LOKMAN SURESİ

1

Elif. Lâm. Mim. Yani bu sûre, Elif Lanı Mim süresidir. Bazı âlimler şöyle demişlerdir: ”el-Hurûfu-l-mukattaât (sûre başlangıç harfleri), sûre başları ve ibret hazinelerinin anahtarlarıdır." Buradaki bu üç harfle, Allahü teâlâ'nın, ”Ben Allah'ım; kemal sıfatlar benimdir ve bağışlama ve iûtufta bulunma bana aittir," sözüne işaret edilmektedir.

2

İşte bu sûre ve

âyetler, hikmet dolu ya da tahrif ve değiştirilmekten korunmuş, bozulmaktan ve bâtıl olmaktan korunmuş muhkem

Kitab'ın âyetleridir.

3

Güzel davrananlar, iyi amel yapanlar

için sapıklıktan koruyacak

bir hidayet rehberi ve azaptan koruyacak

rahmet olmak üzere (indirilmiştir).

Âyetteki ”Muhsin" (iyi davranan) kelimesi, sadece müminlerden övgü ile bahsedilen yerlerde geçmektedir. Kur'an'ın güzel davrananlara hidayet rehberi ve rahmet olarak tahsis edilmesi, onun başkalarını doğru yola iletmediğini göstermektedir.

4

O kimseler, namazı dosdoğru kılarlar, bu ifade, ”Muhsin" diye tanımlananların niteliklerini belirtmekte ve onların yaptığı iyilikleri dile getirmektedir. Namazın ikâme edilmesi; namazın kılınması demektir. Kılmanın ”ikâme" kelimesiyle ifade edilmesi, namazın dinin direği olduğunu göstermektedir.

"el-Müfredât" isimli eserde şöyle geçmektedir: ”Bir şeyin ikâme edilmesi, o şeyin hakkının tam verilmesidir. Namazın ikâmesi ise, onu sadece şeklen kılmak değil, şartlarını tam olarak yerine getirerek kılmaktır.

Zekâtı verirler yani şartlarına uygun olarak onu hak edenlere verirler. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Mallarınızı zekâtla koruyun; hastalarınızı da sadaka ile tedavi ediniz."

Avamın (sıradan halkın) zekâtı, gönüllerini cimrilik pisliğinden temizlemek için her yirmi dinara karşılık yarım dinardır. (Yani kırkta bir veya %2,5'tur.) Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Onların mallarından sadaka al ki, bununla onları (günahlardan) temizleyesin, onların (sevaplarını) artırıp yüceltesin.." (Tevbe: 103) Avamın cehennemden kurtuluşu, şeriata uygun olarak zekât vermek ve diğer dinî esasların gereğini yerine getirmekle mümkündür.

Has kulların zekâtı ise, kalplerinin dünya sevgisi pasından arındırılması için malın hepsindendir.

Ve onlar âhirete yani âhiret yurduna ve amellerden dolayı hesap görüleceğine

de kesin olarak iman ederler. Yeniden var olma ve hesap konusunda şüphe etmezler. Ahir; son, sonuncu demektir. Âhirete de dünyadan sonra geldiği için bu isim verilmiştir.

Âhiret, dünya yurdundan istikameti düzgün olarak Allah'a gelen kimseler için ikinci bir yurttur. Dünyadan çıkıp giden, âhirete intikal eder. Bu itibarla daha önce âhirete inanmış iken bu sefer ona kesin olarak iman eder. Şüphesiz dünya, karanlık cismânî örtülerden, âhiret ise nurlu ve rûhânî perdelerden müteşekkildir. O halde hak yolda yürüyen, görünen âlemden ruhlar alemine geçerek o perdeleri yok eder.

5

İşte onlar, bu üstün niteliklere sahip olup ”muhsin" vasfında olanlar

Rableri tarafından gösterilmiş doğru yol üzeredirler. O, bu kimselere yollarını gösterir ve o yolda onları muvaffak kılar.

Ve onlar kurtuluşa erenlerdir. Her arzu edileni elde edenler ve istenmeyip kaçılan bütün şeylerden kurtulanlardır. Çünkü onlar, doğru olan inançla iyi ameli birleştirmişlerdir.

"Felah", isteğini elde etmek ve emeline ulaşmak demek olup dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki çeşittir. Dünyevî olanı, dünya hayatının iyi oluşuna vesile olan mutluluğu elde etmektir. Uhrevî olanı ise, dört şeyden müteşekkildir: Ölümü olmayan ebedilik, fakirliği olmayan zenginlik, zilleti olmayan üstünlük ve cehaleti olmayan bilgidir. Bu sebeple: ”Asıl hayat, âhiret hayatıdır,"denilmiştir.

6

İnsanlardan öyleleri var ki, herhangi bir ilmî delile dayanmadan insanları

Allah yolundan yani, O'na ulaştıran hak dininden

saptırmak ve alıkoymak, ya da sahte kitaplar sayesinde Hak'a erdiren Kitabini okumalarına mani olmak ki, başkasını saptıran aynı zamanda kendisi de sapmış olur.-

Ve sonra onunla alay etmek için boş lafı satın alır. Onu tercih eder. O, satın aldığı ve tercih ettiği şeyi, ya da ticareti bilmemektedir. Çünkü boş sözü, Kur'an okumaya tercih etmiştir.

"Lehve'l-hadîs" : Aslı olmayan sözler, boş efsaneler, komik lâflar ve anlamsız konuşmalar gibi insanı oyalayan ve işinden alıkoyan şeylerdir.

"Hadîs" ise, az ya da çok söz için kullanılır. Çünkü söz, azar azar oluşur.

Ebû Osman (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Allah'ın kitabından, Rasûlüllah'ın sözünden veya sâlih kulların davranışından başka her söz ”lehv" dir. Yani boş ve anlamsızdır."

Çoğu Müfessirlere göre bu âyet, Nadr ibnü'l-Hâris hakkında inmiştir. Bu müşrik Bedir savaşının nihayetinde Müslümanlar tarafından öldürülmüştür.

Rivayet edilmiştir ki Nadr İbnü'l-Hâris, ticaret için İran'a gitmiş. Kehle ve Diınne hikâyelerini, Rüstern ve İsfendiyaria ilgili haberlerle İran hükümdarlarına ait sözleri alıp getirerek Kureyş halkına toplantılarda anlatmaya başlamış ve şöyle demiştir: ”Rasûlüm Muhammed size Âd ve Semûdia ilgili haberleri anlatıyor; ben de size Rüstern ve İsfendiyar'ın haberlerini anlatıyorum," Kureyş halkı da onun bu sözünden hoşlanarak Kur'an dinlemeyi terk ediyordu. Bu yüzden âyetteki ”satın alma" gerçek anlamda meydana gelmiş olmaktadır. Çünkü Nadr, malı karşılığında, içinde boş söz ve bâtıl ifadeler bulunan kitapları satın almıştır.

İşte onlar için yani boş sözü satın alıp insanları saptıranlar için, bâtılı hakka tercih etmekle hakkı küçümsediklerinden dolayı

küçük düşürücü bir azap vardır.

7

Ona, yani, sözü edilen satın alma işi ile uğraşana -ki bu ifade, âyetin Nadr Ibnüi-Haris hakkında indiğini göstermektedir.-

Ayetlerimiz, yani Kitabimizin âyetleri

okunduğu zaman, sanki bunları işitmemiş, ki bunun durumu, işittiği halde o âyetleri işitmeyen kimsenin durumuna benzer.

Bu mesajda, âyetleri işiten kimsenin yüz çevirmesinin ve büyüklük taslamasının tasavvur edilmediğine işaret edilmektedir. Çünkü bu âyetlerde, onlara yönelmeyi ve boyun eğmeyi gerektiren durumlar söz konusudur.

Sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi yani durumu, kulaklarında işitmeye engel bir ağırlık bulunan bir kimsenin durumuna benzer halde

büyüklük taslayarak ve gönlünü itaat etmekten, kulak vermekten alıkoyarak o âyetlere önem vermeksizin

yüz çevirir. Sen de ona acıklı bir azabın müjdesini ver. Ona, aşırı derecede elem veren azabın mutlaka kendisine geleceğini bildir.

