NEML SÛRESİ

1

Tâ. Sîn. Bu sûre, ”Tâ sın" diye adlandırılmıştır.

Bunlar, şanı yüce olan bu sûre, ulu olduğu bilinen

Kur'an'ın ve apaçık icazı ve sağlamlığı açık olan

kitabın âyetleridir. Âyette kitabın ”mübîn" olduğu belirtilmiştir. Bunun iki anlamı vardır. Birincisi ”apaçık", ikincisi ise ”açıklayan". Buna göre mânâ: ”Kitabın içindeki hikmet ve hükümleri açıklayan" şeklinde olur.

2

Kur'an-ı Kerim

Mü'minler için bir hidayet rehberi ve müjdedir. Yani, onları doğru yola ileten ve müjdeleyendir. Zaten namaz kılan, oruç tutan kimseler doğru yolda olduklarına göre bunların doğru yola iletilmesinin anlamı, o yoldaki kararlılıklarını artırmak demektir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurur: ”... İman edenlere gelince (bu sûre) onların imanlarım artırır..." (Tevbe: 124) Onlar için bunun müjdeleyici olmasına gelince, bu durum ise açıktır. Çünkü Kur an âyetleri onlara Allah'ın rahmetini ve hoşnutluğunu müjdelemektedir.

3

Namaz kılan, zekât veren rükünlerine ve şartlarına riayet ederek namazlarını eda eden; zekâtı hak edenlere verenler

ve âhirete de kesin olarak iman eden, onun meydana geleceğini tasdik edip yakınen bilenler

4

Şüphesiz biz, âhirete inanmayanların öldükten sonra yeniden diriltilmeyi tasdik etmeyenlerin kötü

işlerini kendilerine süslü gösterdik de... Yani Biz, onların kötü amellerini, insan tabiatının hoşlanacağı ve nefsin zevk duyacağı bir şekle getirdik. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”Cehennem, cazip ve hoşgelen şeylerle kuşatılmıştır."

O yüzden bocalar, şaşırır

dururlar. ”Ameh" şaşkınlıktan dolayı bir işte tereddüt etmekdir.

5

İşte bunlar, küfür ve şaşkınlıkla nitelenenler, dünyada Bedir Savaşında olduğu gibi öldürülmek ve esir edilmek suretiyle

kendileri için kötü bir azap bulunan kimselerdir. Sapıklığı hidayete tercih etmelerinden dolayı

âhirette insanlar içinden

en çok ziyana uğrayacaklar da onlardır.

Bu sebeple onlar, cenneti ve cennet nimetlerini kaybetmişlerdir. ”Su (kötü)", insanı üzen ve kedere boğan her şeye denir.

6

Ey Rasûlüm Muhammed!

Şüphesiz ki bu Kur'ân, sana hikmet sahibi ve her şeyi bilen Allah tarafından inkarcıların iddia ettiği gibi kendinden değil, Cebrail vasıtasıyle okunmak ve telkin edilmek suretiyle

verilmektedir. Bir kimse, bir şeyi birinin telâffuzundan ve ağzından bellediği zaman ”telak-kal-Kelâme min ful ân" denir.

Allahü teâlâ, her şeyi bilme vasfına sahip olarak bazı bilgiler vermek üzere şöyle buyurdu:

7

Hani Mûsa, ailesine şöyle demişti: Yani, Ey Rasûlüm Muhammed! Mûsa'nın, Tur vadisinde ailesine söylediği sözler var ya, işte o ânı kavmine hatırlat. Nitekim Mûsa, Medyen'de Şuayb'ın yanında on yıl kaldı, sonra hanımı

Şuayb'ın kızı ile Mısır'a hareket etti. Karanlık ve çok soğuk bir gecede yolunu kaybetti. Bu esnada hanımına doğum sancıları geldi. Derken Tur tarafından Mûsa'ya bir ateş gözüktü. Bunun üzerine Mûsa hanımına, ”Burada kalın" dedi.

'Gerçekten ben bir ateş gördüm.

Mukatil şöyle demiştir: ”Buradaki ateş nur demektir ki, bu da Allahü teâlâ'nın nurundun ibarettir."

Gidip

Size oradan yolla ilgili, yolun nerede kaldığına dair

bir haber getireceğim, yahut orada bana yolu gösterecek birini bulamazsam o kocaman ateşten

bir ateş koru alıp

getireyim, umarım ki ısınırsınız.'

Sıcaklığı ile soğuğu giderirsiniz. Âyette geçen ”şilıab" yanmakta olan ateşten yükselen alev, şifle demektir. ”Kabes" ise kor demektir.

8

Oraya ağaca

geldiğinde Tur tarafından kendisine

şöyle seslenilmişti: 'Ateşin bulunduğu yerde olan... O yer, Allahü teâlâ'nın şu ifadesinde belirtilen mübarek bir yerdir: ”... O mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısından kendisine şöyle seslenildi..." (Kasas: 30)

ve bereketli olan Şam toprakları içinde yer alan bu yerin

çevresindekiler mübarek kılınmıştır! Çünkü orası, peygamberlerin gönderildiği ve özellikle Mûsa'nın Allah'la konuştuğu bir yerdir.

Bazı Müfessirler âyetteki, ”bûrik-mübarek kılınmıştır" ifadesini ”duaya" yorumlamışlardır; bir kısmı ise, ateşin çevresindekilerin melekler olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buna göre ortaya çıkan nur, hem o yeri hem de o nur içinde bulunan melekleri mübarek kılmıştır.

Âlemlerin Rabbi olan Allah, eksikliklerden sözü edilen işin fevkalâdeliğinden dolayı hayrete düşürmesi sebebiyle

münezzehtir!

9

Ey Mûsa! İyi bil ki, Ben, mutlak galip ve hikmet sahibi olan güçlü, şüpheleri gidermeye muktedir ve yaptığını hikmetle eksiksiz bir plâna göre yapan

Allah'ım!

10

Asanı at!' Yani, ateşin çevresindekiler mübarek kılınmıştır ve âsânı at diye seslenilmişti.

"et-Te'vîlatun-Necmiyye"dc şu hususa işaret edilmiştir: ”Hakkın duyurusunu işiten ve O'nun cemalinin nurlarım müşahade eden, Allah'tan başka dayandığı her şeyi zihninden atar ve sadece Allah'ın lütfuna ve keremine dayanır."

Mûsa (asayı atıp) onu hafif ve hızlı

yılan gibi deprenir, çok çabuk hareket ettiğini

görünce ki, Allah o büyük yılanı, hızlı hareket ve çeviklikte hafif ve sür'atli yılana benzetmiştir. Mûsa

dönüp arkasına bakmadan geriye dönmeden

kaçtı. Mûsa, bu işten bizzat kendisinin helak edilmesinin kastedildiğini zannederek korkuya kapılmıştır.

Ona

(dendi ki): 'Ey Mûsa! Bana güvenerek Benden başka birinden, ya da hiçbir şekilde

korkma; çünkü Benim huzurumda peygamberler korkmaz. Şüphesiz bu ifade, peygamberlerden her halükârda korkunun kaldırıldığını vurgulamaktadır. Çünkü onlar, tamamen Allah'ın buyruklanyla meşgul olmaktadırlar. Dolayısıyle herhangi birinden korkmak hatırlarına gelmez.

11

Ancak, kim günah işlemek suretiyle kendine

haksızlık eder, sonra yaptığı kötülüğü iyiliğe çevirir yani, günah işledikten sonra tevbe eder

se, bilsin ki Ben tevbe edenleri

çok bağışlayıcıyım, onlara

çok merhamet edenim.

Alimler, peygamberlerin günah işleyip işlememeleri konusunda farklı görüşler ileriye sürmüşlerdir. Nitekim Fahreddin er-Razî şöyle demiştir: ”Tercih ettiğimiz görüşe göre peygamberlerin, peygamberlikleri döneminde -küçük olsun büyük olsun- günah işlemiş olmaları söz konusu değildir. Onların, daha iyi olan bir şeyi terkedip iyi olanı yapmaları bizim küçük bir günahımız hükmündedir. Çünkü iyi kulların iyilikleri, has kulların kötülükleri mesabesindedir.

Bil ki, has kulların kötülükleri diğer insanların kötülükleri gibi tabiî arzu ve istekten kaynaklanmaz. Has kulların günahları ancak, yorum farkından doğan hata sonucu meydana gelir. Bunun izahı şöyledir: Allahü teâlâ, marifet sahibi birini muhalefete düşürmek istediği zaman ona yoruma girişmeyi süslü göstermek suretiyle muhalefete düşmesine imkân verir. Çünkü marifet sahibi olan, yorum yapmaksızın, muhalefete düşmekten korkar. Ancak Allahü teâlâ, süslü gösterilmesinden, ya da yorumu sayesinde muhalefet durumuna düşene, kendisini bu duruma düşüren yorumun yanlışlığını gösterir. Nitekim Hazret-i Adem de böyle bir duruma düşmüş ve yoruma girişmesinden dolayı günaha sürüklenen olmuştur. İşte böyle bir durumda marifet sahibi kendi aleyhine isyana hükmeder. Halbuki, yorum şüphesinden dolayı bu duruma düşmeden önce günahkâr değildi.

12

Elini koynuna sok; Hazret-i Mûsa'nın, kol ve düğmeleri bulunmayan yünden bir cübbesi vardı ve mübarek eli de açıkta idi. Allahü teâlâ, gömlek yerine giydiği cübbesinin içine elini sokmasını emretti.

Kusursuz alaca hastalığı ve benzeri bir illet olmadan

bembeyaz parlak ve güneş ışınlan gibi ışınları olacak şekilde

çıkacaktır. Yani, elini koynuna sokarsan bu özelliklerde çıkacaktır.

Dokuz mucize ile ki, önceki âyette geçen asâ ve bu âyette belirtilen el de bunlara dahildir. Böylece dokuz mucize etmektedir. (1)

1- Dokuz mucize: Âsâ, beyaz el, Sina Dağı, tufan, çekirge, haşerat, kurbağa, kan ve denizin yarılmasıdır. Bkz. Â'raf, 7/107,108,133. âyetler ile diğer ilgili âyetler.

Firavun ve kavmine Mısır halkına

(git.) Çünkü onlar yoldan çıkmış küfür ve düşmanlığa meyletmiş

bir kavim olmuşlardır.'

13

Âyetlerimiz Mûsa'nın getirmiş olduğu dokuz mucize

onların gözleri önüne serilince: Eli parlak bir halde ortaya çıkınca:

'Bu, apaçık bir sihirdir' sihirli olduğu açıktır

dediler.

14

Kalpleri ve gönülleri

de bunlara sihir olmayıp Allah katından olduğuna

tam bir kanaat getirdiği, yakînen bildiği

halde...

Ebu'l-Leys şöyle demiştir: ”Kalpleri, bu mucizelerin doğruluğunu kabul etmiştir. Çünkü onlar, her mucizeyi gördükçe Mûsa'dan imdat dileyerek kendisinden onu kaldırmasını talep etmişlerdir. Bunun üzerine Mûsa da o mucizeyi kaldırmıştır. Böylece onun, Allah'tan olduğu kendilerince de kanıtlanmış oldu."

Nefsanî

zülüm ve şeytanî

kibirlerinden ötürü onları, ilâhi âyetler olduklarını

bile bile dilleriyle

inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak! Bu son da, onları dünyada suda boğmak ve âhirette yakmaktan ibarettir. ”Cuhûd" sırf inattan dolayı bile bile bir şeyi inkâr etmektir.

Âyet-i Kerime’de, Kureyş kâfirleri için bir temsil söz konusudur. Çünkü onlar da bozguncu ve kibirli idiler. Firavun'u helak etmeye gücü yeten Allah, şüphesiz onun gibi olanı helak etmeye de gücü yeter. Buna göre akıllı insan, başkasının durumundan ibret alması, zulüm ve böbürlenmek gibi helake götüren vasıtaları terketmesi gerekir.

