KASAS SURESİ1Tâ. Sîn. Mîm. Bu ifade, yemine işaret etmektedir. Şöyle ki; ”Tâ" ile Yüce Allah'ın kuvvet ve kudretine, ”Sîn" ile sırrına, ”Mîm" ile de yaratıkların hepsine lûtfuna işaret etmektedir. Bunlardan başka birtakım gizli işaretler ve derin anlamlar ise daha önce geçmiştir. 2Bunlar, apaçık Kitab'ın mucize olduğunu gösteren belli âyetleridir. 3İman eden bir kavim için Mûsa ile Firavun'un heberlerinden önemli bir kısmını sana Cebrail vasıtasıyla peşipeşine, dosdoğru, içinde yalan bulunması mümkün olmayan gerçeği nakledeceğiz. Yani, Cebrail emrimiz gereğince sana bu haberleri nakleder. Âyette ”iman eden bir kavim içirt" ifadesi kullanılmıştır. Çünkü ilâhî mesajdan faydalanan onlardır. 4Firavun, Mısır toprağında gerçekten azmış büyüklenmiş, zulüm ve düşmanlıkta son noktaya ulaşmış ve Mısır halkını parça parça etmiş, her istediği kötülük ve bozgunculukta kendisine uyan guruplar haline getirmiş ti. Onlardan, Mısır halkından bir zümreyi İsrail oğullarını güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Yani, onları ardarda öldürüyordu. İsrail oğullarının erkek çocuklarından doksan bin kadarını katletmiştir: kızları da hizmetçilik için hayatta bırakıyordu. Bu durum, bir kâhinin Firavun'a şöyle demesinden kaynaklanmıştır: ”İsrail oğullarından bir erkek çocuk dünyaya gelecek ve saltanatını ele geçirecek." Bu tutum, onun ahmaklığını ortaya koymaktadır. Çünkü kâhinin söylediği söz doğru olsaydı öldürme neye yarardı? Şayet yalan söylemiş ise bu icraata ne gerek vardı? Belli ki o, bozgunculardandı. Bozgunculukta kök salmıştı. Onun için pek çok kişiyi katletmeye cüret etti. 5Biz ise istiyorduk ki, o yerde güçsüz düşürülenlere onun işkencesinden kurtarmak suretiyle lütufta bulunalım, onları başkalarına hizmet eden teba durumunda iken dinî işlerde kendilerine uyulan önderler yapalım, Firavun ve kavminin mülkünde bulunan her şeye vâris kılalım. 6Ve o yerde Mısır ve Şam topraklarında istedikleri gibi tasarrufta bulunacak şekilde onları hâkim kılalım, Firavun ile onun veziri Hâmân'a ve ordularına, onlardan, o güçsüz görünenlerden çekinmekte oldukları şeyi gösterelim. Böylece, hükümdarlıklarının yok olmasından ve içlerinde doğan bir erkek çocuğun yüzünden helak olmaktan dolayı onu engellemeye çalışsınlar. 7Mûsa'nın annesine: Gizli tutabildiğin kadar 'onu emzir, ağlaması anında komşuların onu hissetmesi yüzünden kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu denize, Nil nehrine bırakıver... Büyüklerden biri şöyle demiştir: ”Onu korumaktan endişe duyduğun ve idare etmekten âciz kaldığın zaman korumamız ve idaremiz altında olması için onu Bize teslim et." Darlık ve sıkıntı duymasından korkup ayrılığına üzülme, çünkü Biz onu yakın zamanda, ustalıklı bir usulde ve emin olacağın şekilde tekrar sana geri vereceğiz ve onu yüce peygamberlerden biri yapacağız' diye ilham ettik. Vahyin aslı, hızla işaret etmek; ”ihâ" ise, gizlice bildirmektir. Vahyetmek, ya tıpkı Cebrail'in Hazret-i Peygambere belirli bir şekilde görünerek tebliğde bulunması gibi zatı görünen ve sözü işitilen bir melek vasıtasıyle olur. Veya Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm)'nın Allahü teâlâ'nın kelâmını işitmesi gibi görme olmaksızın sözün duyulmasıyla olur, yahut Hazret-i Peygamberin ”Cebrail kalbime yerleştirdi" diye buyurduğu şekilde kalbe yerleştirmek ya da Allahü teâlâ'nın, ”Biz Mûsa'nın annesine ilham ettik" buyurduğu gibi ilham etmek suretiyle olur. Mûsa'nın annesi Mûsa'ya hamile kaldığı zaman kendisinde karnının şişmesi, renginin değişmesi sütünün çıkması gibi herhangi bir hamilelik belirtisi ortaya çıkmamıştır. Bu, İsmailoğuilarma iütufta bulunmak üzere Yüce Allah'ın gizli tuttuğu bir iştir. Nihayet o, bir gözetleyen ve bir ebe olmadan Mûsa'yı doğurmuş; Firavun tarafından hamile kadınları kontrol etmek üzere görevlendirilen ne ebelerden birinin, ne de başkalarının haberi olmamış ve sadece Mûsa'nın kızkardeşi Meryem'in bilgisi olmuştur. Mûsa'yı annesi üç ay veya daha fazla emzirmiş, Firavun'un yeni doğan bebekleri ısrarla araştırması bu konuda yapılan kontrolleri artırması üzerine Mûsa'yı ziftlenmiş bir sandığa koyarak geceleyin Nü nehrine bırakmıştır. 8Nihayet Firavun'un ailesi onu yitik olarak aldı. Yani, annesi onu sandığa koyup nehire bıraktıktan sonra Firavun'un ailesi ve kaybolup gitmesinden korumak ve özenle bakmak üzere onu aldı. Sonunda o, kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı. Şüphesiz Firavun ile Hânıân ve askerleri yaptıkları ve terkettikleri şeylerde bile bile hata ediyorlardı. Onlar bir taraftan Mûsa'nın yüzünden binlercesini öldürmüşler, diğer taraftan büyümesi ve sakındıkları şeyi başlarına getirmesi için onu yetiştirmeye başlamışlardır. "Hata", yan çizmek demektir. Hata olduğunu bile bile yapana ”hâtı"'; yaptığı şeyin hatâ olduğunu bilmeden yapana ”muhtr" denir ki, aslında bu, iyilik yapmak ister, fakat yapmak istediğinin hilâfına bir şey yapmış olur. 9Firavun'un karısı: Müzâhimin kızı Âsiye, sandıktan Mûsa çıkarılınca Firavuna: 'İkimizin de gözü aydın! -Çünkü ikisi de onu görünce sevmişlerdi.- Onu öldürmeyin, belki bize faydası dokunur. Nitekim Âsiye, Mûsa'nın, başparmağını emmesini ve iki gözü arasındaki nuru görmüştü. Büyüklerden biri şöyle demiştir: ”Peygamberin ve velîlerin yüzleri ayna gibidir. Bunların nurundan hem mü'min hem de kâfir yararlanır." Ya da onu evlât ediniriz' dedi. Çünkü Mûsa evlât edinilmeye müsait idi ve zaten Firavun'un erkek çocuğu da yoktu. Halbuki onlar onu alıp evlât edinmeleri konusunda büyük bir yanılgıya düştüklerini sezemiyorlardı. İbn Abbas şöyle demiştir: ”Allah'ın düşmanı, Mûsa hakkında Âsiye'nin: ”Belki bize faydası dokunur" dediği gibi deseydi Allah ona fayda sağlayacaktı. Fakat o, Allahü teâlâ'nın takdir ettiği bahtsızlığından dolayı direnip durmuştur. Rivayet edildiğine göre, Firavun'un kavminden bazı azgın kişiler şöyle demişlerdir: ”Kanaatimizce bu, kendisinden sakınmak gereken biridir, senden korkarak denize atılmıştır. Bu sebeple onu öldür." Firavun da Mûsa'yı öldürmeye karar verince Âsiye şöyle demiştir: ”O, İsrail oğullarının çocuklarından değildir." Firavun tarafından kendisine: ”Bunu nereden biliyorsun?" diye sorulduğu zaman ise şöyle cevap vermiştir: ''İsrail oğullarının hanımları çocuklarına gerçekten acırlar ve onları öldürmenden korkarak gizlerler. Annenin çocuğunu kendi eliyle denize atması nasıl düşünülebilir?" Âsiye, Mûsa'nın üzerinde asalet nişanlarını görünce onun bu çocuğu bağışlamasını istedi ve bu yüzden Firavun, onu öldürmekten vazgeçti. Âsiye ona Mûsa adını verdi. Nitekim Hazret-i Mûsa'nın içine konduğu sandık su ile ağaç arasında bulunmuştu. Onların dillerinde suyun adı ”mu", ağacın ise ”sa" dır. 10Mûsa'nın annesinin yüreği, oğlunun Firavunun eline düştüğünü işitince kendisini saran korku ve şaşkınlıktan dolayı bomboş kalıverdi, aklı başından gitti. Eğer Biz, Allah'ın ona: ”... Biz onu tekrar sana geri vereceğiz..." (Kasas:7) sözü ile vadettiğine inananlardan, tastik edenlerden olması için onun kalbini sabır, sebat ve daha önce geçen vaadi hatırlatmakla pekiştirmemiş olsaydık, beşerî zaaftan ve aşırı ızdıraptan dolayı neredeyse işi Mûsa'nın kendi oğlu olduğunu meydana çıkaracaktı. Böylece sırrını ve onu Nil nehrine kendisinin altığını açıklayacaktı. Mûsa'nın yüzüne olan hasretinden dolayı artık kalbinde tahammül gücü kalmamıştı. 11Mûsa'nın annesi onun, Mûsa'nın ablasına: ki burada kardeşlik sevgisini vurgulamak üzere, kızı yerine. Mûsa'nın ablası denmiştir. 'Onun izini takip et' ve haberini izle dedi. O da, onlar Mûsa'nın durumunu öğrenmeye çalıştığının ya da ablası olduğunun farkına varmadan uzaktan kardeşini gözetledi. Ona bakıyor ve fakat baktığını hissettirmiyordu. 