NÛR SÛRESİMedine devrinde nazil olmuştur, 64 âyettir. Kurtubî: ”Bu sûrenin gayesi, iffet ve örtünme hükümlerini ortaya koymaktır" demiştir. Yine bu sûreyle ilgili olarak Hazret-i Ömer, Kûfe'ye: ”Kadınlarınıza Nur sûresi'ni öğretin" diye bir mesaj göndermiştir. 1Bu, Cebrail vasıtasiyle ilâhi âlemden indirdiğimiz ve içindeki hükümleri kesin olarak farz kıldığımız bir sûredir. Belki düşünüp öğüt alırsınız, gereğini yerine getirirsiniz diye onda apaçık âyetler indirdik. Âyet-i kerimedeki ”indirdik" sözüyle ”sûre" kelimesinin niteliği belirtilmiş olduğu gibi, yine ”sûre" kelimesinin nekre (belirsiz) olarak gelmesiyle de bizzat yüceliği vurgulanmıştır. 2Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine... Buradaki ifadeyle, zikredilen açık âyetlerin ayrıntılarına ve hükümlerinin açıklanmasına geçilmiştir. Zina, şer'î bir ak id, yani nikâh olmadan, cinsi ilişki kurmaktır. Zinaya boyun eğen kadına ”zâniye", zina yapan erkeğe de ”zâni" denir. Âyette ”zâniye", ”zâni"den önce geçmiştir. Çünkü zina fiilinde asıl itici güç rolünü oynayan kadındır. Nitekim kadın, erkeğe zina etme fırsatı tanımazsa zina fiili tahakkuk etmez. Yüz değnek vurun. Burada ”değnek vurmak" anlamına gelen ”celd", aslında cilde vurmak demektir. Nitekim, ”karnına vurdu" sözünde ise karın anlamındaki ”batn" kelimesinden türetilmiş olan ”betane" kelimesi, sırtına vurdu anlamında da ”zahara" kullanılır. Âyet-i kerimedeki, yüz değnek vurma cezası, önceleri evli ve bekârlar için genel iken, daha sonra bu hüküm, evli olanlar için kaldırılmış ve yerine ”recm" cezası getirilmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber’in Maiz ve başka birini recmetmiş olması, evliler için bu hükmün kaldırılmış olması konusunda bizim için yeterli delildir. Aynı zamanda. Maiz’in recm edilmesi olayı, hadis-i şerifle Kur'an âyetinin neshine bir örnektir. Öyleyse, eğer zina suçu işleyen evli biriyse reemedilir; bekârsa yüz değnek vurulur. Ebû Hanife'ye göre, evli olanın recmedilebilmesi için şu altı şart gerekmektedir: Müslüman olmak, hür olmak, akıllı olmak, erginlik çağına gelmek, evli olmak, bizzat cinsî ilişkide bulunmak... Bu şartlardan biri eksik olursa recm cezası uygulanmaz. Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dininde, O'na itaatte ve cezayı uygulamada o ikisine acıma duygusu sakın sizi kaplamasın! Burada acımak, ya da merhamet göstermek anlamındaki ”re'fe" kelimesinin belirsiz olarak gelmesi azlık ifade etmesi içindir. Yani, az da olsa, o kişiye acıma duygusu içine girmeyin. Aksi halde cezalarını hafifletme yoluna gidersiniz. Çünkü dövülen şahıs yalvarır, yardım diler ve kendine acındırmaya çalışır; hatta bayılabilir de. Bu manzara karşısında icra makamı veya cezayı uygulayan kişi, ona acıyarak Allah'ın hükmünü yerine getirmede ve tam yüz sopa atmada gevşeklik gösterebilir. Yani, sayıda eksiltme yapması yanında vurmayı da hafifletebilir. Oysa Yüce Allah, insan karakterinde mevcut olan acıma ve merhamet duygusuna büyük önem vermekle birlikte, bu fiili işleyenler için bunu nehyetmiştir. İnsan normal durumlarda şüphesiz merhametli olmalıdır. Ancak burada Yüce Allah'ın nehyettiği acıma, O'nun hükmünü yerine getirmeye engel olan ve dinî hükümleri ortadan kaldırmaya şevkeden acıma duygusudur. ”Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız" ifadesi, itici güc olmakta. Allah ve O'nun dini konusundaki hükümlere bağlılığı kamçılamaktadır. Çünkü Allah'a ve İslâm'a inanmak, Allah'a kulluk etmekte ciddiyeti gerektirir. Mü'minlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şahit olsun. Mü'minlerin, söz konusu cezanın uygulanması anında hazır bulunmaları; suçlunun, toplumun iyi insanlarından daha çok utanması, dolayısıyle cezayı daha fazla hissetmesi amaçlanmıştır. Ayette geçen ”şuhûd" orada bulunmak, ”azap" da şiddetli acıtmak demektir. Azap olarak zikredilmesi bunun bir ceza olduğunun delilidir. Aynı zamanda ”nekâl" (ibret veren ceza) olarak zikredilmesi, tekrar aynı fiili işlemeye dönmekten men edici bir ceza olduğu içindir. Erkeğe değnek vurulurken, ayağa kaldırılır, belden aşağısını örten kısmı hariç olmak üzere, elbisesi çıkartılır; başı, yüzü ve avret mahalleri dışında vücudunun her tarafına ceza uygulanır. Kadına ise, oturarak, sadece dış örtüsü, mantosu vs. çıkartılır ve öylece uygulanır. Öte yandan, birine hem sopa ve hem de recin cezası verilmediği gibi, siyasî bir amaç dışında, sopa ve sürgün cezası da birlikte verilemez. Diğer taraftan zina eden hasta evli kimse de recmedilir, ancak cezası iyileşinceye kadar ertelenir. Zina eden hamile kadın da doğum yaptıktan ve nifas müddeti bittikten sonra recmedilir. Köleye ise, hür insana uygulanan cezanın yarısı uygulanır. Bu cezayı efendisi, otorite sahibinin izni olmadan uygulayamaz. Şafiflere göre ise izin olmadan da uygulayabilir. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Bir yerde had cezasının yerine getirilmesi, o yerin halkı için kırk günlük yağmurdan daha hayırlıdır." Şüphesiz zina, haram ve dolayısiyle büyük bir günahtır. Huzeyfe'nin naklettiğine göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Ey insanlar! Zinadan sakının. Çünkü zinada altı kötülük vardır. Bunlardan üçü dünyada, üçü de âhirettedir. Dünyadaki kötülükleri: Zina, insanın değerini yok eder, fakirleştirir ve ömrü kısaltır. Ahirete yönelik olanları ise, Allah'ın gazabı, kötü hesap ve cehenem azabıdır. ” 3Zina eden erkek, ancak zina eden, ya da müşrik olan bir kadınla evlenebilir; zina eden kadın da ancak zina eden, ya da müşrik olan bir erkekle evlenebilir. Kur'ân'da nikâh, cinsî ilişki kurmak değil, evlenmek anlamında alınmıştır. Nitekim Râgıb İsfahânî şöyle demiştir: ”Nikâh, aslında akit, evlilik demektir; sonra dolaylı olarak ondan cinsî ilişki kastedilmiştir. Bunun tersi ise, yani nikâhın öncelikle cinsî ilişki anlamına gelip sonra da dolaylı olarak ondan evliliğin anlaşılması mümkün değildir." Çünkü cinsî ilişkinin anlatılması çirkin görüldüğü için, bu anlamdaki kelimeler hep kinayedir. Âyetteki hüküm, bu genel alışkanlığa göre konulan bir hükümdür. Bu hükmün amacı, mü'minleri zina yapanlarla evlenmekten alıkoymaktır. Genelde zinaya meyleden kişi, dindar hanımlarla evlenme yerine, kendisi gibi günahkâr veya müşrik bir kadınla evlenmeyi tercih eder. Bunun yanında dindar erkekler de fahişe kadınla evlenmek istemezler ve ondan nefret ederler. Onunla ancak, kendisi gibi günahkâr veya müşrik bir erkek evlenmeyi arzu eder. Çünkü benzeşme, uyuşmanın ve bir arada bulunmanın sebebi sayılır. Âyet-i kerime, Medine'de bulunan fahişe kadınlarla -kazançlarından kendilerine verirler ümidiyle- evlenmek isteyen fakir muhacirler hakkında inmiştir. Söz konusu muhacirler, bu konuda Rasûlüllah'tan izin istediklerinde kendilerine bu hareketin, zina edenlerin işleri ve müşriklerin özellikleri olduğu anlatılarak bu istekten vazgeçıriimişlerdir. Bu, zina edenlerle evlenme işi, zinadan uzak duran iffetli mü'minlere haram kılınmıştır. Çünkü bu tür bir evlilikte fâsık kimselere benzeme ve töhmet altında kalma yanında, aleyhte konuşulmasına ve soyun kınanmasına sebep olmakta: müminlere şöyle dursun neredeyse en düşük ve en rezil birine bile yakışmayan birtakım kötülüklere kaynak olmaktadır. Âyetteki bu hüküm, ya nüzul sebebine bağlı olarak belli kişilere mahsustur, ya da, ”İçinizdeki bekârları evlendirin" (Nur: 32) âyetiyle hükmü kaldırılmıştır. Çünkü bu hüküm, metres hayatı yaşayan kadınları da kapsamaktadır. Nitekim İbn Abbas'a bu durum sorulunca: ”Metres hayatıyla başlayan ilişki, sonunda evliliğe dönüşmüştür: haram ise helâli haram kılmaz" demiştir. 4Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup sonra bu isnadın doğruluğuna tanıklık yapmak üzere dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun... Yani, iftira edenlerin her birine, hür olanlarına seksener ve köle olanlarına ise kırkar değnek vurun. Çünkü, yalanlan ortaya çıkmış ve şahit getiremedikleri için suç isnadında bulundukları anlaşılmıştır. Diğer had cezalarında olduğu gibi, bu konuda da kadınların şahitliği geçerli değildir. Ayette geçen ”remy" aslında taş ve benzeri şeyi atmaktır. Burada kinaye yoluyla iffetli kimselere zina isnadında bulunmak anlamında kullanılmıştır. Müttehitler, namuslu hanımlara zina isnadının suç sayılabilmesi için şu beş şartın bulunması gerektiği konusunda birleşmişlerdir: 1- Hür olmak. 2-Erginlik çağına gelmek, 3- Akıllı olmak, 4- Müslüman olmak, 5- Zinadan masum bulunmaktır. Şu halde, ergenlik döneminin başlangıcında bir sefer zina edip sonra tevbe ederek durmunu düzelten birine zina isnat eden kişiye ceza verilmez. Zina isnat etmek ise, birinin bir hanıma, ”fahişe!" veya bir erkeğe, ”zina edenin oğlu!, piç!" gibi ifadeler kullanmasıdır. Ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkârdırlar. Çünkü, böyle bir suçlamada bulunan kişi, sözüyle suçsuz bir insana eziyet etmiştir. Öyle ise suçuna uygun olarak o da cezalandırılmıştır. O halde, zina isnadında bulunanların tevbe edip durumlarını düzeltmiş olsalar bile, hiçbir şahitliklerini hayatları boyunca asla kabul etmeyin. 5Ancak bundan sonra, yani işledikleri bu büyük günahın ardından tevbe edip durumlarım, işlerini, telafi yoluyla düzeltenler müstesnadır. Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir. Bu sebeple söz konusu kişileri bu hatadan dolayı sorguya çekmez ve onları günahkârlar sınıfına dahil etmez. Çünkü Allah'ın bağışlaması çok ve merhameti boldur. Allah Rasûlü, Müslümanların kusurlarını araştıran ve sırlarını yayan kişilere karşı sert davranmış ve şöyle buyurmuştur: ”Ey diliyle inandığını söyleyip kalben inanmayanlar topluluğu! Müslümanların kusurlarını araştırıp durmayın! Şüphesiz Allah, Müslümanların kusurlarını araştıranları kıyamet günü şahitler huzurunda rezil eder." Yine Hazret-i Peygamber; ”Kim, bir Müslümanın kusurunu örterse, Allah da onun, hem dünyada ve hern de âhirette kusurunu örter" buyurmuştur. 6Eşlerine zina isnadında bulunup... Yani eşlerine, ”seni fahişe!", ”fahişelik ettin" veya ”seni fahişelik ederken gördüm" demek suretiyle zina isnat edenler var ya... İbn Abbas şöyle demiştir: '"Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup sonra dört şahit getiremeyenlere..: (Nûr: 4) âyeti inince. Asım b. Adi el-Ensârî şöyle dedi: İçimizden biri, evine gidip hanımının üzerinde birini görse ne olacak? Bu duruma şahitlik edecek dört kişi buluncaya kadar adam işini bitirip gidecek; onu öldürse öldürülür. Eğer birine; 'Falancayı şu hanımla yakaladım' derse dövülür; susarsa, öfkelenmesi gereken şeye susmuş olacak. 'Ey Allah'ım! Sen bir çıkış yolu göster!'" Adı geçen Âsım'ın. Uveymir adında amcasının bir oğlu vardı. Uveymir Asım'a gelerek: ”Ben, Şerik b. Sehma'yı eşimin üzerinde gördüm" dedi. Bunun üzerine Âsim Hazret-i Peygamber'e gelerek: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Daha önce dile getirdiğim mesele ailem içerisinde ne çabuk başıma geldi" dedi. Hazret-i Peygamber ona ne olduğunu sorunca da: ”Amcamın oğlu Uveymir bana, hanımının üzerinde birini gördüğünü söyledi" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, hepsini huzuruna çağırarak Uveymir'e hitaben: ”Eşinden, aynı zamanda amcanın kızından dolayı Allah'tan kork, ona zina suçu isnad etme!" buyurdu. Uveymir: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a yemin olsun ki, Şerik’i onun üzerinde gördüm ve ben, dört aydan beri ona yaklaşmadım. O ise başkasından hamiledir" dedi. Bu sefer Rasûlüllah. Uveymir’in hanımına dönerek ona: ”Allah'tan kork ve hana, yaptığını doğru olarak anlat!" buyurdu. ”Ey Allah'ın Rasûlü! Gerçekten Uveymir, çok kıskanç bir adamdır. O, Şerik’in bana göz diktiğini ve benimle konuştuğunu gördü ve kıskançlığı onu, böyle konuşmaya itti" dedi. İşte bundan dolayı Allahü teâlâ bu âyeti indirdi. İşte bu şekilde, eşlerini zina suçuyla suçlayıp sonra da kendilerinden başka olaya tanık olan şahitleri olmayanlara gelince, onlardan her birinin geçerli şahitliği, zina isnad etmesinde kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesidir. 