ANKEBUT SURESİ

1

Elif. Lâm. Mim. Elif. Allah'ın isminden; Lam, Lâtif isminden ve Mîm de Mecîd isminden birer remizdir, işarettir.

2

İnsanlar, davalarında

imtihandan geçirilmeden, sadece: 'İman ettik' demeleriyle bırakılacaklarını mı sandılar? Yani, herhangi bir deneme ve sınama olmadan sırf, ”Allah'a inandık" demeleriyle kendi hallerine terkedileceklerini mi sandılar? Halbuki Allahü teâlâ, samimi olanı münafıktan, dinde sebat edeni tereddüt içinde olandan ayırmak ve gerçek anlamda iman edenlerin sabretmelerine karşılık üstün dereceler kazanmaları için hicret etmek, cihad etmek, nefsin yersiz isteklerine karşı koymak, cana ve mala gelen çeşitli felâketler gibi zor sorumluluklarla onları sınar.

Âyet-i kerime, Mekke'de bulunan ve Müslüman olmalarından dolayı Kureyş kâfirlerinin eziyet ve işkence ettiği mü'min topluluk hakkında inmiştir. Bu inanmış zümrenin, eziyet ve işkenceden dolayı canlan sıkılıyordu. Bunun üzerine Allahü teâlâ onları bu âyetle teselli etmiştir.

İbn Atıyye şöyle demiştir: ”Bu âyet, her ne kadar söz konusu grup hakkında inmiş ise de bu anlamı da Rasûlüm Muhammed Ümmeti hakkında hâlâ geçerli olup hükmü sonsuza kadar kalıcıdır."

3

Yemin olun ki, Biz onlardan yani bu ümmetten daha

öncekileri de imtihandan geçirdik. Ki onlar, peygamberler ve onların iyi ümmetleridir. Bu deneme ezelî ilâhî bir kanundur. Nitekim, önceki ümmetler bu ümmetin maruz kaldığı sıkıntılardan çok daha kötü, değişik sıkıntı ve dertlere maruz kalmışlardır. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Sizden önce kişi alınır ve başına bıçkı konarak ikiye ayrılırdı da yine bu durum onu dininden döndürmezdi."

Elbette Allah, doğruları bilecek, yalancıları da mutlaka bilecektir. Allahü teâlâ bu durumu bildiği halde bu bilmenin anlamı, ortaya çıkmadan önce onu bildiği gibi ortaya çıkması durumunda da aynen bilmesi demektir. Böylece Allah, bu sayede imanında samimi olanlarla, yalancı olanları ve yalana devam edenleri ortaya koymaktadır. Bu sebeple mana şöyledir denmiştir: ”Allah, mutlaka doğru olan kişiyi yalancıdan ayırıp ortaya çıkaracaktır."

İbn Ata da şöyle demiştir: ”Genişlik ve darlık anlarında kulun doğruluk ve yalanı ortaya çıkmıştır. Kim, genişlik günlerinde şükreder, sıkıntılı günlerinde sabrederse o kişi doğru kimselerdendir; kim de genişlik günlerinde şımarır ve darlık günlerinde sabırsızlanırsa o da yalancı kişilerdendir."

4

Yoksa kötülükleri yapanlar inkâr edip günah işleyenler ki, ”yapma" fiili kalp ve organların işlerini kapsamaktadır.

Bizden kaçabileceklerini ve Bizi âciz bırakacaklarını, dolayısıyla kötülüklerine karşılık kendilerini cezalandırmaya gücümüzün yetmiyeceğini

mi sandılar? Ne kadar kötü (ve yanlış) hüküm veriyorlar!

5

Kim Allah'a kavuşmayı umuyorsa, Allah'a kavuşmak, kıyametten ve Allah'a dönmekten ibarettir. Ayetin anlamı şöyledir: ”Allah'ın mükâfat veya cezasıyla karşılaşmayı bekleyen kişi iyi mükâfata vesile olan amelleri tercih ve kötü azaba sevkedenlerden de kaçınmaya çalışsın."

Bilsin ki, Allah'ın bunun için

tayin ettiği o vakit elbet gelecek mutlaka gerçekleşecek

tir. kulların sözlerini

işiten açık ve gizli durumlarını

bilendir. O'na hiçbir şey gizli kalmaz. O halde, vakit geçmeden kulluğa ve amele koşunuz.

6

Cihad eden, Allah'a itaate sabretme konusunda nefsiyle mücadele eden, kılıcıyla kâfirlere karşı cihad eden ve vesveselerini gidermek suretiyle şeytana karşı koyan

ancak kendisi için cihad etmiş olur. Çünkü cihadın faydası ona yöneliktir.

"Cihad:" Düşmana karşı bütün gücünü kullanmaktır.

Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnidir. Dolayısıyla Allah, âlemlere muhtaç değildir. Öyleyse kulların itaatine ve cihad etmelerine ihtiyacı yoktur. Ancak Allah, cihadı onlara, iûtufta bulunmak ve bol mükâfat kazanmalarını sağlamak için emretmiştir.

Ebu'l-Abbas şöyle demiştir: ”Ganî; gerek zatında, gerek sıfatlarında ve gerekse işlerinde hiçbir şeye ihtiyacı bulunmayan kimse demektir. Çünkü O'nda herhangi bir noksanlık bulunmaz ve bir kusur arız olmaz. Allahü teâlâ'nın ”Ganî" sıfatına sahip olduğunu bilen O'ndan başka hiçbirine dayanmaz ve her yönüyle O'na yönelir."

"ihya" isimli eserde şu husus yer almıştır. ”Cuma namazının ardında şu duayı okumak müstehaptır: ”Ey Allah'ım! Ey zengin, övgüye lâyık, varlıkları ilk yaratan ve sonradan tekrar varedecek olan, esirgeyen ve kullarına çok bağlı olan Allah! Haram kıldığın şeylerden uzak durarak helâl kıldığın şeylerle yetinmemi, sana isyandan uzaklaşarak itaat etmemi ve sadece senin ikramınla yetinmemi lütfeyle!"

Kim bu duaya devam ederse Allahü teâlâ, onu yaratıklarına muhtaç etmez ve kendisine, hesap etmediği yerden rızık verir.

7

İman edip iyi amel yapanların kötülüklerini elbette örteriz. Günahın ve kötülüğün örtülmesi, bilinmeyecek şekle gelinceye kadar gizlenmesi ve kapatılmasıdır. Bazıları da şöyle demişlerdir: ”Kötülüğün örtülmesi; iyilikle giderilmesi, yok edilmesi, örtülmesi ve o kötülük yüzünden hakedilen cezanın kaldırılmasıdır."

Ve onlara, yaptıklarının daha güzeli ile karşılık yani, sadece amellerinin daha güzel karşılığı değil, bir amele karşılık on kat ya da daha fazla vererek amellerinin en güzel mükâfatını

veririz.

Bil ki Allah, insanın yaptığı her iyiliğin karşılığını verir ve o karşılığı Allah katında, O'na kavuştuğu zaman bulur. Sözkonusu iyiliğin faydası, görünürde başkasına yönelik ise de aslında bizzat kendisine yöneliktir. Nitekim

İman edip iyi amel yapanları, muhakkak sâlihler içine katarız.

Sahih-i Müslim'de Ebu Hureyre'den nakledilen bir hadis-i kudsîde Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Ey Ademoğlu! Hastalandım ; fakat beni ziyaret etmedin." buyurur.

Ademoğlu: ”Sen âlemlerin Rabbi iken ben seni nasıl ziyaret ederim?"

Allahü teâlâ: ”Bilmiyor musun ki falan kulum hasta oldu da sen, onu ziyaret etmedin? Bitmedin mi ki şayet onu ziyaret etseydin beni onun yanında bulacaktın," der. Allahü teâlâ şöyle buyurur:

"Ey Âdemoğlu! Senden beni doyurmam istedim; fakat beni doyurmadın."

Ademoğlu cevaben: ”Sen âlemlerin Rabbi iken ben seni nasıl doyurabilirim?" der.

Allahü teâlâ: ”Bilmiyor musun ki falan kulum senden kendisini doyurmanı istedi de sen onu doyurmadın. Bilmedin mi ki şayet onu doyursaydın bunu katımda bulacaktın?" buyurur. Allahü teâlâ şöyle buyurur:

"Ey Âdemoğlu! Senden su istedim, fakat bana su vermedin." Bunun üzerine

Ademoğlu: ”Sen âlemlerin Rabbi iken ben sana nasıl su verebilirim?"

Allahü teâlâ: ”Kulum falan senden su istedi; fakat sen ona su vermedin. Şayet ona su verseydin bunu katımda bulacağından haberin yok muydu?"

buyurur.

8

Biz insana, anne ve babasına iyi davranmasını onlara iyi muamele etmesini

tavsiye etmişiz emretmişiz

dir.

"Vessâ" (tavsiye etti) kelimesi ”emretti" demek olan ”emere" kelimesinin anlamındadır.

Ona dedik ki:

Eğer onlar seni, ilâlılığı

hakkında bilgin olmayan bir şeyi, (körü körüne) Bana ortak koşman için zorlarlarsa ki, burada ilâhlığm red edilmesi, ilâhlık hakkında bilgi bulunmaması şeklinde ifade edilmiş ve bununla birinin, doğruluğunu bilmediği bir şeye tabi olmasının caiz olmadığının belirtilmesi amaçlanmıştır. Bâtıl olduğunu bilmediği şeyde durum böyle olursa kesin delil sayesinde bâtıl olduğunu bildiği şey hakkında durum nasıl olur?

Onlara bu konuda

itaat etme. Hadi s-i şerifte geçtiği gibi, Yaratana karşı gelme konusunda yaratıklara itaat edilmez. Öğretmen ve idareciye de, iyi olmayan yani, Allah'ın hoş görmediği şeyi emrettikleri zaman uyulmaz.

Dönüşünüz sizden iman eden, eş koşan, anne-babasına iyi davranan ve onlara isyan edenlerin dönüşü

ancak Banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber vereceğim. Yani, dünyada devamlı olarak yaptıklarınızı şahitler huzurunda ortaya çıkaracak, size bildirecek ve davranışlarınıza uygun olan karşılığı vereceğim.

