RUM SURESİ

1

Elif. Lam. Mîm. Bunun tefsiri daha önce Bakara Sûresinde geçmiştir.

2

Rumlar, (Araplara) en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar.

3

Rumlar, (Araplara) en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar.

"Galebe"; yenmek, üstün gelmek ve istila etmek demektir. ”Rûm": Bilinen bir milletin adıdır. Rûm b. Yunan b. Yâfes b. Nûh (aleyhisselâm) oğulları da ilk Rumlardandır. ”En yakın" şeklinde çevirdiğimiz ”ednâ" kelimesi ise, bazan ”en az", bazan da ”en yakın" anlamında kullanılır. Burada ”en yakın" anlamını ifade etmektedir. Yani Arapların, Rumlara en yakın bulunduğu yerde. Çünkü Şam civarından ibaret bu yer, onlara göre bilinen yerdir. Ya da bu yer, Rumların Araplara en yakın bulunduğu bölgedir.

Halbuki onlar, yani Rumlar, İranlılar karşısında

bu yenilgilerinden sonra, İranlılara karşı

galip geleceklerdir.

4

Birkaç yıl içinde. Burada ”birkaç" anlamındaki bid', üçle on arasındaki sayıları ifade eder. ”Kamus" isimli eserde ise, bunun, üçle dokuz arasındaki sayılar için kullanıldığı belirtilmektedir.

İranlılar Rumları yenilgiye uğratıp ellerinden bazı topraklarını aldığı ve haber Mekke'ye ulaştığı zaman müşrikler sevinç duyarak Müslümanları üzecek davranışlarda bulunmuşlar ve şöyle demişlerdi: ”Siz ve Hristiyanlar kitap ehlisiniz. Biz ve İranlılar ise ümmiyiz. Nitekim İranlılar nıecusi idi. Kardeşlerimiz kardeşlerinizi yendi. Biz de sizi mutlaka yeneceğiz." Bu durum Müslümanları üzmüştü. Bunun üzerine (ve bu âyet nazil olunca) Hazret-i Ebû Bekir müşriklere hitaben: ”Allah asla sizi sevindirmez. Allah'a yemin olsun ki birkaç yıl sonra Rumlar İranlıları yenecektir," demişti. Buna karşılık Ubey b. Halef adındaki melun cevaben:"Yalan söyledin; öyleyse aramızda bir süre tayin et ve seninle bahse girelim" demiş, bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir onunla on deve karşılığında bahse girmiş ve süreyi de üç yıl olarak belirlemiştir.

Hazret-i Ebû Bekir, bu durumu Hazret-i Peygambere bildirince Allah'ın Rasûlü (sallalahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Bid' (birkaç), 3 ila 9 yıl arasında bir süredir. Deve sayısını artır ve süreyi uzat." Bunun üzerine deve sayısını yüze, süreyi de dokuz yıla çıkardılar. Ubey, Hazret-i Ebû Bekir'in Medine'ye hicret etmek üzere Mekke'den çıkmasından endişe duyunca, Hazret-i Ebû Bekir'e gelerek bahse bağlı kalmasını istedi. Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir ona oğlu Abdurrahman'ı kefil gösterdi. Öte yandan Ubey Uhud'a çıkmak isteyince Hazret-i Ebû Bekir'in oğlu Rasûlüm Muhammed de ona gelerek bahse bağlı kalmasını istedi. Ubey de ona kefil gösterdi ve sonra Uhud'a çıktı. Nihayet Ubey, Hazret-i Peygamber'in mızrağından almış olduğu bir yara sonucu Uhud'dan döndükten sonra ölmüştür. Rumlar da İranlıları dokuzuncu yılın başında Bedir savaşına tesadüf eden günlerde bozguna uğratmışlardır. (Bu zaferin haberi, Hudeybiye günlerinde

Hicaz'a ulaşınca) Hazret-i Ebû Bekir, Ubey'iu varislerinden söz konusu yüz deveyi alarak Hazret-i Peygamber'e götürünce, Peygamber ona hitaben: ”Onları fakirlere dağıt" buyurmuştur. Bu bahis, Yüce Allah'ın şu âyetle kumarı haram kılmasından önce olmuştur: ”... Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları şeytan işi birer pisliktir; bunlardan uzak durun..." (Mâide: 90).

Rum Sûresinin bu âyeti Hazret-i Peygamber'in peygamber oluşunun delillerinden biridir. Çünkü Allah'ın izniyle gaybı haber vermektedir.

Önünde sonunda her zaman, yenilgiye uğradıkları ve galip geldikleri bütün zamanlarda,

emir Allah'ındır. Yani onların başta yenilgiye uğramaları ve sonunda galip gelmeleri ancak Allah'ın emri ve hükmüyle olmuştur. Nitekim, âyet-i kerime’de şöyle buyrulmuştur: ”İşte böylece Biz, zafer günlerini insanların bazan bir kesimine, bazan da diğer kesimine nasip ederiz..." (Âi-i İmrân: 140)

O gün, yani Rumların İranlıları yenilgiye uğrattığı ve Allahü teâlâ'nın vaadettiği galibiyetin gerçekleştiği gün

mü'minler sevineceklerdir.

5

Allah'ın yardımıyla. O'nun, kitaplı olanı kitapsız olana karşı galip getirmesi, Müslümanların aleyhindeki gelişmelere sevinen Mekke kâfirlerinin öfkelendirmesi ve Rumları İranlılara üstün getirmesi, bunun müminlerin kâfirleri yenilgiye uğratmasının bir işareti olması dolayısıyla... Yardım, şerefli bir rütbe olması hasebiyle gerçek anlamda sadece mü'minlere aittir.

Bazıları şöyle demişlerdir: ”Müminler, kâfirlerin gücünün kırılmasına neden olması dolayısıyla, onların birbirini öldürmelerine, tıpkı zalimlerin birbirini öldürmelerine sevindikleri gibi sevinirler."

O, yani Allah, zayıf ve kuvvetli kullarından

dilediğine yardım eder, mutlak güç sahibidir, Onu hiçbir şey âciz bırakamaz.

Çok esirgeyendir. Bu yüzden yardım yapmak istediğine yardım eder.

6

Allah vaadetmiştir. ”Vaad": Faydalı bir şeyin, meydana gelişinden önce ortaya çıkacağını bildirmektir.

Allah vaadinden dönmez. Çünkü O'na yalan isnad etmek mümkün değildir.

Fakat insanların çoğu, cahilliklerinden ve Yüce Allah'ın tasarruflarını düşünmediklerinden, O'nun vaadinin doğruluğunu

bilmezler. Bunlar, müşrikler ve münafıklardır.

7

Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Bu da, onların zevklerine ve arzularına uygun olan dünyanın manzaralarından ve bazlarından tanık oldukları şeylerden ibarettir. Yani onlar, dünyanın görünen basit şeylerini bilirler...

Dahhâk da şöyle demiştir: ”Onlar, dünyada köşk yapmasını, nehirlere kanal açmasını ve ağaç dikmesini bilirler."

Bir önceki âyette yer alan ve dini işlerdeki bilgisizliği belirten ”bilmezler" ifadesiyle, dünya işlerinin bilindiğini belirten bu âyetteki ”bilirler" ifadesi arasında bir çelişki yoktur. Çünkü birinci ifade, bilgiden gereği gibi yararlanmamaktan kaynaklanan bir olumsuzluktur. İkincisi ise, bilginin gereksiz mecralara sev ked il mes inin ifadesidir. Nitekim insanın kışa ve yaza ulaşacağını kesin olarak bilmediği halde, kışla ilgili işlerini yazda ve yazla ilgili işlerini de kışta hazırlayıp, gerekli olmasına rağmen dünyada âhiretle ilgili işlerini düzene koyma konusunda kusurlu davranması, eksik bilgiden kaynaklanır. En yüce gaye ve en üstün ideal olan

ahiretten ise, onlar tamamen gafildirler. Onu hatırlarına getirmezler ve onun hakkında düşünmezler.

Âyet-i Kerime’de gafil kimseler, idraklerini âhiret işlerini bilmeye oradaki durumlarım anlamaya değil de, idraklerini dünyada görünen ve hisse dayanan şeylere hasreden hayvanlara benzetilmişlerdir.

- Bazıları ise şöyle demişlerdir: ”Âhiretten habersiz olan kimse, Allah'tan daha çok habersizdir. Allah'tan habersiz olan da kulluk edenler derecesinden düşmüş olur."

8

Kendi kendilerine, ibret olmaları, yüce yaratıcının varlığına ve birliğine delil göstermeleri için

Allah'ın, gökleri, ulvî cisimleri

yeri, süfli cisimleri

ve ikisinin arasında bulunanları, varlıkları ve kuvvetleri

ancak hak hikmet ve maslahata uygun

olarak ve belirlenmiş bir süre için yarattığını... Yüce Allah'ın bu süreyi varlıkların hayatta kalması için belirlediğini, dolayısıyla bunun bir sonu olması gerektiğini ve bunun da kıyametin kopma vakti olduğunu

hiç düşünmediler mi?

"Düşünmek" yani, ”tefekkür," kalbin, istenilen şeye ulaşmak için, eşyanın mahiyeti konusundaki tasarrufundan ibarettir. Yani Mekke kâfirleri, dün ya hayatında dikkatlerini sadece görünen şeylere mi yönelttiler? Onlar iç âlemlerine, kalplerine yöne lip düşünmüyorlar ki Allah'ın gökleri, yeri ve iki sinin arasındakileri nasıl yarattığım bilsinler. Gerçekten Yüce Allah bu âyette, yaratıcı yerine yaratıkları düşünce alanı kılmıştır. Çünkü Allah, kalbte oluşan bir şekle göre nitelendirilmekten münezzehtir. Bu sebeple şöyle rivayet edilmiştir: ”Allah'ın nimetlerini düşünün; fakat Allah'ın zatını düşünmeyin."

İnsanların çoğu, âhiretten habersiz olmaları ve âhireti tanımaya vesile olacak şeyleri düşünmekten yüz çevirmeleri dolayısıyla

Rablerine kavuşmayı, yeniden dirilmek suretiyle O'nun hesabı ve muamelesiyle karşılaşmayı

gerçekten inkâr etmektedirler. Dünyanın ebedî olduğunu ve belli bir süre sonra âhiret in başlamayacağını sanıyorlar.

9

Onlar, yani Mekke halkı

yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin Ad ve Semûd gibi helak olmuş milletlerin başlangıcının ve

sonunun nasıl olduğuna bakmadılar mı? Yani, gezip bakmak yerine, yerlerinde oturup öylece beklediler mi?

Onlar, kendilerinden daha güçlü, yani dünya hayatından yararlanmada Mekke halkından daha ileri ve onlardan daha kuvvetli

idiler. Yeryüzünü ziraat, ekim yapmak, su bulmak ve maden çıkarmak için

kazıp altüst etmişler, onu bunların, Mekke kâfirlerinin

imar ettiklerinden kemiyet, keyfiyet ve zaman bakımından

daha çok imar etmişlerdi. Yanı onlar yeryüzünü, ziraat yapmak, ağaç dikmek, bina yapmak ve imar sayılabilecek diğer birtakım işleri yaparak değişik şekillerde imar etmişlerdi.