7Beşinci defa da, beşinci şahitliği de eğer zina isnad etmesinde yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir. Erkek lanet okuduğu zaman eşi göz altında tutulur; suçunu itiraf ederse recmedilir, aksi halde o da kocasına lanet okur. 8Bak. Âyet 9. 9Kadının da, kocasının kendisine zina suçu yükleme konusunda yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yeminle şahitlik etmesi, beşinci defa da, eğer kocası zina isnadında doğru söyleyenlerden ise Allah'ın gazabının kendi üzerinde olmasını dilemesi, kendisinden dünyevî cezayı kaldırır. Burada yemin sırasında, ”gazabın kendi üzerinde olması"nın kadın tarafında zikredilmesinin amacı, ona gözdağı vermektir. Çünkü kadınlar, genelde laneti kullanırlar. Bu sebeple belki böyle bir pozisyonda kalblerinden lanet okuma geçer ve ona cüret ederler. 10Ya Allah'ın size bol lütfü ve merhameti olmasaydı ve Allah, tevbeleri kabul eden hüküm ve hikmet sahibi olmasaydı anlatılması güç olan bazı şeyler olurdu. 11Bu ağır iftirayı ve yalanı uyduranlar... Bundan amaç Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) hakkında yayılan yalan haber, yani ”ifk" olayıdır. Dolayısıyla bu âyet, onun sahip olduğu güvenilirlik, iffet ve şeref dolayısıyla övgüye lâyık biri olduğunu göstermektedir. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber, sefere çıkmak istediği zaman hanımları arasında kur'a çeker, kur'a kime çıkarsa onu yanına alırdı. Nitekim, hicretin beşinci yılında Benî Mustalik Gazasında kur'a Hazret-i Âişe'ye çıkmış ve Rasûlüllah onu yanına almıştı. Bu olay, örtünme âyeti indikten sonra olmuştur. Hazret-i Âişe, bu sefer esnasında kendisine yapılan büyük iftirayı şöyle dile getirmiştir: "Hevdec'e (devenin üzerine konan ve özel olarak hazırlanan kapalı çadıra) yerleştirildim ve yola devam edip gittik. Dönerken Medine'ye yaklaştığımız sırada bir yerde konakladık, ben de bineğimden indim. Hareket saati yaklaştığı sırada kalktım ve ihtiyacımı gidermek üzere yürüyüp ordugâhı geçtim. İhtiyacımı giderdikten sonra da bineğime yöneldim ve bu arada gerdanlığımın düşmüş olduğunu gördüm. Bunun üzerine onu aramaya koyuldum ve bu arama bir hayli vaktimi aldı. O arada, hevdecimi yüklemekle görevli olanlar hevdeci alarak devenin üzerine koymuşlar ve hafifliğimden dolayı, beni de içinde sanmışlardı. Gerçekten o dönemde az yemekten dolayı kadınlar zayıftı. Bu sebeple hevdeci kaldırdıklarında hafifliğine şaşmamışlardı. Sonra deveyi sürüp götürmüşler. Gerdanlığımı bulup konaklama yerine dönünce kimse yoktu. Beni kaybettiklerini, dolayısıyla dönüp arayacaklarını düşünerek, daha önce bulunduğum yere oturdum; derken uykum geldi ve orada uyuyakaldım. Ashabın ileri gelenlerinden Salvan b. Muattal es-Sülemî, ordunun arkasında bulunuyordu. O da gelip bulunduğum yere yakın bir yerde sabahlamış ve uyuyan bir insanı karartı halinde görmüş ve hemen yanıma gelerek beni tanımış. Onun, 'İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn' (Biz Allah için varız ve biz O'na döneceğiz) demesiyle uyandım ve hemen elbisemle yüzümü örttüm. Allah'a yemin olsun ki, ona hiçbir şey söylemedim ve kendisinden de, bu ifadenin dışında bir söz duymadım. Sonra o, devesini çöktürdü ve ben de kalkarak deveye bindini. Daha sonra deveyi çekti, yürüdü ve nihayet orduya yetiştik. İndiğimiz zaman benim hakkımda yalan ve iftira uydurarak helak olan olmuş ve bu iftirayı ordugâhta ilk çıkarıp yayan münafıkların reisi Abdullah b. Ubey b. Selûl olmuştur. Abdullah b. Übey b. Selûl, münafıklar grubuyla birlikte bulunuyordu. Yanlarından geçince bu gruba: 'Bu kadınla yanındaki kim?' diye sormuş. Gruptakiler de: 'Âişe ile Safvan' demişler. Bunun üzerine İbn Selûl: 'Kabe'nin Rabbine Yemin olsun ki o, onunla ilişkide bulunmuştur' demiş; onlar da bu iftirayı alıp yürümüşler ve herkese söylemeye ve dedikoduya başlamışlardır." Hazret-i Âişe devamla şöyle demiştir: ”Medine'ye geldik ve bir süre sonra hastalandım. Haber, Allah Rasûlüyle babama ve anama ulaşmış, fakat ben hiçbir şey hissedemedim. Ancak, rahatsız olduğum zamanlarda Allah Rasûlü'nden görmüş olduğum yakın ilgiyi bu sefer göremediğimden şüphelendim ve bu durum karşısında Rasûlüllah'a hitaben: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Hastalığımla ilgilenmeleri için babam ve anamın yanına gitmeme müsaade eder misiniz?' dedim. O da: 'Bence gitmende bir sakınca yoktur' dedi. Bunun üzerine ben, ailemin evine gittim ve iyileşinceye kadar, yirmi küsur gün orada kaldım. Bir gece Mıstah'ın annesiyle birlikte ihtiyacımızı görebileceğimiz yere çıktık ve işimiz bitince eve döndük. Bu arada Mıstah'ın annesinin ayağı kaydı. Bunun üzerine bir şeyler mırıldandı ve oğlunu kastederek: 'Kahrolsun Mıstah' dedi. Ben: 'Bedir savaşına iştirak eden birine beddua mı ediyorsun?' diye sordum. Mıstah'ın annesi: 'Söylediğini duymadın mı' diye karşılık verdi. Ben de ona ne söylediğini sordum. Bunun üzerine Mıstah'ın annesi, bana iftira edenlerin söylediklerini anlattı. Bu yüzden hastalığım arttı ve o gece hiç uyumadan sabaha kadar ağladım durdum. Öte yandan Rasûlüllah, benimle ilgili olarak istişarede bulunmuş; bir kısmı benden ayrı İmasını ve bir kısmı da sabretmesini önermişler. O halde bir ay beklemiş ve benimle ilgili olarak ona herhangi bir şey vahyedilmemişti. Bu arada beni ziyarete geldi; yanımda annemle babam vardı. Oturdu ve Allah'a hamd-ü sena ettikten sonra şöyle buyurdu: Âişe! Senin hakkında bana şöyle şöyle sözler ulaştı. Eğer sen suçsuzsan Allah suçsuzluğunu ortaya koyar; fakat bir kusur işlemişsen Allah 'tan bağışlanmanı iste ve tevbe et! Çünkü kul, suçunu itiraf edip Allah'a tevbe ederse Allah da tevbesini kabul eder.' Rasûlüllah sözünü bitirince gözlerimden yaş boşandı ve babama: 'Benim adıma Rasülüllah'a cevap verir misiniz?' dedim. Babam: 'Allah'a yemin olsun ki, Rasülüllah'a ne söyleyeceğimi bilemiyorum' dedi. Bunun üzerine anneme dedim ki: ”Benim adıma Rasülüllah'a cevap verir misin?' Annem de: 'Allah'a yemin olsun ki, Rasülüllah'a ne söyleyeceğimi bilmiyorum' dedi. Ben de onlara: 'Bu sözü duydunuz; gönlünüzde yer etmiş ve onu doğruluyorsunuz. Ben size, kesinlikle suçsuzum desem bana inanmazsınız; bu işi kabullen sem Allah benim suçsuz olduğumu biliyor. Allah'a yemin ederim ki, bana ve size örnek teşkil edecek, Yusuf un babası Yakub'un sözünden başka bir söz bulamıyorum. Nitekim o şöyle demişti: 'Güzelce sabretmekten başka elimden bir şey gelmez. Söylediğiniz şeye göre, yardımına sığınılacak ancak Allah'tır."“ (Yûsuf: 18) Hazret-i Âişe yine devamla şöyle demiştir: ”Sonra dönüp yatağıma yattım. Allah'a yemin olsun ki, o zaman suçsuz olduğumu ve Yüce Allah'ın suçsuzluğumu mutlaka ortaya koyacağını biliyordum. Fakat bu konuda bir âyet ineceğini hiç düşünmemiştim. Çünkü halimi, ilâhî mesajla suçsuzluğumun dile getirilmesi derecesinden daha düşük görüyordum. Ancak ben, Rasûlüllah'ın Allah'ın yardımıyla beni temize çıkaracağı bir rüya görmesini umuyordum. Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın Rasûlü yerinden kalkıp evden çıkmadan vahyin indiği andaki sıkıntılı hal kendisine gelmiş, hemen üzeri örtülmüş ve başının altına bir yastık konmuştu. Kendisine inen sözün ağırlığından dolayı terleri, dolu taneleri gibi dökülüyordu. Bu halinden açılınca gülerek mübarek yüzündeki teri silmeye başladı; ilk söylediği söz şu oldu: 'Müjde ey Âişe! Allah seni temize çıkardı.' Bunun üzerine annem bana; Rasûlüllah'ı kastederek: 'Kalk ve onu sena (teşekkür) et' dedi. Ben de: 'Sadece Allah'ı sena ederim' dedim. İşte Yüce Allah bu olaydan dolayı, 'Bu ağır iftirayı uyduranlar...' diye başlayan âyetten itibaren bazı âyetler indirmiştir. Allah'ın Rasûlü, bu âyetlerin nazil olmasından sonra minbere çıkarak ashabına hitap etmiş ve bu âyetleri okumuş; bu iftirayı uyduranlara da seksener sopa atılmasını emretmiştir." İşte böyle asılsız bir iftirayı uyduranlar, şüphesiz içinizden bir gruptur. Buradaki gruptan maksat, Abdullah b. Ubey, Zeyd b. Rufaa, Mıstah b. Esâse, Cahş'ın kızı Hanme ve bunlara destek olanlardır. Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın. Aksine o, size büyük sevap kazandırdığından dolayı, sizin için bir iyiliktir. Çünkü olay, açık bir imtihan ve belli bir sıkıntıdır. Bu mesajın muhatapları başta Rasûlüllah olmak üzere Hazret-i Ebû Bekir, Âişe, Safvan ve bu büyük iftiranın üzüntüye boğduğu diğer müminlerdir. Âyet, onlar için bir teselli kaynağı olmuştur. Onlardan, o gruptan her birine, olaya karıştığı ölçüde günah olarak ne işlemişse (onun cezası) vardır. Onlardan, yani o iftiracı gruptan bu günahın büyüğünü, iftiranın büyük bir bölümünü yüklenen kimse için de çok büyük bir azap vardır. Burada adı belirtilmeyen kişi Abdullah b. Selûl'dür. Çünkü Rasülüllah'a düşmanlık olsun diye Hazret-i Âişe'ye iftira atan ve onu insanlar arasında yayan odur. Bu sebeple ona büyük bir azap vardır. Nitekim kötülüğün büyük bir bölümü ondan kaynaklanmış, dolayısıyla bu yalan kampanyaya katılanların her birinin hak ettiği ceza kadar o da ceza hak etmiştir. Rivayete göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu konuda şöyle buyurmuştur: ”Kim, kötü bir çığır açarsa, onun günahına, kıyamet gününe kadar ona göre amel edenlerin günahı da eklenir...' 12Eğer size, çeşitli nimetler ve tevbe için süre vermek suretiyle dünyada ve bağışlamakla da âhirette Allah'ın lütfü ve merhameti olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka, hemen büyük bir azap dokunurdu. Bu azabın yanında, azarlamak ve sopa cezası hiç mesabesinde kalır. 13Çünkü siz bu iftirayı, gelişigüzel birbirinizin ağzından alıyor... Söz konusu asılsız haberin yayılışı şöyle olmuştur: Bir kişi başka birine rastladığında ona: ”Bir haber var mı?" diye sorması üzerine, o da ”ifk" olayını anlatıyor ve olay giderek her tarafa yayılıyordu. Hatta böylece bu haberin ulaşmadığı hiçbir ev kalmamıştı. Ve hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Yani, aslı olmayan, kalblerde yeri bulunmayan ve sadece dedikodudan ibaret olan bir sözü söyleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu, cezasının fazla olmadığını sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyüktür. Allah'ın yanında büyük bir suç ve dolayısıyla azap sebebidir. Bazı kimselerin ifadelerinde şu husus yer almaktadır: ”Herhangi bir günahın için, 'bu, hurma lifi kadar değersizdir' deme. Çünkü sana göre değersiz olan, Allah nezdinde hurma ağacı gibi büyük olabilir." 14Ey asılsız söze uyanlar! Onu işittiğiniz zaman, erkek ve kadın mü'minlerin, kendileri hakkında hüsnü zanda bulunup da, o anda: 'Bu, apaçık bir iftiradır' demeleri gerekmez miydi? Çünkü mü'mi ne karşı hüsnü zan beslemek ve onu kötü ley enlere engel olmak, imanın bir gereğidir. Âyetteki ”Kendileri" ifadesinden maksat, kendi cinslerinden demektir. Nitekim mü'minler, tek bir kişi gibidirler. Bu böyle olunca, artık Hazret-i Ebû Bekir’in kızı, mü'minlerin annesi ve Rasûlüllah'ın muhterem eşine nasıl bir hüsnü zan beslemek gerekeceğini düşünmek lâzımdır. 15İftirada bulunanların da bu konuda iddialarına tanıklık etmek üzere dürt şahit getirmeleri gerekmez iniydi? Madem ki şahitleri getiremediler, öyleyse onlar Allah nezdinde, O'nun hükmü ve şeriatında, yakınaların ta kendileridir. Bu sıfatı başkaları değil, kendileri hak etmişlerdir. 16Onu, gerek uydurukçulardan ve gerekse onlara uyanlardan işittiğiniz zaman, kendilerini yalanlamak ve yaptıkları işten dolayı azarlamak üzere: 'Bunu, bu yalan sözü konuşup yaymamız bize yakışmaz. Haşa! Hiç kimsenin, konuşması doğru olmayan bu söz, Allah nezdinde büyük bir iftiradır' yani yalandır demeniz gerekmez miydi? 