Rivayet edilmiştir ki, Sa'd b. Ebî Vakkas (radıyallahü anh) Müslüman olduğu zaman annesi Ebu Süfyanin kızı Hanine, ona şöyle demişti: ”Ey Sa'd! Yaptığın bu şey nedir? Ya mutlaka dinini terkedeceksin, ya da ölünceye kadar yiyip içmeyeceğim. Dolayısıyla sen, benim yüzümden ayıplanacak ve sana, anne katili denecektir."

Sa'din annesi üç gün açlık grevine girmiş, nihayet açlık yüzünden sıkıntı ve darlığa düşmüştür. Bunun üzerine Sa'd şöyle demiştir: ”Allah'a yemin olsun ki, senin yüz tane canın olsa ve bunlar tek tek çıksa dinimden dönmem. İster ye, ister yeme."

Annesi, Sa'din bu kesin tavrını görünce yemeğe başlamış; Allahü teâlâ da Sa'd'a annesine iyi davranmasını, onunla ilgilenmesini, şirk ve günah olmayan emirlerine itaat etmesini buyurmuştur.

9

İman edip iyi amel yapanları, muhakkak sâlihler zümresi

içine katarızve onları, sahillerle birlikte mahşerde bir araya getiririz.

10

İnsanlardan öyleleri vardır ki, 'Allah'a inandık' derler; fakat Allahın durumu

hakkında kâfirler o gibi kimselere, inançlarından dolayı işkence etmeleri yüzünden

eziyete maruz kaldıkları zaman, insanların işkencesini şiddet ve korku yönüyle âhiretteki

Allah'ın azabı gibi tutarlar. Yani, iki azabı eşit sayarlar; dünyadakinden korkarlar ve devamlı olup kesilmeyen âhiret azabını ihmal ederek dinlerinden dönerler. Halbuki Allah'ın azabının şiddetini ve O'nun azabının yanında insanların işkencesinin bir kıymeti olmadığını bir bilselerdi, dilim dilim kesilseler bile dinlerinden dönmezlerdi.

"Ezâ:" İnsanın canına, bedenine ya da malına gelen zarardır. ”Fitne" ise: Denemek ve sınamak demektir. Gerçek olup olmadığım anlamak üzere altını ateşe koyduğun zaman, ”Fetentu'z-zeheb" dersin.

Halbuki Rab binden bir yardım fetih ve mü'minlere ganimet

gelecek olsa mutlaka: 'Doğrusu biz de sizinle beraberdik', dini konuda size tabiyiz. Öyleyse bizi ganimete ortak edin.

derler. Sözü edilenler. Müslüman ladan imanları zayıf bazı kimselerdi. Bu kimseler kâfirler tarafından eziyete maruz kalınca onlardan yana tavır takınıyorlar ve bu durumu Müslümanlardan gizliyorlardı. Bunun üzerine Allahü teâlâ, şu sözü ile onlara cevap vermiştir:

Acaba Allah, herkesin kalbindekileri samimiyet ve iki yüzlülüğü onlardan

daha iyi bilen değil midir?

11

Allah, elbette O'na gönülden

iman edenleri de iki yüzlüleri de bilir. Onların iki yüzlülükleri, kâfirlerin eziyetleri yüzünden olup olmaması arasında bir fark yoktur. Kalpte bulunan iman cevheri ile iki yüzlülük, ancak sabırla ya da dert ve sıkıntı anında sarsılma ile kendini gösterir.

Âyet-i kerime, her Müslumanın Allah uğrunda sabretmesine dair bir uyarı niteliğindedir. Şüphesiz Mekke kâfirleri, Hazret-i Peygamberi çeşitli sıkıntılara maruz bırakıyorlardı. Fakat o, sabrediyordu. Aynı şekilde onlar Ashab-ı Kiram'a da eziyet ediyorlardı. Nitekim her kabile, kendilerinden Müslüman olanlara eziyet ve işkence ediyor; dinlerinden dolayı onları sıkıntıya sokuyorlardı. Bu eziyet ve sıkıntı, ya hapsetmek, dövmek ya da açlık, susuzluk vb. ile veriliyor, o kadar ki, işkence görenlerden biri aşırı dövülmekten dolayı oturamaz hale geliyordu.

Öte yandan Ebu Cehil işkenceye teşvik ediyor, ünlü ve hatırı sayılır biri Müslüman olduğu zaman geliyor ve onu azarlayarak kendisine şöyle diyordu: ”Mutlaka görüşün altedilecek ve ünün azalacak, yani senin görüşüne itibar etmeyeceğiz ve sana değer vermeyeceğiz." Müslüman olan, ticaret erbabı ise ona: ”Allah'a Yemin olun ki, ticaretin kesada uğrayacak ve malın telef olacak," der ve eğer zayıf biri ise, işkence edilmesine teşvik ederdi. Bu yüzden bazı zayıf kimseler din yüzünden denemeye tabi tutulunca şirke yönelmişlerdir ki, bundan Allah'a sığınırız. Hazret-i Bilâl de Allah uğruna işkence görenlerden biriydi. Fakat o sadece, ”Allah bir, Allah bir" diyordu.

12

Kâfirler iman edenlere; yani Mekke kâfirleri, müminleri dinden döndürmeye meylettirmek için onlara hitaben:

'Bizim dinde izlediğimiz

yolumuza uyun, günahlarınızı biz yüklenelim' yani, hesaba çekileceğiniz günahınız varsa biz adınıza günahlarınızı üstleniriz,

derler. Bunun üzerine Allahü teâlâ şu ifadesiyle onlara cevap vermiştir:

Halbuki onların bütün günahlarını yüklenmeleri şöyle dursun

hiçbir günahını yüklenecek değillerdir. Gerçekten onlar, yüklenme davasında vaadettiklerini yerine getirebileceklerine dair

kesinlikle yalan söylemektedirler.

13

Elbette bu sözü söyleyenler

kendi yüklerini, işledikleri günahları,

kendi yükleriyle birlikte nice başka

yükleri kıyamet günü

taşıyacaklar yani, hem sapmaktan hem de başkalarını saptırmaktan dolayı azap göreceklerdir. Saptırdıkları kişilerin günahlarından da herhangi bir eksilme söz konusu olmayacaktır. Çünkü sapıklığa davet eden kişi, kendisine uyanların günahlarını yüklenir. Aynı şekilde, hadis-i şerifte geçtiği gibi, kim kötü bir çığır açarsa... vebali ona aittir.

Ve dünyada

uydurup durdukları şeylerden başkalarını yalan söyleyip saptırdıklarından ve uydurdukları efsanelerden dolayı

kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir. Bazi cahil kimseler de âyetin bu hükmüne girmektedir. Nitekim onlar, kendileri gibi olanlara hitaben, şunu yap; günahı boynuma olsun" diyorlar. Sonra âyet-i kerime’de günahlarının ”yük" olarak ifade edilmesi ile günahların son derece ağır olduğunun bildirilmesi amaçlanmıştır.

14

Yemin olun ki Biz, Nuh'u ki Allah korkusundan dolayı çok fazla ağlayıp sızlaması yüzünden ”Nuh" diye adlandırılmıştır. Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in yer yüzüne inişinden 1642 yıl sonra doğmuştur. Dünyada yaşayan bütün insanlardan ibaret

kendi kavmine, tevhide ve hak yola davet için

gönderdik de o, gönderildikten sonra

dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı.

Hazret-i Nuh (aleyhisselâm)îın peygamberliğinin umumîliği ile Peygamberimiz Hazret-i Rasûlüm Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin umumiliği arasındaki fark şudur: Hazret-i Peygamberimiz, hem kendi zamanında olanlara hem de kıyamete kadar gelecek nesillere gönderilmiş; Hazret-i Nuh (aleyhisselâm) ise sadece kendi zamanındaki bütün insanlara gönderilmiştir.

"Am", tıpkı ”sene" gibi yıl demektir. Ancak ”sene", daha ziyade kıtlık ve kuraklık olduğu yıl için kullanılır. Bu sebeple kıtlık, ”sene" ile de ifade edilmektedir. ”Ânı" ise, genişlik ve bolluğun olduğu yıl için kullanılır. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: ”Nuh, aralarında dokuz yüz elli yıl kalarak kavmini Allah'ın azabıyla korkutuyor. Fakat onlar ona aldırış etmiyorlar."

Burada bu kıssanın anlatılmasından maksat, Rasûlüllah'nü teselli etmek ve kâfirlere karşı direncini artırmaktır.

Belirtilen müddetin

sonunda, onlar zulümlerini ve küfürlerini

sürdürürken tufan kendilerini yakalayıverdi. Çünkü onlar, bu uzun süre zarfında hakka davet edene kulak asmamışlardır. ”Tufan", suyun her tarafı kuşatmasıdır. Nitekim o gün su, yeryüzünün her yanını kaplamıştır.

15

Fakat Biz onu, Nuh'u

ve gemide bulunanları yani, onunla birlikte gemiye binen çocuklarını ve kendisine tabi olanları boğulmaktan

kurtardık ki onlar, seksen erkek ve kadındı.

Ve bunu gemiyi ya da kıssayı

âlemlere daha sonrakilere, öğüt almaları için

bir ibret ya da Allah'ın gücüne örnek gösterebilecekleri bir delil

yaptık.

Ebu'l-Leys şöyle demiştir: ”Nuh'un gemisi Hazret-i Peygamber'in peygamber oluşuna yakın bir süreye kadar Cûdi dağında kalmıştır. ” Fethu'r-Rahman" isimli eserde kaydedildiğine göre tufanla Hazret-i Peygamberin Mekke'den hicreti arasında 3974 yıl geçmiştir."

Rivayet edilmiştir ki Hazret-i Nuh, kırk yaşının başında peygamber olmuş; kavmini dokuz yüz elli yıl dine davet etmiş ve tufandan sonra altmış yıl yaşamıştır. Bu süre zarfında insanlar çoğalarak etrafa yayılmışlardır. Hazret-i Nuh'un yaşı ise, bin ellidir ve en uzun ömürlü peygamber odur. Bu yüzden kendisine ”Peygamberlerin piri" denmiştir.