Âyet-i Kerime’deki müjdenin amacı, inkarcıları küçümsemektir. Allahü teâlâ, ardından müminlerin durumlarını şu ifadeyle dile getirmiştir:

8

Şüphesiz âyetlerimize

iman edip de iyi amel yapanlar, o âyetlerin gereğini yerine getirenler

için, imanlarına ve amellerine karşılık, ki iman, kalben tasdik etmek olup sağlamlaşması ise iyi amelle mümkündür. Bu sebeple Allahü teâlâ, bu iki unsuru bir araya getirerek cenneti, iman ve amele karşılık kılmıştır.

İçinde ebedî kalacakları nimet cennetleri vardır.

Denilmiştir ki, ”Naim (nimet) cenneti," sekiz cennetten biridir. Sözü edilen sekiz cennetin isimleri şöyledir: Dâru'l-Celâl. Dâru's-Selâm, Dâru'l-Karâr, Adn Cenneti, Me'vâ Cenneti, Huld Cenneti, Firdevs Cenneti ve Naîm Cenneti'dir. Nitekim Vehb b. Münebbih İbn Abbas'tan bunu böyle rivayet etmiştir.

9

Bu, Allah'ın bir vaadidir ve gerçektir. Yani Allah, nimet cennetlerini gerçek bir vaad olarak onlara vaadetmiştir.

O, azizdir, hiç bir şey O'na galip gelemez ve dolayısıyla vaadini yerine getirmeye, ya da azabını tahakkuk ettirmeye kimse engel olamaz;

hikmet sahibidir. Bu sebeple O, ancak hikmetin ve maslahatın gereğini yapar.

Musikî İle İlgili Hükümler

Bazı Müfessirler, geçen âyetteki ”Lehve'l-hadîs" den maksadın müzik olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu durumda âyetin anlamı, ”şarkıcı kadını satın alan" demek olmaktadır. Bu sebeple İman Malik: ”Bir kimse bir cariye satın alıp da şarkıcı olduğunu farkettiği zaman bu kusuru dolayısıyla onu geri verebilir," demiştir.

Fıkıh kitaplarında şöyle denilmiştir: ”Halka şarkı söyleyen bir erkek, günah işlemek üzere, insanların bir araya gelmesine sebep olduğundan şahitliği kabul edilmez. Çünkü bu gibi kimseler yalandan kaçınmaz. Fakat, yalnızlığı gidermek ve üzüntüyü yok etmek üzere kendi başına şarkı söyleyenin şahitliği kabul edilir. Bundan dolayı onun güvenilir olma özelliği yok olmaz."

Öte yandan, halka olsun, olmasın şarkıcı bir kadının şahitliği kabul edilmez. Çünkü onun, sesini yükseltmesi haramdır. Hazret-i Peygamber, kadının sesli olarak şarkı söylemesini yasakladığı için böyle bir kadın adalet derecesinden düşer, şahitliği kabul edilmez. Haclis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Şarkıcı kadınlara şarkı öğretmek, onları satmak ve satın almak helâl değildir; onların bedeli de haramdır.""'' Yine Hazret-i Peygamber, köpeğin ücretini ve çalgı âleti yapmaktan elde edilen kazancı yasaklamıştır.

Mekhul ise şöyle demiştir: ”Kim, şarkı söylemek ve dans yapmak üzere dansöz bir cariyeyi satın alarak yanında tutar ve ölünceye kadar bu işi sürdürürse o kişinin cenaze namazını kılmam. Nitekim Allah (celle celalühü), ”insanlardan öyleleri var ki..." (Lokman: 6) diye buyurmaktadır.

Diğer taraftan bir hadis-i şerifte Hazret-i Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Şüphesiz Allah, beni hidayet rehberi ve âlemlere rahmet olarak göndermiş ve bana, tanbur, ud ve ney gibi çalgı âletlerini, çengi ve cahil iye işlerini ortadan kaldırmayı emretmiştir. Rabbim, yüceliğine yemin ederek şöyle buyurmuştur: ”Kullarımdan biri kasden içkiden bir yudum içerse kıyamet günü ona o kadar irin içiririm. Bu kul, ister bağışlanan, isterse azap gören olsun. Fakat Benden korkarak o yudumu terkederse kıyamet günü ona mukaddes havuzdan içiririm." Ve yine haclis-i şerifte Rasûlüllah: ”Çalgı âletlerini kırmak ve domuzları öldürmek (yani onları yasaklamak üzere gönderildim" buyurmuştur.

Diğer taraftan İbn Kemal şöyle demiştir: ”Mezamir" kelimesinden maksat, aslında boru vb. gibi kendisine üflenen âletlerin isimleri ise de genel olarak bütün müzik âletleridir. Hadis-i Şerifteki ”kırma" ifadesi, gerçek anlamda değil, nehyi pekiştirmek içindir. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Kulaklarını şarkı-türkü ile dolduran kişiye kıyamet günü ruhanîlerin sesini dinlemek için müsaade verilmez." Bunun üzerine kendisine şöyle sorulmuştur: ”Ey Allah'ın elçisi! Ruhanîler kimdir?" Rasûlüllah şöyle cevap vermiştir: ”Cennetliklerin okuyucularıdır." Yani melekler, iri gözlü huriler ve diğerleri.

Müfessirler şöyle demişlerdir: '"el-Vesîf isimli tefsirde geçtiği gibi âyetteki 'satın alma' kelimesi genel olarak değiştirme ve tercih etme olarak yorumlanıyorsa da eğlence, oyun ve çalgı âletlerini Kur'ân'a tercih eden herkes, bu âyetin kapsamı içine girmektedir."

"en-Nisâb" isimli eserde müellif şöyle demiştir: ”İslâm idaresi altında bulunan gayrı müslimlerin çalgı âletlerini alenen satmaları ve açıkça müzik çalmaları yasaklanır."

Bil ki Kur'an, sözlerin en doğrusu ve en tatlısı; onu dinlemek ve ona kulak vermek de Allah'tan rahmeti cezbeden unsurlardan olduğuna göre onu güzel sesle okumak müstehabtır. Çünkü bu tarz okuyuş, kalbin yumuşamasına ve korkunun harekete geçmesine vesiledir. ”Fethu'i-Karîb" isimli eserde olduğu gibi, İınam-ı Azam da aynı görüştedir. Ancak gelişi güzel uzatma ile kıraat sınırını aşmamak lâzımdır. Şayet okuyucu yanlış okur; bir harf ilâve eder, ya da bir harf eksiltirse bu okuyuş haram olur.

Bunun yanında tanbur, ud ve diğer çalgı âletlerini dinlemenin haram olması konusunda farklı bir görüş yoktur. Fakat bazı âlimler şöyle demişlerdir: ”Oyun için olan çalgı âletlerinin haram oluşu, tıpkı içki ve zinanın haram oluşu gibi bizzat bu âletlerin kendisi değil, kullananlar için haramdır. Bu sebeple âlimler, gerek cihad için ve gerekse hac yolunda davulun çalınmasını bundan istisna etmişlerdir. Şayet davul, eğlence ve oyun için kullanılırsa haram olur. Eğlenceden uzak olunca haram olmaktan çıkar.

"Avârifi'l-Mearif" isimli eserde müellif şöyle demiştir: ”Def ve saza gelince, -her ne kadar Şafiî mezhebinde bu ikisi hakkında bir tolerans var ise de- onları terketmek, ihtiyatla hareket etmek ve ihtilaflı şeylerden uzak durmak daha uygundur."

Özellikle defin etrafında zil vb. olduğu zaman, ”el-Büstân" isimli eserde geçtiği gibi ittifakla mekruh olur. İhtilâf ise sadece makam ve nağmelerle okunan şiiri dinleme konusundadır. Şayet şiir, kadınları dile getirme, insanın vücut hatları ve belli uvuzlarının özellikleri konusunda olursa, nefsi ve şehveti harekete geçirdiğinden dolayı dindar kesimin bu amaçla bir araya gelmesi doğru değildir. Hele bu şiir, eğlence ve müzikle uğraşanlarla fesatçıların cemiyetlerinin alışageldikleri şekilde şarkı söyleme metoduyla söylenirse hiç yakışmaz.