Peygamberleri, onlara da nice açık deliller ve mucizeler

getirmişlerdi. Fakat onlar, gelen peygamberleri yalanlamışlar ve bu yüzden de Allah onları helak etmişti.-

Zaten Allah, onlara kendilerine azap ve helak etmekle suçsuz olarak

zulmedecek değildi, fakat onlar helaki gerektiren günahlara dalmaya cesaret etmeleri yüzünden

kendi kendilerine zulmediyorlardı.

10

Sonra, peygamberlere indirilen

Allah'ın âyetlerini ve o peygamberlerin elleriyle gerçekeleşen mucizeleri

yalan sayarak ve onları alaya alarak kötülük yapanların âkibetleri çok kötü oldu. Cehennemdeki bu ceza, en kötü ve en ağır cezadır.

Söz konusu âyetlerin özü şudur: Önceki inançsız milletler, peygamberlerini yalanlamaları, onlarla alay etmeleri ve diğer günahları yüzünden dünya ve âhirette azapla karşı karşıya bırakılmışlardır. Güçleri kendilerine fayda vermediği gibi, malları da azap ve helaklerine engel olamamıştır. Bu durum karşısında, sayı, güç ve bedensel kuvvet olarak onlardan daha aşağıda bulunan Mekke halkı hakkındaki kanaat ne olabilir?

11

Allah, önce dünyada

yaratır. Burada meniden yaratılan insan kastedilmiştir. Ölümden

sonra bunu yaratmayı

tekrarlar. Yani insanlara âhirette hayat verir ve onları yeniden diriltir.

Sonra da hep O'na hesap ve karşılık görmek üzere Allah'a

döndürüleceksiniz, başkasına değil.

12

İnsanların tekrar yaratılmak ve Allah'a hesap vermek üzere döndürülecekleri vakit olan

kıyametin kopacağı gün, günahkârlar şaşkın ve delil elde etmekten, ya da bütün iyiliklerden ümitleri kesilmiş bir halde, delili bulunmayanın sustuğu gibi

susacaklardır. ”Kıyamet" diye çevirdiğimiz ”saat", bir zaman dilimidir. Âyette ise kıyamet anlamında kullanılmış; kıyamet hesabının çabuk görülmesi dolayısıyla, o zaman dilimine benzetilmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: ”...Onlar vaadedildikleri azabı gördükleri gün, sanki dünyada gündüzün sadece bir saati kadar kaldıklarını sanırlar..." (Ahkâf: 35)

Burada ”susmak" şeklindeki çevirdiğimiz kelimenin mastarı olan ”İblâs" ise, aşırı ümitsizlikten doğan üzüntü demektir. ”İblis" kelimesi de buradan türemiştir. Kişi sustuğu ve delil bulunmadığı zaman ”eblese fülânün"“falan sustu, söyleyecek şeyi kalmadı" denir.

13

(Allah'a koştukları) ortaklarından, şefaat ümidiyle taptıkları putların içinden

kendilerine kendilerini Allah'ın azabından kurtaracak

hiçbir şefaatçi çıkmayacaktır. Zaten onlar, ortaklarını yani uydurdukları tanrılarını

da inkâr edeceklerdir. Çünkü onlardan ümitlerini kesmişlerdir.

14

Kıyametin kopacağı gün, işte o gün hesap görüldükten sonra mü'minler cennete ve kâfirler de cehenneme gitmek üzere

birbirlerinden ayrılacaklardır, asla bir araya gelmeyeceklerdir. Bu âyetle inkarcılara arka arkaya korku salınmıştır.

Hasan Basrî şöyle der: ”Onlar her ne kadar dünyada bir araya gelmiş olsalar da, kıyamet günü birbirinden ayrılacaklardır. Mü'minler en üst mertebede, inkarcılar ise en alt tabakada olacaklardır."

Yüce Allah, iki zümrenin durumunu ve birbirinden nasıl ayrılacaklarını şöyle bildirmiştir:

15

İman edip iyi işler yapanlara gelince, onlar cennette çok

sevinirler. Burada ”cennet" diye tercüme ettiğimiz ”ravda", bitkisi, suyu ve güzelliği olan yer (bahçe) demektir. Âyette bu kelime ile cennet kastedilmiştir ve bizzat bu kelime zikredilmiştir. Çünkü Arapların gözünde bahçelerden daha güzel manzara ve daha hoş bir yer yoktur. Aynı zamanda bu ifadeyle maksadın daha kolay anlaşılması amaçlanmıştır. ”Sevinmek" anlamına gelen ”habr" ise âlim demektir. Nitekim insanların gönüllerinde âlim'in ilminin tesiri ile izlenen güzel hareketlerinin eserleri kalır. Mü'minlerin Emiri Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), şu sözüyle bu anlama işaret etmiştir: ”Âlimler sonsuza dek hayattadırlar. Kendileri olmasa da, kalblerde eserleri bulunur." Tahbir ise, kendisiyle sevinilen güzelleştirmedir.

16

İnkâr edenlere, sözü edilen gerçekleri dile getiren bu Kur'ân'daki

âyetlerimizi ve âhiret buluşmasını yani, Öldükten sonra yeniden dirilmeyi

yalan sayanlara gelince ki Yüce Allah âhiret buluşmasının, âyetlerin yalan sayılması ifadesi içinde yer almasına rağmen, önemine binaen bunu tekrarlamıştır.

İşte onlar, inkâr edenler ve yalanlayanlar

sürekli azap içinde bırakılacaklardır. Oradan asla çıkamazlar.

"ihzar," zorla getirmek demektir. İnkarcıların azapla yüzyüze gelmeleri ancak zorlama ile olur. Yani onlar, mü'minlerin cennet bahçelerinde mutluluk duydukları sırada azapla karşı karşıya bırakılırlar. Böylece kendileri azap, pişmanlık ve felâket içinde bulunurlar. Mü'minler ise mutluluk ve sevinç içinde olurlar.

17

Öyleyse akşama ulaştığınızda ve sabaha kavuştuğunuzda, akşam olduğunda ve sabah vakti girdiğinde

Allah'ı tesbih edin.

"Tesbih"; Allah'ı tenzih etmektir. Bunun aslı Allah'a ibadete hızla yönelmektir. Tesbih, söz, hareket, ya da niyetle yapılan ibadetlere şâmildir. Yani, ”Ey akıllı ve ileri görüşlü kişiler! Mükâfat ve nimetlerin, inanan ve amel eden müminlere; azap ve cehennemin de, yalanlayan kâfirlere ait olduğunu bilince, Allah'ı tesbih edin, şanına yakışmayan her şeyden O'nu tenzih edin."

18

Göklerde ve yerde gündüzün sonunda ve öğle vaktine eriştiğinizde hamd O'na mahsustur. Yani, gökte olanlar ve yerde bulunanların hepsi sadece Allah'a hamdederler ve O'nu överler. O halde siz bütün vakitlerde, verdiği büyük nimetlerden dolayı Allah'a hamdedin.

Burada Allah'ı tesbih etmek, O'na hamdetmekten önce zikredilmiştir. Çünkü O'nu, O'na lâyık olmayan şeylerden tenzih etmek, iyiliklerle övmekten önce gelir. Tesbih edilme vakitleri arasında hamdin de yer almasının amacı, bu vakitlerde hem hamdin hem de tesbihin yapılmasını ifade etmek içindir. Nitekim Allahü teâlâ'nın şu sözü de bu durumu bildirmektedir: ”Rabbine hamdederek O'nu tesbih et..." (Nasr: 3) Öte yandan Hazret-i Peygamber'in şu hadisi bu hususu vurgulamaktadır: ”Kim, sabaha kavuştuğu ve akşama ulaştığı zaman yüz defa 'Subhânallâhi ve bihamdihi' (Allah'a hamdederek O'nu tesbih ederim) derse deniz dolusu kadar da olsa günahları bağışlanır." (1) Yine bu konuda Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”iki söz vardır ki, bu sözler dile kolay, tartıda ağır ve Rahmana sevimli gelir: Subhânellâhi ve bihamdihi subhânellahi’l-azîm. ”

Tesbih ve hamdin söz konusu vakitlere özgü kılınması, bu vakitlerde ortaya çıkan Allah'ın kudret alâmetlerinin ve rahmet hükümlerinin. O'nun tenzih edilmesini ve haindi hak ettiğini ifâde eden deliller olduğunu ve kesin olarak tesbih ve hamdedilmesi gerektiğini göstermeye yöneliktir.

Bazıları, âyetteki tesbih ve hamdetme ifadelerini namazla yorumlamışlardır. Çünkü namaz bu iki ifadeyi de kapsamaktadır. ”Subhe" namaz demektir. ”Subhetu't-duhâ" (kuşluk namazı) denmesi de bundandır. Kur’an-ı Kerim'deki şu âyet-i kerime’de yer alan ”tesbih" kelimesi namaz anlamında alınmıştır: ”Eğer Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı..." (Sâffât : 143)

Büyük Müfessirlerden biri olan Kurtubî, bu âyetteki ”tesbih edenler" ifadesini ”namaz kılanlar" diye tefsir etmiştir.

İbn Abbas'ın şöyle söylediği nakledilmiştir: ”Âyet-i kerime, beş vakit namazı ve bu namazların vakitlerini ihtiva etmektedir. Tümsün; akşam ve yatsı namazı; tusbihûn; sabah namazı, 'Aşıyy: İkindi namazı; tuzhirûn ise, öğle namazıdır. Yani bu vakitlerde Allah için namaz kılın.

19

Allah,

ölüden diriyi, meselâ meniden insanı, yumurtadan kuşu, kâfirden mü'mini, bozguncudan ıslâh edeni ve cahilden âlimi

çıkarıyor, diriden de ölüyü, insandan meniyi, hayvandan yumurtayı ve aynı şekilde mü'minden kâfiri, ıslâh edenden bozguncuyu ve âlimden cahili

çıkarıyor. Yeryüzünü ölümünün ardından canlandırıyor. İşte siz de kabirlerden canlı olarak hesap yerine

böyle çıkarılacaksınız. Allah, ölümün ardından hayatı getirir. Kısacası, ilk yaratma ve sonradan tekrar varetme arasında Allah'ın kudreti açısından bir fark yoktur.

Mukatil şöyle demiştir: ”Allah kıyamet günü iki nef’a (üfürme) arasında gökten hayat suyunu indirir ve ölülerin kemiklerine hayat verir. Bu, Allahü teâlâ'nın: İşte böyle çıkarılacaksınız' ifadesidir. Yerden bitkiler yağmurla bittiği gibi, insanlar da aynı şekilde kabirlerden tıpkı meni gibi yağmur sayesinde canlanır ve hayat bulurlar."

20

Ey insanlar!