Şâir şöyle demiştir:

Bil ki dünya bulutun gölgesi gibidir. Bir an seni gölgeler, sonra yok olup gider. Dünya sana yönelince bununla sevinme. Senden yüz çevirip gidince de telaşa düşme.

Öte yandan Hasan Basrî şöyle demiştir: ”Kıyamet günü sevap açısından insanların en faziletlisi uzun ömürlü mümindir."

Ubey b. Halid'den rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber iki kişiyi kardeş yapmış; bunlardan biri Allah yolunda şehit olmuş, ondan bir hafta veya buna yakın bir zaman sonra da diğeri ölmüştür. Ashab-ı Kiram cenaze namazını kıldıktan sonra Hazret-i Peygamber onlara hitaben şöyle buyurmuştur: ”Ne söylediniz?" Ashab-ı Kiram: ”Allah'a, onu bağışlaması, ona rahmet etmesi ve arkadaşına kavuşturması için duâ ettik," demişler. Hazret-i Peygamber: ”Peki, bunun, arkadaşının ölümünden sonra fazla kıldığı namaz ve yaptığı amel nerede?" Ya da Hazret-i Peygamber şöyle demiştir: ”Ondan fazla tuttuğu oruç nerede? Nitekim söz konusu iki kişi arasında, gök ile yer arasındaki mesafeden daha uzak bir mesafe vardır. Ömrü uzun olup ameli iyi olana müjdeler olsun!"

Daha önceki ümmetler için uzun sürede hasıl olan feyiz, fıtrî kabiliyetteki olgunluktan dolayı bu ümmet için kısa süre içinde oluşmaktadır. Bu sebeple kişinin, ilk nesillerin amellerini temenni etmesine gerek yoktur. Nitekim yetmiş yıl uzun ömür, yüz yıl ise tabiatıyla daha uzun ömürdür. Şu halde insan, uzun ömürle beraber nefs-i emmarenin kötülüğünden kurtulmayı temenni etmelidir. Çünkü, nefis düzelmediği zaman uzun ömür, insana fayda vermez.

16

Ey Rasûlüm Muhammed! Yemin olun ki, Biz seni göndermeden önce

İbrahim'i de gönderdik. O kavmine ki, onlar Babil halkı idi ve Nemrut da onlardandı.

Şöyle demişti: Sadece

'Allah'a kulluk edin ve O'na karşı gelmekten ortak koşmaktan

sakının. Eğer hayır ve şerri

bilmiş birini diğerinden ayırabilmiş

olsanız bu ifade edilen ibadet ve takva

sizin için küfür içinde bulunmanızdan

daha hayırlıdır.

17

Siz Allah'ı bırakıp sadece birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler uyduruyorsunuz. Yani siz yalan söylüyor, putlara tanrılar adını veriyor ve onların Allah katında sizin şefaatçılarınız olduğunu iddia ediyorsunuz.

Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size hiçbir

rızık veremezler. O halde bütünüyle

rızkı Allah katında arayın. Çünkü rızkı vermeye kadir olan yalnız O'dıır. Yalnız

O'na kulluk edin ve ibadeti emellerinize ulaşmaya vesile kılarak nimetlerinden dolayı

O'na şükredin. Başkasına değil, ölümle

ancak O'na döndürüleceksiniz. O halde emrettiğimi yerine getirin.

18

Eğer Allah'a döndürüleceğinizi size bildirmem konusunda beni

yalanlarsanız, bilin ki sizden önceki birçok milletler de yalanlamışlardır. Yani, tekzibinizden dolayı bana zarar veremezsiniz. Çünkü sizden önceki milletler de peygamberlerini yalancı saymışlardır. Fakat onların bu yalanlamalarının, o peygamberlere hiçbir zararı dokunmamış, ancak kendilerine zarar vermişlerdir.

Peygambere düşen, yalnız açık bir tebliğdir.' Bu tebliğde şüphe yoktur ve onun tasdik edilmesi gerekir. Hazret-i Peygamber bu hususa işaretle: ”Ben tebliğ görevini icra ettim. Artık sizin tekzibinizin bundan sonra bana zararı olmaz ve herkes amelinden dolayı hesap verir" buyurmuştur.

19

Allah'ın, varlıkları ilk baştan nasıl yarattığını, (ölümden) sonra bunu tekrarlayacağını tekrar hayat vereceğini

görmediler mi? Bu ifade, Mekke halkına hatırlatmada bulunmak ve açık delil olmasına rağmen ölümden sonra yeniden dirilmeyi yalanlamalarını çirkin addetmek üzere Hazret-i İbrahim kıssasının iki bölümü arasında bir ara cümlesidir.

Âyetin anlamı şöyledir: ”Mekke halkı, Allah'ın ilk olarak bir varlığı herhangi bir madde olmadan nasıl yarattığını görmediler ve bütün açıklığı ile görme sayılabilecek ölçüde bilgi sahibi olmadılar mı?

Şüphesiz belirtilen

bu, yani, tekrar yaratma işi

Allah'a kolaydır, onda hiçbir zorluk yoktur.

20

Ey Rasûlüm Muhammed! Öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere:

De ki: 'Yeryüzünde gezip dolaşın da Allah ilk baştan çokluklarına, şekil ve durumlarının farklılığına rağmen varlıkları

nasıl yaratmış bir bakın. İşte Allah, bundan sonra (aynı şekilde) âhiret hayatını da yaratacaktır. Bu var edilme, müşahade ettiğiniz ilk var edilmeden sonra kabirlerden kalkış anındaki var edilmedir. Bu iki yaratılış, hiç yoktan yaratma, yeniden varlık âlemine çıkarma yönü itibariyle farklı iki yaratılıştır.

Gerçekten Allah'ın her şeye gücü yeter. Çünkü gücü zatına mahsustur. Dolayısıyla ilk baştan yaratmaya gücü yettiği gibi tekrar yaratmaya da gücü yeter.

21

O, tekrar yarattıktan sonra

dilediğine azap eder, ki onlar, âhiret hayatını inkâr edenlerdir.

Dilediğini de esirger. Bunlar da âhiret hayatını doğrulayanlardır. Yeniden varedilmek suretiyle başkasına değil,

ancak O'na döndürüleceksiniz. Bu durumda, yaptıklarınıza karşılık sizden dilediğine azap eder ve dilediğini esirger.

22

Siz, gizlenmek suretiyle

ne geniş olan

yeryüzünde ne de yeryüzünden daha geniş olan

gökte -oraya yükselebilmeniz halinde- korunmak suretiyle

(Allah'ı), aleyhinize olan hükmünü icra etmesinde

âciz bırakamazsınız. Yani, yeryüzünde de olsanız, gökte de olsanız O'ndan kaçamazsınız. Şüphesiz O, size yetişir.

Sizin için Allah'tan başka bir dost ve yardımcı yoktur.' Yani, getek yeryüzünde bel irerek ve gerekse gökten inerek başınıza gelen belâdan sizi kurtaracak ve dilemesi halinde onu sizden defedecek Ondan başka kimse yoktur.

23

Allah'ın âyetlerini yani, O'nun zatına, sıfatlarına ve işlerine işaret eden delillerini

ve O'na kavuşmayı ki, söz konusu âyetler bu hususu dile getirmektedir.

İnkâr edenler, işte onlar Allah'ın âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr etmekle nitelenenler

Benim rahmetimden ümitlerini kesmişlerdir. Yani, kıyamet günü o rahmetten ümitlerini keserler

ve onlar için dert ve elem vermede ölçüsü takdir edilemeyecek kadar

acıklı bir azap vardır.

24

Kavminin (İbrahim'e) cevabı ise: Yani Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) kavmine. ”Allah'a kuluk edin ve O'na karşı gelmekten sakının..." (Ankebût: 16) deyince kavminin cevabı birbirlerine:

'Onu, İbrahim'i

öldürün, yahut yakın!' demelerinden ibaret oldu. Burada, Hazret-i İbrahim'in kavminin akılsızlıkları ve ahmaklıkları dile getirilmiştir. Nitekim onlar, kendilerini fikren susturana, öldürme ya da yakma tehdidiyle cevap vermişlerdir. İşte her yenilgiye uğrayanın âdeti böyledir.

Onlar Hazret-i İbrahim'i ateşe attılar

ama Allah onu ateşten, ateşi onun için serinlik ve esenlik kılarak yakmasından

kurtardı. Doğrusu bunda, onun ateşten kurtulmasında

iman eden bir kavim için çok açık

ibretler vardır. Söz konusu ibretler, Allah'ın Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i ateşin sıcaklığından koruması ve kısa süre içinde büyüklüğüne rağmen o ateşin söndiirülmesidir. Bu hadiseden de ancak bu alanda araştırma yapan ve o konuda düşünen mü'minler faydalanır.

25

Hazret-i İbrahim, kavmine hitaben

dedi ki: 'Siz, dünya hayatında, dünyada kaldığınız süre içinde ortada herhangi bir delil olmadan

sırf aranızdaki muhabbet uğruna birbirinizi sevmeniz ve putlara tapmak üzere bir araya gelip kaynaşmanız için

Allah'ı bırakıp birtakım putları tanrılar

edindiniz. Sonra kıyamet günü ise, dünyadan ayrıldıktan sonra işler alt üst olur; oradaki sevgi öfkelenmeye ve kaynaşma da lânetleşmeye dönüşür.

Kinliniz, yani putlara tapanlar

kiminizi putları

tanımaz; kiminiz de kiminize lanet okur. Yani, sizden bir zümre diğer bir zümreye lanet eder ve onları kötüler. ”Lanet;" kızarak kovmak ve uzaklaştırmak anlamındadır.

Tapanlar ve kendilerine tapınılanlar toptan hepinizin,

varacağınız yer cehennemdir. Orası sizin sığınacak evinizdir, oradan asla ayrılamazsınız

ve o yerden sizi kurtaracak

hiç yardımcılarınız da yoktur.'

