FURKAN SURESİ1Âlemlere uyarıcı, insanları ve cinleri Kuranla uyarıcı, Allah'ın azabı ve Onun gazabının sonuçlarıyla korkutucu olsun diye kuluna yüce Habibi ve seçkin dostu Rasûlüm Muhammed Mustafa'ya Furkân'ı indiren... Furkân, iki şeyin arasını ayırmak demektir. Kur’an, hakkı bâtıldan ayırdığı için Furkân adını almıştır. Nezir kelimesi munzir anlamındadır ve uyaran, ya da uyarıcı demektir. Müjdeleyene de beşîr veya mübeşşir denir. Bu kökten gelen inzar, korkulu haber vermek, tebşir de sevindirici haber vermek anlamındadır. Âyet-i Kerime’de Hazret-i Peygamber, mutlak kullukla şereflendirilmiş, bütün Peygamberlerden üstün olduğu vurgulanmış ve Hristiyanların yanlış düşüncesine cevap olarak Peygamberin bizzat Allah'ın kulu olduğu konusunda bir uyarı yapılmıştır. 2Göklerin ve yerin hükümranlığı sadece kendisine ait olan... Mülk, emretme ve yasaklama tasarrufudur. Yüce Allah Yahudi ve Hristiyanlara cevaben de şöyle buyurmuştur: Mülküne vâris olması için hiç evlât edinmeyen, Çünkü O, diridir, asla ölmez. Göklerin ve yerin mülkünde O'na karşı gelecek veya yaratmada kendisine yardım edecek, ortağı bulunmayan ve her şeyi bütün varlığı yaratıp ona bir nizam veren birtakım güçler ve özellikler sağlayan ve mahlukatın mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir. Hayır ve bereketi pek çoktur. Yani Allah, insana idrak, anlayış, yaşama ve gelecekle ilgili plan yapma kabiliyeti takdir ettiği gibi, her canlıya kendine uygun, dilediği özellik ve hareket imkânı sağlamıştır. 3Müşrikler O'nu bırakıp bütün bu şeyleri yaratana ibadet etmeyi aşarak hiçbir şey yaratmayan, kesinlikle bir şey varetmeye güçleri yetmeyen, aksine kendileri diğer mahlukat gibi yaratılmış olan, bizzat kendilerine bile ne zarar, ne de fayda verebilen, zararı gidermeye ve fayda sağlamaya gücü yetmeyen birisinin başkaları için bunu sağlamaya nasıl gücü yeter? Öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen putlardan ilâhlar edindiler. O tanrılar, hayvandan bile âcizdirler. Çünkü bazan hayvan, zararı gidermeye ve fayda sağlamaya güç yetirebilir. O halde, bu durumda olan bir varlığın ilâhlıkla ilgisi olamaz. Çünkü tanrı, öldükten sonra tekrar diriltme ve ceza verme gücüne de sahip olmalıdır. Âyet-i kerime, aynı zamanda bu hususu da vurgulamıştır. 4İnkâr edenler: 'Bu, Kur’an olsa olsa onun, Hazret-i Rasûlüm Muhammed'in kendi başına uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre yani Yahudiler de bu hususta onu uydurması konusunda kendisine yardım etmiştir, dediler. Yahudiler Hazret-i Peygambere, geçmiş milletlerle ilgili bazı haberler anlatıyorlar, o da bu habeıleri kendi ifade tarzıyla dile getiriyordu, diyorlar. Böylece onlar her yönüyle mucize olan Kur'an'ı uydurulmuş, yalan sayarak hiç şüphesiz büyük bir haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır. Çünkü onlar, Hazret-i Peygambere, onun ilgisi bulunmayan şeyler atfetmişlerdir. 5Yine onlar Kur'an hakkında dediler ki: 'Bu, eskilerin masallarıdır. Geçmiş insanların ona yazdırdığı hurafe ve asılsız şeylerdir. Onu yazdırmış. kendisi için yazılmasını emretmiş. Çünkü kendisi yazmasını bilmiyordu. O masallar, sabah akşam her zaman kendisine Hazret-i Rasûlüm Muhammed’e okunuyor.' İletiliyor, ezberlemesi için kendisine okunup duruyor. ”Esatir" masal anlamındaki ”ustûre" kelimesinin çoğuludur. Kamusun yazarı, ”Esâtir'in asılsız sözler olduğunu söylemiştir. 6Ey Rasûlüm Muhammed! Onlara cevap vermek ve hakkı gerçekleştirmek üzere de ki: 'Onu, göklerdeki ve yerdeki gizlilikleri gaybı bilen Allah indirdi. Çünkü O, fesahati yani söz üstünlüğü ile sizi âciz bırakmış ve sadece esrarı bilenin bilebileceği birtakım haberleri içermektedir. Ona nasıl öncekilerin masalları diyebilirsiniz. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.' Yani Allah, devamlı olarak bağışlamakta ve merhamet etmektedir. Bu sebeple, azaba maruz kalmanızı haketmenizle birlikte söylediğiniz şekilde O, sizi cezalandırmaz. Şüphesiz Yüce Allah Kuranı, mutlu kimseler Kur'an sayesinde hidayete ersinler ve bahtsız kimseler de sapsın ve Kuranın uydurma ve yalan olduğunu ileri sürsünler diye, insanların yararını gözetmek üzere sonsuz hikmetine uygun olarak indirmiştir. Nitekim Allahü teâlâ onlar için şöyle buyurmuştur: ”...Fakat onlar bununla doğru yola girmek arzusunda olmadıkları için, bu eski bir yalandır, diyeceklerdir." (Ahkâf: 11) Kur'an, ancak iman nuruyla anlaşılır. Küfür ise karanlıktır. Bu sebeple kâfirler, nurlu Kuranı karanlık görerek onu beşer sözü saymışlardır. 7Onlar yani müşriklerin ileri gelenleri şöyle dediler: 'Bu ne biçim Peygamber ki, bizim yediğimiz gibi yemek yiyor ve geçimini temin etmek için tıpkı bizler gibi çarşılarda dolaşıyor. Bu âyet-i kerime’de, müşriklerin Hazret-i Peygamber'i küçük düşürmek için kullandıkları ifadelere yer verilmiştir. ”Peygamber" diye adlandırılması da alaylı bir tavrın ifadesidir. Yani, ”Peygamberliğini iddia eden bu adama ne oluyor?" demektir. Böylece onlar Peygamber'in bir melek veya bir kral değil de normal bir insan olmasını kabullenememişlerdir. Nitekim melekler yemez ve içmezler; krallar da ihtiyaçlarını karşılamak üzere pazara çıkmaz ve diğer normal insanlar gibi serbestçe dolaşmazlar. Öte yandan inkarcılar, basiretlerinin yokluğu ve dar görüşleri dolayısıyla Peygamber'in kendileri gibi olmasını tuhaf karşılamışlardır. Aslında Peygamberleri diğer insanlardan farklı düşünmek, bedenleriyle ilgili değil, ancak iç âlemleriyle alâkalı olan durumlarda mümkündür. et-Te'vîlâtü'n-Necmiyye isimli eserde şöyle denilmiştir: ”Allahu teâlâ, kâfirlerin sağır, dilsiz, kör olduklarına ve düşünemediklerine işaret etmiştir. Çünkü onlar. Peygambere hayvani duygular taşıyan bir anlayışla bakmışlardır. Aslında kendileri, ruhanî ve rabbânî his ve duygulardan uzaktırlar." Bu sebeple, Hazret-i Peygamberin peygamberliğini ve elçiliğini anlayıp, ”Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Ancak o, Allah'ın rasûlü ve Peygamberlerin sonuncusudur." (Ahzâb: 40) âyetini kavrayamamışlardır. İşte bu yüzden Yüce Allah şöyle buyurmuştur: ” ...Onların sana baktıklarını görürsün, Halbuki onlar görmezler." (A'raf: 198) Ona, kendisiyle Peygamberle birlikte uyarıcı olarak uyarmada ona destek olacak bir melek insan ve cin suretinde değil de, kendi şekil ve suretinde indirilmeli değil miydi? 8Yahut kendisine gökten, destek göreceği ve geçimini temin etmeye ihtiyaç duymayacağı bir hazine verilmeli veya içinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi?' Yani ona bir hazine atılmış olmasa bile, en azından servet sahibi kişilerin sahip olduğu gibi, bir bahçesinin olması gerekirdi. O zalimler: müminlere 'Siz, olsa olsa büyüye tutulmuş sihir yapılarak aklı alınmış bir adama uymaktasınız,' dediler. 9Rasülüm! Senin hakkında bak ne biçim örnekler verdiler akla uymayan bu tuhaf sözleri nasıl söylediler ve gerçekleşmekten uzak, kural dışı olan bu durumları sana nasıl yakıştırdılar? Şüphesiz onların bu tutumu, halini bilmediklerinden ve güzelliğini idrak edemediklerinden kaynaklanmaktadır. Böylece haktan saptılar. Artık bir daha yolu bulamazlar. 10Allah'ın şanı yücedir. Hayır ve bereketi pek çoktur. O, dilerse sana dünyada bunlardan yani hazine ve bahçe vermekten daha iyisini, alt tarafından ırmaklar akan cennetler verir. Fakat Allah, bu lütfunu âhirete bırakmıştır. Çünkü o, daha hayırlı ve daha devamlıdır, ve senin için tıpkı âhiretteki gibi, dünyada da saraylar ihsan eder. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Rabbim bana, Mekke'nin vadisi dolusu altın lütfetmeyi teklif etti. Bunun üzerine ben: ”Ey Rabbim! dedim. Bir gün aç kalır ve bir gün de doyarım. Aç kaldığım gün Sana yakarır ve Sana dua ederim. Doyduğum gün ise, Sana hamdeder ve Seni överim." dedim." Hazret-i Peygamber'in, kendisi için fakirliği tercih etmesinin üç hikmeti vardır: a- Zengin olsaydı, ona dünyayı şiddetle arzu eden bir zümre yönelirdi. Allahu teâlâ Peygamberi için fakirliği tercih etmiştir ki, ona yönelen âhireti arzu ederek yönelmiş olsun. b- Allahu teâlâ, fakirlerin kalplerini dikkate alarak Rasûlü İlah için fakirliği tercih etmiştir. Bu sebeple zengin, malı ile teselli bulduğu gibi, fakir de fakirliği ile teselli bulsun. c- Onun fakirliği, Allahu teâlâ'nın yanında dünyanın değersiz olduğunu göstermektedir. Nitekim Hazret-i Peygamber bu hususta şöyle buyurmuştur: ”Allah nezdinde dünyanın bir sinek kanadı kadar değeri olsaydı, oradan kâfirlere bir yudum su bile vermezdi."m Müşrikler, Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem)'in sahip olmasını düşündükleri mala sahip olmamasından dolayı onu kınamışlardı. Şu bir gerçek ki Yüce Allah'ın bu malı ona vermeye gücü yettiği gibi, çok daha değerli olanını da vermeye elbette gücü yeter. Fakat Allah, kullarına menfaatlerine göre ve dileğine uygun olarak lütufta bulunur. Hiç kimse O'nun işine itiraz'edemez. O, dilediği kuluna marifet ve ilim kapılarını açar ve aynı kişiye dünya kapılarını kapatır, başka birine de tam aksini yapar. Şâir ne güzel söylemiş: Yüksek altın dağlar, Onun olmak istedi. O ise buna karşı büyüklük gösterdi. Dünyaya önem vermediği için zaruret ölçüsünden fazlasını istemedi. Zaruret de canını koruyacak kadarı geçmez. 11Onlar üstelik, o saati de yani kıyameti, öldükten sonra yeniden dirilmeyi ve Allah'ın huzurunda toplanmayı da yalanladılar. Biz ise o kıyameti yalanlayanlar için alevli büyük bir ateş hazırladık. 12O ateş, görünebilecek en uzak bir mesafeden onları görünce ve aynı hizada karşılarında belirince, onun kendilerine karşı müthiş kaynamasını, öfkeyle dolu sesini ve uğultusunu işitirler. Âyet-i Kerime’de alevli yanan ateşin uğultusu, öfkeli birinin hiddetinden neredeyse kalbinin fırlama noktasına geldiği anda çıkardığı kükreme sesine benzetilmiştir. ”Uğultu" anlamına gelen ”zefir" kelimesi, kaburgalar şişecek kadar nefes alıp verme deyiminden alınmıştır. 13Elleri boyunlarına zincirle bağlı olarak onun yani ateşin dar bir yerine atıldıkları zaman... Burada kötü halin, darlıkla birlikte arttığı ifade edilmektedir. Nitekim, aşırı darlıktan ibaret olan ceza, bedenle çekilen cezaya eklenmektedir. Bu ceza, dünyada kalplerinin imana yer kalmayacak kadar daralmasından kaynaklanmaktadır. Orada o korkunç yerde ve feci halde yok oluvermeyi isterler. Yok olup gitmeyi temenni ederler ve yüksek sesle şöyle haykırırlar: ”Ey yok olma, helak olma! Neredesin yetiş!" 14Onlara şöyle denilir: Bugün bir kere yok olmayı istemeyin. Bir kere yok olmayı istemekle yetinmeyin. Aksine birçok defalar yok olmayı isteyin. Çünkü içinde bulunduğunuz azap, her an bu isteği tekrar etmeyi gerektirmektedir. 15De ki: 'Bu mu yani azap mı daha iyi, yoksa takva sahiplerine vaadedilen ebedî cennet mi? Âyetin metninde yeralan ”Cennetu'l-huld" terimi, nimetleri kesintiye uğramayan cennet demektir. Eğer, âyet-i kerime’de geçen iki şeyden hangisinin hayırlı olduğundan şüpheye düşülebilir mi? Akıllı bir insanın, ”Şeker mi daha tatlı, yoksa acı bir ot mu?" demesi doğru mudur?" denirse, cevap olarak şöyle denir: ”Bu metod, alay etmek, küçümsemek ve kaybedilene pişmanlık vermek için uygulanır." Orası, yani cennet onlar için Allahu teâlâ'nın bilgisi doğrultusunda, hakedikliğinden değil de, cömertliğin gereği olarak amellerine karşılık bir mükâfattır ve dönüp gidecekleri bir varış yeridir.' 