15

Yemin olun ki Biz, Davud'a ve Süleyman'a ilim vermişizdir. Yani, onların her birine uygun dinî ilimler ve hükümlerden başka zırh yapımı, dağların tesbih etmesi, kuşlar ve hayvanların dilleriyle ilgili birtakım bilgiler verdik.

Şüphesiz Allahü teâlâ, yedi kişiye yedi şey öğretmiştir: Hazret-i Âdem'e eşyanın isimlerini öğretmiş ve bu durum, Âdem'e secde edilmesine vesile olmuş; Hızır'a feraset ilmini öğretmiş, bunun neticesinde Hazret-i Mûsa ve Yuşa gibiler kendisine talebe olmuş; Hazret-i Yusuf'a rüya tabir edilmesi öğretilmiş ve bunun sonucunda ailesini ve ülkesini bulmuş; Hazret-i Davud'a zırh yapması öğretilmiş ve bu durum onun, liderliğe ve üstünlüğe ermesine vesile olmuştur. Öte yandan, Hazret-i Süleyman'a kuş dili öğretilmiş, bunun neticesinde Belkıs'ı bulmuş; Hazret-i İsa'ya kitabı, hikmeti, Tevrat ve İncil'i öğretmiş ve bu durum, kötülükle ilgili töhmetin kendisinden uzak olmasına vasıta olmuştur. Nihayet Hazret-i Rasûlüm Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem)'e şeriatı ve tevhidi öğretmiş ve bunun sonucunda o şefaat hakkını elde etmiştir.

Onlar: Her biri, kendisine verilen ilimden dolayı şükrederek:

'Bizi, mü'nıin kullarının birçoğundan bize ilim vermesiyle

üstün kılan Allah'a hamdolsun' dediler. Bu ifade, ilmin üstünlüğünü ve ilim ehlinin şerefini en açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu sebeple Hazret-i Davûd ve Hazret-i Süleyman Peygamberler, kendilerine verildiği halde başkalarına verilmeyen mülkü dikkate almaksızın ilimden dolayı şükrederek ilmi, üstünlüğün temeli saymışlardır. Söz konusu ifade aynı zamanda âlimleri, Allah'ın kendilerine lütfundan ihsan ettiği şeylerden dolayı O'na hamdetmelerine ve alçak gönüllü olmalarına teşvik etmektedir.

"Fethu'l-Mevsilî" şöyle demiştir: ”Hastadan yiyecek, içecek ve ilâç alıkonduğu zaman o hasta ölmez mi? İşte kalp de ilim, düşünce ve hikmetten soyutlandığı zaman ölür."

16

Süleyman Davud'a vâris oldu. Yani, babasının ölümü ile birlikte ilim, peygamberlik ve saltanat, diğer çocuklara değil de ona intikal etti. Bu sayılanlar, mecazî olarak miras diye adlandırılmıştır. Çünkü gerçek miras mal için söz konusudur. Halbuki peygamberler, ancak insanın iç dünyası ile ilgili olgunluklara vâris olurlar. Onların nazarında malın ise hiçbir değeri yoktur.

Ve övünmek, kibirlenmekten dolayı değil, sadece Allahü teâlâ'nın nimetini ilân ederek ki, Allah şöyle buyurmuştur: ”Rabbinin nimetine gelince, onu dile getir." (Duhâ: 11)

dedi ki: 'Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi. Ayette, ”Bana" yerine ”Bize" diye belirtilmesi, siyaset gereği kralların âdetini gözetmekten kaynaklanmaktadır. ”Mantık:" Gönülde bulunan bir şeyi ifade etmek için kullanılan sözleri söylemektir. Aynı zamanda ağızdan çıkarılan sesler için de genelde ”mantık" diye tabir edilir. Bu sebeple güvercin ses çıkardığı zaman, ”Natakati'l-hamâme" denir. ”Tayr" ise, kanatlı olup havada uçan her şeye ad olan ”tâir" kelimesinin çoğuludur.

Hazret-i Süleyman, karınca kıssasında geleceği gibi kuşlardan başka diğer canlıların da dilinden anlıyordu. Âyet-i Kerîmede, kuşların diğerlerine oranla üstün olmaları nedeniyle sadece kuş dili ifade edilmiştir. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: ”Bize her kuşun, öttüğü zaman ne söylemek istediği öğretildi."

Hikâye edildiğine göre Hazret-i Süleyman, ağaçta sakırdayıp başını ve kuyruğunu hareket ettiren bir bülbüle rast gelmiş ve yanındakilere hitaben: ”Onun ne söylediğini biliyor musunuz?" diye sormuş. Onlar: ”Allah bilir" deyince, Hazret-i Süleyman: ”Diyor ki: Yarım hurma yediğim zaman dünya ne olursa olsun, isterse yok olsun, benim için mühim değil," demiştir.

Üveyik kuşu öttüğü zaman Hazret-i Süleyman onun: ”Keşke yaratılanlar yaratıl masalardı" dediğini bildirmiştir. Herhalde bu ötüşü, bir sıkıntıya katlanmasından ve kalbinin üzüntü duymasından olsa gerektir. Tavus kuşu ötünce yine Hazret-i Süleyman: ”O, ne ekersen onu biçersin diyor" demiştir. Hüdhüd öttüğü zaman o: ”Ey günahkârlar! Allah'tan bağışlanmanızı talep ediniz"; kırlangıç öttüğü zaman da: ”Hayır yapın ki karşılığını bulaşınız" diyorlar demiştir. Nitekim kırlangıç, insanların bulunduğu yere ulaşmak ve onlara yakın yere varmak için uzun mesafeleri kateder. Aynı zamanda Süleyman (aleyhisselâm), güvercin ses çıkardığı zaman, onun çok: ”Ey yüce Rabbim! Sen münezzehsin" diye söylediğini bildirmiştir. Horoz, meleği gördüğü zaman öter; eşek de şeytanı görmesi anında anı nr. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Kartal şöyle der: Ey insan! Dilediğin şekilde yaşa, sonun ölümdür."

Ve bize her şeyden verildi. Burada, kendisine pekçok şeyin verildiğini kastetmiştir. Nitekim şöyle denmektedir: ”Herkes falancaya yöneliyor ve o her şeyi biliyor" sözünden, o kişiye yönelenlerin çokluğu ve ilminin zenginliği kastedilmektedir. Âyet-i Kerime’de belirtilmek istenen, Hükümranlık, peygamberlik, kitap, rüzgâr, cin ve şeytanların Hazret-i Süleyman'ın emrine verilmesi, kuş ve hayvanların dilinden anlaması ve çeşitli hayırlardır.

Doğrusu bu kaydedilen öğretme ve verme işi

apaçık, kimseye gizli kalmayan

bir lü tuttur'. Allahü teâlâ'nın bir ihsanıdır.

"el-Vesît" isimli tefsirde şöyle denmektedir: ”Hazret-i Süleyman, şükür ve hamdetmeyi dile getirerek: 'Bu, başkalarına verilenin üstünde açık bir ikramdır' demiştir." Nitekim Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: ”Ben insanlığın efendisiyim, övünmek yoktur." Yani, bu sözü şükretmek için söylüyorum, övünmek için değildir.

İfade edildiğine göre Hazret-i Süleyman'a, Hazret-i Davud (aleyhisselâm)'a verilenler verilmiş, buna ilâveten de cin ve rüzgârlar emrine amade kılınmış ve kendisine kuş dilinden anlama kabiliyeti verilmiştir. Bu sebeple o dönemde, insanların yararlanabilecekleri fevkalâde teknik âletler yapılmıştır.

17

Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan ki her cins yaratık kendi başına bir ordudur. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”...Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilemez..." (Müddessir : 31)

Müteşekkil orduları Süleyman'ın hizmetine toplandı; ”Haşr" topluluğu yerinden çıkarmaktır.

"Keşful-Esrâr" da şöyle denmiştir: ”Ordu anlamındaki ”cünd", çoğul getirilmemesine rağmen Allahü teâlâ bu âyette ”cunûd" şeklinde çoğul getirmiştir. Çünkü bu askerlerin cinsleri farklıdır." Yani, ordular sefere çıkmak üzere Hazret-i Süleyman için toplandılar. Nitekim Şam'dan itibaren Yemene kadar ona aitti. Bu sebeple sefere çıkmak istediği zaman emreder ve bu emir üzerine, orduları kitleler halinde toplanırdı.

Hazret-i Süleyman'ın saltanatının çok güçlü olduğunu göstermek için âyette öncelikle cinler dile getirilmiştir. Çünkü cinler, çok hareketli olup onları toplamak ve emir altına almak çok güçtür.

Hepsi bir arada (onun tarafından) düzenli olarak sevkediliyordu. ”vez':" Dağılmayı ve yayılmayı önlemek ve buna engel olmaktır. Yani, büyük bir ordunun düzeninde olduğu gibi, onların bir araya gelmesi, toplanması ve dağılmaması için hepsini alıkoydu.

Rivayete göre Hazret-i Süleymanın ordugâhı yüz fersah uzunluğunda ve yüz fersah eninde idi. Cinler de ona bir fersah ebadında bir yaygı dokumuşlardı. O, bu yaygı üzerinde oturuyor ve etrafında da 600.000 kadar kürsü bulunuyordu. Kuşlar, onu güneşten korumak için kanatları ile gölgelendiriyor, saba rüzgârı bu yaygıyı bir aylık bir mesafeye götürüyor, böylece Hazret-i Süleyman, gökle yer arasında seyrediyordu.

Yine naklediliyor ki Hazret-i Süleyman, bir çiftçinin yanından geçerken çiftçi kendi kendine şöyle demiştir: ”Gerçekten Hazret-i Davud'un ailesine büyük bir mülk verilmiştir." Rüzgâr bu sözü Hazret-i Süleyman'ın kulağına iletince binitinden inmiş çiftçiye kadar yürüyerek ona şöyle demiştir: ”Allah'ın kabul ettiği bir ”sübhânallah" sözü Davud'un ailesine verilenden daha değerlidir."

Hazret-i Süleyman, Rasûlüllahin şehri olan Medine-i Münevvere'ye de uğramış ve şöyle demiştir: ”Burası, âhir zaman peygamberinin hicret yurdudur. Ona iman edene müjdeler olsun, ona tâbi olana müjdeler olsun ve ona uyana müjdeler olsun!"

18

Nihayet karınca vadisine üstten

geldikleri zaman, bir karınca: 'Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin. Nitekim karınca, Süleyman ve ordularının vadiye yöneldiklerini görünce kaçarak çığlığı ile diğer karıncaları uyarmıştı. Karınca anlamına gelen ”nemle" kelimesi, hem erkek hem de dişi karınca anlamına gelir. Dişi mi, erkek mi olduğu sözün gelişinden; erkek karınca, dişi karınca demekle anlaşılır.

Fahreddin er-Razi'nin belirttiğine göre Katade Kfıfe'ye gelmiş ve insanlar yanına toplanınca onlara hitaben: ”Dilediğinizi sorun bakalım" demiştir. O esnada Ebû Hanife de orada bulunuyordu ki o, henüz küçük yaşta idi. Ebû Hanife: ”Sorun ona bakalım. Hazret-i Süleyman'ın karıncası erkek miydi, yoksa dişi miydi?" demiş. Soru Katadeye yöneltilmiş fakat cevap verememiştir. Bunun üzerine Ebû Hanife: ”O karınca dişi idi," demiştir. ”Bunu nereden öğrendin?" diye sorulunca da şöyle cevap vermiştir: ”Allah'ın kitabından, Onun ”kalet nemlenin" (Neml: 18) sözünden. Eğer karınca erkek olsaydı, ”kale nemletun" buyururdu.

Şu halde, ”hamâme" (güvercin) ve ”şât" (koyun) kelimeleri gibi ”nemle" de erkek ve dişi için müşterek kullanılmaktadır. Erkek mi, dişi mi olduğu sözün gelişinden anlaşılır. Tıpkı, ”hamâme zeker" (erkek güvercin) ve ”hamâme unsâ" (dişi güvercin) gibi.