Müzik, ”el-eşbâh" isimler eserde felsefe, göz-boyacılık, astroloji, falcılık vb. gibi haram kılınan ilimlere dahil edilmiştir.

10

O, Allahü teâlâ

gökleri, yedi göğü, Kürsüyü ve Arşi,

gördüğünüz üzere direksiz ya da görebildiğiniz bir direk olmaksızın

yarattı.

Bil ki, göklerin ve yerin bu nizam üzerinde, herhangi bir düzensizlik ve bozukluk olmaksızın durması, ancak Yüce Allah'ın kudreti sayesinde olmaktadır.

Sizi sarsmasın diye yere de sabit dağlar koydu. ”İlkâ": Bir şeyi karşılaşacağın ve göreceğin zaman atmak ve bırakmak demektir. ”Ravâsî" ise, sabit demek olan râsiye kelimesinin çoğuludur. Ayetteki ”ravâsî" kelimesinden maksat, sabit dağlardır. Çünkü bu dağlar yer yüzünde sabittir ve yer de onlar sayesinde sabit olmuştur. Allahü teâlâ, sabit dağları -her ne kadar yaratılan büyük cisimler ise de- önemsemeyerek ve sayıca az görerek, bir kimsenin eline alıp yere attığı taşlara benzetmiştir. Bu husus. Allah'ın büyüklüğünü tasvir etmekte ve kudretini dolaylı olarak dile getirmektedir. Çünkü zihinlere durgunluk verecek derecede büyük olan her iş, Allah'a kolaydır. Yani Allahü teâlâ arza, ”Ol" demiş, o da varolmuş ve yeryüzü haline gelmiştir. Bu yer, başlangıçta sallanır halde, iken dağlarla sabitleştirilmiş, fakat kimse onun neden yaratıldığını anlayamamıştır.

Ve orada çokluğu ve farklı türleriyle

her çeşit canlıyı yaydı. Biz gökyüzünden buluttan

su, yağmur

indirip bu su sayesinde

orada yani arzda

her hoş faydası çok

çifti, türü

bitirdik. Âyet-i Kerime’de, üçüncü şahıstan birinci şahsa geçiş, göklerin ve arzın durumuna çok önem verildiğinin bir göstergesidir.

Bil ki -Allah, hepimizi O'nun varlıklarının olağanüstü durumu ve gücünün fevkalâdeliğini düşünmeye muvaffak kılsın- akıllı kişilerin akıllan, bitkiler, ağaçlar ve onların hayret verici yönleri, özellikleri, zarar ve faydaları konusunda yetersizdir, şaşkındır. Nasıl olmasın ki? Sen de o bitki ve ağaçların farklı şekillerim, değişik renklerini, hayrete düşüren yapraklarının şekillerini ve çiçeklerinin kokularını seyredip durmaktasın. Sahip oldukları renklerin her biri kısımlara ayrılmaktadır. Meselâ gül rengi, mor, altın sarısı vb. gibi renkler kırmızılıkta müşterek olmakla birlikte birbirinden farklıdır. Bununla birlikte kokuların eşsizliği, güzelliği, meyve, tane ve yaprak şekillerinin olağanüstülüğü konusunda hepsinin ortak yönleri vardır. Her birinin rengi, kokusu, tadı, yaprağı, meyvesi, çiçeği ve diğerine benzemeyen bir Özelliği vardır. Bunlardaki gerçek hikmeti sadece Allah bilir. İnsanın bu konuda bildikleri, bilmediklerine oranla tıpkı denizden bir damla gibidir.

11

'İşte bunlar; zikredilen gökler, arz, dağlar, canlılar ve bitkiler

Allah'ın yarattıklarıdır. Ey Müşrikler!

Şimdi siz, O'ndan başkasının yani Allah'tan başka kullukta kendisine ortaklar edindiklerinizin

ne yarattığını bana gösterin!' (de). Ki onlar, kullukta O'na ortak olmayı haketmiş olsunlar.

Hayır, (gösteremezsiniz!) Doğrusu zalimler açık bir sapıklık içindedirler. Burada, inkarcıların susturulmasından, her yönüyle açık olan sapıklıklarını tescil etmeye yöneliş vardır. Yani onların haktan uzak oluşları açıktır, belirgindir.

Bil ki şirk en büyük günah olduğu gibi tek Allah inancı da en büyük fazilettir. Şirkin ateşi olduğu gibi tevhidin de nuru vardır. Şirk ateşi, Allah'a ortak koşanların iyiliklerini yakarken; tevhîd nuru da Allah'ın birliğini kabul edenlerin kötülüklerini yakmaktadır.

Tevhid, ibadetlerin en üstünü, Allah'ı zikretmek ise O'na en büyük yakınlıktır. Nitekim Allah'ı anmak, oruç ve namaz gibi diğer amellerin aksine zaman ve vakitlerle sınırlı değildir. Sapıklıktan kurtulmak, ancak tevhide yönelmek ve ibadeti, övgüye lâyık olan Allah'a ait kılmakla mümkündür. Kim, ”Lâ ilahe illallah" (Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur) der ve Allah'tan başka tapılan şeyleri inkâr ederse, malı ve kam haram olur. İhlas vb. den gizlediği şeyler için âhiretteki hesabı Allah'a aittir. Bu itibarla Allah'tan başka, bir şey yaratamayan ve mükâfat veremeyen birine kullukla yönelmenin bir anların yoktur. Öyleyse ey mü'minler! Allah'a koşunuz ki, iyi kulların bulunduğu yerlerde konaklayasınız.

12

Yemin olun ki Biz Lokman'a hikmet verdik. Çoğu âlimlere göre Lokman, hikmet sahibi, tıp ilmine ve gerçek hikmete malik biriydi. Ondan nakledilen bazı hikmetli sözler şunlardır: ”Namazda iken kalbini koru, yemek esnasında boğazına dikkat et. Başkasının evinde olunca gözünü kolla ve insanlar arasında iken diline sahip çık. İki şeyi hatırla, iki şeyi de unut. Hatırlaman gereken iki şey; Allah ve ölümdür. Unutman gereken iki şey ise: başkasına iyilikte bulunman ve başkasının sana kötülük etmesidir."

Lokmanın teninin siyah olması, hikmet sahibi olduğunu, peygamber olmadığını kuvvetlendirmektedir. Çünkü Allahü teâlâ, ancak şekli güzel ve sesi hoş olan kimseyi peygamber göndermiştir.

Bazı âlimler şöyle demişlerdir: ”Lokman peygamber değildi. Fakat o, çok düşünen ve derinlemesine bilgisi olan bir kuldu. O, Allah'ı; Allah da onu sevmiş ve ona hikmeti lütfetmiştir. Hikmet; dille doğruya isabet, kalp ile fikrî isabet ve organlarla hareket isabetidir. Konuşunca hikmetli söz söyler; düşününce hikmetli düşünür ve hareket edince de hikmetle hareket eder."

Nitekim İmanı Râgıb şöyle demiştir: ”Hikmet, ilim ve hareketle hakka isabet etmektir. Allahü teâlâ'dan olan hikmet, eşyayı tanımak ve en sağlam şekilde onları meydana getirmektir. İnsandan kaynaklanan hikmet ise, varlıkları oldukları gibi tanımak ve hayır işlemektir."

İşte bu âyet-i kerime’de Lokmanın, bu niteliklere sahip olduğu ifade edilmiştir.

Hikmetle İlgili Bir Bölüm

İmam-ı Gazâlî (Allah ona rahmet etsin) şöyle demiştir: ”Her şeyi bilip de Allah'ı bilmeyen, hikmet sahibi diye adlandırılmayı hak etmemiştir. Çünkü o kişi, en yüce ve en üstün olan varlığı tanımamıştır. Hikmet, ilimlerin en yücesidir. İlinin yüceliği ise bilinenin yüceliği ölçüsüne göredir ve Allah'tan daha yüce kimse yoktur. Allah'ı tanıyan kimse, diğer ilimlerde anlayışı az, dili zayıf ve ifadesi kıt olsa bile o kişi, hikmet sahibidir. Allah'ı tanıyanın sözü başkasının sözünden farklı olur. Çünkü o, hemen elde edilecek faydaları gözetme yerine, sonuçta fayda verenleri gözetir.