16Onlar için orada, ebedî kalıcılar olarak diledikleri her şey türlü nimetler ve hazlar vardır. Çünkü bu, belirtilen cennete giriş ve orada ebedî kalış Rabbinden yerine getirilmesi istenen istenmesi ve talep edilmesi hak edilen bir vaaddir. 17Ey Rasûlüm Muhammed! Kavmine O gün Rabbin, onları kâfirleri ve Allah'tan başka taptıklarını yani melekleri, İsa ve Uzeyr'i toplayıp bir araya getireceği günü hatırlat! Allah, o taptıklarına hitaben der ki: 'Şu kullarımı size kulluk etmeye çağırarak ve ibadet etmelerini emrederek siz mi saptırdınız, yoksa onlar hakkı ihlâl ederek ve öğüt veren mürşitten yüz çevirerek kendi başlarına mı yoldan saptılar?' Bu tarz ifadenin faydası, kulları kınamaktır. Nitekim Hazret-i İsa için şöyle büyütülmüştür: ”Sen mi insanlara, 'Beni ve annemi Allah'tan başka iki ilâh olarak benimseyin' dedin?" (Mâide: 116) Allah'tan başka edinilen tanrılara soru sorularak doğru cevap aldığında kulların pişmanlık ve şaşkınlıkları artar, o tanrıların kendilerini yalanlamalarıyla da susturulurlar. 18Onlar: 'Seni tenzih ederiz... Bu ifade, ya kendilerine söylenenden dolayı hayret için, ya da doğrudan doğruya Allah'ı ortaklardan tenzih etmek maksadıyla getirilmiştir. Seni bırakıp da başka dostlar ibadet edeceğimiz ilâhlar edinmek bize yaraşmaz. Bu, doğru ve isabetli olmaz. Fakat Sen onlara ve atalarına o kadar bol nimet verdin ki... Yani, biz onları saptırmadık; fakat Sen, onların ve atalarının uzun ömür nimetinden bolca yararlanmalarını sağladın da sonunda kötülüklere daldılar ve onlara dadandılar. Sonunda seni anmayı ve kendilerine verilen öğüdü unuttular ve helaki hak eden bir kavim oldular.' derler. 19Yüce Allah şöyle buyurur: Ey kâfirler! İşte söylediklerinizde taptıklarınızda sizi yani onların tanrı olduklarına ilişkin sözünüzü yalancı çıkardılar. Artık hiç bir şekilde ne azabı geri çevirebilir, ne de gerek kendinizden ve gerekse taptığınız tanrılarınızdan bir yardım temin edebilirsiniz. Halbuki siz, onların gerçekten azap edilmenize engel olacaklarını ve size yardım edeceklerini sanmıştınız. Ey mükellefler! İçinizden kim zulmederse, yani şirk koşarsa, ona büyük bir azap tattıracağız. Cehennemde ebedî olarak kalacaktır. 20Yüce Allah bu âyetten sonra onların, ”Bu ne biçim Peygamber ki yemek yiyor ve çarşılarda dolaşıyor" demelerine karşılık şöyle buyurdu:" Rasûlüm! Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de, şüphe yok ki, istisnasız yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı. Bu durum onların Peygamberliğine engel olmadı. Ey insanlar! Sizin bir kısmınızı, diğer bir kısmınıza imtihan vesilesi kıldık. Yani Biz, fakirleri zenginlerle, hastaları sağlıklı kişilerle, avamı seçkinlerle ve zayıfları kuvvetlilerle denedik. Bakalım sabredecek misiniz? Âyetin bu bölümünde, onların denendikleri şeye sabretmelerine teşvik vardır. Nitekim Ebu'l-Leys şöyle demiştir: ”İfade, her ne kadar som şeklindeyse de, emir niteliği taşımaktadır ve 'sabredin' denmektedir." Yüce Allah, başka bir âyetinde: ”Onlar Allah'a tevbe etmezler mi?..." (Maide: 74) buyurmaktadır ki bu, ”Tevbe etsinler" demektir. Rabbin her şeyi -sabredenleri ve sabırsız olanı- hakkıyla görmektedir. İmam Gazali şöyle demiştir: ”Basîr, toprak altındaki şeyleri bile görebilecek derecede hassas bir görme özelliğine sahip olan demektir. Kulun görme ile ilgili durumu ortadadır. Ancak onun görmesi zayıf ve kısıtlıdır. Çünkü insan, gizli olan şeyleri değil, sadece açık ve ortada olan şeyleri görebilir. İnsanın görmesinin dini açıdan iki hedefi vardır: a- Gözün, âyetlere, insanın aklına durgunluk verecek şeylere ve göklere bakmak için yaratıldığını bilmesi. Bu bakış şüphesiz bir ibret niteliği taşır. Nitekim Hazret-i İsa'ya, 'İnsanlardan senin gibi olan var mıdır?' diye sorulduğunda: 'Kim ibret için bakar; düşünmek için susar ve Allah'ı anmakla meşgul olursa, benim gibi olur' diye cevap vermiştir. b- Yüce Allah'ın kendisini gördüğünü ve sözünü işittiğini bilmesi. Yaratan'ın onu görmesi ve kendisinden haberdar olmasını basite almamalıdır. Kim, Allah'tan gizleyemediğini başkasından gizlemeye kalkışırsa, Allah'ın bakışını hafife almış olur. Bu tarz bir gözetim ve denetim altında bulunmak, imanın meyvalarından birini oluşturur. Şu halde, Allah'ın kendisini gördüğünü bile bile günaha dalan ne kadar cesur, görmediğini sanan da ne kadar inançsızdır."(2) 21Bize kavuşmayı ıımmayanlar: Bunlar Mekke kâfirleridir. Allah'a kavuşmak, kıyametten ve O'na ulaşmaktan ibarettir. Bu kavuşma, aynı zamanda Allah'tan başka hiçbir otoritenin ve hakimin bulunmadığı yere dönüş demektir. 'Bize peygamber olarak ya melekler indirilmeliydi, ya da Rabbimizi açıkça görmeliydik, değil mi?' Yani kâfirler: Eğer Rasûlüm Muhammed'i tasdik etmemiz istenseydi, Allah melekler gönderir veya bizzat kendisi bize görünür ve bize ona uymayı emrederdi. Bu olmadığına göre, Allah onun doğrulanmasını istemiyor demektir, dediler. Yemin olun ki onlar, kendi içlerinde kibire kapılmışlar ve kendilerine kıymet ve değer vermişlerdir. Nitekim onlar, kendileri için meleklerden Peygamber gönderilmesini istemişler ve Yüce Allah'ı görmeyi arzu etmişler, böylece de azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir. Zulüm ve azgınlıkta haddi aşmışlardır. Çünkü onlar, büyük mucizeleri gözleriyle görmüşler, fakat onlardan yüz çevirmişlerdir. Aynı zamanda onlar, melekleri ve Yüce Allah'ı görmek gibi, kendileri için uygun olmayan bir teklifte bulunmuşlardır. Halbuki Rasülüllah (sallalahü aleyhi ve sellem)'tan başka, ümmetlerden hiçbir fert ve peygambere, Allah'ı dünyada görmek nasip olmamıştır. Hazret-i Peygamber ise O'nu dünya sınırını aştıktan sonra görmüştür. 22Fakat azap meleklerini gördükleri gün, -inanmayanların melekleri görmeleri, kendi istekleri doğrultusunda olmadığını, aksine alışılagelmiş bir tarzda olduğunu bildirmek üzere âyette bu ifade kullanılmış, bu sebeple, ”meleklerin indiği gün" şeklinde buyrulmamıştır. İşte o gün, günahkârlara hiçbir sevinç haberi yoktur. Yani, o gün suçlular müjdelenmez. Âyette suçlular, inkarcı olmalarından dolayı suçlan tescil edilmek için, zamirle değil, açık olarak ifade edilmişlerdir. Âyetteki ”o gün" sözü de pekiştirmek için tekrarlanmıştır. Bu mesajda Yüce Allah, onların arzu ettiklerini bulacaklarını fakat hoşlanmadıkları şeylerle karşılaşacaklarını açıklamıştır. Çünkü kendilerine hiçbir müjde haberi yoktur. Aksine korkutma ve azap etme uyarısı vardır. Ama müminler için böyle bir durum sözkonusu değildir. Nitekim melekler kendilerine iner ve ”Korkmayın ve üzülmeyin!" sözleriyle onları müjdelerler. Ve suçlu kâfirler melekleri gördükleri vakit: Size sevinmek 'Yasaktır, yasaklanmıştır,' derler. Burada ”yasak" anlamına gelen ”hicr" kelimesi, ”engel oldu" anlamındaki ”hecere" kelimesinin mastarıdır. ”Mehcûr" ise, yasaklanmış demektir. Sözkonusu kişiler ”hier mehcûr" deyimini, düşmanla karşılaştıkları zaman ve kötü bir hücum anında kullanıyorlardı. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: ”Onlar, kendilerine meleklerin inmesini arzu ediyorlar ve onu öneriyorlar. Fakat melekleri kıyamet günü gördüklerinde kendileriyle karşılaşmayı hiç arzu etmezler. Bu arada onlar, meleklerle karşılaşmalarına kesinlikle engel olunmasını, hoşnut olmadıkları şeyin uzaklaştırılmasını ve kendilerine yaklaşmamasını isteyerek bu sözü söylerler." 23Onların yaptıkları her işin önüne geçeriz ve onu saçılmış toz zerreleri haline getiririz. Burada âyette geçen ”heba" kelimesi, güneş ışınlan arasında görülen toz zerreciklerdir. Allahü teâlâ inkarcıların durumlarını ve dünyada, gerek akrabayı ziyaret etmek, darda kalanların imdadına koşmak ve gerekse ikramda bulunmak ve buna benzer güzel davranışlar sergilemek suretiyle yaptıkları iyi amellerini, devlet başkanına karşı gelen ve ona isyan eden, dolayısıyla da evleri, yurtları yerle bir edilen ve malları ellerinden alman bir zümrenin durumuna benzetmiştir. Yani Biz, onların iyi işlerine yöneldik ve bu işlerin geçersiz olduğunu ortaya koyduk. Çünkü onlar, amellerin kabul edilme şartı olan imandan mahrum bırakılmışlardır. 24Sözkonusu edilen şeylerin gerçekleştiği o gün cennetliklerin yani müminlerin kalacakları yer, dünyada bolluk ve zevk içinde olan müşriklerin yerinden çok daha iyi... Eğer: ”Balın sirkeden daha tatlı olacağının söylenmesi mümkün olmadığı gibi, cehennemde de hiçbir iyilik sözkonusu değilken, cennetliklerin yeri cehennemliklerin yerinden daha iyidir gibi bir karşılaştırmaya nasıl gidilebilir?" diye sorarsan, şöyle cevap veririm: ”Bu söz, tehdit etme ve küçümseme türünden bir ifadedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: ”Bu mu daha iyi, yoksa ebedî cenneti mi?" (Furkân: 15) Sonra, âyetteki üstünlükten, mutlak üstünlük de kastedilmiş olabilir. Yani, onlar en iyi yerdedir, demektir. Zaten âyetin devamı da bu kıyasa göredir. Âhirette dinlenecekleri yer kâfirlerinkinden çok daha güzeldir. Onlar, en güzel yerde dinleneceklerdir. Burada ”dinlenecekleri yer" anlamındaki ”mekîl" kelimesi, ”kaylûle'nin yapıldığı yer demektir. ”Kaylûle" ise, aşırı sıcaktan dolayı gün ortasında dinlenmek, uyumaktır. Âyetteki ”mekîl" (dinlenme yerin) den maksat, hanımlarla birlikte dinlenmek, onlarla oynaşmak ve konuşmak üzere konaklamlan yerdir. Doğal olarak cennette aşırı sıcaklık olmadığı gibi, uyku da yoktur. Orada, gaflet olmadan ve hiçbir duygu kaybolmadan, mutlak dinlenme vardır. Halbuki cehennemde kâfirler için hiçbir dinlenme ve uyku yeri yoktur. Aksine sürekli azap ve devamlı acı vardır. 25O gün gökyüzü beyaz bulutlar halinde parçalanacak... "Gamam", bulut demektir; güneş ışığını örttüğünden dolayı bu adı almıştır. Yani gökten bulutların doğması sebebiyle demektir. Buradaki bulut, şu âyet-i kerime’de bahsi geçen buluttur: ”Onlar, ancak buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin gelmesini beklerler." (Bakara: 210) Denilmiştir ki bu bulut, sis gibi ince ve beyaz bir buluttur. Ebu'l-Leys, bu konuda şunu söylemektedir: ”Gamam, beyaz bulut gibi yedi göğün üzerinde bulunan birşeydir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Mazlumun duası ğamâmenin üzerine yükseltilir." Ve melekler bölük bölük bilinmedik bir şekilde ve şaşılacak bir halde indirilecektir. Yani o gün, gök parça parça olur ve melekler, kulların amel defterleriyle inerler. 26İşte o gün, gerçek hükümranlık mutlak otorite ve bütünüyle idare Rahman'ındır. Kâfirler için ise o gün çok çetin bir gündür. Allah'ın lütfü ile mü'minlere kolay olur. Hadis-i şerife göre ”Kıyamet günü mümine rahat gelir. Hatla dünyada kılınış olduğu bir farz namazından bile daha rahattır." Kısacası kâfirler, o günü cehenneme girmelerinden ve cenneti kaçırmalarından duyacakları pişmanlıktan dolayı çok zor bir gün olarak görürler. Bunun yanında mü’min olup çalışan ve gayret gösterenler ise, cennet nimetlerine ve Allah'a kavuşmalarından dolayı o günü rahat görürler. Yahudilerden biri, dumandan siyahlaşmış eski bir elbise ile Sehl'in huzuruna çıkmış ve ona hitaben: ”Siz dünyayı mü'min için hapishane ve kâfir için cennet olarak görmüyor musunuz? O halde sen hangi hapishanedesin ve ben de hangi cennetteyim?" demiş. Bunun üzerine Sehl: ”Allah'ın azabına ulaştığın zaman bu senin cennetin, ben de Allah'ın nimetine kavuşunca bu da benim hapishanem olur." demiştir. Sehl'in bu sözü çok beğenilmiştir. Şiblî'ye: ”Dünyada birtakım meşguliyetler ve âhirette de korkular vardır. O halde kurtuluş ne zaman?" diye sorulduğunda Şiblî: ”Âhiretteki korkulardan emin olmak için dünyadaki oyalayıcı şeyleri terket." demiştir. 