden, erkek ve dişi olmak üzere iki çifti ve bir de daha önce aleyhlerine kâfirlerin helak edilmeleri ile ilgili hüküm verilenler dışındaki aileni, hanımını ve çocuklarım ona yani gemiye al. Nuh'un oğlu Ken'an da, aleyhlerine hükmedilenlerden biriydi. Haksızlık edenler için duâ ederek ve kurtulmalarını isteyerek Bana başvurma. Çünkü onlar, Allah'a eş koşmak suretiyle haksızlık ettiklerinden dolayı mutlaka boğulacaklardır.' Bu büyük suçlarından dolayı boğulmalarına hükmedilmiştir. Böyle olanlar için şefaat edilmez ve şefaat kabul edilmez. 28Sen ve ailen ve sana uyanlardan oluşan beraberindekiler gemiye binip yerleşince: 'Bizi, zâlimler topluluğundan kurtaran Allah'a hamdolsun' de. Burada sadece Nuh'un zikredilmesi, onun değerini ortaya koymak, duası ve övgü ifadesinde başkalarından daha geniş olduğunu bildirmek içindir. 29Ve de ki: 'Ey Rabbim! Beni, bereketi çok olan hayırlı bir yere indir. Sen indirenlerin en hayırhsısın.' Âyete şu şekilde anlam verilmiştir: ”Ey Rabbim! Beni gemide veya gemiden hayırlı bir yere indir. Sen indirenlerin en hayırhsısın." Bunun üzerine Yüce Allah, onun duasını kabul ederek şöyle buyurmuştur: ”Bizden sana bir selâm ve bereketlerle in." (Hûd: 48) Yüce Allah söz konusu kimseleri gemiden indirdikten sonra, onlara hayır ve bereket lütfetmiş ve bunun sonucu olarak da bütün insanlar, Nuh ve onunla birlikte gemide olanların neslinden dünyaya gelmişlerdir. 30Şüphesiz bunda, yani yukarıda anlatılan Hazret-i Nuh'a ve onun kavmine yapılan şeylerde akıllı insanların çıkaracakları birtakım ibretler vardır. Çünkü Biz, ders alanı ve öğüt dinleyeni görmek için kullarımızı bu âyetlerle böyle deneriz. Şüphesiz denemek, tıpkı tuz gibidir. Hakikaten büyük peygamberler Allah'ın imtihan için verdiği sıkıntılara karşı kararlılıkla direnmişlerdir. Onlar, Allah'tan gelen sıkıntılara karşı sabrelmişlerdir. Nuh (aleyhisselâm)'un halini görmüyor musun? Dokuz yüz elli yıl nasıl denenmiş ve o da nasıl sabretmiştir? Nitekim kendisine şöyle denmiştir: ”Zalimler topluluğundan bizi kurtaran Allah'a hamdolsun" de." (Mü'minûn: 28) 31Sonra onların ardından, yani Nuh'un kavmini helak ettikten sonra, başka bir nesil varettik. Burada sözü edilen nesil Ad kavmidir. Nitekim Yüce Allah Hûd (aleyhisselâm)'dan söz ederek şöyle buyurmuştur: ”Allah'ın sizi Nuh kavminin yerine getirdiğini düşünün." (A'raf: 69) 32Ardından, onlar arasından, neseb bakımından onlardan olan Hûd'u, kendilerine peygamber gönderdik. 'Sadece Allah'a kulluk edin dedik. Çünkü O'ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Hâlâ. Allah'a ortak koştuğunuz halde, bu davranışlarınızdan dolayı azabından, korkmaz mısınız?' (diyecek) bir peygamber gönderdik. Yani o peygamber vasıtasıyla onlara sadece Allah'a kulluk edin, dedik. 33Onun kavminden kâfir olup âhirete ulaşmayı oraya dönmeyi veya orada hesaba çekilmeyi, mükâfat ve ceza ile karşı karşıya gelmeyi yalan sayan ve dünya hayatında çok mal ve çocukla kendilerine refah ve bol rızık verdiğimiz liderleri durumundaki kişilerden oluşan topluluk, avamı saptırmak için onlara dedi ki: 'Bu, yani Hûd, özellikleri ve insan sözleri itibariyle sadece sizin gibi bir insandır; yediğinizden yer, içtiğinizden içer.' Onlar, kınanmak üzere küfürle nitelendirilmişlerdir. 34Yemin olsun ki siz, ifade edilen hal ve özelliklerde tıpkı sizin gibi bir insana, yani onun emirlerine uyarsanız, mutlaka ziyana uğrarsınız. Aklınızı kaybeder ve görüşlerinizde aldanırsınız. Çünkü siz kendi değerinizi ve kıymetinizi kaybedersiniz. Bu zümrenin, puta tapanları değil de, hak peygambere tâbi olanları nasıl hüsran içinde saydıklarına bir bak! 35Siz öldüğünüz, toprak ve et ve sinirleri kalmamış kuru kemik yığını haline geldiğiniz zaman, size kabirlerinizden, tıpkı eskiden olduğunuz gibi, diri olarak size (kabirlerinizden) çıkarılacağınızı mı vaadediyor? 36Heyhat! Size vaadedilen şey gerçekleşmekten ne kadar uzak! 37Hayat, sadece, geçici ve kısa süreli olan dünya hayatından ibarettir. Sürenin bitimine kadar bir kısmımız ölürken, bir kısmımız da doğar. Bunun ötesinde başka bir hayat yoktur. Ve biz,- Ey Hûd- iddia ettiğin gibi, öldükten sonra, yeniden diriltilecek değiliz. Bu insanların kalblerin in nasıl körleştiğine dikkat edin. O kadar ki, tekrar varetmenin ilk varetmeden daha kolay olduğunu; bir şeyi yoktan meydana getirmeye gücü olanın, ikinci defa tekrar meydana getirmeye gücü yeteceğini düşünmemektedirler. 38Bu, yani Hûd (aleyhisselâm), peygamberliği ve öldükten sonra dirilmeyi iddia etmesi konusunda sadece Allah'a yalan uyduran bir adamdır; ona inanmıyoruz.' Onu tasdik etmiyoruz. 39Hûd: Onların iman etmesinden ümidini kestikten sonra: 'Ey Rabbim! Beni yalancı saymalarından ve onda ısrarlarından dolayı onlara karşı bana yardım et' ve onlardan intikamımı al dedi. 40Yüce Allah da onun duasını kabul ederek, şöyle buyurdu: 'Pek yakında, inkârdan ve yalanlamalarından dolayı elbet pişman olacaklardır.' Bu pişmanlık, azabı gördüklerinde açıkça ortaya çıkacaktır. 41Derken, bir hak olmak üzere onları bir çığlık, yani Cebrail’in çığlığı yakaladı ve kendilerini, tıpkı faydasız sel süprüntüsü gibi çer çöp yaptık. Zalim toplumun canı cehenneme! Cebrail’in bu korkunç çığlığından dolayı ödleri kopmuş ve ölüp gitmişlerdir. Çığlık anlamındaki ”sayha", sesi yükseltmek, bağırmaktır. Celâicyn Tefsirinde şöyle denmiştir: ”Onları, azap çığlığı yakalamıştır." 42Sonra onların ardından yani sözü edilen nesillerin helak edilmesinden sonra, başka nesiller varettik. Ad kavminin yok olup gitmesinden sonra Sâlih, Lût, Şuayb ve diğer peygamberlerin kavimleri varedilmiştir. Bu sebeple her ümmet, Allah'ın kendilerine muhtaç olmadığını ve peygamberlerin davetini kabul etmeleri halinde bunun faydasının kendilerine ait olduğunu bilmelidirler. 43Helak edilen hiçbir ümmet, ecelini tayin edilen helak vaktini ee öne alabilir ve ne de bu süreyi bir saat veya bir an olsun erteleyebilir. 44Sonra peygamberlerimizi peşpeşe gönderdik. Her ümmet, peygamberi, tebliği için açık delillerle kendilerine geldikçe, ona yalan isnad etmiştir. Biz de onları, birbiri ardından yok ettik. Yok edildikten sonra da onları daha sonrakiler için efsane yaptık. Yani onlardan, geriye geceleri anlatılıp hayretle dinlenen hikâyelerden başka bir şey kalmamıştır. Burada geçen ”efsane" kelimesinin Arapçası olan ”ehâdis", eğlence ve hayret için anlatılan efsane demek olan ”uhdûse" kelimesinin çoğuludur. Burada bu kelimeyle, hayret ve şaşkınlık anlamı kastedilmiştir. ”U'cûbe" kelimesinin çoğulu olan ”eacib" kelimesine benzer İman etmeyen toplumun canı cehenneme! Bu âyette geçen ”kavm" kelimesi nekre, yani belirsiz olarak gelmiştir. Ancak daha önce geçen kırk birinci âyetteki ”el-kavm", nıarife yani belirli bir kelime olarak geçmiştir. Çünkü orada belirli bir topluluktan söz edilmektedir. 