26

Bunun üzerine Lût ona iman etti. Sadece peygamberliğini ve kendisini davet ettiği tevhidi değil, bütün sözlerini doğruladı

ve Hazret-i İbrahim, Lût ile amcasının kızı ve aynı zamanda kendisine inanmış olan hanımı Sâre'ye:

'Doğrusu ben kavmimi terkederek

Rabbim'in bana emrettiği yer

e hicret ediyorum. Şüphesiz O, her şeye

galiptir, dolayısıyla beni düşmanlarımdan korur

ve sadece hikmet ve faydanın bulunacağı şeyi yapan

hikmet sahibidir' dedi.

Kim ülkesinde Allah'a itaat edemezse, başka bir ülkeye gitsin.

27

Ona İsmail'den sonra kendi sulbünden bir çocuk olmak üzere yaşlı ve kısır olan Sâre'den

İshak ve fazladan bir ikram olarak torunu

Ya’kub'u lütfettik. Peygamberliği ve kitapları, onun İsmail oğulları ve İsrail oğullarının

soyundan gelenlere verdik. Gerçekten onlardan pek çok peygamber gönderilmiş, Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim'in soyundan bin peygamber çıkarmıştır. Böylece o, peygamberlerin şeceresi (kökeni) olmuştur.

Onu bize hicreti karşılığında

dünyada zamansız çocuk, mal ve iyi nesil lütfetmekle, aralarında peygamberliğin devam etmesi ve sonsuza kadar övülmesiyle

mükâfatlandırdık; şüphesiz o, âhirette de sâlinler zümresin

dendir. Çünkü onlar, peygamberler ve o peygamberlere uyanlardır.

Bil ki, Allahü teâlâ Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e bir çocuk lütfetmiştir. Anne ve babasına duâ eden iyi evlât, tıpkı vakıf mallar, okunan mushaflar, fayda sağlayan ağaçlar vb. gibi kesintiye uğramayan devamlı mükâfata, amel defterinin kapanmamasına vesiledir. Yine Allahü teâlâ Hazret-i İbrahim'e, soyundan gelenlere peygamberlik vererek ikramda bulunmuştur. İyi evlâtlar ve her yönüyle tertemiz torunlar da, bu dünya hayatında insana olan Allah'ın yüce nimetleridir. Şâir ne güzel söylemiş:

Allah'ın kullarına olan nimetleri çoktur, Onların en güzeli de iyi evlâttır.

28

Ey Rasûlüm Muhammed

Lût'u da senden önce

(gönderdik). O, şehirleri alt üst olup helak olan

kavmine demişti ki: 'Gerçekten siz, çok çirkin olduğundan ve insan fıtratı ve tabiatındaki nefretten dolayı

daha önce hiçbir milletin yapmadığı bir hayasızlığı, son derece çirkin olan şeyi

yapıyorsunuz. Siz, kötü tabiatınızdan dolayı bu işe yöneldiniz.

Nakledildiğine göre, uzun zaman ve çok asırlar geçmesine rağmen Lût kavminden önce eşcinsellik hiç görülmemiştir.

29

Hâlâ siz, ille de erkeklere arkalarından

yaklaşacak, yol kesecek yani, gelip geçenleri hayasızlık için hedef alıyorsunuz ve bu yüzden insanlar yolunuzdan geçmez olmuştur.

Rivayet edilmiştir ki, onlar, eşcinsellik için çoğu kez garip kimselere musallat oluyorlar ve o kimseleri bu işe zorluyorlardı.

Ve toplantılarınızda arkadaşlarınızla bir araya geldiğiniz yerde aldırış etmeden

çirkinlikler yapacak mısınız?'

Âyet-i Kerime’de, ”çirkinlikler" diye ifade edilen ”münker" dinin, çirkinliğine ve kötülüğüne hükmettiği herşey demektir. Burada ise iki husus vurgulanmıştır:

Birincisi, toplantılarda açıkça erkek erkeğe cinsi ilişki kurmak ve sesli yellenmek;

İkincisi ise, elbise düğmelerini çözmek, saz ve ney çalmak ve gelip geçenlerle alay etmek; İbn Abbas'a göre bir de taş atmaktır. Nitekim onlar yol üzerinde oturuyor ve herbirinin sahip olduğu kabın içindeki taşlarla yoldan geçen kişiyi taşlıyorlardı. Taş atanlardan isabet ettiren o kişiyi sahipleniyor ve yanında ne varsa ona el koyuyordu. Hem onu nikahlıyor, hem de onu üç altın borçlandırıyordu. Bir de onların, aralarında böyle hükmeden bir kadıları vardı.

Hazret-i Lût,

kavminin hayasızlıklarına karşı çıkınca onların

cevabı ise, alaylı bir tavırla ona

şöyle demelerinden ibaret oldu: Azapla bizi tehtid ettiğin konuda

'Doğru söyleyenlerden isen Allah'ın azabını getir bize!' Böylece onların cevabı sadece bu çirkin söz olmuştur.

30

(Lût:) onlardan ümidini kesince:

'Ey Rabbim! Hayasızlığı icad etmekle:

Bozgunculuk yapan topluma karşı vaadedilen azabı indirmek suretiyle

bana yardım eyle' dedi. Allah da duasını kabul etmiştir.

31

Elçilerimiz yani, Cebrail ile birlikte olan melekler,

İbrahim'e müjdeyi ve fazladan birçoğunun ihsan edileceğine dair haberi

getirdiklerinde Hazret-i İbrahim'e

şöyle dediler: 'Biz Allah'ın emriyle

bu ülke halkını helak edeceğiz. Buradaki ülkeden maksat, Sed um kentidir. Bu kent, Lût kavminin en büyük yerleşim bölgesidir.

Çünkü oranın halkı inkâr etmek, peygamberleri yalanlamak ve çeşitli kötülüklerle

zalim kimseler olmuşlardır.'

32

(İbrahim) elçilere

dedi ki: 'Ama orada Lût var!' Bu durumda o kenti, nasıl yok edersiniz?" Melekler

şöyle cevap verdiler: 'Biz orada kimlerin bulunduğunu senden

daha iyi biliyoruz. Lût'un durumundan habersiz değiliz.

Onu yani Hazret-i Lût'u

ve ailesini ona tabi olan mü'minleri ki, onlar onun çocukları sayılır

elbette kurtaracağız. Yalnız hanımı hariç. O, geride azap içinde

kalacaklar arasındadır.'

33

Söz konusu

elçilerimiz, Hazret-i İbrahim'in yanından ayrılmalarından sonra

Lût'a gelince, Lût onlar hakkında kavmi kendilerine kötülük eder endişesiyle

tasalandı. Çünkü Lût, onların melekler olduğunu anlamadı. Ancak o, güzel elbiseli ve iyi kokulu gençler, yakışıklı delikanlılar gördü ve onları insanlardan sandı.

Ve onların durumunu ve işlerini organize etmeyi düşünmesi

yüzünden takattan düştü. Onlara, çıkıp gitmelerini mi yoksa kalmalarını mı söyleyeceğine karar veremedi. Melekler, Lût'taki bu sıkıntılı hali görünce

ona: Bizim yüzümüzden kavminden

'korkma ve hiçbir şeyden dolayı

tasalanma! Çünkü biz seni de aileni de kavmine inen azaptan

kurtaracağız. Yalnız hanımın hariç. O, geride (azapta) kalacaklar arasındadır' dediler.

34

'Biz şüphesiz bu memleket halkının yani, Sedum'un

üzerine ki, orada 700 bin kişi bulunuyordu. Sürekli

yoldan çıkmalarına karşılık gökten feci

bir azap indireceğiz.'

35

Yemin olun ki Biz, ibret almada

aklını kullanacak bir kavim için oradan, o ülkeden

apaçık bir ibret nişanesi harabe olan yurtlarının kalıntılarını

bırakmışızdır.

36

Medyen ehlin

e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik) ve Şuayb davet metoduyla onlara:

'Ey kavmim! Yalnız

Allah'a kulluk edin, âhiret gününe umut bağlayın, yani o günü ve o günde meydana gelecek değişik halleri bekleyedurun,

yeryüzünde Medyen topraklarında ölçü ve tartıda hile yapmak suretiyle

bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın!' Haddi aşmayın

dedi.

37

Fakat onu, Hazret-i Şuayb'ı

yalancılıkla itham ettiler. Derken, kendilerini bir sarsıntı şiddetli bir deprem

yakalayıverdi, nihayet evleri, üstlerine çöktü

ve yurtlarında ya da evlerinde

diz üstü ölü vaziyette

çöke kaldılar. Bu durum, hakka davet edeni dinlemediklerinden dolayı olmuştur.

38

Hûd kavmi

Âd ve Salih kavmi

Semûd'u da (helak ettik). Ey Mekke halkı!

Sizin için, onları helak edişimiz,

oturdukları yerlerden Âd kavminin diyarı Yemende ve Semûd'un diyarı Hicir'de bulunan evlerin kalıntılarından

tümüyle anlaşılmaktadır. Şeytan onlara inkâr ve günahlardan ibaret

amellerini güzel göstererek onları hakka ulaştıran

doğru yoldan çıkardı. Halbuki bakıp görebilecek akıllı, düşünüp delil gösterebilecek

durumdaydılar. Fakat, hakkı bâtıldan ayırma konusunda akıllarından yararlanamayarak tıpkı hayvan gibi olmuşlardır.

39

Karun'u, Firavun'u, ve Hâmân'ı da (helak ettik). Yemin olun ki, Mûsa onlara apaçık deliller ve parlak mucizeler

getirmişti de onlar yeryüzünde Mısır topraklarında hakkı kabul etmeyerek

büyüklük taslanıışlardı. Halbuki (Allah'ın azabından) kaçabilecek değillerdi. Aksine Allah'ın emri onlara ulaşarak helak olmuşlardır.

40

Nitekim onlardan sözü edilenlerden

her birini günahları yüzünden cezalandırdık: Kiminin, Âd'ın

üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, ki, Cebrail onlara yönelik bir çığlık atmış ve bu yüzden kalpleri çatlamış, böylece ölüp gitmişlerdir.