27O gün zalim kimse ellerini ısırıp: Elleri ısırmak, pişmanlık ifadesidir. Nitekim insanlar, genelde kusurları ve eksikliklerinden dolayı pişmanlık duyduklarında bunu yaparlar. Ayetteki ”zalim" kelimesi, belirli bir zalimi değil, sınıf olarak zalimleri ifade etmektedir ki, Ukbe b. Ebi Muayt da bunun içindedir. Ukbe, âdeti üzere seferden döner dönmez bir ziyafet hazırlar ve Mekkelilerden dilediğini bu ziyafete davet ederdi. O, Hazret-i Peygamber'in sohbetine çok katılır ve sözünden hoşlanırdı. Günlerden bir gün yine seferden dönmüş ve bir ziyafet hazırlayarak Hazret-i Peygamber'i yemeğe davet etmiştir. Hazret-i Peygamber bu davete katılmış, Ukbe'nin onu yemeğe buyur etmesine karşılık şöyle demiştir: ”Kelime-i sehadet getirinceye kadar yemeğinden yemem." Halbuki Ukbe, davetlilerden birinin hiçbir şey yemeden yanından ayrılmasından sıkılırdı. Bu yüzden Hazret-i Peygambere yemesi için ısrar etmiş, fakat o, yemeği kabul etmemişti. Bunun üzerine Ukbe, kelime-i şehadet getirmiş, Rasûlüllah da yemeğinden yemişti. O sırada Ukbe'nin yakın dostu ve arkadaşı Ubey b. Halef, Mekke'de değildi. Döndüğünde kendisine Ukbe ile Hazret-i Peygamber arasında geçen olay anlatılmış, bunun üzerine Ukbe'ye gelerek: ”Ey Ukbe! Atalarının dininden ayrılarak yeni dine mi girdin?" diye sormuş, Ukbe de: ”Hayır. Yemin olsun ki, dinden dönmedim. Fakat adam bana geldi ve kelime-i şehadet getirmediğim sürece yemeğimden yemeyi reddetti. Bunun üzerine ben, yemeğimi yemeden evimden ayrılıp gitmesinden duyacağım utançdan dolayı kelime-i şehadet getirdim, o da yedi," cevabını vermişti. Bunun üzerine Ubey: ”Gidip yüzüne tükürmediğin ve ona hakaret etmediğin sürece asla senden hoşnut olmam." demiştir. (Allah'a sığınırız.) Bu tahrik üzerine Ukbe Hazret-i Peygamber'e gelmiş ve onu secde halinde bulmuştu. Rasûlüllah Ukbe'ye hitaben: ”Seni Mekke'nin dışında gördüğümde kılıçla kafanı koparacağım ” buyurmuştur. Ukbe, Bedir Savaşında esir düşmüş ve Hazret-i Peygamber, Hazret-i Ali'ye onu öldürmesini emretmiştir. 'Keşke o peygamberle yani Hazret-i Rasûlüm Muhammed ile birlikte dünyada uçurumlardan kurtulacak bir yol tutsaydım' ona uyar ve onunla birlikte İslâm'a bağlı kalırdım der. 28'Yazıklar olsun bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim. Buradaki dosttan maksat, kendisini dünyada saptıran kişi demektir. Bu sebeple, daha önce zikredilen Ubey de bu kapsamın içindedir. 29Yemin olun ki o beni, bana zikir geldikten sonra yani ona göre amel etme imkânına kavuştuğum, bütün iyi ve kötü şeyleri belirten Kur’an’dan saptırdı. Şeytan, yani Peygambere aykırı davranmaya ve Kur'an'ı terketmeye yönelten İblis, kendisine itaat eden insanı helake sürükleyip terkederek ve ona fayda vermeyerek yapayalnız ve yardımcısız bırakır.' Bu âyet, Yüce Allah'a karşı gelmek konusunda biraraya gelen sözkonusu iki dostu kapsamaktadır. Gerçek dostluk ise dindeki dostluktur. Nitekim hadis-i şerifte: ”Kişi dostunun dinindendir. Bu sebeple herbiriniz kiminle dostluk yaptığına baksın." (4) buyrulmuştur. Başka bir hadis-i şerifte göre Hazret-i Peygamber; ”Müminle dostluk kur ve yemeğini de takva ehli kimse yesin" (5) buyurmuştur. Malik b. Dinar ise şöyle demiştir: ”İyilerle taş taşıman, kötü kimselerle hurma tatlısı yemenden çok daha iyidir." Bazı Müfessirler, âyetteki kötü arkadaştan maksat şeytan olduğunu, sapan ve saptıran olması nedeniyle şeytan adını aldığını söylemişlerdir. Allah'a yönelmeyen kimse, şeytanın kölesidir. O, tıpkı hayvanlar gibidir ve hatta daha da sapıktır. 30Peygamber Hazret-i Rasûlüm Muhammed, iman etmeyenlerin aşırı azgınlıklarını ve sınırsız taşkınlıklarını müşahade ettikten sonra durumu Rabbine ileterek dedi ki: 'Ey Rabbim! Doğrusu kavmim Kureyş bu Kur'an'ı bütünüyle terkedilmiş bıraktılar.' Ona iman etmeyerek ondan yüz çevirdiler. Âyet-i Kerime’de, müminin Kur'an'la haşır neşir olması gerektiğine işaret edilmiştir. Bu sebeple, Kur’an’dan bir âyet veya bir sûre öğrenip sonra onu unutması büyük günahtır. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Bu kalpler, tıpkı demirin pas tuttuğu gibi pas tutar. 'Onun cilâsı nedir?' diye sorulduğu zaman, Kur'an okumak ve Allah'ı zikretmektir." (6) buyurdu. 31Rasûlüm! İşte Biz böylece, kavminin suçlularından Ebû Cehil ve onun gibilerini sana düşman yaptığımız gibi, daha önce gelip geçen peygamberlerden her peygamber için kav imlerindeki günahkârlardan bir düşman kıldık. Tıpkı Nemrut'u Hazret-i İbrahim'e, Firavunu Hazret-i Mûsa'ya ve Yahudileri Hazret-i İsa'ya düşman ettiği gibi. O halde onların sabrettikleri gibi sabret ki, başardıkları gibi basarasın. Âyet-i kerime, Hazret-i Peygamber'i hem teselli etmekte ve hem de onu, daha önceki peygamberlere uymaya yöneltmektedir. Seni bütün arzularına erdirmesi bakımından hidayet verici ve düşmanlarına karşı sana yardım etmesi bakımından da yardımcı olarak Rabbin yeter. Bu sebeple, sana düşmanlık edene aldırma. 32İnkâr edenler: 'Kur'an ona, tıpkı Tevrat, İncil ve Zebur gibi bir defada topluca indirilmeli değil miydi?' dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek ve kalbini kuvvetlendirmek için böyle yaptık. İnkarcıların kınadıkları gibi parça parça indirdik. Nitekim Kuranı ezberlemek, manasını anlamak, hükümlerini kavramak ve o hükümleri uygulamak bu usulle kolay hale getirilmiştir. Tevrat'ın bir defada indirilmiş olduğunu ve Yahudilerin onu uygulamada zorluk çektiklerini görmüyor musun? Halbuki Hazret-i Peygambere her olay ve durum karşısında vahyin gelişiyle âyetin inmesi, kalp ve basiret gücünü artırmış oluyordu. Özetle, Kur'anin bölüm bölüm indirilmesi -diğer peygamberlerden farklı olarak- Hazret-i Peygambere mahsus bir üstünlüktür. Kur'anin indirilmesinin amacı, onun nurlu kalbinin Kur'an ahlakıyla ahlâklanması, onun nuruyla güçlenmesi ve Kur'an hakikatleri ve ilimleriyle beslenmesidir. Bu faydalar, ancak Kur'an'ın kısım kısım indirilmesiyle sağlanmıştır. Ne dersin! Eğer su, gökten birden inseydi, o suyla ekinleri yetiştirmek mümkün olur muydu? Ekinler ancak yağmurun azar azar yağmasıyla kendini gösterir ve kuvvet bulur. Ve onu tane tane ağır ağır, yirmi veya yirmi üç yıl içinde okuduk. 33Onların sana karşı getirdiği her misale yani onların, senin ve Kur'an'ın getirdiği gerçeğin yanlışlığını ortaya koyma isteklerine dayalı olan tuhaf soru ve şaşılacak sözlerine karşı mutlaka Biz sana gerçeği, söyledikleri sözü hükümsüz kılan doğru cevabı ve en güzel açıklamayı doğruyu, gerçeği ve hikmet gereği daha çok açık olan şeyi getiririz. 34Yüzükoyun sürüklenerek cehennemde toplanacak olanlar var ya, işte onlar iki gruptan yerleri en kötü, yolları en sapık olanlardır. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”İnsanlar kıyamet günü üç grup halinde toplanırlar: Bir grup binek üzerinde, bir grup yaya ve diğer bir grup da yüzükoyun olurlar. Bunun üzerine: ”Ey Allah'ın Nebisi! Onlar yüzükoyun nasıl olurlar?" diye soruldu. Hazret-i Peygamber: ”Onları ayakları üzerinde yüruten, yüzü koyun da yürütebilir.'' buyurdu. Âyet-i Kerime’de sözkonusu olan ayırımı yapan, şüphesiz Allahu teâlâ'dır. Nitekim O, şöyle buyurur: ”Ayrılın bir tarafa bugün ey suçlular!.." (Yasin: 59) Kâfirler, kibirlenip büyüklük taslayarak Yüce Allah'a secde etmeyince, Allah onları yüzü koyun toplamaya hükmetmiştir. Mü'minler ise alçak gönüllü oldukları için Allah onları seçkin kulların seviyesine yükseltmiştir. Şu halde aksi davranışlardan uzaklaşıp uyumla hareket eden kurtulmuş ve bunun tersini yapan helak olmuştur. Ahmed b. Ebi'l-Cevârî şöyle demiştir: ”Birgün bir odada oturuyordum. Birdenbire küçük bir kız kapıyı çaldı. Ben: ”Kim var kapıda?" diye seslendim. Kız: ”Yol göstermeni isteyen bir cariye," dedi. ”Kurtuluş yolu mu, yoksa kaçış yolu mu?" dedim. Kız: ”Münasebetsiz! Sus bakalım! Kaçış için yol var mı? Kul nereye kaçarsa kaçsın, Mevlâ'nın kontrolündedir. Ancak akıllı olan, dünyada iyi bir yere kaçar ki, âhirette kötü yerden kurtulmuş olsun," dedi. 35Yemin olun Biz, Mûsa'ya Kitab'ı Tevrat'ı verdik. Bir süre sonra ona Tevrat'ı indirdik. Kardeşi Harun'u da ona davet ve dini yüceltme konusunda ona yardımcı olması için vezir yaptık. 36O zaman o ikisine: 'Âyetlerimizi yalanlayan kavme gidin,' dedik. Bu kavim, Firavun ve onun kavmi olan Mısırlılardır. Sözü edilen âyetler ise, Hazret-i Mûsa'ya verilen dokuz mucizedir. Sonunda yola gelmedikleri için onları yerle bir ettik. Âyette geçen ”yerle bir etme" anlamındaki ”tedmîr" kelimesi, bir şeyi yok etmek; ”demur" ise yok ederek kökünü kazımaktır. Âyetin anlamı şudur: ”Mûsa ve Harun, Firavun ve kavmine gittiler ve onlara bütün mucizelerimizi gösterdiler. Fakat onlar, bu ikisini ısrarlı bir şekilde yalanladılar. Bu inatçı yalanlamanın ardından onları, asıl yüzünü kimsenin anlayamayacağı bir biçimde, şaşılacak bir helakle yokettik." 37Nuh kavmini de, Nuh ve ondan önceki önceki Şit ve İdris gibi peygamberleri veya sadece Nuh'u yalanladıklarında, yok ettik. Çünkü onu yalanlamak, aynı zamanda diğer bütün peygamberleri yalanlamaktır. Çünkü onların hepsi tevhid inancında ve İslâmda birleşmişlerdir. Onları da tufanla suda boğduk ve kendilerini boğulmaları ve başlarından geçen olaylarla insanlara bütün gören ve duyan kimselerin ders alacağı büyük bir ibret yaptık. Zalimler yani boğulanlar için başlarına gelen dünyadaki cezadan başka, âhirette acı bir azap hazırladık. Burada ”onlar" zamiri yerine, açık olarak ”zalimler" kelimesinin kullanılması, haksızlıklarım tescil etmek, inkâr ve yalanlamada haddi aştıklarım bildirmek içindir. 38Ad'ı, yani Hud (aleyhisselâm)'ı yalanlayan Ad kavmini, Salih (aleyhisselâm)i yalanlayan Semûd'u, Ress halkını... ”Ress"; kuyu, etrafı taş ve tuğla ile örülmeyen çukur demektir. Bu kelimeyle ilgili olarak Zemahşerî, Keşşaf Tefsirinde şöyle demiştir: "Ress, etrafı örülmemiş ve onarı İmam ış kuyudur." Ress halkı putlara tapan bir toplumdu. Allahu teâlâ, onlara Şuayb Peygamberi göndermiş, fakat onlar onu yalanlamışlardı. Bu toplum, birgün Ress'in yani içtikleri ve davarlarını suladıkları kuyularının başında bulunuyorlardı. Bu arada kuyu aniden çökmüş, Allah onları, yurtlarını, davarlarını ve mallarını yerin dibine geçirmiş, böylece hepsi yok olup gitmiştir." Ve bunlar yani bu gruplar ve ümmetler arasında sayılarını ancak Allah'ın bildiği daha birçok nesilleri de... yok ettik. Burada ”nesiller" olarak tercüme ettiğimiz ”kurun", aynı dönem içinde yaşayan toplum, nesil demek olun ”karn" kelimesinin çoğuludur. Kamûs'da ”kam" kelimesiyle ilgili olarak ”Doğrusu o, yüz yıldır." denmiştir. 