İnsanlar nazarında veciz sözler, hikmet sahibinin Allah'ı tanımasıyla ilgili hallerinden daha belirgin olduğu için insanlar her halde bu gibi veciz sözlere ”hikmet" demişlerdir. Bu sözleri söyleyene de ”hikmet sahibi (hakîm)" denilmiştir. Peygamberlerin ve hikmet sahibi kimselerin sözlerinden meşhur olan bazıları şunlardır:

"Hikmet, Allah korkusudur."“Az ve yeterli olan, çok ve oyalayandan daha değerlidir."“Vera sahibi ol ki, insanların en çok ibadet edeni olasın. Takva sahibi ol ki, insanların en çok şükredeni olasın."“İnsanın başına gelen belâ dili yüzündendir."“Bahtiyar, başkasından öğüt alandır."“Kanaat, bitmeyen bir maldır."“Tereddütsüz bilgi tümüyle imandır."“Bu ve benzeri sözlere ”hikmet" ve bu sözleri söyleyene de ”hakîm" adı verilir.

Nasıl ki, peygamberlik kulun çalışması ile kazanılan bir haslet değildir. Aksine Allahü teâlâ'nın bir lütfudur, dilediğine verir. Hikmet de hakîm kimselere Allah'ın bir lütfudur. O da sırf kulun çalışmasıyle elde edilemez. Ancak, hikmeti elde etmenin yolunu peygamberlerin öğretmesi ve Allahü teâlâ'nın vermesiyle elde edilir. Nitekim Hazret-i Peygamber, şu sözü ile hikmetin elde ediliş yolunu bize göstermiştir: ”Kim kırk gün Allah rızâsını gözetir, samimi olursa hikmet kaynakları kalbinden geçerek dilinde belirir."

Kalp, vahyin indiği yer olduğu gibi hikmetin de indiği yerdir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiştir." (Bakara: 269) Buna göre hikmetin kazançla değil, ilâhî lûtufla olduğu sabit olmuştur. Çünkü hikmet, makamla değil sözle ilgilidir.

Filozofların ”hikmet" diye adlandırdıkları mantıklı sözler hikmet değildir. Bunlar, vehim ve hayal âfeti karmaşasından uzak doğru düşüncenin mahsulleridir. Yine bunlar, hem mü'min, hem de kâfir için olabilir. Fakat şüphelerden uzak olmaları pek azdır. Bu sebeple söz konusu filozofların delilleri ve anlayışları konusunda farklılıklar olmuştur."

Öte yandan, ”Arâisu'l-Beyân" isimli eserde şöyle geçmektedir: ”Hikmet üçe ayrılır: Kur anin hakikatlerinden ibaret Kur'an hikmeti; bilgiden ibaret iman hikmeti ve işlerde Hakkin san'at inceliklerini anlamadan ibaret burhan hikmetidir."

Bazıları şöyle demişlerdir: ”Üç şey hikmetin işaretlerinden sayılır: Kendini, insanların seviyesinde, insanları da kendi seviyesinde görmek ve onlara kapasitelerine göre öğüt vermektir."

Hüseyin b. Mansur da şöyle demiştir: ”Hikmet oklar, müminlerin kalpleri ise o okların hedefleridir."

Yine bu konuda şöyle denmiştir: ”Hikmet, ilhamla vesveseyi birbirinden ayıran nurdur. Bu nur kalpte, düşünce ve ibretten oluşur. Düşünce ve ibret de üzüntü ve açlığın mirasıdır."

Hikmet sahibi birisi ise şöyle demiştir: ”Bedenlerin azığı içecekler ve yiyecekler, aklın azığı ise hikmet ve ilimdir. Kula verilen en üstün şey, dünyada hikmet, âhirette de rahmettir. Beden için güzel koku ne ise ahlâk için hikmet de odur."

Hazret-i Ali'de şöyle demiştir: ”Bu kalpleri dinlendirin ve onlar için hoş sözler arayın. Çünkü kalpler, bedenlerin yorulduğu gibi yorulur."

İsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: ”Tane nerede biter?"“Yerde" diye cevap vermişlerdir. Hazret-i İsa: ”Hikmet de aynı şekilde, ancak yer gibi olan kalpte biter. Bu yer, suyun kaynağıdır," demiştir.

Hikmet, Allahü teâlâ'nın Lokmana olan bir lütfü olunca ondan, şu ifadesiyle şükretmesini istemiştir:

"Allah'a şükret' (dedik). Yani ona: ”Hikmet nimetinden dolayı Allah'a şükret" dedik. Çünkü o hikmeti sana Allah vermiştir. Allahü teâlâ'ya, nimetlerinden dolayı

şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Çünkü, şükrün faydası, yine şükreden kişiye aittir. Bu da kendisine verilen nimetin devamı ve daha da artmasıdır. Rabbin in nimetine

nankörlük eden de, nankörlüğünün vebali ona aittir ve

bilsin ki Allah zengindir, ne ona, ne de şükrüne muhtaçtır; zatında, sıfatlarında ve işlerinde

övgüye lâyıktır. Kullar, ister O'na hamd ve şükretsin, isterse nankörlük etsin, değişmez.

13

Lokman oğluna öğüt vererek demişti ki: Yani, ”Ey Rasûlüm Muhammed! Kavmine Lokmanin, oğluna şöyle dediği anı hatırlat:

'Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Herhangi bir şeyi kullukta Allah'a denk tutma!

Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.' Çünkü şirk, nimeti verenle, hiçbir fayda vermeyeni aynı ölçüde tutmaktır. Lokman oğluna, yerine getirmesi halinde mutlu olacağı şeyi tavsiye etmiştir.

14

Biz insana, anne ve babasına iyi davranmasını tavsiye ettik, emrettik. Bu cümle, Lokmanin tavsiyeleri arasında bir ara cümlesidir ve tavsiyede yer alan şirkten nehyetmeyi pekiştirmektedir. Bu ifadenin ardından Allahü teâlâ, anneyi öne alarak ve anne-babanın hakkının büyüklüğünü vurgulayarak şöyle buyurmuştur:

Çünkü annesi onu nice sıkıntılarla taşımıştır. Nitekim cenin, annesinin karnında büyüdükçe annesinin sıkıntısı, onu doğuruncaya kadar artar.

Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. ” Fisal" çocuğu sütten kesmek demektir. Sütten kesme işi ise, doğumdan itibaren iki yılın sonunda olur.

Şafiî'ye göre bu süre emme süresidir. Ondan sonra çocuğun emmesi ile süt kardeşlerin evlenmeleri haram olmaz. Yine Şafiî'ye göre çocuğu ihtiyacı kadar emzirmek vacip, iki yıla kadar emzirmek müstehab ve iki buçuk yıla kadar emzirmek ise caizdir.

(İşte bunun için) Bana ve anne-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Yani biz ona: ”Bana şükret" dedik; ya da: ”Bana şükretmesi için tavsiyede bulunduk." Bu iki ifade arasındaki kısım, tavsiyeyi pekiştiren bir ara cümlesidir. Bu sebeple Hazret-i Peygamber: ”Kime daha çok iyilikte bulunayım?" diye sorana: ”Annene, yine annene ve yine annene," ardından da: ”Sonra babana" diye buyurmuştur. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: ”Bana şükret! Çünkü seni Ben yarattım ve İslâm'a yönelttim. Anne ve babana da şükret. Çünkü onlar da sana küçükken, bakmışlardır."

Hakka şükretmek, O'nun ululuk ve yüceliğini tanımak; anne ve babaya şükretmek ise, onlara acımak ve saygı göstermektir.