45Bak. Âyet 46. 46Sonra Mûsa ve kardeşi Harun'u, Firavun ve kavmine, Mısır'ın yerlilerinden olan kıpt kavminin ileri gelenlerine mucizelerimiz ve açık bir delille gönderdik. Sözü edilen mucizeler: el, âsâ, tufan, çekirge, haşerat, kurbağa, kan, ürün darlığı ve vebadan ibaret dokuz mucizedir. Hasmı alt eden açık delil ise, ”âsâ"dır. Bu, diğer mucizelerden daha üstün olduğu için, Yüce Allah onu özellikle zikretmiştir. Fakat onlar, iman etmeye ve tâbi olmaya yanaşmaksızın büyüklüğe kapıldılar. Kibir ve azgınlıkta haddi aşarak ululuk taslayan bir toplum oldular. Yani onlar, âdetleri kibirlenmek ve azmaktan ibaret olan bir toplum haline gelmişlerdi. 47Bu yüzden, öğüt üslubuyla aralarında şöyle dediler: 'Kavimleri yani, İsrail oğulları bize kul gibi boyun eğerken, bizler gibi olan iki insana mı inanacağız?' Biz onlara inanmayız ve zaten inanmamıza da gerek yoktur. Âyet-i Kerimede sözü edilenler, bu ifadeleriyle Hazret-i Mûsa ve Harun'un peygamberlik makamından olan üstün değerlerini küçük düşürmeye yönelmişlerdir. 48Böylece onları yani Hazret-i Mûsa ve Harun'u yalanladılar. Yani onları yalanlamakta ısrar ettiler. Bu yüzden, Kızıldeniz'de boğulmak suretiyle yok edilenlerden oldular. 49Yemin olsun ki Biz Mûsa'ya- Onların yok olmasından ve İsrail oğullarının kurtulmasından sonra- belki doğru yola gelirler ve kapsadığı emir ve hükümlere göre amel ederler diye kitabı yani Tevrat'ı verdik. 50Meryem oğlunu yani İsa'yı ve annesini de hiçbir insan yaklaşmadan ondan doğmasıyla, büyük kudretimizi gösteren bir mucize kıldık. Uyun isimli tefsirde müellif şöyle demşitir: ”Âyette sözü edilen bu mucize, Hazret-i Mûsa'dan sonra İsrail oğulları için ders olacak bir mucizedir. Çünkü İsa (aleyhisselâm), beşikteyken konuşmuş ve ölüleri diriltmiştir. Hazret-i Meryem ise İsa'yı, bir erkekle ilişki kurmadan doğurmuştur. Dolayısıyla her ikisi de kesin mucizedir. Ancak bu mucizelerden birinin dile getirilmesiyle yetinilmiştir. Rivayete göre Hazret-i Peygamber Mekke'de bir sabah namazı kılarken, ”Müminim Sûresi"ni okumaya başlamış; İsa (aleyhisselâm) ve annesinin geçtiği âyete gelince gözleri yaşla dolarak boğazı düğümlenmiş artık okuyamaz olmuştur. Ve onları, oturmaya müsait, meyvesi, ekini olan, pınarı bulunan yüksek bir yere yerleştirdik. O yeri, onların barınağı ve ikametgâhı yaptık. Orası, Beyt-i Makdis’in bulunduğu ”İliyâ"dır. Gerçekten İliyâ yüksek bir yerdir. İmam Süheylî şöyle demiştir: ”Meryem, oğlu İsa çocukken onunla birlikte Suriye'de Şam'ın ”Nasıra" adındaki bir köyüne sığınmıştır. Hristiyanlar da Nesârâ adını buradan almışlardır." 51Ey Peygamberler! Temiz olan şeylerden yeyin ve iyi amellerde bulunun. Çünkü Ben, yapmakta olduğunuz gizli ve açık bütün amellerinizi çok iyi bilirim ve size ona göre muamele ederim. Âyette, bütün peygamberlere hitap vardır. Bu hitap, onlara sadece burada yapılan tek bir hitaptan İbaret değildir. Çünkü onlar, farklı zamanlarda gönderilmişlerdir. O halde âyetteki ifadenin anlamı, onlardan her peygamber kendi döneminde bu sözün muhatabı olmuştur, demektir. Yani Allahu teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Her peygambere şöyle dedik: 'Temiz şeylerden ye ve iyi amel yap.'" Zaten sizden istenen ve Rabbinizin katında değer ifade eden şey de iyi ameldir. Öte yandan âyet, şu iddiada bulunan bazı sapık kişilerin sözlerini reddetmektedir: ”Kul, sevgide zirveye ulaşıp kalbini arındırınca, iyi amellerden sayıları zahiri ibadetler ondan düşer ve artık ibadeti, tefekkür etmekten ibaret olur." Bu anlayış, küfür ve sapıklıktır. Çünkü sevgi ve iman konusunda insanların en mükemmeli peygamberler ve özellikle Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Aynı zamanda âyet, rahiplerin temiz şeyleri terketme anlayışlarının yanlışlığını da göstermektedir. Ragıb İsfahanî, ”temiz anlamına gelen: Tay yi b' kelimesiyle ilgili olarak: Tayyib, aslında duyu organlarının ve nefsin hoşlandığı şeydir" demiştir. Dinde temiz sayılan yiyecekler, meşru şekilde alınması caiz olan yerden alınan yiyeceklerdir. Bu usûlle alındıkça temiz olurlar. Hadis-i şerifte de şöyle buyrulmuştur: ”Allah temizdir ve ancak temiz olan şeyi kabul eder." İsa (aleyhisselâm), annesinin ip bükme işinden geçiniyordu. Hazret-i Peygamberin rızkı ise ganimetlerdendir. Bu rızık, iyilerin iyisinden sayılır. İmam Gazalî (Allah ona rahmet etsin) şöyle demiştir: ”Dış görünüşü itibariyle iyi ve düzgün olan bir insanın hediyesini ve bağışını almada bir sakınca yoktur. Zaman bozuldu, diyerek hakkında araştırma yapmak gerekmez. Çünkü bu hareket, söz konusu Müslümana kötü niyet beslemek anlamına gelir. Oysa insan, Müslümana iyi niyet beslemek zorundadır." Ebu'l-Ferec İbnü'l-Cevzî de şu hususu dile getirmiştir: ”Dünyayı mubah olan şeyler arasında saymak, kişiye zulmet ihdas ederse, haramı tasarlaması ne olur? Güzel koku suyun özelliğini değiştirince, o suyla abdest almak caiz olmaz. Bu duruma göre köpek salyasıyla abdest almak nasıl mümkün olsun? Bu sebeple büyüklerden birisi şöyle demiştir: 'Mubah olan şeylere alışıp, tutkun olan, Allah'a yakarış hazzından mahrum olur." 52İşte sizin bu ümmetiniz, İslâm ve tevhid ümmeti tek bir ümmettir. Temel dini esasları bir olup zamanın değişmesine karşılık değişikliğe uğramayan bir ümmet ve bir şeriattır. Her ne kadar furûatta birtakım farklılıklar varsa da bu, dinde gerçek anlamda ihtilâf sayılmaz. Nitekim özürlü ve özürsüz kadının, sorumlulukları farklıysa da, dinleri birdir. Ben de ilâhlıkta herhangi bir ortağım olmaksızın sizin Rabbinizim. O halde, sözüme muhalefet etmekte Benden korkun. Âyetin muhatapları hem peygamberler ve hem de ümmetlerdir. Emir, peygamberlerle ilgili olunca, harekete geçirmek ve teşvik etmek; ümmetle ilgili olunca da, sakındırmak ve gerekli kılmak şeklinde anlaşılır. "Tefsir-i Kebir"de şu hususa yer verilmektedir: ”Âyetin muhtevasında. Yüce Allah'ı tanıma ve O'na karşı gelmekten sakınmayla ilgili hususlarda herkesin dininin bir olduğu konusunda bir uyarı vardır." 