Sizi Âdem'in şahsında

topraktan yaratması, ki Allah onu, hiç hayat kokusu almadan ve onunla sizin varlığınız ve nitelikleriniz arasında herhangi bir ilgi olmadan, nesillerinin yaratılması programına bağlı olarak yaratmıştır.

Şüphesiz Allah, toprak gibi mütevazi, halim ve tahammüllü olması için insanı topraktan yaratmıştır. Halk: Parçaların bir araya getirilmesi ve bedenlerin bir düzen içinde oluşturulmasıdır.

O'nun yani Allah'ın, öldükten sonra yeniden dirilmeye işaret eden

delillerindendir. Sonra siz, (her tarafa) yayılan etten ve kemikten oluşan, akıllı ve konuşan

birer insan olu verdin iz.

Arapçada beşere; cildin görünen kısmıdır. Derinin saçlar arasından ortaya çıkması dikkate alınarak insana ”beşer" denmiştir. Bu isim, üzerlerinde yün ve tüy bulunan hayvanlar için kullanılmaz. Intişâru'n-nas: İnsanların ihtiyaçlarına yönelmeleri demektir.

Buna göre âyetin anlamı şöyledir: ”Bundan sonra siz, birdenbire yer yüzüne dağılan birer insan oluverdiniz." Böylece ilk yaratılışınız, tekrar yaratılmaya delil teşkil etmiştir. Âyet-i kerimenin bu ifadesi. Hac Sûresinin başlarındaki Allahü teâlâ'nın şu sözünde açıklanan kısmın özetidir: ”Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphe içinde İseniz, şunu bilin ki, Biz sizi topraktan, sonra meniden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra hilkati belli-belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık." (Hac: 5) Yani, öldükten sonra yeniden dirilmekten şüphe duyuyorsanız, ilk yaratılışınıza bakın. Nitekim Biz yeniden diriltme konusundaki gücümüzü görmeniz ve iman etmeniz için, sizi kademeli bir şekilde yarattık. Nitekim şâir şöyle demiştir:

Yaratıldım topraktan burundum ete-kemiğe

Anlar oldum suali-cevabı iyiden iyiye

Gün geldi tekrar oldum toprak

Et de gitti kemik de gitti kaldım bir avuç toprak.

21

Kendileriyle sükûn bulmanız, onlara eğilim duyup ülfet kazanmanız

için size, kendi cinsi

nizden eşler yaratıp... Eşlerinizin aslı olan Havva'nın, Âdem'in kaburga kemiğinden yaratılması, sizin eşlerinizinde kendinizden yaratılmaları demektir.

"Ezvâc" kelimesi ”zevç"in çoğuludur. Zevç, eş demektir. Kadın ve erkekten yani karı ve kocadan her birine zevç denir. Arapçada kadın için ”zevce" ifadesinin kullanılması fasih değildir. ”Zevee"nin çoğulu ”zevcat" şeklinde gelir. ”Kendinizden" demek, aynı zamanda başka cinsten değil, bizatihi kendi cinsinizden demektir. Bu anlam, âyete göre daha uygun düşmektedir. Nitekim aynı cinsten olmak, tanışıp kaynaşmaya; farklı olmak ise ayrılığa ve nefret duymaya sebep olur.

Aranızda sizinle eşleriniz arasında daha önce birbirinizi tanımazken, ya da hısım ve akraba bağı olmadan

sevgi ve merhamet koyması da... İbn Abbas şöyle demiştir: ”Sevgi büyüklere, merhamet de küçüklere aittir."

O'nun yeniden dirilmeye ve daha sonraki hesaba işaret eden

delillerindendir. Doğrusu bunda, yani ifade edildiği gibi kendilerinin topraktan yaratılmalarında, eşlerinin kendilerinden varedilmesinde, aralarında sevgi ve merhametin bahşedilmesinde Allah'ın sanatını ve işini iyi

düşünen ve bundaki hikmet ve faydalan bilen

bir kavim için büyük

ibretler vardır.

Yüce Allah bu âyeti, ”yetefekkerûn" (düşünürler) ifadesiyle bitirmiştir. Çünkü bu, sadece bilginlere özgü değildir. Aksine azıcık düşünme kabiliyeti olan kimseler de bunu idrak eder. Düşünme, yani tefekkür, tezekkürün altın dadır. Bu sebeple Kuranda ”tezekkür" (hatırlama) kelimesi sadece aklı selim sahipleriyle birlikte geçmektedir.

22

O'nun dile getirilen gerçeklere işaret eden

delillerinden biri de, büyüklüğüne, yoğunluğuna ve kısımlarının çokluğuna rağmen, element siz olarak yani yoktan

gökleri ve yeri yaratması, ki önceden bunları yoktan var etmeye gücü yeten sonra tekrar iade etmeye kadir olacağı daha açık olarak ortaya çıkar. Bu, âfâkî âyetlerdendir. Sonra Allah, insanın kendisiyle ilgili âyetlere işaret ederek şöyle buyurmuştur:

Dillerinizin yani her sınıfa bir dil kazandırmak suretiyle dillerinizin Arapça, Farsça, Hinduca. Türkçe ve diğer diller

ve renklerinizin değişik, beyaz, siyah, kırınızı vb.

olmasıdır.

Râgıb Isfahani şöyle demiştir: ”Dillerin farklı oluşu, konuşma ve nağmelerin değişik olduğuna işaret etmektedir. Her insanın, gözün farkettiği özel bir şekli olduğu gibi, kulağın ayırdığı bir nağmesi, sesi vardır. Bu sebeple keyfiyet yönü itibariyle her açıdan birbirine denk iki konuşma hemen hemen duyamazsın."

Yine Ragıb Isfahanı insanların renklerinin farklı oluşu hakkında şöyle demiştir: ”Âyet-i Kerime’de, söz konusu renk çeşitlerinin, şekillerin farklı oluşundan kaynaklandığına işaret edilmektedir. Ki, insanların çokluğuna rağmen her insan, diğerlerinden farklı olarak özel bir şekle sahiptir. Bu durum, Allah'ın gücünün büyüklüğünü vurgulamaktadır. Yani renklerin farklı oluşu, organların hatlarına, şekillerine ve güzelliklerine işaret etmektedir. Nitekim ikizlerin, yapılarının, yapılarındaki maddelerin ve diğer durumlarının aynı olmasına rağmen birbirine son derece benzeseler bile farklı olduklarını görmez misin?"

Şüphesiz bunda yani, daha önce ifade edilen göklerin ve yerin yaratılmasında, lisanların ve renklerin değişik olmasında

bilenler için bizatihi büyük ve sayıca çok

dersler vardır.

Başka bir âyette de şöyle buyrulmuştur: ”Onları ancak bilenler anlayabilir." (Ankebût: 43) Âyette özellikle âlimler kaydedilmiştir. Çünkü onlar, düşünen ve sonuç çıkaran kişiler olup dünya malı ve zinetleriyie meşgul olan cahiller değillerdir. Yukarıda belirtilen konulan bilmek, ancak bilgi ile mümkün olunca Allahü teâlâ âyeti, ”li'l-âlimin" (bilenler için) ifadesiyle sona erdirmiştir.

23

Alışılmış olduğu şekilde

geceleyin ve öğle uykusu gibi ihtiyaç halinde de

gündüzün uyumanız yani, ölümünüze kadar hayatınızın devam etmesi için bedenlerinizin dinlenmesini ve meşguliyetinizin kesilmesini sağlayan uyumanız

ve Allah'ın lütfunu geçiminizi gece, gündüz

aramanız da O'nun kullarını âhirette hesaba çekmeye gücü bulunduğunun

delillerindendir.

Genel olarak uykunun geceleyin ve geçim peşinde koşma gündüzün isede her biri geceleyin ve gündüzün olabilir. Bu ilâhî mesajda, ölümden sonra hayatın olduğuna işaret edilmektedir. Çünkü bu hayat, uykudan uyanmanın ve geçim için dağılmanın bir benzeridir.

Ayette gece, gündüzden önce zikredilmiştir. Çünkü gece, Mevlâ'ya hizmet için; gündüz ise halka hizmet içindir. Ayrıca peygamberlerin miraçları da gece olmuştur. Bu sebeple İmam Nîsabûrî ”gece, gündüzden daha faziletlidir" demiştir:

Gerçekten bunda uyanıklıktan sonra küçük ölüm olan uykunun, uykudan sonra uyanıklığın yaratılmasında

işiten yani sözü, öğüt verenden, uykudan kalkıp bedeni dinlenmiş, zinde ve kalbi nasihati bulandıran ve kabulüne engel olan şeylerden uzak olan kişinin işittiği gibi işiten

bir kavim için ilâhî kudret ve hikmetlere, özellikle öldükten sonra yeniden dirilmeye dair birçok

ibretler vardır.

Burada, bu âyetleri düşünmeyenin uykuda olup, uyanık durumda olmadığına ve işitmeye ehil bulunmadığına işaret edilmiştir.

"Burhânü'l-Kur'ân" isimli eserde müellif şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ âyeti, ”yesme'ûn" (işitirler) kelimesiyle sona erdirmiştir. Nitekim uykunun, hikmet sahibi olan Allah'ın yaratmasından kaynaklandığını, uykunun kaçması halinde onu hiç kimsenin geri getiremediğini ve geldiği zaman da ona engel olamadığını işiten kimse, uykunun bir yaratıcısı ve idare edeni olduğunu anlar ve bilir."

Hâtib ise şöyle demiştir: ”Âyetteki ”esme'ûn'(işitirler) kelimesinin anlamı, Kitab'ın kendilerini davet ettiği hükümlere icabet ederler, demektir".

Bil ki uykunun, ibadete engel olan gevşekliği giderecek kadarı, Allah'ın kullara olan lüffudur. Kişinin abdestli olarak uyuması uykunun adablarından biridir. İnsan sürekli olarak abdestli olabiliyorsa abdestli olsun. Yatağa girerken kıbleye yönelerek sağ yanı üzerine yatması müstehabtır. Diğer tarafına dönmek isterse dönebilir ve yattığı zaman şöyle duâ eder: ”Bismillâhillezî la yedurru maasmihî şey un fil-ardı ve lâ fissemâ' ve hüve's-semîu'l-alîm." (İsmi sayesinde yerde ve gökte hiçbir şeyin zarar veremediği Allah'ın adıyla. O, her şeyi işiten ve bilendir.) (3) Allah Rasülü ise şöyle duâ ediyordu: ”Bismike Rabbî veda'tü cenbî ve bike erfeuhû in emsekte nefsi ferhamhâ ve in erseitefıâ fehfezhâ birna tahfezu bihî İbâdeke's-sâlihîn" (4) (Rabbim! İsminle yanımı yere koydum (yattım) ve onu senin için kaldırıyorum. Nefsimi alıkorsan ona merhamet et; salıverirsen iyi kullarını koruduğun gibi onu koru.)

İnsan uykudan kalkınca da şöyle der: ”Elhamdü lil-lahillezî ehyâna ba'de mâ emâtena ve ileyhi'n-nüşûr." (Hayatımıza son verdikten sonra bize hayat veren Allah'a hamd olsun. Dönüş ancak O'nadır.)