17Hazret-i Âişe'nin durumu hakkında dedikodu edenler! Eğer Allah'a, peygamber’ine ve âhiret gününe inanmış kimselerseniz, Allah, bir daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan, hayatınız boyunca böyle bir söze ve tavır takınmaya dönmekten sizi sakındırıp uyarır. Bu konuda size öğüt verir. 18Ve Allah, öğüt almanız ve iyi bir kimlik kazanmanız için dinî hükümleri ve ahlâk kurallarını gösteren âyetleri size açıklıyor. Allah, bütün yaratıkların durumlarını çok iyi bilir, bütün plân ve programında tam bir hüküm ve hikmet sahibidir. 19inananlar arasında kötü söz ve davranışın... burada ”kötü söz ve davranış" şeklinde çevirdiğimiz ”fahişe" kelimesi her türlü çirkin söz ve davranışı içine alan bir kelimedir. Yayılmasını arzulayan kimseler için... Burada söz konusu edilen kimseler İbn Ubey ile ifk olayında ona uyan kişilerdir. Dünya ve âhirette acıklı bir azap vardır. Dünyadaki azap, hadd ve benzeri cezalar; âhiretteki azap ise, cehennem ve ona bağlı cezalardır. Ebussuud Tefsiri'nde şöyle denmiştir: ”Edepsizliğin yayılmasını severler ve bunun için çalışırlar. Allah, sadece isteklerine temas etmekle yetinmiş ve gerisini açıkça belirtmemiştir. Çünkü şüphesiz istekleri, bu edepsizliğe destek olmayı gerektirir." Allah, bütün işleri, bu arada kötülüklerin yayılmasının sevilmesini bilir; siz bilmezsiniz. O halde siz, görünüre göre hareket ediniz, Allah da gizli kalan tarafları üstlenir. 20Ya size Allah'ın lütfü ve merhameti olmasaydı ve Allah çok şefkatli ve merhametli olmasaydı, yaptıklarınızdan dolayı sizi hemen cezalandırırdı. 21Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını izlemeyin... Buradaki ”adım" kelimesinin aslı ”hutve" olup iki ayak arasındaki mesafe, demektir. Daha sonra bu kelime, birine uymada kullanılmıştır. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: ”Şeytanın sizi davet ettiği ve size süslü gösterdiği yollara girmeyin." Kim şeytanın adımlarını izlerse, şunu bilsin ki o, edepsizliği, yani her türlü kötü iş ve davranışı ve kötülüğü, yani dinin hoş görmediği ve kötülediği şeyi emreder. Ona uyan da bu edepsizliği ve kötülüğü yapar. Eğer size, bu açıklamalarıyla tevbe etme imkânı verme ve tevbeye bağlı olarak cezalarınızı bağışlama konusunda Allah'ın lütfü ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kimse, günahların pasından temize çıkamazdı. Fakat Allah, kullarından dilediğini, lütuf ve merhametini ihsan ederek ve tıpkı size yaptığı gibi kişiyi tevbe etmeye sevkederek, sonra da kendisinden tevbeyi kabul ederek temize çıkarır. Allah, bütün sözleri ve bu arada ifk olayını işitir ve niyetlerine varıncaya kadar her şeyi bilir. 22İçinizden dinî yönden faziletli ve varlıklı kimseler akrabaya, yoksullara ve Allah yolunda göç edenlere bir şey vermemeye ve iyilik etmemeye yemin etmesinler; kusurlarını bağışlasınlar, onları kınamaktan feragat etsinler. Bağışlamanıza, feragat etmenize ve size kötülük edene iyilik etmenize karşılık Allah'ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Sorguya çekmek için sınırsız güç sahibi ve kullarının hesaba çekilmelerini gerektiren pek çok günahları olmasına rağmen Allah, çok bağışlayandır, çok merhametlidir. Âyet-i kerime Hazret-i Ebû Bekir hakkında, teyzesinin oğlu Mistaba yapmakta olduğu yardımı, Hazret-i Âişe için dedikodu yaptığı gerekçesiyle kesmeye yemin ettiği zaman inmiştir. Nitekim Mıstarı, Bedir savaşı'na katılan muhacirlerden biriydi ve ona Hazret-i Ebû Bekir maddî yardımda bulunuyordu. Öte yandan âyette, bağışlamaya büyük bir teşvik ve kötülüğe karşı iyilik edenlere çok değerli bir vaad vardır. Rivayete göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti Hazret-i Ebû Bekir'e okuyunca: ”Evet, Allah'ın beni bağışlamasını candan arzu ederim" demiştir. Bunun üzerine Ebû Bekir, Mıstah'a nafakasını vermeye devam etmiş; yeminini bozmuş olduğundan dolayı da yemin keffareti ödemiş ve: ”Allah'a yemin olsun ki, verdiğim nafakayı bir daha asla kesmem" demiştir. Hatta nakledildiğine göre, daha önce verdiği nafakayı kat kat artırmıştır. Enes (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Bir gün Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) otururken, aniden azı dişleri görünecek şekilde güldü. Bunun üzerine Ömer (radıyallahü anh): 'Annem babam sana feda olsun! Neye gülüyorsun?' diye sordu. Rasûlüllah: ”Ümmetimden iki kişi Yüce Allah'ın huzurunda diz çökmüş. Onlardan biri Allahü teâlâ'ya: 'Bunun, bana yaptığı haksızlığın karşılığını al' diyor. Allah ona hitaben: 'Kardeşine hakkını geri ver' buyurdu."Burada Enes (radıyallahü anh) dedi ki: Rasûlüllah ağlayarak gözünden yaşlar aktı ve şöyle buyurdu: ”O gün müthiş bir gündür ve o gün, insanların günahlarının silinmesine muhtaç oldukları bir gündür." Yine Rasûlüllah devamla: ”Allahu teâlâ konuşana hitapla şöyle buyurur: 'Gözünü dik ve cennetlere bak.' O da: 'Rabbim! İncilerle süslenmiş gümüşten saraylar ve altından köşkler görüyorum. Bunlar, hangi peygamberin, hangi sıddık kulun veya hangi şehidindir?' diye sordu. Allahü teâlâ : 'Değerini verene aittir buyurdu. O da: 'Rabbim! Peki, buna kim sahip olabilir?' diye sordu. Yüce Allah: 'Sen ona sahip olabilirsin' buyurunca: 'Ne ile Rabbim?' dedi. Yüce Allah da: 'Kardeşini bağışlamak suretiyle' buyurdu. O da: 'Rabbim! Onu bağışladım dedi. Sonra Yüce Allah: ”Öyleyse kardeşinin elinden tut ve onu cennete koy,' buyurdu." 23Namuslu, kötülüklerden habersiz hakikî imanla sıfatlanmış olan mü'min kadınlara zina isnadında bulunanlar, dünya ve âhirette, o mü'min kadınlar hakkında uydurdukları şeylerden ve şahsiyetlerini lekelemelerinden dolayı lanetlenmişlerdir. Mü'minler ve melekler onlara ebedî olarak lanet ederler. Lanetin aslı, rahmetten kovulmaktır. Ve onlar için zikredilen ebedî lanetle birlikte, büyük günahlardan ötürü çok büyük bir azap vardır. Âyet-i kerimede, sözü geçen mü'min kadınlardan maksat Hazret-i Âişe'dir. Ona iftira etmek aynı zamanda mü'minlerin diğer annelerine iftira etme sayıldığından, ”mü'min kadınlar" şeklinde çoğul getirilmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamberin bütün eşleri saygıdeğer, nezih ve Allah Rasûlü'ne bağlı hanımlardır. 24Ki o gün kendi tercihleri dikkate alınmaksızın dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarına karşılık aleyhlerine şahitlik edecektir. Dolayısıyla her organ, sahibinin yaptığını haber verecektir. Dillerin şahitlik etmesi olayı, ağızların mühürlenmesinden önce olacaktır. Bu sebeple bu âyetteki ifade ile ”O gün onların ağızlarını mühürleriz..." (Yasin: 65) âyetindeki ifade arasından bir zıtlık söz konusu değildir. 25O gün, yani organları kötü amellerine şahitlik ettiği gün Allah onlara gerçek kesinleşen ve gerekli olan cezalarını tastamam verecek ve onlar, korkunç hal ve durumları gördüklerinde Allah'ın apaçık bir hak olduğunu anlayacaklar ve O'nun mesajlarının gerçek olduğunu öğreneceklerdir. Âyet-i kerîmede şu hususlara temas edilmektedir: a. Laneti hak edenlere lanet okumak caizdir. b. Allahu teâlâ'nın konuşturmasıyla, organlar şahitlik edecektir. Organlar, günahkârların günahlarından dolayı aleyhlerine şahitlik edeceği gibi, iyi kullarının da, itaatlerinden dolayı lehlerine şahitlik edecektir. c. Ceza, hak edildiği kadar verilir. 26Kötü kadınlar, zina eden kadınlar kötü erkeklere, yani zina eden erkeklere, kötü erkekler ise kötü kadınlara; temiz iffetli kadınlar teiniz, iffetli erkeklere ve aynı şekilde temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır. Bunların birbirleriyle evlenmeleri uygun düşer. Çünkü ortak noktalarının bulunuşu, bu evliliğe iten önemli sebeplerdir. Öle yandan Allah'ın Rasûlü, iyilerin en iyisi, evvelkilerin ve sonrakilerin en hayırlısı olunca, bundan, Hazret-i Âişe'nin iyi hanımların en iyisi olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Bunlar yani üstün niteliklerle nitelenenler, yani Ehl-i Beyt, onların, kıyamet gününe kadar her çağ ve her dönemde haklarında iftira uyduran kırın söylediklerinden, onların bütün yalanlarından çok uzaktırlar. Kendileri için günahtan dolayı insanın uzak kalamıyacağı büyük bir bağış ve pek çok rızık vardır. Yani cennette onlar için sayılamayacak kadar nzıklar vardır. Bunun ”güzel rızık" olarak yorumlanması gerektiğini söyleyenler de vardır. Bilindiğine göre Hasan b. Ziyad, Taberistan halkından olup büyük zatlardan biriydi. Yün elbise giyer ve iyiliği emrederdi. Ashabın çocuklarına dağıtılmak üzere her yıl Bağdat'a yirmi bin dinar gönderirdi. Bir gün Alevî gruplarından birine mensup bir adam yanına gelerek Hazret-i Âişe hakkında çirkin bir ifadede bulunmuş, bunun üzerine Hasan b. Ziyad oğluna hitaben: ”Oğlum! Şu adamın boynunu vur" demiştir. Bu durumu haber alan Alevîler akın ederek Hasan b. Ziya'da: ”Bu adam bizim grubumuzdandır" dediler. Hasan: ”Allah'a sığınırım! Bu adam Allah'ın Rasûlü'ne hakarette bulundu. Eğer Hazret-i Âişe kötü idiyse kocası da kötü demektir. Oysa Allah Rasûlü bu sıfattan uzaktır. Aksine o, iyi ve tertemizdi. Hazret-i Âişe'nin, iyilik ve temizliği ise vahiyle belirtilmiştir. Oğlum! Vur şu kâfirin boynunu!" Bunun üzerine oğlu o adamın boynunu vurmuştur. Mesruk, Hazret-i Âişe'den rivayette bulunduğu zaman, ”Rasûlüllah'ın sevgilisi ve Sıddîk’in gökten suçsuzluğu bildirilen kızı Sıddika bana şu hadisi nakletti" diye söze başlarmış. İbn Abbas, Hazret-i Âişe'yi ölüm döşeğindeyken ziyarete gitmiş ve onu Hakkın rahmetine kavuşmaktan endişelenerek ürperir bir halde bulmuş ve bunun üzerine Hazret-i Âişe'ye hitaben: ”Korkma, şüphesiz sen bağışlanarak güzel bir rızka kavuşacaksın" demesine karşılık Hazret-i Âişe sevincinden dolayı kendinden geçmişti. Nitekim o, şöyle diyordu: ”Hiçbir kadına verilmeyen bazı hasletler bana verilmiştir: Cebrail, benim kılığıma bürünerek Rasülüllah'a benimle evlenmesini emretmiştir. Rasûlüllah beni bakire olarak aldı. Benden başka bakire bir hanımla evlenmedi. Sonra o, başı kucağımda iken vefat etti ve evimin bulunduğu yerde defnedildi. Vahiy geldiği zaman yanındakiler dağılıyor, ama ben onunla birlikte aynı yatakta iken kendisine vahiy geliyordu. Suçsuzluğum da vahiyle bildirildi. İyinin yanında iyi olarak yaratıldım ve bana, bağışlanma ve güzel rızık vadedildi. 27Adiy b. Sabit'ten rivayet edildiğine göre Ensar'dan biri şöyle demiştir: ”Bir kadın Rasûlüllah'a gelerek: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Ben evde, başkasının beni görmesini istemediğim bir halde bulunuyorum. Böyle bir durumdayken gelen doğrudan içeriye giriyor. Bu durumda ben ne yapacağım?' İşte bundan dolayı aşağıdaki âyet inmiştir." Ey iman edenler! Kendi evinizden başka evlere, ev halkından izin verme yetkisine sahip olan kişiden izin alıp ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Eve girmek isteyen izin isteme anında, ”Esselâmü aleyküm" dedikten sonra üc kere, ”girebilir miyim?" diye sorar. Kendisine izin verildiği takdirde girer ve ikinci kez selâm verir; izin verilmemesi halinde ise geri döner. Bu, selâm vermekle birlikte izin istemek, sizin için aniden girmenizden daha hayırlıdır. Herhalde bunun böyle olduğunu düşünüp anlarsınız. Öğüt alır ve gereğini yaparsınız. İnsanın, annesinin bulunduğu bir yer bile olsa, oraya izinsiz olarak ansızın girmesi doğru değildir. Çünkü o anda annesi açık olabilir. Öte yandan âyet, cahiliye dönemi halkının bir yere girme anındaki selamlaşmalarının terkedilmesi gerektiğine işaret etmiştir. Nitekim söz konusu kişilerden biri, yabancı birinin evine sabahleyin girince, ”iyi sabahlar" ve akşamleyin girince de, ”iyi akşamlar" diyordu. Bil ki selâm, Müslümanların sünneti, cennetliklerin selâmı, sevgiyi celbeden, kini ve öfkeyi gideren bir ifadedir. Rivayete göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”Allah. Adem’i yaratıp ona ruh üflediğinde Âdem aksındı ve: 'Elhamdülillah (Allah'a hamdolsun)' dedi. Bunun üzerine Yüce Allah: 'Ey Âdem! Rabbin sana merhamet eder. Bir kısmı oturmuş bulunan şu meleklere git ve kendilerine: 'Esselâmü aleyküm' de. Çünkü bu, senin selâmın ve aynı zamanda neslinin de selâmıdır." Yine Hazret-i Peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: ”Müslümanın Müslüman üzerindeki hakları altıdır: Karşılaştığı zaman selâm verir, kendisini davet ettiği zaman davetine icabet eder; gıyabında onun iyiliğini ister, aksırdığı zaman ona 'yerhamükellâh' (Allah sana merhamet etsin) der. Hastalandığı zaman ziyaretinde bulunur ve öldüğü zaman da cenazesine katılır.' Bir evde yangının olduğu veya hırsızın geldiği ortaya çıkar, veya haksız yere öldürme olayı olur, ya da kötülük ortaya çıkarsa hemen giderilmesi gerekir. Bu durumda izin istemek ve selâm vermek vacip olmaz. Bütün bunlar delil ile istisna edilmiştir. O da fakihlerin dediği: ”Zaruretler haramları mubah kılar," sözüdür. 