Süleyman ve orduları farkına varmadan sizi ezmesin!' dedi. Farkına varsalar elbette bunu yapmazlar.

"Karınca, Hazret-i Süleyman'ı nasıl tanıyabildi?" dersen şöyle cevap veririz: Karıncaya, ona itaat etmesi emredilmşitir. Bu sebeple, kendisine itaat etmekle emredileni tanıması gerekir. Hatta karınca, bunun üstünde bir anlayışa sahiptir ve menfaatinin pek çoğunu bilir. Bu cümleden olarak karınca, tanenin bitip yeşermemesi için onu ikiye böler ve nemlenince de kurumak üzere deliğinden dışarıya, güneşe çıkarır.

19

(Süleyman) onun sözüne gülümseyerek... Yani, sözüne gülümseyerek başladı. Çünkü o, karıncanın tedbirli hareketine, uyarısına, hem kendi menfaatini hem de hemcinslerinin menfaatini bilmesine hayret etmiştir. Peygamberlerin gülmesi ise gülümsemeden ibarettir. Tabiatiyle insan, alışık olmadığı bir şeyi gördüğü veya duyduğu zaman hayrete düşer ve gülümser.

Bazı Müfessirler şöyle demişlerdir: ”Hazret-i Süleyman gülmüştür. Gülmesinin görünen cephesi, karıncanın sözüne hayret etmesi ve görülmeyen cephesi ise, Allahü teâlâ'nın ona karıncanın sözünü anlama kabiliyetini lütfetmesine sevinmesi, şöhretli durumundan, takva ve şefkat konusunda ordularının durumundan mutluluk duy maşıdır." Allah'ın, ”Süleyman ve orduları farkına varmadan ” ifadesi, onların atlı ve yaya olduklarını göstermektedir.

Dedi ki: 'Ey Rabbim! Bana ve anne babama verdiğin nimete şükretmemi... Bana ilim, peygamberlik, saltanat vb. yi lütfettiğin gibi babam Hazret-i Davud'a peygamberlik, dağlar ve kuşların kendisiyle birlikte tesbih etmesini, zırh yapmasını, demiri eritmesini ve benzeri şeyleri ve anneme de aynı inancı paylaşmayı lütfettin. Nitekim annesi, iyi ve temiz bir kadındı ve kendisine şöyle demişti: ”Yavrum! Geceleyin çok uyuma. Çünkü çok uyku kişiyi kıyamet günü fakir bırakır." Hazret-i Süleyman, anne ve babasına yapılan ikramın aynı zamanda kendisine yapılmış saydığım, dolayısiyle buna şükretmek gerektiğini dikkate alarak onları da dile getirmiştir.

Ve şükür için bütünüyle

hoşnut olacağın ve benden kabul edeceğin

iyi iş yapmamı gönlüme getir. ”vez"' Daha önce geçtiği gibi, dağılmayı ve yayılmayı önlemek ve buna engel olmaktır. Yani, nimetine şükretmem için beni kendime hakim kıl ki, asla sana şükretmekten uzak kalmayayım. Nitekim nimet şükredildiği zaman yerleşir ve nankörlük ettiğinde de yok olur gider. :

Müminlerin emiri Hazret-i Ali şöyle demiştir: ”Size, nimetin bir kısmı ulaşınca az şükretmekten dolayı tamamını kaçırmayın." Yani, sahip olduğu nimetlere şükretmeyen müstakbel nimetlerden mahrum kalır.

Rahmetinle ki bir kimse cennete ameli ile değil, ancak Allah'ın rahmet ve lütfü sayesinde girer.

Beni iyi kullarının arasına, cennete

koy.' Bu kullar, peygamberler ve onlara her yönüyle tâbi olan kimselerdir.

20

(Süleyman) kuşları gözden geçirerek şöyle dedi: ”Tefekkııd:" Ortada olmayanı arayıp sormaktır. Nitekim, aramakla meşgul olan kişi, aradığının bir kısmını bulup bir kısmını bulamayabilir. Bu sebeple, söz konusu gözden geçirme işine ”tefekkud" adı verilmiştir. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: ”Süleyman, kuşların durumunu öğrendiğinde Hüdhüd'ü görememiştir."

Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Arada bir engel veya başka bir şey mi var?

Yoksa kayıplara rai karıştı? ”el-Vesît" isimli tefsirde şöyle denmiştir: ”Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yani, Hüdhüd'e ne oldu ki onu göremiyorum? Araplar, 'Sana ne oldu?' anlamında 'Seni niçin üzüntülü görüyorum?' derler."

Şu halde hükümdarların, ülkelerinde uyanık olmaları, iyi idare etmeleri ve maiyetinde bulunanların işlerini üstlenmeleri ve en küçük tebasını bile denetlemeleri gerekir. Nitekim Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm), en küçük kuşlardan olan Hüdhüd'ün durumunu gözden geçirmiş, ortada bir saat olmayışı bile gözünden kaçmamış ve tebasına karşı olan son derece şefkatinden dolayı kusur ve eksikliği kendisine atfederek, ”Hüdlıüd"e ne oldu ki onu göremiyorum" yerine, ”Bana ne oldu ki Hüdhüdu göremiyorum?" demiştir. Bu sözü ile Hazret-i Süleyman, idaresi altında bulunanların menfaatlerini gözetmeyi ve onları eğitmeyi hedeflemiştir. Hazret-i Süleyman, Hüdhüd'ün ortadan kaybolmasında geçerli bir özürü olmaması durumunda kendisini tehdit ederek şöyle demiştir:

21

Ya bana mazeretini beyan eden

apaçık bir delil getirecek ya da mutlaka onu şiddetli bir azaba uğratacağım tüylerini yolup karıncaların onu yemesi için bu vaziyette güneşin, altına bırakacağım veya aynı cinsten olmayan kuşlarla bir kafese kapatacağını

yahut hemcinslerinin ders alması için

boğazlayacağım!' Bu ifade, ülkenin muhafazası ancak, üstün bir siyaset ve tam bir adalet anlayışı ile gerçekleştiğine işaret etmekledir.

Hikâye edildiğine göre Hazret-i Süleyman Kudüs'teki Beyt-i Makdis'in inşaatını tamamlayınca hac için yola çıkmış ve Harem-i Şerifte dilediği kadar kaldıktan sonra Yemene gitmeye karar vermiştir. Hüdhüd de ona su rehberliği yapıyordu. Nitekim Hüdhüd, bardaktaki suyu gördüğü gibi yerin altındaki suyu da rahatlıkla görüyor, yakın mı uzak mı olduğunu anlıyor ve gagasıyle yeri eşeleyerek suyun yerini gösteriyordu. Bu arada şeytanlar da gelerek, kesilen hayvanın derisinin soyulduğu gibi toprağı altüst ederek suyu çıkarıyorlardı. İşte Hazret-i Süleyman Hüdhüdu bunun için arayıp sormuştu.

22

Çok geçmeden (Hüdhüd) gelip: 'Ben' dedi, 'senin bilmediğin bir şeyi her yönüyle

öğrendim ve belledim. Nitekim Hazret-i Süleyman, konu edilen şeyi müşahade etmemiş, haberini ne cinlerden, ne de insanlardan almamıştı.

Denirse ki, burada kötü bir hitap söz konusudur. Hazret-i Süleyman tahammül gösterir diye Hüdhüd ona böyle bir hitapta nasıl bulunur? Bunun cevabı şudur: ”Hüdhüd, bu ifadenin hemen ardından bir faydayı dile getirmiştir. Nitekim büyükler, faydanın bahis konusu olduğu bir sertliğe tahammül gösterirler." Hüdhüd. Hazret-i Süleyman için hizmet konumunda olduğuna işaretle şöyle demiştir:

Sebe'den sana çok doğru tahkik edilmiş önemli

bir haber getirdim. O bu ifadesinde, habercinin ancak kesin olarak bildiğini haber vermesi, özellikle krallar nazarında habercide aranan şartlardan biri olduğuna işaret etmektedir. Hazret-i Süleyman'ın, yakın bir yerde bulunmasına rağmen Be İki s't an haberi yoktu. O. San'a'da. Belkıs ise Ma'rib'de bulunuyordu ve aralarında üç günlük bir mesafe vardı. Nitekim Hazret-i Yakub'un da Yusuf un bulunduğu yerden haberi yoktu.

23

Gerçekten onlara Sebe'lilere

hükümdarlık eden, kendisine her türlü imkân kralların ihtiyaç duydukları atlar, ordu, mal vb.

verilmiş...

Değerli zatlardan biri şöyle demiştir: ”Hüdhüd, Belkıs'ın güzelliğini açıkça dile getirmemiştir. Çünkü o, bunun edebe aykırı olduğunu biliyordu."

Ve durumuna veya onun gibi kralların tahtlarına kıyasla

büyük bir tahta sahip olan... Belkis'ın tahtı seksen arşın uzunluğunda ve eninde olup ön kısmı altından yapılmıştı. Her tarafı kırmızı yakut ve yeşil zebercetle kaplı idi, üzerinde de uygun bir döşek vardı.

Bir kadınla karşılaştım. Ki bu kadın, Ya'rib b. Kantatı neslinden Şurahbil'in kızı Belkıs'tır. Babası Yemen'in kralı idi ve ondan başka çocuğu yoktu. Belkıs, babasından sonra idareyi ele almış ve halk da kendisini tanımıştı. O ve kavmi ateşe tapıyordu.

24

Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini Allah'a ibadet edecekleri yerde ona taptıklarını

gördüm. Şeytan, yaptıklarını kendilerine süslü, güneşe tapmalarını ve buna benzer çeşitli küfür ve isyanlarını güzel

göstermiş de bundan dolayı

onları doğru yoldan hak yoldan

alıkoymuş. Onlar

bunun için hidayete eremiyorlar.

25

Göklerde ve yerde ne olursa olsun

gizleneni açığa çıkaran kalplerde

gizlediğiniz ve diller ve organlarla

açıkladığınızı bilen Allah'a secde etmesin diye (şeytan böyle yapmış.) Yani, Allah'a secde etmesinler diye şeytan onları hak yoldan alıkoymuştur.

Bu, secde etmeyi terketmelerinden dolayı, onlara olan bir kınamadır. Onun için, bu âyet okunduğu zaman secde etmek vaciptir.

Şüphesiz o, âyet-i kerime’de, ”açıkladığınız" ifadesini Allahü teâlâ'nın ilmine kıyasla bir şeyi gizlemekle açıklamak arasında bir fark bulunmadığına dikkat çekmek için zikretmiştir.

26

(Halbuki) O çok büyük Arş'ın sahibi olan Allah'tan başka tapı lacak yoktur.' Burada Arş, büyük olarak nitelendirilmiştir. Çünkü Arş, Allahü teâlânın yarattığı cisimlerin en büyüğüdür. İyi bilinmelidir ki, Belkısin tahtının büyüklüğü ile Allahü teâlâ'nın Arş'ının büyüklüğü arasında çok büyük bir farklılık vardır. Çünkü insan, Allah'ın Arşinı ancak ismen bilebilmekte ve onun dışında hakkında hiçbir bilgisi bulunmamaktadır.

27

(Süleyman Hüdhüd'e) dedi ki: Söylediğini

'doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız. Haber verdiğini elbette araştırıp doğruluk derecesini öğreneceğiz.

Bu ifade gösteriyor ki, bir kişinin haberi meşhur ve mütevatir haber derecesine ulaşmaz. Bu sebeple böyle bir haberin üzerinde durup doğru mu, yalan mı olduğunu öğrenmek gerekir. Doğru olduğu anlaşılırsa kabul edilir, aksi halde kabul edilmez.

Hazret-i Süleyman. Belkıs'a bir mektup yazmış ve mektubunda şöyle demiştir: ”Allah'ın kulu Süleyman b. Davûd'dan Sebe' Melikesi Belkıs'a: Bismillahirrahmanirrahim. Selâm, hidayete tâbi olanlaradır. Bundan sonra, bana karşı baş kaldırmayın ve bana Müslüman olarak gelin."