24

Yine O'nun delillerindendir ki, size korku ve ümit vermek üzere şimşeği gösteriyor. Âyetteki ”havf, korku vermek anlamındadır. Buna göre anlam şöyledir: ”Sizi, bilhassa karada bulunan yolcuları ve diğerlerini yıldırımla korkutmak ve bir de özellikle ekinleri, bağları, bostanları vb.'yi sulamak zorunda olanlara yağmur için ümit vermek üzere şimşeği gösteriyor."

Gökten su yağmur

indirip ki, bu yağmur su molekülleri olup bu moleküller birleştiği ve soğuyarak ağırlaştığı zaman yere doğru iner.

Ölümünün kurumasının

ardından arzı onunla yani bu yağmur suyu sayesinde bitki ile

diriltiyor. Doğrusu bunda, akimi kullanan Allah'ın delillerini anlayan

bir kavim için (alınacak) dersler vardır. Allah'ın, yerin ölümünden sonra ona hayat vermeye gücü yettiği gibi, ölülere hayat vermeye ve kabirlerde olanları yeniden diriltmeye de elbette gücü yeter.

25

Göğün ve yerin O'nun buyruğu, iradesi

ile takdir edilen belli bir süreye, kıyamet gününe kadar aynı şekilde

durması da O'nun (varlığının) delillerindendir. Buradaki ”buyruk" ifadesi, Allah'ın eşsiz kudretim, O'nun vasıtalara ve sebeplere ihtiyacı olmadığını göstermektedir.

Sonra sizi tayin edilen vaktin bitmesiyle ve siz kabirlerde iken, ”Ey ölüler! Çıkın bakalım" diyerek

bir çağırdı mı ki, bu çağırma işini yapan İsrafil (aleyhisselâm)'dir. Nitekim İsrafil, son olarak sûra üfürdüğü zaman Beyt-i Makdis'teki kayalıktan insanları çağırır.

Hemen topraktan kabirlerinizden durmaksızın

çıkıverirsiniz.

26

Göklerde ki melekler

ve yerde olanlar insanlar ve cinler yaratma, mülk ve tasarruf açısından

hep O'nundur. Sadece Allah'ındır. Bu konuda hiçbir şekilde başkasının ortaklığı yoktur.

Bu yüzden orada bulunanların

hepsi O'na boyun eğmiştir. ”Kunût": İtaat etmek, boyun eğmek demektir. Buradaki itaat ve boyun eğmekten maksat, ibadetle ilgili değil, irade ile ilgilidir. Yani, Allah'ın kendileri için dilediği hayat, ölüm, öldükten sonra yeniden dirilmeye, sağlık, hastalık, izzet, zillet, zenginlik ve fakirliğe boyun eğerler; hiçbir hususta O'na karşı gelemezler.

27

İlkin varlığı dünyada

yaratıp ki Allah, Âdem ve Havva'yı yaratmış ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretmiş, sonra ecellerinin bitmesiyle onların hayatlarına son vermiştir.

Sonra bunu tekrarlayan yani, onları âhirette tekrar dirilterek kendilerine, daha önce oldukları gibi hayat veren

O'dur. Bu tekrarlama, insanlara oranla ve asıllarınıza kıyasla

O'nun için ilkten

daha kolaydır. Gerek ilk ve gerekse öldükten sonra tekrar yaratına Allah nezdinde birdir. ”O'nun işi, bir şey yaratmak istediği vakit sadece 'Ol' demektir ve o şey derhal var olur." (Yasin: 82) İster ortada bir madde olsun, isterse olmasın, fark etmez. Böylece âyet, inkarcıların aralarındaki iddialara ve batıl inançlarına karşılık gelmiş oluyor. Yoksa ilkten yaratma Allah'a zor gelmiş değil ki onları, öldükten sonra tekrar yaratması daha kolay gelmiş olsun.

Göklerde ve yerde bulunan en yüce sıfatlar yani, umûmî güç, tam hikmet ve diğer kemal sıfatlar ve en yüce nitelikler

O'nundur. Allahü teâlâ'nındır. Nitekim Allah, oradaki konuşan varlıkların dilleri, konuşmayan varlıkların da lisân-ı halleriyle bilinmiştir.

O, mümkün olanı ilk varetme ve tekrar yaratmada âciz olmayan

mutlak güç ve işleri hikmetle maslahat prensiplerine uygun olarak uygulayan

hikmet sahibidir.

Âyet-i kerime, göklerin ve yerin Allah'ın birliğine ve kudretine dair delillerle dolu olduğuna işaret eder.

Zunnûn Mısrî şöyle demiştir: ”Yolculuklarımın birinde yüzü güzel ve sesi hoş bir genç gördüm. Bu genç, sevgi ve aşktan doğan şaşkınlıktan âdeta yanmıştı. Sonra şu mısraları söylemeye başladı:

Görmez oldum dünyayı ve süsünü Ruhum ayrılmaz senden, oldu arkadaş Uyku kalmaz gözümde hatırlayınca seni Gecenin evvelinden sabahın aydınlığına kadar Açılır kapanır bu gözler görür ancak seni.

Kendisine selâm verdim ve selâmımı aldı. Bunun üzerine ona şöyle dedim: 'Sana yalnız kalmayı sevdiren, dostlardan ilgini kesen, vadilerde ve dağlarda seni aşka düşüren şey nedir?' Genç bana şöyle cevap verdi: 'Allah'a olan sevgim, beni aşka düşürdü; O'na olan arzum, beni heyecana düşürdü ve O'na olan vecdim ve aşkım beni yalnız bıraktı!' Sonra şöyle dedi: 'Ey Zunnûn! Mecnunların sözü hoşuna mı gitti?' Ben de ona; 'evet, Allah'a Yemin olun ki, bu hal, beni üzdü,' dedim. Daha sonra genç ayrılıp gitti ve fakat nereye gittiğini anlayamadım".

28

Ey Allah'a ortak koşanlar topluluğu!

Allah size kendinizden size en yakın ve en belirgin işlerden, şirkin batıl olduğunu açıklayan

bir örnek vermektedir:

Bu âyet, putlara tapan ve ihramlı iken: ”Senin davetine icabet ediyoruz; kendisine ve sahip olduğuna malik olduğun bir ortağından başka ortağın yok" diyen Kureyş kâfirleri hakkında inmiştir. Allah bu örneği tasvir ederek şöyle buyurmuştur:

Hiç size rızık olarak verdiğimiz şeylerde, mal ve hizmetlerde

ellerinizin altındaki kölelerinizden ortaklarınız bulunur da onlarla siz eşit olur musunuz? Böyle bir ortaklığa hiç razı olur musunuz? Size verdiğimiz mallarda onların da sizin gibi tasarruf etmesini ister misiniz?

Aranızda birbirinizden çekindiğiniz gibi onlardan da yani kölelerinizden de

çekinir misiniz? Onların da müstakil olarak sizin gibi tasarruf etmesini ister misiniz?

Ayetteki ”enfüseküm" ifadesinin anlamı burada, sizler gibi hür olanlar demektir. Nitekim Hucurat suresi on birinci âyetinde de bu ifade benzer manada kullanılmış: ”...Kendi kendinizi ayıplamayın..." buyrulmuştur. Âyetin manası: Sizler sahip olduğunuz mallarda kölelerinizin size ortak olmasına razı değilsiniz. Halbuki onlar, sizler gibi insanlardır. Hal böyle iken, Allah'ın yarattıklarını yani putları Allah'a nasıl ortak koşuyorsunuz? Siz onları ellerinizle yapıyorsunuz, sonra da onlara tapıyorsunuz.

İşte Biz âyetleri, O'nun birliğiyle ilgili delilleri

aklını kullanan böylece olayları ve misalleri düşünen

bir kavim için böyle son derece açık seçik olarak

açıklıyoruz.

29

Aksine haksızlık edenler, yani aklım kullanıp bir şey anlamayanlar

bilgisiz olarak kötü arzularına uydular. Onlara herhangi bir şey engel olmaz. Halbuki âlim, arzusuna uyunca bilgisi, onu çoğu kez alıkor.

Allah'ın saptırdığını kim hidayete erdirir? Yani kişi sapıklığı tercih ettiği için Allah'ın da onun hakkında sapıklığı yarattığı kişiyi hiç kimse doğru yola iletemez.

Onlar, yani Allahü teâlâ'nın saptırdığı kişiler

için yani müşrikler için kendilerini sapıklıktan kurtaracak ve O'nun âfetlerinden koruyacak

yardımcılar da yoktur.

Bil ki, ”hevâ'nın övüleni vardır, yerileni vardır. Yerilmiş olan hevâ dünyaya ve dünyanın geçici zevklerine yönelmektir. Âhirete ve âhiretteki mertebelere ve özellikle kalbi Allah'ın dışındaki şeylerden soyutlamak suretiyle O'na yönelmek ise övülen bir hevadır.

30

(Rasûlüm!) Sen yüzünü hanif olarak bâtıl dinlerden uzaklaşıp hak dine yönelerek

dine yani, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise o fıtrata çevir. Ki, bu fıtrat, İslâm dininden ibarettir.

"Vech": Yüz demektir. Allahü teâlâ'nın, ”kendini Allah'a veren kimse..." (Lokman, 22) âyetinde olduğu gibi, bu kelime ile, bazen de kişinin kendisi kastedilir.

"Din": Aslında itaat ve ceza demek olup istiare yoluyla şeriat için kullanılır.

"Yüzü dine çevirmek"; dine yönelmek, doğru olmak ve dinin gereklerine önem vermek demektir. Nitekim gözle hissedilen bir şeye önem veren, o şeye dikkatle bakar ve ona yönelir. Buna göre anlam şöyledir: ”Müşriklerin durumu arzularına boyun eğmek ve hidayetten yüz çevirmekten ibaret olunca, 'sen Ey Rasûlüm Muhammed! Yüzünü sağa sola çevirmeksizin hak dine yani İslâm dinine çevir."

"Fıtrat" ise; vezin ve anlam bakımından hilkat yani yaratılış demektir. Âyetteki ”fitrai ”Van maksat, arzulara tâbi olmaksızın ve şaytana aldanmaksızın tek Allah inancını ve İslâm dinini kabul etine kabiliyetidir.

Gerçekten insanlar, yaratılmış oldukları fıtratla başbaşa bırakılmış olsalardı, bu fıtrat, onları hakka götürürdü ve bu yüzden onun yerine başka bir din tercih etmezlerdi. Kim saparsa şeytanların, insanların ve cinlerin saptırması yüzünden sapar. Nitekim hadisi kudsîde şöyle buyrulmuştur: ”Bütün kullarımı hanifler olarak yarattım. Şeytanlar ise onları dinlerinden alıkoyarak kendilerine, Bana başkasını ortak koşmalarını emretmişlerdir." Yine hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar. Anne ve babası ise onu ya Yahudi, ya Hristiyan ya da Mecûsî yapar. Nitekim hayvan, organları tam olarak doğar. O hayvanın burnunu kesik görüyor musunuz? Bunun anlamı şudur: ”Her doğan, yaratılışta ve varoluşta selîm fıtrat üzere ve dini kabul edebilecek bir yeteneğe sahip olarak doğar. Kendi haline bırakılsa dinde sebat eder ve ondan ayrılarak başka dine yönelmez. Çünkü bu dinin güzelliği gönüllere yerleşmiştir. İnsan ancak, beşerî âfetlerden ve taklitten dolayı ondan yüz çevirir.