28Orada o evlerde, girmeye izin verebilecek birini veya evde kimseyi bulamazsanız, izin vermeye yetkili biri tarafından size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Sabredin. Çünkü başkasının mülkünde izinsiz tasarrufta bulunmak haramdır. Eğer size: Geri dönün!' denilirse, hemen dönün. İnsanların kapılarında durmayın. Yani, ev halkı tarafından geri dönmeniz istenirse dönün; izin istemeyi sürdürerek direnmeyin. Nitekim bu davranış, insanların kalblerinde hoşnutsuzluk doğurur ve kişiliği rencide eder. Çünkü bu, yani geri dönmeniz sizin için, densizlik ve şahsiyetsizlik damgasını yemekten daha temiz bir davranıştır. Allah, yaptığınızı bilir. Allah, sizi sorumlu tuttuğu işlerden hangisini yapıp hangisini terkettiğinizi bilir ve ona göre size muamele eder. 29içinde kendinize ait bir şeylerin bulunduğu oturulmayan evlere izin istemeden girmenizde herhangi bir sakınca yani günah yoktur. Belli kişilerin ikametine tahsis edilmeyen yerler genele ait yerlerdir. Bu sebeple insanların yararlanmak zorunda kaldıkları ribatlar, hanlar, mağazalar, hamamlar ve benzeri yerler, izin alınmadan girilebilecek yerlerdir. Çünkü bu yerler, bütün insanların yararlanabilmeleri için hazırlanmıştır. Nitekim sıcak ve soğuktan korunmak, malzeme ve eşya koymak, alış veriş yapmak ve yıkanmak gibi ev haline uygun diğer şeylerden istifade etmek hakkı vardır. Bu sebeple, söz konusu yerlere izin alınmadan girmek günah değildir. Allah, sizin açığa vurduklarınızı da, gizlediklerinizi de bilir. Bu ifade, bahis konusu edilen yerlerden birine, bozgunculuk etmek veya bazı mahrem sırlar elde etmek, için girene bir tehdit unsuru niteliği taşımaktadır. Rivayete göre Hazret-i Ömer İbn Mes'ûd'la gece teftişinde bulunuyordu. Bu teftişlerin birinde bir kapı aralığından bakmış ve içeride, önünde şarap bulunan ve şarkıcı bir kadının da kendisine şarkı söylemekte olduğu bir ihtiyar görmüş. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, kapı üstünden içeriye girmiş, ihtiyara hitaben: ”Senin gibi yaşlı birinin bu durumda olması doğru mudur?" diye sormuş. İhtiyar kalkıp: ”Ey mü'minler em iri! Müsade buyur, söyleyeceklerim var," demiş. Hazret-i Ömer de: ”Söyle," demiş. Bunun üzerine ihtiyar: ”Ben bir konuda Allah'a itaasizlik etmişsem sen üç konuda itaatsizlik ettin" dedi. Hazret-i Ömer: ”Onlar nedir?" deyince, ihtiyar: ”Allahü teâlâ: '...Birbirinizin kusurlarını araştırmayın...' (Hucûrât: 12) buyruğuyla kusur aramayı yasakladığı halde, kusur aradın. Yine Allah; '...Evlere kapılarından girin...' (Bakara: 189) buyurduğu halde, sen üstten girdin. Öte yandan Allah: 'Kendi evinizden başka evlere, izin almadan ve halkına selâm vermeden girmeyin...' (Nur: 27) buyurmasına rağmen eve izinsiz girdin" demiş. Hazret-i Ömer: ”Doğru söyledin. Beni bağışlar mısın?" demiş. Yaşlı adam: ”Seni Allah bağışlasın" cevabını verdikten sonra Hazret-i Ömer’in, Yüce Allah'ın emirleri karşısında kendisinden af dilemesi üzerine etkilenmiş ve tevbe etmiş. Bunun üzerine Hazret-i Ömer de ağlayarak: ”Allah bağışlamazsa, vay Ömer’in haline" demiştir. 30Ey Rasülüm Muhammed! Mü'min erkeklere, gözlerini harama dikmemelerini, ırzlarını da helâl olmayan şeylerden korumalarını söyle. Çünkü bu, göz dikmeme ve koruma kendileri için şüphe kirinden daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır. O'na hiçbir şey gizli kalmaz. Bu sebeple onlar, her halükârda O'ndan korksunlar. "Ğaddu": Görmeye mani olacak şekilde göz kapaklarını kapamaktır. Rivayete göre Hazret-i İsa: ”Bakıştan sakının. Çünkü bakış, kalbte şehveti yeşertir" demiştir. Hadis-i Şerifte de şöyle buyurulmuştur: ”Bana, kendinizle ilgili altı şeyi garantileyin ki, hen de size cenneti garanti edeyim: Konuştuğunuz zaman doğru konuşun. Söz verdiğiniz zaman sözünüzü yerine getirin. Size bir şey emanet edilince onu yerine getirin. Namusunuzu koruyun. Gözlerinizi harama dikmeyin ve ellerinizi kötülüklerden uzak tutun. ” 31Mü'min kadınlara da şöyle: Gözlerini sakınsınlar. Bakmaları helâl olmayan erkeğe bakmasınlar. Bakmanın haram olduğu yerler de Ebû Hanife ve Ahmed b. Hanbel'e göre avret yeri sayılan yerlerdir. Şafiî mezhebinin tercih edilen görüşüne göre erkek kadına bakamadığı gibi, kadın da erkeğe bakamaz. Zinadan korunarak veya örtünerek namus ve iffetlerini korusunlar... Mezhep imamları arasında avret (örtünmesi gereken) yerlerinin örtülmesinin farz olduğu konusunda herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu değildir. Ancak avret yerinin vücudun hangi bölgeleri olduğu konusunda farklı görüşler ileriye sürülmüştür. Nitekim Ebû Hanife'ye göre erkeğin avret mahalli, göbeğinden diz kapağının altına kadar olan kısımdır. Hür olan her kadının ise, yüzü ve elleri dışında her yeri avret mahalli sayılmıştır. Yine Ebû Hanife'nin sahih olan görüşüne göre, kadının ayaklan, namazın dışında avret mahallidir, namazda değildir. Diğer taraftan İmam Malik: ”Erkeğin avret mahalli, ön ve arkası ile baldırları; kadının ise, yüzü ve elleri dışında her yeridir" demiştir. İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel ise: ”Erkeğin avret mahalli, göbekle diz kapağı arasıdır. Diz kapağı avret mahalli değildir ve hür kadının her yeri avret mahallidir" demişlerdir. Âyet-i kerimede, öncelikle gözün sakınılması emredilmiştir. Çünkü bakış, zinanın aracı ve fesatın öncüsüdür. Yani Allah, bakış tehlikesinin büyüklüğüne dikkat çekmek için, harama bakmanın yasaklanışıyla namusu korumayı bir arada zikretmiştir. Nitekim bakış, fiiliyata geçmeye davet eder. Bu sebeple hadis-i şerifte: ”Bakış, Iblis’in oklarından bir oktur"(n) buyrulmuştur. Ayrıca bu konuda şöyle denmiştir: ”Harama göz diken felâkete sürüklenir." Görünen kısımları hariç olmak üzere, zinetlerini, zinetlerinin takılacağı mahal şöyle dursun zinetlerini bile teşhir etmesinler. ”Zinet": Kadının süs olarak kullandığı eşya, sürme, elbise ve allıktır. Bunların bir kısmı, yüzük, sürme ve allık gibi zilletlerdir ki, şehvetten emin olmak şartıyla bunları yabancı erkeklere göstermenin bir sakıncası yoktur. Diğerleri ise bilezik, gerdanlık ve küpe gibi gözükmeyen zilletlerdir. Bunları, âyet-i kerimede belirtilen kişilerin dışında başka kimselere göstermek helâl değildir. Başörtülerini, yakalarının üzerine kadar örtsünler. ”Humur": Kadının başını örttüğü şey (baş örtüsü) demek olan ”hımâr" kelimesinin çoğuludur. Bu nitelikte olmayan baş örtüsü sayılmaz. ”Cüyûb" ise: Başın girmesi için kesilen yer (yaka) demek olan ”ceyb" kelimesinin çoğuludur. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: Saçlarını, küpelerini ve boyunlarını yabancılara karşı örtmek üzere başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Bu ifade, kadının göğsü ile boynunun avret mahalli olduğunun bir kanıtıdır. Bu sebeple, yabancı birinin bu yerlere bakması caiz değildir. Zilletlerini göstermesinler. Buradaki zilletlerden maksat, bilezik, ayak bileziği, gerdanlık, küpe ve benzeri gözükmeyen zinetlerdir. Nitekim Ebu'l-Leys şöyle demiştir: ”Göğüs, bacak ve baş gibi zinet mahallerini göstermesinler. Çünkü göğüs, gerdanlığın yeri; bacak, ayak bileziklerinin takıldığı yer; kol, bilezik takma yeri ve baş da taç takma mahallidir. Dolayısıyle Allah, zineti zikretmiş ve fakat bundan zinet mahallerini kastetmiştir. Ancak kocalarına... Yani, zilletlerini kocalarına gösterebilirler. Çünkü zinetle hedeflenen asıl kimseler onlardır. Nitekim kocalar, hanımlarının her tarafına bakabilecekleri gibi, zinet yerlerine de elbette bakabilirler. Âyette geçen ”buûle"“ba'l" kelimesinin çoğuludur. Eşlerden erkek olanına denir. Babalarına... Dede de baba hükmündedir. Kocalarının babalarına, kendi oğullarına, kocalarının oğullarına, erkek kardeşlerine, erkek kardeşlerinin oğullarına, kız kardeşlerinin oğullarına... Âyet-i kerimede belirtilen gruplarla, söz konusu kadınlar arasındaki yakınlık dolayısıyla, çoğu kez zarurî olarak bir arada bulunurlar. Aralarında bir fitnenin ortaya çıkma ihtimali son derece azdır. Çünkü akrabalık, insan tabiatında cinsi ilişki nefretini uyandırır. Bu sebeple o erkekler, kendilerine bu derece yakın olan kadınların hizmetleri esnasında görünen zilletlerine bakabilirler. Şafiîlere göre ise söz konusu erkeklerin, göbekle diz kapağı arası hariç olmak üzere, gözükmeyen (batini) zinete bakmaları caizdir. Kadının kocası ise, hanımının göbekle diz kapağı arasındaki kısma da bakabilir. Kendi kadınlarına... Bunlar, hür Müslüman kadınlardan bizzat kendileriyle sohbet eden veya hizmet eden kadınlardır. Çünkü kâfir kadınlar, mü'min hanımların özelliklerini erkeklere tanıtmada sakınca görmezler. Bu sebeple âyet-i kerimedeki kadınlardan maksat, kendi dinlerinden olan kadınlardır. Nitekim selef müfesirlerin görüşü bu doğrultudadır. Konuyla ilgili olarak Fahruddin Razî şöyle demiştir: ”Selefin sözü müstehab olmak şeklinde yorumlanmış, fakat tercih edilen görüşe göre 'Kadınlarından maksat, bütün kadınlardır." Fakir (müellif) ise şöyle der: ”Geçerli sayılan tefsirlerin çoğu selefin bu sözüyle doludur. Nitekim selef, Yahudi, Hristiyan, mecusî ve putperest kadını yabancı erkek hükmüne koyarak, Müslüman kadının bunlar yanında vücudunu açmasını menetmişlerdir. Bu yasaklamanın önemli iki sebebi vardır. Birincisi, her şeyden önce aralarında din farkı bulunmaktadır. Çünkü imanla küfür, onları birbirinden ayırmıştır. İkincisi de, Müslüman olmayan kadının, imandan mahrum olduğu için, güven telkin etmemesidir. Bu sebeple namuslu kadın, fâsık kadından, onunla dostluk kurmaktan ve yanında soyunmaktan kaçınmalıdır." Öte yandan Hazret-i Ömer, Ebû Ubeyde'ye bir mektup yazarak, Yahudi ve Hristiyan kadınların Müslüman kadınlarla birlikte hamama girmelerine engel olmasını istemiştir. Ellerinin altında bulunanlara, cariyelere...Kadının sahip olduğu köleyse, kendisine yabancı erkek hükmündedir. Bu köle, ister iğdiş edilmiş olsun, ister cinsî temas gücü bulunsun, aynıdır. Nitekim Ebû Hanife'nin görüşü olduğu gibi çoğu âlimlerin görüşü de bu doğrultudadır. Bu sebeple, kadının o köle ile hacca gitmesi veya yolculuğa çıkması caiz değildir. Fakat kölesi, kendisini şehvetten emin hissettiği zaman ona bakması caizdir. Erkeklerden kadınlara karşı cinsî güçten düşmüş hizmetçilere... Ev halkından sayılan yani evlere girip çıkan erkeklerden, kadınlara ihtiyaç duymayacak kadar yaşlı olan veya cinsel güçleri ve şehvet duyguları yok edilen erkeklerdir. Cinsel gücü olmayanlardan biri, ”muhannes" diye tanımlanıp kadın gibi davranan ve kadınlara karşı şehvet duymayan kimsedir. Ancak mecbûb ve hasî hakkında ihtilâf söz konusudur. Mecbûb, erkeklik organı ile yumurtaları kesilen; hasî de, sadece yumurtaları alınan, yani iğdiş edilen kişi demektir. Tercih edilen görüşe göre kadına bakmanın harami ığı konusunda iğdiş edilen, erkeklik uzvu kesilen ve cinsel temasa gücü olmayan erkekler, diğer erkekler gibidirler. Çünkü onlar, organları cinsel ilişkiye uygun olmasa da bu ilişkiyi arzu ederler. Yahut henüz kadınların gizli kadınlık özelliklerinin farkında olmayan, henüz şehvet duyacak seviyeye ermeyen çocuklara gösterebilirler... Çocuk, cins