12Biz daha önce onun süt annelerin sütünü kabulüne müsaade etmedik. Yani Biz, Mûsa'ya onu annesine geri vermeden önce süt annelerden hoşlanmama ve onlardan nefret etme duygusunu vererek süt annelerden emmesine izin vermedik. ”Merâdı"': Süt anne demek olan ”Murdı" kelimesinin çoğuludur. ”Murdı'a" ise, emzikli kadın demektir. Emmek, insan tabiatım değiştirir. Bu yüzden Şeyh Rasûlüm Muhammed el-Cuveynî evine girip oğlu imam Ebû'l-Me'âli'yi başkasından süt emerken bulunca hemen onu, emziren kadından alarak başaşağı çevirmiş, kanımı sıkıp ve parmağını ağı zina sokarak çocuğun emdiği sütü çıkarmış ve şöyle demiştir: ”Annesinin dışındaki birinin sütünü içmek suretiyle karakterinin bozulması yerine ölmesi bana daha kolay gelir." İmam Ebûi-Meâlî büyüyüp de münazarada bir zaafı olunca şöyle dermiş: ”Bu, söz konusu emmeden geriye kalan izlerdir." Bu konuda âlimler şöyle demiştir: ”Bir kadından emen kişinin, o kadının iyilik ve kötülük bakımından ahlâkından etkilenebileceği âdeti hâlâ geçerliliğini koruyor." Bunun üzerine ablası, onun meme kabul etmediğini, Firavunun ona önem verdiğini ve memesini kabul edecek birini aradıklarını görünce: 'Size, onun bakımını sizin namınıza üstlenecek, onu yetiştirecek hem de ona iyi davranacak, emzirmesinde ve bakımında kusur etmeyecek bir aile göstereyim mi?' dedi. Rivayet edildiğine göre Firavun'un adamları Mûsa'nın ablasına hitaben: ”Onun bakımını kim üstlenecek?" dediler. ”Annem" dedi. Firavun'un adamları: ”Annenin sütü var mı?" dediler. Mûsa'nın ablası: ”Evet, var. O, bebeği öldürülen bir kadındır ve en büyük arzusu emzirebileceği bir çocuk bulmasıdır," dedi. Firavun'un ona, Mûsa'nın bakımını üstlenebilecek kişiyi getirmesini emretmesi üzerine annesini getirdi. O sırada Mûsa, Firavun'un elinde ağlıyor, kendisi de onu oyalamaya çalışıyordu. Hemen, Mûsa'yı annesine verdi ve o, anne kokusunu alınca rahatladı ve memesini aldı. Bu durum karşısında Firavun, Mûsa'nın annesine: ”Sen onun nesi oluyorsun ki, memenden başka hiçbir memeyi kabul etmedi?" dedi. Mûsa'nın annesi: ”Ben, kokusu güzel, sütü iyi olan bir kadınım ve bana verilen her çocuk beni kabul eder" dedi. Firavun Mûsa'yı annesine verip kendisine bir ücret tayin etmiştir. Annesi de onunla birlikte aynı gün mutlu bir şekilde evine dönmüştür. Onlar, hergün için Mûsa'nın annesine ücret olarak bir dinar veriyorlardı. Mûsa'nın annesinin onu denize atması ile kendisine geri verilmesi arasında sadece çocuğun, annesinden uzak olarak tahammül edebilecek kadar bir süre geçmiştir. Sekiz gün meme kabul etmeden durdu, diyenin görüşü ise doğru değildir. 13Böylelikle Biz onu, Mûsa'yı çocuğunun ona ulaşmasıyla gözü aydın olsun, ondan ayrı düşmesiyle gam çekmesin ve Allah'ın onu geri vermesi ve peygamberlerden kılması konusundaki vaadinin gerçek olduğunu ve ondan, bir kısmını müşahade ederek, dönüş olmadığını bilsin diye annesine geri verdik. Fakat yine de Firavunun ailesinden pek çoğu Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu bilmezler. Mûsa'yı annesi, sütten kes inceye kadar yanında tutmuş, daha sonra Firavun ve Âsiye'ye geri vermiştir. Onlar da onu evlât edinerek himayelerinde büyütmüşler ve ellerinde yetiştirmişlerdir. Bir gün Mûsa, Firavun'un önünde sopa ile oynarken o sopayı kaldırmış ve Firavun'un başına vurmuş; bu darbe yüzünden Firavun kızmış, bunu uğursuz sayarak onu öldürmeye niyet etmiştir. Bunun üzerine Asiye: ”Ey Melik! Öfkelenme, daralma! Çünkü o, akıl etmeyen küçük bir çocuktur. Dilersen şu tasın içine bir kor, bir de altın koy ve bak, hangisini alacak? Firavun, böyie yapılmasını emretmiş ve Mûsa, altım almak için elini uzatınca, kendisiyle ilgili görevlendirilen melek, elini tutup kora doğru çevirmiş ve Mûsa da onu alarak ağzına atmış; sıcaklığını hissedince de alıp atmıştır. Bunun üzerine Âsiye Firavun'a: ”Ben sana, onun hiçbir şeyi akıl etmediğini söylememiş miydim," demiştir. Firavun, Mûsa'nın öldürülmesini emretmişken bundan vazgeçmiş ve Âsıye'yi doğrulamıştır. Dendiğine göre Mûsa'nın, peygamberliğinden önce dilindeki düğüm, ağzına almış olduğu bu korun izidir. Daha sonra bu düğüm, Taba sûresi âyet 27, 28'de geçen, ”Dilimden düğümü çöz ki, sözümü anlasınlar" duâsıyla ortadan kalkmıştır. 14Mûsa. güçlü çağına erip ki bu çağ, on sekiz yaş ile otuz yaş arasıdır. Olgunlaşmca, kırk yaşına varıp kemâle erince Biz ona hikmet peygamberlik ve dinle ilgili ilim verdik. Yusuf la ilgili olarak da sadece; ”(Yusuf) erginlik çağına gelince..." (Yusuf: 22) buyrulmuştur. Çünkü ona Allahü teâlâ çocukluğunda, kuyuda iken vahyetmişti. Halbuki Mûsa'ya kırk yaşından sonra vahiy gelmiştir. Öte yandan âlimlerden büyük çoğunluğun görüşüne göre Peygamber Efendimiz, kırk yaşın başında peygamber olmuştur. Bir kısmına göre de bu yaş sınırı, her peygamber için geçerlidir. Bazıları ise peygamberler hakkındaki kırk yaş şartının dayanağı olmadığını ileri sürmüşlerdir. Çünkü İsa (aleyhisselâm), bir peygamberdir ve otuz üç yaşında iken göğe yükseltilmiştir. Yusuf (aleyhisselâm), on sekiz yaşında peygamber olmuş ve Yahya (aleyhisselâm) da erginlik çağına varmadan vahye mazhar olmuştur. İşte güzel davrananları bu davranışlarından dolayı Biz böylece Mûsa ve annesini mükâfatlandırdığımız gibi mükâfatlandırırız. Burada, Mûsa ve annesinin iyi davranışlarda bulundukları ve işlerini küçük yaşlarda iken bile sağlam yaptıkları vurgulanmaktadır. Kim, iyiler zümresine katılırsa Allah, onu en güzel şekilde mükâfatlandırır. Hikâye edildiğine göre bir kadın, akşam yemeğini yerken birisinin kendisinden yemek istemesi üzerine, kalkıp onun ağzına bir lokma vermişti. Bir zaman sonra çocuğunu bir yere koymuş, oradan da onu kurt kapmıştı. Bunun üzerine kadın: ”Ey Rabbim! Çocuğum!" diye haykırmış. Bu arada birisi kurdun boynunu vurarak kurdun ağzından incitmeden çocuğu çekip almış ve kadına: ”Bu lokma, senden yardım isteyen kişinin ağzına koyduğun lokmanın karşılığıdır" demiştir. 15Mûsa, Firavun'un sarayından gelip ahalisinin habersiz olduğu bir sırada, şehre girmenin alışılmış olmadığı bir vakitte şehre Mısır'a girdi. Firavun'un sarayı şehrin kenarında idi. İbn Abbas: ”Öğle sıcağında uyuma vaktinde girmiştir" dedi. Nitekim o vakitte yollar boştu. Orada, biri kendi tarafından, dinine tabi olanlardan ki, onlar İsrail oğullarıdır. Diğeri düşman tarafından dinine muhalif Mısırlılardan olan iki adamı birbiriyle döğüşür buldu. Kendi tarafından olan, düşmanına karşı ondan imdat diledi. Mûsa, güçlü ve kuvvetli biriydi. Mûsa da ötekine. Mısırlıya bir yumruk indirip ölümüne sebep oldu ve ardından pişmanlık duydu. 'Bu, öldürme şeytanın işidir. Burada iş, şeytana atfedilmiştir. Çünkü bu iş, şeytanın azdırmasından ve onun vesvese vermesinden kaynaklanmıştır. Bu, Hazret-i Mûsa'nın masum oluşuna zarar vermez. Çünkü Mısırlı'nın ölümü hataen olmuştu. Hazret-i Mûsâ bu ölümü şeytanın işi addederek zulüm diye adlandırmış ve Allah'a yakın kulların yolundan hareketle bu işten af dilemiştir. Söz konusu olay, peygamberlikten önce olmuştur. O, şeytan gerçekten saptırıcı, insan için apaçık bir düşmandır' dedi. 16Mûsa: 'Rabbim! Doğrusu hiçbir emir olmadan Mısırlıyı öldürmekle kendime haksızlık ettim. Beni, günahlarımı bağışla!' dedi, Allah da onu af dilemesinden dolayı bağışladı. Çünkü O, kulların günahlarını çok bağışlayan ve onlara çok merhamet edendir. 17'Rabbim! Bana lütfettiğin nimetlere Yemin olun, bağışlamak suretiyle bana olan ikramından dolayı sana yemin ederim ki, tevbe edip suçlulara bundan sonra asla arka yardımcı olmayacağım' dedi. 18Şehirde kendisinden dolayı Firavun'un adamlarından endişe ederek korku içinde, azık istemek ya da haber almak, hakkında söylenenleri ve o Mısırlıyı öldürenin bilinip bilinmediğini öğrenmek üzere (etrafı) gözetleyerek sabahladı. Bu ifade gösteriyor ki, şehre girme ve öldürme hadisesi, akşamla yatsı vakti arasında, insanların kendileriyle meşgul oldukları bir sırada olmuştur. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen kimse, yani, bir gün önce öldürülen Mısırlıya karşı Mûsa'dan yardım talebinde bulunan İsrailli feryad ederek yine ondan, Mûsa'dan imdat diliyor. Mûsa ona dün bir Mısırlı bir kıptiye karşı yardım isteyen bugün de Firavun'un adamlarından diğerine karşı imdat dileyen İsrailliye dedi ki: 'Doğrusu sen besbelli bir azgınsın!' Çünkü sen, dün bir adamın öldürülmesine sebep oldun şimdi de bir başkasıyla döğüşüyorsun. Ben, senin yüzünden dün böyle bir duruma düştüm ve şimdi de beni başka bir uçuruma düşürmek istiyorsun. 19Mûsa, ikisinin de, Mûsa ve İsraillinin düşmanı olan adamı. Mısırlıyı yakalamak üzere elinden tutmak isteyince o adam İsrailli: ”Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın" sözü ile hitap ettiğinden ve ona karşı öfkelendiğini görmesinden hareketle Mûsa'nın kendisini yakalamak istediğini sanarak dedi ki: Ya da Mısırlı, sözlerinden bizzat kendisinin Mısırlıyı öldürdüğü şeklinde anlaşıldığını dikkate alarak şöyle dedi: 'Ey Mûsa! Öldürülen Mısırlıyı kastederek, dün bir cana kıydığın gibi, bana da mı kıymak istiyosun? Demek, insanlar arasında söz ve hareketle arabuluculardan olmak istemiyor ve zıtlaşmaya engel olmuyor da, bu yerde ille bir zorba olmayı arzuluyorsun sen!'“Cebbar": İşin sonunu düşünmeden dilediği şekilde vuran ve öldüren kişi demektir. Ayette belirtilen sözü Hazret-i Mûsa'ya söyleyen Mısırlı da olabilir. Sanki Hazret-i Mûsâ ile İsrailli'nin konuşmalarından Mısırlıyı öldürenin Hazret-i Mûsâ olduğımu anlamıştır. Adamın bu ifadede bulunmasının ardından söz yayılmış. Firavun ve kavmine ulaşmış ve böylece onlar, birgün önce meydana gelen cinayetin Mûsa tarafından işlendiğini anlamışlardır. Halbuki bunu sadece o İsraill biliyordu. Bunun üzerine Mûsa'yı öldürmeye karar vermişlerdir. Buna karşılık Firavun'un halkından, durumu Mûsa'ya haber vermek üzere bir mü'min ortaya çıkmıştır. Bu durumu Allahü teâlâ şöyle ifade etmiştir: 20Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak Mûsa'ya geldi ve şöyle dedi: 'Ey Mûsa! Firavun'un kavminden ileri gelenler seni öldürmek için hakkında müzakere ediyorlar. Derhal bu şehirden çık! İnan ki ben sana çıkma talimatım vermekle senin iyiliğini isteyenlerdenim.' 