39Onların hepsine yani yok edildiği belirtilen ümmetlerden her birine hatırlatarak ve uyararak misaller getirdik. Peygamberler vasıtasıyla, kendilerini içinde bulundukları küfür ve isyandan alıkoyacak ibretli kıssalar anlattık. Hepsini yani yalanlama ve direnmelerinin ardından her birini helak ettik. Korkunç bir şekilde yok ettik.... 40Yemin olun ki onlar, yani Kureyş, ticaret dolayısıyla Şam'a uğrayıp belâ yağmuruna tutulan o beldeye yani Lût kavminin en büyük kasabası olan ve üzerine yağan taşlarla yerle bir olan Sodom'a uğramışlardır. Sodom halkı, çirkin bir iş yapıyor, erkek erkeğe cinsî ilişki kuruyordu. Bu beldenin özellikle belirtilmesi, Kureyşin uğrak yeri olması dolaylıyladır. Nitekim onlar, oraya uğradıklarında yerin altüst edilmiş olduğunu görüyor, fakat ibret almıyorlardı. Peki, onu görmüyorlar mıydı? Oraya uğradıklarında bundan korkarak niçin ibret almıyor ve iman etmiyorlardı? Hayır, onlar tekrar dirilmeyi ummuyorlardı. Onlar, yeniden dirilmeyi beklemeyen kâfir kimselerdir. Bu dirilmeyi ardından da âhirette ceza görmeyi inkâr ediyorlardı. Şüphesiz olarak bil ki, tekrar dirilmeyi, kâfirden başkası inkâr etmez. İlkbahar, yeniden dirilmeye benzer. Çünkü bahar, tohumların ekilme zamanıdır. Çiftçinin kalbi bu vakte bağlıdır. Ektiği çıkacak mı, çıkmayacak mı? Aynı şekilde mü'min de itaat ve ibadet için çaba harcar. Onun kalbi de, korkuyla ümit arasında asılı durmaktadır. Yüce Allah bunu kabul eder mi, etmez mi? Hep bunu düşünür. Öte yandan, ekin bitip yetişince biçilir, harman yapılır, un haline getirilir, hamur yapılır ve sonra da ekmek olur. Tandırda pişirildikten sonra sofraya getirilmeye uygun bir hale gelir. Eğer yanarsa, çiftçinin çektiği bütün emek boşa gider. Kul da namaz kılar, zekât verir ve hacca gider. Ölüm meleği gelip ruhunu aldıktan ve kabre konulduktan sonra, kıyamet kopuncaya kadar orada kalır. Kıyamet günü yeniden dirilerek kabirden çıkar ve mahşerde toplanır. Bu arada sırattan geçmekle ilgili emir fermanı gelir. Eğer sıratı emin olarak geçerse, kazançlı çıkmış, kurtulmuş; aksi halde helak olmuş olur. Buna göre akıllı insanın, tekrar dirilmeyi ve işlerin sonunu düşünmesi gerekir. 41Ey Rasûlüm Muhammed! Kureyş seni gördüklerinde: 'Bu mu Allah'ın peygamber olarak gönderdiği' Allah'ın, aleyhimizde delil olmak üzere, peygamber olarak bize gönderdiği kimse bu mu, diye, seni hep alaya alıyorlar. Küçümsüyor ve basit görüyorlardı. Yani onlar, iman etmemekle yetinmiyor, ayrıca Peygamber'i hafife alıyor ve onunla alay ediyorlardı. Âyet-i kelimede ifade edilen bu söz, Ebû Cehil'in Ebû Süfyan'a söylediği: ”Bu, Abd-i Menaf oğullarının peygamberidir." sözüdür. 42'Eğer onlar üzerinde sebat etmeseydik, onlara inanmakta kararlı davranmasak ve ibadette direnmeseydik neredeyse Rasûlüm Muhammed bizi ilâhlarımızdan uzaklaştırmak suretiyle, onlara tapmaktan bütünüyle saptıracaktı.' diyorlar. Bunun üzerine Yüce Allah, onlara cevap olarak şöyle buyurmuştur: İnkârları karşısında kendilerine verilecek azabı kıyamet günü gözleriyle gördükleri zaman, kimin yolunun sapık olduğunu gecikmiş bile de olsa bileceklerdir. Burada inkarcılar, ”saptırma" adı altında Rasûlü İlah (sallalahü aleyhi ve sellem)'a sapıklık isnad etmişlerdir. Çünkü bir kimsenin başkalarını saptırabilmesi, her şeyden önce kendisinin sapıklığına bağlıdır. 43Arzusunu ilâh edinen kimseyi gördün mü? Âyetteki ”gördün mü?" anlamını verdiğimiz ”eraeyte" kelimesi, bazan bir şeyi bildirmek ve bazan da bir şeyi sormak için kullanılırsa da, burada hayret ifadesi için kullanılmış ve tıpkı şöyle buyrulmuştur: ”Buna göre mânâ: Ey Rasûlüm Muhammed! Delillere kulak vermekten yüz çevirerek kendi arzusunu ilâh edinen, böylece ona itaat edip dinini onun üzerine bina eden kimseyi görmedin mi? Arzusunu ilâh edinip, karşı koymaksızm ona boyun eğen kişiye şaşar mısın? Ona bak ve hayret et!" Ebû Süleyman (Allah ona rahmet etsin) şöyle demiştir: ”Nefsini arzusuna tabi kılan, gönlünü öldürmeye çalışmaktadır. Çünkü gönlün canlılığı zikirle; ölüm ve öldürülmesi ise gafletle olur. Nefis gaflete dalarsa, yersiz isteklere uyar. Bu isteklere boyun eğince de ölüler gibi olur." Ona sen mi vekil, şirk ve günahlarına engel olacak koruyucu olacaksın? Yani sen, onu korumaya vekil tayin edilmedin. Sen, sadece bir uyarıcısın. 44Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten kendilerine okunan âyetleri hakkıyla işittiklerini, yahut onlardaki öğüt ve güzellikleri düşündüklerini mi sanıyorsun? Ki, durumlarına önem veriyor ve aşırı bir şekilde iman etmelerini arzu ediyorsun. Gerçekten onlar azapla ilgili âyetlerin kulaklarını çınlatmasından etkilenmemeleri ve gördükleri delilleri düşünmemeleri yüzünden, gaflette örnek ve sapıklıktan sembol sayılan hayvanlar gibidir. et-Te'vîlât en-Necmiyye'de şöyle denmiştir: ”Onların yemek, içmek ve nefsin nazlarını yerine getirmekten başka bir arzuları yoktur. Tıpkı yemekten ve içmekten başka hiçbir arzusu olmayan hayvanlar gibi." Hatta onlar, gidişçe hayvanlardan daha sapıktırlar. Çünkü hayvanlar, bakıcılarına boyun eğer, kendilerine iyilik edeni tanır, kendilerine fayda verene yaklaşır, zarar verenden de sakınırlar. Bu insanlar ise Rablerine boyun eğmezler, iyiliğini tanımazlar, menfaatlerin en büyüğü sayılan sevabı arzu etmezler ve zararların en kötüsü olan cezadan korkmazlar. Şüphesiz olarak bil ki, Yüce Allah, melekleri akıllı yaratmıştır. Hayvanları yaratmış ve onlara şehvet vermiş, insanı da yaratıp ona hem akıl, hem de şehvet vermiştir. Bu sebeple aklı şehvetine yenik düşen, hayvanlardan daha kötüdür. Bunun için Yüce Allah: ”Hatta onlar gidişçe daha sapıktırlar." buyurmuştur. Ancak, aklı şehvetine galip gelen, Allah'ın emirlerine karşı gelmeyerek buyruklarını hakkıyla yerine getiren kimse, meleklerden daha hayırlıdır. Bu tıpkı Yüce Allah'ın: ”Varlıkların en hayırlıları işte onlardır." (Beyyine: 7) buyurduğu gibi. 45Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Buradaki hitap Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem)'adır. Görmek, gözle olan görmedir. Yani Allah'ın varettiği eşsiz şeylere bakmadın mı? demektir. "Zili", güneş gibi bizzat doğrudan, ya da ay gibi dolaylı olarak ışık veren bir cisimden kaynaklanan gölgedir. ”Zili", yine gölge anlamındaki ”fey" den daha geneldir. Nitekim, ”Gecenin gölgesi ve Cennetin gölgesi" denirken ”zül" kelimesi kullanılır. Aynı zamanda güneş ışınlarının ulaşmadığı her yer için de gölge denmiştir. ”Fey" ise, güneşin tam tepe noktasından batıya meyletmesiyle ortaya çıkan gölgeye verilen addır. Yani güneş, doğuşundan itibaren tepe noktasına gelinceye kadar gölgeyi azar azar yok eder. Fakat bu andan itibaren gölge artmaya başlar ve güneşin batışına kadar uzar gider. Buna göre âyetin anlamı şöyle olmaktadır: ”Allah, güneşin doğuşundan itibaren gölgeyi -hangi şeyin gölgesi olursa olsun; ister dağın, ister binanın ve isterse ağacın gölgesi olsun- nasıl var edip uzatmıştır?" Âyet, Allahü teâlâ'nın sonsuz kudretini ve hikmetini açıklamaktadır. Eğer bu gölgenin hareketsiz olmasını dileseydi onu elbet hareketsiz sabit kılardı. Bu bölümde, gölgenin hareket etmesinin ve hareketsiz kalışının asıl sebebinin normal sebepler değil, aksine ilâhî dilek ve kudret olduğu vurgu lanmaktad ır. Sonra Biz, güneşi ona delil kıldık. Yani Biz güneşi, aralarında herhangi bir sebep ve etki olmaksızın, onun hareketiyle gölgenin durumlarına delil gösterilebilecek bir işaret kıldık. 46Sonra da onu, yavaş yavaş güneş yükseldikçe kendimize çektik. Yani o gölgeyi meydana çıkarıp uzattıktan sonra, onu yok ettik veya güneş ışınlarının, yerine gelmesiyle sırf kudret ve dileğimizle onu kaybettik. Buna göre güneş yükseldikçe ona paralel olarak gölge batı yönünde azalır. Eğer Allah gölgeyi birden kaldırsaydı, onun ve güneşin faydaları yok olurdu. Bu sebeple her ikisinin faydasının ve dolaylı yararlarının devam etmesi için, gölgeyi ortadan yavaş yavaş kaldırmaktadır. "Gölgeyi nasıl uzattığım" ifadesinin, ”Gölgeyi tan yerinin ağarmasından güneşin doğuşuna kadar uzattı." anlamına geldiği söylenmiştir. Çünkü güneşin henüz doğmadığı o vakit, en hoş vakittir. Zifiri karanlık, insan fıtratının nefret duymasına sebep olmakta, güneş ışınları ise hem havayı ısıtmakta, hem de gözü kamaştırmaktadır. Bu itibarla fecrin ve güneşin doğması arasında bu olumsuzlukların hiçbiri bulunmaz. Onun için Allahu teâlâ, cennetin niteliği hakkında ”Yayılmış gölgeler" (Vakıa: 30) buyurmuştur. 47O yani yalnızca Allah geceyi sizin için tıpkı bir giysi gibi, karanlığıyla örten elbise kıldı. Burada gecenin karanlığı, elbisenin örtmesine benzetilmiş ve insanı çirkin olan şeylerden örten her şey elbise diye tanımlanmış, hatta şu âyet-i kerime’de koca, hanımın elbisesi olarak nitelendirilmiştir. Çünkü koca, hanımının kötülük yapmasına engel olmaktadır: ”...Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz..." (Bakara: 187) Yine Allahu teâlâ örnek ve benzetme yoluyla, takvayı da bir elbise kıldığını şöyle açıklamıştır: ”... Takva elbisesi daha hayırlıdır..." (A'râf: 26) Uykuyu meşguliyetlerin ve işlerin sona ermesiyle bedenler için dinlenme, gündüzü de insanların, geçimlerini sağlamak ve rızık aramak üzere yayılıp çalışma zamanı yaptı. Burada uyku ve uyanıklık halinin ölüm ve dirilmeye örnek olduğuna işaret edilmiştir. Nitekim Lokman (aleyhisselâm)'ın, oğluna şöyle söylediği nakledilmektedir: ”Oğlum! Tıpkı uyuyup uyandığın gibi, ölür ve yeniden dirilirsin." Zünnûn-i Mısrî (Allah ona rahmet etsin) de şöyle demiştir: ”Şu üç şey kulluğun göstergelerindendir: Gece ibadetinde bulunmak için geceyi sevmek, insanlar uyurken namazla başbaşa kalmak ve fitne korkusuyla amellere koşmak." Öte yandan hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Kul uyuduğu zaman, şeytan onun başına üç düğüm atar: Oturup Yüce Allah'ı zikredince bir düğüm çözülür. Abdest alırsa diğeri çözülür ve iki rekât namaz kılarsa düğümlehn hepsi çözülür. Bu durumda zinde, güçlü ve rahat; aksi halde tembel ve huzursuz bir halde kalkar." m 48O yani sadece Allah rahmetinin önünde... Burada istiare yoluyla ”yağmurun önünde" denmek istenmiştir. Çünkü önce rüzgâr, sonra bulut ve sonra da yağmur gelir. Rüzgârları müjdeci olarak gönderdi. Çünkü Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi rüzgâr, yağmurun müjdecisidir: ”Rüzgârları müjdeci olarak göndermesi de O'nun âyetlerindendir." (Rûm: 46) Gönderme işi, rüzgârın gönderilmesi gibi, bir şeye boyun eğdirmek için olur. ”Rıh", hareket eden hava, rüzgâr demektir. Rüzgâr kelimesi rahmet için çoğul halde riyan; azap için de tekil halde rîh şeklinde kullanılmıştır. Çünkü rıh, arkası olmayan, yani akamete uğrayan ve çiçekleri aşılamayan rüzgârdır. Onun için Hazret-i Peygamber şöyle duâ etmiştir: ”Allah'ım! Bize (azap olan) rüzgâr değil, (rahmet olan) rüzgârları lütfeyle!" Biz azametimizle gökten tertemiz, temizlikte çok üstün bir su indirdik. Bu su, kendisi temiz olduğu gibi, başkalarını da kir ve pislikten (hades ve necasetten) temizler. 