Kimini tıpkı Karun ve hazinesi gibi

yerin dibine geçirdik, kimini de Nuh kavmi, Firavun ve kavmi gibi

suda boğduk. Allah onlara yaptığından dolayı haksız yere ceza vermek suretiyle

zulmetmiyordu, azabı gerektiren değişik küfür ve günahların devam etmesi yüzünden

asıl onlar kendilerine zulmediyorlardı.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime ile Mekke halkına ve kendilerinden sonra kıyamete kadar gelecek nesillere, ibret alıp akıllarından yararlanmaları, haksızlıktan, eziyetten, büyüklük taslamaktan ve bozgunculuk yapmaktan kaçınmaları için öğüt vermiştir. Gerçekten iyilik, kurtuluş ve emele ulaşma bu öğüte bağlıdır. Fakat eğitim ve öğretim, ancak kabiliyetli kullara etki eder. Kur'an'ı Kerim ise tıpkı deniz gibidir. Onunla ancak insan gibi, kabiliyete sahip olan arınır; köpek, böyle bir nitelikten yoksun olduğu için arınamaz.

Hikâye edilmiştir ki, şeyhlik taslay ani ardan biri değerli bir zata kırk yıl hizmet etmesi sebebiyle üstünlük iddiasında bulunmuş, bunun üzerine ariflerden biri şöyle demiştir: ”O değerli zatın, kırk yıl binmiş olduğu bir katırı vardı ve o vaziyette ölünceye kadar katır olarak kalmıştır." Yani, katır olması dolayısıyla kabiliyeti müsait olmadığı için kâmil insanın binmesi ona etki etmemiştir. Şeyhlik taslayan zat, bu cevap karşısında susup kalmıştır.

41

Allah'tan başka dost edinenlerin durumu, ki, buradaki dostlardan maksat, güven besledikleri putlar ve onların tuhaf vaziyetleridir.

Kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Yani, onların durumu, örümceğin basit olarak yuvasını örmesindeki durumuna benzer; hatta ondan da daha basittir. Çünkü, örümcek yuvasının bir konumu ve faydası vardır.

Âyet-i Kerime’de, putlara tapanların ve onları dost edinenlerin, onlardan fayda ve şefaat umarak onlara gönül verenlerin durumu, yuva edinen örümceğin durumuna benzetmek için, böyle somut bir tesbih yapılmıştır. Nasıl ki örümceğin yuvası, örümceği sıcak ve soğuktan, yağmur ve sıkıntıdan kurtaramaz ve en hafif bir rüzgâra karşı mukavemet gösteremez. İşte putlar da aynen böyledir. Bunlar, putperestlere fayda-zarar, iyilik ve kötülük veremez. Nitekim serabı yani uzaktan gördüğü parıltıyı su sanan, kısa bir süre sonra aldandığını anlar.

Halbuki evlerin en mukavemetsizi, şüphesiz örümcek yuvasıdır.

Ondan daha basit ve mukavemetsiz ev yoktur. Çünkü örümcek yuvasının temeli, duvarı ve tavanı yoktur ki, sıcak ve soğuğa engel olsun. Bu yüzden çabucak yıkılır ve yok olur.

Keşke bilselerdi. O zaman bunun, onlara örnek olduğunu kesin anlarlar ve böylece bu tür bâtıl inançtan vazgeçerlerdi.

42

Allah, onların kendisini bırakıp da hangi şeye yalvarttıklarını taptıklarını

şüphesiz bilir. Bu şeyin put olması, yıldız olması ya da cinlerden biri olmasıyla başka birşey olması arasında hiçbir fark yoktur. Bu şey Allah'a gizli kalmaz ve O, inkârlarından dolayı onları cezaya çarptırır.

O, düşmanlarından intikam almada

mutlak güç ve ceza ile, ıslah etmeyi terketmesi konusunda

hikmet sahibidir.

Kureyş'in cahilleri ve beyinsiz takımı: ”Rasûlüm Muhammed'in Rabbi sineği, sivri sineği ve örümceği örnek vermesinden sıkılmıyor" deyip buna güldükleri zaman Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

43

İşte Biz, bu ve benzeri

örnekleri insanlar için veriyor anlamada güçlük çektikleri şeyleri kolay anlar hale getirmek için onlara bu örnekleri hatırlatıyor ve açıklıyor

uz; fakat onları yani, o örneklerin güzelliğini ve yararını

ancak âlimler derinlemesine bilgi sahibi olanlar

anlayabilir. Bu âlimler, Allah'tan gelen mesajları anlayarak O'na itaat ederler ve öfkesinden sakınırlar.

Âyet-i kerime, ilmin, akla göre daha üstün olduğunu göstermektedir. Çünkü bizden âlim olan, aynı zamanda akıllıdır. Fakat akıllı olan âlim olmayabilir.

44

Allah, gökleri ve yeri hak olarak hakkı gerçekleştirerek, hikmetleri ve menfaatleri gözeterek; ya da hakka bağlı, din ve dünya ile ilgili faydaları izleyerek

yarattı. Çünkü gökler ve yer insanların yaşamaları ile ilgili her şeyi içermekle birlikte Allah'ın birliğine, kudretinin ve diğer sıfatlarının büyüklüğüne işaret eden delillerdir.

Şüphesiz bunda, göklerin ve yerin yaratılmasında

inananlar için O'nun işlerini vurgulayan

bir alâmet vardır.

Âyet-i Kerime’de bizzat mü'minler dile getirilmiştir. Çünkü bu mesajdan yararlananlar onlardır.

Şu halde akıllı kişinin, Allah'ın marifet denizinden inci çıkarabilmesi için O'nun rahmetinin etkilerini ve eşsiz sanatını düşünüp taşınması gerekir.

Hikâye edildiğine göre bir adam domuzlan böceğini görmüş ve şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ'nın bu böceği yaratmaktaki dileği nedir? Şekli mi güzel, yoksa kokusu mu güzel?" Allahü teâlâ da o kişiyi, doktorların tedaviden aciz kaldığı bir yaraya maruz bırakmış, derken birgün yolda bağırıp duran bir doktorun sesini işitmiş ve şöyle demiştir: ”O doktoru bana getirin, durumuma baksın." Oradakiler: ”Yolda bağırıp duranı ne yapacaksın? Halbuki mütehassıs doktorlar seni tedavi etmekten âciz kalmıştır." Adam: ”Ona benim ihtiyacım vardır," demiştir. Doktoru getirip yarasını görünce domuzlan böceğini istemiş ve orada bulunanlar da bu duruma gülmüşlerdir. Bunun üzerine hasta, daha önce söylemiş olduğu sözü hatırladı ve: ”İstenen böceği getirin. Adam işin gerçeğini anlamıştır." dedi.

Sözü edilen böcek getirilerek yakılmış ve külü adamın yarası üzerine konmuş; Allahü teâlâ'nın izniyle yara iyileşmiştir. Bunun üzerine adam oradakilere: ”Şüphesiz Allah yaratıkların en değersizinin ilaçların en iyisi olduğunu bana bildirmek istemiştir."

Bu hikâye ”ayatü'l-hayevân" isimli kitapta nakledilmiştir.

Allahü teâlâ'nın hiçbir şeyi anlamsız yaratmadığı, aksine bütün yaratıkları belli bir gaye ve maksat için varettiği ortaya çıkmıştır. Bu hususu, insanın bilmesi ile bilmemesi arasında fark yoktur. Buna göre mü'mine yakışan, tefekküre dalması ve bu durumdan, basiret sahibi kişiler gibi eşyayı mahiyetine uygun olarak görebilecek dereceye yükselmesidir.

Bazıları şöyle demişlerdir: ”Müşahade cihadın ürünüdür."

45

Ey Rasûlüm Muhammed!

Sana vahyedilen, indirilen

kitab'ı, Kur'an'ı okumakla Allah'a yaklaşmak, manalarını ve hakikatlerini hatırlamak, insanlara hatırlatmak ve onları Kur'an'ın hükümlerine ve ahlâk kurallarına göre hareket etmeye sevketmek için

oku.

Rivayet edildiğine göre Hazret-i Ömer'e bir hırsız getirilmiş, o da elinin kesilmesini emretmiştir. Hırsız, hükümleri bilmediğinden dolayı Hazret-i Ömer'e: ”Elimi ne diye kesiyorsun?" diye sormuş. Hazret-i Ömer: ”Allahü teâlâ, Kitabinda emretmesinden dolayı," demiştir. Hırsız: ”O, emri bana oku," deyince Hazret-i Ömer eûzü-besmele çekerek: ”Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan (başkasına) bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah, izzet ve hikmet sahihidir." (Maide: 38) mealindeki âyeti okudu. Bunun üzerine hırsız: ”Allah'a yemin olsun ki, ben onu işitmedim. Eğer onu işitseydim hırsızlık yapmazdım," demişse de Hazret-i Ömer özrünü kabul etmeyerek elinin kesilmesini emretmiştir.

Hazret-i Ömer, insanların Kur'an dinlemelerini sağlamak üzere teravih namazının cemaatle kılınmasını istemiştir.

Ve namazı dosdoğru kıl, ona devam et.

Şüphesiz şartlarına uyularak kılınan

namaz, hayasızlıktan fenalıklardan

ve kötülükten alıkor.

"Münker": Kur'an ve sünnete göre, -söz olsun, hareket olsun- hoş görülmeyen şeydir. Bunun karşıtına ise ”ma'rûf denir.

Nitekim rivayet edilmiştir ki, ensardan bir genç beş vakit namazı Hazret-i Peygamber'le birlikte kılıyordu ama her türlü kötülük de yapıyordu. Durum Hazret-i Peygambere iletilince: ”Şüphesiz namazı onu kötülüklerden alıkor" buyurmuştur. Hakikaten bu genç, çok geçmeden tevbe etmiş; durumu düzelerek zâfıid ashabın içinde yer almıştır.

Öte yandan kaydedildiğine göre, Hazret-i İsa (aleyhisselâm): ”Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: 'Kulum Benden farzlar sayesinde kurtulur ve nafile ibadetlerle de Bana yaklaşır,'" demiştir.