Allah'ın yaratışında değişme yoktur. Allah, bütün insanları tek Allah inancı üzere yaratmış, tevhid inancı ve saadet için koşan kişinin kalbini hak üzere tutmuş; batıl ve bedbahtlık için koşan kişinin kalbini de saptırmıştır.

İşte eğriliği olmayan

dosdoğru, yüzün kendisine çevrilmesi emredilen

din budur. Fakat insanların çoğu, Mekke kâfirleri bunun doğruluğunu

bilmezler. Düşüncesizliklerinden dolayı bu doğru yoldan yan çizerler.

31

Hepiniz, bu fıtrata bağlı kalın,

O'na ve bütün emirlerine

yönelerek O'na karşı gelmekten, emirlerine aykırı davranmaktan

sakının, namazı vaktinde, şartlarını ve hukukunu dikkate alarak

dosdoğru kılın; Allah'ın yaratmış olduğu fıtratı değiştiren

müşriklerden olmayın.

Ragıb İsfahanı şöyle demiştir: ”İkâme, bir şeyin hakkını tam olarak vermektir. Allahü teâlâ namazı emrettiği ve övdüğü yerde ancak ”ikâme" lâfzı ile emretmiş ve övmüştür. Bununla Allah, namazı şeklen edâ etmek değil, şartlarını harfiyyen yerine getirmenin hedeflendiğini vurgulamıştır."

32

Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın.) Bu farklı gruplardan her biri dinlerinin kaynağı kabul edilen önderlerine uyarlar. Dinlerini parçalamaları; farklı arzularına göre taptıkları şeyler hususunda ihtilafa düşmeleri demektir.

(Onlardan) her fırka, sahip oldukları sapık din

ile ve onun hak olduğunu sanarak

böbürlenmektedir. Onlar ne hakla bunu yaparlar?

33

insanlar açlık, kıtlık, kuraklık, hastalık ve buna benzer

bir darlığa uğrayınca başkasına yalvarmak yerine

Rablerine yönelerek O'na yalvarırlar. Çünkü onlar, putların bir imkânı bulunmadığını ve kendilerinden bu darlığı Allah'tan başka hiçbirinin gidermeye gücü olmadığını bilirler.

Sonra Allah, kendi katından onlara bir rahmet, kurtuluş ve afiyet -ki bu, genişlik, zenginlik, sıhhat ve benzeri şeyle olur.-

tattırınca bakarsın ki onlardan bir grup Rablerine ortak koşup durmaktadırlar. Yani onlardan bir grup, kendilerine kurtuluş lütfeden Rablerine hemen ortak koşmaya yönelmektedir.

34

Kendilerine verdiklerimiz kurtuluş ve afiyet nimetin

e nankörlük etsinler bakalım! Haydi, nankörlüğünüzden dolayı ölümünüze kadar biraz

sefa sürün; ama yakında âhirette sefa sürmenizin sonucunu

bileceksiniz! Azaba uğrayacaksınız.

35

Yoksa onlara kitap gibi açık

bir delil indirdik de o delil, Allah kelâmında: ”Bu, bizim kitabımızdır; sizin hakkınızda gerçeği söylüyor..." (Câsiye: 29) diye buyrulduğu şekilde ilâhiık konusunda Allah'a ortak koşmak suretiyle

müşrik olmalarını mı söylüyor? Hayır, onlara bir delil inmemiştir.

36

insanlara bir rahmet yani nimet, sağlık ve genişlik

tattırdığımızda hamd ve şükrederek değil, şımararak

ona sevinirler. Onları, dünya hayatı aldatmış ve dolayısıyla Allah'a kulluk etmekten yüz çevirmişlerdir.

Şayet yaptıklarından günahlarının uğursuzluğundan

ötürü başlarına bir felâket belâ ve darlıktan dolayı bir sıkıntı

gelse, hemen Allah'ın rahmetinden

ümitsizliğe düşüverirler.

37

Görmediler ve müşahade etmediler

mi ki Allah, rızkı dilediğine, buna elverişli gördüğü kimseye

genişletir, böylece onu dener, imtihan eder;

dilediğine de daraltır. Onun sabredip etmeyeceğini dener, bununla imtihan eder. Onlar ne diye genişlikte şükretmezler ve darlıkta sabrederek mükâfat beklemezler?

Şüphesiz bunda, belirtilen daraltma ve genişletme işinde

imanlı bir kavim için ibretler vardır. Ki onlar, bununla Allah'ın eşsiz kudret ve hikmetine delil getirirler. Rasûlüm Muhammed b. Sabık şu mısraları söylemiştir:

Tasarrufunda güçlü kuvvetli, görüşünde isabetli Nice kişiler var ki rızıktan mahrum elleri Nice kimseler de işlerinde pek zayıf amma Sanki denizden avuçluy orlar hesapsız nimetleri Bu da gösteriyor ki yaratıklar üzerinde mutlak Vardır Allah'ın nice sırları hikmetleri.

Hikâye edildiğine göre âlimlerden birine: ”Alemin tek bir yaratıcısı olduğuna dair delil nedir?" diye sorulmuş, o da cevap olarak: ”Üç şey" demiştir: Akıllının zilleti, edibin fakirliği ve doktorun hastalığıdır. Buna göre kulların, kalplerini sadece Allah'a bağlamaları gerekir. Çünkü onları üzen şey, ancak Allah tarafından yok olduğu gibi kendilerini sevindiren şey de yine ancak Allah tarafından varolur. O halde O'nun kapısına başvurmak gerekir. Çünkü âciz birinin isteğine yine kendisi gibi âciz biri cevap veremez. Bu sebeple, mutlak Kadir olan Cenab-ı Hak'tan istemesi gerekir.

İbrahim Ethem de şöyle demiştir: ”Fakirlik istedik; fakat zenginlikle karşılaştık. İnsanlar da zenginliği talep ettiler; fakat fakirlikle karşılaştılar. Buna göre bana gereken kalp huzurunu kazanmamdır. Nitekim Allah, rızık konusunda, güven ve tereddütsüz imanı emretmiştir. Bu sebeple emre uymak ve kalpten şüpheleri çıkarmak gerekir. Kendine rızık verenden şüphe eden yaratan'ından şüphe etmiş demektir."

Hikâye edildiğine göre Mâruf Kerhî bir imama uymuş; namazdan sonra imanı kendisine şöyle bir soru yöneltmiştir: ”Ey Mâruf! Nerden geçiniyorsun?" Bunun üzerine Mâruf Kerhî şöyle cevap vermiştir: ”İmam! Arkanda kıldığını namazı yeni baştan kılmcaya kadar sabret, sonra cevap veririm" demiş, namazını iade ettikten sonra şöyle demiştir: ”Rızık verenden şüphe eden, yaratandan da şüphe eder. Katıksız imana sahip bir müminin, tereddüt içinde bulunan kimseye uyması caiz olmaz. Bu sebeple Allahü teâlâ: ”imanlı bir kavim için..." (Rûm: 37) diye buyurmuştur."

38

Ey kendisine bol rızık verilen kişi!

O halde sen, akrabaya hakkını ver. Sıla-ı rahimde bulun, fakir iseler sadaka ver ve diğer iyiliklerde bulun.

Yoksula ve yolda kalmışa da zekât, yardım ve misafirlik gibi haklarını ver. İyilikleriyle yalnız

Allah'ın rızasını isteyenler için bu, yani onlara haklarını vermek, o hakkı yanında tutmaktan

daha iyidir. İşte onlar kurtuluşa erenler, âhirette arzu ettiklerini elde edenler

dir. Çünkü onlar, devamlı olan nimeti elde etmişlerdir.

Hazret-i Ali şöyle demiştir: ”Mal, dünyanın mahsulü; iyi amel ise âhiretin mahsulüdür. Allahü teâlâ bazı kimselere her ikisini de vermiştir."

Öte yandan Lokman Hekim, zenginlere uğrayınca: ”Ey nimet ehli! En büyük nimeti unutmayın;" fakirlere uğrayınca da: ”İki defa aldanmaktan sakının" dermiş.

Yine Hazret-i Ali'nin şöyle söylediği nakledilmiştir: ”Allah, zenginlerin mallarında fakirlerin yiyeceklerini farz kılmıştır. Zengin vermediği ölçüde fakir aç kalır. Allah da bunu o gibi zenginlerden sorar."

39

İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz, Allah katında artmaz ve O'nun nezdinde bir değeri olmaz. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Allah faizi mahveder (faiz karışan malın bereketini giderir)..." (Bakara: 276)

"Ribâ" (faiz); miktardaki fazlalıktır. Bu fazlalık, birinin yiyecek türünden bir şeyi ya da nakiti aynı cinsten fazlasıyla takas etmesidir. Buna ”Ribe'l-fazl" denir. Yahut bu fazlalık süreden dolayı olur. Yani yiyecek veya mucitten biri bir süre sonra verilmek üzere ziyadelik takdir edilerek takas edilmesidir ki buna ”Ribe'n-nesîe" denir ve her iki türü de haram kılınmıştır.

Buna göre mana şöyledir: ”Muamele esnasında karşılık olmadan verdiğiniz herhangi bir fazlalık Allah katında artmaz."

Allah'ın rızasını ve mükâfatını

isteyerek verdiğiniz farz

zekâta gelince, -ki arttığı ve nemalandığı için ”zekât" diye adlandırılmıştır. Gösteriş için verilmesi durumunda O'nun rızası ve mükâfatı söz konusu olmaz.-

İşte zekâtı veren o kimseler, sevaplarını

kat kat artıranlardır.

Allahü teâlâ burada, ”kat kat arttıranlardır" buyurarak bu durumun sadece muhataplara ait olmadığına, aksine kıyamete kadar gelecek bütün mükellefler için genel olduğuna işaretle, fiil kipi olarak ikinci şahıstan üçüncü şahsa geçiş yapmıştır.

Sehl şöyle demiştir: ”Ayette belirtilen kat kat artış, zekât vermekten değil, onunla Allah'ın rızasının istenmesinden kaynaklanmaktadır."

Bil ki mal, insanın eline geçici olarak verilmiştir. Elinde bulunan bu malla kendini sürekli azaptan kurtaramayan kimseden daha ahmak kimse yoktur. Halbuki Allah. Allah yolunda infakta bulunan ve bu güzel davranışı ile sadece Allah'ın rızasını isteyene karşılığını vermeyi üstlenmiştir.