Sonra mektubuna misk sürmüş, daha sonra da mektubunu, üzerini İsmuilahi'l-a'zâm (Allah'ın yüce adı)mn kazındığı mührü ile mühürlemiş ve öylece Hüdhüd'e vermiştir. Hüdhüd onu gagasıyle alması üzerine kendisine hitaben Hazret-i Süleyman şöyle demiştir:

28

Şu mektubumu götür, Hazret-i Süleyman mektup işinde, hakimiyeti altında bulunan güçlü cinleri değil de Hüdhüd'ü görevlendirmiştir. Çünkü onda, ilim ve hikmet emareleri görmüştür.

Onu kendilerine bırak, yani, mektubu Belkıs ve kavmine bırak. Çünkü Hüdhüd: ”Onu ve kavmini buldum" ifadesinde, Belkısi kavmi ile birlikte zikretmiştir.

Ebussuûd Tefsirinde şöyle denmiştir: ”Ayette 'kendilerine' diye çoğul ifade edilmiştir. Çünkü mektubun muhtevası, hepsini hak dine davet niteliği taşımakta idi."

Sonra onlardan ayrılıp gizlenebileceğin ve verecekleri cevabı duyabileceğin bir yere

biraz çekil de, ne sonuca varacaklarına, birbirlerine ne söyleyeceklerine

bak.'

Rivayet edilmiştir ki, Hüdhüd, mektubu alarak Belkıs'a götürmüş ve onu, Ma'rib'deki sarayında uyur vaziyette bulmuştu. Nitekim Belkıs, yattığı zaman kapıları kapatıyormuş. Hüdhüd, bir aralıktan girerek, sırtüstü yatan Belkıs'ın boğazının üzerine mektubu attıktan sonra biraz geri çekilmiştir. Bel kıs, korku ile uyanmış, mektubun üzerindeki mührü görünce irkilmiş ve korkmuş; kuşların ona itaat etmesinden hareketle mektubu gönderenin kendisinden daha büyük bir kral olduğunu anlamıştı.

29

Belkıs, o anda kavminin ileri gelenlerine hitaben:

' Ey ileri gelenler! Bana çok önemli, muhteşem bir mühürle mühürlenmiş

bir mektup bırakıldı' dedi. ”Mele';" Gözlere heybetli görünen ve kalplere saygı duygusu veren kavmin büyükleri ve ileri gelenleri demektir.

İfade edildiğine göre Hazret-i Peygamber yabancılara mektup yazıyordu. Kendisine, onların sadece mühürlü mektupları kabul ettikleri söylenince o da kendisi için gümüşten bir mühür yaptırmış ve üzerine ”Rasûlüm Muhammed Allah'ın Elçisidir" ifadesini nakşettirmiştir. Aynı zamanda yüzük olarak kullandığı mührünü sol küçük parmağına takmıştı. Enes (radıyallahü anh) de bunu böyle rivayet etmiştir.

Celâleyn Tefsiri'nde şöyle denmiştir: ”Kerîm, muhtevası güzel demektir."

İbnu'ş-şeyh de, Şuara Sûresi'nin baş kısmında ”Kitabım Kerîm" için, ”Lâfzı ve manaları hoş, ya da kerîm şerefli demektir. Çünkü Mektup, besmele ile başlamıştır" der.

30

'Mektup Süleyman'dandır. Sanki kendisine, ”Mektup kimden ve içeriği nedir," diye sorulmuş o da, ”O, Süleyman'dandır" diye cevap vermiştir.

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Buradaki bu besmele, tam bir âyet değildir. Halbuki, sûre başlarında bulunan besmeleler müstakil birer âyettir.

31

Bana karşı baş kaldırmayın zorba kralların yaptığı gibi kibirlenmeyin,

teslimiyet göstererek mü'minler olarak

bana gelin, dîye (yazmaktadır).'

Katade şöyle demiştir: ”Peygamberler, bu şekilde uzun olmayan sözler yazıyorlardı."

32

Sonra Melike Belkıs:

'Beyler, ulular! Bu işimde bana fikir, fetva

verin. Size aktardığım konuda bana cevap verin ve bu hususta uygun gördüğünüzü söyleyin. Belkıs, anların sorunları çözebileceklerini hissettirmek üzere cevap yerine, sıkıntılı durumlara cevap niteliği taşıyan ”fetva" tabirini kullanmıştır.

(Bilirsiniz) siz yanımda olmadan hiçbir işi kestirip atmam' dedi. Yani işi, ancak hazır olduğunuz zaman ve görüşünüz istikametinde icra ederim. Bu, Belkıs'ın görüşünde ve plân yapmasında ona muhalif olmamaları için kalplerini yumuşatmaktan ibaret bir ifadedir. Aynı zamanda bu ifade, kişinin kendi bildiğine gitmemesi ve uygun olan bütün işlerinde başkalarına danışması gerektiğine işaret etmektedir. Özellikle krallar, ileri görüşlü kişilerden oluşan bir danışma kuruluna sahip olmalıdırlar ve bir işe ancak, onlara danışma sonucunda karar vermelidirler.

33

Onlar şöyle cevap verdiler: keyfiyet ve kemmıyet açısından

'Biz güçlü kimseleriz ve çetin savaşçılarız. Emir senin.

Ne emredeceğini düşün taşın.', Belkıs, onların kendi güçlerini iddia ederek savaş meylinde olduklarını ve doğru yoldan ayrılacaklarını sezince Hazret-i Süleyman'ın durumundan habersiz oldukları için bu tür sözlerinin yanlışlığını ortaya koymaya başladı.

34

(Belkıs): 'Hükümdarlar bir memlekete ve bir şehre savaşmak üzere

girdiler mi, hayatı felce uğratarak ve mallara zarar ve ziyan vererek

orayı perişan ederler ve halkının ulularını büyüklerini ve değerlilerini öldürmek, esir etmek, sürgün etmek ve buna benzer çeşitli yollarla

hakir hale getirirler. (Herhalde) Onlar da böyle yapacaklardır' dedi.

Âyet-i Kerime’deki, ”Onlar da böyle yapacaklardır" ifadesi, daha önceki sözleri pekiştirmek ve hükümdarların sürekli olarak âdetlerinin böyle olduğunu vurgulamak için olabileceği gibi -ki bu durumda bu söz Belkısin sözünün bir devamı niteliği taşır- Allahü teâlâ tarafından Belkısin sözünü doğrulamak için de olabilir. Yani hükümdarlar, Belkısin söylediği gibi yaparlar.

35

'Ben (şimdi) onlara Süleyman ve kavmine elçi ile büyük

bir hediye göndereyim de, bakayım, bekleyeyim

elçiler yanından

ne gibi bir cevap

ile dönecekler'ki, durum ne gerektirecekse onu yapayım.

Rivayet edildiğine göre Belkıs, Hazret-i Süleyman'a beş yüz hizmetçi, beş yüz cariye ve değeri yüksek inci ve yakutla bezenmiş bir taç göndermiş. Bilde bir mektup yazarak kavminin ileri gelenlerinden Münzir b. Amr adındaki bir şahsı, yanına yine kavminden ileri görüşlü ve akıllı bazı kişileri katarak göndermiş ve şöyle demiştir: ”Eğer bir kral ise hediyeyi alır ve geri çekilir, artık üzerimize gelmez. Eğer peygamber ise hediyeyi almaz ve o taktirde ülkemiz için onu güvenli göremeyiz" demiştir. Nitekim devam eden âyet şöyledir:

36

Belkıs tarafından gönderilen elçi

Süleyman'a hediye ile

gelince elçiye hitaben

şöyle dedi: 'Siz bana basit

bîr mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Gördüğünüz gibi

Allah'ın bana verdiği, peygamberlik ve saltanat,

size verdiği mal ve dünya menfaati

nden daha iyidir. Dolayısıyla hediyenize ihtiyacım yok ve katımda onun bir değeri yoktur. Çünkü Allah bana en üstün makamı vermiştir.

Cafer Sadık şöyle demiştir: ”Dünya, Allah katında, O'nun peygamberleri ve dostları nazarında en değersiz şeydir. Dolayısıyla onlar dünya ile ilgili bir şeye sevinmezler veya üzülmezler. Bu sebeple ne âlimin ne de akıllı insanın dünyanın geçici menfaatine sevinmesi doğru olmaz."

Ama siz hediyenizle böbürlenirsiniz. Yani, siz sadece dünya hayatının görünen kısmını bildiğinizden dolayı size hediye verilmesiyle malınızın artışına sevinerek böbürleniyorsunuz.

37

Ey elçi!

Onlara Belkıs ve kavmine hediyeleriyle

dön. Bilsinler ki, din ehli dünya malına aldanmaz. Onlar müminler ve Müslümanlar olarak gelsinler; aksi halde

kendilerine asla karşı koyaımyacakları ve mukavemet gösteremiyecekleri, ilâhî destek sayesinde cinlerden ve insanlardan oluşan

ordularla şüphesiz gelir ve onları, üstün ve değerli kimseler iken

hor ve hakir, sürgün yoluyla basit esirler

olarak mutlak surette oradan Sebe'den ve Sebe' topraklarından

çıkarırız.'

Rivayet edildiğine göre elçiler. Hazret-i Süleyman'ın haberini Belkıs'a götürünce Belkıs şöyle demiştir: ”Şüphesiz onun bir hükümdar olmadığını ve ona bizim gücümüzün yetmediğini anladım. Bunun üzerine ben Süleyman'a, kavmimin ileri gelenleriyle durumunu görmek ve davet ettiğin dinini anlamak üzere sana geliyorum, diye haber gönderdim."

38

(Sonra Süleyman müşavirlerine) dedi ki: 'Ey ileri gelenler! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o kadının tahtını bana getirebilir?' Hazret-i Süleyman'a Belkısin teslimiyet göstereceği vahye

Bu sebeple Hazret-i Süleyman, ona, Allahü teâlâ'nın özel olarak kendisine lütfettiği, büyük gücünü ve peygamberlik davasının doğruluğunu gösteren bazı fevkalâdelikleri göstermeyi arzu etmiş ve bu cümleden olarak Belkısin gelmesinden önce tahtının getirilmesini istemiştir.

39

Cinlerden bir ifrit: ”İfrit:" Azgın, kötü demektir. Kötü insan için de ifrit tabiri kullanılır.

"Müfredat'da şöyle geçmektedir: ”Cinlerden olan ifrit şımarık ve kötü demektir. Bu ifade, şeytan anlamında istiare yoluyla insan için de kullanılır."

'Sen makamından kalkmadan idare meclisinden çıkmadan ki, orada günün yarısı kadar oturuyordu.

Ben onu tahtı

sana bu müddet zar linda

getiririm. Gerçekten bu işe tahtı getirmeye ve onu taşımaya

gücüm var ve içindeki mücevherat ve nefis şeyler için de

güvenilir biriyim' dedi.

40

Süleyman bundan daha çabuk istiyorum dediği zaman

kitaptan ilmi olan kimse ise: Bu şahıs, Asaf b. Barhiya olup çok doğru biriydi; ilâhî kitapları, okuyor ve İsm-i Azami biliyordu ki, bununla Allah'a duâ edilince Allah da o duayı kabul eder. Allahü teâlâ onu, Hazret-i Süleyman'a yardım ve işini organize etmesi için yaratmıştır.

Âyet-i Kerime’de geçen ”kitaptan" maksat da Hazret-i Mûsa, Hazret-i İbrahim ve diğer peygamberlere indirilmiş olan herhangi bir kitaptır.

'Gözümü açıp kapamadan ben onu sana getirebilirim' dedi.

"Tarf: Birşeye bakmak için göz kapaklarını açıp kapamaktır. Bu, hızlılıkta maksimum sınırdır ve bu konuda kullanılan bir deyimdir. Çünkü göz kapaklarını açıp kapamak arasında herhangi bir süre geçmemektedir.