53Fakat onlar aralarında din işlerini parçaladılar. Farklı dinler haline getirdiler. Bu gruplardan her grup seçtikleri dini beğenmektedir. Her biri kendi yanında bulunan din veya kitabın hak olduğuna inanmakta ve bununla sevinmektedir. 54Sen onları, bir süreye, ölümlerine veya azapla karşı karşıya kalıncaya kadar sapıklıklarıyla başbaşa bırak. Onların bilgisizlikleri, boyu aşan ve örten suya benzetilmiştir. Yani, bölük pörçük olan kâfirleri kendi hallerine terket. Kalbini onlarla meşgul etme ve dağınık olmalarına aldırma. Bu mesajın amacı, inanmayanları dünya ve âhiret azabıyle korkutmak. Hazret-i Peygamber’i teselli etmek ve onu, azabı hak edenlerin acele azaba uğramalarını istemekten ve azabın geciktirilmesine karşı sabırsızlık göstermekten alıkoymaktır. 55Bak. Âyet 56. 56Onlar, yani kâfirler sanıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz servet ve oğullarla onlara faydalar sağlamak, hayır ve ikram olacak şeyler için koşuşturuyoruz? Hayır, onlar işin farkına varamıyorlar. Bu koşuşturmayı asla yapmayız. Zaten onlar, hiçbir şeyin farkında değillerdir; tıpkı akıl ve şuurdan yoksun hayvanlar gibidirler. Çünkü onlar, bu yardım ve desteğin, kademeli bir şekilde günahlarının artmasına sebep olduğunu düşünüp anlamaları gerekirken, bunun kendi yararlan için bir koşuşturma olduğunu sanıyorlar. Yüce Allah hadis-i kudsîde şöyle buyurmuştur: ”Kulum, ona Benden daha uzak olmasına rağmen kendisine dünyada bolluk vermeme seviniyor mu? Mü'min kulum da kendisine Benden daha yakın olmasına rağmen ondan dünyayı kısmama sabırsızlanıyor mu?" Âyet-i kerime de özellikle oğullarının belirtilmesi, onlarla çok fazla öğündüklerinden kaynaklanmaktadır. 57Onlar ki, Rablerinin azabının korkusundan titrerler. Burada ”korku" şeklinde çevirdiğimiz ”haşyet" saygıyla karışık korkudur. Hasan Basriden naklen şöyle denmiştir: ”Mü'min iyilik ettiği halde Allah'tan korkar; kâfir ise kötülük etmesine rağmen kendisini emniyette hisseder." 58Gerek âlemde varolan ve gerekse indirilen Rablerinin âyetlerine inanırlar. Söz ve fiille onları yalanlamazlar, takdik ederler. 59Rablerine açık ve gizli ortak koşmazlar. Bunun için ”Rablerine iman edenler" yerine ”âyetlerine inanma" diye ifade edilmiştir. Cüneyd Bağdadî, şirkle ilgili olarak şöyle demiştir: ”Bir kimse gönlünü kontrol edip onda Rabbinden daha ulu ve daha üstün bir şey görürse, O'na şirk koşmuş veya benzer tutmuş olur." 60Ve Rablerine dönecekleri için, verdiklerini, hayır ve iyilikleri, verdikleri zekât ve bağışları yürekleri çarparak verirler. Onlar, kendilerinden kabul edilmez korkusunu ve yerini bulmaz endişesini taşıyarak infakta bulunurlar. Yoksa korkuları, sırf Allah'a dönmekten dolayı değildir. 61İşte onlar, üstün niteliklerle nitelenen kişiler iyiliklere koşuşurlar ve onun için önde giderler. Bu kimselere iyi amellerden dolayı vadedilen peşin hayırlar, âhiretten önce, dünyada verilmiştir. Nitekim iyilikler için yarışanlar, yarışı kazananların derecesini elde ederler. 62Biz, hiç kimseye gücünün üstünde teklifte bulunmayız. Mukatil b. Süleyman şöyle demiştir: ”Ayakta duramayan oturarak namaz kılsın; oturamayatı ise işaretle kılsın." Harirî de: ”Allah, kullarını kendisini hakkıyle tanımalarından sorumlu tutmamış, ancak güçleri ölçüsünde tanımaktan sorumlu tutmuştur. Eğer Allah, hak ettiği kadar tanımalarından sorumlu tutsaydı, O'nu gereği gibi tanıyamazlardı. Çünkü Yüce Allah'ı, kendisinden başka hiç kimse gereği gibi tanıyamaz" demiştir. Katımızda gerçeği, doğruyu söyleyen bir kitap, amel defterleri vardır. Burada, herkesin ameli tesbit edilmiştir. O kitapta, gerçeğe uymayan bir şey bulunmaz. O, sadece hakikati ortaya koyar ve tıpkı konuşan birinin açıklamada bulunduğu gibi bakana doğruyu açıklar. Ve onlara, mükâfatın azaltılması veya azabın artırılması suretiyle asla haksızlık edilmez. 63Hayır, onların yani kâfirlerin kalbleri bundan, Kur'ân'da açıklanan bu şeyden habersizdir. Ondan gafildirler. Ayrıca onların bundan, yani bu sayılanladan başka birtakım daha nice amelleri vardır ki... Onlar, Kur'ân'da kendilerini kınama tarzında gelecek olan çeşit çeşit küfürleri ve isyanlarıdır. Onlar bu işleri yapar dururlar. Onlar bu tür davranışları alışkanlık haline getirmişlerdir. 64Nihayet, bolluk içinde olanlarını, uhrevî azap ile yakaladığımız zaman, yani onlar, varlıklı olanlarıyla elebaşlarının yakasına yapışıncaya kadar o işlerine devam eder dururlar. Varlıklılarını yakaladığımız zaman da hemen feryadı basarlar. Yani, o anda aniden yardım için feryat etmeye başlarlar ve kurtuluş için yalvarıp yakarırlar. 65Onlara: 'Bugün artık boşuna feryat etmeyin! deriz. Âyette, korkutmak ve feryat etme vaktinin kaçırıldığını bildirmek için, kıyamet gününden ibaret olan gün, özellikle dile getirilmiştir. Çünkü size sizi abluka altına alan azaptan kurtaracak bir yardımımız dokunmaz.' 66Bak. Âyet 67. 67Dünyada iken faydalanasınız diye Size âyetlerim okunduğu zaman, buna karşı kibirlenerek kitabımı inkâr ederek arkanızı dönüp gidiyor, gerisin geriye topukların üzerine dönüp kaçıyor ve âyetlerimi dinlemek istemiyor, geceleyin, Kur'an hakkında, saçmalayıp duruyordunuz. Nitekim müşrikler, Kabe'nin etrafında toplanarak Kur'an aleyhinde bulunuyor ve düzenledikleri gece toplantılarında yerine göre onu sihir ve şiir olarak adlandıran ve böylece onları küçümseyen sohbetler yapıyorlardı. Âyet-i Kerimede, geceyi, Allah'a itaat dışında şeylerle geçirmenin kınandığına işaret edilmiştir. Nitekim Kurtubî şöyle der: ”Yatsı namazından sonra sohbete dalmak ittifakla hoş görülmemiştir. Çünkü namazlar, insanların hatalarını örtmüştür. Artık emin olarak uyuyabilirler. Amelleri kaydeden melekler, insanın amel defterlerini ibadetlerini kaydederek kapatmışlardır. Eğer bundan sonra gece sohbetine devam ederlerse anlamsız sözlere dalarlar ve dolayısıyla son kayıt bu sözler ve anlamsız ifadeler olur." Öte yandan fıkıh âlimi Ebu'l-Leys bu konuda şöyle demiştir: ”Gece sohbeti üç çeşittir: 1. İlmî müzakerelerden ibaret olan sohbet. Bu sohbet uykudan daha hayırlıdır. Çünkü bunda, hayır vardır ve insanlara iyilik hedeflenir. 2. Geçmişe ait efsaneler, alay ve gülmekten ibaret olan sohbet. Bu ise mekruh sayılmıştır. 