ismi olması dolayısıyla çoğul hükmündedir. Vasfı zikredilerek bununla yetinilnıiştir. Aynı şekilde ”düşman" da cins ismidir ve çoğul yerinde kullanılmıştır. Allahu teâlâ'nın: ”Şüphesiz onlar benim düşmanımdır..." (Şuarâ: 77) sözü buna örnektir. Ragıb İsfahanı Müfredatında şöyle demektedir: ”Tifl" körpe sayılan çocuğa verilen addır. Tufeyli de, davetten davete koşuşan, asalak demektir." Avret, insanın ön ve arka mahallelidir. Bu yerlerin gözükmesi veya onlara bakılması kötü görülmüş, dolayısiyle bu isimle adlandırılmıştır. ”Avret" kelimesi; noksanlık, kusur ve çirkin demek olan avr kelimesinden türemiştir. Tek gözün kör olması ifadesinde yine bu kelime kullanılmaktadır. Görülmemesi için gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar... Yani, ayağa takılan bileziklere sahip olduklarının anlaşılması için, ses çıkaracak şekilde ayaklarım yere vurmasınlar. Çünkü bu hareket, erkeklerin onlara meyletmesine sebep olduğu gibi, onların da erkeklere meyletme arzularının olduğunu akla getirir. Öte yandan, bu bileziklerin sesini yabancı erkeklere duyurmak haram olunca, kadınların, aynı erkeklerin duyabilecekleri şekilde seslerini yükseltmeleri, öncelikle haram olur. Çünkü, onların sesi, fitneye bileziklerinin sesinden daha yakındır. Bu sebeple, ezanda sesin yükseltilmesi gerektiği için, kadınların ezan okuması mekruh sayılmıştır. Ey mü'minler! Hep birlikte Allah'a tevbe ediniz. Çünkü herbiriniz, nerdeyse Allah'ın emri ve nehyi karşısında hatadan ve özellikle cinsel arzulardan uzak kalamayacaktır. Bu âyet, günahın kulun imanını yok etmediğine delil teşkil etmektedir. Nitekim Allahu teâlâ, günahlardan dolayı tevbe edilmesini emrederek ”Ey mü'minler!" diye seslenmiştir. Ki kurtuluşa eresiniz, ve böylece dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşursunuz. Yüce Allah, bütün mü'minlere tevbe edip af dilemelerini emretmiştir. Çünkü zayıf kul, Allah'ın emirlerini gözetmeye çaba harcasa bile hata edebilir. 32Aranızdaki bekârları, köle ve cariyelerinizden iyi davranışh olanları veya mü'min olanları evlendirin. Burada ”bekârlar" anlamına gelen ”eyamâ" kelimesi, ”Eyyim" kelimesinin çoğuludur. Eyyim de, bekâr olsun dul olsun, evli olmayan erkek ve kadındır. Buna göre âyetin anlamı şöyle olmaktadır: ”Ey velîler ve ileri gelenler! İçinizdeki evli olmayan hür erkek ve kadınları evlendirin." Çünkü evlilik, neslin devamını sağlar ve nikâh dışı ilişkilerden korur. Köle ve cariyelerinizden iyi davranışta bulunanları da evlendirin. Çünkü, kölelerden iyi davranışlarda bulunmayanlar, efendilerinin önem ve değer vermelerini hak etmekten uzak kalırlar. Fakir (müellif) şöyle demektedir: ”Bu âyet-i kerimede köle (gulâm) ve cariye için ”abd" ve ”eme" ifadeleri kullanılmıştır yani oğul ve kız adları kullanılmıştır." Nitekim Hazret-i Peygamber de şöyle buyuımuştur: ”Sizden biriniz, 'kölem, cariyem' demesin. Hepiniz Allah'ın kulları ve bütün hanımlarınız da Allah'ın hanım kullarıdır. Bu sebeple, 'oğlum, kızım; evlâdım ve hanım kızım' desin. ” Şu halde, köle ve cariye isimleri, kendilerini taciz etmek ve durumlarını tahkir etmek amacıyla zikredil irse mekruh, olur. Allah'a hamdolsun ki, meselede yani rivayetlerde herhangi bir zıtlık, çelişki söz konusu değildir. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfuyla onları zenginleştirir. Yani, erkek ve kadının fakir olması, evlenmelerine engel olmasın. Çünkü Allah'ın lütfunda, mala ihtiyaç duyulmayan bir zenginlik vardır. Mal yok olur gider; oysa Allah dilediğine, hesap edilmeyecek kadar rızık verir. Allah, lütfü geniş olan ve (her şeyi) bilendir. Allah zengindir, nimetleri tükenmez ve hikmetinin gereği olarak dilediğinin rızkını genişletir, dilediğininkini de daraltır. Müctehidler, evlenmenin sünnet olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Hazret-i Peygamber: ”Benim karakterimi seven sünnetimi icra etsin. Evlilik de benim sünnet imdir ." buyuımuştur. Başka bir ifadesinde ise şöyle buyuımuştur: ”Ey gençler topluluğu! içinizden evlenebilen evlensin. Çünkü evlilik, gözü haramdan alı kor ve iffeti korur. Evlenmek için durumu müsait olmayanlar ise oruç tutsun. Çünkü oruç, şehvetini kırar ve frenler." Eğer insan cinsel arzulara karşı şiddetli bir tutku ve arzu duyuyor ve bunun sonucu olarak da zinadan endişe ediyorsa, Ebû Hanife ve Ahmed b. Hanbel’e göre, o kişinin evlenmesi farz olur. 33Evlenme imkânı bulamayanlar ise... Evlenmek için mehir ve geçim imkânı olmayanlar ve bir şeyi bulunmayanlar, Hazret-i Peygamberin buyurduğu gibi oruç tutmalıdır: ”Evlenebilecek durumda olmayanlar oruç tutsun. Çünkü oruç, şehveti kırar ve zina etmesine engel olur." Yani oruç sayesinde iffet ve namusunu korumuş olur. Allah, lütfuyla kendilerini varlıklı kılıncaya evlenme imkânı buluncaya kadar iffetlerini korusunlar. Ellerinizin altında bulunanlardan, yani köle ve cariyelerden mükâtebe yapmak isteyenlerle... ”Mükâtebe": Efendinin kölesine, ”Bana, şu kadar para ödersen hürriyetine kavuşacaksın" teklifine karşılık, kölenin ”kabul ediyorum" demesinden ibaret bir sözleşmedir. Köle bu bedeli ödediği takdirde hürriyetine kavuşur. Rivayete göre Huveytıb b. Abdü'l-Uzzâ, efendisi Sahih ile, belli bir para karşılığında hürriyetine kavuşmak için sözleşme yapmak istemiş, fakat efendisi bu teklifi reddetmiştir. Bunun üzerine bu âyet inmiştir. -Eğer kendilerinde bir iyilik güven, olgunluk ve bedelini ödeyecek gücünün bulunduğunu görüyorsanız-, hemen mükâtebe yapın. Onlarla, istedikleri sözleşmeyi yapın. Bu emir, bunun mendup olduğunu ifade etmektedir. Allah'ın size vermiş olduğu maldan, siz de onlara verin. Bu âyet-i kerimede onlara, sözlcştikleri kölelerden aldıkları paranın bir kısmını geri vermeleri veya sözleşmede yer alan meblağın bir bölümünü bağışlamaları emredilmiştir. Efendilere yönelik olan bu emir de yine mendubiyeti ifade etmektedir. Konuyla ilgili olarak hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Allahu teâlâ üç sınıf insana yardım etmeyi üstlenmiştir: Bunlar, bedel ödeyerek hür olmak isteyen köle, iffetli kalmak için evlenmek isteyen ve Allah yolunda cihat eden kişidir. ” Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak, iffet konusunda kendilerini kale gibi güçlü kılmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Çabucak yok olan bir fayda elde etmek için cariyelerinizi fuhuşa zorlamaktan vazgeçin. Rivayete göre Abdullah b. Ubey’in altı cariyesi vardı. Bu cariyelerini fuhşa zorluyor ve bunun için onları dövüyordu. Muaze ve Mesike adlarında iki cariyesi bu durumu Hazret-i Peygamber'e şikâyet ettiler. İşte bunun üzerine bu âyet inmiştir. Bu ilâhî mesaj, efendilerin kötü davranışlarını dile getirmekte ve yapmakta oldukları kötülükten dolayı kendilerini kınamaktadır. Çünkü azıcık bir şahsiyete sahip olan kişi, cariyelerine fuhşu emretmesi veya onları, özellikle namuslu kalmak istediklerinde, bu işe zorlaması şöyle dursun, kendi başlarına bu kötülüğe meyletmelerine bile razı olmaz. Âyette geçen, genç kızlar anlamındaki ”feteyât" cariyeler demektir. Çünkü delikanlı ve genç kız anlamındaki ”fetâ" ve ”fetât" kelimelerinin kinaye yoluyle köle ve câriye anlamında kullanıldığı meşhurdur. Kim onları zorlarsa, fuhşa zorlarsa bilinmelidir ki, zorlanmalarından sonra Allah, onları çok bağışlayıcı ve onlara merhamet edicidir. 34Yemin olsun ki, Biz size, hadler, diğer hükümler ve adab-ı muaşeretle ilgili olarak açıklamaya ihtiyaç duyduğunuz her şeyi açıkça bildiren âyetler, sizden önce yaşayıp gitmiş olanlardan daha önceki kitaplarda yer almış, hayretler içinde bırakan hayal hikâyeleri ile kendilerine verilen örneklerden bazı örnekler ve takvaya ulaşmış kimseler için bir öğüt indirdik. Böylece onlar ders alsınlar, haram ve mekruh olan şeylerden ve ahlâkî değerleri dejenere eden davranışlardan sakınsınlar. Âyet-i kerimede bizzat takva ehli zikredilmiştir. Çünkü öğütlerden, öncelikle onlar istifade ederler. Anlatıldığına göre arslan, kurt ve tilki avlanmaya çıkmış; bir yaban eşeği, bir geyik ve bir tavşan yakalamışlar. Arslan kurda hitaben: ”Bunları aramızda paylaştır bakalım" demiş. Kurt: ”Yaban eşeği kralın, geyik benim ve tavşan da tilkinin olsun" cevabını vermiş. Bunun üzerine arslan pençesini kaldırıp kurdun başına vurmuş ve kurt arslanın önüne yığılıp kalmış. Daha sonra Arslan, tilkiye hitap ederek, avları aralarında paylaştırmasını istemiş. Tilki: ”Eşek, kralın öğle yemeği, geyik akşam yemeği ve tavşan da bu iki öğün arasında ona bir ziyafet olsun" demiş. Arslan: ”Hayret doğrusu! Ne kadar âdilsin! Bu hükmü sana kim öğretti?" diye sormuş. Tilki cevap olarak: ”Kurdun başına gelen" demiş. İfade edildiğine göre öğüt, katı kalbleri yumuşatan ve kuru gözleri yaşla dolduran bir güçtür. 35Allah, göklerin ve yerin nurudur. İmam-Gazali şöyle demiştir: ”Nur, bütün açıklığıyla ortaya çıkan şey demektir. Çünkü, kendi başına açığa çıkan şey kendi dışındaki şeyleri de açığa çıkarırki buna ”nûr" adı verilir. Allah, göklerin ve yerin nurudur. Güneşin her ışık zerresi, ışık veren güneşin varlığını ortaya koyduğu gibi, göklerin ve yerin yapısında bulunan her zerre de onları meydana getiren bir varlığın bulunması zaruretini ortaya koymaktır." Gazalinin bu sözleri, ”Te'vilât" isimli tefsirde bulunan konuyla ilgili sözlere uymaktadır. Nitekim Matürîdî bu tefsirinde şöyle demiştir: ”Allah, göklerin ve yerin nurudur. Yani onları, yoktan varlık âlemine çıkaran O'dur. Çünkü nurun lügat manası ”ışık" demektir. Buna göre nûr, eşyayı ortaya çıkarır ve gözler önüne serer." Âyet-i kerimede teşbih-i beliğ sanatı vardır. Yani, gökleri ve yeri var eden Allah, onları ortaya koymasında tıpkı nûr gibidir. Var olmak, aslında yokluktan varlık âlemine intikal etmek, ortaya çıkmaktır. Fakir (müellif) de bu konuda şu hususu dile getirmiştir: ”Bu ifadenin teşbih-i beliğ olarak tanımlanmasına gerek yoktur. Çünkü nûr, Esmâ-i Hüsna'dandır. Bu sebeple nuru Allah'a atfetmek, mecazî anlamda değil, gerçek anlamdadır. Buna göre âyetteki nûr, nûrlandıran anlamındadır. Allah, varlığının nurları ile henüz hayat bulmamış olan unsurları lütfü sayesinde ortaya çıkarmaktadır. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Allah, mahlukatı karanlıkta yaratmış, sonra üzerlerine nurundan serpmiştir." Nûr, dört kısma ayrılır: a) Güneş vs. ışığı gibi eşyayı gözler önüne seren nurdur. Bu nûr, karanlıktaki gizli şeyleri ortaya çıkarır. b) Göz nuru. Bu nûr eşyayı gözlere gösterir, fakat o eşyayı göremez. Bu nur, birincisinden daha üstündür. c) Aklın nûru. Bu nûr da, idrak edilen gizli şeyleri karanlık ortamda gözler önüne serer. Onları hem idrak eder, hem de görür. d) Allah'ın nuru. Bu nûr ise, yokluk alemindeki soyut ve gizli şeyleri gözlere ve kalb gözüne gösterir. Aynı zamanda bu nûr, eşyayı varlık âleminde gördüğü gibi yokluk âleminde de görür. Şu halde, ”Allah, göklerin ve yerin nurudur" elemek, onları sonsuz kudretiyle yokluktan var eden ve ortaya çıkaran demektir. Şiirde de ifade edilmiş olduğu gibi: Her şeyde, O'nun tek olduğunu gösteren bir işaret vardır. Müfessirlerin Sultanı İbn Abbas (radıyallahü anh) bu âyetle ilgili olarak şöyle demiştir: ”Göklerin ve yerin nuru demek, göklerde ve yerde bulunanları doğru yola ileten demektir." İnsanlar, Allah'ın nuruyla doğru yola giriyorlar ve O'nun yol göstermesiyle sapıklık taşkınlığından kurtuluyorlar. Çünkü onlar, Allah'ın başarılı kılmasıyla hidayet nuruna ermişlerdir. Bu sebeple nurun hidayetle ve hidayetin de nurla ifade edilmesi caizdir. Nitekim nûr, hidayetten ve hidayet de nurdan kaynaklanmaktadır. Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Onlar yıldızlarla da yollarını doğrulturlar." (Nahl: 16) Onun için gerek Kur'an ve gerekse Tevrat, hidayet kaynağı anlamında ”nûr" diye adlandırılmıştır. O'nun nûrıı, Yüce Allah'ın aydınlanan eşyaya akan nuru, içinde lâmba bulunan duvardaki penccresiz bir kandil yuvası gibidir. Buradaki temsilden maksat, hayret veren nitelik yani, nurunun nitelik ve özelliği demektir. O lâmba bir billur içindedir. Lâmbanın bir billur içine ve billurun da penccresiz bir oyuğa konması daha fazla ışık elde etmek içindir. Çünkü mekân daraldıkça ışık da o oranda artar, geniş mekânda ise ışık dağılır. O billur da sanki inciye benzer parlak ve ışık saçan bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek, faydası çok bir zeytin ağacından çıkan yağdan tutuşturulur. Diğer ağaçlar arasından, özellikle zeytin ağacı seçilmiştir. Çünkü zeytinden elde edilen yağ, hem kaliteli ve hem de daha fazla ışık verir. Bu yağ, aynı zamanda katık olarak da kullanılır. Zeytin ağacı, sadece güneşin doğduğu anda güneş alan bu sebeple de doğuya özgü bir ağaç olmadığı gibi, sadece güneşin batmasına yakın güneş alan ve bu sebeple de batıya atfedilen bir ağaç değildir. Aksine o ağaç, gün boyunca güneş alan bir ağaçtır. Bu yüzden, meyvesi daha olgun ve yağı daha kalitelidir. Yağı, neredeyse kendisine ateş değmese bile ışık verir. Yani, ona hiç ateş dokunmadan, kendi kendine mekânı nerdeyse aydınlatacak durumdadır. Nûr üstüne nurdur. Yani, hayret verici durumu örnekle ifade edilen bu nûr, kat kat nurdur. Çünkü lâmbanın ışığı, aydınlatma esnasında yağın saflığını ve billurun parlaklığını artırmış ve yuvanın oluşu da ışınları dağılmamıştır. Allah, dilediğini nuruna kavuşturur. Yani Allah, bu yüce nûrıı sayesinde kullarından dilediğini, bu örnekte bulunan icaz delillerini ve imanı gerektiren diğer hususları anlamaya muvaffak kılmak suretiyle doğru yola iletir. Allah insanlara (işte böyle) örnekler verir. O misâlleri zihinlere yaklaştırmak ve anlamayı kolaylaştırmak için açıklamaktadır. Allah her şeyi misâl vermeyi, gizli ve açık hakikatleri bilir. 36(Bu kandil) Allah'ın, bina olarak yükseltilmesine, ya da saygı gösterilmesine ve değerinin yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerdedir. Âyet-i kerimede geçen ”evler'den maksat, bütün camilerdir. Nitekim İbn Abbas: ”Camiler, Yüce Allah'ın yeryüzündeki evleridir. Bu evler, tıpkı yıldızların yeryüzünde bulunanları aydınlattığı gibi, gökte olanları aydınlatmaktadır" demiştir. Öte yandan, bir şeye izin verilmiş olması, o şeye ruhsat verilmesi demektir. Allah'ın adının anılması, genel bir anlam ifade eder. Bu, doğrudan Allah'ı anmak olabileceği gibi, Kur'an okumak, din ilimlerini müzakere etmek, ezan okumak, kâmet getirmek gibi şeyler de olabilir. Orada sabah akşam O'nu tesbih eder. Tesbih: Allah'ı tenzih etmektir. Aslında ibadetlerle ilgili genel bir anlam ifade ederse de, burada onunla farz namazlar kastedilmiştir. Nitekim, sabah ve akşam vakitlerinin tayiniyle bu anlama işaret edilmiştir. Sabah anlamındaki ”'ğuduv''den, sabah namazının vakti; ”âsâl" (akşam) derken de sabah namazının dışında öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarının vakti kastedilmiştir. Çünkü âsâl kelimesinin tekili olan asîl kelimesi, bu vakitleri kapsamaktadır. 37Bir takım insanlar ki, ne ticaret, ne de alışveriş son derece kazançlı da olsa, onları Allah'ı tesbih ve övgüyle anmaktan, namazı geciktirmeden vaktinde dosdoğru kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz. Burada geçen ”ticaret"! yapan, alış verişle uğraşan kişiye ”tacir" denir. Yani bu kimseleri, hiçbir ticaret Allah'ı anmaktan alıkoymaz. Zekât da, çıkarılıp hak edenlere verilmesi farz olan maldır. İbnu'ş-Şeyh şöyle demiştir: ”Namazı dosdoğru kılmak, onu dinin ön gördüğü şekilde farzlarına, sünnetlerine ve adabına uygun olarak eda etmektir. Kim, bu esaslardan birine karşı gevşek davranarak bunları yerine getirmezse, namazı dosdoğru kılmamış olur." Onlar, kalblerin ve gözlerin allak bullak olacağı bir günden, yani kıyamet gününden korkarlar. Burada ”korkmak" anlamını verdiğimiz ”havf, beklenen veya bilinen işaretlerle, hoş olmayan bir şeyin tahakkuk etmesidir. Bunun karşıtı ise güvendir. Âyette geçen ”tekallüb" bir halden diğer hale değişmektir. Yani o gün, kalb ve gözler korku ve dehşetten dolayı allak bullak olur ve yer değiştirirler. 38O kimseler, Allah'ı tenzih etmeye, O'nu anmaya, namaz kılmaya ve zekât vermeye devanı ederler ki, Allah kendilerine, yaptıklarının en güzel karşılığını onlara vaad ettiği kadar versin ve lütfundan, amelleri karşılığında kendilerine vaad etmediği ve hatırlarına gelmediği şeyleri onlara fazlasıyle ihsan etsin. Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır. Yani Allah dilediğine, kulların hesap edemiyeceği kadar sevap verir ve ona ikramda bulunur Bu âyet, çarşı ve pazarlarda ticaretle meşgul olup namaza çağrıyı, ezanı duydukları vakit işlerini terkederek namaza giden kişiler hakkında inmiştir. Ragıb İsfahanı de bu konuda şöyle demiştir: ”Bu âyet, ticareti yasaklamam ak ta ve kötü olduğunu ifade etmemekte; ancak, namaz ve ibadetlerden alıkoymasını ve oyalamasını yasaklamaktadır." 39İnkâr edenlere gelince, onların amelleri, yani, akraba ziyareti, köle azat etme, Kabe'yi onarma, hacılara su verme ve darda kalanların imdadına koşma gibi iyilik sayılan bütün davranışları ıssız çöllerdeki düz ovalardaki serap gibidir ki, susayan onu gerçek su zanneder. Nihayet içmek üzere ona vardığında orada herhangi bir şey bulamamış, dolayısıyla susuzluğu artmış, üstelik yanıbaşında da Allah'ı O'nun hükmünü bulmuştur. Nitekim Allahu teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Rabbin her an gözetlemededir." (Peer: 14) ”Serap": Çölde gün ortasında ışığın yansımasından dolayı su varmış gibi görünen güneş ışığının parıltısıdır. Allah ise, onun amellerinin hesabını tastamam görmüştür. Allah, hesabı çok çabuk görendir. O, hesaplan karıştırmaz. 40Yahut onların amelleri güzel ise serap gibi, kötü ise engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir. (Öyle bir deniz) ki, onu dalga üstüne dalga kaplıyor; üstünde de bir bulut... İkinci üst dalganın üzerinde yıldızları kaplayan ve ışınlarına engel olan bir bulut... Birbiri üstüne birikmiş yoğun karanlıklar. Bu karanlıklara maruz kalan insan, en kolay bir biçimde görebileceği elini çıkarıp uzatsa, zifiri karanlıktan dolayı nerdeyse onu bile göremez. Bir kimseye Allah nur vermemişse, artık o kimsenin nurdan nasibi yoktur. Yani, Allah'ın Kur'an nuruna erdirmek suretiyle iman etmeye muvaffak kılmadığı kişiyi hiç kimse doğru yola iletemez. 41Göklerde ve yerde bulunanlarla, dizi dizi kanat çırpıp uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiklerini görmez misin? Buradaki ”görmek"tm maksat, kalb gözüyle görmedir. Yani: ”Ey Rasülüm Muhammed! Müşahedeye benzer bir usûlde, şüphesiz biliyorsun ki, göklerde ve yerde bulunan insanlar ve diğer varlıklar sürekli olarak Yüce Allah'ı tenzih etmektedir." Gökte ve yerde bulunanların her biri, Allah'ın ilham etmesiyle kendi duasını ve tesbihini, takdisini bilmiştir. Allah, onların yapmakta olduklarını, itaat ve tesbihlerini çok iyi bilir. Ona göre onlara muamele eder. Bu âyet-i kerime, insan ve cin kâfirlerine karşı bir tehdit niteliği taşımaktadır. Çünkü onların, istek ve arzularıyla Allah'ı takdis etmeleri söz konusu değildir. 42Göklerin ve yerin mülkü başkasına ait değil, sadece Allah'ındır. Çünkü Allah, bu yerlerin ve orada bulunan varlıkların yaratıcısı, var etme ve yok etme açısından hepsinde tasarruf sahibidir. Dönüş de sadece O'nadır. Yani, ölmek ve sonra dirilmek suretiyle herkesin dönüşü O'nadır. Bazı kimseler, söz konusu tesbihin sadece dille ifade edilen tesbih olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü, insan dışındaki diğer varlıkların da kendilerine göre gerçek bir tesbihleri vardır ki, onu Allah'tan başkası bilmez. Nitekim Yüce Allah, bu konuda şöyle buyurmuştur: ”...Onu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız..." (İsrâ: 44) Rivayete göre Ebû Sabit şöyle demiştir: ”Ebû Ca'fer el-Bâkır'ın yanında oturuyordum. Bana: 'Bu serçelerin, güneş doğarken ve doğduktan sonra ne söylediğini biliyor musun?" diye sordu. Ona: 'Hayır, bilmiyorum' dedim. Bana: 'Onlar, Rablerini tesbih ediyor ve bugünkü azıklarını istiyorlar' dedi." Bazı âlimler de, canlı ve cansız varlıkların tesbihini, lisan-ı hal ile yapılan tesbih olarak yorumlamışlardır. Çünkü her şey varlığı ile varoluşu zorunlu olan, kemal sıfatlarla nitelenen ve durumuna yakışmayan noksanlıklardan münezzeh olan bir yaratıcının varlığına delil teşkil etmektedir." Öte yandan, ”Te'vîlât" isimli tefsirde şöyle denir: ”Bil ki, tesbih üç çeşittir: İnsanların tesbihi diğer canlıların tesbihi ve cansız varlıkların tesbihi. İnsanların tesbihi, söz ve muamelelerle, diğer canlıların tesbihi ise, ihtiyaçlarını dile getirmeleri ve onları meydana getiren varlığa işaret eden şekilleriyle ve cansız varlıkların tesbihi de, bizzat var edilmiş olmalarıdır." Şu halde tesbih, bütün varlıklar için söz konusudur. Çünkü onlar, Allah'ın varlığının bir delilidir. 43Görmez misin ki, Allah bulutları sürüklüyor. Burada ”sürüklüyor" anlamını verdiğimiz ”yüzcî" kelimesi, bir şeyi, belli bir düzen içinde gitmesi için, rahat bir şekilde sürüp götürmek anlamına gelir. Yani, sen bizzat gözünle Allah'ın, bulutları istediği tarafa nasıl sevkettiğini şüphesiz görüyorsun. Sonra onları, parça parça iken bir araya getirip üstüste yığıyor. İşte yoğunlaşma ve birikme sonunda görüyosun ki bunlar, yani bulutların arasından yağmur çıkıyor. O, gökten yani bulutlardan oradaki dağlardan, dağlar gibi büyük bulut parçalarından dolu yağdırır. Yukarıda bulunan her şey semâ diye tanımlanır. Bir şeyin sema'sı, o şeyin yukarısı demektir. ”Bered" ise: yağmur damlalarının havada donup .katılaşmasıyla ortaya çıkan dolu anlamına gelir. Bazıları şöyle demiştir: ”Yüce Allah gökte pek çok dolu kütleleri ve buz dağlan yaratınış ve onlara bir melek tayin etmiştir." Ancak, yaygın ve doğru olan görüş şudur: ”Buharlar yükselip soğuk hava tabakasına ulaşınca soğuktan dolayı bulut haline gelir; soğukta bir artış olmazsa yağmur halinde, aksi halde dolu olarak yağar. Bazan da hava aşırı derecede soğur ve sıkışır. Bu durumda ya yağmur, ya da kar yağar. Bunların hepsi, Allah'ın iradesine, hükmüne ve insanların faydalarına dayalı dileğine bağlıdır." Artık onu yani inen doluyu dilediğine isabet ettirir. Bu durumda o kişi, ya doğrudan zarar görür, ya da ekin, hayvan ve meyveden ibaret mal açısından zarara uğrar. Dilediğinden de onu uzak tutar ve o kişi, zararından emin olur. Bu bulutlardan çıkan şimşeğin aşırı parıltısı ve hızlı gelişiyle neredeyse gözleri kapacak! Birbirine zıt iki şeyden, birini diğerinden meydana getiren Allah, her şeyden yücedir. Şimşek anlamına gelen Arapça ”berk" kelimesi, buluttan çıkan parıltı demektir. Şimşekle ilgili olarak ”İhvanu's-Safâ" isimli eserde: ”Berk, bulut kütleleri içinde, bulut parçalarının çarpışması sonucunda ortaya çıkan kıvılcımdır" denilmiştir. 44Allah, birinin süresini kısaltıp diğerininkini uzatarak veya sıcak, soğuk, karanlık ve aydınlık gibi durumlarını değiştirerek gece ile gündüzü evirip çeviriyor. Hadis-i Kudsî'de Allahu teâlâ şöyle buyurmuştur: ”İnsanın zamana sövmesi beni tasalandırıyor. Çünkü zaman, Bana bağlıdır ve emir Benim elimdedir; gece ile gündüzü Ben evirip çeviriyorum. ”m Şüphesiz bunda, bulutları sürmekten itibaren gece ile gündüzün evirip çevrilmesine kadar açıklanan bölümde gözleri olanlar için, yaratan'ın varlığına, birliğine, sonsuz kudretine ve her şeyi kuşatan bilgisine delil oluşturan mutlak bir ibret vardır. Kalbin idrak gücüne basiret ve basar denir. Yani, kinıirı basireti varsa, zikredilen şeylerden hareketle, yaratanın birliğine kesin olarak, işaret eden sonsuz kudretini, eksiksiz ilmini idrak eder. Sa’ld b. Müseyyeb'e, ”İbadetlerin hangisi daha üstündür?" diye sorulmuş; o da: ”Allah'ın var ettiklerini düşünmek ve O'nun dini hakkında derinlemesine bilgi sahibi olmaktır" diye cevap vermiştir. 