21Mûsa kendisini arayanların, arkasından yetişmesinden ve yolda saldırıya uğramaktan korka korka (etrafı) gözetleyerek oradan çıktı. 'Rabbim! Beni şu zalim kavimden kurtar' ve bana yetişmelerine engel olmak suretiyle beni koru! Dedi. Allah da duasını kabul ederek onu kurtarmıştır. 22Medyen'e doğru yöneldiğinde: Medyen, Kızıldenizin sahilinde bulunan Şuayb (aleyhisselâm)'ın şehridir. Burası Firavun'un idaresi altında değildi. Mısır toprakları ile arasında sekiz günlük bir mesafe vardı. Âyetin anlamı şöyledir: ”Mûsa, yüzünü Medyen'e doğru çevirip o istikamete yönelince..." Allah'a dayanarak ve samimi duygular içinde 'Umarım Rabbim beni doğru yola iletir' dedi. Hakikaten o, yolu bilmiyordu. 23Mûsa, Medyen suyuna varınca... Burası, şehrin kenarında, şehre üç mil kadar uzaklıkta bir su kuyu sudur. İbn Abbas şöyle demiştir: ”O, zayıf düşmesinden dolayı yemek için yeşillik türünden bir şeyler aramak üzere oraya gitmiştir." Orada, kuyunun kenarında ve civarında ( davarlarını) sulayan birçok insan buldu. Onların gerisinde alt kısmında bir yerde de, kuyuya gitmesinler diye koyunlarını (davarlarını) sudan meneden iki kadın, Şuayb'ın iki kızını gördü. Onlara: 'Derdiniz nedir?' Ne diye geri durup koyunlarınıza engel oluyor ve şu insanlar gibi doğrudan onları sulamıyorsunuz? dedi. Onlarda Dediler ki: 'Çobanlar sulayıp çekilmeden biz sulamayız; yani, erkeklerin içine sokulmaktan kaçınırız. Âdetimize göre çobanlar davarlarını sulayıp oradan ayrılmadıkları sürece biz davarlarımızı sulamayız. Bu işi, onlar ayrılıp gidince yaparız. Babamız Şuayb da çok yaşlıdır.' Bu sebeple çıkamıyor, zaruret icabı koyunları gütmeye ve sulamaya bizi gönderiyor. 24Bunun üzerine Mûsa, onlara acıyarak ve Allah'ın rızasını gözeterek onların davarlarını suladı. Rivayet edildiğine göre adamlar kuyunun üzerine ancak yedi, ya da on kişinin kaldırabileceği ağırlıkta bir taş koymuşlardır. Fakat Mûsa, yorgunluğuna, açlığına ve ayağındaki yaraya rağmen o taşı kaldırmıştır. Sonra oradan ayrılarak gölgeye çekildi ki orada bitkilerin gölgesi vardı. İşte aşırı sıcaktan dolayı bir ağacın gölgesine acıkmış halde oturdu. Ve: 'Rabbim! Doğrusu bana az olsun, çok olsun her indireceğin hayra muhtacım' dedi. Çoğu Müfessirler, onun bu durumunu dikkate alarak bu hayrı, yiyeceğe yorumlamışlardır. Hazret-i Mûsa, aç bir halde iken Allah'tan, yiyecek şeyler istemiş ve fakat insanlardan istememiştir. Söz konusu iki kız da bu durumu anlamış ve babalarına dönünce babaları onlara: ”Sizi acele ettiren şey nedir?" diye sormuş. Kızlar durumu şöyle anlattılar: ”İyi bir adam bulduk ve o adam bize acıyarak davarlarımızı suladı; sonra gölgeye çekilerek: 'Rabbim! Doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım' dedi." Babaları: ”O, aç bir adamdır," dedi. Hemen kızlardan birine: ”Git ve onu bize davet et," dedi. 25Derken, o iki kızdan, babalarına dönmelerinin ardından biri, büyüğü utana utana kızların tavrına uygun bir şekilde yürüyerek ona geldi. Bir bedevi şöyle demiştir: ”Haya ağır bastığı sürece yüz, değerli ve dal, kabuğu soyulmadıkça güzeldir." 'Babam,' dedi, 'bizim yerimize (hayvanları) sulamanın karşılığını mükâfatını vermek için seni çağırıyor.' Alimlerden biri şöyle demiştir: ”Mûsa, dağların arasında tedirgin ve yalnız olduğu için kadının davetine icabet etmiştir. Her ikisi yola koyulmuş, rüzgâr kadının elbisesini açınca Mûsa ona: ”Arkamdan yürü ve yolu bana tarif et" demiştir. O da arkaya çekilerek Mûsa'ya: ”Sağdan, soldan ve önünden..." derken Şuayb'ın evine gelmişlerdir. Bunun üzerine kız, hemen koşup babasına Mûsa'nın gelişini haber vermiş, Şuayb da eve girmesine izin vermiştir. Şuayb, o zaman çok yaşlı idi ve gözü kör olmuştu. Mûsa, ona selâm verince, o da selâmını alarak kucaklamış ve önüne oturtmuştur. Sonra yemeğe buyur etmiş, fakat Mûsa yemeği kabul etmeyerek şöyle demiştir: ”Bu yemeğin, davarları sulamanın bir karşılığı olmasından endişe ediyorum. Çünkü biz, peygamber soyundanız ve dinimizi dünyalık karşılığında satmayız." Nitekim Mûsa, Hazret-i Yakub'un soyundandı. Bunun üzerine Şuayb: ”Delikanlı! Allah'a yemin olsun ki hayır! Gerçekten bu bizim geleneğimizdir. Bize misafir gelen bu yemeği yer. Sonra, iyilik edene bir şey ikram edilirse onu alması haram değildir" demiştir. Mûsa, ona (Şuayb'a) gelip başından geçenleri anlatınca o: 'Korkma, o zâlim kavimden, Firavun ve kavminden kurtuldun' Onun, bizim topraklarımızda hükümranlığı yok ve biz onun idaresinde değiliz dedi. Hazret-i Mûsa, Firavunun yanında açık bir nimet içinde büyümüş, ancak Allah için hicret edip yolculuk ve vatan hasretine göğüs gerince, Allahü teâlâ ona, Şuayb'ın yanında o nimete karşılık açık ve gizli nimetler lütfetmiştir. Nitekim bir manzumede şöyle denilmiştir: Sefere çık ki terkettiğinin karşılığını bulasın Gayret et ki şerefin gayrette olduğunu hilesin Ormanı terketmezse av bulmaz aslanlar Yaydan çıkmazsa hedefe varamaz oklar. Bir başka manzumede de şöyle denilmiştir: Allah'ın ülkeleri alabildiğine geniştir. Allah'ın rızkı dünyada boldur. Zillet içinde oturanlara hemen söyle. Yeriniz da ısa yeryüzüne dağdın böyle. 26O iki kızdan biri: Mûsa'yı babasının yanına davet eden ve onunla evlenen büyük kız 'Babacığını! Onu Mûsa'yı ücretle çoban tut. Çünkü ücretle istihdam edebileceğin en iyi kimse, bu güçlü ve güvenilir adamdır' dedi. Rivayete göre Şuayb, kızına: ”Onun güçlü ve güvenilir olduğunu nereden biliryorsunuz?" diye sorması üzerine o da babasına, Mûsa'nın kuyunun üzerindeki taşı kaldırıp büyük kovayı çıkardığını, kendisini davet ettiği anda günahtan kaçınarak başını yere doğru indirip yüzüne bakmadığını ve bu şekilde ona daveti ilettiğini ve kendisine, arkasından yürümesini emrettiğini dile getirdi. Fakat o, âyete göre, Mûsa'nın sadece güçlü ve güvenli oluşunu belirtti. Çünkü o zaman bu iki özelliğe ihtiyacı vardı. Zira güç, duâvarlarını sulamak; güvenilir olma da, gözü korumak ve kendini muhafaza etmek için gerekli idi. Nitekim Hazret-i Yusuf da şöyle demiştir: ”Çünkü ben onları çok iyi koruyan ve pek iyi bilenim." (Yûsuf : 55) 27(Şuayb) Mûsa'ya dedi ki: 'Bana sekiz yıl çalışmana karşılık şu iki kızımdan birini sana nikahlamak, seni onunla evlendirmek istiyorum. Âyette. ”Bana ...çalışmana karşılık" ifadesinden hareketle bunun mehir olmadığı anlaşılmaktadır. Gerçi, o dine göre, kadının velîsi için bu usulde bir mehir alması caizdi. Nitekim dinimize göre de belli bir süre için kızın koyunlarını gütmek şartı ile evlilik caizdir. Bilki, dinimizde mehir gereklidir ve mehir mal olmalıdır. Bu konuda Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”...Mallarınızla (mehillerini vererek) istemeniz size helâl kılındı..." (Nisa: 24) Mehir, evlenilen kadına teslim edilir, kadının hakkıdır, velîsinin değil. Nitekim âyet-i kerime'de: ”Kadınlara mehirlerini veriniz..." (Nisa: 4) buyrulmuştur. Şayet kadını Kur'an öğretmeye ya da bir yıl ona hizmet etmeye karşılık nikâhlasa bu nikâh geçerlidir, caizdir. Ancak Kur'an öğretme ve hizmet bir mal olmadığı için mehr-i ınisile gidilir. Eğer hizmet ve çalışmayı on yıla tamamlarsan artık o kendinden; benden kaynaklanan bir mecburiyetten değil, yoksa sana zorluk vermek istemem. Onun için müddet konusunda seni serbest bıraktım, inşallah iyi muamele etmek, hoş davranmak ve sözünü yerine getirmek hususunda beni iyi kimselerden bulacaksın. Buna göre Hazret-i Mûsa, o zaman otuz yaşında olmalıdır. Çünkü, on yılı tamamlayınca Mısır'a dönmüş ve yolda kendisine vahiy gelmiştir. Daha önce kendisine kırk yaşına basınca vahiy geldiği belirtilmişti. Kırk yaşında iken vahyin gelişi ise Allahü teâlâ'nın yüce peygamberler hakkındaki kanunudur. 28(Mûsa) dedi ki: 'Bu, hakkında benimle sözleştiğin ve bana şart koştuğun şey benimle senin arandadır. Ben, bana şart koştuğun şeyin dışına çıkmam ve sen de kendine şart koştuğun şeyin dışına çıkmazsın. Bu iki süreden çoğu olsun, azı olsun hangisini doldurursam doldurayım, o süre içinde hizmet etmek suretiyle sözü yerine getirirsem bana karşı haksızlık edilmiş olmaz. Yani, daha fazla kalmamı talep ederek sınırı aşmazsın. Ben de on yıldan fazla kalmayı talep etmediğim gibi sekiz yıldan daha azını da talep etmem. Söylediklerimize aramızda geçerli olan şartlara Allah vekildir,' gören ve gözetendir. Bu sebeple ikimizden birinin bu sözleşmeden dönmesine imkân yoktur. Bunun üzerine Şuayb, Medyen halkından inananları toplamış ve kızı Safurya ile onu evlendirmiş, buna karşılık Mûsa da eve girerek yerleşmiş ve on yıl süre ile Şuayb'ın hayvanlarını gütmüştü. 