Kitaptan ilmi olan kimse getirip

(Süleyman) onu yanıbaşına yerkşivermiş, göz açıp kapayıncaya kadar olan bir süre içinde önünde hazır ve sabit bir halde

görünce: Süleyman, nimetten dolayı şükretmeye koyularak:

'Bu,' dedi, bu çok kısa süre içerisinde tahtın gelmesi, benim tarafımdan hiçbir güç ve kuvvet olmadan Allahü teâlânın sırf bir lütfü olduğunu görmek suretiyle

'şükür mü edeceğim yoksa onda kendimin payı olduğunu görmek ve O'nun emrini yerine getirmede kusurlu davranmak suretiyle

nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere haketınememe rağmen

Rabbimin bana olan

lütfundan ve ikramından

dır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Çünkü şükür, mevcut nimete sahip olmak ve kaybolan nimeti ise yakalamaktır.

Nankörlük eden de yani nimetin değerini idrak edemeyerek şükretmeyen ve o nimetin hakkını yerine getiremeyen de ki, nankörlüğünün zararı ona aittir.

Bilsin ki, Rabbim müstağnidir, o şahsın şükretmesine ihtiyacı yoktur

çok kerem sahibidir,' şükretmeye de lütfünü esirgemez ve azabını tehir eder.

Âyet-i Kerime’de, kerametlerin ispatı konusunda iki açıdan delil vardır:

Birinci olarak, cinlerden olan ifrit, Belkıs'ın tahtını Hazret-i Süleyman makamından kalkmadan önce getirebileceğini iddia ettiği zaman Hazret-i Süleyman onu inkâr etmemiş, aksine: ”Ben, bundan daha çabuk istiyorum" demiştir. Bu, cinlerden olan ifrit için mümkün olabildiğine göre Allahü teâlâ'nın bazı velî kulları için nasıl mümkün olmaz?

İkinci olarak, kitaptan ilmi olan Hazret-i Süleyman'ın veziri Âsaf, peygamber değildi. Buna rağmen söz konusu tahtı, Kur'an'ın beyan buyurduğu gibi, Hazret-i Süleyman gözünü açıp kapamadan getirmiştir.

Keramet: Bir şahıs tarafından, peygamberlik davası ile ilgisi bulunmaksızın harikulade olan bir şeyin ortaya konmasıdır. Gerçek imanla ilgisi olmayan kısmına ”istidrâc"; peygamberlik davası ile alâkalı olana ise ”mucize" denir. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Nice saçı karışık tozlu ve eski elbiseli olduğu için kendisine önem verilmeyen öylesi vardır ki, Allah'a yemin etse Allah onun yeminini boşa çıkarmaz." (2)

41

(Süleyman devamla) dedi ki: 'Onun tahtını bilemiyeceği bir vaziyete sokun; getirin, ”Tenkir": Bir şeyi tanınmaz vaziyete sokmaktır. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: ”Tahtın şekil ve görünümünü öyle değiştirin ki, tanınmaz hale gelsin." Bu talimat istikametinde şeytanlar, onun alt kısmını üst kısma getirmişler, üstüne, sahip olduğu kubbelerden daha müthiş bazı kubbeler daha yapmışlar ve kırmızı mücevherin yerine yeşili, yeşilin yerine ise kırmızıyı getirmişlerdir.

Bakalım tanıyabilecek mi, ki o taktirde zekâsının keskinliği ortaya çıkar

yoksa tanıyamayanlardan mı olacak? Bu taktirde de zekâsının düşüklüğü ortaya çıkar.

42

Melike Belkıs, tahtı Süleyman'ın yanında iken ona

gelince: 'Senin tahtın da böyle mi?' dendi. Kendisinin olduğuna dair ona bir ipucu vermemek için, ”Bu senin tahtındır" denmemiştir. Bu durumda, tahtın değişikliğe uğratılınasında, akıl ölçüsünün denenmesinden ibaret olan asıl hedef kaybolurdu.

O şöyle cevap verdi: 'Tıpkı o! Belkıs, tahtında, yapı olarak ayın ve fakat şekil olarak tanınmaz hale getirilmesinde yapılan değişiklikleri açıkladı. Bu durum, onun aklının mükemmelliğine delil teşkil etmektedir.

Zaten bize daha önce buna delil teşkil eden âyetlerden önce

bilgi verilmiş ve biz teslimiyet göstermiştik.'

43

Onu, Allah'tan başka taptığı şeyler (o zamana kadar tevhîd dinine girmekten) alıkoymuştu. Yani, daha önce Allahü teâlâ'ya kulluk yerine güneşe tapmış olması, onu bu durumdan alıkoymuştu.

Çünkü kendisi inkarcı bir kavimdendi. Yani, kendisi küfürde kök salmış bir toplumdandı. Bu sebeple aralarında iken hak dine girememişti. Nihayet Süleyman'ın hükümranlığına girdi ve müminlerin topluluğuna katılmış oldu.

Rivayete göre Hazret-i Süleyman'ın emri ile Belkıs gelmeden önce geçeceği yol üzerine bir köşk inşa edilmişti. Köşkün avlusu billurdan yapılmış, altından su akıtılmış ve suya balıklar v.s. konmuştu. Hazret-i Süleyman da ortasına tahtını koymuş ve üzerine oturmuştu. Kuşlar, cinler ve insanlar da etrafına toplanmıştı.

44

Ona: 'Köşke gir!' dendi. Melike onu görünce derin bir su sandı. Süleyman'ın tahtı önünde derin su olduğunu zannederek suya girmek istedi

ve etekleri ıslanmasın diye

bacaklarını sıvadı. Süleyman ona: ”Bacaklarını sıvama.

'Bu, su diye sandığın şey

billurdan, yapılmış, cilâlı, şeffaf

bir zemindir,' su değildir

dedi. Melike bu mucizeyi de görünce

dedi ki: 'Rabbim! Ben gerçekten güneşe tapmakla

kendime yazık etmişim. Artık Süleyman'la birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum.' Yani, tıpkı Süleyman'ın teslim olduğu gibi ona tâbi olarak ve kendisine uyarak tevhid inancına bağlandım. Başka bir ifade ile o, Allah'a inandığı ve teslim olduğu gibi ben de Allah'a inandım ve O'na teslim oklum.

45

Yemin olun ki, Semud kavmine ki onlar, putlara tapan Araplardandı. Ortağı bulunmayan

'Allah'a kulluk edin!' (demesi için) kardeşleri yani kendi soylarından, kendilerince doğruluğu ve güvenli oluşu ile tanınan

Salih'i gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre oluverdiler.

Yani, hemen ayrılma ve çekişme ile karşı karşıya geldiler; bir zümre iman etti ve diğer zümre ise inkarcı oldu.

46

Salih inkarcı olan zümreye

dedi ki: 'Ey kavmim! İyilik tevbe ki, azabın inişine kadar onu geciktiriyorsunuz,

dururken niçin kötülüğü cezayı

hemen istiyor, bizi tehdit ettiğin azabı getir diyor

sunuz? Allah'tan mağfiret dilemeniz gerekmez mi? Belki size bağışlanma talebiniz kabul edilerek

merhamet edilir.9 Dolayısıyla size azap edilemez. Halbuki bu talebiniz, azabın inmesi anında kabul edilemez.

47

Onlar da (cevaben) dediler ki: 'Senin ve beraberindekilerin yüzünden dininiz konusunda

uğursuzluğa uğradık,' üst üste başımıza felâketler geldi. Nitekim onlar, kıtlığa maruz kaldılar ve: ”Bu kötülük, başımıza senin ve arkadaşlarının uğursuzluğundan geldi," dediler.

Salih: 'Size çöken uğursuzluk kötülük

(sebebi), Allah nezdindedir. Yani onun takdiridir veya yazılı bulunan amelin izdir.

Doğrusu siz genişlikle darlığın yani, hayırla şerrin, musibetle ferahlığın birbirini izlemesiyle

imtihana çekilen bir kavimsiniz' dedi.

48

O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı. Söz konusu şehir, Hicaz'la Şam arasında yer alan Hicr şehridir. Burası, Semud kavminin diyarı ve ülkesi idi. Dokuz kişi de, Salih kavminden azgın kişiler olup deveyi kesmeye koşuşan kimselerdi. Ve iyilik yönünde hiçbir şey yapmıyorlardı.

49

Salih'in durumu hakkında istişareleri esnasında

Allah'a and içerek birbirlerine

şöyle dediler: 'Gece gelip

ona Salih'e

ve ailesine baskın yapalım; onu ve ailesini öldürelim

sonra da Salih'in

velisine: 'Biz onun ailesinin tarafımızdan yok edilmesi şöyle dursun

yok edilişi sırasında bile

orada değildik, inanın ki söylediğimizi

doğru soluyoruz' diyelim.

50

Onlar bu şekilde

bir tuzak kurdular. Biz de kendileri farkında olmadan, onların plânlarını altüst ettik, bu tuzaklarını, helak olmalarına sebep kıldık.

51

Ey Rasûlüm Muhammed!

Düşün işte, tuzaklarının sonucu nasıl oldu: Onları da gece baskınlarında kendileri ile birlikte olmayan

milletlerini de toptan istisnasız

yok ettik.

Rivayete göre Hazret-i Salih'in namaz kıldığı bir mescidi vardı. Söz konusu kişiler deveyi kestikten sonra Salih onlara: ”Üç güne kadar helak olacaksınız" deyince onlar da birbirlerine: ”Salih, bizden üç güne kadar kurtulacağını iddia ediyor. Öyleyse biz, üç günden önce kendisinden ve ailesinden kurtulmaya bakalım," dediler. Daha sonra halkın huzuruna çıkarak şöyle demişlerdir: ”O, namaz kılmak üzere geldiği zaman onu öldürür ve sonra ailesine döner, onları da öldürürüz." İşte bu yüzden onlar çığlıkla helak olmuşlardır. Ansızın Salih'in karşısına çıkmak, isterlerken Allah onların karşısına çıkmıştır. Kavimlerinin çığlıkla helak edilmeleri, kendilerinin, söz konusu azgın kişileri, azgınlıkla ilgili şeylere çağırmalarıyla irtibatlıdır. Yani ceza, herkese ameli cinsinden gelmiştir.

52

İşte belirtilen

haksızlıkları ve şirk gibi fenalıkları

yüzünden çökmüş boş kalmış

evleri! Bilen ve öğüt alan

bir millet için elbette bunda haksızlıkları nedeniyle şaşkınlık veren helak edilişlerinde büyük

bir ibret vardır.

53

İman edenleri Salih ve onunla birlikte olan mü'minleri

ve sürekli olarak inkardan ve günahlardan

sakınanları da kurtardık. Sakınınaları yüzünden kurtuluşa ermişlerdir. Nitekim onlar, dört bin kişi olup Salih kendilerini Hadramevt'e götürmüştür. Burası, Yemen şehirlerinden biridir.

54

Lût'u, Lût b. Haran'ı

da peygamber olarak

gönderdik. Kavmine öğüt verdiği zaman

şöyle demişti: Bazıları da ”Lût" kelimesinden önce ”hatırla" anlamına ”üzkür" kelimesini var sayarak şöyle mana vermişlerdir: ”Lût, kavmini kötüleyerek onlara şöyle dediği anı hatırla."

'Bile bile hâlâ o hayasızlığı yapacak mısınız? ”Fahişe": Aslında çok kötü söz ve davranıştır. Ancak âyette homoseksüellik kasdedilmiştir. ”Tübsırûn" ise burada bilmek anlamındadır. Nitekim kalbin idrak gücüne ”basîre" ve ”basar" denir. Yani siz, homoseksüelliğin kötülüğünü çok iyi biliyorsunuz. Gerçekten bir kötülüğün kötü olduğunu bilen birinin o kötülüğü yapması, başkasınınkine oranla daha kötüdür. Ya da ”basar", gözün görmesi anlamındadır. Yani siz, birbirlerinizden göre göre bu işi yapıyorsunuz. Çünkü o homoseksüeller bu hayasızlığı açıklıyor ve onu gizlemiyorlardı. Bu sebeple tavırları daha da kötü olmuş oluyor.