3. Yalan ve anlamsız sözlerden kaçınarak sırf kaynaşmak için yapılan sohbet. Bu sohbette herhangi bir sakınca söz konusu değildir. Ancak, genelde gece sohbeti nehyedildiği için bu sohbeti terketmek daha iyidir. Fakat herhalükârda illâ bu sohbeti yapacak olurlarsa, sonunda Allah'ı zikretmeye, tesbih etmeye ve O'ndan af dilemeye yönelmeleri gerekir. Böylece hayra dönmüş olurlar. Nitekim Hazret-i Peygamber, sohbet mahallinden kalkacağı sırada şöyle duâ ederdi: ”Bütün noksanlıklardan uzak olan Allah'ım! Sana hamdeder, senden başka hiçbir ilâhın olmadığına tanıklık eder, sana sığınır ve sana tevbe ederim." Sonra da; ”Bunları bana Cebrail öğretti" derdi. 68Onlar, yani kâfirler bu sözü, yani Kur'an'ı hiç düşünmediler mi? Yani onlar, Kur'ân'a karşı yaptıkları kötülüklere ek olarak büyüklük taslamaları ve gerçeği terk ile ilgili yaptıklarını, ifadesinin eşsizliğini, gayb âleminden haber vermesini ve Rablerinden bir gerçek olduğunu bilip iman etmeleri gereken Kur'an'ı düşünmeden mi yapmışlardır? Yoksa onlara, geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey -bir kitap- mi geldi? Ki, bu yüzden Kur'an'ı yadırgayıp küfre ve sapıklığa düşmüşlerdir. 69Yoksa peygamberlerini, O'nun güvenilirliğini, doğruluğunu ve ahlâk güzelliğini henüz tanıyamadılar da bu yüzden mi onu inkâr ediyorlar? O'nun peygamberliğini bu sebeple mi tanımıyorlar? Oysa peygamber’in durumunu bilmemeleri söz konusu değildir. Bu yüzden inkârlarının geçersizliği ortaya çıkmıştır. 70Yoksa onda bir delilik olduğunu mu söylüyorlar? Başka bir kınamaya geçilmiştir. Yani, yoksa onlar, insanların en akıllısı, en zeki ve en şahsiyetlisi olmasına rağmen, onda bir deliliğin olduğunu mu söylüyorlar? Hayır! Aksine o, kendilerine hakkı getirmiştir. Yani durum, onların gerek Kuran ve gerekse peygamber hakkında iddia ettikleri gibi değildir. Aksine o kendilerine, hiçbir şekilde yan çizmeye ve bâtıla yönelmeye imkân olmayan gerçeği getirmiştir. Fakat onların çoğu haktan sadece bu haktan değil, sırf hak olduğu için bütün gerçeklerden hoşlanmamaktadırlar. Çünkü onların cibiliyetlerinde bozukluk ve sapıklık vardır. Âyet-i kerimede bu niteliğin insanların büyük kısmında bulunan bir nitelik olarak yer alması, onların, apaçık haktan hoşlanmamalarına ters değildir. Çünkü bütün peygamberlerin kavmi, çoğunlukla inatçıydı. Nitekim Allahu teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Yemin olsun ki, onlardan önce gelip geçenlerin çoğu sapılmıştı." (Sâffât: 71) Şu halde azınlık, tıpkı değerli mücevherat ve çiçekler gibi, imana müsaittirler. Çoğu da, değersiz taşlar ve kurumuş bitkiler gibi, işe yaramayanlardır. Halkın çoğunun durumu böyledir. Fakat şahsiyetli ve temiz insanlar, onlar gibi değillerdir. Dinî emirlerle mükellef olmaları onların sadece şereflerini artırmaktadır. Hadis-i Kudsî de şöyle buyrulmuştur: ”Rabbin, zincirlerle cennete sevkedilen zümreye şaşmıştır. ”(?) 71Eğer hak, hoşlanmadıkları Kur'an onların arzularına, kâfirlerin isteklerine uygun olarak inmek suretiyle uysaydı, mutlaka gökler, yer ve bunlarda bulunanlar, melekler, insanlar ve cinler bozulur giderdi. Düzeni bozulur nizam ve intizam kalmazdı. Hayır, Biz onlara şan ve şereflerini getirdik. Âyet-i kerimede, inanmayanlar hakkı kötü görmeleri sebebiyle kötülemekten dünya ve âhiret şan ve şereflerinin kendisinde bulunduğu Kurandan yüz çevirmelerinin çirkinliğinin ifade edilmesine geçilmiştir. Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmuştur: ”Şüphesiz Kur'an, sana ve kavmine bir öğüttür, bir şereftir..." (Zuhruf: 44) Buna göre âyetin anlamı şöyle olmaktadır: ”Hayır. Biz onlara, bütünüyle kabul etmeleri gereken şan ve şereflerini getirdik." Fakat onlar, kendi şereflerine yönelmenin ve özen göstermenin gerekli olmadığı şeye değil de, şu andaki hallerinin ıslahına ve gelecekteki şereflerine sırt çeviriyorlar. Aşağıdaki âyetle de, başka bir yönden azarlamaya geçilerek şöyle buyuru Imuştur: 72Yoksa sen onlardan bir vergi mi istiyorsun? Yani onlar, senin peygamberliği tebliğ etmene karşılık onlardan bir ücret istediğini mi sanıyorlarda bundan dolayı mı sana inanmıyorlar? Rabbinin vergisi daha hayırlıdır. Dolayısıyla onlardan bir ücret isteme. Çünkü Rabbinin dünyadaki rızkı ve âhiretteki mükâfatı, daha fazla ve daha sürekli olduğu için senin için ondan daha hayırlıdır. O, rızık verenlerin en iyisidir. Yani bir bedel olarak verenden daha iyidir. Çünkü Allah'ın verdiği şey kesilmez değişikliğe uğramaz. 73Gerçekten sen onları selim aklın doğruluğuna şahit olduğu, içinde hiçbir eğriliğin bulunmadığı doğru bir yola davet ediyorsun. 74Âhirete inanmayanlar ise, -Dünya hayatından başka bir hayatın olmadığını iddia ettikleri için, kendilerini kötüleme babından böyle nitelenmişlerdir.- Kendilerini davet etmekte olduğun hak yoldan ısrarla sapmaktadırlar. Çünkü âhirete inanmak, hakkı istemeye götüren en güçlü sebeplerden biridir. Rivayete göre Harun Reşit, hacdan dönerken Kûfe'de birkaç gün kalmış ve oradan ayrılacağı bir sırada yoluna Deli Behlül çıkmış ve en tiz sesiyle üç defa: ”Harun!" diye bağırmış, Bunun üzerine Harun, hayretle: ”Bana kim sesleniyor? diye sormuş. Yanındakiler: ”Deli Behlül" diye cevap vermişler. Bunun üzerine Harun, durmuş perdenin kaldırılmasını emrederek, (çünkü insanlarla perde arkasından konuşuyormuş) Deli Behlül'e: ”Beni tanıyor musun?" diye sormuş. Behlül: ”Evet, seni tanıyorum" demiş. Harun: ”Kimim ben?" demiş. Behlül: ”Sen, batıda bulunduğun sırada doğuda birinin haksızlığa uğraması halinde, Allah'ın kıyamet günü bundan dolayı hesaba çekeceği kişisin" demiş. Behlül'ün bu sözünden etkilenen Harun Reşit ağlayarak ona şöyle demiş: ”Durumumu nasıl görüyorsun?" Behlül: ”Durumunu Allah'ın kitabına arzet. Nitekim Allah şöyle buyurur: ”İyiler mutlaka cennette ve kötüler ise mutlaka cehennemdedir." (İnfitâr: 13-14) Bunun üzerine Harun Behlül'e: ”Amellerimiz nerede?" diye sormuş. Behlül: ”Allah, ancak takva sahiplerinden kabul eder." (Mâide: 27) âyetini okumuş. Harun Reşit: ”Allah'ın Rasûlüne olan yakınlığımız nerede?" diye sormuş. Deli Behlül: ”Sûra üflendiği zaman, o gün, aralarında soy yakınlığı kalmaz. Birbirlerine de bir şey soramazlar." (Müminün: 101 ) âyetini okumuş. Harun Reşit: ”Allah'ın Rasûl ünün bize olan şefaati nerede?" diye sorunca Behlül: ”O gün şefaati, sadece Allah'ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseye fayda verir" (Tâhâ: 109) âyetini okumuş. Harun Reşit Behlül'e: ”Bir ihtiyacın var mı" diye sormuş. Behlül: ”Evet, günahlarımı bağışlamanı ve beni cennete koymanı istiyorum" demiş. Harun: ”Bu iş benim elimde değildir. Duyduk ki senin borcun varmış. Senin adına ödeyelim" demiş. Behlül: ”Borç, borçla ödenmez. Onun için insanların mallarını kendilerine ver" cevabını vermiş. Harun Reşit: ”Öyleyse sana, ölünceye kadar bir maaş bağlanmasını emredeyim mi?" demiş. Behlül: ”Biz, Allahu teâlâ'nın iki kuluyuz. O hiç seni hatırlarda beni unutur mu?! Ne dersin?" demiş. Harun Reşit, Deli Behlül un nasihatlerini kabul ederek yoluna devam etmiştir. 