"Şerhu'l-Hıkem"de şöyle geçmektedir: ”Allah, kendine olan şükrü, anne ve babaya olan şükürle bir arada zikretmiştir. Çünkü onlar, mecazî anlamda varlığının kaynağıdır. Gerçek anlamda varlığının kaynağı ise Allah'ın lütfü ve keremidir. Bu itibarla gerçek nimet O'na ait olduğu gibi gerçek şükür de O'na aittir. Mecazî anlamda nimet başkasının olduğu gibi mecazî şükür de başkasına olur." Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”insanlara şükretmeyen Allah'a da şükretmez. ”(3)

Dönüş ancak Banadır. Dolayısıyla şükründen ve nankörlüğünden dolayı sana muamele edeceğim.

Süfyan b. Uyeyne şöyle demiştir: ”Beş vakit namaz kılan Allah'a şükretmiştir. Bu beş vakit namazın ardından anne ve babsına duâ eden de anne ve babasına şükretmiştir."

15

Eğer onlar seni, hakkında yani kulluğu haketme konusunda Allah'a ortak olmaya dair

bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana ortak koşman için zorlarlarsa... ”Mücâhede": Düşmana karşı bütün gücünü, imkânını kullanmaktır.

Onlara, bana şirk koşma hususunda

itaat etme. Yani anne ve babanın hizmetleri büyük ise de evlâdın, günah olan şeyde onlara itaat etmesi caiz olmaz.

Onlarla dünyada dinin razı olduğu biçimde

iyi geçin. Müslümanın, anne ve babasına --kâfir bile olsalar- bakması, iyilik etmesi, hizmetlerinde ve ziyaretlerinde bulunması dinî bir görevidir. Ancak kendisini inkâra yöneltmelerinden endişe ederse bu durumda onları ziyaret etmeyebilir. Anne ve babası Hristiyan iseler onları kiliseye götürmez, çünkü bu, günahtır. Ancak kiliseden eve götürür.

Dinde

Bana tevhid ve samimiyetle

yönelenlerin yoluna uy. Böyle davrananlar olgun mü'minlerdir.

Sonunda dönüşünüz, senin ve anne-babanın dönüşü

Banadır. O zaman dönüşünüz anında

size, yapmış olduklarınızı haber vereceğim. her birinizin yaptığı iyilik ve kötülüğün karşılığını vereceğim.

Söz konusu âyet, cennetle müjdelenen on kişiden biri olan Sa'd b. Ebî Vakkas (radıyallahü anh) hakkında. Müslüman olduğu ve annesi, kendisinin dinden dönünceye kadar yiyip içmemek üzere yemin ettiği zaman inmiştir.

Bil ki, tek Allah inancından sonra en önemli görev şüphesiz anne ve babaya iyilik ve itaatta bulunmaktır. Nakledildiğine göre bir adam Hazret-i Ömer'e gelerek şöyle demiştir: ”Annem yaşlandı ve onu elimle yediriyor, içiriyor ve ona abdest aldırıyorum. Bununla hakkını ödeyebilmiş miyim?" Hazret-i Ömer: ”Hayır" demiştir. Adamın, ”Niçin?" demesi üzerine Hazret-i Ömer: ”Çünkü o, zayıf anında yaşamanı dileyerek sana hizmet ediyordu. Sen ise onun ölümünü isteyerek ona hizmet ediyorsun" diye cevap vermiştir.

Ata b. Yesar'in şöyle söylediği nakledilir: ”Bir topluluk yolculuğa çıkarak ”Berriyye" denen yerde konaklamış ve bu arada bir eşeğin anırmasını duymuşlardır. Bu anırma onları uykusuz bırakmış nihayet sabah olunca bakmışlar ve içinde yaşlı bir kadının bulunduğu bir kıl çadır görmüşlerdir. Bunun üzerine o yaşlı kadına: ”Biz bir eşeğin anırmasını işittik" deyince yaşlı kadın: ”O benim oğlumdur. Ve bana 'Eşek' diyordu. Ben de Allah'a, onu bir eşek yapması için duâ ettim. İşte bu yüzden o, her gece sabaha kadar anırıyor," demiştir.

Âyet-i kerime, kâfir ve münafıklarla dost olmanın nehyedilmesini ve iyi kullarla dostluk kurulmasının teşvik edilmesini içermektedir. Çünkü yakınlaşmak ve beraber olmak, etkileyici; huy cezbedici ve hastalıklar bulaşıcıdır. Ki, bu yakınlaşma sayesinde onların kötü ahlâkı ve çirkin davranışları bulaşmasın.

İbrahim Havas şöyle demiştir: ”Kalbin ilâcı beştir: Düşünerek Kur'an okumak, mideyi boş bırakmak, gece ibadet etmek, seher vaktinde Allahü teâlâ'ya yakarmak ve iyi kimselerle oturup kalkmaktır".

16

'Yavrucuğum! Bu mesajla, Lokmanin tavsiyelerinin başında yer alan, Allah'a ortak koşmanın yasaklanmasının ardından arda kalan tavsiyelerinin anlatımına başlanmıştır.

Yaptığın iş, kötülük veya iyilik ki, Mukatil şöyle demiştir: ”Lokmanin oğlu: ”Babacığım! Hiç kimsenin beni göremeyeceği yerde günâh işlesem Allah onu nasıl bilir?' deyince babası ona şöyle cevap vermiştir: 'Yavrucuğum! Bu günah

bir hardal tanesi ağırlığınca olsa hile ve bu, son derece küçük olmasına rağmen

bir kayanın en gizli ve muhafazalı yerinde, herhangi bir kayanın

içinde veya uzak olması sebebiyle

göklerde yahut uzunluğu ve genişliği dolayısıyla

yerin içinde bulunsa, ki bazı tefsirlerde şöyle denmiştir: ”Yerin dibi gibi suflî âlemde olsa"

yine de Allah onu (ortaya) getirir. ve ondan dolayı hesaba çeker. Çünkü kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı kötülük yapmışsa onu görür.

Doğrusu Allah, ki bu da Lokman’in sözlerindendir.

İşin in ce ve gizli noktalarını bilendir, dolayısıyla ilmi, her gizli olan şeye ulaşır. ”Lâtifin manalarından biri de, işlerin gizliliklerini bilen demektir. Allahü teâlâ'nın gizlilikleri bildiğini bilen kimse, kötü düşünce ve niyetlerden sakınır.

Ve her şeyden haberdardır. ”Habîr" ise, işin inceliklerini çok iyi bilen demektir. Allahü teâlâ'nın her şeyi bildiğini bilen bir kimse, gösterişi ve baş kası na yapmacık hareketlerde bulunmayı terk ederek Allah için samimi olmaya çalışır. Nitekim yerde ve gökte hiçbir şey Allahü teâlâ'ya gizli değildir.

17

Yavrucuğum! İbadetlerin en mükemmeli olan

namazı nefsini, ilim ve inanç açısından ikmal ettikten sonra amel yönünden de ikmal etmek için

dosdoğru kıl, yani namaza devam et. Çünkü ona devam etmen, seni hayasızlıktan ve kötülükten alıkor. Nitekim Allah namazı, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoymakla vasıflandırmıştır. Bu hayasızlık ve kötülükten vazgeçmiş olan kimse şeklen namazda değilse de namazda sayılır. Bunlardan vazgeçmemiş olan kimse ise namazı şeklen kılsa da namazda sayılmaz. Oruç tutmak ve yemeyi içmeyi azaltmak, insan tabiatını ıslah etmek ve ahlâkı güzelleştirmek içindir. Fakat namaz, her kötülüğün sığınağı ve her boş arzunun kaynağı olan nefsi ıslah etmek içindir. Allah'ın, tapınılan boş arzudan daha çok gazaplandığı bir ilâh yoktur.

İyiliği, dinen ve aklen güzel görülen şeyi

emret, kötülükten dinen ve aklen çirkin olan şeyden

vazgeçirmeye çalış ve başına gelen hastalık, sıkıntı, üzüntü, keder ve özellikle iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmeye çalıştığın kişilerin eziyeti gibi sıkıntı ve dert

lere sabret. ”Sabır": Gönlü, dinin yasak ettiği şeylerden alıkoymak ve ona engel olmaktır.