55

Siz, illede kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşacak mısınız? Bu âyet, sözkonusu kişilerin yaptığı hayasızlığı ve cinsel ihtiyacı giderme vasıtasını açıklamaktadır. Aslında ”şehvet," nefsin istediği tarafa yönelmesidir.

Doğrusu siz, cahillik eden bir kavimsiniz!' Çünkü bilginizin gerektirdiğini yapmıyorsunuz. Bu sebeple cahil bir kimsenin yaptığını yapanla cahil arasında bir fark yoktur.

56

Kavminin cevabı sadece: 'Lût ailesini Lût ve ona tâbi olanları

memleketinizden Sedum'dan

çıkarın; baksanıza onlar bizim yaptıklarımızdan veya çirkin şeylerden

temiz kalmak isteyen insanlarmış!' demelerinden ibaret oldu. İbn Abbas'ın görüşüne göre onların bu sözü alay ifade etmektedir.

57

Bunun üzerine onu, Lût'u

ve ailesini, iki kızım ülkeden çıkmalarını emretmek suretiyle

kurtardık. Yalnız Vahile adındaki kâfir

karısının azapta

kalanlardan olmasını takdir ettik. Buna hükmettik. Çünkü o, Allah'ı inkâr etmişti.

58

Üzerlerine öyle bir yağmur çamurdan pişirilmiş bir çeşit taş

yağdırdık ki... Ne kötü idi uyarılan fakat buna rağmen korkmayan

ların yağmuru!

İbn Atıyye şöyle demiştir: ”Bu âyet, fukahadan homoseksüellerin recm edilmeleri hükmüne varanlara kaynak teşkil etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ onlara, bu günahlarından dolayı taş yağdırmakla azap etmiştir.

Maliki mezhebine göre homoseksüeller, evli olsun bekâr olsun recm edilirler. İmam Şafiî ve Ahmet b. Hanbel'e göre homoseksüelliğin hükmü zinanın hükmü gibidir; zina eden evli ise recm edilir, bekâr ise sopa cezası verilir.

Ebû Hanife'nin görüşüne göre de, söz konusu kişilere tazir cezası verilir, hadd uygulanmaz. Halbuki, İmam Rasûlüm Muhammed ve Ebû Yusuf homoseksüelliği zina suçu gibi saymışlardır."

"Şerhü'l Ekme" isimli kitapta şöyle denmiştir: ”Ebû Hanife, homoseksüelliği büyük bir günah addederek böyle bir görüşe varmıştır. Ona göre bu, cinayet ve zina suçuna verilen ceza gibi ceza verilecek bir suç değildir. Tazir cezası, ancak ortaya çıkan fitneyi yatıştırmaktan ibarettir. Yine Ebû Hanife, yalan yere yapılan yeminle ilgili olarak kefaret gerekmediğini söylemiştir. Çünkü onun cezası kefaretle giderilemez."

59

Ey Rasûlüm Muhammed!

De ki: Bütün nimetlerinden ve bu cümleden olarak peygamberlerin ve nebilerin düşmanlarını helak etmesinden dolayı

'Hamd olsun Allah'a, selâm, güven ve kurtuluş

olsun seçkin kıldığı kullarına. Ki, Allah onları insanların en iyisi kılmış ve kendilerini nübüvvet ve peygamberlik için seçmiştir. Söz konusu kişiler, âfetlerden emin olmuş ve cezalardan kurtulmuş peygamberler, nebiler ve Allah'ın seçkin kullarıdır.

Bu âyette, Hazret-i Peygamber'in bir süre sonra da olsa, düşmanlarının helak edileceklerine işaret edilmekte, onun ve ashabının inkarcıların ellerinden kurtulup güven içinde olacaklarına temas edilmektedir.

Allah mı kullarına

daha hayırlı, faydalı

yoksa O'na koştukları ortaklar putlar

mı? Yani, yoksa putlar mı daha faydalıdır? Allah daha hayırlıdır, demektir.

Hazret-i Peygamber bu âyeti okuduğu zaman şöyle derdi: ”Doğrusu Allah hayırlı, Bakî, daha ulu ve daha cömerttir." Bu ve gelen âyetteki soruların amacı itirafa zorlamak ve azarlamaktır.

60

Ortak koştukları putları mı hayırlı

yoksa kâinatın esası ve faydaların kaynağı olan

gökleri ve yeri yaratan, gökten size menfaatiniz için

su yağmur

indiren mi? Yani, her şeyi yaratan, kulları için daha hayırlıdır.

Çünkü Biz onunla, o su sayesinde

bir ağacını bile meyvesi şöyle dursun

bitirmeye gücünüzün yetmediği imkânınızın olmadığı

güzel güzel etrafı duvarlarla çevrili

bahçeler bitirmişizdir. ”Hadîka": Etrafı çevrili ve içinde meyve ağaçlan bulunan bahçedir. ”Behçet" ise, güzel ve manzarası hoş demektir.

Allah'la beraber başka bir tanrı mı var? Ki, ibadete ortak kılındığı sanılsın?

Doğrusu onlar sapıklıkta devam eden âdetleri haktan, tevhidden yüz çevirmek olan ve bâtıla, şirke bağlanan

bir kavimdir. Nitekim inkarcılar, küfrü iman yerine ve şirki de tevhîd mahal line koyarak haksızlık etmişlerdir.

Allahü teâlâ, başka yönden onları cevaptan âciz bırakmak için yine deliller getirerek tekrar şöyle buyurmuştur:

61

Eş koştukları putlar mı hayırlı,

yoksa yer yüzünü insanlar ve hayvanlar için

yerleşmeye elverişli kılan, aralarında faydalanacakları

nehirler akıtan, onun için yer yüzünde bulunanları sarsmasına engel olacak, içlerinde madenlerin oluştuğu, pınarların aktığı ve bariz birçok faydanın bulunduğu

sabit dağlar yaratan, tatlı ve tuzlu

iki deniz arasına birbirine karışmasın diye

engel koyan mı?

Varlık âleminde ya da bu eşsiz şeyleri yaratmada

Allah'ın yanında başka bir tanrı mı var? Doğrusu onların çoğu (gerçekleri) bilmiyorlar.

Bu yüzden de, bütün açıklığına rağmen sahip oldukları şirk koşma anlayışının yanlışlığını anlayamıyorlar.

62

Ortak koştukları mı daha hayırlı,

yoksa kendine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve insanın başındaki üzüntüyü

sıkıntıyı gideren, ”mııztar: ” Hastalık, yoksulluk, borç, tutuklanma, zulüm vb. herhangi bir problemin Allahü teâlâ'ya sığınmaya, yalvarıp yakarmaya muhtaç ettiği kimsedir.

Duâ etmede en önemli şey, samimi olmak, inancı şüphe illetinden arındırmak, tam bir tevbe ile Allahü teâlâ'ya yaklaşmak ve organları günah kirlerinden temizlemektir. Misvak kullanmak, iyi koku sürünmek, sonra abdest alıp kıbleye yönelmek, Allah'ı zikretmek, O'na senada bulunmak, ihtiyaçları arza ve duaya başlamadan önce namaz kılmak da bu cümledendir. Kişi bu anlayışla, yalvarmak ve yakarmak üzere ellerini açar ve omuz hizasına kadar kaldırır, böylece duası, kabul edilir bir duruma gelir.

Bâyez id-i Bestâmî şöyle demiştir: ”Bir gece Allah'a duâ ettim. Bunun için elbise kolundan iki elimden birini çıkardım, diğerini ise aşırı soğuktan dolayı çıkarmadım. Uyuyunca rüyamda açık olan elimin nurla dolu, diğerinin boş olduğunu gördüm. Bunun üzerine dedim ki: ”Ey Rabbim! Bu niçin böyle?" Bana şöyle seslenildi: ”İstemek için çıkan el dolmuş, gizlenen ise mahrum kalmıştır."

Sizden önceki ümmetlerin meskenlerine vâris olmak suretiyle

sizi yer yüzünün hakimleri yapan mı? Nitekim, sizden olan her nesil, bir önceki neslin yerine geçer.

Bunca nimetleri bütün insanlara sunan

Allah'ın yanında başka bir tanrı mı var? O'nun nimetlerini

ne az hatırlıyorsunuz!

63

Yoksa, karanın ve denizin karanlıkları içinde gecenin zifiri karanlığında

size yıldızlar ve yerdeki işaretlerle

yolu bulduran, hedeflerinize ulaştıran

rahmetinin yağmurun

önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi?

Buna gücü yeten

Allah'ın yanında başka bir tanrı mı var? Allah onların koştukları ortaklardan yaratıcı ve her şeye gücü yetenin yaratılan ve âciz olanla ortaklık kurmasından

çok yücedir.

64

Yoksa, önce ilk defa

yaratan, öldükten

sonra yaratmayı tekrar eden yani, öldükten sonra yeniden dirilten

ve sizi hem gökten, hem yerden rızıklandıran, size yağmur yağdıran, ekin ve bitkiler çıkaran

mı? İnkarcılar, suyun indirilmesi ve bitkilerin bitirilmesi gibi deliller ortada iken yeniden dirilmeye inanmamalarıyla birlikte kendilerine ilk defa yaratılmaları ve daha sonra tekrar varedilmeleri konusu sorulmuştur. Akıl, ilk yaratmadan sonra yeniden yaratmanın mümkün olduğuna hükmeder. Onlar da ortada yokken varedildiklerini biliyorlar. Halbuki, ilk yaratılmalarından sonra yeniden varedilmeleri daha kolaydır.

Bunu yapan

Allah ile birlikte başka bir tanrı mı var? De ki: Davada

'doğru iseniz Allah ile beraber başka bir tanrının varolduğuna dair

kesin aklî

delilinizi getirin bakalım!'

Allahü teâlâ, geçen âyetlerde tam bir güce sahip olduğunu bildirdikten sonra, gelen âyetlerde, yeniden dirilme ile ilgili meselelere bir geçiş olsun diye gaybın sadece O'nun bilgisi dahilinde olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur:

65

De ki: 'Göklerde olan melekler

ve yerde bulunan insanlar ve cinler

Allah'tan başka kimse gaybı bilmez. İnsanlar

ne zaman kabirlerden

diriltileceklerini de bilmezler.'

66

Hayır; onların âhiret hakkındaki ilmi, yetersiz kalmıştır.

"Kamus" adlı kitapta şöyle denilmiştir: ”Onların âhiret hakkında bilgileri yoktur, onunla ilgili her hangi bir bilgiye sahip değillerdir." Bu, güzel bir sözdür. Bu ifadenin hakikati şöyledir: Onların âhirete kavuşma hususundaki ilimleri sona ermiş, böylece âhireti bilmemektedirler.

Allahü teâlâ, onların âhiret hakkındaki daha kötü bir durumu yani şaşkınlıklarını dile getirmeye intikal ederek şöyle buyurmuştur:

Bilakis onlar bundan yani âhiret ve âhiretin gerçekleşmesinden, bir iş hakkında şaşırıp kalan ve bir delil bulamayan kimse gibi

şüphe etmektedirler. Hayır, ondan yana kördürler, cahildirler. Basiretsizlikleri yüzünden nerede ise alâmetlerini de göremiyorlar.

'"Arnim:" Kalp gözü köreimiş anlamındaki '"amin" kelimesinin çoğuludur. Bu kelime, gözü kör anlamında da kullanılır. Kalbin körelmesi ise körlükten daha kötüdür. Basiretin kaybedilmesine oranla gözün kaybedilmesinin pek önemi yoktur. Çünkü, gözleri kör olup kalp gözü açık nice insanlar vadır. Öte yandan kâfirlerin, münafıkların ve gafil kimselerin durumu gibi gözleri gördüğü halde, kalpleri köreimiş nice kimseler vardır.

67

İnkarcılar, Mekke müşrikleri

dediler ki: 'Sahi, biz ve atalarımız, toprak olduktan sonra gerçekten kabirlerden

çıkarılacak mıyız? Hayır, bu olmaz.