49Ki onunla, yani gökten indirdiğimiz tertemiz suyla, ağacı, meyvesi ve yeşilliği bulunmayan ölü bir beldeyi canlandıralım. Şüphesiz yeri canlandırmak, bitki bitirmekle mümkündür. Âyet-i Kerime’deki ”belde" den maksat, bakımlı ve bakımsız olan arazi parçasıdır. Ve o tertemiz suyla, vadilerden akıtarak, yahut havuzlarda, kaynaklarda ve kuyularda toplayarak yarattığımız nice hayvanlara ve insanlara su sağlayalım. Ragıp İsfahanı şöyle demiştir: ”Sekya ”, içmesi için su vermek, ”Mâ" ise dilediği şekilde kullanması için su vermek demektir. Buna göre ”iskâ", ”seky" kelimesinden daha fasihtir. Çünkü ”iskâ ifade edildiği gibi kullanmak ve içmek üzere başkasına su vermektir. Dolayısıyla mana: ”Biz onların içmelerine ve hayvanlarını sulamalarına imkân verdik." şeklinde olur. "Enam" hayvan demek oları ”ne am" kelimesinin çoğuludur. Bu isim, genelde develer için kullanılır. ”Enâsî", filolog Sîbeveyhe göre, ”insan" kelimesinin çoğuludur. Ancak Ferrâ ve Zeccâc, ”enâsî" nin, ”insî" kelimesinin çoğulu olduğunu ileri sürmüşlerdir, fakat bu görüş zayıftır. Âyet-i Kerime’de geçen ”insanlar" dan, çölde yağmur sayesinde yaşayan bedeviler kastedilmiş ve özellikle onlar dile getirilmiştir. Çünkü şehir halkı, nehir kenarlarında ve kaynak sularının bulunduğu yerde ikamet ederler, dolayısıyla su verilmesine ihtiyaç duymazlar. 50Yemin olun bunu, yani bu sözü, gerek Kuranda ve gerekse diğer semavî kitaplarda, insanların öğüt almaları sonsuz ilâhi kudreti tanımaları ve Allah'a hakkıyla şükretmeleri için aralarında önceki ve sonraki dönem insanlarına çeşit çeşit şekillerde anlatmışızdır. Ama insanların çoğu nankörlük edip diretmiştir. Tezekkür, öğüt almak, düşünmek; ibâ, direnmek ve küfür de, nimete nankörlük etmek ve ona önem vermektir. Halbuki nimetin hakkı, o nimeti düşünmek ve onu yaratanın varlığına, gücüne ve lütfuna delil göstermektir. Müfcssirlerin çoğu âyetteki ”bunu" diye ifade edilen ” sarrafnâhû"daki zamirin, daha önceki âyette geçen yağmur yerine kullanıldığını ileri sürmüşlerdir. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: ”Biz, yağmuru bazı bölgelere ve yerlere zaman zaman yağdırmak suretiyle aralarında dağıtmışızdır. Fakat insanların çoğu nimete nankörlük ederek ve Allah'ı inkâr ederek direnip durmuşlardır." Nitekim onlar, müneccimlerin söylediği gibi, ”şu veya bu yıldızın kaymasıyla yağmura kavuştuk," diyorlardı. Zeyd b. Halid el-Cuhenî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem) Hudeybiye'de, geceleyin yağan yağmurun ardından sabah namazını kıldı ve namaz bittikten sonra insanlara yönelerek şöyle buyurdu: ”Rabbinizin ne buyurduğunu biliyor musunuz? Onlar: ”Allah ve Rasûlü en iyi bilir." dediler. Hazret-i Peygamber: ”Allah şöyle buyurdu: ”Kullarımdan bana inanarak ve inanmayarak sabaha çıkanlar vardır. 'Allah'ın lütfü ve O'nun rahmetiyle yağmura kavuştuk.' diyen bana inanmış ve yıldızları inkâr etmiştir. Fakat, 'Şu veya bu yıldızın kaymasıyla yağmura kavuştuk' diyen de beni inkâr etmiş ve yıldızlara tapınıştır." 51Eğer dileseydik, isteseydik her kasabaya ülke ve kente bir uyarıcı gönderirdik. Böylece senin peygamberlik yükünü hafifletirdik. Fakat Biz, şanını yüceltmek, ecrini artırmak ve diğer peygamberlerden üstün tutmak için, seni bütün kasabalara peygamber olarak gönderdik ve bu işi sana tahsis ettik. 52O halde ilâhlarına tapınma, atalarının dinine uyma ve davetlerine olumlu cevap verme konusunda kâfirlere boyun eğme. Davetine devam et ve hakkı ortaya koy. Ve bununla yani Kur’anla. Kur’an’da öğüt içeren âyetleri okuyarak ve inkarcı ümmetlerin durumlarını hatırlatarak, gevşeklik göstermeden onlara karşı büyük bir cihad et. Çünkü ahmak kimselere karşı delille mücadele etmek, düşmana karşı kılıçla savaşmaktan daha zordur. "Cihad" ve mücahede; var gücüyle düşmana karşı koymaktır. Cihad, dil ve elle olur. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Müşriklere karşı mallarınız, canlarınız ve dillerinizle cihad edin. Hadis-i şerifteki ”dilinizle cihad edin" sözünün, anlamı şudur: ”Onlara, hoşlarına gitmeyen şeyleri duyurun." Kınanmaları ve ağır söz duymaları zorlarına, gider. ”Müşrikler" İfadesiyle de riyakârlara ve bid'at ehli kimselere işaret edilmiştir. Bu sebeple, doğru yolda olan kimselerin, bâtıl yolda olan kimselerle sürekli olarak ve özellikle korku galebe çaldığı zaman mücadele etmesi gerekir. İşte bu mücadele, Hazret-i Peygamber'in buyurduğu gibi, en faziletli cihaddır. Nitekim Hazret-i Peygamber: ”Cihadın en faziletlisi, zalim sultanın yanında hakkı söylemektir." buyurmuştur. 53Birinin suyu tatlı ve tatlı oluşundan dolayı susuzluğu giderici; diğerininki tuzlu ve acı iki denizi birbirine karışmayacak şekilde yataklarına salıveren... Bazı Müfessirler şöyle demiştir: ”Allahu teâlâ, deniz suyunu içilemeyecek kadar acı yaratmıştır. Halbuki kuyu, nehir ve kaynak suları tatlıdır. Buna göre bu suyu gökten yağdıran kim?" Ve aralarına iki deniz arasına bir engel, kudreti sayesinde görülemeyecek bir perde ve aşılmaz bir sınır koyan O'dur. Müfessirler âyette geçen iki denizin, Hazar Denizi ve Karadeniz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu denizler okyanusta birleşmektedir. Bu birleşme yeri aynı zamanda Kehf sûresinin 60. âyetinde belirtilen, ”iki denizin birleştiği" yerdir. Buna göre birinci denizin tatlı, ikincisinin tuzlu olması gerekir. Halbuki, bu Müfessirler, tatlı denizin olmadığını söylemektedirler. Ancak, tatlı deniz, nehirlerden birine yorumlanabilir. Çünkü ”Muhtâru's-sihâh" isimli eserde belirtildiği gibi büyük nehir, aynı zamanda deniz hükmündedir. Dicle Nehri buna örnektir. Bu nehir İran Denizine dökülür. Uzun bir mesafe katetmesine rağmen, tadı değişmemektedir. 54Basit sudan veya meniden bir insan yaratıp onu yani bu insanı nesep ve sıhriyet akrabalıklarına dönüştüren O'dur. ”Beşere", cildin gözüken kısmına verilen addır. Cildin, kıllar arasından gözükmesinden dolayı insana ”beşer" adı verilmiştir. Fakat koyun, keçi ve deve gibi hayvanların derileri yün, kıl ve tüylerinden dolayı genelde gözükmez. Bu sebeple hayvanların derisine ”beşere" denmez. Âyet-i Kerime’de geçen ”nesep" den, nesep sahibi yani, falancanın oğlu falan ve filancanın kızı filan denilerek kendilerine nispet edilen erkeklerdir. Bu hususu şâir şöyle belirtmiştir: İnsanların anaları, içine emanet konulan kaplar gibidir. Çocuklar, babalara aittir. "Sıhr" kelimesinden de, evlilik dolayısıyla kendileriyle bağ kurulan hanımlar kastedilmiştir. Aynı zamanda sıhr, damat ve enişte anlamında da kullanılır. Allahu teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Ondan (meniden) de iki eşi, yani erkek ve dişiyi var etmiştir." (Kıyamet: 39) Rabbinin her şeye gücü yeter. Çünkü O, tek bir maddeden çeşitli organlara ve değişik özelliklere sahip bir insanı yaratmayı ve o insanı, dişi ve erkek olmak üzere farklı iki sınıfa ayırmayı takdir etmiştir. Bazan da bir maddeden, biri erkek, diğeri de kız olarak ikizler vareder. 55Durum böyleyken müşrikler Allah'ı bırakıp kendilerine fayda da zarar da veremeyen şeylere yani putlara kulluk ediyorlar. Putlara ibadet etselerde etmeselerde kendilerine bunların ne faydaları, ne de zararları dokunur. İnkarcı olan kimse, Allah'a eş koşması ve hakka düşmanlığı dolayısıyla onu nimetleriyle yetiştiren Rabbine karşı gelenin şeytanın yardım eden bir destekçisidir. Buradaki ”destekçi" anlamını verdiğimiz ”zahir" kelimesi, yardımcı demektir. Âyette geçen ”kâfir" den, yani inkarcı olan kimseden amaç da, belirli bir kimse değil, tür olarak kâfirlerdir. 56Biz seni başka bir şey için değil, ancak, mü'minlere cennet ve merhameti müjdeleyen bir müjdeci ve kâfirleri de cehennem ve ilâhî gazapla uyarıcı olarak gönderdik. 57Onlara de ki: 'Buna yani peygamberliği tebliğe karşılık sizden, Rabbine doğru bir yol tutmayı, O'na iman ve itaatle yaklaşmayı dileyen kimseler olmanız dışında, herhangi bir ücret istemiyorum.' Bu sebeple, davetine karşılık malımızı istiyor, onun için ona uymayız, demeyin. Ben, sizden Allah'a iman ve itaat etmenizden başka bir şey istemem. Diğer bir ifadeyle mana şöyledir: ”Malınızdan bana bir ücret tayin etmenizi istemem. Ancak dileyen, Allah'ın rızasını kazanmak için Allah yolunda harcamada bulunabilir. Ben böyle yapan bir kimseye engel olmam." Görüşümüze göre vaiz, insanlara vaaz etmesinden dolayı ücret alabilir. Fakat almaması daha iyidir. Bunun açıklaması şöyledir: Allah'a davet makamı, her peygamberin Allah'a daveti esnasında ”Benim ücretim ve mükâfatım Allah'a aittir," demelerinden anlaşılacağı üzere, bir ücreti zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla peygamberler, davetlerine karşı bir ücret tesbit etmişler, fakat bu ücreti kullardan değil, Allah'tan istemeyi seçmişlerdir. Son dönem fıkıh mütehassısları ezan okumak, kamet getirmek, vaaz etmek, ders vermek, hacca gitmek, cihad etmek, Kur'an ve fıkıh dersleri vermek ve okumaktan dolayı ücret alınmasında bu alandaki ilginin azalmasına dayanarak bir sakınca görmemişlerdir. Eğer ücret isteği farz bir ibadetten dolayı olursa -tıpkı bir yörede tek cenaze yıkayıcısının olması, ondan başkasının olmaması gibi- bu işe karşılık ücret istemesi caiz olmaz. 58Sen, kötülüklerinden kurtulmak ve ücretlerinden müstağni olmak için ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. Çünkü gerçekten güveni hakeden O'dur, ölümlü olan insanlar değildir. Nitekim insanlar ölünce buna paralel olarak onlara güvenenlerin güveni de yok olur. O'nu hamd ile tesbih et. Allahü teâlâ'yı kemal sıfatlarla överek noksan sıfatlardan, hayale gelen şüphe ve tereddütlerden tenzih et. Konu ile ilgili olarak hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Kim, her gün yüz kere 'sübhânellah ve hihamdih' (Rabbim, noksanlıklardan münezzehsin, sana hamdederim) derse günahları -deniz dolusu kadar da olsa- bağışlanır." Kullarının açık ve gizli günahlarından haberdar olarak O yeter. Yani ölümsüz ve devamlı diri olan, sana yeten O'dur ve onların cezasını tastamam verir. 59Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri varlıkları ve insanları dünya günlerinden altı günde yaratan... Altı günde elemek, o kadar süre içinde demektir. Çünkü o zaman güneş ve ay yoktu. Allahü teâlâ bir anda yaratabilmesine rağmen kulların, işlerde teenni ile hareket etmelerinin müstehap olduğunu bilmeleri için yaratma işi bu kadar bir sürede tamamlanmıştır. Sonra Arş'a istiva eden (ona hükmeden) Rahman'dır. Yani gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları yaratan Rahman'dır. ”istiva", bir yere yerleşmek demektir. Ayetteki ”istiva" dan maksat, Allahü teâlâ'nın gerek Arş ve gerekse onun dışında bulunan şeylerde tasarrufunun geçerliliğini ortaya koymaktır. (15) Arş, cisimlerin en büyüğü olması sebebiyle özellikle o zikredilmiştir. 15- Bu konuda en doğru görüş, selefin görüşüdür: ”Allahü teâlâ arş üzerine, ululuğuna yaraşır bir şekilde herhangi bir benzetme ve örneği olmadan yükseldi. O'nun benzeri yoktur; O, her şeyi işitir ve görür." Bunu bir bilene sor. Yani zikredilen yaratma ve İstiva ile İlgili hususları bir bilene sor. Şüphesiz Allah, işlerinden ve sıfatlarından haberdardır. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: ”...Her şeyden haberdar olan Allah'tan başka hiç kimse sana haber veremez." (Fâtır: 14) 60Onlara, bu müşriklere: 'Rahman'a rahmetiyle varlıkları yoktan varedene secde edin.' Namaz kılın dendiği zaman: Burada namaz, secde ile ifade edilmiştir. Çünkü secde, namazın en büyük rükünlerinden biridir. 