Allah'ı anmak, elbette en büyük (ibadet)tir. Yani namaz, diğer ibadetlerden daha büyüktür. Allahü teâlâ: ”...Hemen Allah'ı anmaya gidin ve alışverişi bırakın..." (Cum'a: 9) âyetinde buyurduğu gibi, sözü edilen âyet-i kerime’de de namazı ”zikir (anma)" diye ifade etmiştir. Bu ifade ile namazda ver alan Allah'ı anmak, kötülüklerden alıkoymada ve iyiliklere üstün tutulmasında esas teşkil ettiği içindir. Ya da buradaki zikirden maksat Allah'ı anmaktır. Buna göre mana şöyle olur: Allah'ı anmak, ibadetlerin en üstünüdür. Çünkü söz konusu anmanın mükâfatı yine anmaktır. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Siz Beni (taat ve ibadetle) anın ki Ben de sizi anayım..." (Bakara: 152) Peygamber efendimiz (sallalahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: ”Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır: Ben, kulumun beni zannettiği gibiyim. O, Beni andığı zaman onunla birlikteyim. Beni kendi başına anarsa Ben de onu kendi başıma anarım. Şayet Beni bir topluluk içinde anarsa Ben de onu, Beni andığı topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde anarım."

Allah yapmakta olduğunuzu Allah'ı anmanızı ve diğer ibadetlerinizi

bilir. O'na hiçbir şey gizli kalmaz ve ibadetlerinizden dolayı sizi en güzel şekilde mükâfatlandırır. Kendi yaptıklarım, Allahü teâlâ'nın yakınen bildiğini bilen bir kimse, günah ve kötülüklerden sakınarak sırları ve gizlilikleri bilen Allah'a yönelir.

46

Ehl-i kitap Yahudi ve Hristiyan

la ancak en güzel şekilde zaafa sebep olmayacak usûlde sertliğe karşı yumuşaklıkla, öfkeye karşı İrilimle ve kargaşalığa karşı öğütle

mücadele edin; içlerinden düşmanlık ve inat konusunda aşırı davranmakla

zulmedenler müstesna. O zaman, söz ve mücadelede, katı olmak gerekir.

Ve deyin ki: 'Hem bize indirilene, Kur'an'a

hem de size indirilene, Tevrat ve İncil'e gerçekten samimiyetle

inandık.

Rasûlüllah, ehl-i kitabın, Tevrat'ı okuyup Müslüman olanlara Arapça olarak tefsir ettiklerini işitmiş ve şöyle buyurmuştur: ”Ehl-i kitabı ne doğru -layın ne de yalanlayın ve şöyle deyin: Allah'a, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettik.'“ Böylece Hazret-i Peygamber, ehl-i kitabı doğrulamayı ve yalanlamayı nehyetmiştir. Çünkü onlar, kitaplarını tahrif etmişlerdir. Şayet söyledikleri şey, değiştirdikleri şeylerdense, onları doğrulamak bâtılı doğrulamak olur. Yok, eğer böyle değilse, onları yalanlamak hakkı yalanlamak olur. Bu sebeple, karışık olan işler ve bilgiler karşısında duraklamak gerekmektedir. O konuda caiz, ya da bâtıl olduğu hükmü verilmez. Nitekim selefin (Allah onlara rahmet etsin) tutumu böyle idi.

Bizim tanrımız da sizin tanrınız da birdir. İlâhi ıkta ortağı yoktur

ve biz O'na teslim olmuşuzdur.' Sadece O'na itaat ediyoruz.

47

İşte sana bu eşsiz usûlde

Kitab'ı yani, Kur'an'ı

indirdik. Onun için, kendilerine kitap verdiklerimiz ona iman ediyorlar. Burada sözü edilenlerden kasıt, Abdullah b. Selâm ve ehl-i kitaptan aynı durumda olan kişilerdir. Ya da Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem)'dan önce yaşayan ve müşahadelerine dayanarak Kur'an'ın nüzulünü doğrulayan kişilerdir. Nitekim Kuss b. Sa'îde, Varaka b. Nevfel ve diğer bazı kimseler bunlardandı.

Şunlardan, Araplardan

da ona Kur'an'a

iman eden (nice) kimseler vardır. Ayetlerimizi yani, bize nisbet edilen büyük Kitab'ı

ancak kâfirler, inkâra dalan ve inkârda ısrarlı olanlar

bile bile inkâr eder. Bu anlayış, kâfirlerin, âyetlerin gerçeğini anlamaya yöneltme konusunda düşünmelerine mani olmaktadır.

48

Sen bundan yani Ey Rasûlüm Muhammed! Biz sana Kur'an'ı indirmezden

önce ne indirilen kitaplardan

bir kitap okur, ne de elinle onu, her hangi bir kitabı

yazardın. Öyle olsaydı, yani okur-yazar kimselerden olsaydın

bâtıla uyanlar kuşku duyarlardı.

49

Hayır, o Kur'an,

kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde yer eden ve yerleşen

apaçık âyetlerdir. Bu âyetler, onların ezberlemiş olduğu bir kitaptan alınmış değildir. Nitekim hiç kimse o Kur'an'ı değiştirmeye gücü yetmez. Onun sinelerde korunması, Kur'an'ın özelliklerindendir. Öncekiler ise kitaplarını sadece yüzünden okuyorlar ve onları kapatınca da artık o kitaplarından bir şey bilmez oluyorlardı. Ancak peygamberler bu durumdan müstesnadır.

Bazı rivayetlerde şöyle denmiştir: ”Yahudî ve Hristiyanlar, Kur'an'ı ezberlemek kadar hiçbir şeyden dolayı sizi kıskanmazlar."

Öte yandan Ebû Umâme de şöyle demiştir: ”Allah, Kur'an'ı ezberleyen bir kalbe azabetmez."

Hazret-i Peygamber ise şu hususu dile getirmiştir: ”Kurân'dan mahrum kalp, harap olmuş ev gibidir." Yine had is-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Bu Kur'an'ı belleyin. Rasûlüm Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a Yemin olunki, o Kur'an'ın unutulması, sahibi serbest bıraktığı zaman bağlı devenin kaçmasından daha çabuk olur." Diğer taraftan Rasûlüllah şöyle buyurmuştur: ”Ümmetimin günahları bana arzedildi. Kur'an'dan bir âyet veya bir sûre belleme imkânı bahşedilen bir kimsenin sonra onu unutmasından daha büyük günah görmedim."

"Unutma:" Kişiye, Mushaf'tan okuma imkânı kalmamasıdır. ”Künye" isimli eserde de böyle geçmektedir. İbn Uyeyne ise, kişinin kınanmasına ve günaha girmesine sebep olan unutma, Kur'an'a göre hareket etmeyi terketmek olduğu görüşündedir. Nitekim ”Lisânu'l-Arab" isimli kitapta ”nisyân" (unutma): terketmek anlamındadır. Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca..." (En'âm: 44) yani, terkedince demektir. Yine Allah şöyle buyurmuştur: ”Onlar Allah'ı unuttular. O'na itaati terkettiler; Allah da onları unuttu." (Tevbe: 67) Yani, kendilerine esirgemeyi terketti.

Ayetlerimizi zikredildiği gibi olmasına rağmen

ancak zalimler yani, kötülükte, büyüklük taslamada ve bozgunculukta haddi aşanlar

bile bile inkâr eder.

Rivayet edildiğine göre Hazret-i İsa (aleyhisselâm), havarilere şöyle demiştir: ”Ben gidiyorum. Size, kendiği linden konuşmayan hakkın ruhu faraklit yani Rasûlüm Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem) gelecektir. O, hakkı duyunca size anlatır, hakka göre sizi idare eder ve size, olayları ve bilinmeyen bazı şeyleri anlatır. Ben, onu tasdik ettiğim gibi, o da beni tasdik eder. Şüphesiz ben size temsilleri getirdim, o da tevili getirerek her şeyi açıklar. ”

Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın: ”Size olayları anlatır" sözünün anlamı şudur: ”Deccalın ortaya çıkması, dâbbenin belirmesi, güneşin batıdan doğuşu vb. gibi geleçekte ortaya çıkacak hadiselerdir."

Öte yandan İbrahim Havas (Allah ona rahmet etsin) şöyle demiştir:

"Kalbin ilâcı beştir: Düşünerek Kur'an okumak, yalnız kalmak, gece ibadet etmek, seher vakti Allah'a niyazda bulunmak ve iyi kimselerle oturmaktır."

Allah bizi ve sizi iyilerden ve kurtulanlardan kılsın.

50

Kureyş kâfirleri:

'Ona, Hazret-i Rasûlüm Muhammed'e

Rabbinden Hazret-i Salih'in dişi devesi, Hazret-i Mûsa'nın âsâsı ve Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın sofrası gibi

mucizeler indirilmeli değil miydi?' dediler. De ki: 'Mucizeler ancak Allah'ın nezdinde O'nun kudretinde ve hükmünde

dir. Onları dilediği gibi indirir. Elimde bir şey yok ki, teklif ettiğinizi size getireyim.

Ben ise sadece bana verilen mucizelerle

apaçık bir uyarıcıyım' ve Allah'ın azabıyla korkutucuyum.

Hazret-i Peygamberin, önerilen mucizelere aldırış etmemesinin hikmeti şudur: Bu teklifin kabul edilmesi, bu alanda bitmeyen yeni tekliflere neden olur. Öte yandan, bu teklifle bulunanlar, kendilerini iman etmeye zorlayan mucizeler istemişlerdir. Hazret-i Peygamber, tekliflerini kabul etseydi, onlar bu imandan bir mükâfat hak edemezlerdi. İman etmemeleri durumunda ise kökleri kazınırdı. Halbuki bu tür ceza Hazret-i Peygamberin bereketi dolayısıyla bu ümmetten kaldırılmıştır. Ardından Allahü teâlâ, önerilerinin bâtıl oluşunu beyan etmek üzere şöyle buyurmuştur:

51

Her zaman ve her yerde kendi dilleriyle

kendilerine okunmakta olan, hakkı dile getiren ve daha önceki semavî kitapları doğrulayan

Kitab'ı sana indirmemiz, onlara yetmemiş, önerdiklerine ihtiyaç duyurmayan bir mucize olarak kâfi değil

mi? Bu kitap, sabit olan ve yok olmayan bir mucize olarak kendileriyle birlikte devam etmektedir. Burada, o inkarcıların kalp gözlerinin körlüğüne işaret edilmiştir. Çünkü Kur'an gibi apaçık mucizeyi göremeyerek mucizeler talep etmişlerdir.