68

Yemin olun ki, bu çıkarma ile ilgili

tehdit bize yapıldığı gibi, daha önce yani Muhatnmecl'in tehdidinden önce çeşitli zamanlarda

atalarımıza da yapılmıştır. Fakat yeniden diriltilmediler ve diriltilmeyecekler de.

Bu, söz konusu tehdit

öncekilerin yazdıkları ve uydurdukları

masallarından başka bir şey değildir.'“Esâtîr", aslı, esası olmayan sözler, demektir.

69

Ey Rasûlüm Muhammed!

De ki: Ey inkarcılar ve yalancılıkla itham edenler!

'Yeryüzünde Hıcr, Ahkâf ve benzeri yerleri

gezin de, günahkârların, tekzip edenlerin tekzipleri yüzünden

sonu nice oldu, bir bakın!' Düşünün ve ibret alın! Nitekim onlar, çeşitli cezalarla helak edilmişlerdir. Bu ifade inkarcıları, yalanlamaları yüzünden tehdit etmekte ve tekzip edenlere inen azabın benzerinin kendilerine inmesiyle korkutmaktadır.

70

Onların yalanlamaları ve inkarcılıkta ısrarları

yüzünden tasalanma. Kurmakta oldukları tuzaklardan seni yok etmek için yaptıkları plânlardan ve insanları senin dininden alıkoymalarından

ötürü sıkıntı duyma. Çünkü kötü tuzak ancak sahibini yakalar. Allah, seni insanlardan korur ve dinini gâlip getirir.

71

'Eğer verdiğiniz azap haberinde

doğru söylüyorsanız bu vaad vaadedilen azap

ne zaman?' derler.

72

De ki: 'Çabucak gelmesini istediğiniz şeyin, azabın

bir kısmı herhalde yakında başınıza gelecek size ulaşacak

tır. Nitekim, Bedir Savaşı'nın azabı onlara inmiştir. Geri kalan azapları ise âhiret gününe saklanmaktadır.

73

Şüphesiz Rabbin, bütün

insanlara karşı lütuf ve ikram

sahibidir. Söz konusu inkarcıların işledikleri günahlardan kaynaklanan cezalarını tehir etmesi de yine Allahü teâlâ'nın bir lütfudur.

Fakat insanların çoğu nimetin hakkını bilmiyor ve

şükretmiyorlar. Bilakis onlar, işin gerçeğini hiç bilmediklerinden dolayı azabı hemen acele istiyorlar.

74

Rabbin elbette onların sinelerinin gizlediklerini de, açığa vurduklarını da açığa vurdukları sözlerini, ve fiillerini ve azabı hemen istediklerini de

bilir. Âyet-i kerime, onların açıkladıklarından başka kötülükleri olduğunu ve Allahü teâlâ'nın hepsinden dolayı onlara muamele edeceğini bildirmektedir.

75

Gökte ve yerde göze görünmeyen hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz'da) bulunmasın. ”Gaibe": Şiddet ve galebeye delâlet eden sıfatlardandır.

Âyet-i Kerime’de tıpkı şöyle buyrulmuştur: ”Ne kadar kapalı ve gizli olursa olsun Yüce Allah her şeyi bilir ve kuşatır." Allahü teâlâ'nın bilgisine ve muşa hades ine göre görünen şey le görünmeyen arasında bir fark yoktur. O halde, müminin sinesinin selim olması: biri için gönlünde kin, kıskançlık ve düşmanlık gizlememesi gerekir. Nitekim, nakledilen bir hadi s-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Bu kapıdan ilk giren cennetliklerden biridir." Abdullah b. Selâm (radıyallahü anh) ilk giren oldu. Bunun üzerine Rasûlüllah'ın ashabından bazıları kalkarak bu durumu ona ilettiler ve dediler ki: ”Cennete girmeyi umduğun en sağlam amelini bize söyler misin?" Abdullah b. Selâm: ”Ben zayıf birisiyim. Kendisiyle cenneti umduğum en sağlam amelim, gönül selâmeti ve beni ilgilendirmeyen şeyleri terketmektir," diye cevap vermiştir.

Bu haberde iki husus vardır:

Birincisi, Hazret-i Peygamber'in gaybı haber vermesi. Fakat bu vahiy vasıtası ve Yüce Allah'ın bildirmesiyle olmuştur. Çünkü gaybı bilmek ancak Allahü teâlâ'ya aittir.

İkincisi de, gönül selâmetinin cennete girme vesilelerinden biri olmasıdır. Nitekim hadis-i şerifte Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”Ashabımdan hiç birisi, birinden bana bir şey iletmesin. Çünkü ben, kalbi selim olarak size gelmek istiyorum" Gerçekten kişi, sadece kardeşinin menkibelerini dinlerse onun hakkında gönlü salim olur. Fakat, olsun olmasın kusurlarını işittiği zaman da onun hakkındaki düşüncesi değişir.

76

Doğrusu Rasûlüm Muhammed'e indirilmiş olan

bu Kur'ân, İsrail oğullarına, cehaletleri yüzünden

hakkında ihtilâf edegeldikleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır. Nitekim onlar, Hazret-i İsa ve Hazret-i Uzeyr peygamberlerin durumları, âhiretteki cismanî ve ruhanî haller ve cennet-cehennemin özellikleri hususunda ihtilâfa ve pek çok şey hakkında ayrılığa düşerek sonunda birbirine lanet etmişlerdir.

77

Ve o Kur'an, ister İsrail oğullarından ve isterse onların dışından oluşan kayıtsız, şartsız

mü'minler için gerçekten bir hidayet rehberi ve rahmettir. Burada, sadece mü'minler zikredilmiştir. Çünkü Kur’an’dan istifade eden onlardır.

78

Şüphesiz Rabbin, onların, ayrılığa düşen İsrail oğullarının

arasında kıyamet günü

kendi hükmünü hak ve adalete göre

verecektir. O, mutlak galiptir, dolayısıyla hükmünü ve kararını kimse reddedemez, her şeyi

bilendir.

79

O halde sen Allah'a güven ve onların vaadlerine aldırma

Çünkü sen, apaçık hakikatin yolundasın. Bu yolda olan, Allah'ın korumasına ve yardımına güvenmeyi haketmiştir. ”Tevekkül": İşi Allah'a havale etmek ve O'nun dışındaki şeylerden yüz çevirmektir.

80

Bil ki sen, ölülere işittiremezsin. Şüphesiz onların ölüler gibi olması, kendileriyle yardımlaşma hırsını bırakmayı gerektirir. Nitekim söz konusu bu kişiler, okunan âyetlerden yararlanmamalarından dolayı ölülere benzetilmişlerdir.

Şayet sen: ”Onlar bu âyette ölülere benzetildikten sonra takip eden âyetlerde körlere ve sağırlara benzetilmelerinin fazlaca bir faydası görülmüyor" dersen şöyle derim: ”Maksat, kalplerin benzetilmesidir, nefislerin benzetilmesi değildir. Çünkü insan, kalbinin küfür, nifak, dünya sevgisi vb. ile ölmesi yüzünden ölüler hükmünde olur."

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: ”Allah'ı tanıyanlar diriler ve onların dışındakiler de ölüler gibidir. Çünkü ruhun hayatı, ancak hakikî bilgi ile sağlanır."

Arkasını dönüp haktan

kaçmakta olan sağırlara da daveti herhangi bir işe olan çağrıyı

duyuraınazsm. ”Summ": Sağır anlamında ”asamın" kelimesinin çoğuludur. ”Samern" ise, sağırlık, işitme duyusunu kaybetmektir. Hakka kulak vermeyen ve onu kabul etmeyen de sağıra benzetilmiştir. Yani sağır davet edenin yanı başında, kulağının dibinde olmasına rağmen daveti işitmediğine göre arkasında ve ondan uzak olunca nasıl duyabilir?

81

Sen körleri sapıklıklarından çevirip doğru yola, istenen şeye

getirecek değilsin. Burada, doğru yola girmeme konusunda basiretini kaybedenler, körlere benzetilmiştir.

Ancak sen, âyetlerimize iman edenlere onlara inanma durumunda olanlara hakkıyla

duyurabilirsin ve onlar Müslüman olurlar, hakka boyun eğerler. Asıl olan, ezelî inayet ve daha önce Allah'ın ilminde mevcut olan ebedî mutluluktur.

Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber, minberinde ayağa kalkmış ve sağ avucunu kapatarak şöyle buyurmuştur: ”Bu, Allah'ın cennetlikleri, isimleri ve soytarıyla yazıp topladığı bir kitaptır. Ona ne ilâve edilir, ne de eksiltme yapılır." Daha sonra Hazret-i Peygamber sol avucunu kapatarak şöyle buyurmuştur: ”Bu, Allah'ın cehennemlikleri, hem kendi isimleri hem de babalarının isimleriyle yazıp topladığı bir kitaptır. Ona ilâve yapılmaz ve ondan birşey çıkarılmaz. ”

82

Onlar hakkındaki söz gerçekleştiği, yaklaştığı

zaman, ”Vuku" kelimesi burada yaklaşmak anlamındadır. Nitekim Allahü teâlâ'nın, ”Allah'ın emri gelmiştir, yaklaşmıştır..." (Nâhl: 1 ) sözünde de aynı anlam ifade edilmiştir. Buna göre mana şöyledir: ”Sözün gerçekleşmesi ve muhtevasının meydana gelmesi yaklaştığı zaman..."

Kur’an-ı Kerim’de bulunan ”vakaa" kelimesi genelde azap ve sıkıntılar konusunda gelmiştir. Yani, sözü geçen kıyametin alâmetleri belirdiği zaman

bunlara yerden deceâl için istihbaratta bulunan, ve ismine cessâse denilen

bir 'dabbe' çıkarırız ki bu, onlara insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyler. Yani, edebî Arap diliyle konuşan söz konusu bu dabbe (canlı), o kâfirlere onların, kıyametin kopacağını haber veren Allah'ın âyetlerine inanmayacaklarını söyler. Nitekim hadi s-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Hazret-i İsa, inananlarda birlikte Kabe'yi tavaf ederken, altlarında bulunan yer, kandilinin sallandığı gibi sallanır; Safa tepesinin, sa'y edilen yere doğru olan kısmı yarılır ve oradan dabbe çıkar. Onun çıkışı ise ancak üç gün sonra gerçekleşir."

Yine rivayete göre deccal her yüzyılın başında çıkar. Kıyamet kopmasına yakın da deceâl çıkar. Bunun üzerine Hazret-i İsa (aleyhisselâm) iner ve onu öldürür. Sonra da yer yüzünde kırk yıl kalır.

Özetle, muhaddislerin (Hadis bilginlerinin) görüşüne göre sarı ırka mensup olanlar ki- onlar Frenklerdir- altı yıl içinde ortaya çıkınca yedinci yılda Mehdi gelir; sonra deceâl çıkar, derken Hazret-i İsa iner, daha sonra dâbbe çıkar ve sonunda da güneş batıdan doğar.

Yine muhaddisler şöyle derler: ”Dâbbe çıktığı zaman, Hafaza (koruyucu) melekleri görevlerinden alıkonulur, mahlukatın mukadderatıyla ilgili olan kalemler kaldırılır ve bedenler amellere şahitlik eder. Bu tablo, dâbbenin çıkmasına ve güneşin batıdan doğmasına çok yakın bir zamanda gerçekleşir. Tevbe kapısı ise ancak güneş batıdan doğduktan sonra kapanır. Her şeyin bilgisi Allah katındadır.

83

O gün her ümmetin âyetlerimizi yalan sayanlarından bir cemaati toplayacağız. Yani, ”Ey Rasûlüm Muhammed! Her peygamberin ümmetinden âyetlerimizi yalan sayanlardan olmak üzere büyük bir cemaati toplayacağımız vakti kavmine hatırlat." Gerçeklen de hiçbir ümmet ve hiçbir asır Allah'ı inkâr edenlerden uzak kalmamıştır.