29Artık Mûsa aralarında şart koşulan süreyi doldurup ki, rivayete göre, iki sürenin en uzunu olan on yılı doldurmuştur. Ailesiyle, hanımı Safurya ile Mısır'a doğru yola çıkınca, -o gece karanlık ve soğuktu. Hanımı ise hamile idi ve onu, doğum sancıları alınış ve bu yüzden Mûsa, ateş yakmak istemiş, fakat ateş yanmayınca bu duruma üzülmüştür.- İşte o zaman Tûr tarafından bir ateş gördü. Mûsa ailesine: 'Siz yerinizde durup bekleyin, ben uzakta bir ateş gördüm, belki oradan size bir haber -ki, onlar yolu kaybetmişlerdi- yahut ısınmanız için bir ateş, ucunda ateş olan kalın bir odun parçası getiririm' dedi. Böylece Mûsa ailesini sahrada bırakıp gitti. Ayette geçen ”testalûn" fiilinin kökü olan istilâ', ateşle ısınmak demektir. 30Oraya gördüğü ateşe gelince, o mübarek yerdeki vadinin Mûsa'ya göre sağ kıyısından, (oradaki) ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi. ”Buk'a": Ağacı bulunmayan arazi parçası demektir ve âyette ”mübarek" diye nitelendirilmiştir. Çünkü Hazret-i Mûsa'nın peygamberliği orada başlamış ve Allah'ın ona hitabı orada olmuştur. 'Ey Mûsa! Bil ki Ben, bütün âlemlerin Rabbi olan Allah'ım.' Yani Ben, sana seslenen ve seni isminle çağıran Allah'ım ve Ben, bütün yaratıkların Rabbiyim. Bu, Allahü teâlâ'nın Mûsa'ya olan ilk sözüdür. Bu söz, her ne kadar Tâhâ ve Neml sûrelerinde geçen ifadeden farklı ise de kastedilen mana bakımından uygunluk vardır. 31Ve: 'Asanı at!' (denildi.) Yani ona, ”asanı elinden at," diye seslenildi. Onu atınca harekete başlayan bir yılan oluvermiştir. Mûsa, asayı hızlı hareketinden ya da şekil olarak yılan gibi deprenir, hızlı hareket ettiğini görünce, korkuya kapılarak dönüp arkasına bakmadan kaçtı. 'Ey Mûsa! Beri gel, korkma. Çünkü sen korkulu şeylerden uzak emniyette olanlardansın' (buyuruldu). Peygamberler huzurumda korkmazlar. Şayet sen. ”Asasını yere atmasının faydası nedir?" dersen ben de cevap olarak şöyle derim: ”Asaya alışması ve Firavun'un huzurunda ondan korkmamasıdır. Firavun, onunla tartışmaya girince, asanın yılan şekline getirilmesi ve diğer mucizelerle Firavun susturulmuştur." 32'Elini koynuna cübbenin içine sok; ki yünden olan ve kolları sadece dirseklere kadar uzanan bu cübbeyi Mûsa gömlek yerine giyiyordu. Kusursuz, alaca hastalığı gibi illetsiz bembeyaz güneş ışınlan gibi ışınları olan ve ışıldar bir halde çıkacaktır. Korkudan yani korktuğun zaman, korkuya kapılan insanın yaptığı gibi yılandan korunmak için sol elini sağ kolunun altına sağ elini de sol kolunun altına sokmak suretiyle ellerini kendine çek. Yani korkuya kapılınca dayanmak ve kendine hakim olmak için böyle yap. İşte bu ikisi, asâ ve el Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. ve iki apaçık mucize Çünkü onlar yoldan çıkan zulüm ve düşmanlığa meyleden bir kavini olmuşlardır.' Ve bu yüzden, seni onlara bu iki mucize ile göndermeyi hakctmişlerdir (diye seslenildi.) 33Mûsa dedi ki: 'Rabbim! Ben onlardan Mısırlı olan onların kavminden birini, Firavun'un fırıncısını öldürmüştüm, karşılığında beni öldürmelerinden korkuyorum. 34Kardeşim Harun'un dili, benimkinden daha düzgündür. Nitekim Mûsa'nın dilinde, daha önce eline alıp ağızına atmış olduğu kor yüzünden bir düğüm vardı ki, düzgün konuşmasına engel oluyordu. Onu da hakkı özetlemek, kesin delili açıklamak ve şüpheyi söküp atmak suretiyle beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte Firavun ve kavmine gönder. Çünkü ben, onların beni yalancılıkla itham etmelerinden sözümü red etmelerinden ve davetimi kabul etmemelerinden korkuyorum.' Dilim ise delil getirme anında yeterli olamaz. 35Allah buyurdu: 'Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve onunla kuvvetlendireceğiz. Çünkü insan, pazusu ile elin güç kazandığı gibi kardeşi ile güç kazanır. Harun, o zaman Mısır'da bulunuyordu ve size öyle bir kudret, üstünlük vereceğiz ki, ”kudret" diye çevirdiğimiz ”sultanen" kelimesi için Cafer şöyle demiştir: ”Düşmanların kalplerine korku ve Allah dostlarının kalplerine ise muhabbet verilmesidir." Ayetlerimiz, mucizelerimiz sayesinde onlar gerek istila ve gerekse tartışma ile size erişemiyecekler. Yani mucizelerimizle sizi onlara musallat edeceğiz, ya da âyetlerimizle onlara engel olursunuz, dolayısıyla öldürmek veya kötülük etmekle size ulaşamazlar. Siz ve size tabi olanlar üstün geleceksiniz.' Siz ve size tâbi olanlar. Firavun ve kavmine karşı üstün geleceksiniz. 36Mûsâ onlara peygamberliğinin doğruluğuna delâlet eden apaçık âyetlerimizi getirince: Ey Mûsa! 'Bu, getirdiğin şey olsa olsa uydurulmuş daha önce benzeri yapılamayan bir sihirdir. Biz önceki atalarımızdan böylesini onların zamanında vuku bulmuş bir sihir işitmedik' dediler. 37Mûsa şöyle dedi: 'Rabbim, kendi katından kimin hidayet rehberi getirdiğini - ki bununla kendisini kasdediyordu - ve sonu cennet olan dünyanın akibetinin kime nasip olacağını en iyi bilendir. Gerçekten dünya, âhirete intikal etmek üzere bir uğrak yeri ve âhiretin tarlasıdır. Dünyanın mutlak akibeti, övülen akıbettir. Muhakkak ki, zalimler inkârlarından ve yalanlamalarından dolayı helak edilmeleri yüzünden iflah olmazlar.' 38Firavun: sihirbazları toplayıp mücadele için meydan okuyunca 'Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir tanrı tanımıyorum. Dendiğine göre bu söz ile yine onun: ”Ben sizin en yüce Rabbinizim" demesi arasında kırk yıl geçmiştir. Yani, sizin benden başka yeryüzünde hiçbir tanrınız yoktur. Firavun, vezirine de hitaben: Ey Hâmân, haydi benim için çamur üzerine ateş yak ve tuğla imal et. İlk tuğla imal edip kullanan Firavun olmuştur. Bu sebeple, bana tuğla pişir dememiş, nasıl yapıldığını tarif ederek tuğla imalini emretmiştir. Bana yüksek bir kule yap. Belki Mûsa'nın tanrısını görürüm ve O'na bakarım. Doğrusu onu, Mûsa'yı benden başka bir tanrısı ve kendisinin de o tanrının elçisi olduğu iddiasında yalancılardan sanıyorum' dedi. Firavun bu sözü, kavmine karşı meseleyi karıştırmak ve havayı bulandırmak için söylemiştir. 39O ve askerleri, yer yüzünde Mısır ve komşu topraklarda haksız yere büyüklük tasladılar. İman etmediler ve hakka boyun eğmediler ve gerçekten yeniden dirilmek ve hesap vermek üzere Bize döndürülmeyeceklerini sandılar. ”İstikhâr," bâtıl yere kibir izhâr etmektir. Tekebbür ise daha geneldir. Kibir ise, insanın kendisinin başkalarından üstün olduğunu zannetmesidir. 40Biz de onu ve askerlerini küfür ve azgınlıkta had safhaya ulaşmalarının ardından yakalayıp denize, Kızı İden iz'e atıverdik. Yani, onları suda boğarak cezalandırdık. Âyet-i Kerime’de, onları yakalayan ve cezalandıranın durumu yüceltilmekte ve yakalananların durumu tahkir edilmektedir. Nitekim, onlar, sayılarının fazla oluşuna rağmen tıpkı, avuca alınıp denize atılan taş parçaları gibi telâkki edilmişlerdir. Ey Rasûlüm Muhammed! Kalp gözü ile, bir bak, zalimlerin sonu nice oldu! O hale düşmekten kavmini sakındır. 41Onları Firavun ve kavmini ateşe çağıran yani ona götüren küfür ve ına'siyete götüren önderler, sapıkların kendilerine uyduğu önderler kıldık. Kıyamet günü onlar kendilerinden azap kaldırılmak suretiyle hiçbir şekilde yardım görmeyeceklerdir. 42Bu dünyada rahmetten uzaklaştırarak arkalarına lanet taktık. Onlar, kıyamet gününde de kötülenmişler, kovulmuşlar ve uzaklaştırılmışlar arasındadır. Bil ki, kibir, kendini beğenmekten kaynaklanır. Kendini beğenmek de güzelliklerin hakikatini bilmemekten doğar. Hakkı kabul etmemek de kibirden sayılır. Bir başkanlık elde etmekten dolayı kibirlenen kişinin bu durumu, karakterinin bozuk olmasına delâlet eder. Kim, kendisinin nelerden meydana geldiğini düşünür ve hayatının başını, sonunu ve ortasını bilirse noksanlığını da bilir ve kibirlenmeyi terkeder. Zenginlikten dolayı kibirlenen ise bu zenginliğin yok olacağını ve onun geçici olduğunu bilmelidir. Âyet-i Kerime’de Allahü teâlâ'nın, haksız yere büyüklenmeyi ifade eti nesi, yerine göre büyüklük taslamanın övülmüş olduğuna işaret etmektedir ki, iki taraf (inanan ve inanmayan güçler) arasında böbürlenmek ve çalımlı olmak bu kabildendir. Nitekim Hazret-i Peygamber Ebû Dücane'nin iki taraf arasında çalımlı yürüdüğünü görmüş ve şöyle buyurmuştur: ”Bu yürüyüş, hu yerin dışında Allah'ın öfke duyduğu bir yürüyüştür." Zenginlere karşı büyüklenmek de böyledir. Çünkü bu gerçek anlamda izzeti nefistir, dolayısıyle yerilmiş değildir. 43Yemin olun ki Biz, ilk nesilleri Nuh, Hûd, Salih ve Lût kavimlerini azapla' helak ettikten sonra Mûsa'ya -olur ki ihtiva ettiği öğütleri dinlerler, düşünürler diye- insanlar için apaçık deliller, hidayet rehberi ve rahmet olarak o Kitabı, Tevrat'ı vermişizdir. Ki, onunla amel eden Allah'ın rahmetini elde eder. ”Besâir": Kalbin, sayesinde idrak ettiği nur demek olan ”hasıre" kelimesinin çoğuludur. Basar da, gözün eşyayı algıladığı göz nuru demektir. Yani bu Kitap, İsrail oğullarının kalpleri için, nurlar niteliğindedir ki, o nurlarla hakikatleri görürler ve hakla bâtılı birbirinden ayırırlar. Çünkü kalpleri, anlama ve idrak, etmekten bütünüyle uzak kalarak körelmiştir. 