'Rahman da neymiş? Kimmiş? Senin bize emrettiğine secde edilecek şeyin mahiyetini bilmeden secde eder miyiz hiç!' derler. Yani secde etmemizi emrettiğin Rahmana secde etmeyiz ve bu emir, Rahmana secde emri onların imandan nefretini artırır. ”Nufûr", uzaklaşmak, nefret etmek demektir. Âyet-i kerimenin bir benzeri de şu âyet-i kerimedir: ”Davetim, ancak kaçmalarını arttırır." (Nûh: 6) Süfyan es-Sevrî (Allah ona rahmet etsin) bu âyeti okuduğu zaman, başını göğe kaldırarak şöyle duâ edermiş: ”Allah'ım! Düşmanlarının nefretini arttırdıkça benim bağlılığımı arttır!" Tilâvet secdesinde tekbir getirmek sünnettir. Secdeyi, okuma anında değil de daha sonra yapmak. Ebû Yusuf un ifadesine göre, kaza hükmüne geçer. Tahavî de bunu yani tilâvet secdesini geciktirmenin mekruh olduğunu kaydetmiştir ki, tercih edilen görüş de budur. Allahü teâlânın: ”Rahmana secde edin" sözü, Allah'tan başkasına secde edilmediğini vurgulamaktadır. Nitekim İmam Serahsî şöyle demiştir: ”Allah'tan başka birine tazim göstermek niyetiyle secde etmek küfür, âlimlerin huzurunda toprağı öpmek haram ve devlet başkanına veya başka birine eğilmek ise mekruhtur. Çünkü tokalaşmadan sonra kendi elini öpmek mecusılerin âdeti olduğu gibi, eğilmek de Yahudilerin âdetidir." Öte yandan müctehidler, lütfedilen nimetlerden dolayı yapılan şükür secdesi konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. İmam Ebû Yusuf ve İmam Rasûlüm Muhammed bu secdenin ibadet sayıldığını ileri sürmüşlerdir. İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel de şükür secdesinin sünnet olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre bu secdenin hükmü, tıpkı tilâvet secdesinin hükmü gibidir ve fakat namaz esnasında yapılmaz. Tahavî'nin kaydettiğine göre İmam Ebû Hanife, şükür secdesi için: ”Bir sakıncası yoktur." demiştir. Diğer taraftan Ebû Bekir er-Râzî şükür secdesi için, vacip değil, sünnet değil; aksine mubahtır, bid'at değildir. Fakat İmam Rasûlüm Muhammed ise bu secdeyi mekruh görmüştür. er-Râzî sözüne devamla şöyle demiştir: ”Ancak biz onu, nimetlere kavuşmak veya bir kötülüğü uzaklaştırmaktan dolayı duyulan sevince karşılık müstehap sayarız." Konu ile ilgili olarak İmam Şafiî şöyle demiştir: ”Kişi, kıbleye yönelerek tekbir alır ve secdeye varır. Secdede Allahü teâlâ'ya hanıdeder, O'na şükreder ve sübhânellah der; sonra tekbir getirerek başını kaldırır. Sebepsiz şükür secdesi yapmak, ibadet sayılmazsa da mekruh olmaz. Ancak, namazın sonunda yapılan secde ise mekruhtur. Çünkü cahil kimseler, o secdenin sünnet veya farz olduğunu sanırlar. Bu şekil bir anlayışa iten her mubah şey mekruhtur." Hülasa, fetva şöyledir: Şükür secdesi caizdir, hatta müstehaptır. Bu secde, vacip değilse de mekruh da değildir. Nitekim Şerhn'l-Münye isimli eserde de böyle geçmektedir. 61Gökte burçları sonsuz kudretiyle vareden,... Bu burçlar, koç burcu, boğa, ikizler, yengeç, arşları, başak, terazi, akrep, yay, oğlalc, kova ve balık burcu olmak üzere on iki burçtur. Aynı zamanda yüksek köşklere de ”burç" denmiştir. Âyette geçen ”burûc" aslında yüksek köşkler demektir. Çünkü yüksek köşkler, içinde oturanlar için ne ise, burçlar da gezegenler için aynen öyledir. Diğer taraftan, Hasan Basrî ve Mücahid şöyle demişlerdir: ”Burûc, venus, Jüpiter ve merkür gibi gezegenlerdir. Aydınlıklarından ve ışığı yansımalarından dolayı ”burçlar" diye adlandırılmıştır." Onların içinde gökte bir çerağ (güneş) ışık veren her şey ”sirâc" diye ifade ediliyorsa da burada güneş kastedilmiştir. Nitekim Allahü teâlâ, ”... Güneşi de hır kandil yaptı." (Nuh: 16) buyurmuştur. Görüldüğü gibi güneş ve büyük yıldızlar, aydınlatmada ve ışık vermede kandil ve lambalara benzetilmiştir. Ve nurlu geceyi aydınlatan bir ay yapan Allah, yüceler yücesidir. Lütufları pek çoktur. Hilâlin üç günden sonraki şekline ”kamer" denir ve aydınlığından dolayı bu adı almıştır. Âyet-i kerime, Allahü teâlâ'nın sonsuz kudretini göstermektedir. Çünkü sözü edilen bu büyük kütleler O'nun kudretinin eseridir. Bil ki, Allahü teâlâ gönlünün semasında his burçlarını dikmiş ve orada, rûhânî nurlarla aydınlık veren ruh kandilini ve kalp ayını yerleştirmiştir O halde, nurlarına hazırlanman ve heveslerin tutsaklığından kurtulman için benliğini nuriandırmaya ve kalbini nefsanî karanlıklardan kurtarmaya gayret sarfetmelisin. İşte o zaman sen, fanilikten sonra ebediliğe kavuşur ve fakirlikten sonra da tam bir zenginliğe erersin. Böylelikle her şeye gücü yeten ve mutlak hakim olan Allahü teâlâ'nın sonsuz, kudretini müşahade etme imkânına kavuşursun. 62İbret almak isteyen. Allah'ın nimetlerini hatırlayan ve mahlukatı düşünen, böylece her varlığın eşsiz bir yaratıcısının ve esirgeyen bir varediçinin olması gerektiğini bilen veya lütfettiği nimetlerden dolayı Allah'a itaat etmek suretiyle O'na şükretmek isteyen kimseler için üstün hikmeti sayesinde gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren de O'dur. İnsanlar, yılların sayı ve hesabını bilmeleri için gece ile gündüz birbirini izler durur; gece gelir gündüz gider, gündüz gelir gece gider. Bu âyette, Allahü teâlâ'nın nimetleri hatırlatılmakta ve O'nun üstün hikmet ve kudreti vurgulanmaktadır. Şükür üç çeşittir: Nimeti düşünmekten ibaret olan kalbin şükrü, nimeti övmek ve sena etmekten ibaret dilin şükrü ve gereği kadar nimetin karşılığını vermekten ibaret olan diğer organların şükrüdür. Bil ki âyet-i kerime, virdin (alışkanlık haline getirilen zikrin) zamanında yapılamaması halinde kaza edildiğine işaret etmiştir. Bu zikrin kazası, vacip değil müstehaptır. Virde devam etmek, vuslata vesiledir. Nehrin ancak devam eden yağmurlar ve dağlardaki karlar vasıtasıyla denize ulaştığını görmez misin? Yardım kesilirse maksat hasıl olmaz. Bu sebeple ibadetle meşgul olan İnsanlar, gece gündüz kendilerini zikre vermişler, gece yapamadıkları virdi gündüz ve gündüz yapamadıklarını da gece telâfi etmişlerdir. O halde sen de sabah akşam virde devam etmelisin. Çünkü bu, geçmişteki sâlih kulların âdetiydi. Buna göre virdden habersiz, gaflet içinde olmaktan sakın. Gaflet ise, şeytanın aldattığı günahkâr insanların âdetidir. Anlatıldığına göre İblis, Yahya b. Zekeriya (aleyhisselâm)'ya gözükmüş. Yahya (aleyhisselâm), İblis'in üzerinde çeşitli madalyalar görünce ona şu soruyu yöneltmiştir: ”Üzerinde gördüğüm bu madalyalar neyin nesi?" İblis: ”Bunlar, insanoğlunun tutkun olduğu boş arzulardır." Yahya: ”Onların içinde bana ait bir şey var mı?" İblis: ”Sen doymuşsun ve bu yüzden sana namaz ve zikri ağır gösterdim." Yahya: ”Bundan başka var mı?" İblis: ”Yemin olun ki hayır." Yahya: ”Midemi, yemekle asla doldurmamam gerekir." İblis: ”Allah'a borcum olsun, ben bir Müslümana bir daha öğüt verirsem," demiştir. Bu hikâye Akâmi'l-Mercân isimli eserde anlatılmıştır. Hayatını ibadetle geçiren bir kul ölmek üzere iken şöyle demiştir: ”Benim üzüntüm, keder, hata ve günah diyarından ayrıldığımdan dolayı değildir. Benim üzüntüm uyuduğum gece, oruçsuz geçirdiğim gün ve Allah'ı zikretmekten habersiz kaldığım saatleredir." Allahü teâlâ'dan bizleri uyanık, hazır ve her müşahadede Allah'ın cemalini seyretme derecesine ulaşan kimselerden kılmasını diliyoruz. 63Rahman’nın has kulları onlardır dünyada şeytana ve arzularına tapanlar değillerdir. Çünkü onlar, şeref ve üstünlük taslayan kişiler olmayıp olgun kullardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler. ”Meşy", isteyerek bir yerden başka bir yere intikal etmek, ”hevn" ise, ağırbaşlılık ve tevazu demektir. İnsanın, zillete sebep olmayacak derecede alçak gönüllü olmasıdır. Buna göre anlam şöyledir: ”Onlar övünerek, böbürlenerek, çalımlı ve gösterişli değil, ağırbaşlı ve tevazu ile yürürler." Çünkü o müminler, Allah'ın ululuğuna ve heybetine vakıf olmuş, O'nun büyüklüğünü ve yüceliğini idrak etmiş, dolayısıyla ruhları ürpermiş, gönül ve bedenleri itaate koyulmuştur. Nitekim nakledilen bir haberde şöyle denmiştir: ”Mü'min, tıpkı bağlandığı zaman boyun eğen ve bir taşın üzerine çökertilmek istendiğinde çöken deve gibidir."(,6) Ve kendini bilmez ahmak kimseler kendilerine lâf attığında kötü söze karşılık selâm! derler (geçerler.) Yani biz, sizden kurtulmak Bazı Müfessirler de şöyle demişlerdir: ”Yani biz, size cahillik etmeyiz, sizinle aramızda arlık hayır ve şer sözkonusu değil, aksine mütâreke, sulh sözkonusudur." Müfessirlerin çoğu âyetteki ”selâm" kelimesinin, ifadede yer almayan ”söz" anlamındaki ”kavi" kelimesinin sıfatı olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: ”Sıkıntı ve günahtan emin olacakları doğru bir söz söylemişlerdir." Yine Müfessirlerin çoğuna göre bu âyet, muhkem bir âyettir. Nitekim, kendini bilmez kişiye karşı İnlim ile davranmak, menduptur. Ahmak kimseye aldırmamak da edebe, kişiliğe ve dine göre güzel kabul edilen bir davranıştır ve maksada daha uygundur. Kaydedildiğine göre Allahü teâlâ mahlukatı kıyamet günü topladığı zaman bir tellâl şöyle seslenir: ”Fazilet sahibi kimseler nerede?" Bunun üzerine azınlık bir grup kalkarak hızlıca cennete doğru hareket etmeye koyulurlar. Bu arada melekler onları karşılayarak şöyle derler: ”Görüyoruz ki hızla cennete gidiyorsunuz, öyle mi?" Onlar da: ”Evet, fazilet sahibi kişiler biziz." Melekler: ”Faziletiniz ne idi?" Onlar: ”Biz, kendisine haksızlık edildiği zaman sabreder, kötülüğe uğradığımız zaman aldırmaz ve ahmaklık edildiği zaman da karşılık vermezdik," derler. Bunun üzerine onlara: ”Girin cennete! Amel edenlerin ecri ne güzeldir!" denir. Âlimlerden biri de Rahmanın kullarının özelliği hakkında şöyle demiştir: ”İbadet onların süsü, fakirlik kerametleri, Allah'a itaat zevkleri, Allah’ı sevmek hazları, takva azıkları, Kur'an sözleri, zikir süsleri, kanaat malları, ibadet kazançları, şeytan düşmanları, gündüz ibretleri, gece ibret almaları ve âlemlerin Rabbini gözetmek ise amelleridir." 64Onlar, gecelerini kendi zevkleri için değil Rablerine secde ederek ve kıyanı durarak geçirirler. Âyet-i Kerime’de âyet sonlarının uyumu için secde, kıyamda durmaktan önce zikredilmiştir. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Kulun, Rabbine en yakın olduğu an secde halidir." Âyetin anlamı şöyledir: ”Onlar secde ederler ve kıyamda dururlar, yani bütünüyle geceyi veya bir kısmını namazla ihya ederler." Nitekim Allahü teâlâ takva ehli kimseler için şöyle buyurmuştur: ”Geceleri pek az uyurlardi." (Zâriyât: 17) Âyet-i Kerime’de gece vakti vurgulanmıştır. Çünkü gece ibadet etmek daha zor ve gösterişten daha uzaktır. Özellikle Said İbnü'l-Müseyyeb, Fudayl b. İyaz, Ebû Süleyman ed-Darânî, Malik b. Dinar ve Rabia el-Adeviyye geceyi ihya etmekle meşhur olmuş kimselerdir. Bunlardan Rabia, bütün gece namaz kılar, sabaha karşı biraz uyur ve sonra kalkarak şöyle dua edermiş: ”Ey nefis! Ne kadar uyuyor ve ne kadar uyanıksın? Bir kere uyuyup kıyamet sabahına kadar uyanamayacağın vakit yakındır." İşte Rabia'nın ölünceye kadar hali böyle idi. Tembelliği, gevşekliği ve haline aldanışı dolayısıyla geceyi ihya etmekten mahrum olan kimse kendine ağlasın. Çünkü o, pek çok hayır yollarını kendine kapamıştır. Gecenin ihyasına, dünya işlerine fazlasıyla önem vermek, dünya ile çok meşgul olmak, bedeni yormak, çok yemek, boş şeylerle ilgilenmek, öğle uykusunu ihmal etmek engel olmaktadır. Bu konuda muvaffak olan ise, vaktini değerlendiren, tedavisini, hastalığını bilen ve ihmalkar olmayan, dolayısıyla ihmal edilmeyendir. Şayet Rasûlüllah'ın ”Yatsı namazını cemaatle kılan, gecenin yarısını, sabah namazım cemaatle kılan da bütün geceyi ibadetle geçirmiş sayılır." (!8) sözü hakkında ne dersin? Ki, bu söz gece ibadetine ihtiyaç kalmadığını belirtiyor" dersen şöyle derim: ”Hazret-i Peygamber'in bu ifadesi, cemaate teşvik etmekte, kolaylığı ortaya koymakta ve niyetin etkisini belirtmektedir. Nitekim yatsı vaktinde, sabah namazını cemaatle kılmaya niyet eden kimse, o namaz için mescidde bekleyen kimse gibidir. Gerçekten nice yüksek idealler hareketin önünde seyreder. Fakat niyetle birlikte amel, soyut niyetten daha üstündür. Azimet de ruhsata tercih edilir." Öte yandan Sehlu t-Tüsterî şöyle demiştir: ”Kul, farzları tamamlamak için devamlı beş vakit namazın farzlarından önce ve sonra kılınan sünnetlere muhtaçtır. Sünnetleri tamamlamak için nafile ibadetlere ve nafile ibadetleri tamamlamak için de adaba ihtiyacı vardır. Dünyayı terketmek ise edepten sayılır." Ma'dân b. Talha da şu hususu dile getirmiştir: ”Allah Rasûlu nün dostu Sevban ile karşılaştım ve ona: ”Bana, Allah'ın beni cennete koymasına vesile olacak bir amel söyler misin?" dedim. Sevban: ”Bunu ben de Rasülüllah'a sordum ve bunun üzerine o şöyle buyurdu: ”Allah için çok secde etmen gerekir. Çünkü Allah, kendisine her secde ettikçe sana bir derece verir ve bir günahım bağışlar." m Bil ki, her amelde as loi an niyeti gerçekleştirmek ve samimiyeti doğrulamaktır. 65Onlar namazlarının sonunda yahut her zaman şöyle derler: 'Rabbiniiz! Cehennem azabını üzerimizden sav. Rabbimiz! Bizi kurtar ve şiddetli ızdırap veren cehennem azabım bizden uzaklaştır. Doğrusu onun azabı gelip geçici bir şey değildir. Sürekli kötü, devamlı yok oluştur ve onunla azap edilen ayrılıp uzaklaşamaz. Ragıp İsfahanı şöyle demiştir: ”Ğarâm" Arapların, 'Kadınlara tutkun' anlamı için kullanılan 'muğrem' kelimesinden türemiştir. Yani o, alacaklının borçluyu bırakmadığı gibi, kadınları bırakmaz." 66Orası, cehennem cidden ne kötü bir uğrak, ne kötü bir konaktır.' Âyet-i Kerime’de, mü'mini erin muhalefette bile iyi davrandıkları, Hakka ibadet etmeye gayret sarfetmekle birlikte azaptan korktukları ve Allah'a, o azabı kendilerinden savması için niyazda bulundukları açıklanmaktadır. Cidden onlar, gayret etmekte ve bütün güçlerini kullanmaktadırlar. Hesabın görülmesi anında ise, günahkârların seviyesine inerek ve özür dileyenlerin safında yer alarak uygun bir dille söz söylerler. Nitekim bir beyitte şöyle denilmiştir: Kendimi zelil bir kulun yerine koymadıkça, Onun huzuruna girmek istemedim. Neher Çevri şöyle demiştir: ”Kulun, samimiyetindeki eksikliğini, zikirlerindeki gafletini, doğruluğundaki noksanlığını, mücadelesindeki gevşekliğini ve fakirliğine önem vermediğini görebilmesi, Allah'ın ona, amelleri konusunda destek verdiğinin bir işaretidir. Böyle bir durumda halinden hoşnutsuz kalır ve bu yüzden Allah'a olan ihtiyacı artar, nihayet Allah'tan başka her şeyi terkeder." Âyet-i kerime duaya ve özellikle namazların ardından yapılan duaya işaret etmiştir. Şüphesiz duâ, ibadetin özüdür. 67Ve onlar, harcadıkları zaman ne israf ederler, cömertlik sınırını aşarlar ne de cimri davranırlar. Cimrinin kıstığı gibi kısarlar, İkisi yani israf ve cimrilik arasında orta bir yoî izlerler. "Katı", ve ”taktır", israfın zıddı olan kısmadır, cimrilik etmektir. ”İsraf ise harcamada sınırı aşmaktır. ”Kavâm" da orta yol, itidal demektir ve israfla cimriliği dengelemektir. Bu âyetin bir benzeri de şu âyet-i kerimedir: ”Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, hasretim çeker kalırsın" (İsrâ: 29) Harcama, övülen ve verileni olmak üzere iki kısma ayrılır: Kişiye itidal davranışı kazandıran, zekât ve ailenin nafakası gibi dinin öngördüğü harcama, övülen harcamadır. Nitekim Hasan Basrî bu konuda şöyle demiştir: ”Kişinin, israf ve cimriliğe kaçmadan, ailesine yaptığı harcama, Allah yolunda yapılan harcama sayılır." Yerilen harcama ise iki çeşittir: Biri, saçıp savurmak ve israf etmek, diğeri de kısarak ve cimrilik ederek, yapılan harcamadır. Her iki türünde de kemiyet ve keyfiyyet dikkate alınır. Kemiyet açısından, saçıp savurma yani durumun gerektirdiğinden fazla vermek, keyfiyet açısından ise harcamanın yerinde yapılmamasıdır. İsrafta, kemiyetten ziyade keyfiyete önem verilmelidir. Çünkü binlerce dirhem parasından bir dirhem harcayan, günah işlemek üzere birine bir dirhem veren veya içki satın alan gibi, israf etmiş ve bu harcamadan dolayı zalim ve müsrif sayılırken parasız kalacak şekilde binlerce dirhem parasını yerinde sarf eden de orta yolu izlemiş, dolayısıyla bu harcamadan dolayı övülmüştür. Nitekim Hazret-i Ebû Bekir'in durumu, son duruma örnek teşkil etmektedir. Rivayete göre Hazret-i Ebû Bekir, Tebuk Savaşı için bütün malını vermiş ve bunun üzerine Rasûlüllah kendisine: ”Ey Ebû Bekir! Çoluk çocuğuna ne bıraktın" demiş, Ebû Bekir de: ”Allah ve Rasûlünü." demiştir. Hikmet sahibi (bilge) birine sorulmuş: ”Az harcama ne zaman israf ve çok harcama ne zaman normal sayılır?" Bilge: ”Az harcama bâtıl yolda ve çok harcama hak yolda olduğu zaman" diye cevap vermiştir. Öte yandan Mücahid'in bu âyet hakkında söylediği söz de bu konuya örnek teşkil etmektedir. Mücahid şöyle demiştir: ”Bir insanın Ebû Kubeys dağı kadar altını olsa ve o altını Allah'a itaat için harcasa o insan müsrif sayılmaz ama Allah'a isyanda bir dirhem de sarfetse müsrif sayılır." Yine âyetle ilgili olarak Yezid b. Hubeyb şöyle demiştir: ”Âyet-i Kerime’de sözü edilenler Hazret-i Rasûlüm Muhammed'in yakın dostlarıdır. Nitekim onlar, lezzet ve haz duymak için yemek yemiyor ve yakışıklı olmak için elbise giymiyorlardı. Aksine onlar, yemekle açlıklarını gidermeyi ve Rablerine ibadet etme gücüne kavuşmayı, elbise ile de avret mahallerini örtmeyi, sıcak ve soğuktan korunmayı gaye edinmişlerdir." Hazret-i Ömer de: ”Kişinin her arzu ettiğini satın alıp yemesi, israf olarak yeterli görülür," demiştir. İsraf, aşırılık sadece malda olmaz. Bilakis yerinde yapılmayan her şey israftır, taşkınlıktır. Allahü teâlâ'nın Lût kavmini taşkınlıkla ve aşırılıkla nasıl nitelediğini görmüyor musun? Nitekim Allah Lût kavmi ile ilgili şöyle buyurmuştur: ”Çünkü siz, kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Bilakis siz, haddi aşan, taşkınlık gösteren bir kavimsiniz." (Ârâf: 81) Yine Allah, Firavunu da aynı israf ve aşırılıkla nitelendirerek şöyle buyurmuştur: ”Çünkü o, haddi aşanlardan bir zorba idi." (Duhân: 31) Kibir, mütevazi insanlar için israf ve taşkınlık ve kibirli insanlar için itidalliktir. 68Yine onlar ki, Allah ile beraber başka bir tanrıya, puta yalvarmazlar ibadet etmezler, Allahü teâlâ'ya ortak koşmazlar. Şirk üç çeşittir: Birincisi, Allah'tan başkasına kulluk etmek; ikincisi, birine, emrettiği günahı işlemek suretiyle boyun eğmek ve üçüncüsü ise Allah rızası dışında amel etmektir. Buna göre birincisi küfür, diğerleri de günah addedilmiştir. Allah'ın almayı haram kıldığı cana haksız yere öldürmeyi meşru sayan birşey olmadan kıymazlar ve zina etmezler. Ancak, birini öldürdüğü zaman kısas tatbik etmekle veya evli iken zina ettiği zaman recm edilmekle ya da dinden döndüğü, yahut yeryüzünde hak düzeni bozmaya çalıştığı zaman öldürülmek suretiyle o kişinin canına kıyılabilir. (Yani, hakim bu durum karşısında ölüm cezasına hükmeder.) Âyet-i Kerime’deki Allah'ın haram kıldığı candan maksat, mü'min veya can emniyeti sağlanması taahhüt edilen kişidir. "Zina", dini nikâh olmadan kadınla cinsi ilişki kurmaktır. Bil ki, Allahü teâlâ has kulların, tevazu, kötülüğe karşı iyilik etme, geceyi ihya etme, duâ etme ve harcamada orta yolu izleme gibi itaatlerini dile getirdikten sonra başkasına kulluk etmek, haksız yere cana kıymak ve zina gibi büyük günahlardan kaçındıklarına işaret etmiş, imanlarının olgunluğunu ortaya koymuştur. Çünkü iman, ancak faziletlerle süslenmek ve rezaletlerden arınmak suretiyle olgunluğa erişir. Rivayete göre Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir: ”Ben Rasûlüllah'a sordum: ”En büyük günah hangisidir?" Rasûlüllah: ”Allah seni yarattığı halde O'na eş koşmandır." buyurdu. ”Sonra hangisidir?" dedim. Rasûlüllah: ”Çocuğunu, seninle birlikte karnını doyurur endişesiyle öldürmendir." buyurdu. ”Sonra hangisidir?" dedim. Rasûlüllah: ”Komşunun hanımıyla zina etmendir." buyurdular.(20) Bunları zikredilen işlerden birini yapan günahı nın karşılığını bulur. 69Kıyamet günü onun azabı kat kat olur. Ragıp İsfahanî'nin belirttiği gibi ”mudaafe" birbirine denk iki miktarın birleştirilmesidir. Ona, aynısını veya daha çoğunu kattım anlamında ”ed'aftu'ş-şey'e ve dâ'aftuhû" denir. Yani, onun azabı günahlarının küfrüne ilâvesiyle artar durur. Ve orada azap içinde alealtılmış zelil, hakir, bedeni ve ruhî azabı kendinde toplamış olarak temelli kalır. 70Ancak şirkten, cinayetten, ve zinadan tevbe ve iman, Allah'ın birliğini tasdik edip iyi amellerde bulunanlar hariç. Âyet-i Kerime’de, tevbe edenler istisna tutulmak suretiyle bahis konusu günahları işleyenlerin, zikredilen azaba maruz kalacakları haber verilmektedir. Allah onların kötülüklerini tevbe, iman ve iyi ameller sayesinde övülenlerin dünya hayatında İslâm dini ile ilgili fenalıklarını kıyamet günü iyiliklere çevirir. Kötülüklerin iyiliklere çevrilmesi, her kötülüğe karşı bir iyiliğin ve her cezaya karşı bir mükâfatın verilmesi sayesinde olur. Nitekim Ebû Zer (radıyallahü anh)'in ifadesine göre Rasûlüllah şöyle buyurmuştur: ”Kişi, kıyamet günü getirilir ve büyük günahları gizli tutularak: 'Küçük günahlarını ona arzedin bakalım' denir ve kendisine hitaben de: 'O gün, şu gün şöyle şöyle yaptın' denir. O ise, büyük günahlardan korktuğu halde günahlarını inkara kalkışmaksızın itiraf eder. Bu arada: Yaptığı her kötülüğe karşılık ona bir iyilik verin.' denir. Bunun üzerine o: 'Birtakım günahlarımı burada neden göremiyorum?' der. Ebû Zer diyor ki, ”Yemin olsun ki (bu arada) Rasûlüllahin azı dişleri görünür bir halde gülerken gördüm. (21) Daha sonra ise şu âyeti okudu: ”İşte Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir." ( Furkân: 70) Zeccâc da şöyle demiştir: ”Bizzat kötülüğün kendisi iyiliğe dönüşmez. Bunun izahı şöyledir: ”Kötülük tevbe ile silinir ve tevbe ile birlikte de iyilik yazılır." Allah çok bağışlayıcıdır, onun için kötülükleri iyiliklere çevirmekte engin merhamet sahibidir. Bu sebeple iyiliklerden dolayı mükâfat vermektedir. 