75Eğer onlara acıyıp da içinde bulundukları kötü hali, başlarına gelen kıtlık ve kuraklığı giderseydik, küfürde, büyüklük taslamada, peygambere ve müminlere düşmanlıkta ki aşırılıklarında şaşkın bir halde azgınlıklarında direnir dururladı. Yani onlar, hidayetten dolayı şaşkınlık ve sapıklıkta da tereddüt içindedirler. Bu sebeple, yolla ilgili hiçbir bilgisi ve tecrübesi olmayan birinin çölde yolunu kaybederek nereye gideceğini bilmediği gibi, onlar da nereye yöneleceklerini bilmemektedirler. Nakledildiğine göre Surname b. Esâl el-Hanefi Müslüman olunca yemame'ye gitmiş ve Mekke halkının erzakına engel olmuştu. Bu arada Allahu teâlâ, Mekke'lileri büyük bir kıtlıkla karşı karşıya bırakmış; hatta bu kıtlıktan dolayı onlar, deve tüyü ve kanla beslenmek zorunda bile kalmışlardı. Bu vahim durum karşısında Ebû Süfyan, Medine'ye Hazret-i Peygambere gelerek: ”Allah için, hısım ve akrabalığın hakkı için dileğimi yerine getirmeni istiyorum. Sen, âlemlere rahmet olarak gönderildiğini iddia etmiyor musun?" demiş. Hazret-i Peygamber: ”Evet, ediyorum" buyurmuş. Ebû Süfyan: ”Babaları kılıçla, çocukları da açlıktan öldürdün. Hiç değilse bu kıtlığın giderilmesi için Allah'a duâ et!" demiş. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, söz konusu kıtlığın giderilmesi için Allah'a duâ etmiş ve Allah da onları bu sıkıntıdan kurtarmıştır. İşte bu âyet, bu olay üzerine inmiştir. Vasiri şöyle demiştir: ”İlimin azgınlığı vardır, o, ilimle övünmek; maldaki azgınlık, cimrilik; amel ve ibadetteki azgınlık, gösteriş ve şöhret; nefisteki azgınlık ise nefsin arzularına boyun eğmektir." 76Yemin olsun ki Biz onları, yani Mekke halkını dünyevî azapla sıkıntıya düşürdük. Bu azap Bedir savaşında kendilerine gelen ölüm ve esarettir. Ama yine de Rablerine boyun eğmediler ve niyazda da bulunmuyorlar. Yani, azgınlığa ve büyüklük taslamaya devam edip durdular. 77Nihayet üzerlerine, azabı çok çetin olan bir kapı açtığımız zaman, ki bu âhiret azabıdır, birde bakarsın ki onun içinde şaşkın, bütün hayırlardan ümitlerini kesmiş bir halde kalırlar. Yani Biz, kendilerini ölüm, esaret ve açlık gibi her çeşit sıkıntı ile denedik. Fakat onların, hakka boyun eğdikleri ve İslâm'a yöneldikleri görülmemiştir. Ebu Yezid Bestamî şöyle demiştir: ”Otuz yıl sabırla ibadete devam ettim. Bu arada bana biri şöyle söyledi: ”Ey Ebû Yezid! Allah'ın hazineleri, gök ve yerde bulunanların ibadetleriyle doludur. O'na ulaşmak istersen, boyun eğmen ve muhtaç halde olman gerekir." Bu ifadeden, azabın ancak kulluğun Allah'a tahsis edilmesiyle kesileceği anlaşılmaktadır. Yüce Allah'tan, bizden nefsin zulmünü gidermesini ve bizi insanlık ve ilâhî nurla nurlandırmasını dileriz. 78Sizin menfaatiniz için kulakları, gözleri ve kalbleri yaratan O’dur. Yüce Allah burada, menfaatlerin çoğu onlarda olduğu için özellikle bu üç duyu organından söz etmiştir. Bu üstün nimetlere ne kadar az şükrediyorsunuz! Çünkü şükretmede asıl olan şey, nimetleri varediliş hikmetlerine uygun olarak kullanmaktır. Bu âyet-i kerimede şu üç hususa işaret edilmiştir: 1. Allah'ın kulak, göz ve kalblerden ibaret bu üstün nimetleri lütfettiğini ortaya koymak. 2. Kullardan, söz konusu nimetlere şükretmelerini istemek. 3. İçlerinden çok azı şükrettiği için kullardan yakınmaktır. Nitekim Yüce. Allah bu konuda şöyle buyurmuştur: ”...Kullarımdan şükredenler azdır." (Sebe: 13) Sözü edilen nimetlerden dolayı şükretmek, o organları, nimet veren Allah'a itaat ve O'na kulluk yolunda kullanmaktır. Kulağın şükrü, onu kötü şeyleri dinlemekten alıkoymak, sadece Allah için ve O'ndan gelen mesajları dinlemektir. Gözün şükrü, haram şeylere bakmaktan gözü alıkoymak, sadece Allah için ve O'na bağlı olarak ibret gözüyle bakmaktır. Kalbin şükrü ise, kötü ahlâktan kalbi arındırmak, lüzumsuz şeylerden ilgisini kesmektir. Bu durumda kalb Allah'tan başkasını görmez ve yalnızca O'nu sever. 79Ve sizi yeryüzünde yaratıp yayan O'dur. Dağılmış bir halde iken kıyamet günü Sadece O'nun huzurunda toplanacaksınız. O halde, niçin O'na inanıp şükretmiyorsunuz? 80Hiçbir ortağı bulunmadan hayat veren ve öldüren O'dur. Gece ile gündüzün birbirini izlemesi de ve uzayıp kısalmasında O'nun (esenidir. Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız? Bu âyetlerden habersiz misiniz? Hepsinin bizden olduğunu görerek ve düşünerek aklınızı kullanmaz mısınız? Âyet-i kerime de Allah, tıpkı ”sizi yarattı ve yaydı" gibi, ”Hayat verdi ve öldürdü" fiillerini geçmiş zaman ile değil; hayat verme ve öldürmenin, âdeti olduğunu göstermek için şimdiki zaman ile ”hayat veriyor ve öldürüyor" şeklinde ifade etmiştir. 81Buna rağmen onlar, Mekkeli kâfirler öncekilerin, kendilerinden önceki kâfirlerin söyledikleri gibi söylediler: 82'Ölüpde, toprak ve kemik yığını haline geldiğimiz zaman mı? Cidden biz mi, yeniden diriltileceğiz?' dediler. Böylece onlar, daha önce asıllarının yine toprak olup yaratılmış olduklarını düşünmeden yeniden dirilmeyi gerçek dışı saymışlardır. 83Mekkeli kâfirler 'Yemin olsun ki, gerek bize ve gerekse Muhammed'den daha önceki atalarımıza, böyle yeniden diriltilmekle vaadedildi. Fakat onlar, bunda bir hakikat payı görmemişlerdir. Bu, gerçekle ilgisi bulunmayan öncekilerin yazdıkları yalan masallarından başka bir şey değildir.' Âyet-i Kerimede Allah'ın, iman nuruyla inceleyerek ayrıntılara inme imkânını verdiği kişilerin dışındaki bütün insanların taklitçi olduklarına temas edilmiştir. Çünkü âyette görüldüğü gibi inkarcılar, peygamberi yalancı sayma, bilerek inkâra kalkışma ve öldükten sonra yeniden dirilmeye inanmama konusunda atalarını taklit etmişlerdir. "Eğer biliyorsanız, yeryüzü ve orada bulunanlar kime aittir?" 84De ki: 'Eğer bir şey biliyorsanız, bilgi verin bana bakalım yeryüzü ve orada bulunanlar içindeki yaratıklar kime aittir?' 85'Allah'a aittir' diyecekler. Çünkü akl-ı selim onları, yaratıcılarının Allah olduğunu itirafa mecbur eder. Bunu itiraf etmeleri halinde onları azarlamak üzere şöyle buyurulmuştur: De ki: -Bunu söylüyorsunuz da- 'O halde yeryüzünü ve orada bulunanları ilk kez yaratanın ikinci kez yaratmaya gücü yettiğini düşünmez misiniz?' 