Elbette, iman eden, hedefleri imarı olan ve önerilerde bulunan o kimseler gibi inat olmayan

bir kavim için bunda şanı yüce olan ve sonsuza kadar devam edecek olan o Kitap'da

rahmet, büyük bir nimet

ve ibret hatırlatma

vardır.

52

De ki: 'Benimle sizin aranızda cereyan eden şeyde

şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa ki, dolayısıyla benim ve sizin durumunuzu

bilir.

Put, şeytan vb. gibi kendisine iman edilmesi caiz olmayan

bâtıla inanıp her yönüyle iman edilmesi gereken

Allah'ı inkâr edenler (var ya), işte ziyana uğrayacaklar âhiret le ilgili ticaretlerinde aklananlar

onlardır.' Çünkü inkârı, imana tercih ederek doğuştan gelen fıtratlarına ve daha sonra işittikleri naklî delillere ters hareket etmişlerdir. Çünkü fıtratları ve bu deliller onların iman etmelerini gerektirir.

53

Senden, azabı çarçabuk istiyorlar. ”İstical": Vaktinden önce bir şeyi talep etmektir. Yani müşrikler, alaylı tavırlarıyla, ”Bu vaad ne zaman?" diyorlar.

Eğer önceden tayin edilmiş bir müddet, azabedilmeleri için belirli bir süre

olmasaydı, ki bu süre kıyamet günüdür. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Aksine kıyamet, onlara vaadedilen asıl saattir..." (Kamer: 46) Nitekim Allahü teâlâ Hazret-i Peygambere, köklerini kazıyacak derecede kavmine azabetmeyeceğini vaadettiğinden azaplarını kıyamet gününe kadar geciktirir.

Azap elbette onlara peşin

gelip çatmıştı. Fakat yine de müddetin sona ermesi anında, onlar için tayin edilen

o azap, gelişinin

farkına varmadıkları bir sırada ansızın kendilerine mutlaka gelecektir.

54

Senden azabı çarçabuk (getirmeni) istiyorlar. Halbuki en ağır azap olan

cehennem ateşi

kâfirleri mutlaka yakın zamanda

kuşatacaktır. Çünkü, gelecek olan herşey, yakın demektir.

55

O gün azap, onları hem üstlerinden hem ayaklarının altından her yönden

saracak ve Allah

(onlara:) Dünyada, -azabı çarçabuk istemeniz de dahil- kötülüklere devam ederek:

'Yaptıklarınızı!! cezasını

tadın' diyecektir.

56

Ey iman eden kullarım! Bu, kâfirlerden dolayı İslâm'ın kurallarını yerine getiremeyen bazı müminlerin, şereflerini yüceltmek için bir hitap olup onlara en emin kurtuluş yolunu göstermektedir.

Şüphesiz Benim yeryüzüm, yarattığım ülkeler

geniştir. Orada, darlık ve sıkıntıya düşmezsiniz. Şayet bulunduğunuz yerde Bana rahat ibadet edemezseniz, Rabbinize ibadet etme imkânına kavuşabileceğiniz başka ülkelere hicret edin.

O halde o ülkelerde

yalnız Bana kulluk edin.

57

Her can ki bu can, ister insan ve isterse başka varlığın canı olsun

ölümü tadacak ölüm acısını hissedecek ve ayrılış üzüntüsünü yutkunup duracak

tır. Sonunda Bize yani, hükmümüze ve muamelelerimize

döndürüleceksiniz. Akıbeti böyle olan kişinin âhireti için azık hazırlaması, vatanından hicret etmeyi kolay ve vatan hasretine tahammül etmeyi basit görmesi gerekir.

58

İman edip iyi amel yapanları, ki din için hicret etmek de iyi amellerden sayılır

şüphesiz onları, içlerinde ebedî kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan inci, zeberced ve yakuttan olan yüksek

cennet köşklerine yerleştireceğiz. Allahü teâlâ, cennetin yüksek yerde, cehennemin alçak yerde ve köşklerden suya ve yeşilliklere bakmak daha iç açıcı ve daha haz verici olduğundan böyle buyurmuştur. Bu dünya hayatında böyle iyi

amel yapanların, müminlerin

mükâfatı ne güzeldir!

Allahü teâlâ, ardından söz konusu mu nıinleri dile getirerek şöyle buyurmuştur:

59

Ki onlar, müşriklerin eziyetlerine, din için hicret etme sıkıntılarına ve diğer zorluklara ve meşakkatlere

sabretmiş olup yalnız Rablerine dayanmaktadırlar. Yani, işlerinde sadece Allahü teâlâ'ya güvenmektedirler.

60

Nice canlı var ki, yani yer yüzünde hareket eden akıllı ve akılsız her canlı

rızkını taşımıyor.

Rivayet edilmiştir ki Hazret-i Peygamber, Mekke'de bulunan mum inlere Medine'ye hicret etmelerini emredince onlar: ”Geçimimizin olmadığı beldeye nasıl gideriz?" demişlerdir. Bunun üzerine bu âyet inmiştir. Ayetin anlamı şöyledir: ”Besine muhtaç nice hayvanlar, cılız duruşlarından dolayı azıklarını taşıy anlamaktadır."

Nereye yönelirlerse

onların da nerede olursanız

sizin de rızkınızı Allah veriyor. Çünkü, her şeyin rızkı, vasıtalara bağlıdır ve bu vasıtaları valeden yalnız O'dur. Öyleyse hicret etmekten dolayı fakirlikten korkmayın.

O, her şeyi işitir ve bilir. Dolayısıyla iç âleminizi de bilir.

61

Yemin olun ki onlara: Mekke halkına: Kullanıl menfaati için

'gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?' diye sorsan, ki güneş ve ay, devamlı ve buyruk altında hareket etmektedir.

Mutlaka: Onları

'Allah' yarattı

derler. Çünkü onlar için inkâra yol yoktur.

O halde Allah'ın, söz konusu yaratma ve buyruk altında tutmada tek oluşunu itiraf etmeleriyle birlikte ilâhlıkta tek oluşunu itiraf etmekten

nasıl çevrilip döndürülüyorlar? Bu mesajla hedeflenen, ilmin gereği olarak amel etmeyi terketmelerini kınamak, bu tutumdan dolayı azarlamak, susturmak ve hareketlerine şaşmaktır.

62

Allah, mü'min olsun, kâfir olsun

kullarından dilediğine hikmetinin gereği olarak

rızkı bol verir, daraltmayı

dilediğine de kısar.

Hasan Basrî şöyle demiştir: ”Allah, düşmanını kınayarak ona bol bol rızık verir ve dostuna da iyi nazarla bakarak kısar. İyi nazarla baktığı kişiye müjdeler olsun!"

Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir. Dolayısıyla rızkın bol bol verilmesine lâyık olanı bildiği gibi, kısılmasına lâyık olanı da bilir ve o kişinin rızkını kısar.

63

Yemin olun ki onlara: Arap müşriklerine

'Gökten su indirip onunla ölümünün kurumasının ve verimsizliğinin

ardından yer yüzünü oradan ekin, bitki ve ağaç bitirmek suretiyle

canlandıran kimdir?' diye sorsan mutlaka: 'Allah' canlandırır

derler. Yani onlar Allah'ın, evreni yoktan vareden olduğunu kabul ederler. Hal böyle iken hemen hiçbir şeye gücü yetmeyen bazı yaratıkları O'na ortak koşarlar. İnkarcılara karşı en açık delilinden dolayı

de ki: 'Hamd Allah'a mahsustur.' Fakat kâfirlerin

çoğu hiçbir şey

anlamıyor. Bu sebeple en düşük bir yaratık olan putu Allah'a ortak koşuyorlar.

Verimli olmayan yere ”ölü yer" denir. Çünkü ölüden istifade imkânı olmadığı gibi, ölü yerden de istifade imkânı yoktur.

64

Bu dünya hayatı ki, âyette dünyanın küçümsendiğine işaret edilmektedir. Nasıl küçümsenmesin ki? Çünkü dünyanın. Allah katında sivrisineğin kanadı kadar bile değeri yoktur.

Sadece insanı eğlendiren ve onu ilgilendiren şeylerden alıkoyan

bir eğlence ve oyundan ibarettir. Allahü teâlâ, burada dünyayı iki sebepten dolayı eğlence ve oyuna benzetmiştir:

Birincisi, eğlence ve oyun çabuk biter ve sürekli değildir. Bundan hareketle âyetin anlamı şöyledir: ”Süsleri ve cazibesiyle birlikte dünya yok olacak bir gölge gibidir. Onun devamlılığı söz konusu değildir. Bu sebeple kalbin onunla huzur bulması ve ona meyletmesi doğru olmaz."

İkincisi, eğlence ve oyun akıllı ve basiretli kişilerin değil, çocukların ve ahmakların işidir.

Âhiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur, Yani cennet, ölüm ve faniliğin bulunmamasından dolayı gerçek hayatın yurdudur. ”Hayevân": Hayat sahibi, canlı demektir. Çünkü ”fe'alân" vezninde, hayat için gereken hareketlilik mevcuttur. Bu sebeple âyet-i kerime’de, mübalağanın gerekli olduğu bu yerde, ”hayât" kelimesine ”hayevân" kelimesi tercih edilmiştir.

Keşke bilmiş olsalardı dünyayı âhirete tercih etmezlerdi. Çünkü dünyanın aslı başlangıçta kendisinde hayatın olmamasıdır. Sonra orada meydana gelen hayat geçici, süratle yok olucudur.