44Ey Rasûlüm Muhammed! Mûsa'ya emrimizi vahyettiğimiz, bildirdiğimiz, kesin olarak kendisini peygamber kıldığımız ve Tevrat'ı verdiğimiz sırada, sen tayin edilen vaktin söz konusu olduğu ve Mûsa'nın, Rabbine seslendiği yer olan batı yönünde ki yerde, ya da Tûr dağının istikametinde bulunmuyordun ve o vahye şahit olanlardan değildin. Ki, tayin edilen vakitte Mûsa'ya verilen emirle ilgili meydana gelen, şeyleri görmüş olasın. Burada vurgulanmak istenen şudur: Bu olayın Hazret-i Peygambere iletilmesi, ancak vahiyle bilinebilen gayb haberlerini bildirmek suretiyle olmuştur. Nitekim Allahü teâlâ, bu hususu şu âyetiyie de takviye etmiştir: 45Bilakis Biz senin zamanınla Mûsa'nın zamanı arasında nice nesiller var ettik de, onların üzerinden uzun zamanlar geçti. İlâhî prensipler ve hükümler değişti ve durum, yeni bir dinin vazedilmesini gerektirdi. Bunun üzerine Biz sana valıyettik. Sen, onlara söz konusu kıssayı anlatan âyetlerimizi öğretmek üzere okuyarak, Medyen halkı arasında bulunanlardan da Mûsa ve Şuayb'ın ikamet ettiği gibi ikamet edenlerden de değildin; fakat (bu âyetleri sana) ve sana tabi olanlara indiren Biziz. 46(Mûsa'ya) seslendiğimiz ve onu Firavun'a gönderdiğimiz zaman da, sen Tür'un yanında değildin. Aksine, senden önce kendilerine uyarıcı (peygamber) gelmeyen bir kavmi uyarman için Hazret-i Rasûlüm Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem) ile Hazret-i İsâ arasında 550 sene geçmiş olup bu müddet içerisinde peygamber gönderilmemiştir. Rabbinden sana ve insanlara bir rahmet olarak (anlatılanları dile getiren Kur'an'ı sana indirdik); umulur ki onlar düşünüp uyarılmakla öğüt alırlar. 47Mekke halkı bizzat kendi yaptıklarından küfür ve günahlarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde: 'Rabbimiz! Ne olurdu bize tarafından âyetlerle teyid edilen bir peygamber gönderseydin de onun vasıtasıyla gelen bu açık âyetlerine uysak ve onlara inananlardan olsaydık!' Yani, suçlarının cezasını gördükleri anda bu sözü diyecek olmasalardı (seni göndermezdik.) Fakat onlar böyle diyecekleri için bütünüyle mazeretlerini geçersiz saymak ve delilleri aleyhlerine çevirmek üzere seni gönderdik. 48Fakat onlara, Mekke halkına ve Arap kâfirlerine tarafımızdan emrimiz ve vahyimizle o hak Kur'an gelince: 'Mûsa'ya parça parça değil de bütün olarak verilen kitap gibi ona da Rasûlüm Muhammed'e verilmeli değil miydi?' diye kasıtlı olarak ve bir teklif olsun diye dediler. Peki, daha önce Mûsa'ya verileni de inkâr etmemişler miydi? Yani, bu gerçeği, hakkı inkâr ettikleri gibi daha Önce Mûsa'ya verilen kitabı da inkâr etmemişler miydi? Allahü teâlâ onların inkârlarının şeklini dile getirerek şöyle buyurmuştur: Onlar; Hazret-i Rasûlüm Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem) ve Mûsâ (aleyhisselâm)'ya verilenler 'birbirini tastik etmek suretiyle destekleyen iki sihir!' demişler... Nitekim Kureyş halkı. Yahudilerin bayramına iştirak etmek üzere oluşturdukları bir heyeti Yahudi büyüklerine göndermişler ve onlara Hazret-i Peygamberin durumu hakkında birtakım sorular sormuşlardır. Onlar da bu heyete şöyle cevap vermişlerdir: ”Biz, Tevrat'ta onun nitelik ve özelliklerini görüyoruz." Söz konusu heyet dönüp Yahudilerin söylediklerini Kureyş halkına iletince, âyet'i-kerime de belirtilen bu sözü dile getirmişlerdir. - Ve şunu söylemişlerdi: 'Doğrusu biz bu iki kitaptan hiçbirine inanmıyoruz.' Bazıları da mana şöyledir demişlerdir: ”Kendileriyle aynı görüş ve düşüncede olan Kiptiler, Kur’an’dan önce Mûsa'ya indirilen kitabı inkâr etmemişler miydi? Nitekim onlar: 'Mûsa ve Harun, birbirine destek veren iki sihirbazdır, dolayısıyla hiçbirine inanmıyoruz' demişlerdi." Fakir de şöyle demiştir: ”Küfür milleti, tek bir millettir, kaidesi gereğince söz konusu küfrü, aynı düşünceyi paylaşan nesillere atfetmek her ne kadar doğru ise de bu durumda Kıptîlerin Tevratı değil, Hazret-i Mûsa'ya verilen mucizeleri inkâr etmiş olmaları gerekir. Çünkü Tevratın verilmesi, Kıptîlerin helakinden sonra olmuştur. Ancak Kur'an'ın ifadesi, burada kastedilen inkarcıların müşrikler olduğuna dair bir anlayışa ağırlık kazandırmıştır ki, Allahü teâlâ'nın şu ifadesi de bunu göstermektedir: 49Ey Rasûlüm Muhammed! Bu inkarcılara de ki: 'Eğer ikisinin farklı iki sihir olduklarına dair doğru sözlüler iseniz, Allah katından bu ikisinden sihir diye nitelediğiniz Tevrat ve Kur andan daha doğru bir kitap getirin de ben ona uyayım!' 50Eğer sana en doğru yolu gösteren kitabı getirme çağrına cevap veremezlerse ki, asla cevap veremiyeceklerdir bil ki onlar, asla tutarlılığı olmayan sırf kötü heveslerine uymaktadırlar. Allah'tan bir yol gösterici açıklama ve delil olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir? Ondan daha sapık yoktur ve o, bütün şaşkınlardan daha şaşkındır. Burada, hidayet olmadan sadece hevâ ve hevese uymanın daha çirkin ve şaşkınlık olduğu vurgulanmıştır. Bazıları da şöyle demişlerdir: ”Gönlün arzu ettiği şey bazen hakka uygun olabilir. Bu sebeple söz konusu arzu ve heves, hidayetten uzak diye kayıtlanmıştır." Elbette Allah zalim kavmi doğru yola, kendi hevesine uymaya ısrar etmek ve apaçık hakkı gösteren âyetlerden yüz çevirmek suretiyle kendilerine haksızlık edenleri, dinine iletmez. 51Yemin olun ki Biz, düşünüp öğüt alsınlar, iman edip itaat etsinler diye, sözü (vahyi) onlara birbiri ardınca yetiştirmişizdir. Yani Kureyş'e hikmet gereği olarak hatırlatmanın devamı ve kendilerine daha etkili olması için Kur'an'ı âyet âyet, sûre sûre indirmek suretiyle onlara aralıksız söz söylemişizdir. Ya da onlara devamlı öğütler verdik, uyarılarda bulunduk ve kendilerine, Nuh kavmini şu şekilde, Hud kavmini bu şekilde ve Salih kavmini şu tarzda helak ettik diye bildirdik ki, belki öğüt alırlar ve kendilerinden öncekilere inen azabın benzeri, onlara inmesinden korkarlar. 52Ondan, Kuranın verilmesinden önce kendilerine kitap verdiklerimiz, Ehl-i kitaptan olan mü'minler ona sana indirilen Kurana da iman ederler. 53Onlara Kur'an okunduğu zaman: 'Ona Allahü teâlâ'nın kelâmı olduğuna inandık. Çünkü o Rabbimizden gelmiş hakikatini bildiğinıiz gerçektir. Esasen biz daha önce indirilmeden evvel de Müslüman idik' derler. Nitekim onlar, Kur anin önceki kitaplarda yer aldığını biliyor ve Kur'ânın indirilmesinden önce de İslâm dininin mensubu bulunuyorlardı. 54İşte onlara, nitelikleri dile getirilenlere sabretmelerinden ve kendi kitapları yanında Kurana iman etmeye devam etmelerinden ve iki seriate göre amel etmelerinden ötürü âhiretteki mükâfatları bir defa kendi kitaplarına iman etmeleri ve bir defa da Kur’an’a iman etmelerinden olmak üzere iki defa verilecektir. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Üç sınıf insana mükâfatları iki defa verilir: Cariyesi olup da onu iyi yetiştiren, güzel terbiye eden ve sonra onu evlendiren kişi; Allah'ın hakkını ve efendilerinin hakkını yerine getiren köle ve kendi kitabına inanıp sonra da Kur'ân'a inanan kişidir. Bu kişi için de iki defa mükâfat vardır. ” (2) 2- Hadisi Buharı ve Müslim, Ebû Mûsa el-Eş'arî'den tahric etmişlerdir. Hadisi aynı zamanda Ahmed b. Hanbel, Tirmizî ve Nesâî rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 2/58. Bunlar kötülüğü iyilikle isyanı itaatle ve kötü sözü iyi sözle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da hayır yolda infak ederler. 55Onlar, boş söz işittikleri zaman ondan, o boş sözden yüz çevirirler. Nitekim müşrikler, ehl-i kitaptan olan mü'minlere hakarette bulunuyorlardı ve onlara: ”Yazıklar olsun size! Eski dininizi terkettiniz" diyerek onlardan yüz çeviriyorlar ve kendileriyle karşılaşmak istemiyorlardı. Ve: Kendilerine hakaret edenlere: 'Bizim iyi davranışımızdan, aldırış etmememizden vesaireden ibaret işlerimiz bize, sizin boş sözden, ahmaklıktan ve benzeri şeylerden ibaret işleriniz size. Herkes, kendi amelinin karşılığını görür. Size selâm olsun. Buradaki selâm, selâm vermek anlamındaki selâmdan değil; güven, huzur, ayrılma ve vedalaşma selâmıdır. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) onlara karışmak, kendileriyle sohbet etmek ve ahlâk anlayışlarına göre hareket etmek istemiyoruz' derler. 