Doğrusu bunlar, emir, nehiy ve sabır gibi zikredilen öğütler

azmedilmeye değer işlerdir. ”Aim" ve ”azimet": Kesin olarak bir şeye karar vermektir. Azmedilmeye değer işler, şüphenin bulandırmadığı tereddüdün sarsamadığı işlerdir. Hazret-i Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem), duasında şöyle buyurmuştur: ”Allah'ım! Senden ralımetini gerektiren davranışları ve mağfireti kazandıracak gayretleri diliyorum." Yani, şüphesiz sahibinin bağışlanacağı amelleri yapmaya beni muvaffak kılınanı istiyorum. Azmedilmeye değer işler, aynı zamanda Allah'ın farz kıldığı ve kullarına kesin olarak emrettiği işlerdir.

Burada, söz konusu itaatlerin önemine dair bir delil, İslâm'dan önceki şeriatta bulunan bu amellere bir teşvik ve iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan kimse, eğer emretmesi ve alıkoyması Allah rızası için ise bu hususta başına gelene sabretmesi gerektiğine dair bu ümmete bir açıklama vardır. Çünkü o kişinin başına gelen sıkıntı, Allah içindir.

18

Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ki ”Tesaur": Yaratılıştan, hastalıktan ya da yaşlılıktan dolayı boynunun bir tarafa eğilmesi; ”te s'îr" ise, böbürlenerek yüzünü öteye çevirmektir. Buna göre anlam şöyledir: ”Alçak gönüllü olarak bütünüyle yüzünü insanlara çevir, onlardan yüzünü çevirme ve büyüklük taslayan kişilerin, insanları özellikle fakirleri küçümseyerek yaptıkları gibi yüzünün bir kısmını kapatma. Senin nazarında ve iyi muamele etmede zenginle fakir aynı seviyede olsun.

Ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. ”Merah:" Taşkınlık göstermek, böbürlenmek ve kendini beğenmek demektir. Yani, kendini beğenmiş, kibirli bir halde yürüme.

Şüphesiz Allah, kendini beğenmiş övüngen kimseleri sevmez.

"İhtiyâl": Üstünlüğü hayal ederek kibirlenmek demektir. Yani Allahü teâlâ, yürüyüşünde büyüklük taslayan ve böbürlenen kimseden hoşnut olmaz, aksine ona öfke duyar. ”Fahr" ise, mal ve rütbe gibi maddi değerlerle övünmektir. ”Fahûr"da, uzun uzadıya iyi hasletlerini sayıp duran ve bu hasletlerden mahrum olanları düşük gören kişi demektir. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Cahiliye döneminde bir adam, üzerinde yeni elbise olduğundan böbürlenip duruyordu. Bunun üzerine Allah yeryüzüne emretmiş, yeryüzü de adamı çekip almıştır. O, kıyamet gününe kadar yerin içine doğru gidip durmaktadır."

Hikmet sahibi biri şöyle demiştir: ”Atınla böbürlenmiş isen güzellik ve beceriklilik onundur, senin değildir. Elbisen ve âletlerinle büyüklük taslamış isen güzellik o elbiselerinin ve âletlerinindir, senin değildir. Ecdadınla böbürlenmiş isen bil ki, fazilet onlardadır, sende değildir. Bütün bunlar dile gelseydi şöyle derlerdi: ”Bunlar bizim güzelliğimiz, meziyetlerimizdir. Halbuki sende bir güzellik yoktur. Öyleyse öğündüğün zaman, içinde bulunan bir meziyetle öğün, dışındakilerle değil. Dünyadan bir şey hoşuna gidince senin öleceğini ve onun kalacağını ya da her şeyin ölümlü olduğunu hatırla. Sana ait olan bir şey hoşuna gidince, eline geçtikten sonra kısa sürede elinden çıkacağını, Allah'a ve âhirete inanıyorsan, onun için, vereceğin uzun hesabı düşün."

Hikâye edilmiştir ki, krallardan birine, kıymetli taştan mamul, mücevherlerle bezenen eşi görülmemiş bir bardak getirilmiş ve yanında bulunan hikmet sahibi birine: ”Bunu nasıl görüyorsun?" diye sormuş. Hikmet sahibi: ”Senin için meydana gelebilecek fakirlik ve musibet olarak görüyorum ”dedi. Kral: ”Nasıl olur bu?" deyince Hikmet sahibi: ”Şayet kınhrsa tamiri mümkün olmadığından senin için bir musibet olur. Çalınırsa ona ihtiyaç duyarsın. Halbuki sen, onun sana getirilmesinden önce musibet ve ona muhtaç olmaktan uzaktın," demiştir.

Hikmet sahibinin dediği olmuş ve birgün bardak kırılmış, dolayısıyla kralın buna oldukça canı sıkılmış ve şöyle demiştir: ”Hikmet sahibi zat doğru söylemiştir. Keşke bu bardak bana getirilmemiş olsaydı!" Şâirlerden biri de şöyle demiştir:

Dünya, tıpkı rüya gibi göreni,

Bir saat rahatlatır, sonra yok olur gider.

19

Yürüyüşünde tabiî ol. ”Kasd:" İfrat ve tefritin zıddıdır. Yani yürüyüşünde orta yolu tut, ne çok ağır ne de çok hızlı git, normal yürü ve tıpkı güçsüzlüklerini ortaya koymaya çalışan sahte zahid insanların yürüdüğü tarzda yürüme ki bunlar, gayretleri boşa çıkan gösteriş sahibi kimselerdir. Yine sen, ahlâksız kişilerin sıçrayarak yürüdüğü şekilde yürüme; ağır başlı ve alçak gönüllü ol. Hadiste şöyle geçmektedir: ”Hızlı yürümek, müminin heybetini giderir."

Sesini alçalt. Yani sesini kıs; hitabetine ve konuşma durumunda, özellikle duâ ve yakarış anında sesini azalt.

İncil'de Allahü teâlâ'nın Meryem oğlu İsa'ya tavsiyesi şöyledir: ”Kullarıma, Bana duâ ettiklerinde seslerini alçaltmalarını emret. Çünkü Ben, kalplerinde olanı işitiyor ve biliyorum." Ancak düşmanı vb. korkutmak için sesi yükseltmek bundan istisna edilmiştir.

"Hülâsa" isimli eserde şöyle geçmektedir: ”İmam, namazda insanların ihtiyacından fazla sesini yükseltmez; aksi halde sıkıntı vermiş, olur. Fakat müezzinlerin, imama uyanlardan uzakta bulunanlara tekbiri ulaştırmak için seslerini yükseltmelerinde bir sakınca yoktur.. Çünkü bunda cemaat için fayda vardır. Şayet onlara imamın sesi ulaşırsa durum farklı olur. O takdirde müezzinin tekbir alması, dört nıezheb imamının ittifakına göre bid'attır, mekruhtur."

İmam Nevevî, zikri sesli yapmanın müstehab olduğuna dair hadislerle; zikri sessiz yapmanın müstehab olduğuna dair hadislerin arasını şöyle bulmuştur: ”Gösterişten korkar ya da namaz kılanlar veya uyuyanlar rahatsız olursa bu durumda zikri gizli yapmak daha faziletlidir. Çünkü sesli zikirdeki amel daha çoktur ve onun faydası aynı zamanda dinleyenlere geçer. Sonra bu tarz zikir, zikredenin kalbini uyandırır, konsantre eder, kulaklarını açar, uykuyu kaçırır ve zindeliğini artırır. Hazret-i Peygamber namazda selâm verdikten sonra yüksek sesle şöyle duâ edermiş: ”Lâ ilahe iîlaîlahu vahdehû Lâ şerîkeleh. Lehül-Mülkü ve lehu'l-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr." (Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur. O, tekdir ve ortağı yoktur. Mülk O'nundur, hamd O'nadır. O, her şeye gücü yetendir.)