65

Kâfirler ticaretleri ve maksatları için

gemiye bindikleri fırtınanın koptuğu, dalgaların oluştuğu ve suda boğulmaktan korktukları

zaman, dini yalnız O'na has kılarak (ihlâsla) Allah'a yalvarırlar. Felâketleri kendilerinden savacak ancak O'nun olduğunu bildiklerinden Allah'tan başkasına yalvartmazlar.

"Ihlâs"'tan maksat: Zaruret halinde yalvarıp yakarmaktır. Onlar dahi sonra sıkıntının bertaraf edilmesinin ardından gaflete ve inkâra devam etmeye yönelirler ve eski hallerine dönerler.

İkrime şöyle demiştir: ”Cahiliye halkı gemiye bindikleri vakit putlarını da beraberlerinde götürürlerdi. Fırtına çıktığı zaman bu putları denize atarak yüksek sesle: 'Ey Rabbimiz, ey Rabbin üz!' diye duâ ederlerdi."

Fakat onları salimen karaya çıkarınca, bir de bakarsın ki (Allah'a) ortak koşmaktadırlar.

66

Kendilerine verdiklerimize, denizde boğulmaktan kurtarmamıza şükretmeleri gerekirken

nankörlük etsinler ve putlara tapmada birleşmek ve bu uğurda birbirlerini sevmek suretiyle

sefa sürsünler bakalım! Ama yakında kıyamet günü bizzat gözleriyle azabı gördüklerinde bunun son ucunıı ve kötülüğünü

bilecekler. -

67

Mekke halkı,

çevrelerinde insanlar, Araplar

kapılıp götürülürken, öldürülüp esir edilirken,

(kentlerini) güvenli, soygun ve saldırıdan korunmuş, halkı her çeşit kötülükten emin

kudsî bir yer yaptığımızı görmediler ve müşahade etmediler

mi? Çünkü Araplar, bu kudsî yerin etrafında baskına ve soyguna maruz kalıyorlardı.

Hakkın ortaya çıkmasından sonra

hâlâ haktan uzak put ya da şeytan gibi

bâtıla inanıp, şükretmeyi gerektiren

Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar? Nitekim onlar, Allah'a başkasını ortak koşuyorlar.

68

Tek ve Samed (8) olan

8- Samed: Hiçbir şeye muhtaç olmayan, aksine her şey kendine muhtaç olan, demektir.

Allah'a karşı ortağı olduğuna dair iddiada bulunarak

yalan uyduran yahut kendine hak gelmişken inat yüzünden hiç duraksamadan

o hakkı, Hazret-i Peygamber'i ya da Kur'an'ı

yalan sayandan daha zâlimi kimdir? Yani o, bütün zâlimlerden daha zâlimdir.

Âyetteki ”lemmâ" lafzıyla, inkarcılara hak geldiğinde tereddüt etmedenve hiç, düşünmeden, aksine duyar duymaz onu yalan saymaya kalkışmaları yüzünden ahmaklıkları vurgulanmıştır.

Cehennemde kâfirlere yer mi yok? Yani, cehennemde kâfirlere yer olduğunu bilrnediler mi? Ki, bu cürette bulunmuşlardır. O halde, nefsin özelliklerinden olan isnatsız sözden, yalan vb. den kaçınmak, kalbin vasıflarından sayılan doğruluk gibi hasletler kazanmak gerekir.

Hikâye edildiğine göre, İbrahim Havas, (Allah ona rahmet etsin), bir yere gitmek istediği zaman kimseye haber vermez ve gidişini bildirmezdi. Sadece su kabını alarak yola koyulurdu. Hamid el-Esvâr şöyle demiştir: ”Biz onunla mescidinde bulunduğumuz sırada ibrahim Havas, su kabını alarak yola koyuldu. Ben de onu takip ettim ve Kadisiye'ye geldiğimiz zaman bana dedi ki: ”Hamid! Nereye gidiyorsun?" Ben: ”Ey Efendim! Senin yola çıkmandan dolayı çıktım" dedim. Bunun üzerine İbrahim Havas: ”Allah'ın izniyle Mekke'ye gitmek istiyorum," dedi. Ben de: ”Allah'ın izniyle ben de Mekke'ye gitmek istiyorum," dedim.

Birkaç gün sonra bize bir genç katıldı ve bizimle tam bir gün yürüdü. Fakat bu genç, Allah'a hiç secde etmiyordu. Durumu İbrahim'e ilettim ve dedim ki: ”Bu genç namaz kılmıyor." Bunun üzerine oturdu ve şöyle dedi: ”Ey çocuk! Niçin namaz kılmıyorsun? Halbuki namaz, sana haçtan daha çok gereklidir." Genç: ”Beyim! Bana namaz gerekli değil" dedi. İbrahim: ”Sen Müslüman değil misin?" dedi. Genç: ”Hayır," diye cevap verdi. İbrahim: ”Öyleyse nesin sen?" dedi. Genç: ”Hristiyanım. Fakat Hristiyanlıktaki gayretim, tevekküle (Allah'a dayanmaya) bağlı olmaktır. Nefsim, tevekkül haline çok bağlı olduğunu iddia etmişse de onu, Allah'tan başka bir varlığın bulunmadığı bu çöle çıkarmadıkça iddiasında doğru lamadım. Duygularımı kamçılıyor ve fikrimi deniyorum," dedi. Bunun üzerine İbrahim Havas kalkıp yürüdü ve bana şöyle dedi: ”Bırak onu, seninle birlikte gelsin!"

Gence, bizimle yürümeye devam etti ve nihayet Merv'in ortasına kadar geldik. Bu arada İbrahim, pabucunu çıkararak onu su ile temizledi. Daha sonra oturdu ve gence hitaben: ”Adın ne?" dedi. Genç: ”Abdülmesih," diye cevap verdi. İbrahim Havas: ”Abdülmesih! Burası Mekke'nin yani, kutsal bölgenin girişidir. Allahü teâlâ sizin gibilerin buraya girmesini haram kılmıştır. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Müşrikler ancak pisliktir. Onun için hu yıllarından sonra Mescid-i Harama yaklaşmasınlar.." (Tevbe: 28) Nefsinden ortaya çıkmasını arzu ettiğin durum (tevekküldeki kararlılık) ise senin için belli olmuştur. Mekke'ye girmekten uzak dur. Eğer biz seni Mekke'de görürsek kınar ve ayıplarız," dedi.

Hamid şöyle demiştir: ”Biz onu bırakarak Mekke'ye girdik ve Arafat'a çıktrk. Orada otururken bir de ne görelim ki genç, ihramlı olarak dikkatle yüzlere baka baka geldi ve yanıbaşımızda durdu. Hemen İbrahim Havas'a sarıldı ve başını öptü." Bunun üzerine İbrahim Havas: ”Abdülmesih! Bu ne hal?" diye sordu. Genç: ”Durum farklı. Bugün ben, Mesih'in de kulu olduğu kimsenin (Allah'ın) kuluyum," dedi. İbrahim ona: ”Durumunu bana anlat bakalım,"dedi. Genç: ”Yerimde oturdum. Hac kafilesi gelince kalkıp ihramlı imiş gibi Müslümanların kıyafetine bürünerek şeklimi değiştirdim. Bir saat kadar bir süre gözüm Kabe'ye takıldı ve o anda, İslâm dininden başka bütün dinler, benden yok oldu gitti. Hemen Müslüman oldum ve boy abdesti alarak ihrama girdim. İşte ben, bu günümde seni arayıp duruyorum," dedi.

Hamid dedi ki: ”İbrahim Havas bana baktı ve şöyle söyledi: 'Hamid! Hristiyanhkta doğru konuşmanın bereketine bak! Allahü teâlâ onu İslâm'a nasıl yönlendirerek hidayet nasip etti?" Yine Hamîd şöyle demiştir: ”Onunla arkadaşlık etmeye başladık, nihayet fakirler arasında öldü."

69

Ama Bizim uğrumuzda cihad edenleri ki ”cihad:" düşmanla mücadelede, elden geleni yapmaktır. Yani, ”uğrumuzda ve sadece Bizim için gayret edip bütün imkânlarını seferber edenleri..." ki burada ”mücahede" kelimesi kullanılmış, bununla açık ve gizli düşmanlar kastedilmiştir.

Elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Yani, dinimize yardım konusunda müşriklere karşı cihad eden ve onlarla savaşanları şehitlik, af ve hoşnut olunacak yollara elbette erdireceğiz.

Bir rivayette şöyle buyrulmuştur: ”Bildiğine göre amel edeni Allah bilmediğinin bilgisine vâris kılar. ”

Hadis-i şerifte Rasûlüllah şöyle buyurmuştur: ”Kim, Allah için kırk gün ihlasla hareket ederse, onda hikmet kaynakları kalbinden diline dökülür." (10)

10- Hadisi Ebu Nuaym ”Hilye"de Ebu Eyyûb el-Ensarî’den rivayet etmiştir. Bkz. el-Fethu'l- Kebîr, 3/125

Öte yandan âlimler şöyle demişlerdir: ”Mücâhede, müşahadeleri doğurur."

Şayet biri, hindular ve filozoflar için, onların nefisle gereği gibi cihad ettiklerini, buna rağmen müşahede imkânlarının bulunmadığını söylerse cevap olarak şöyle deriz: ”Çünkü onlar cihada kalkıştılar ve cihad ettiler. Fakat onlar cihadın en büyük şartı olan Allah'ın: ”Bizim uğrumuzda" sözünü terketmişlerdir. Yine onlar, boş arzular, dünya, insanlara gösteriş, şan, şöhret, makam talebi, yeryüzünde haddi aşmak ve insanlara karşı büyüklük taslamak için cihad etmişlerdir. Allah için cihad eden ise, ilk olarak haramları terketmek, sonra şüpheleri terketmek, sonra gereksiz şeyleri terketmek ve daha sonra gönlü arındırmak üzere dünya ile ilgili bütün bağları kesmek suretiyle cihad eder."

Şüphesiz Allah, yardım ve destek olmak, dünyada günahlardan korunmak, âhirette de mükâfatlandırmak ve bağışlamak suretiyle

iyi davrananlarla beraberdir.

Allah'ın yardımıyla Ankebût Sûresinin tefsiri sona ermiştir.

0 ﴿