56Ey Rasûlüm Muhammed! Sen insanlardan sevdiğini gerçek anlamda hidayete erdiremezsin; bütün gücünü sarfetsen ve tam bir gayret göstersen bile onu İslâm'a sokamazsın, fakat Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları, buna kendini hazırlayanları en iyi O bilir. Sadece hidayete kendini hazırlayan hidayete erebilir. Müfessirlerden ezici çoğunluğun tercihine göre bu âyet, Hazret-i Peygamberin amcası Ebû Talib b. Abdülmuttalib hakkında inmiştir. Buna göre âyetteki ”sevdiğin"âm maksat Ebû Talib olmaktadır. Rivayet edildiğine göre, Ebû Talip, ölüm döşeğinde iken Hazret-i Peygamber ziyaretinde bulunmuştur. Gerçekten Hazret-i Peygamber onun iman etmesini çok arzuluyordu. Hatta ona hitaben: ”Amca! Lâ ilahe illallah de ki, onunla Allah katında seni savunayım" demesine karşılık Ebû Talib: ”Yeğenim! Yemin olun ki, doğru söylediğini biliyorum. Fakat benim için ölümden korktu, denilmesinden hoşlanmıyorum. Şayet bu dedikodu, benden sonra senin için bir zillet ve noksanlığa sebep olmasaydı şahit olduğum şu aşırı isteğinden ve nasihatinden dolayı o sözü söyliyerek seni sevindirirdim" demiş ve Kelime-i Tevhidi söylemekten kaçınmıştır. Yine rivayet edildiğine göre, Ebû Talib, Keime-i Tevhid'i söylemekten imtina edince Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”Senin için nehy edilmedikçe bağışlanmanı talep edeceğim." Bunun üzerine Allahü teâlâ şu âyeti indirmiştir: ”(Kâfir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar (Allah'a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır; ne de inananlara." (Tevbe: 113) 57'Biz seninle birlikte doğru yola uyarsak yurdumuzdan atılırız' dediler. Hazret-i Peygamberle birlikte doğru yola uymak demek, dinde ve doğru yola girme konusunda Rasûlüllahne uymak demektir. Bu âyet-i kerime. Haris b. Osman b. Nevfel hakkında inmiştir. Nitekim Haris, Hazret-i Peygambere gelerek ona: ”Biz senin hak yolda olduğunu ve hiç yalan söylemediğini biliyoruz. Bununla birlikte bugün seni töhmet altında bırakıyoruz. Çünkü biz, sana uymamız ve Araplara muhalefet etmemiz halinde bizi yakalamalarından, Mekke ve Harem'den çıkarmalarından endişe ediyoruz. Onlar çoğunluk biz ise azınlığız; dolayısıyla onlara karşı direnenleyiz" demiştir. Allahü teâlâ da onların bu yersiz düşüncelerine karşılık şöyle buyurmuştur: Biz onları, yaratıklar tarafından değil kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin her taraftan, Mısır, Şam, Yemen ve İrak gibi yerlerden toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yere (Mekke-i Mükerreme'ye) yerleştirmedik mi? Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in duasından dolayı doğu ve batı bölgelerine ait meyvelerin hep Mekke'de toplandığını görürsün. Nitekim Hazret-i İbrahim şöyle duâ etmişti: ”...Meyvelerden onlara rızık ver." (İbrahim: 37) Diğer taraftan Allah, onları koruyup orada bulunan Kabe'nin saygınlığından dolayı yerlerini mukaddes ve güvenli kılmıştır. Onlar güven içinde iken Araplar o yerin etrafında savaşıp durmaktadırlar. Putperest olan bu insanlar bu durumda Kabe'nin saygınlığına tevhidin saygınlığını ilâve ettiklerine göre yurtlarından atılmaktan niçin korkarlar? Fakat onların, Mekke halkının çoğu bilmezler. Onlar cahil kimselerdir ve bunu kavramak için düşünüp taşınmazlar. 58Biz, refahlarına şımarmış nice memleketi yani durumları, tıpkı güven ve refah içinde olup nihayet nimet yüzünden azgınlaşan ve nankörlük içinde yüzen Mekke halkının durumu gibi olan nice ülke halkını helak etmişizdir. Onları mahvettik ve yurtlarını harap ettik. İşte yerleri! Gidiş gelişinizde gördüğünüz gibi haksızlık etmelerinden dolayı boş kalmıştır. Kendilerinden yok edilmelerinden sonra oralarda pek az bir süre oturulabilmiştir. Nitekim orada sadece gelip geçenler bir gün veya daha az ikamet ediyordu. Aynı zamanda yurtlarında, günahlarının uğursuzluğunun etkisi de kalmış olabilir. Bu sebeple daha sonrakilerden orada ikamet edenler pek az olmuştur. Çünkü uğursuz yerde kalmada hiçbir bereket yoktur. Onlara bu meskenlere Biz vâris olmuşuzdur. Çünkü onların ardından gelen olmamıştır. Bu ifade, muhataplara bir tehdit niteliğindedir. 59Rabbin, kentlerin anası (olan Mekke)de kendilerine hakkı dile getiren âyetlerimizi okuyan, onları buna uymaya teşvik eden, kötülüklerden sakındıran bir peygamber göndermedikçe o memleketleri helak edici değildir. Halkının daha anlayışlı ve daha üstün olması hasebiyle peygaınberier genelde şehir ve kasabalara gönderilmişlerdir. Peygamberlerin gönderilmesi; halkın: ”Ne olurdu bize bir peygamber gönder şeydin de, âyetlerine uy say dik..." (Kasas: 47) şeklindeki mazeretlerini ortadan kaldırmaya ve bu alanda gerekli delili pekiştirmeye yöneliktir. Zaten Biz şehir ve köyleri, kendilerini hakka davet eden ve onlara her halükârda doğru yolu gösteren bir peygamber göndermemizden sonra ancak halkı peygamberlerimizi yalanlamak ve âyetlerimizi inkâr etmekle zalim olan memleketleri azapla helak etmişizdir. Âyet-i kerime, zulmün helake sebep olduğunu göstermektedir. Bu sebeple şöyle denmiştir: ”Zulüm, hayata son vermekte ve bitkilere engel olmaktadır. Nankörlük de böyledir. Nitekim şöyle denmiştir: ”Nimetler, ehil kimselere yaraşır. Şerefli hanımlar da dengi olan kimselere lâyıktır. Şımarık kimseler ise nimete ehil kimseler değildir. Aynı şekilde rezil erkekler, iffetli hanımların dengi olamaz. Öte yandan nimet, şımarık ve büyüklük tıslayanlardan çekilip alınır ve fakat şükredenlerin gayretleri boşa çıkmaz; aksine durumları daha iyi olur. Şeyh Abdülvahid şöyle demiştir: ”Bir adada putlara tapan bir adam bulduk ve kendisine şöyle dedik: ”Putlar zarar ve fayda vermez, Allah'a kulluk et." Bunun üzerine adam: ”Allah nedir?" dedi. Biz de: ”Gökte Arş'ı ve yerde hükümranlığı bulunandır" dedik. Adam: ”Bu büyük emir nereden?" dedi. Biz de cevaben: ”O, bize değerli bir peygamber gönderdi. Peygamberlik görevini yerine getirince Allahü teâlâ ruhunu kabzetti. Bize de Allah'ın kitabını bıraktı", dedik. Sonra adama bir sûre okuyunca ağlamaya başladı, sonunda Müslüman oldu. Ona Kur'an'dan bazı şeyler öğrettik ve gece olunca yattık; o ise uyumuyordu. Abadana geldiğimiz zaman kendisine verilmek üzere bir şeyler topladık. Bunun üzerine adam: ”Putlara taptığım zaman benim rızkımı veren şu anda kendini tanımışken nasıl nzıksız bırakır?" dedi. 60Size verilen şeyler, ki burada Mekke kâfirlerine hitap edilmiştir dünya hayatının geçim vasıtası ve debdebesidir. Kişi ondan yararlanır ve kısa bir süre süslenir durur, sonra da yok olur. Allah katında olan sevap ise sizin için daha hayırlı çünkü, kederden uzak katıksız bir haz ve üzüntüden arındırılmış kâmil manada bir güzelliktir ve daha kalıcıdır. Çünkü bu ebedîdir. Hâlâ buna aklınız ermeyecek mi? Yani, bu açık buyruğu, düşünüp kavramıyacak mısınız? Daha iyi olanı alma yerine, daha kötü olanı tercih ediyor, küfür ve günahlardan meydana gelen sapıklığı, iman ve itaatten meydana gelen saadete tercih ediyorsunuz. 61Şu halde, kendisine iman ve itaatinden, dolayı güzel bir vaadde bulunduğumuz, ki bu vaad, cennettir ve cennet nimetleridir. Çünkü vaadin güzel olması, vaadedilen şeyin güzel olmasına bağlıdır. Ardından ona güzel vaade kavuşan kimse, (sırf) dünya hayatının geçici zevkini üzüntü ve yorgunluklarla dolu olarak yaşattığımız ve sonra kıyamet gününde hesap ve azap için huzurumuza getirilenler arasında bulunan kimse gibi midir? Âyet-i Kerime’de, dünya ehli ile âhiret ehli arasındaki farklılık vurgulanmıştır. Yani, bu açık farklılık ortada iken, bu iki grup birbirine denk tutulur mu? Elbette tutulmaz. En yüce vaadle kendisine ikramda bulunulan mü'min, tehditle ve âhirette cehenneme atılma ile hor görülen kâfir gibi değildir. Kâfirin bu durumu dünyadaki bir saatlik şehveti karşılığıdır. Nitekim bazen bir saatlik bir şehvet, sahibini uzun zaman devam eden bir üzüntüye boğar. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Düşüncesi dünyadan ibaret olan kişiye Allahü teâlâ fakirliğini gözleri önünde tutar ve o kişiye dünyalık olarak ancak kendisine takdir edildiği kadarı gelir. Düşüncesi âhiret olan kişiye de Allah, kalbine zenginlik ihsan eder ve dünya boyun eğerek ona gelir. ” (3) Hikâye edildiğine göre, kendini Allah'a adamış birinin yanında, hac yolunda her gün taze ekmek görülüyormuş. Bu durum, kendisine sorulunca, dünyayı kastederek: ”Onu bana ihtiyar bir kadın getiriyor" demiştir. Dünyada sıkıntı ve dert içinde olan kişi, genişlik ve sevinç içinde olup da bununla beraber Allah'a ortak koşan kimseden daha hayırlıdır. Nitekim hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Dünyada iken son derece müreffeh olan biri kıyamet gününde getirilir ve cehenneme bir kere hatırdır ve sonra kendisine şöyle sorulur: ”Hiç hayır gördün mü? Sana hiçbir nimet geldi mi?" O da şöyle cevap verir: ”Rabbim! Yemin olun ki, hayır!" Bunun üzerine cennetliklerden olup da dünyada son derece sıkıntı içinde olan birisi getirilir ve bir defa cennete sokulduktan sonra kendisine şu sorulur: ”Ey Ademoğlu! Hiç sıkıntı gördün mü? Hiçbir derde uğradın mı?" O, cevaben şöyle der: 'Allah'a yemin olsun ki, hayır. Hiçbir sıkıntıya uğramadan ve hiçbir dert görmedim."(4) 62O gün Allah onları çağırarak: Yani, Ey Rasûlüm Muhammed! Kavmine, Allahü teâlâ'nın kendilerine öfkelenmiş bir halde sesleneceği günü hatırlat. 