40

Allah, yalnız başına

sizi hiçbir şey değilken yoktan

vareden, sonra yaşadığınız ve dünyada bulunduğunuz sürece

size rızık veren, sonra ecellerinizin gelişi anında

hayatınızı sona erdiren, daha sonra da sûra son üfleme anında, dünyada yaptığınız iyilik ve kötülüklerden dolayı yaptıklarınızın karşılığını vermek üzere

sizi (tekrar) diriltendir. Peki sizin ortaklarınız yani, Allah'ın ortakları olduklarını iddia ettikleriniz

içinde bunlardan yani yaratma, rızık verme, öldürme ve hayat verme işinden

birini yapabilecek var mı? Hiç kimse bu işlerden birini asla yapamaz.

Allah, onların müşriklerin

ortak koştuklarından münezzehtir ve yücedir.

41

İnsanların bizzat karada ve denizde

kendi işledikleri günahların uğursuzluğu

yüzünden karada kuraklık, bitki azlığı, tarımda verimsizlik, hayvanlarda süt ve üreme noksanlığı, her şeyden bereketin kalkması, insanlar arasında veba hastalığının yayılması, fitnelerin ve savaşların çıkması ile buna benzer dertlerin ortaya çıkması

ve denizde boğulma, yağmurun kesilmesi yüzünden denizdeki hayvanların karaya vurması ve dalgıçların inci bulamama gibi

fesat yayıldı.

Burada, kazanmak kul tarafından; takdir etmek ve yaratmak ise Allah'tan olduğuna işaret edilmektedir. İtaat, ufuklarda ışınları yayılan parlak bir güneş gibidir. Nimet de, aynen bu güneş gibidir; bereketleri bölgelere dağılır. Bu durum, Allahü teâlâ'nın lütfunun bir tezahürüdür. Günah ise tıpkı karanlık bir gece gibidir. Nasıl ki gece karanlığı etrafı kaplarsa, günahın uğursuzluğu da çevreye yayılır. Bu durum, Allahü teâlâ'nın kahrının bir tecellisidir. Karada ortaya çıkan ilk fesat, Kabil'in, kardeşi Habil'i öldürmesidir.

Ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de üzerinde bulundukları şirkten ve günahlardan tek Allah inancına ve itaate

dönerler. ”Zevk:" yiyecek bir şeyi ağızla tatmak demektir. Bu kelime azap için de çok kullanılmaktadır. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: ”Allah, onların kötü işlerinden dolayı dünyadaki geçim vasıtalarını bozmuş, ki işledikleri günahların bir kısmının cezasını onlara tattırsın ve kendilerine sıkıntı, dert ve belâlarla azap versin."

Allahü teâlâ âyet-i kerime’de ”yaptıklarının bir kısmını" diye buyurmuştur. Çünkü cezanın tamamı âhirettedir.

Sahih hadis-i şeriflerde geçtiğine göre bir toplumda hayasızlık ve fuhşun ortaya çıkması ve yayılması, vebanın ve bir takım hastalıkların yayılmasına; ölçü ve tartıdaki sahtekârlık da kıtlığa, geçim sıkıntısına ve devlet başkanının zulmüne sebeptir. Zekâtı vermemek, yağmurun kesilmesine sebeptir. Nitekim hayvanlar olmasaydı o toplum fertlerine yağmur yağmazdı. Öte yandan, Allah ve Rasûlü'ne verilen sözden dönmek, düşmanın musallat olmasına; insanların ellerinden mallarını almak ve liderlerin Allah'ın kitabına göre hükmetmemesi de insanlar arasında dövüşmelere ve cinayetlere sebeptir. Faiz yemek ise, sarsıntılara ve depremlere neden olmaktadır. Bazı kimselerin zararları, herkese sirayet eder. Bu sebeple şöyle denmiştir. ”Kim bir günah işlerse bütün mahlukat: insanlar, hayvanlar ve vahşi yaratıklar kıyamet günü onun hasımları olacaklardır."

Öyleyse tevbe, itaat ve kendini ıslah etmekle Allahü teâlâ'ya yönelmek ve O'na dönmek gerekir. Çünkü kurtuluş bundadır.

42

Ey Rasûlüm Muhammed!

De ki Ey müşrikler!

Yeryüzünde azap edilen ümmetlerin topraklarında

gezip dolaşın da, daha öncekilerin yani, sizden öncekilerin

âkibeti nice oldu, bir bakın! Çünkü onların çoğu müşrik idi. Yani, daha öncekilerin çoğu müşrik idi ve müşrik oluşları yüzünden helak olmuşlardır. Bu ifade, söz konusu kişilerin başlarına gelen felâket, aralarında şirkin yaygınlaşmasından kaynaklandığını, ya da onların çoğu şirk içinde ve azı da diğer günahlar içinde bulunduklarını göstermektedir. Müşrik oluşları ve günahları yüzünden azaba uğradıklarına göre Kureyş müşrikleri gibi olan diğerleri bu durumda ısrar etmeleri halinde aynı azabın başlarına gelmesinden sakınsınlar.

"Nazara" fiili iki şekilde kullanılır. İnsan bir şeye gözü ile baktığı zaman ”nazara ileyhi" denir. Kalbiyle düşündü manasında ise ”nazara fihi" denir. Burada bu fiil mutlak olarak getirilmiştir, ne ”ileyhi" ne de ”fihi" ifadeleriyle kullanılmıştır. Bunun sebebi de öncekilerin eserlerini müşahede etmeye ve hallerini araştırmaya delâlet etmesi içindir.

43

Ey Rasûlüm Muhammed!

Allah katında, dönüşü olmayan, hiç kimsenin red edemediği ve hiç kimseye imanın fayda vermediği

bir gün, kıyamet günü

gelmeden önce yüzünü dosdoğru ve hiçbir eğriliği olmayan

dine. İslâm dinine

çevir! Allah'ın ezelî iradesi ile kıyamet gününün geleceği sabit olduğu için o günü geri çevirmez. O, bunu vaadetmiştir ve vaadinden asla dönmez.

O gün yani kıyamet günü Allah'ın, insanları hesaba çekmesinden sonra

bölük bölük ayrılacaklardır. Bir grup cennete, diğer grup ise cehenneme ayrılır.

44

Kim dünyada Allah'ı

inkâr ederse, inkârı kendi aleyhine olur. Yani, inkârının vebali ve cezası ona aittir. Bu ceza, ebedî cehennemdir. Allah rızası için

iyi amel yapanlara ve tek Allah inancına bağlı kalarak samimi bir şekilde itaat edenlere

gelince, onlar da cennetteki yerlerini sırf

kendileri için hazırlarlar ve tefriş ederler.

45

Nitekim Allah, dünyada kendisine

iman edip iyi amel yapanlara ki, iyi amel; Allahü teâlâ'nın hoşnutluğu ve rızasının gözetildiği iştir.

kendi lütfundan karşılık verecektir. Onlardan herbirine amellerine göre muamele edecektir.

Burada asıl hedef, müminlerin mükâfatlandırılmasır. Bu mükâfat, son derece belirgin bir şekilde ortaya konmuş ve bunun ilâhî bir lütuf olduğu ifade edilmiştir. Nitekim ehl-i sünnete göre mükâfatlandırma, Allah'a vacip değil, O'nun lütfunun eseridir. Yine âyette şu ifade ile diğer zümrelere verilecek cezaya işaret edilmiştir:

Şüphesiz O, cezayı gerektiren gazabından ötürü

kâfirleri sevmez.

46

Size rahmetinden tattırsın, emriyle rüzgârları sevkctmek suretiyle denizde

gemiler yüzsün, ki gemiler rüzgârlar sayesinde gider ve rüzgârlar da Allah'ın emri ile hareket eder. Bu sebeple gemiler, hakikattae O'nun emri ile yüzmektedir.

Lütfundan deniz ticaretini

arayasınız ki, burada ticaret için deniz yoluyla seyahat etmenin caiz oluşu yer almaktadır.

Ve Allah'ın nimetlerine

şükredesiniz diye müjdeciler olarak rüzgârları yani kuzey, güney ve saba rüzgârlarını -ki bunlar, rahmet rüzgârlarıdır. Batı rüzgârı ise azap rüzgârıdır. Bu sebeple Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”Allah'ım! Onu (rahmet) rüzgârları kıl; (azap) rüzgârı kılma."-

Göndermesi de Allah'ın birliğinin ve kudretinin

delillerindendir.

Allahü teâlâ bu mesajın ardından, şükrünü gereği gibi yerine getirmeyenleri sakındırarak şöyle buyurmuştur:

47

Yemin olun ki, Biz seni kavmine gönderdiğimiz gibi

senden öne kendi kavimlerine nice peygamberler gönderdik de onlara açık delille getirdiler. Yani, tıpkı senin kendi kavmine apaçık deliller getirdiğin gibi, her peygamber peygamberlik davasında doğru olduğuna dair kendine özgü açık deliller getirmiştir.

Günaha dalanlarından intikam almışızdır. Yani söz konusu kavimler peygamberlerini yalanladılar. Biz de bu yüzden onları cezalandırdık ve helak ettik.

Mü'minlere yardım etmek de Bize hak olmuştur. Onları düşmanlarının kötülüğünden ve başlarına gelen sıkıntılardan kurtarmak, eşsiz bir yardım ve büyük bir kurtarıştır. Bunun Allah'a hak ve gerekli oluşu, O'na vacip olduğu için değil, lütuf ve kereminin bir gereğidir.

"Vesît" isimli tefsirde ise, bu yardımın Allah'a vacip olduğu kaydedilmiş ve Allah onu kendine vacip kılmıştır, denilmiştir.

Bu ilâhî mesajda, mü'minler için intikam almanın onlara verilen değerin bir tezahürü olduğuna işaret edilmektedir. Çünkü mü'minler, Allah'ın kendilerine yardım etmesini haketmişlerdir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Kardeşinin ırzını koruyan her Müslümanı cehennem ateşinden uzak tutmak Allah'a haktır." m

Öte yandan âyette, Hazret-i Peygamber'in sonuçta zafere ulaşacağı, kendisini yalanlayanlara karşı yardım göreceğine dair ona müjde verilmekte ve âkibetin, müminlerin olduğu vurgulanmaktadır. Çünkü onlar, Allah'a karşı gelmekten sakınan kimselerdir. Bu sebeple Allah şöyle buyurmuştur: ”...Akibet, takva sahiplerinindir." (Kasas: 83).

48

O Allah ki, rüzgârları saba ve benzeri rahmet rüzgârlarını

gönderir, bunlar yani, söz konusu rüzgârlar

da bulutu kaldırır ve onu yerinden çıkarır.

Derken, Allah onu dilediği gibi gökte bir günlük, veya iki günlük yahut daha az veya daha çok mesafeye güney tarafından yahut kuzey istikametinde topluca

yayar ve bazen de

parça parça eder; nihayet ilâhî emirle

arasından yağmurun çıktığını görürsün. Allah dilediği kullarına yağmuru nasip edince bolluğun gelmesinden ve kuraklığın yok olmasından dolayı

hemen sevinirler.

49

Halbuki onlar, kendilerine yağmur nasip olanlar

daha önce, üzerlerine yağmur yağdırılmadan evvel, iyice ümitlerini kesmişlerdi.