71Kim tevbe eder ve bütünüyle günahları terkederek, pişmanlık duyar, onlardan yüzçevirir ve ihmal ettiğini telâfi ederek iyi amel yaparsa, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak tam bir tevbe ile Allah'ın hoşnutluğunu kazanacak bir dönüşle Allah'a döner. Ragıp İsfahanı şöyle demiştir: ”Metâb" tam bir dönüş demektir ve bu dönüş, kötü olan şeyi terketmek ve iyi olanı da araştırmakla tahakkuk eder. Dinimize göre tevbe, kötü birşey olan günahı terketmek, kusurlu davranıştan pişmanlık duymak, kötü alışkanlıkları terketmede kararlı olmak ve ihmal edilen amelleri mümkün olduğu kadar telâfi etmeye çalışmaktır. Bu dört husus bir araya gelince tevbenin şartları tamamlanmış olur. İbn Ata şöyle demiştir: ”Tevbe, yerilen davranıştan dönüş ve övülen davranışa yöneliştir. Bu, has kulların tevbesidir. O halde, tevbe ve af dilemeye yönel. Çünkü tevbe, günahlar için sabun hükmündedir. Günahlara ısrar etmek ise, şirke ve İslâm'dan başka bir dine mensup olarak ölmeye sev keder." Ebû İshak da şöyle demiştir: ”Yüzünün yarısı kapalı bir adam gördüm ve ona bunun sebebini sordum. Adam da bana şunu söyledi: 'Ben kabirleri açıp kefen soyan biriydim. Kefen hırsızlığı yapmak üzere bir gece bir kadının kabrini açtım. Bu yüzden kadın beni tokatladı.' Adamın yüzünde parmak izleri vardı. Ebû İshak diyor ki, ben bu durumu Evza'i'ye yazdım ve o da bana mektubunda: 'Ona sor bakalım, kabirlerde bulunanları nasıl bulmuş?' diye yazmıştır. Bunun üzerine ben, o adama bu durumu sordum ve bana cevaben: 'Çoğunu kıbleden başka yöne çevrilmiş bir halde buldum!' dedi. (Alınan bu cevap karşısında) Evza'i şöyle demiştir: 'O, küfre sevkeden ısrarlı davranışlarından dolayı İslâm'ın dışında başka bir dine mensup olarak ölmüştür." Bu durumdan Allah'a sığınırız. 72Onlar, yalan yere şahitlik etmezler. ”Zûr" yalan sözdür. Başka bir ifade ile zûr, aslı olmayan bir şeyi gerçekmiş gibi göstermek üzere yaldızlı ifadede bulunmaktır. Mezhep imamları, yalancı şahidin cezalandırılması konusunda farklı görüşler ileriye sürmüşlerdir. Nitekim İmam Malik, ”Yalancı şahit camilerde, çarşılarda ve diğer umumî yerlerde teşhir edilir" demiştir. Ahmed b. Hanbel de o kişi için, ”Teşhir edilebilecek yerlerde dolaştırılır ve: 'Bu adam yalancı şahitlik etmiştir, bundan sakının' denir." demiştir. Hazret-i Ömer ise, ”Yalancı şahide kırk sopa atılır; yüzü karalanır ve pazarlarda dolaştırılır" demiştir. Diğer taraftan bazı kimseler oyun, eğlence, yalan, ağıt ve kötü anlamlı şarkılarda yalancı şahitliği gibi sayılır, demişlerdir. Rivayete göre Rasûlüm Muhammed İbnü'l-Münkedir şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ'nın kıyamet günü şöyle buyuracağı bana iletildi: 'Kendilerini ve kulaklarını boş söz ve şeytanın çalgılarından uzak tutanlar nerede? Onları, misk kokulu bahçelere koyun.' Sonra meleklere şöyle buyurur: 'Kullarıma, hamdedilmemi, övülmemi ve tazim edilmemi dinlettirin ve onlara, hiçbir korkulan olmadığını ve üzülmeyeceklerini bildirin." Oruçlunun, dilini yalandan, gıybetten, gereksiz sözlerden, sövmekten, koğuculuktan, şakadan, haksız olarak övmekten müzik ve şiirden uzak tutması orucun sünnetlerinden sayılmıştır. Müzikten maksat, kalpte şeytanın arzuladığı şehvet ve sadece varlık sevgisini harekete geçirmekten ibaret bâtıl sayılan sözleri terennüm etmektir. Fakat eğlence söz konusu olmadan Allah'a iştiyakı harekete geçiren sözleri terennüm etmek ise ”ihya" isimli eserde olduğu gibi tasvip edilen müzik addedilmiştir. Öte yandan. Kur'an'ı makamla okuma hususunda değişik görüşler ileri sürülmüş, İmam Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel, Kur’an okunurken duyulan huşu ve manayı anlamaya engel olduğu için bunu mekruh saymışlardır. Bu görüş ışığında Kâdıhân isimli eserde şöyle denmiştir: ”Teravih namazında değişik usul ve makamlarla okuyanlar değil, iyi okuyanlar öne geçmelidir. Çünkü İmanı güzel sesli olunca, onun sesi huşu duymaya düşünmeye ve tefekkür etmeye engel olur." Ebû Hanife ve Seleften bir grup ise, bazı hadisleri dikkate alarak makamla Kur’an okumayı mubah saymışlardır. Çünkü makamla okuma, Fethu'l-Karıb'de ifade edildiği gibi haz duymaya ve Allah korkusunu harekete geçirmeye sebep olur. Usûlü'l-Hadisim şöyle denmiştir: ”Mulıaddis, hadis dersi için oturunca önce güzel sesli bir okuyucunun biraz Kur'an okumasından sonra derse başlar." Şu halde itidal sınırım aşmamak kaydı ile okurken sesi güzelleştirmek ve makam yapmak müstehap, fakat şarkıcıların yaptığı gibi uzatıp durmak ve nameler yapmak ise haramdır. Faydasız bir şeye rastladıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler. ”Lağv", faydasız, alıp atılması ve terkedilmesi gereken şeydir. Aynı zamanda lağv, günah ve anlamsız her sözü ve işi kapsamaktadır. ”Kiram" ise vakar, onurlu demek olan kerîm kelimesinin çoğuludur. Biri, kendini lekeleyen bir davranıştan, sözden uzaklaştığı zaman ”tekerreme fülânün" denilir. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: ”Boş şeye aldırış etmeksizin ondan yüzçevirirler." Rezilliklerden uzak durmak, günahlara yaklaşmamak ve açıkça ifade edilmesi müstehcen sayılan sözleri kinaye yoluyla dile getirmek, âyet-i kerime’de ima edilen kişilerin niteliklerinden sayılmıştır. Gerçekten o müminler, cinsî ilişkiyi ve avret yerlerini dile getirmek istedikleri zaman kinaye yoluyla maksatlarım ifade ederlerdi. Nitekim âyet-i kerime’deki ”kerem" kelimesi, aynı zamanda kinaye ve dolaylı anlatımı ihtiva etmektedir. Şu âyet de bu hususu vurgulamaktadır: ”...Her ikisi de yemek yerlerdi..." (Mâide: 75) Buradaki yemek yeme, su dökünme ve büyük abdest bozmadan kinayedir. Diğer taraftan Allahü teâlâ Kur'an-ı Kerim'de kinaye ile cinsî ilişkiyi, örtmek, nikahlamak, fısıldamak, gelmek, haşir neşir olmak, ilişmek, dokunmak, birleşmek, birlikte olmak ve yaklaşmak kelimeleriyle dile getirmiştir. ”Yaklaşma" ile cinsî ilişkinin kastedildiği âyet-i kerime’de: ”... Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın..." (Bakara: 222); ”dokunma" ile aynı anlamın ifade edildiği âyette ise: ”Bunlara, onlardan önce ne bir insan, ne de bir cin dokunmamıştır." (Rahman: 74) buyrulmuştur. 73Kendilerine Rablerinin öğüt ve hükümleri ihtiva eden âyetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar. "Harre", ses duyulacak şekilde yukarıdan hızla düştü demektir. ”Summ", işitme duyusunu kaybeden anlamında ”esam" kelimesinin çoğuludur. Hakka kulak vermeyen ve onu kabul etmeyen kimse sağır kimseye benzet il iniştir. ”Umyân" ise, görme duyusunu kaybeden kişi demek olan ”a'mâ" kelimesinin çoğuludur. Buna göre anlam şöyle olmaktadır: ”Onlar, âyetlere karşı işitmeyen sağırlar ve görmeyen körler gibi davranmamışlardır. Aksine onlar, algılayan kulaklarla duyan ve yine algılayan gözlerle gören kimseler olarak âyetlere yönelmiş ve onlardan yararlanmışlardır." 74Ve onlar: 'Rabbimizi İtaat ve faziletlerde başarılı kılmak suretiyle bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla... "Hibe", bir şeyi başkasına karşılıksız vermektir. ”Ezvâc" ise, eş anlamındaki zevç kelimesinin çoğuludur. Birbiriyle eşleşen her şeye de zevç denir. Fakat zevce kelimesi, Müfredât'ta olduğu gibi galat bir kelimedir. ”Zürriyyât" da züniyyet kelimesinin çoğuludur. Aslında küçük çocuklar için kullanılan zürriyyet, daha sonra ör fen büyükler için de kullanılmıştır. Şüphesiz mü'min, Allah'a itaat etme konusunda ailesi kendisine destek olduğu zaman, gönlü hoş ve gözü aydın olur. Çünkü mü'min, Allahü teâlâ'nın vaadettiği şekilde ailesiyle cennette buluşmanın gerçekleşmesini gözönünde bulundurmaktadır. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”...işte Biz, onların nesillerini de kendilerine kattık..." (Tur: 21) Maksat, onun kalbin hoşnut kalacağı kişilerle karşılaşması, başkalarına bakmak suretiyle gözünün aydın olması ve bunun ötesinde bir tutkusu olmamasıdır. Bir beyitte şöyle denilmiştir: Allah'ın kulları üzerindeki nimetleri çoktur. Bunların en değerlisi iyi evlâttır. Ve bizi takva sahiplerine önder kıl.' derler. Yani bizleri, ilim vererek ve amelde başarılı kılmak suretiyle dinî merasimlerin icra edilmesi sırasında takva sahiplerinin bize uyması için önder kıl. Bu âyet-i kerime, dinde önder olmaya talip olmanın övgüye lâyık bir davranış olduğunu göstermektedir. 75İşte onlar, detaylı bir şekilde nitelikleri belirtilenler sabretmelerine karşılık zorluklara sabretmeleri, boş arzuları terketmeleri ve mücadelelerinde tahammül göstermelerinden dolayı cennetin en yüksek makamlarıyla mükâfatlandırılacaklar... ”Ğurfe", yüksek makam ve yerler demektir. Bu kelime burada cins ismi olarak kullanılması nedeniyle çoğul anlamındadır. Nitekim Allahü teâlâ bu kelimenin geçtiği başka bir âyet-i kerime’de şöyle buyurmuştur: ”...Onlar, yüksek makamlarda güven içindedirler." (Sebe: 37) Oruç, hangi oruç olursa olsun, tahammül örneklerinden biridir ve Allah'ın düşmanını alteden bir güçtür. Şeytana imkân veren, şehevî arzulardır. Şehevî arzular da yemek ve içmekle azar. Bu sebeple Hazret-i Peygamber, ”Şeytan, insana kanın dolaştığı damarlardan sirayet etmektedir. O halde onun nüfuz edeceği yerleri açlıkla daraltın." buyurmuştur. Orada en yüksek makamlarda, melekler tarafından hürmet ve selâmla karşılanacaklardır. Yani melekler onları selâmlarlar ve kendilerine uzun ömürler dilerler ve afetlerden emin olmaları için niyazda bulunurlar. "Tahiyye", duâ etmek ve uzun ömürler dilemek; ”selâm" ise, kurtuluş ve güven dileğinde bulunmaktır. Gerçek güven ve kurtuluş da ancak cennettedir. Çünkü orada fanîlik yok, ebedîlik var; fakirlik yok, zenginlik var; zillet yok, izzet ve üstünlük var; hastalık yok, sağlık vardır. 76Orada ebedî kalacaklardır. Ölmezler ve o yüksek makamlardan çıkarılmazlar. Orası ne güzel bir konak ve ne güzel bir makamdır. Bu âyet, ”Orası cidden ne kötü bir uğrak ve ne kötü bir konaktır!" (Furkân: 66) âyetinin karşıtıdır. O halde akıllı olan, sözkonusu yüce makamlara, ifade edilen faziletli amellerle hazırlanması gerekir. Yoksa bu yerler, sadece emel ve arzularla elde edilmez. Çünkü boş emeller ölüm gibidir. 77Ey Rasûlüm Muhammed! Bütün insanlara de ki: 'Yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?' Âyetteki ”mâ ya'beu", değer ve kıymet vermez demektir. Yani Allah'a ibadet ve itaatiniz olmasa O, size ne diye değer versin ve durumunuzla ilgilensin? Çünkü insanın şeref ve kıymeti, Allah'ı bilmesi ve O'na itaatiyle olur. Aksi halde insanla diğer canlılar arasında fark kalmaz. Zeccâc da âyetle ilgili olarak şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ'ya ibadetiniz olmasa O'nun katında ne değeriniz ve kıymetiniz olur?" Ey kâfirler! Size haber verdiğimizi kesin yalan saydınız; çünkü o mesajlara muhalefet ettiniz ve Allah katında sizin için değer ve kıymet ifade eden şeylere karşı geldiniz. Onun için yalanlamanızın cezası azap yakanızı asla bırakmayacaktır. Sonunda onları yüzüstü cehenneme atacaktır. Ragıp İsfahanı şöyle demiştir: ”İnsan, bu dünyada Ali b. Ebî Talib'in söylediği gibidir: 'İnsanlar yolcu, dünya da uğrak yeridir, istikrar yeri değildir. Anne karnı, sefer başlangıcı, âhiret ise son duraktır. Hayatının müddeti, o insanın yolculuk süresi; seneleri, menzil; aylan, fersah; günleri, mil ve nefesleri, adımları olmaktadır. Ve insan, geminin yolcularıyla birlikte seyir halinde olduğu gibi o da seyir halindedir. Nitekim şâir şöyle demiştir: Gördüm ki dünyalık peşinde koşan kimse mukîm de olsa, Nereye gittiğini bilmeyen devamlı yolcudur. ” Allah'ım! Bizleri hakkıyla gören ve ibret alanlardan eyle! Bizleri cehenneni azabından kurtar ey azîz, ey çok bağışlayıcı ve ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah'ım! Allah'ın yardımıyla Faurkân Sûresi'nin tefsiri sona ermiştir. |
﴾ 0 ﴿