Artık onlar bir arada tutulurlar ki, azarlama ve münakaşa mahallinde hepsi toplansın.

84

Nihayet hesap yerine

geldikleri zaman Allahü teâlâ, yalan saymalarından dolayı kendilerini azarlayarak

buyurur: 'Siz Benim âyetlerimi, ne olduğunu kavramadan yalan saydınız, yani, size bugüne kavuşacağınızı belirten âyetlerimizi, işin iç yüzünü öğrenecek şekilde düşünmeden yalanladınız,

öyle mi? Yoksa onun dışında başka

ne yapıyordunuz? Yani, onların bilgisizliklerinden, yalanlamak ve inkâr etmekten, bir de günahlardan başka hiçbir amelleri yoktur. İlim, iman ve itaat için varedilmelerine rağmen sanki sadece söz konusu işler için yaratılmışlardır.

85

Yaptıkları haksızlıktan Allah'ın âyetlerini yalanlamalarından

ötürü söz, azap

başlarına gelmiştir, azapla meşgul olmalarından ya da ağızları mühürlendiğinden dolayı özür dilemek için

konuşamazlar.

Bundan sonra Allahü teâlâ, Mekke kâfirlerine öğüt vermiş ve onlara delil getirerek şöyle buyurmuştur:

86

Uyku ve oturma sayesinde

dinlensinler diye geceyi, karanlığı

yarattığımızı ve gündüzü geçinme vasıtalarım elde etme yollarını görsünler diye

aydınlık yaptığımızı görmediler, bilmediler

mi? İman eden bir kavim için elbette bunda, gece ile gündüzün nitelendikleri şekilde yaratılmasında, öldükten sonra yeniden dirilmenin doğruluğunu ve bunu belirten ayetlerin hakikat olduğunu gösteren pek çok

ibretler vardır.

Gerçekten gece ile gündüzün ardarda gelmesini düşünen, ufuklarda ölümü temsil eden gece karanlığının, hayatı temsil eden gündüz ışığıyla değiştiğini gören ve kendinde, ölümün bir benzeri olan uykunun, hayat gibi olan uyanma haline dönüşmesini müşahede eden, hakkında hiç şüphe olmayan kıyamet vaktinin geleceğine ve Allahü teâlânın kabirlerde bulunanları dirilteceğine hükmeder. Ve yine Allah'ın bu tabloyu kendisine bir örnek ve söz konusu durumun gerçekleşeceğini gösteren bir delil kıldığına karar verir.

87

Sûra üfürüldüğü gün, ”Sûr": İsrafil (aleyhisselâm)'in, ölmek ve yeniden dirilip mahşerde toplanmak için üfleyeceği bir nevi borudur. Âyetin anlamı şöyledir: ”Ey Rasûlüm Muhammed! Kavmine, ikinci defa sûra üfleneceği günü yani, ruhların bedenlere geri dönmesi için İsrafil'in kıyamet günü sûra üfleyeceğini hatırlat."

-Allah'ın diledikleri, peygamberler, veliler ve şehitler

müstesna- göklerde ve yerde bulunanlar dehşete kapılır. Bu korku, mü'min olsun kâfir olsun yeniden dirilme ve mahşerde toplanma anında, korkunç şeyleri ve olağanüstü durumları görme yüzünden herkesi kaplar.

Yaratıkların

hepsi boyunları bükük olarak O'na gelirler. Yani, soru-cevap ve hesaba çekilmek için Yüce Allah'ın huzuruna gelirler.

88

O gün

dağları görürsün de, onları yerinde durur, sabit

sanırsın. Halbuki onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Yani, o dağları yerinde duruyor gibi görürsün. Halbuki onlar, rüzgârların hızlı yürüttüğü bulutun geçtiği gibi geçer dururlar. Nitekim büyük ve çok olan her şey, hareket edip gittiği halde bakan kişinin gözünde durur gibi gelir.

(Bu) her şeyi sapa sağlam yapan Allah'ın san'atıdır. ”Sim"': Bir işi icat etmek: sanat demektir. Buna göre her san'at bir iş ve fakat her iş bir san'at değildir. Hayvanlara iş isnat edildiği gibi san'at isnat edilmez. ”Itkân ” ise, bir şeyi sağlam yapmaktır. Buna göre mana şöyledir: ”Allah, her şeyi sağlam yapmış ve gereğince bir şekle sokmuştur."

Ey mükellef olanlar!

Şüphesiz O, yaptıklarınızdan işlerinizin açık ve kapalı olan taraflarından

haberdardır, bilendir.

89

Kim iyilikle kelime-i şehadet ve ihlâsla

(ilâhi huzura) gelirse, ona daha iyisi o şehadet kelimesinden dolayı fayda ve sevap, yani cennet

vardır. Kelime-i Şehadet, mutlak iyiliktir ve hatta iyiliklerin en güzelidir. Sözü edilen kişiye, değersize karşılık değerli, faniye karşılık ebedî ve bire karşılık on, hatta yediyüz iyilik verilir.

Ve onlar iyiliklerle gelenler, sûra üfürüleceği

o gün derecesi ölçülemeyen ve azabı müşahade etmekten kaynaklanan büyük

korkudan da emin kalırlar. Bu müthiş korku, onlara gelmez ve kendilerine asla zararı dokunmaz.

Göklerde ve yerde bulunanlara gelen korku ise sûra üfürülme anında, çeşitli felâketleri ve korkunç durumları görmelerinden kaynaklanan korkudur. Bu korkudan ise, hemen hemen hiçbir insan uzak kalamaz.

90

Kötülükle, kötülüklerin kötüsü olan şirkle

gelen kimseler, yüzü koyun cehenneme atılırlar: Onlara:

'Ancak yaptıklarınızın şirkin

karşılığını görmektesiniz' denir.

Rivayet edildiğine göre ”Lâ ilahe illallah" (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur) sözü cennetin anahtarıdır. Anahtarın kapıyı açması için de dişleri olması gerekir. Bu dişler arasında yalandan, gıybetten uzak zikreden bir dil; hasetten, hainlikten arınmış ve huşu duyan bir kalp; haram ve şüpheden uzak bir karın ve hizmetle meşgul olup günahlardan arınmış organlar vardır.

91

(De ki:) 'Ben, sadece bu şehrin Rabbine boyun eğerek

kulluk etmekle emrolundum. Ki O, burayı kutsal kıldı... Âyetteki ”belde" kelimesinden maksat Mekke-i Mükerreme'dir. ”Bu şehrin Rabbi" denmesi o şehrin şerefini ve saygınlığını artırmıştır. Allahü teâlâ bütün ülkelerin Rabbi olmasına rağmen bizzat ”bu şehrin rabbi" diye ifade edilmesi, müşriklerin. O'nun kendilerine olan nimetini bilmeleri içindir. İbâdet etmeleri gereken Allah şehirlerini, yeşilliğini mukaddes kılmış, bitkilerinin koparılmasını avının avlanmasını hoş görmemiş ve orada, ne suretle olursa olsun sapıklığa meyledilmesinın arzulanmasını yasaklamıştır. Hadis-i Şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Şüphesiz Mekke'yi insanlar değil, Allah kutsal kılmıştır." (5)

5- Bu ifade, Buhari ve Müslim'de bulunan hadisten bir bölümdür.

Yani onun mukaddes kılınması, şer'i bir içtihatla insanlardan değil, ilâhi bir emirle Allahtan kaynaklanmaktadır. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: ”Ey Rasûlüm Muhammed! Kavmine de ki: Allah tarafından bana, sadece O'na kulluk etmem ve ortak koşmamam emredildi. Öyleyse siz de O'na kulluk edin. Üstünlük ve şerefiniz bu kulluğa bağlıdır. Ve O'na ortak koşmayın. Şehrinizi mukaddes kılmak suretiyle O'nun üzerinizdeki nimeti sabit olmuştur.

Ve her şey yaratına, mülk ve tasarruf açısından

O'nundur. Bu hususla O'na hiçbir kimse eşlik edemez ve

Bana Müslümanlardan. İslâm ve tevhid ümmeti üzerine karar kılanlardan, ya da Allah'a tam olarak teslim olanlardan

olmam emredildi.

92

Ve Kur'an okumam da, (emredildi.)' Hakikatlerine vakıf olmayı hedefleyerek onu okumaya devam etmem de bana emredildi. Nitekim okuyucu, düşündükçe perde arkasında saklı yeni yeni manalar keşfeder. Bu yüzden âlimler ve hikmet sahibi kimseler Kur'an okumaktan doymaz. Onun için her gün Kur'an okumalısın. İlim tahsil edenlerin ve tasavvuf ehlinden bazılarının, Kur'an okumaktan daha önemli bir işle meşgul olduklarını iddia ederek yaptıkları gibi Kur'an okumayı terketme. Onların bu iddiası ise yalandır. Şüphesiz Kur'an, dünyada her ilmin esasıdır. Kur'an okuyanın mu shaft an sesli olarak okuması müstahaptır. Bu durumda dil, hareketinden payını, göz bakmaktan el de dokunmaktan nasibini alır.

Bil ki, Hazret-i Peygamber'in ahlâkı Kur'an'dan ibaretti. Bu sebeple okuman esnasında Allah'ın, kullarını övdüğü niteliklere bak ve onları yap, ya da yapmaya azmet. Allah'ın yapılmasından dolayı kullarını yerdiği sıfatları da terket, ya da terketmeye azmet. Hiç şüphesiz Allahü teâlâ, bunu sana, ona göre amel etmen için bildirmiştir. Dolayısıyla bunu yaparsan olgun kişi olursun.

Artık kim belirtilen ibadet, teslimiyet gösterme ve Kur'an okuma konusunda bana tabi olmak suretiyle

doğru yola gelirse, yalnız kendisi için yola gelmiş olur. Doğru yola gelmesinin faydası ona aittir, başkasına değil.

Kim de belirtilen hususlarda bana muhalefet etmek suretiyle

saparsa onun için

de ki: 'Ben sadece uyarıcılardanım'. Allah'ın azabını uyarma ve onunla korkutma sorumluluğundan kurtuldum. Bu sebeple o kişinin vebali bana ait değildir.

93

Ve şöyle de: En değerlisi peygamberlik ve Kur'an nimeti olan bana lütfettiği nimetlerden dolayı,

'Hamd Allah'a mahsustur. O size âyetlerini gösterecek, siz de onları tanımanın kendinize fayda vermediği bir zamanda Allah'ın âyetleri olduğunu

tanıyacaksınız.' Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir. Yani, Rabbin, senin yaptığın iyiliklerden ve siz kâfirler, yaptığınız kötülüklerden, habersiz değildir. O, herbirinize ameline göre muamele eder. Allahü teâlâ, ağacı yaratıp onda meyveler varettiği gibi sizi ve yaptıklarınızı yarattığı halde işlerinizden nasıl habersiz olur? Mutlu ve bahtsız kişilerin hali O'na gizli kalmaz. O ancak bir hikmet ve sebepten dolayı mühlet verir, gafletten dolayı değil.

Nakledildiğine göre İbrahim b. Ethem, bir gün saltanatına ve varlığına sevinmiş. Daha sonra rüyasında kendisine kitap veren birini görmüş ve o kitapta şunlar kaydedilmiştir: ”Geçici olanı ebedî olana tercih etme ve saltanatına aldanma, içinde bulunduğun durum vahim, keşke o durum olmasaydı. Onun için Allah'ın emrine koş." Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Rabbimizin bağışına ve cennete koşun..." (Âl-i İmrân: 133) Bunun üzerine İbrahim b. Ethem korku ile uyanmış ve şöyle demiştir: ”Bu, Allah'tan bir uyarı ve bir öğüttür." Hemen Allah'a tevbe etmiş; halktan ayrılarak Allahü teâlâ'ya itaate koyulmuş; nihayet sâdık veliler derecesine ulaşmıştır.

Allahü teâlâ'nın yardımıyla Neml Sûresinin tefsiri bitmiştir.

0 ﴿