'Benim ortaklarını olduklarını iddia ettikleriniz bana taptığınız gibi taptıklarınız hani nerede?' diyecektir. Bu sorunun onlara sorulması bir nevî azaptır. Çünkü verecek cevapları yoktur. Bu yüzden rezil olurlar ve bu bilgisizliklerini itiraf ederler. 63Ezelde haklarında azaba itilme hükmü gerçekleşen cehennemlik oldukları takdir edilen kimseler: 'Rabbimiz! Azdırdıklarımız şunlar. Biz nasıl azrnışsak, onları da böyle azdırdık. Yani, biz sapıklığa zorlanmadık; ancak hükmettiğin doğrultuda, hem kendimizi, hem de onları saptırdık. Dolayısıyla azgınlık ve sapıklık onlara aittir. Böylelikle onlar Allah için son derece edeple hareket etmeye dikkat ediyor ve: ”Bizi azdırdığın gibi biz de onları azdırdık" demiyorlar. Halbuki İblis, edebe riayet etmeksizin şöyle demişti: ”Rabbim! Beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstünde tuzak kuracağım." (A'râf: 16) (Onlardan) tercih ettikleri küfürleri, isyanları ve arzularından beri olduğumuzu sana arzederiz. Zaten onlar aslında bize tapmıyorlardı.' Ancak arzularına tapıyorlar ve şehvetlerine boyun eğiyorlardı, derler. 64Allah'tan başkasına tapan kişileri azarlayarak onlara hitaben: Sizi azaptan kurtarmak üzere: '(Allah'a koştuğunuz) ortaklarınızı, putlarınızı çağırın!' denir, onlar da aşırı şaşkınlıktan dolayı çağırırlar; fakat kendilerine cevap verecek ve yardımda bulunacak güçte olmadıkları için cevap veremezler ve (karşılarında) vaadedilen azabı görürler ki, o azap onları kaplamıştır. Ne olurdu azabı defedecek bir çare bulsalardı, ya da dünyada iken doğru yola girselerdi bu azapla karşılaşmazlardı. Bazılarına göre âyetteki ”lev" temenni içindir. Buna göre âyetin manası: ”Onlar temenni ederler ki, sapıklar değil, hidayete erenlerden olsalardı." 65O gün Allah onları çağırarak: yani, Allah'ın kâfirleri, kahredici ve korkutucu bir üslupla seslendiği günü hatırla. Size gönderilen 'Peygamberlere Beni birlemeye ve Bana ibadete davet ettiği ve şirkten nehyettiği zaman ne cevap verdiniz?' diyecektir. 66İşte o gün onlara bütün haberler kapkaranlık görünmez ve ulaşılmaz olmuştur, aslında haberlere ulaşamayan onlardır ve mübalağa için böyle ters ifade edilmiştir. Onlar aşırı şaşkınlıktan ve hayrete düşmekten dolayı birbirine de cevap için soramayacaklardır. 67Fakat şirkten tevbe ederek, iman edip iyi amel yapan imanla iyi ameli birleştiren kimseye gelince o, kurtuluşa erenler Allah katında dileklerine nail olanlar ve korkulu şeylerden kurtulanlar arasında olmayı umabilir. 68Rabbin, yaratmayı dilediğini yaratır ve yarattığından dilediğini seçer. Yaratma elinde olduğu gibi her şeyde tercih de O'na aittir. Onların, müşriklerin ise seçim hakkı yoktur. O, yaratan, tercih eden, tek olan ve galip olandır. Şâir ne güzel söylemiş: Yaratanımızın seçtiğindedir hayır, Başkasınınki kötülükten başka nedir? Cüneyd şöyle demiştir: ”Seçme hakkı Allah'a ait olduğuna göre kulun tercih hakkı nasıl olur?" Allah, onların ortak koştuklarından birinin O'na karşı gelmesinden ve tercihiyle çakışan başka bir tercihin bulunmasından münezzehtir ve şanı yücedir. 69Rabbin, onların, peygambere düşmanlıkla ve müminlere kin beslemekle ilgili olarak sinelerinde gizlediklerini de peygamberliğe dil uzatma ve Kur ani yalanlama gibi dilleri ve organları ile açığa vurduklarını da bilir. 70İşte, ibadete lâyık olan Allah'tır. Ondan başka kulluk hakeden ilâh yoktur. Önünde de dünyada, sonunda da âhirette hamd O'nundur. Çünkü bütün nimetleri, şimdikileri ve gelecektekileri üstlenen O'dur. Mü'minler o'na dünyada lütlündan dolayı sevinç duyarak ve hamdetmekten zevk alarak hamdettikleri gibi âhirette de hamdederler. Yaratmasında ve tercihinde hüküm O'nundur. Üstün tutar, zelil kılar, yaşatır ve öldürür. Yani her şeyde geçerli olan hüküm O'na aittir; herhangi birinin müdahele hakkı yoktur. Ve yeniden diriltilmek suretiyle ancak O'na döndürüleceksiniz, başkasına değil. 71Ey Rasûlüm Muhammed! Mekke halkına de ki: 'Düşündünüz mü hiç: Bana söyleyin: Eğer Allah üzerinizde geceyi güneşi yerin altında tutmak ya da görülmeyen ufkun etrafında hareket ettirmek suretiyle ta kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, hiç gündüz olmasa Allah'tan başka size bir ışık hayatınız için yararlanacağınız aydınlığı getirecek tanrı kimdir? Hâlâ bu sözü ibretle işitmeyecek ve nihayet o söze boyun eğip gereğini yerine getirmeyecek misiniz?' Bu şekilde Allah'ın birliğini kabul etmiyecek misiniz? 72De ki: 'Söyleyin bakalım, eğer Allah üzerinizde gecesi olmayan gündüzü güneşi gökyüzünün ortasında tutmak ya da yerin üstünde hareket ettirmek suretiyle ta kıyamet gününe kadar aralıksız devanı ettirse, Allah'tan başka, sürekli yolculuktan ve gündüz yorgunluğundan dolayı dinleneceğiniz geceyi size getirecek tanrı kimdir? Gören kimselere gizli kalmayan bu açık yaran siz hâlâ görmeyecek misiniz?' Bil ki, güneşin dairesel olarak döndüğü bazı yerler vardır ve oralarda güneş batmaz, Bu yerlerin gündüzü süreklidir ve güneşin aşırı sıcaklığından dolayı o yerlerde canlı yaşamadığı gibi bitki de yetişmez. Bazı yerlerde ise bunun aksi olur ve o gibi yerlerde devamlı gecedir. Dolayısıyla oralarda da canlı yaşamaz ve bitki yetişmez. Bu sebeple Allahü teâlâ, ardından şöyle buyurmuştur: 73Merhametinden ötürü Allah, sizin için geceyi ve gündüzü yarattı ki geceleyin dinlemesiniz, gündüzün ise O'nun lûtfundan değişik kazanç kapıları arayasınız ve Allahü teâlâ'nın yaptığı bu icraattan dolayı nimetine şükredesiniz. Şeyh Ebû Hamid’e, Moğolların ülkesinde (kuzey kutbuna yakın) nasıl namaz kıldıkları sorulmuştur. Çünkü orada güneş, akşam ve yatsı arasındaki vakit kadar bir süre batar ve tekrar doğar. O bu soruya şöyle cevap vermiştir: ”Orada bulunanlar, kendilerine en yakın ülkenin oruç ve namaz vakitlerine uyarlar." Fakihlerin çoğunluğuna göre tercih edilen hüküm şöyledir: Söz konusu bölgede yaşayanlar, gece ile gündüzü hesap ederek saatlere göre bir ayarlama yaparlar ve vakitleri takdir ederler. Nitekim Hazret-i Peygamber Deceâl ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: ”O, yeryüzünde kırk gün kalır. Bir gün bir yıl gibi, bir gün bir ay gibi ve bir gün de bir cuma kadar (sıkıntılı olacaktır)." (5) O zaman oruç ve namaz vakitleri takdir edilir. 74O gün Allah onları çağırarak: Yani, ”Ey Rasûlüm Muhammed! Allah'ın müşriklere sesleneceği günü hatırla." Onları azarlamak üzere: 'Benim ortaklarım olduklarını iddia ettikleriniz hani nerede?' diyecektir. 75(O gün) her ümmetten bir şahit yaptıkları iyilik ve kötülüklere şahitlik etmek üzere peygamberlerini çıkarır: O ümmete, Allah'ın ortağı olduğuna dair iddianızın doğruluğu konusunda: 'Kesin delilinizi getirin,' deriz. O zaman bilirler ki, hakikat il âhl ık Allah'a aittir O konuda hiçkimse O'na ortak olamaz ve dünyada uydurdukları bâtıl şeyler putların il âh lığı de kendilerinden kaybolup gitmişlerdir. Bil ki şirk koşmak, sadece açık olarak putlara tapmakla sınırlı kalmaz. Aksine ortak koşulan şeyler, hem açık, hem de gizli olabilir. Kiminin putu nefsi, kiminin de hanımı olur. Çünkü hanımını Allah'ı sevdiği gibi sever ve Allah'a itaat ettiği gibi ona itaat eder. Kiminin ise putu ticareti olur. Nitekim o kişi tamamıyla ticarete bağlanarak Allah'a itaati terkeder. Bütün bunlar kıyamet günü fayda sağlamaz. Hikâye edilmiştir ki, Malik b. Dinar (Allah ona rahmet etsin) namazda, ”iyyâke na'budu ve iyycıke ne stain" =( Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz) âyetini okuduğu zaman kendinden geçerdi. Bu durum kendisine sorulunca şöyle cevap vermiştir: ”Biz, ancak sana ibadet ederiz, diyoruz ve fakat nefislerimize tapıyoruz, isteklerine uyuyoruz. Öte yandan, ancak senden yardım dileriz, diyoruz; fakat başka kapılara müracaat ediyoruz." 76Karun, Mûsa'nın kavminden amcazadesi olup ona inananlardan idi de, sonra, zenginliği yüzünden durumu değişerek Samirinin münafık olduğu gibi münafık olmuş onlara karşı azgınlık etmişti., üstünlük taslayarak emri altında olmalarını istemiş Biz ona öyle hazineler, depo edilen mallar vermiştik ki, sandıklarının anahtarlarını, güçlü bir topluluk zor taşırdı. Ragıp Isfahanı şöyle demiştir: ”Kem.": Malı depo edip muhafaza etmektir. Nitekim, 'Hurmayı kapta muhafaza ettim' ifadesinde de bu kelime kullanılmaktadır." "Usbe": Topluluk demektir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Ayetteki ifadeye göre 'usbe, kırk kişi demektir. Karun'un hazinelerinin sayısı ise dört yüz bindi ve bu gruptan her biri on bin anahtar taşımakta idi." Buna göre âyetin anlamı şöyledir: ”Anahtarları taşımak onlara ağır geliyor ve kendilerine zorluk veriyordu." Kavmi ona nasihat yoluyla demişti kî: Dünya zevkinden dolayı 'şımarma! Bil ki, Allah dünyanın süsü ile şımaranları sevmez. Çünkü dünya, Allah katında değersizdir. Ancak Allah, kulluğu yerine getirmekten hoşlanan ve âhiret saadetini talep edenleri sever. 