86'Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?' de. Bu âyetlerde Allah, sonna emrini küçükten daha büyüğüne, alttan üste doğru, bir geçiş yapmıştır. Nitekim gökler ve Arş, yeryüzünden daha büyüktür. 87'Allah'tır' diyeceklerdir. Âyetteki sorunun gelişine bakarak, ayetteki ”Allah'ındır" kelimesi yerine ”Allah'tır" denebilir. Çünkü. ”Rabbi kimdir? Kimindir?" sorulan, sonuç itibariyle aynı anlama gelir. (Biz de tercümede bu ikinci anlamı seçtik.) Onları azarlamak için; 'O halde, biliyorsunuz da Allah'ın azabından korkmuyor musunuz?' de. Bunu biliyorsunuz da korkmuyor musunuz? 88'Eğer biliyorsanız cevap verin bakalım: Her şeyin hükümranlığı, mülk ve hakimiyeti elinde olan, dilediğinde başkasını kayıran istediği zaman yardım eden ve O'na karşı başkası kayırılmayan kimdir?' de. Melekût: Geniş mülk ve hükümranlık demektir. Ragıb İsfahânî şöyle demiştir: ”Melekût: Allahu teâlâ'nın mülküne has bir ifadedir." 89'Allah'tır' diyeceklerdir. Yani her şeyin hükümranlığı, bütünüyle mülkiyeti Allah'a aittir. O, başkasını kayıran ve O'na karşı başkası kayıolamayandır. 'Öyleyse nasıl büyüleniyorsunuz', aldatılıyor ve doğruluktan sapıklığa döndürülüyorsunuz? de. Çünkü büyülenen ve aklı bozuk olandan başkası böyle olmaz. 90Doğrusu Biz onlara hakkı,- tevhid anlayışını, öldükten sonra yeniden diriltilme vaadini- getirdik. Fakat onlar, Allah'a ortak koşma ve yeniden dirilme konusunda söyledikleri sözlerde şüphesiz yalan söylüyorlar. Allahu teâlâ, bahaneler ortadan kalktıktan sonra ve özür beyan etmenin mümkün olmadığı devrede inanmayanların inkâra ve haddi aşmaya devam ettiklerini açıklamıştır. Nitekim Allah onlardan intikam almıştır. Çünkü Allah, mühlet verir, ama ihmal etmez. 91Hristiyanların söylemiş olduğu gibi, Allah çocuk edinmemiştir. Çünkü Allah, kendi cinsinden birini var etmemiş ve kendisine eş değerde kılmamıştır ki, kendi cinsinden bir eşi bulunsun da, ondan çocuk sahibi olsun. Onunla birlikte, puta tapanların ve diğerlerinin söylediği gibi, ilâhlıkta kendisine ortak olacak hiçbir ilâh yoktur. Aksi halde, O'nun yanında başka bir ilâh bulunsaydı her ilâh kendi yarattığıyla başbaşa kalır, mülkü, diğerinin mülkünden ayrılır ve tıpkı dünyada krallar arasında olduğu gibi: onlardan biri diğerine galebe çalardı. Âyet-i kerime, iki tanrının bulunması halinde bilgi ve güçleriyle, aralarındaki mücadelenin kaçınılmaz olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü tanrılardan biri, sözgelimi, Zeyd’i yaşatmak, diğeri de öldürmek isterse, güçleri dengede olduğu sürece mücadeleleri sürer gider, ancak birinin istek ve gücü ağır basarsa diğerini altederdi. Bu iş, biri bir ucundan ve diğeri de öbür uçtan olmak üzere iki kişinin ip çekme işine benzer. Bunların güçleri eşit olması durumunda ipi çeker dururlar. Fakat biri, gücüyle diğerine karşı üstün gelirse, yenilen kişinin işinden bir iz kalmaz. Allah, onların yakıştırdıkları şeylerden ve kendisine nisbet edilen çocuk ve ortaklardan uzaktır. 92O, görünmeyeni de, görüneni de bilir. Allah, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır. Oysa, ortak koştukları şeyler, gaybı bilemezler. Bu sebeple Yüce Allah'ın bu niteliklere sahip olmada tek oluşu, ortağının bulunmamasını gerektirmektedir. Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ”Tevhidin (Tek Allah inancının) nuru, şirkin ise ateşi vardır. Buna göre tevhid’in nuru, iman edenlerin kötülüklerini yakarken, şirkin ateşi de müşriklerin iyiliklerini yakmaktadır." 93De ki: 'Ey Rabbim! Eğer onlara, yani müşriklere yönelik tehdidi, onların köklerini kazıyacak dünyevî azabı bana mutlaka göstereceksen... 94Beni azap esnasında zalim toplumun arasında bırakma Rabbim!' Beni aralarından emin olarak çıkar Rabbim! 95Bizim, onlara yönelttiğimiz tehdidi, azabı sana göstermeye elbette gücümüz yeter. Fakat Biz, bir kısmının veya bir kısmından ilerde meydana gelecek neslin iman edeceğini bildiğimizden dolayı, azabı geciktiriyoruz. 96Sen kötülüğü, sana yaptıkları eziyeti ve kötü muamelelerini, en güzel bir usûlde sav ve onlara üstün ahlâk, şefkat ve merhametle muamele et. Çünkü Biz onların yakıştırmakta oldukları şeyi, seni niteledikleri sihir, şairlik ve deliliği çok iyi biliyoruz. Bu ifade, müşriklerin cezalandırılmalarıyla ilgili bir tehdidi ve Allah Rasûlü için bir teselliyi içermekte ve işini Allah'a havale etmesi konusunda da Hazret-i Peygamber'e yol göstermektedir. 97Ve de ki: 'Ey Rabbim! Şeytanların dürtüklemelerinden, sapık vesveselerinden sana sığınırını. Burada Yüce Allah, şeytanların insanları kütlüklere teşvik etmesini, hızlı gitmeleri veya sıçramaları için eğiticinin hayvanları dürtüklemesine benzetmiştir. 98Onların yanımda bulunmalarından... Hangi halde olursa olsun, ister namaz, ister okuma ve isterse ölüm vs. anında etrafımda dolaşmalarından da sana sığınırım Rabbim!' Nakledildiğine göre, uyuyamamaktan yakınan birine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”Uyumak istediğin zaman: 'Allah'ım! Gazabından, azabından, kullarının şerrinden, şeytanın dürtüklemesinden ve bana gelmelerinden senin kâmil sözlerine sığınırım' de." Burada sığınmaktan amaç, şeytanın şerrinden sakındırmaktır. Şeytan, insanların gönüllerine şüphe ve tereddüt sokmakta, erkek olsun kadın olsun herkesi saptırmakta ve şu hadiste geçtiği gibi bid'atlarla boş arzuları kamçılamaktadır: ”Cehennemlik iki sınıf insan varki onları hiç görmedim. (Yani bunlar Hazret-i peygamber çağında yoklardı.) Bir sınıf tıpkı inek kuyruğu gibi ellerinde, insanları dövdükleri kamçılar bulunan bir grup; diğer sınıf da, giyinmiş çıplak (yani giydikleri şeffaf elbiselerden dolayı giyinmiş gibi görünen ama aslında çıplak olan), erkekleri kendilerine meylettiren, kendileri de erkeklere meyleden ve başlarındaki saçları deve hör gücü gibi yapan birtakım kadınlardır. İşte bu iki sınıf insan cennete giremediği gibi, kokusunu da alamazlar. Oysa cennetin kokusu beş yüz yıllık mesafeden alınır." 