50

Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak: Buradaki hitap, her ne kadar Hazret-i Peygamber'e yönelik ise de bütün mükellefler kastedilmiştir. Allah'ın rahmetinden maksat ise yağmurdur. Çünkü Allah, yağmuru, yaratıklarına rahmeti sayesinde indirmiştir. Buna göre mana şöyledir: ”Yağmurun bitkilere, ağaçlara ve değişik meyve ve çiçeklere olan etkilerine bir bak."

Allahü teâlâ

arzı, ölümünün kurumasının

ardından yağmurunun eserleri sayesinde

nasıl diriltiyor? Yani ölümünün ardından arza nasıl eşsiz bir hayat verildiğine bir bakın.

Buradaki ”nazar" (bakış), Allah'ın kudretinin büyüklüğüne, rahmetinin genişliğine ve arzın kuruduktan sonra canlandırılmasının bir benzeri sayılan öldükten sonra yeniden diriltme işine dikkati çekmek içindir.

Şüphesiz O, arza ölümünün ardından hayat vermeye gücü yeten ve yüce olan Allah,

ölüleri de âhirette

mutlaka diriltecektir. Şüphesiz bu yaratma, yapılarında canlı olma özelliği taşıyanları yaratması gibidir. Yeri diriltmesi de, bitkisel özelliğe sahip olan şeyleri diriltmesi gibidir.

O'nun, her şeye gücü yeter. Dolayısıyla insanları ölümlerinden sonra kıyamet günü tekrar diriltmeye de gücü yeter.

Bil ki, Allahü teâlâ, arzı kudretinin eserleriyle, fiil ve hikmetinin nurlarıyla süslemiş, böylece yeşilliği bitirmiş ve çiçekleri açtırmıştır. İsrail oğulları Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm)'ya, ”Rabbin boyar mı?" Diye sorunca şöyle cevap vermiştir: ”Evet meyvelerin ve güzel kokulu bitkilerin renklerini kırmızı, sarı ve beyaza boyar." Gökten yağmurun inişini görme anında, günahkârların sırat üzerindeki ağlamalarını hatırlamak gerekir.

Râbia şöyle demiştir: ”Ezanı işitince, kıyamet günündeki tellâlı hatırlarım. Karları görünce, amel defterlerinin uçuştuğunu hatırlarım. Çekirgeyi görünce mahşeri hatırlarım."

İbn Semmak, ilkbahar günlerinde dışarı çıktı ve ağaçların çiçeklerine bakarak şöyle haykırdı: ”Değişik nurlarla ağaçları nurlandıran Allah! Kalplerimizi de, seni zikirle ve sana güzel itaatle nurlandır."

Bazı salih kişiler, ilkbahar günlerinde Allahü teâlâ'ya olan özlemlerinden dolayı ağlıyorlardı. Bir kısmı da ayrı düşmekten korkup ağlıyordu. Hikâye edildiğine göre Şeyh Şiblî bir gün evden çıkmış ve arkadaşları onu bir ağacın altında ağlarken bulmuşlardır. Kendisine niçin ağladığı sorulunca şöyle demiştir: ”Bu ağacın yanına geldim bir dalı kesildi. Kendi kendime: 'Ey nefsim! Haberin, olmadan hakla ilgin kesilirse ne yaparsın?' dedim." Bunun üzerine dostları oturup ağladılar.

51

Yemin olun, bir rüzgâr göndersek de ki, bu rüzgâr batı rüzgârı ve benzeri azap rüzgârıdır. Buna göre mana şöyledir: ”Allah'a yemin olsun ki, sıcak olsun soğuk olsun zarar veren bir rüzgâr göndersek de kâfirlerin ekinini bozsa ve bu rüzgârın etkisiyle

onu yeşil iken

sararmış kurumaya ve yok olmaya yüz tutmuş

görseler, ardından hemen hiç duraksamadan ve geciktirmeden

muhakkak nankörlüğe başlarlar. Yani kâfirlerin, Rablerine karşı güvenleri yoktur. Şayet kendilerine hayır ve bolluk gelse, bundan dolayı Allah'a şükretmezler ve O'na itaat da etmezler ve sevinmede aşırı giderler. Eğer hoşlanmadıkları en basit bir şey başlarına gelirse, sabretme yerine sabırsızlığa düşerler; nimetleri veren Allah'ı inkâra kalkışırlar ve bağışlanma dileğinde bulunarak O'na sığınmazlar.

Fakat müminin durumu böyle değildir. Çünkü mü'min, nimet anında şükreder, sıkıntı anında sabreder, Allah'ın rahmetinden ümit kesmez ve gece gündüz o nimeti elde etmek için itaat ve istiğfar ile O'na sığınır.

52

Elbette sen ölülere yani niteliklerini belirttiğimiz kâfirlere

duyuramazsın; öyleyse Ey Rasûlüm Muhammed! Onların, davetini kabul etmelerine tamah etme. Çünkü sen ölülere duyuramazsın. Kâfirler de, duyguları hakka karşı kapandığı için tıpkı ölüler gibidir. Ve onlar, Allah'ın kendisine iman etmeyeceklerini bildiği kimselerdir.

Âyet-i kerime, hayatta olanların hayattan yararlanmadıkları zaman ”ölüler" diye adlandırdıklarını göstermektedir. Nitekim Hazret-i Ali şöyle demiştir: ”Mal biriktirenler, hayatta oldukları halde ölü sayılırlar. Fakat âlimler sonsuza dek hayattadırlar. Cesetleri yok olur ama eserleri insanlar arasında bakidir."

Bil ki günahkârlık kalbin hastalığı olduğu gibi, inkâr da onun ölümüdür. Kalbi, inkâr yüzündün ölen kişinin kulakları tamamiyle sağır olmuş demektir. Bu yüzden öğüt ona asla fayda vermez. Günaha dalmakla kalbi hastalanan kişi de, tıpkı hasta gibi az işitir. Bu sebeple, işitmesi eski durumuna dönünceye kadar hastalığın giderilmesi için tedaviye muhtaçtır.

Allahü teâlâ, ardından şu sözü ile başka bir benzetmeye işaret buyurmuştur:

Arkalarını dönüp giden daveterden yüz çeviren ve ondan kaçan

sağırlara da o daveti duyuramazsın.

"Summ": Sağır demek olan ”asanım" kelimesinin çoğuludur. ”Samern"', işitme duygusunu kaybetmek demektir. Hakka kulak vermeyen ve onu kabul etmeyen, sağıra benzetilmiştir. Konuşmacıya yönelen sağır, ondan hiçbir şey duymasa bile bazen tavırları, ağız hareketleri, el ve baş işaretleriyle sözlerinden bir şeyler anlar. Fakat konuşmacıdan yüz çevirdiği zaman ondan hiçbir şey anlayamaz.

Allahü teâlâ bu mesajın ardından şu ifadesiyle de başka bir benzetmeye işaret buyurmuştur:

53

Körleri de sapıklıklarından (vaz geçirip) doğru yola iletemezsin. Allahü teâlâ, inkarcıları, gerçek hedefi gözden kaçırdıklarından ya da kalplerinin körelmesinden dolayı ”körler" diye adlandırmıştır. Nitekim onlar, ölü hükmündeditler. Ölü, bir şey duyamadığı gibi bir şeyi göremez de. Böyle olunca doğru yolu nasıl bulabilir'?

Ancak âyetlerimize inananlara Kuranın öğüt ve nasihatlerini

duyurabilirsin de onlar teslimiyet gösterirler. Yani, Haktan kendilerine emredilenlere boyun eğerler. Çünkü onların iman etmesi, Allah'ın âyetleri hakkında düşünmeye ve onları kabule iter. Yani iman, kalbin hayatıdır. Kalp diri olunca onun kulağı, gözü ve dili olur.

54

Ey insanlar!

Sizi güçsüz yani, meni, ya da topraktan müteşekkil zayıf bir asıldan

yaratan, sonra başka bir

güçsüzlüğün ardından ki bu güçsüzlük cenin ve çocukta mevcut olan güçsüzlüktür.

Kuvvet veren ki bu kuvvet, bebeğe hareket etme, süt isteme imkânı veren ve ağlamak suretiyle kendinden sıkıntıyı gideren kuvvettir.

Ve sonra ergenlik çağından sonraki başka bir

kuvvetin ardından güçsüzlükki bu da yaşlılık güçsüzlüğüdür.

Ve ihtiyarlık veren Allah'tır.

Âyette belirtilen ”güçsüzlük" ve ”kuvvet" ifadelerinin her biri, farklı durum ve vaziyete işaret etmektedir: Bu sebeple Allahü teâlâ bu lâfızları nekre (belirsiz) sözcükler olarak getirmiştir. Nitekim nekre olan bir kelime mârife (belirli) olarak tekrar zikredilirse bir önceki nekre kelime kastedilmiş olur. Meselâ: Bir adam gördüm ve adam bana şöyle dedi, gibi. Ancak kelime, nekre olarak tekrarlanırsa öncekinden farklı bir kimse veya hal kastedilmiş olur. Bu sebeple İbn Abbas (radıyallahü anh): ”Muhakkak zorlukla birlikte bir kolaylık vardır. (Evet) zorlukla beraber bir kolaylık vardır." (İnşirah: 5-6) âyetleri hakkında şöyle demiştir: ”Bir zorluk, iki kolaylığı altedemez." Ragıp İsfahanî, bu sözü tesbit etmiş ve büyük Müfessirler de onu aynen izlemişlerdir.

O, ardarda getirdiği güçsüzlüğün, kuvvetin, gençlik ve ihtiyarlığın da yer aldığı hallerden ve eşyadan

dilediğini yaratır. Yani bu durum, gelişi güzel değil, aksine Allahü teâlâ'nın dilemesiyle olur. Varettiğini ve bahtlılarla bahtsızları

hakkıyla bilen ve insanı bir halden diğer bir hale döndürmede

üstün kudret sahibi olan ancak O'dur.

Bazıları şöyle demişlerdir: ”Allah, güçlü olup gücünü, Allah'a kullukta sarfeden ya da güçsüz olup güçsüzlüğünden dolayı Allah'a karşı gelmekten sakınan kişiye merhamet etsin."

Denildi ki, kişi altmış yaşını aşınca kuvvetten düşer, işten kalır, arzusu zaafa uğrar ve ecelle karşı karşıya gelir. Bu sebeple gençlerin, tembelliği terketmeleri ve gevşekliğe set çekmeleri gerekir. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”İslâm'da saçı ağaran kişinin bu hali kendisine kıyamet günü bir nur olur." (9)

Saçı sakalı siyaha boyamak, savaşa katılanların dışındakilere haramdır. Onlara ise, düşmanın gözünde daha heybetli olmaları için helâldir. Fakat kırmızıya ve sarıya boyamak müstehabtır. Allahü teâlâ insan için ihtiyarlığı yaratmamış olsaydı insan ihtiyarlamazdı. O'nun, ”dilediğini yaratır" buyruğu bu durumu vurgulamaktadır. Şâirin:

Gece gündüz peşpeşe deveranı, Genci ihtiyar yaptı, ihtiyarı fâni demesi isnad-ı mecazî kabîlindendir. Yani hadiseleri, onları asıl meydana getiren Allah'a değil, sebeplerine isnad etmiştir.