Öte yandan Haccacin, kendisiyle birlikte oturanlara, en hoş sesin hangisi olduğunu sorması üzerine onlardan biri şöyle demiştir: ”Sesi güzel olup da geceleyin Kur'an okuyan bir okuyucunun sesinden daha hoş bir ses işitmedim." Haccac: ”Bu güzel" demiştir. Biri de: ”Eşimi doğum sancılan içerisinde bırakıp erken camiye yönelmişken bana birinin gelerek bir çocuğu müjdelemesinden daha ziyade hoşnut olduğum bir ses duymadım," demiş. Haccac: ”Ne kadar güzel!" demiştir. Şa'b b. Temimi ise şöyle demiştir: ”Hayır. Allah'a yemin olsun ki, aç olup sofranın hazırlanma sesini işitmekten daha çok zevk duyduğum bir ses asla duymadım." Buna karşılık Haccac: ”Beni Temim oğullan! Siz hep azık ve yemek sevgisini tercih edersiniz" demiştir.

Şüphesiz seslerin en çirkini akl-ı selimin hoşlanmadığı, çirkinliğine hükmettiği en kötü ses

merkeplerin sesidir.'

Ebû'l-Leys şöyle demiştir: ”Merkep sesinin, gerek Araplar ve gerekse diğer insanlar arasında çirkin olduğu biliniyordu. Bununla birlikte merkebin dışındaki diğer bazı hayvanların seslerinin bu sesten daha çirkin olması muhtemeldir. Fakat Allahü teâlâ, insanlara çirkinliği bilinen söz konusu merkep sesini örnek vermiştir. Çünkü bu sesin -cehennemde olanların sesi gibi başı tiz, sonu ise peştir. O sesi işiten ondan tamamıyle nefret eder."

Buna göre anlam şöyledir: ”İnsanlar seslendikleri ve konuştukları zaman onların en çirkin sesi, bir anlamda merkep gibi anıran kişinin sesidir. Yani seslendiği vakit tıpkı merkebin sesini yükselttiği gibi yükseltir." Burada, ihtiyaçtan fazla seslerini yükseltenler merkebe benzetilmiş ve sesleri de anırma örneği ile izah edilmiştir. Daha sonra söz, benzetme edatından arındırılarak istiare şeklinde ortaya konmuş, böylece Allah, onları merkepler; seslerini de anırma yapmıştır. Bu ifade, sesi gereğinden fazla yükseltmenin kınanmasında iyiden iyiye bir vurgulama ve böyle bir sesin Allah katında sevimli olan şeyler yerine çirkin addedilen şeylerden olduğuna dair bir uyarıdır.

Diğer taraftan Süfyan es-Sevrî (Allah ona rahmet etsin) şöyle demiştir: ”Merkep sesinin dışında her şeyin sesi tesbih addedilir. Halbuki merkepler, şeytanı gördükleri vakit arınırlar. Bu sebeple bu ses çirkin sayılmıştır."

Hadis-i şerifte şöyle geçmektedir: ”Merkeplerin anırmasını işittiğiniz zaman şeytandan Allah'a sığının. Çünkü onlar şeytanı görmüşlerdir. Horozların ötüşünü işitince de Allah'tan lütuf isteyin. Çünkü onlar, meleği görmüşlerdir. ”(7) Bu hadis-i şerifte, iyi kimselerin gelişi anında rahmetin indiği ve o anda duanın müstehab olduğu, günahkâr kimselerin gelişi anında da gazabın indiği ve bu durumda Allah'a sığınmanın müstehab olduğu belirtilmektedir. Nitekim ibn Melek'in. ”Şerhu'l-Meşârîk" isimli eserinde de böyle geçmektedir.

20

Ey insanlar!

Görmediniz bilmediniz

mi Allah, göklerde bulunan yıldızları, gezegenleri, güneşi, ayı vb. ile Allah'a yakın olan melekleri -ki, Allah bütün bunları menfaatinizi ve istediğinizi elde etme vasıtaları kılmıştır.-

Ve yerde olan her şeyi dağlan, sahraları, denizleri, nehirleri, hayvanları, bitkileri ve madenleri, onlardan dolaylı ve dolaysız yararlanma imkânı vererek

size boyun eğdirdi, ”Tashîr": Bir şeyi, kendine mahsus gayesi doğrultusunda zorla sevketmek, ona boyun eğdirmektir. Gezegenlerin emre amade olması, Allahü teâlâ'nın onları yörüngelerinde döndürmesi sayesinde olmaktadır. Nitekim Allah, yıldızlar ve gezegenlerin her birine bir yörünge tayin etmiş, bir takım bağlar ve ilişkiler takdir etmiştir. Yine Allah onları zaman itibariyle kış, yaz, sonbahar, ilkbahar için: mekân itibariyle de maden, bitki, hayvan ve insan için yer âleminin organizatörleri kılmıştır. Yıldız ve gezegenlerin devamlı dönmesiyle çeşitli durumların ortaya çıkması, insanların yararları ve menfaatlerine yöneliktir.

Meleklerin emre amade olması, Allahü teâlâ'nın sonsuz kudretinin ve hikmetinin bir gereğidir. Gerçekten Allahü teâlâ her grup meleği plânlanan değişik işler için görevlendirmiş ve yardımcı kılmıştır. Tıpkı güneş, ay, yıldızlar ve yörüngelerine yönelik görevlendirilen meleklerle bulut ve yağmur için görevlendirilen melekler gibi. İnsanların amellerini kaydeden melekler de aynı şekilde onlar için görevlendirilmiştir. Yine o meleklerden, insanların önlerinde ve arkalarında Allah'ın emriyle onları koruyan takipçiler vardır. Hatta rahimler için bile melek tayin edilmiş, erkeğin menisi rahime düşünce melek onu sağ eliyle, kadının yumurtası düşünce de onu sol eliyle alır ve Allah, birleştirilmesini emredince onları birleştirir. Bu konuda Allahü teâlâ şöyle buyurur: ”Gerçekten biz insanı karışık bir nutfeden yaratmışızdır." (İnsan: 2)

Yine Allah'ın, cennet ve cehennem için vekil tayin ettiği birtakım melekler vardır. Bunların hepsi, insanın faydası ve menfaati için vardır. Hatta cennet ve cehennem, insanları heveslendirmek ve korkutmak üzere onlara amade kılınmıştır. Nitekim o insanlar Rablerine, korku ve ümit içinde duâ ederler.

Nimetlerini ki, aslında nimet, insanın haz duyduğu hoş hallerdir. Nimet, bu hoş hale götüren insanın tabiatına uygun lezzet veren işler için de kullanılır.

Açık yani bu nimetler, şekil güzelliği, uzun boy, organların eksiksizliği; işitme görme, koku alma, tadına, dokunma ve konuşma gibi açık olan duyular; dilin zikri, rızık, mal, makam, hizmetçiler, evlâtlar, sağlık, afiyet, güven ve şöhret gibi hissedilen, müşahade edilen

ve gizli yani ruhun bedene üflenmesi, onun akıl ve idrak sayesinde aydınlanması, nefsin düşük şeylerden arındırılması ve kalbin faziletlerle süslenmesi gibi aydınlanan ve fakat hissedilmekle birlikte müşahade edilemeyenler

olarak size bolca verdi? Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Allah'ım! Yaratılışımı (bedenimi) güzelleştirdiğin gibi ahlâkımı da güzelle ştir. ”

Yine de insanlar içinde, bilgisizce, ne peygamberlerden

bir rehber ne de Allah'ın indirdiği

aydınlatıcı bir kitap olmadan Allah hakkında, O'nun birliği ve sıfatları konusunda

tartışan kimseler vardır. Onlar şirke yönelirler ve iddia ederler ki, melekler Allah'ın kızları, putlar da Allah'ın ortaklarıdır. Bu kimseler, sırf taklit yüzünden mücadeleye koyulurlar.

21

Allah, bu konuda şöyle buyurur:

Onlara: Yani tartışanlara:

'Allah'ın, peygamberine

indirdiğine apaçık Kur an'a ve bariz nura

uyun', ona iman edin

dendiği zaman: 'Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' derler. Bu ifade ile onlar, putlara tapmayı kastediyorlar. Allahü teâlâ onlara cevap olarak şöyle buyurur:

Ya şeytan, onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse? Yani şeytan, kendilerini atalarının bağlı olduğu şirke çağırıyor idiyse, yine de onlara uyarlar mı? Evet, şeytan onları çağırdığı ölçüde ona yaklaşırlar.