99Nihayet onlardan, yani kâfirlerden birine kurtuluşu olmayan ölüm gelip çattığında, âhiretin halleri kendisine görününce, iman ve amel fırsatını kaçırdığından dolayı pişmanlık duyarak: 'Ey Rabbim! Beni dünyaya geri döndür' der. 100'Ta ki, terkettiklerime, ihmal edip yapmadığım şeylere karşılık iyi bir amel yapayım' ve tevhid inancına bağlı kalayım. Âyet-i kerimedeki ”Ta ki, terkettiklerim" sözünden, ”yanlış ve kusurlu yaptıklarım" sözünün kastedildiği de söylenmiştir. Sanki onlar, bozdukları şeyleri düzeltmek üzere geri dönmeyi arzu etmişlerdir. Ben fakir şöyle derim: ”İyi amel, imana dayalı olarak yapılan ameldir. Yapılan şey şeklen iyi bir amel olarak görülse bile, imandan yoksun ise, gerçek anlamda bozuk bir amel sayılır. Çünkü sahibinin inkârı, o ameli boşa çıkarmıştır. Bu yüzden insan, amelinin boşa çıktığını görünce dünyaya geri dönmeyi ve iman edip hem şeklen ve hem de özüne uygun iyi bir amel yapmayı arzu eder." Kurtubî bu konuda şu hususu dile getirmiştir: ”Geri dönmeyi istemek sadece kâfirin arzusu değil, aynı zamanda görevlerini ihmal eden mü'minin de arzusudur." Hayır. O, dünyaya asla geri döndürülmez. Bu, onun, ”Ey Rabbim! Beni geri döndür!" sözü, -ölüm anında aşırı üzüntüsünden dolayı- söylediği bir lâftan ibarettir. Fakat ona cevap verilmez. Onların gerisinde ise, onlarla geri dönüşleri arasında yeniden diriltilecekleri güne, yani kıyamet gününe kadar bir berzah kabirden ibaret bir engel vardır. Ayetteki "Onların gerisinde" sözü, anlam yönünden her ne kadar çoğul ise de, aslında ”o kişinin önünde" demektir. Gerçekten kıyamet günü, dünyaya geri dönmekten bütünüyle ümit kesilir. 101Kıyametin kopması için, yeniden dirilmenin ve mahşerde toplanmanın olacağı zaman ikinci defa sûra üflendiği zaman, - bugün dünyada olduğu gibi o gün artık aralarında akrabalık bağları ve dayanışmaları yok olduğundan, kendilerine fayda verecek- soylar kalmaz. Çünkü; ”Kişi o gün, kardeşinden, anne ve babasından, eşi ve çocuklarından kaçar." (Abese: 34-36) Birbirlerine bir şey de soramazlar. Orada, aşırı korkudan dolayı herkes kendi derdine düşeceğinden birbirlerine; ”sen kimsin? Hangi kabileden ve soydansın?" gibi sorular soramazlar. Yüce Allah'ın şu ifadesi söz konusu olan bu duruma ters değildir: ”Birbirlerine dönüp sorarlar. ” (Saffat: 50) Çünkü soru soramama, hesaba çekilmeden önce ve ikinci defa sûra üfleme anındadır. Daha sonra birbirlerine soru sorabilirler. Bununla birlikte kıyamet günü uzun bir gündür ve orada elli ayrı yer vardır ve bunlardan her biri bin yıllık bir mesafeye sahiptir. Bir yerde bulunanlarda, soru sorma ve tanışma fırsatı vermeyecek derecede aşırı korku ve dehşet hakimken, diğer bir yerde bulunanlar ise tam olarak aydırlar ve birbirlerine soru sorarak tanışırlar. Esmaî şöyle demiştir: ”Mehtaplı bir gece Kabe'yi tavaf ediyordum. O esnada hüzünlü bir ses işittim ve o sese doğru gittim. Bir de ne göreyim... zarif ve yakışıklı bir delikanlı Kabe'nin örtüsüne tutunmuş şöyle diyordu: 'Gözler uyumuş, yıldızlar kaybolmuş; sen, ey Allah'ım! Her şeye sahip, diri ve her an yaratıklarını gözetip duruyorsun!' Daha sonra delikanlı şu beyitleri terennüm etmeye başladı: Karanlıklarda darda kalanın duasını kabul eden, Sıkıntı, dert ve hastalığı gideren! Konukların, kıîhe'nın etrafında uyuyor uyanıyor, Sen, ey diri olan ve mahlûkatı gözeten! Uyumadın. Ey Rabbim! Sana üzüntülü, şaşkın ve huzursuz olarak duâ ediyorum. Kabe ve Harem-i şerif hakkı için ağlamama merhamet et! Her ne kadar affını ahmaklar umut etmeseler de, Günahkârlara cömertçe davranan kim olabilir! O genç, kendinden geçip yere düşünceye kadar bu beyitleri tekrar edip duruyordu. Ona yaklaştım ve baktım ki, Hazret-i Ali'nin torunu, Hazret-i Hüseyin’in oğlu Zeynelabidin Ali! Hemen başını kucağıma aldım ve ben de onunla birlikte ağlamaya başladım. Ayılıp gözlerini açınca kendisine: - Ey Efendim! Hazret-i Peygamber’in soyuna ve risâlet mâdenine mensup olmana rağmen bu ağlayış ve feveran neden? Allahü teâlâ şöyle buyurmuyor mu? ”...Ey peygamberin ev halkı! Gerçekten Allah sizden kusuru giderip sizi tamamıyla arındırmak ister." (Ahzâb: 33) Bunun üzerine o, kalkıp oturdu ve bana: - Ey Esmaî! O iş, bildiğin gibi değil. Çünkü Allah cenneti, Habeşli bir köle bile olsa, kendine itaat eden için yaratmış; cehennemi de Kureyşli bir kral bile olsa, kendine karşı gelen için yaratmıştır. Allah'ın şu ifadesini işitmedin mi? ”Sûra üflendiği zaman, o gün artık aralarında soylar kalmaz. Birbirlerine de bir şey soramazlar." 102Kimlerin inanç ve ibadetten olan kesenelerinin tartıları ağır basarsa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Arzu edilen her şeyi elde edenler ve kaçılan her şeyden kurtulan kimselerdir. 103Kimlerin de tartıları hafif gelirse... Allah katında değer ve kıymet ifade eden inanç ve ibadetten herhangi bir sermayesi yoksa... Şüphesiz, bunlar kâfirlerdir. Nitekim Allahu teâlâ onlar için şöyle buyurmuştur: ”...Biz kıyamet günü onlar için hiçbir ölçü tutmayız." (Kehf: 105) Artık onlar da kendilerine yazık etmişlerdir; cehennemde ebedî kalacaklardır. Çünkü onlar, nefislerini terbiye etmeden vakitlerini öldürmüşler ve olgunluğa erme kabiliyetlerini köreltmişlerdir. 104Ateş onların yüzlerini yalar, yakar ve orada aşırı yanmadan ötürü, dişleri sırıtır kalır. Onu yaktı anlamında, ”Ateş onu sıcaklığıyla yaladı" denir. Burada en şerefli uzuvlar olması dolayısıyla, bizzat yüzler dile getirilmiştir. Burada ”sırıtmak" olarak anlam verdiğimiz ”Külûh"; tıpkı kızartılmış kelle gibi, dudakların dişlerden çekilmesi demektir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Ateş kişiyi öyle dağlar ki, üst dudağı kafasının ortasına kadar çekilir ve alt dudağı da göbeğine kadar sarkar." Âyet-i kerimede sözü edilenleri uyarmak, azarlamak ve hak ettikleri azabı hatırlatmak için kendilerine şöyle denir: 105'Ayetlerim size, dünyada okunuyordu da siz o zaman onları yalan sayıyordunuz, değil mi?' 106'Rabbimiz! Azgınlığımız bizi altetti. Üzerimize azgınlık egemen oldu da, böylesine kötü bir duruma düştük. Kurtubî, bu âyetin anlamıyle ilgili olarak söylenen şeylerin en güzelinin şu söz olduğunu belirtmiştir: ”Heves ve arzularımız bizi altetti." Heves ve arzular burada ”azgınlık" diye adlandırılmıştır. Çünkü bunlar, azgınlığa sebep olmaktadır. Biz, bundan dolayı bir sapıklar topluluğu idik.' Bu yüzden yalanlama ve diğer kötülükler konusunda yaptığımızı yaptık durduk derler. 107'Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha, kötü işlere dönersek, artık belli ki biz zâlim kimseleriz.' Kendimize haksızlık etme konusunda haddi aşmışızdır. 