Ebû Zeyd bir defa aynaya bakmış ve: ”Saçlarım ağardı, kusurlarım gitmedi, gayıpta benim için ne var onu da bilmiyorum." demiştir. Şâir de şöyle demiştir:

Yaşına bakmayıp dünyasını imar eden zavallı. Senin nice tuhaf işlerin var belli Vücudu harap olup göçüyor, yıkılıyorken Hâlâ binayı tamirle uğraşana ne demeli?

Rivayet edildiğine göre Osman (radıyallahü anh), bir kabrin başında durunca ağlanmaktan sakalı ıslanırdı. Kendisine: ”Cennet ve cehennemi hatırlarsın, fakat ağlamazsın. Burada kime ağlıyorsun?" denilince o, şöyle cevap verdi: ”Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Şüphesiz kabir, âhiret menzillerinin ilkidir. Kişi oradan kurtulursa daha sonrası onun için daha kolay, kurtulamazsa daha sonrası onun için daha zordur. ” (10)

Hikâye edilmiştir ki Hasan Basrî (Allah ona rahmet etsin), bir kabrin başında sesli ağlayan ve şöyle diyen bir kız gördü: ”Babacığım! Yatağını ben hazırlıyordum. Bu gece yatağını kim hazırladı? Babacığım! Seni ben yediriyordum. Bu gece seni kim yedirdi?" Buna benzer sözler. Bunun üzerine Hasan Basrî şöyle demiştir: ”Böyle söyleme; şöyle söyle: 'Babacığım! Seni kıbleye yönelik koyduk. Oradan çevrildin mi? Babacığını! Kabrin cennet bahçelerinden bir bahçe mi, yoksa cehennem çukurlarından bir çukur mu oldu? Babacığım! İki meleğe doğru cevap verebildin mi, yoksa veremedin mi?" Bu sözler üzerine kız Hasan Basriye, ”Efendim! Sözleriniz ne güzel!" diyerek öğütlerini kabul etti.

O halde, akıllı insan, ölümü hatırlamalı yolculuğun uzaklığını düşünmeli ve imanla, namaz, gece ibadeti vb. gibi amellerle âhirete hazırlanmalıdır. Amellerin en faziletlisi nefsi ıslah etmek, gıybet ve yalanı terketmek suretiyle insanlara eziyet vermemek ve ameli Allah rızası için yapmaktır. Bu da, ameli sürekli yapmak suretiyle tek Allah inancının güçlü oluşuna; amelin sürekli oluşu da, temiz bir kalp ile gece gündüz amelleri, tekrar etmekle olur.

55

Kıyamet koptuğu gün, kıyamet, ”saat" diye anlandırılmıştır. Çünkü kıyamet, dünyanın son saatinde kopacak; ya da aniden gerçekleşecektir. Bu yüzden saat, âhiretin bir adı olmuştur.

Suçlular, kabirlerde

sadece bir saat kadar kaldıklarına yemin ederler. Böylece onlar, kalış sürelerini unutkanlıktan, ya yalandan ya da tahminen az bulmuşlardır.

Suçlular için sözü edilen kalışları, kabirler değil, dünyadaki kalışları olduğu da ileri sürülmüştür. Ancak bu kalışın, kabirlerde olması daha tercihe şayandır. Çünkü bu kalış, aşağıda belirtileceği gibi yeniden dirilme günü ile son bulmaktadır. Dünyada kalışları ise böyle değildir.

İşte onlar dünyada, Allahü teâlâ'nın: ”Onlar, olanca güçleriyle Allah'ın, ölen bir kimseyi tekrar diriltmeyeceğine dair Allah'a yemin ettiler..." (Nahl: 38) âyetinde bildirdiği gibi yeniden diriltmeyi inkâr etmek ve onun tahakkuk etmiyeceğine dair yemin etmekle haktan

böyle döndürülüyorlardı. Yani onlar, haktan ve doğruluktan alıkonuyorlar ve batıla, iftira ve yalana itiliyorlardı. Başka bir deyimle dünyada yalan söyledikleri gibi âhirette de yalan söylerler.

Bil ki, Allahü teâlâ doğruluğu varetmiş ve doğruluğun gölgesinde iman ve ihlâs ortaya çıkmıştır. Öte yandan, yalanı yaratmış ve yalanın gölgesinde inkâr ve münafıklık belirmiştir. Doğruluktan oluşan iman, müminlerin kıyamet günü: ”Bize verdiği sözde sadık olan Allah'a hamdolsun..." (Zümer: 74); ”Bu Rahman'ın vaadidir. Peygamberler gerçekten doğru söylemişler!" (Yâsîn: 52) diye söylemelerini sağlar. Yalandan kaynaklanan inkâr da, o gün kâfirlerin: ”Allah hakkı için biz ortak koşanlar olmadık." (Enam: 23) ; ”Sadece bir saat kaldılar" (Rûm: 55) ve benzeri yalanlar söylemelerini doğurur.

56

Dünyada meleklerden ve insanlardan

kendilerine ilim ve iman verilenler inkarcılara cevap olarak ve yalanlarını reddederek

şöyle derler: 'Yemin olun ki siz, Allah'ın yazısında Levh-i mahfuzda ezelî takdir, yani O'nun ilmi ve hükmü gereğince

yeniden dirilme gününe kadar kaldınız.

Gerçekten bu süre bilinen hakiki bir saat değil, uzun bir süredir.

Nakledildiğine göre dünyanın yıkılışı ile yeniden dirilme gününe kadar kırk vardır. Bu kırk, kırk saat, kırk gün veya kırk yıl olabilir. Ancak tercih edilen kırk yıl, ya da kırk bin yıldır.

Kendilerine ilim ve iman verilenler, daha sonra o inkarcıları susturmak için yeniden dirilmenin gerçekleşeceğini -ki onlar bunu inkâr ediyorlardı- haber vererek şöyle demişlerdir: ”Yeniden dirilmeyi inkâr etmiş iseniz

işte bugün inkâr ettiğiniz; ve dünyada iken size vaadedilen

yeniden dirilme günüdür; yani inkârınızın batıl olduğu ortaya çıkmıştır.

Fakat siz, aşırı cehalet ve basiretsizlikten dolayı dünyada

onun hak olduğunu

tanımıyordunuz.' Bu yüzden de alayla o günü istiyordunuz.

57

Artık o gün, yani kıyamet günü

zulmedenlere Allah'a ortak koşanlara

mazeretleri fayda vermez ve onlardan Allah'ı hoşnut etmeye çalışmaları da istenmez. Yani, dünyada davet edildikleri gibi tevbe ve kullukla kendilerine karşı olan öfkenin giderilmesi için gereğini yerine getirmeye davet edilmezler. Çünkü o zaman, tevbe de, kulluk da kabul edilmez. Aynı zamanda kaçırılan iman ve amel fırsatını elde etmek için dünyaya dönüş de mümkün değildir.

Âyet-i Kerime’de, insan için beden ne ise, ölü için de kabir o olduğuna işaret edilmektedir. Gerçekten inkarcılar yeniden dirilme günü, dünyadaki geçici günlerini haşir sabahına kadar olan günlere nisbetle uzun da olsa- kısa görürler. Çünkü kabirdeki günleri uzundur.

Bazı sadık kimseler şöyle demişlerdir: ”Dünya bir saatten ibarettir. O halde bu saati itaatle geçir." Öte yandan, ömrünü ibadetle geçiren bir insan, ölüm döşeğinde iken şöyle demiştir: ”Üzüntüm, hüzünler, kederler, hatalar ve günahlar diyarından dolayı değildir. Ancak benim üzüntüm, uyuduğum geceden, oruçsuz geçirdiğim günden ve Allah'ı zikretmekten uzak kaldığım saatten dolayıdır."

58

Yemin olun ki Biz, bu Kur'ân'da insanlar için her çeşit misali getirdik. Yani Allah'a yemin olsun ki Biz, onlara her durumu açıkladık ve kendilerine her şeyin niteliğini belirttik. Bu durumlar, zor anlaşılmada tıpkı misaller gibidir. Bunlar, düşünenin doğru yolu bulacağı ve bakanın ibret alacağı tevhid, mahşerde toplanma, peygamberin doğruluğu ve insanların din ve dünya işlerinde ihtiyaç duydukları diğer hususlar gibi meselelerdir.

Şayet onlara bu misalleri dile getiren Kur’an âyetlerinden

bir âyet getirsen inkarcılar aşırı inatlarından ve kalplerinin katılığından Hazret-i Peygamber ve müminlere hitaben

kesinlikle şöyle diyeceklerdir: 'Siz ancak uydurukçularsınız'.

59

İşte bilmeyenlerin ilim tahsil etmeyip inandıkları hurafelere ve uydurdukları asılsız şeylerde ısrar edenlerin

kalplerini inkârı tercih etmelerinden ötürü

Allah böylece mühürler. Nitekim katmerli cehalet, hakkı anlamaya engel olur ve doğru olanı yalancı saymayı gerektirir.

60

Ey Rasûlüm Muhammed!

Sen şimdi onların sözlü ve fiilî eziyetlerine

sabret. Şüphesiz Allah'ın sana yardım ve dinini galip getireceği

vaadi gerçektir. Onun yerine getirilmesi ve ona bağlı kalınması kaçınılmazdır. Âyetleri yalanlamalarından dolayı onlara

iyice inanmamış olanlar, sakın seni sabırsızlıkla

gevşekliğe ve üzüntüye

sevketmesin! Seni rahatsız etmesin ve uyandırdıkları şüpheler yüzünden seni inancından vazgeçirmesin. Çünkü onlar, şüphe içinde olan sapıklardır. Bu yüzden onlara bu tür şeyler uzak görülmez.

Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber'in amcası Ebû Talip vefat ettiği zaman Kureyş, eziyetlerini had safhaya ulaştırdı. O kadar ki, ahmak kişilerden biri Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem)'ın mübarek başına toprak saçma cüretinde bulundu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, toprak başında iken eve girdi. Kızlarından biri de yanına gelerek, bir yandan ağlıyor bir yandan ise başındaki toprakları gidermeye çalışıyordu. Rasûlüllah ise ona: ”Kızım! Ağlama! Şüphesiz Allah, haham korur" diyordu. Aynı şekilde ashabın hepsi eziyet görmüş, onlar ise sabretmişler ve neticede hedefe ulaşmışlardır. Böylece din, dünya ve âhiret yönüyle üstünlük onların olmuştur.

Allah bizi ve sizi sabırlı ve dayanıklı kişilerden eylesin! Cihad ve İslâm dinine yardımda canımızı ve malımızı feda etmeye de muvaffak kılsın! Şüphesiz Allah, kerem sahibidir, cömerttir.

Allahü teâlâ'nın yardımıyla Rûm Sûresinin tefsiri sona ermiştir.

0 ﴿