45Allah, yeryüzünde hareket eden her canlıyı sudan yarattı... İşte bunlardan kimi, yılan ve balık gibi, karnı üstünde sürünür, kimi, insan ve kuşlar gibi iki ayağı üstünde yürür ve kimi de, ehli ve vahşi hayvanlar gibi, dört ayağı üstünde yürür. Bu arada, daha fazla ayağa sahip olan örümcek ve benzeri haşereler dikkate alınmadığından, söz konusu edilmemiştir. Ama bunlar da şekil olarak, tıpkı dört ayak üzerinde yürüyenler gibidir. İşte Allah bütün bu gibi şeylerden dilediğini yaratır. Çünkü Allah, her şeye gücü yetendir. Dilediğini dilediği gibi yapandır. 46Yemin olsun ki Biz, dini hükümlerden ve yaratılışla ilgili sırlardan, açıklanması uygun görülen her şeyi açıklayan âyetler indirdik. Allah, dilediğini, bu âyetler hakkında doğru görüşe erdirerek ve onların anlamlarını düşünmeye sevkederek doğru yola, yani Allah'ın dini olan İslâm'a, O'nun rızasına ve cennetinin yoluna iletir. 47Bazı insanlar 'Allah'a ve Peygamber'e inandık ve itaat ettik', emir ve yasaklar konusunda onlara boyun eğdik diyorlar. Bu âyet-i kerime, Yahudilerden biriyle bir arazi hakkında tartışmaya giren münafık Bişr hakkında inmiştir. Aralarındaki ihtilâfa çözüm bulmak üzere, Bişr Yahudiyi, Yahudi âlimlerden olan Ka'b b. Eşrefe davet ederken, Yahudi de onu Hazret-i peygamber'e davet ediyordu. Âyet-i kerimede ifadenin çoğul olarak getirilmesinin amacı, sözü söyleyene destek olan bir grubun ve ona uyanların bulunduğunu bildirmek içindir. Ondan, yani söylenen sözden sonra da içlerinden bunu söyleyenlerden bir grup, hükmünü kabul etmekten yüz çeviriyor. Bunlar mü'min, yani iman ve itaat ettiğini iddia edenler, imanda samimi olup onda sebat eden kimseler değillerdir. 48Onlar, aralarında Peygamberin hüküm vermesi için Allah'a ve Peygaınber’ine çağrıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler. Nitekim, münafıkların bir kısmı, borçlu çıkacaklarını ve Hazret-i Peygamber’in adaletli olarak karar verdiğini bildiklerinden. Allah Rasülünün hakem tayin edilmesine yanaşmamışlardır. Her ne kadar hüküm Allah'ın ise de, uygulamada hükmü Hazret-i Peygamber vermektedir. Onun için âyette: ”Hüküm vermeleri için" şeklinde tesniye (ikil) olarak değil de ”hüküm vermesi için" şeklinde tekil olarak gelmiştir. 49Ama, eğer hak, yani hüküm kendi aleyhlerine değil de lehlerine ise, ona gönülden bağlı olarak lehlerine hükmedeceğini kestirdiklerinden saygı ile gelirler. 50Kalblerinde bir hastalık mı var? Bu yüz çevirme, kâfirlikleri ve münafıklıklarından dolayı kalblerinin hasta oluşundan mı kaynaklanıyor? Yoksa doğruluğu ortaya çıkmasına rağmen Rasûlüllah'ın peygamberliği hakkında şüphe mi ediyorlar? Yoksa Allah'ın ve Rasûlü'nün kendilerine hüküm vermede haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır; asıl zalimler onlardır! Yani onların bu tavrı, belirtilen hiçbir şeyden dolayı değildir. Çünkü onlar, Allah Rasûlünün emanet anlayışını ve hakka olan bağlılığını biliyorlar. O halde onlar, kendilerinden alacaklı olan kişilere haksızlık etmek isteyen ve bu amaçla Hazret-i Peygamberin hakemliğini reddeden zalim kişilerdir. 51Aralarında, hasınılarıyla kendi aralarında, bu hasımları ister kendilerinden ve ister başkalarından olsun, peygamber hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlü'ne davet edildiklerinde, daveti ‘lşittik ve kabul edip icabet ederek itaat ettik' demek, sadece mü'minlerin söyleyeceği sözdür, işte asıl bunlar, yani zikredilen güzel niteliklere sahip olanlar kurtuluşa erenlerdir. Arzu ettikleri her şeyi elde eden ve korkulu hallerden emin olan kimseler onlardır. 52Her kim Allah'a ve Rasûlü'ne, yani Yüce Allah'ın ve elçisinin dini hükümlerine itaat eder, işlediği günahlardan dolayı Allah'tan korkar ve ömrünün geri kalan kısmında O'ndan sakınırsa, işte asıl bunlar, bu itaat edip korkanlar, kurtulanlardır. Daimi nimetlere kavuşanlar başkaları değil, ancak bunlardır. 53Onlar, yani münafıklar, sen kendilerine savaşa çıkmayı emrettiğin takdirde, mutlaka (cihada) çıkacaklarına dair, en ağır yeminleriyle Allah'a yemin ettiler. Nitekim onlar Rasûlüllah'a, ”Eğer sen savaşa yıkarsan biz de seninle çıkarız; bize cihadı emredersen savaşırız" diyorlardı. Oysa onların bu sözü yalan ve yeminleri sahtedir. Bu sebeple âyetin devamında Hazret-i Peygamber'e, yeminlerini reddetmesi emredilmiştir. Âyetin aslında geçen ”cehd"güç, gayret; ”yemin" ise, lügatta kuvvet demektir. Dini bir terim olarak ”yemin," Allah'ı anarak haberin doğru veya yanlış olduğunu pekiştirmektir. De ki: İddia etmekte olduğunuz itaatten dolayı Allah'a 'yemin etmeyin. İtaatiniz bellidir. Yani itaatiniz, kalbte yeri olmayan ve sadece dille ifade edilen münafık itaatidir. Bu itaat, herkes tarafından bilindiğini ilân etmek için âyette ”bellidir" şeklinde dile getirilmiştir. Diğer bir izaha göre âyetin anlamı: ”Samimiyet ve iyi niyetle yapıldığı bilinen bir itaat, sizin için daha hayırlı ve sadece dille yaptığınız yeminden daha anlamlıdır" şeklindedir. Bilin ki Allah, yaptıklarınızdan, sözünüzle itaatiniz arasında çelişki oluşturan sözdeki itaatinizden haberdardır', size buna göre muamele eder. 54De ki: Rahmet ve kabul edilmesini umarak farz ve sünnetlerde 'Allah'a itaat edin; Peygamber'e itaat edin.' Eğer bu itaatten yüz çevirirseniz şunu bilin ki, Peygamber’in sorumluluğu kendisine yükletilen, sorumlu olduğu peygamberliği tebliğ etmesi, sizin sorumluluğunuz da size yükletilendir, yani daveti kabullenip itaat etmenizdir. Eğer ona, emrettiği gibi itaat ederseniz, o her iyiliğe ulaştıran ve kötülükten kurtaran doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygamber'e, Hazret-i Muhammed'e düşen, sadece, açıklamaya ihtiyaç duyulan şeyleri açık bir şekilde duyurmaktır. Şüphesiz Hazret-i Peygamber bu duyuruyu yapmış, yerine getirirseniz lehinize, yüz çevirirseniz aleyhinizedir. İfade edildiğine göre üç âyet, bu âyetlerde iki husus bir arada bulunacak şekilde inmiş, dolayısıyla bunlardan biri terkcdilirse diğeri kabul edilmez: a) Allahu teâlâ, ”Namaz kılın ve zekât verin..." (Bakara: 43) buyurmuştur. Buna göre bir kimse namaz kılar, fakat zekât vermezse, namazı kabul edilmez. b) Allahu teâlâ şöyle buyurur: ”Allah'a itaat edin; Peygamber'e itaat edin." (Nûr: 54) Bu sebeple Allah'a itaat edenin, Peygamber'e itaat etmediği sürece, Allah'a itaati geçersizdir. c) Yine Allahü teâlâ: ”...Bana, anne ve bahana şükret..." (Lokman: 14) buyurmuştur. Âyete göre, nimetlerden dolayı Allah'a şükredip anne ve babasına şükretmeyen kimsenin bu şükrü kabul edilmez. Şu halde. Hazret-i Peygamber'e itaat etmek, kabul kapısının anahtarıdır. Nitekim Ashab-ı. Kehf in köpeği, Allah'a itaat hususunda kendilerine tâbi olunca, mutlu olarak onlarla birlikte kurtulmuştur. Bu olay, itaatin şerefine ait bir örnek oluşturur. İtaat edenlere tâbi olanın durumu böyle olursa, bizzat itaat edenlerin durumu nasıl olur? 55Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi, hükümdarların, kendi ülkelerinde tasarrufta bulundukları gibi tasarrufta bulunmak üzere yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini tartışmasız, hükümlerine göre amel etmeye devam etmek üzere kendileri için iyice yerleştirip koruyacağını... Âyet-i kerimede sözü edilenler. Hazret-i Peygamber ve onunla birlikte olan mü'minlerdir. Şüphesiz onlar, insanlara öğüt veren ve Allah için rehberlik isteyenlere rehber olan kimselerdir. Ve düşmanlardan geçirdikleri korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vadetti. Nitekim Ashab-ı Kiram, hicretten önce korku içindeydiler ve gece gündüz her zaman silâhlı bulunuyorlardı. Nihayet Allah, vaadini yerine getirerek onları Araplara karşı galip getirdi; doğu ve batıdaki ülkeleri onlara açtı. Âyette geçen ”Tebdil," bir şeyi başka bir şeyin yerine koymaktır. Karşılığı getirilmeden yapılan değişikliğe ise ”tağyir" denir. Çünkü onlar Bana kulluk ederler; ibadette hiçbir şeyi Bana eş tutmazlar. Artık bundan, bu vaadden. sonra kim inkâr ederse, dinden döner veya kâfir olmaya devam eder, ya da bu büyük nimete karşı nankörlükte bulunursa, işte bunlar asıl günahkârlardır. Fâsık ve azgın kimselerdir. Âyetteki vaad, tevhid anlayışının sürdürülmesine bağlıdır. 56Namazı kılın, zekâtı verin. îman edip iyi amel işleyin ve peygamber'e, size emrettiği diğer işlerde itaat edin ki, merhamete nail olasınız. Yani, size merhamet edilmesini umarak anılan şeyleri yapın. 57Ey Rasülüm Muhammed! Veya hitaba uygun olan kişi! İnkâr edenlerin, yeryüzünde var güçleriyle kaçsalar bile hiçbir yerde Allah'ı, kendilerini helak etmesi hususunda âciz bırakacaklarını sanma! Onların varacağı yer cehennemdir. Ne kötü bir varış yeri dir cehennem! 58Rivayet edildiğine göre Ebu Mersed’in kızı Esmanın bir oğlu, hoşlanmadığı bir anda Esmanın bulunduğu yere girmiştir. İşte bunun üzerine aşağıdaki âyet inmiştir. Bu âyet, hem mü'min erkekleri ve hem de mü'min hanımları kapsamına almıştır; yani hitap herkesedir. Ey iman edenler! Elleriniz altında bulunan köle ve cariyeler ve içinizden henüz erginlik çağma girmemiş olanlar, -cinsel arzu duymayan çocuklar- şu üç vakitte; sabah namazından önce, yataktan kalkıp yatak kıyafetlerinin çıkarılması anında, öğleyin soyunduğunuz vakit, kaylüle denilen öğlen uykusu için elbiselerinizi çıkardığınızda ve yatsı namazından sonra soyunma ve yorgana bürünme anında yanınıza gireceklerinde sizden hür olanlarınızdan gündüz ve gece üç vakitte izin istesinler. Çünkü bu vakitler, gaflet saatleridir. Bunlar, mahrem halde bulunabileceğiniz genelde açık olabileceğiniz, üç vakittir. Bu vakitlerin dışında yani bu üç mahrem halin herbirinin dışında ne sizin için, ne de onlar yani köle ve çocuklar için bir mahzurizinsiz girmelerinde bir günah yoktur. Çünkü emre muhalefet edecek bir durum bulunmamakla ve mahrem yerlerini görme söz konusu olmamaktadır. Çünkü onlar hizmet için sizin yanınıza çok girip çıkmak zorundadırlar. Birbirinizin yanına onların size hizmet etmek ve sizin de onlardan hizmet talep etmek üzere girip çıkabilirsiniz. Eğer Allah onları, her seferinde izin istemekle sorumlu tutsaydı, bu durum kendilerine ağır gelirdi. Bu sebeple, söz konusu vakitler dışında izin istemeyi terketmelerine ruhsat tanınmıştır. İşte Allah, bu açıklamayı yaptığı gibi, hükümleri açıklayıcı âyetleri size böyle açıklar. Allah, her şeyi bilendir; dolayısıyla durumlarınızı da bilir ve bütün işlerinde hüküm ve hikmet sahibidir. Bu sebeple, sizin için her bakımdan uygun olan esasları emreder. İkrime'den nakledildiğine göre Iraklı iki kişi, bu âyetle ilgili olarak İbn Abbas'a soru sormuş, o da şöyle cevap vermiştir: ”Allah settar (günahları çok örten, bağışlayan) dır. Bu sebeple O, örtüyü ve kapalılığı sever." Önceleri kapılar üzerinde perde yoktu. Onun için insan aniden çocuğu veya hizmetçisiyle karşılaşıyor, dolayısıyla hoş olmayan bir manzara ortaya çıkıyor ve görülmesini sevmediği bir tarafı görülüyordu. Bu durum karşısında Yüce Allah mü'minlerin, birbirlerinin yanına girmek istediklerinde, ifade buyurduğu üç vakitte izin alarak girmelerini emretmiştir. Daha sonra, bu üç vaktin dışında izinsiz girmelerine ruhsat tanıyarak kolaylık getirmiş, bol rızık lütfetmiş; onlar da artık perde kullanmaya başlamışlardır. Daha sonra insanlar, kendilerine emredilen üç vakitte izin istemeyi yeterli bulmuşlardır. 59Çocuklarınız, yabancı hür çocuklar erginlik çağına girdiklerinde... Erginlik çağına gelmiş köle, bu âyetin kapsamı içinde değildir. Çünkü köle, hanımefendisinin yanına girmek, istediği zaman, üç vaktin dışında izin istemez. Kendilerinden öncekilerin, yani erginlik çağına gelenler veya dalia önce zikredilenler izin istedikleri gibi, yanınıza girmek istediklerinde izin istesinler. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklar. Allah bilendir, hikmet sahibidir. Allahu teâlâ bu âyeti, söz konusu izin istemekle ilgili emrini pekiştirmek ve vurgulamak için tekrarlamıştır. Erkek çocuğun erginlik çağına gelmesi, ihtilânı olması ve meninin gelmesi ile olur. Kız çocuğunun erginliği ise, hamile kalabilecek seviyeye ulaşması ve âdet görmesi ile olur. Eğer erkek ve kız çocukta bu haller görülmezse, o taktirde yaygın olan görüşe göre onbeş yaşını doldurunca erginlik çağına gelmiş sayılırlar. Buna, zahiri erginlik çağı, organlarla ilgili gelişmelerden kaynaklanan erginlik denir. Bir de, hakikat sırrına vakıf olmaktan ibaret olan batini (gözükmeyen) erginlik vardır. Bazan bu erginlik belirtileri küçüklükte de ortaya çıkabilir. Eyüp (aleyhisselâm) şöyle demiştir: ”Allah, hikmeti küçüğün ve büyüğün kalbine yerleştirir. Allah, kulunu hikmet sahibi yapınca, yaşının küçüklüğü, onun hikmet sahibi kişilerin yanındaki değerini düsürmez. Çünkü onlar, Yüce Allah'ın keramet nurunu üzerinde görürler." Hüseyin b. Fazl, halifelerden birinin huzuruna girmişti. Halifenin yanında birçok ilim adamı vardı. Hüseyin, konuşmak istemiş ve fakat halife konuşma isteğini reddederek kendisine şöyle demiştir: ”Bu makamda çocuğun konuşması uygun düşer mi?" Hüseyin: ”Çocuksam, Süleyman (aleyhisselâm)'ın Hüdhüd kuşundan daha küçük değilim; sen de Süleyman (aleyhisselâm)'dan daha büyük değilsin." Nitekim Hüdhüd Hazret-i Süleyman'a şöyle demişti: ”...Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim..." (Neml: 22) 60Bir nikâh ümidi beslemeyen, yani yaşlılıktan dolayı evlenmeyi arzu etmeyen, çocuktan ve âdet görmekten kesilmiş yaşlı kadınların, gizli zinetlerini yabancı erkeklere göstermeksizin çarşaf ve manto gibi dış elbiselerini yabancı, erkeklerin yanında çıkarmalarında kendilerine bir vebal ve günah yoktur. Yine de iffetli olmaları, töhmet altında bulunmaktan kendileri için daha hayırlıdır. Allah, her şeyi bütünüyle işiten, dolayısıyla kendileriyle erkekler arasında cereyan eden şeyleri de duyan ve bilendir. Bu sebeple, söz konusu kadınların maksatlarını bilir. Âyet-i kerimede açık bir uyarı vardır. Şüphesiz evlenme ümidi beslemeyen yaşlı kadına, şehvetten emin olunması halinde bakmak caizdir. Aynı zamanda yaşlı kadın, derece bakımından değil, örtüyü bırakma açısından erkek hükmünde kabul edilmiştir. Hikmet sahibi biri şöyle demiştir: ”Erkeğin ömrünün son yarısı daha hayırlıdır. Çünkü o dönemde cehaleti yok olur, acıma hissi artar ve görüşü isabetli olur. Kadının ömrünün son yarısı ise, daha kötüdür. Nitekim o devrede kadının ahlâkı fenalaşır, eazgulaşır ve çocuktan kesilir." Anlatıldığına göre, yaşlı bir kadın hastalanmış, bunun üzerine oğlu onu doktora götürmüştü. Doktor, kadının renkli elbiselerle süslendiğini gördü ve durumunu sezerek oğluna: ”Bu kadının evlenmesi gerekir" dedi. Kadının oğlu: ”Yaşlı kadınların evlilikle ne ilgisi vardır?" deyince yaşlı kadın oğluna: ”Yazıklar olsun sana! Sen doktordan daha mı iyi biliyorsun?" diye çıkıştı. 61A'maya güçlük, günah ve vebal yoktur; topala ayağına bir şey olup topallayarak yürüyene güçlük yoktur; hastaya da güçlük yoktur. Bu âyetle ilgili olarak müfessirler şöyle demişlerdir: ”Söz konusu bu özürlü grup, sağlıklı ve özürsüz kişilerle yemek yemekten sıkılıyorlardı. Çünkü özürlü kişiler, kendilerinden tiksinti duyulacağından endişe ederek, hareketleriyle özürsüz kişilere eziyet etmekten korkuyorlardı. İşte bu âyet, bunun üzerine inmiştir." Sizin için de, gerek kendi evlerinizden, gerek babalarınızın evlerinden, annelerinizin evlerinden, erkek kardeşlerinizin evlerinden, kız kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden veya anahtarlarını üzerinizde bulundurduğunuz yerlerden, yahut dostlarınızın evlerinden yemenizde, siz ve beraberinizde bulunanların yemesinde bir sakınca yoktur. Âyet-i kerimedeki ”Evlerinizden yemenizde" ifadesinden, ”ikamet ettiğiniz ve içinde yiyeceğinizin bulunduğu evlerden yemenizden" şeklinde anlaşılmamalıdır. Bunun anlamı, ”Eşlerinizin, çocuklarınızın ve kölelerinizin evlerinden yemenizde" demektir. Çünkü hanımın evi, kendi evi gibidir. Çocukların evi de böyledir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Kişinin yediği en güzel ve en iyi şey kazancından yediği şeydir. Çocuğunun kazancı da kendi kazancı gibidir. ” Öte yandan, ”Anahtarlarını üzerinizde bulundurduğunuz yerlerden..." demek ”Ev sahiplerinin izniyle tasarruf imkânına sahip olduğunuz evlerden..." demektir. Tıpkı sağlıklı kişinin savaşa çıkarkan evinin anahtarlarını zayıf bir kişiye teslim edip evinde bırakması gibi. "Dostlar" diye tercüme ettiğimiz ”sadîk" kelimesi sevgi ve muhabbetiyle insana yönelen kişi, dost demektir. Ne güzel ifade edilmiştir! ”Dost, senin her söylediğini doğrulayan değil, sana doğruyu söyleyendir."“Dostlarınızın evlerinden..." demek, ”aranızda neseb yakınlığı bulunmasa bile, dostlarınızın evlerinden..." demektir. Rivayete göre Hasan-ı Basrî, bir gün evine girmiş ve içeride dostlarından bir gurubun, sedirinin altında bulunan yiyeceğinden alıp yerken görmüştür. Buna oldukça sevinen Hasan-ı Basrî, Bedir Savaşına katılanları kastederek, ”Onları da bu şekilde buldum" demiştir. Yine bu konuda müfessirler şu hususu dile getirmişlerdir: ”Yemek yeme, açıkça verilen izinle veya yakınlık, dostluk gibi bir bağ ile ev sahibinin hoşnutluğu bilindiği zaman olur." Âyet-i kerimede belirtilen grup, aralarında alışılagelmiş sıkı ilişkiden dolayı dile getirilmiştir. Yani, onlar evlerinde bulunmasalar bile, azık ve yiyecek alıp götürmeyeceğinizi bilirlerse evlerine girip yemeklerinden yemenizde size bir sakınca yoktur. Toplu halde veya ayrı ayrı yemenizde de bir güçlük ve günah yoktur. Âyette geçen ”eştât" kelimesi, ”ayrı" anlamına gelen ”şet" kelimesinin çoğuludur. Âyetin bu bölümü, Kinâne'den bir kabile hakkında inmiştir. Nitekim o kabile halkı, ayrı ayrı yemekten sıkılıyordu. Hatta onlardan biri, birlikte yemek yiyeceği birini buluncaya kadar gün boyunca yemek yemeden bekler, bulamadığı takdirde akşamleyin yalnız başına yerdi. İşte bu âyet, yalnız başına yemek yemeye ruhsat vermektedir. Evlere, belirtilen evlere yemek veya başka bir maksat için girdiğiniz zaman... Bu bölümde, evlere girmeye izin verildikten sonra girmenin adabının açıklanmasına geçilmiştir. Allah tarafından, O'nun emriyle katından hüküm verilmiş, fazlasıyla hayır ve sevaba vesile olan bereket, işitenin gönlünün hoşlanacağı ve pek güzel bir yaşama dileği olarak kendinize, kendiniz gibi saydığınız ev halkına selâm verin. İşte Allah, bu açıklamayı yaptığı gibi düşünüp anlayasımz, ilâhî prensipleri, hükümleri ve ahlâk kurallarını anlayıp dünya ve âhiret saadetine kavuşmanız için gerekeni yerine getiresiniz diye, kurallarını belirten âyetlerini böyle açıklar. 62Mü'minler, imanda olgunluk derecesine erenler Allah'a ve Rasûlü'ne gönülden inanmış gizli açık her durum ve konumda itaat eden kimselerdir. Bu âyet -i kerime, Hendek Savaş'nda Hazret-i Peygamber’in hendek kazılmasını emrettiği zaman bazı münafıkların izinsiz ayrılmaları üzerine inmiştir. Onlar, o peygamberle birlikte toplumsal -Cuma, bayram, savaş ve bazı işlerle ilgili danışma gibi, bir araya gelinmesini gerektiren önemli- bir işle meşgulken, gitmek için ondan izin istemedikçe, izin almadan bırakıp gitmezler. Yanından dağılmazlar. Rasûlüm! Şu senden izin isteyenler, hakikaten Allah'a ve Rasûlü'ne iman etmiş kimselerdir. İzin isteyenlerin dışındakiler böyle değildir. Öyleyse, imanda olgunluk derecesine erişenlerin izin isteyenler olduğu ortaya çıktıktan sonra bazı önemli işleri için ayrılmak üzere senden izin istediklerinde bir takım hikmet ve faydalardan dolayı sen de onlardan dilediğine izin ver. Bu konuda sana hiçbir itiraz söz konusu değildir. Ve onlar için izinden sonra Allah'tan bağış dile. Bu kısımda, kişinin ayrılıp gitmeyi içinden geçirmemesinin daha doğru olduğuna işaret edilmiştir. Çünkü Allah, kullarının yanlışlıklarını çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir, Bu sebeple, kullar üzerinde pek çok merhamet izleri bulunmaktadır. 63Ey mü'minler! Peygamber’in çağırmasını kendi aranızda birinizin diğerini çağırması gibi tutmayın. Yani, Peygamber’in sizi herhangi bilişe çağırmasını, birbirinizi çağırmakla aynı değerde görmeyin. Nitekim, aranızda söz konusu olan çağırmada aldırış etmemek, cevap vermemek ve izinsiz ayrılmak mümkün olabilir. Oysa Hazret-i Peygamber’in davetine icabet etmek farz, izni olmadan ayrılmak ise haramdır. Bazı Müfessirler bu âyeti şöyle yorumlamışlardır: ”Aranızda herkes, birbirini ismiyle çağırdığı gibi, onu da tıpkı: 'Ey Muhammed!, Ey Abdullah'ın oğlu!' gibi isimlerle çağırmasın ve ona karşı sesini yükseltmesin; ancak saygı ifade eden: 'Ey Allah'ın Nebisi', 'Ey Allah'ın Rasûlü' gibi unvanlarla seslensin." Âyet-i kerimede, iyiliği öğreten kişiye saygı gösterilmesi gerektiği dile getirilmiştir. Şüphesiz Rasûlüllah, iyiliği ve hayrı öğretenlerin başında yer alıyordu. Bu sebeple Allah, ona saygı ve hürmet gösterilmesini emretmiştir. Aynı zamanda burada, hem hocanın hakkını tanımaya ve hem de faziletli kişileri öğrenmeye yer verilmiştir. Öte yandan, ”Hakâiku’l-Bekli" isimli eserde müellif şöyle demiştir: ”Allah Rasûlü'ne saygı göstermek, Allah'a saygı göstermektir; onu tanımak, Allah'ı tanımaktır. Ona karşı edeble hareket etmek, Allah'a karşı edeble hareket etmek anlamına gelir." İçinizden, birini siper ederek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Tesellül, yavaş yavaş, gizlice bir yerden çıkmaktır. Birinin, habersiz olarak insanlar arasından sıvışıp uzaklaşmasına, ”Teselleler-ractıl" denir. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: ”Allah, cemaatten yavaş yavaş gizlice uzaklaşanları bilmektedir." Livâz ise, başkasının görmesi endişesiyle bir şeye bürünerek gizlenmektir. Bazı müfessirler şöyle demiştir: ”Cuma günü Hazret-i Peygamber’in hutbesini dinlemek münafıklara ağır geliyordu. Bu sebeple onlar izin istemeksizin birbirinin arkasına saklanarak camiden gizlice çıkıyorlardı. Bunun üzerine Allah, bu âyetle kendilerini uyarmıştır." Bu sebeple, O'nun emrine, emrinin gereğini yerine getirmeyerek aykırı davrananlar, başlarına bir belâ, yani dünyada hastalık, cinayet ve devlet başkanının baskısı gibi beden veya mala gelen bir dert gelmesinden veya kendilerine âhirette çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar. 64Bilmiş olun ki, göklerde ve yerde ne varsa, yaratma, mülk ve tasarruf açısından bütün varlıklar Allah'ındır. Ey mükellefler! O, sizin hal, vaziyet, samimiyet ve münafıklık açısından ne yolda, (ne durumda) olduğunuzu iyi bilir. Emrine aykırı hareket eden münafıkların, cezalandırılmak üzere huzuruna döndürülecekleri günde ise, yaptıklarını, kötü amellerini hemen onlara bildirir. Yani Allah, onları şahitler huzuruna çıkararak dünyada yaptıkları kötülükleri kendilerine bildirir ve kötü amellerine karşılık onları uygun olan cezaya çarptırır. Allah, her şeyi hakkıyla bilir. O'na, yerde ve gökte hiçbir şey gizli kalmaz. Bu sebeple, münafıkların amellerini gizlemelerinin ve saklamalarının anlamı yoktur. Şüphesiz, tamamiyle dünya ve âhiret nimetlerine bağlı kalmak. Allah'a gönül veren zahid kimselere haram sayılır. Evet, Hak ehli olanlar âhireti, Allah'ın hoşnutluğunu elde etmek için severler. Hakikat ehli biri şöyle demiştir: ”Seni Mevlâ'dan alıkoyan ne varsa, senin dünyan sayılır." O halde akıllı kişi, dünyaya karşı olan sevgi bağlarını koparmalı, durumunu düşünmeli, ceza ve mükâfat günü gelmeden önce kendisini hesaba çekmelidir. Bu hayatın sonunda ölüm vardır. Buradaki nimetler sürekli ve sabit değildir. Şâir ne güzel söylemiştir: Geceler hiç kimseye iyilikte bulunmadı ki, Daha sonra ona kötülük yapmış olmasın. Bir başka şâir de şöyle demiştir: Günler güzel olduğu zaman sen de onlara hüsnü zanda bulundun. Kaderin getireceği kötülükten korkmadın. Allah'ım! Bizleri gafil kimselerden eyleme! Ey âlemlerin Rabbi! Bizi, itaatini ve hoşnutluğunu elde etmeye muvaffak eyle! Allah'ın yardımı ve O'nun başarılı kılmasıyla Nur Sûresi'nin tefsiri sona ermiştir. |
﴾ 0 ﴿