108Allah kahır yoluyla buyurdu ki: 'Alçaldıkça alçalın orada!... Susun ve sinin cehennnemde! Çünkü orası istek ve dilekte bulunma yeri değildir. Burada ”alçakdıkça alçalın" diye tercüme ettiğimiz ”hasee" kelimesi ”Köpeğe karşı hiddetlenince köpek sindi" demek olan ”hasa'tu'l-Kelbe" deyiminden alınmıştır. Yani, köpeklerin sindiği gibi sinin, demektir. Öyleyse bir köşeye sinin ve cehennemden çıkarılmayı ve dünyaya geri dönmeyi isteyerek Benimle konuşmayın artık!' Çünkü bu isteğiniz artık gerçekleşmez. 109Kullarımdan bir zümre, ki onlar mü'minlerdir. Dünyada şöyle diyordu: 'Rabbimiz! Biz iman ettik. Seni ve Senden gelen her şeyi doğruladık. Öyleyse bizi bağışla günahlarımızı ört ve bize merhamet et. Cennete kavuşmayı ve cehenemden kurtulmayı bize lütfet. Sen, merhametlilerin en hayırhsısın.' Çünkü Senin merhametin, her rahmetin kaynağıdır. 110Siz ise onları alaya aldınız. Yani, yakarmayı bırakıp susun. Çünkü siz, duâ edenlerle alay edip duruyordunuz. Sonunda, onlar!a alay etmeniz size Beni yadetmeyi, hatırlamayı ve Benden korkmayı unutturdu ve siz onlara gülüyordunuz. Bu hâl, alay etmenin had safhasıdır. Nitekim Mukâtil b. Süleyman şöyle demiştir: ”Bu âyet, Bilâl, Ammar, Selman, Süheyb ve onlar gibi fakir olan Ashab hakkında inmiştir. Ebû Cehil, Utbe ve Ubey b. Halef gibi inkarcı Kureyşliler, onlarla ve diğer Müslümanrla alay ediyor ve kendilerine eziyette bulunuyorlardı. 111Bugün Ben onlara, sabretmelerinin, eziyetlerinize katlanmalarının karşılığını verdim; onlar hakikaten muradlarına erenlerdir. Yani kendilerine, tüm arzuları doğrultusunda hakettikeri kurtuluşu lütfettim. 112Sonra Allahü teâlâ, inkarcılara kaldıkları süreyi hatırlatmak için: 'Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?' diye sorar. 113Bu soruya karşılık onlar da, dünyada kaldıkları süreyi, cehenneme girdikleri andan itibaren geçen süreye oranla az görerek: 'Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldık. İşte saymasını günleri hesap etmesini bilenlere sor.' Gerçekten biz, azap içinde olmamızdan dolayı o süreyi hatıdayamıyor uz ve hesap edemiyoruz, derler. 114Bunun üzerine Allahu teâlâ onların, dünyada kaldıkları süreyi az görmelerini doğrulayarak: Şöyle buyurur: 'Sadece az bir süre kaldınız, bilmiş olsanız. O takdirde bugün bildiğiniz gibi, orada az kaldığınızı da bilecektiniz. Bil ki dünya, bir bulut gölgesi gibidir. Bir gün seni gölgeler; sonra kaybolur gider. Geldiği zaman sevinip durma, Kaybolduğunda da sabırsızlanma. Büyük zatlardan biri şöyle demiştir: ”Dünyaya kapılmayın. Çünkü dünya, kimseyi ebedî bırakmaz. Dünyayı terketmeyin de. Çünkü ahiret, ancak onunla kazanılabilir." 115Sizi sadece boş yere yarattığımızı, aşırı gafletimizden dolayı sizi anlamsız varettiğimizi ve hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?' Hakim Tirmizî şöyle demiştir: ”Yüce Allah insanları, O'na kulluk etmeleri için yaratmıştır. Bu sebeple ibadet ettikleri zaman onları mükâfatlandırır ve ibadeti terkettiklerinde de cezalandırır. Onlar, Allah'a kulluk ettikleri takdirde, dünyanın köleliğinden kurtularak değerli zatlar oldukları gibi, âhirette de krallar gibi olurlar. Fakat kulluğu terkederlerse bugün zelil, alçak ve kınanan köleler oldukları gibi, yarın da cehennem tabakaları arasında, cezalarını çektikleri yerde düşman sayılırlar." Rivayete göre Behlûl Dânâ şöyle demiştir: ”Birgün Basra caddelerinin birinde geziyordum. Baktım ki, iki çocuk ceviz ve bademle oynuyorlar; başka bir çocuk da onlara bakıp ağlıyor. Bunun üzerine kendi kendime, şu çocuk bu çocukların elinde bulunan şeylere ve oynayacak bir şeye sahip olmadığından dolayı üzülüyor, onun için ağlıyor, dedim. Hemen çocuğa seslenerek: 'Yavrum! Ne diye ağlıyorsun? Sana, çocuklarla oynayabileceğin cevizle badem satın alayını' dedim. Çocuk gözlerini bana dikti ve : 'Ey aklı kıt insan! Biz, oyun için yaratılmadık,' dedi. Ben de ona şunu sordum: 'Yavrum! Öyleyse ne diye yaratıldık' Çocuk: 'İlim ve ibadet için' dedi. Ben: 'Allah hayrını versin! Bunu nereden öğrendin?' dedim. Çocuk: 'Allahu teâlâ'nın, ”sizi bos yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız" (Mü'minûn: 115) sözünden,' dedi. Ben: 'Seni, hikmet sahibi biri olarak görüyorum. Bana biraz öğüt ver,' dedim. Bunun üzerine şu beyitleri okudu: Dünyanın hızla gitmeye hazırlandığını görüyorum. Ne dünya insan için, ne de insan dünya için ebedî olabilir. Sanki dünyada ölüm ve musibetler gencin nefsine koşan bir attır. O halde ey dünyaya aklanan kişi! Dikkat et. Oradan güvenli olanı al! 116Mutlak Hâkim ve Hak olan Allah, çok yücedir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, bereketli Arş'ın sahibidir. Yani Allah, zatı, sıfatları ve fiillerinde yücedir. Fiillerinin hikmet ve faydalardan uzak olmasından münezzehtir; var etme ve yok etmede mutlak hüküm O'na aittir. Bununla birlikte kendisinden başka her şey, yüce hükmüne boyun eğmiş kul- köledir. Âyet-i Kerimede Arş'ın, bereketli olarak nitelendirilmesi; orada, Hakk'ın bereket ve rahmetinin bolca dağıtılma yeri olduğundan kaynaklanmaktadır. Allah'ın rahmet ve bereketinin izleri oradan yayılıp durmaktadır. 117Kim Allah'la birlikte başka bir ilâha taparsa, -ki bu hususla ilgili, ona tapmakla alâkalı, hiçbir delili yoktur- o kimsenin hesabı ancak Kabinin yanındadır. Hak ettiği cezayı Allah ona verir. Şurası muhakkak ki, kâfirler iflah olmaz, kötü hesap ve azaptan kurtulamazlar. 118'Rabbim! Bağışla ve merhamet et! Hazret-i Peygamber. Allah'ın en sevgili kulu olmasına ve peygamberlik rütbesine rağmen, ilâhî af ve merhamet dilemesinin emredilişi, O'nun dışındaki kimselerin buna ne kadar muhtaç olduklarına irşâd içindir. Sen, merhametlilerin en hayırhsısın' de. Âyet-i kerime. Yüce Allah'ın kuluna merhamet ettiği zaman artık ona ebediyyen öfkelenmeyeceğine işaret etmektedir. Çünkü O'nun rahmeti ezelîdir, değişikliğe uğramaz. Nakledildiğine göre Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Vahiy geldiği zaman Rasulüllah'ın yanında arı uğultusuna benzer bir ses duyulurdu. Allah'ın Rasûlüyle birlikte bir süre kaldık. Sonra o, kıbleye yöneldi ve ellerini kaldırarak şöyle duâ etti: 'Allah'ım! Bize artır, eksiltme. Bize ikram et ve bizi zayıf düşürme. Bize lütfet ve bizi lütfundan mahrum bırakma. Bizi tercih et ve başkalarını bize tercih etme. Bizden hoşnut ol ve bizi hoşnut et!" Daha sonra Hazret-i Peygamber: ”Bana on âyet inmiştir ki, bu âyetlere göre hareket edenler cennete girerler" diyerek ”Gercekten mü'minler kurtuluşa ermiştir." (Mü'minûn: 1) âyetinden itibaren on âyet okudu." Allah'ın yardımı ve O'nun başarılı kı kirasıyla Mü'minûn Sûresinin tefsiri bitmiştir. |
﴾ 0 ﴿