77Allah'ın sana verdiği şeyden zenginlikten O'nun yolunda, fakirleri gözetme, akraba ziyaretinde bulunma, esirleri serbest bırakma alanlarında ve diğer hayır yollarında harcama yaparak âhiret yurdunu Allah'ın mükâfatım gözet; ama dünyadan da nasibini unutma. Bu da dünya sayesinde âhireti elde etmen, ya da dünyadan yeterince istifade etmenden ibarettir. Allah sana nimet bahşetmekle ihsanda bulunduğu gibi sen de Allah'ın kullarına iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Böylece Karan, zulüm ve azgınlığından nehyedilmiştir. Şüphesiz ki Allah, kötü işlerinden dolayı bozguncuları sevmez.' Aksine ıslah edicileri sever. 78(Karun) ise: Öğüt verenlere cevap olarak 'O mal, bana ancak kendimdeki Tevratla ilgili bilgi sayesinde verildi' demişti. Böylece Karun, bilgi sayesinde insanlardan üstün olmayı hakettiğini, mal ve rütbe ile değer kazandığını iddia etmiş, fakat Allah'ın lütuf ve ihsanını dikkate almamış ve bu yüzden helak olup gitmiştir. Kim, Karun gibi kibirlenme ve küfür yolunda bulunursa, işte bu şekilde günahlarının uğursuzluğu yüzünden helak olur. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki kâfir nesillerden, ondan nitelik ve nicelik açısından daha güçlü, ondan daha çok taraftarı ve Nemrut gibi daha çok malı olan kimseleri helak etmişti. Müfessirler şöyle demişlerdir: ”Burada Karun, gücüne ve malının çokluğuna aldanmasından dolayı Allahü teâlâ tarafından şaşkına çevrilmiş ve azarlanmıştır." Ayetin anlamı şöyledir: ”Karun Allah'ın, kendinden önceki nesillerden olan yandaşlarına ne yaptığını bilmiyor muydu ki, aklandığı şeye aklanıp durdu." Günahkârlardan helak edilmeleri anında özür dilemekte meşgul olmamaları için günahları sorulmaz. Hasan Basrî şöyle demiştir: ”Kıyamet günü bilgi edinmek üzere onlara soru sorulmaz. Çünkü Allahü teâlâ onların günahlarını bilir. Onlara ancak, susturmak ve azarlamak üzere soru sorulur." 79Derken (Karun), ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Denildiğine göre Karun, ömrünün son gününde cumartesi günü eğeri altından olan, boz bir katır üzerinde, kırmızı bir elbise ile çıkmış ve kendisine aynı kıyafet ile dört bin kişi eşlik etmişti. İsrail oğullarından, insanda mevcut mal ve mülk düşkünlüğü zaafından hareketle Dünya hayatını arzulayanlar: 'Keşke Karun'a verilen mal ve servet in benzeri bizim de olsaydı; hakikaten o, dünyalık olarak bol ve büyük kısmet sahibidir.' O ikram ve saygınlığın zirvesine ermiştir, dediler. 80Kendilerine âhiret ahvali ile ilgili ilim verilmiş takva ehli olanlar ise, Karun'a verilenleri temenni edenlere şöyle dediler: 'Yazıklar olsun size! İman edip iyi amel yapanlar için âhirette Allah'ın mükâfatı, temennide bulunduğunuz şeylerden daha hayırlıdır. Bu sebeple, O'nun mükâfatı ve nimetleriyle yetinmeksizin söz konusu dünya inalını temenni etmeniz size yakışmaz. Ona, bu değere ancak dünyanın ihtişamından ve cazibeliğinden uzak durarak itaate sabredenler kavuşabilir.' 81Nihayet Biz, isyanından ve şımarıklığından dolayı onu da, sarayını da, hazinelerini de yerin dibine geçirdik. Katade şöyle demiştir: ”Allah onu yere geçirmiş, o da kıyamet gününe kadar yere geçip duracaktır." Artık Allah'a karşı kendisine Karun'a, bu azabı gidermek suretiyle yardım edecek avanesi olmadığı gibi o, hiçbir şekilde kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildir. 82Daha dün, ona yakın zamanda onun yerinde ve durumunda olmayı arzu edenler: 'Demek ki, Allah sırf dilemesi ve hikmeti ile kullarından dilediğine rızkı çok da verir, az da verir. Şayet Allah bize temenni ettiğimizi vermemekle lütufta bulunmuş olmasaydı, Karun'u yerin dibine geçirdiği gibi bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki inkarcılar Allah'ın nimetine nankörlük edenler iflah olmaz' dolayısıyla O'nun azabından kurtulamazlar" demeye başladılar. Böylece onlar, lemennderindeki hatalarını anlamışlar ve bundan dolayı pişmanlık duymuşlardır. 83İşte âhiret yurdu! Haberini duyduğun ve niteliği sana ulaşan cennet! Biz onu yeryüzünde Firavun'un istediği gibi böbürlenmeyi, azgınlığı ve Karun'un istediği gibi bozgunculuğu, insanlara karşı zulmü ve düşmanlığı arzulamayan kimselere veririz. Övülen akibet, takva sahiplerinin söz ve hareketlerinde Allah'tan korkan kimselerin dir. Rivayete göre, Hazret-i Ali vali iken, çarşılarda dolaşır, yolunu kaybedenlere yol gösterir, zayıfa yadım eder, satıcı ve bakkala uğrar. Kur'an'ı açarak: ”işte âhiret yurdu!.." (Kasas: 83) mealindeki bu âyeti okur ve şöyle derdi: ”Bu âyet, valilerden ve mevki sahibi diğer insanlardan, âdil ve alçakgönüllü kimseler hakkında inmiştir." Yine rivayete göre Ömer b. Abdülaziz, ölünceye kadar bu âyeti tekrar edip duruyordu. Öte yandan Hazret-i Peygamber koyun sağar, merkebe biner, kölenin davetine icabet eder, fakir ve yoksullarla birlikte otururdu. 84Kim bir iyilik getirirse ona bundan her yönden daha üstün karşılık vardır. Dünyanın süsü ile âhiretin değerli şeyleri arasında gerçekte bir ilgi yoktur. Sonra Allah, bir iyiliğe karşılık on mükâfat verir. Bu mükâfatlardan biri hak edilmiş, dokuzu ise lütuf ve ihsandan ibarettir. Kim de şirk, gösteriş, cehalet ve benzeri bir kötülük getirirse, o kötülükleri işleyenler ancak yaptıkları kadar ceza görürler.Allahü teâlâ, kötülüğe karşılık verilen cezanın O'nun lütuf ve merhameti sayesinde artırılmadığını haber vermiştir. Ona adaletinin gereği olarak ceza verilecektir. Buna göre kul, nehy edilmiş olduğu şeylerden kaçınmalıdır. Çünkü her çeşit kötülük için, gerek dünyada ve gerekse âhirette uygun bir ceza vardır. 85(Rasûlüm!) Kur'an'ı okumayı, tebliğ etmeyi ve ona göre hareket etmeyi sana farz kılan Allah, elbette seni öldükten sonra dönülecek yere, herkesin imreneceği büyük makama döndürecektir. Burası, senin iyiliklerinden dolayı mükâfat açısından övülen bir makamdır. Çoğu Müfessirlere göre âyette belirtilen ”Dönülecek yer" Mekke'dir. Buna göre anlam şöyledir: ”O, seni ilk vatanın olan Mekke-i Mükerreme'ye döndürecektir." Rivayet edilmiştir ki, Hazret-i Peygamber, Ebû Bekir (radıyallahü anh)'le birlikte Medine'ye hicret etmek üzere mağaradan çıkınca yakalanma endişesi ile yolunu değiştirmiş ve bu durumdan emin olunca yoluna dönmüş ve Cuhfe'ye gelmiştir. Hazret-i Peygamber burada konaklayınca, Mekke'yi özlemişti. Çünkü Mekke, onun doğum yeri, vatanı, atalarının doğum yeri ve akrabasının bulunduğu yerdi. Bunun üzerine Cebrail inerek Efendimize şöyle demiştir: ”Mekke'yi özlüyor musun? Hazret-i Peygamber de ”Evet" diye cevap vermiştir. İşte bu yüzden Allahü teâlâ ona bu âyeti vahyetmiş, galibiyeti ve üstün gelmeyi müjdelemiştir. Yani, seni korkusuz açık bir şekilde Mekke'ye geri döndüreceğiz. Sonra Allahü teâlâ, daha önceki vaadini vurgulayarak şöyle buyurmuştur: De ki: 'Rabbim, kimin hidayetle geldiğini âhirette mükâfatı ve dünyada yardımı hakettiğini ve kimin de apaçık bir sapıklık içinde bulunduğunu en iyi bilendir.' Allahü teâlâ burada müşrikleri kastetmiştir. Âyet-i kerime, Allahü teâlâ'nın doğru yolda olana destek verdiğini ve sapan kimseyi de mahvettiğini göstermektedir. Her zorluğun bir kolaylığı vardır. Buna göre akıllı insan, Allah'ın rahmetinden ümidini kesmemelidir. 86Sen, Ey Rasûlüm Muhammed! Bu Kitabın sana indirileceğini ummuyordun. Bu ancak Rab binden bir rahmettir. Sana onu kendinden bir rahmet olsun diye indirmiştir. O halde sakın kâfirlere arka çıkma! Aksine müminlerin destekçisi ve yardımcısı ol! 87Allah'ın âyetleri sana indirildikten ve okunduktan sonra, artık sakın onlar, kâfirler seni bu âyetlerden, onları okumaktan ve onlara göre hareket etmekten alıkoymasınlar ve sana engel olmasınlar. Bu mesaj, kâfirler onu atalarının dinine, putlarına saygı göstermeye ve sapık düşüncelerini tasvip etmeye davet ettikleri zaman gelmiştir. İnsanları Rabbine ibadet etmeye ve O'nu birlemeye davet et. Asla müşriklerden işlerine destek sağlamak suretiyle onlardan olma! 88Allah ile birlikte başka bir tanrıya yalvarma! Burada nehyedilen şeyin, son derece çirkin olduğu bildirilmektedir. O kadar ki, asla ilgisi olmayan kişi bile o çirkin şeyden nehy edilmiştir. O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O'nun zatından başka her şey insanlar ve hayvanlar helak olacaktır. Burada yüz anlamındaki ”vechehu ”den maksat Allah'ın zatıdır. Allahü teâlâ'nın varlığı zaruridir, fakat O'nun dışındakiler yok olmaya mahkûmdur. Yaratılanlar içinde geçerli olan hüküm O'nundur ve siz ancak gerçeğe ve adalete uygun hesabınız görülmek üzere O'na döndürüleceksiniz. Allahü teâlâ bizi mu’min ve vefakâr kimselerden eylesin ve mükâfatın verildiği yer olan cennete koysun! Gerçekten Allah, duayı işiten ve karşılığını verendir. Allah'ın yardımıyla Kasas Sûresinin tefsiri sona ermiştir. |
﴾ 0 ﴿