22

Kim işinde

güzel davranarak o işi lâyık olduğu şekilde yerine getirir ki, bu, zatı ile ilgili güzellik için gereken vasfı ile ilgili güzelliktir. Bu sebeple Hazret-i Peygamber, ”ihsan" kelimesini, ”Allah'ı görüyor gibi ibadet etmendir. Sen O'nu göremiyorsan da O seni görüyor." şeklinde açıklamıştır.

Kendini Allah'a, işini O'na havale ederek ve bütünüyle kendisine yönelerek, malın çalışana teslim edildiği gibi

teslim ederse gerçekten o, en sağlam kulpa yapışmıştır. Yani o kişi, tutunu labilecek en sağlam vasıtalara ve kuvvetlere tutunmuştur. Bu, tevekkül ederek itaatle meşgul olan kişinin durumunu, dağın tepesine çıkmak isteyen ve bu amaçla ipten sarkmak üzere en sağlam halkalarına yapışan kimsenin durumuna benzetmeden ibarettir.

Sonunda bütün işler, tevekkül edenin ve onun dışındakilerin işleri

Allah'a döner, başkasına değil. O, tevekkül edeni en güzel şekilde mükâfatlandırır.

23

(Rasûlüm!) İnkâr edenin inkârı seni üzmesin. Çünkü o, sana ne dünyada, ne de âhirette zarar veremez.

Onların dönüşü başkasına değil

ancak Bizedir. Allah'a dönüşün anlamı, Ondan başka hiçbir hakimin ve malikin bulunmadığı yere dönüş demektir.

İşte o zaman, dünyada

yaptıklarını, inkârlarını ve günahlarını azap ve ceza ile

haber veririz. Allah, kalplerde olanı yani gönüllerde bulunan niyetleri

şüphesiz çok iyi bilir. O, açık amellerden dolayı kişiyi hesaba çektiği gibi gizli amellerden dolayı da hesaba çeker.

24

Onlara yani kâfirlere dünya menfaatleriyle

biraz geçim sağlar, ya da az bir süre yararlandırırız. İnsanlar dünyadaki nimetlerden çok yararlansalar da neticede bu yok olacaktır. Bu sebeple devamlı olan âhiret nimetlerine oranla yok olan azdır.

Sonra kendilerini âhirette zorla

ağır bir azaba sevkederiz. Bu azap onlara, tıpkı ağır cisimleri kaldırmak gibi ağır gelir.

25

Yemin olun ki onlara: Yani kâfirlere :

'Gökleri ve yeri; ulvi ve suflî varlıkları

kim yarattı?' diye sorsan, işin son derece açık oluşundan dolayı

mutlaka: Onları

'Allah (yarattı)' derler. Çünkü bunu kabullenmek zorunda kalmışlardır.

De ki: Tevhidle ilgili delilleri, nerde ise kâfirlerin bile inkâr edemiyeceği şekilde ortaya koymasından dolayı Hamd de,

'Övgü de yalnız Allah'a mahsustur.' Ama onların çoğu bunu

bilmezler. Bu sebeple, şirki terketmek ve yalnız Allah'a kulluk etmek suretiyle itiraflarının gereğini yapmazlar.

26

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Bu yüzden, oralarda Ondan başka ibadete lâyık olan yoktur.

Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin yaratılmasından önce zatı ve sıfatlarıyle

asıl müstağni olan

ve zatında ve sıfatlarında

övülmeye lâyık olandır. O'nu öven biri olmasa bile O, kendini över. Allahü teâlâ, varlığı ve zatının kemâli için hiçbir şeye muhtaç değildir. Âyet-i Kerime’deki ”huve" lâfzı hasr ifade etmektedir. Yani o, tek başına müstağnidir; Onunla birlikte müstağni, zengin olan kimse yoktur. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ” ...Allah zengindir; siz ise fakirsiniz..." (Rasûlüm Muhammed: 38)

Âyet-i Kerime’de bazı hususlara temas edilmektedir. Şöyle ki:

1- İşi Allah'a havale etmek, Allah'a güvenmek, samimiyetle doğru yola girmek, Allah'ın dışında her şeyden yüz çevirmek ve Allah'a tevhid anlayışı ve itaatle yönelmek sonucun güzel olmasını gerektiren amellerdendir. Güzel sonuçtan maksat da cennet, Allah'a yakınlık ve vuslattır. Bunun gibi inkâr, şirk ve gösteriş de kötü akibetin sebeplerindendir. Kötü âkibetten maksat da cehennem, ağır azap ve ayrılıktır. Öte yandan, dinin hükümlerine sarılmak, gerçekten hakka bağlı kimseler için en sağlam kulptur. Çünkü bu kulp, diğer kulplar gibi kopmaz. Sonra, dünyanın ömrü sonsuz değildir. Onun da belli bir saati vardır. Öyleyse akıllı insan, az bir faydalanmaya aldanmamalı; aksine uzun güne hazırlık yapmalıdır.

2- Allahü teâlâ, ölçüleri tayin etmiş ve işleri plâna koymuştur. Her şey, iş ve durumlar O'nun kaza ve kaderine göre cereyan eder. Bu sebeple öğüt verenin zorlamadan, sadece tebliğ etmesi gerekir. Çünkü taş, cilalamak suretiyle ayna olmaz.

3- Allahü teâlâ insanları, kendilerinden kazanç temin etmek için değil, insanların kendisinden kazanç temin etmeleri için yaratmıştır. Bu sebeple itaat ve ibadetlerin faydası, Allahü teâlâ'ya değil, kullara yöneliktir. Çünkü O, âlemlere muhtaç değildir. Kullarının itaatlerinden yararlanmadığı gibi, günahlarından dolayı da zarar görmez. O, kullarına iman ve itaat nasip ettiği için onları minnet altında bırakmıştır. Fakat onlar, Müslüman olmak suretiyle O'nu minnet altında bırakmaları mümkün değildir.

Allah, bizi ve sizi samimi kullarından eylesin ve bizi, sapa sağlam kalesi içinde muhafaza etsin!

27

Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de yani enginliği ile büyük okyanus da ki, en büyük deniz budur.

(Mürekkep olsa...) Bu âyet Yahudilerin: ”...Size, ancak az bir bilgi verilmiştir." (İsrâ: 85) âyeti hakkında Hazret-i Peygambere soru sordukları ya da sormak üzere Kureyş temsilcilerine emir verdikleri zaman onlara cevap niteliğinde inmiştir.

Allahü teâlâ tarafından indirilmiş olan Tevrat, döneminin her türlü bilgisini içeriyordu. Yani Tevrat'taki bilgiye ek olarak insana verilen hikmet ve bilgi, Yahudilerin nazarında çok idiyse de Allah'ın ilim denizinden sadece bir damladır.

Katade şöyle demiştir: ”Müşriklerin, 'Kur'âni oluşturan vahiy bitmek ve tükenmek üzeredir' demelerine karşılık söz konusu âyet inmiştir."

Ve arkasından yani söz konusu denizin tükenmesinin ardından

buna Çin denizi, Hint okyanusu, Umman denizi, Hazar denizi ve diğer denizler gibi

yedi deniz daha eklense ve ona dökülse

yine Allah'ın sözleri tükenmez. Yani söz konusu bu kalemler ve mürekkep biter de O'nun hikmetine ve ilmine bağlı oları şeyler bitmez.

Şüphe yok ki Allah yücedir, O'nu hiçbir şey âciz bırakamaz,

hikmet sahibidir. Bu sebeple hiçbir iş O'nun ilim ve hikmetinin dışına çıkamaz ve bu ilim ve hikmete dayalı sözleri de tükenmez.

28

Ey insanlar!

Sizin çok oluşunuzla birlikte

yaratılmanız ve diriltilmeniz, kabirlerden çıkarılmanız

ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Çünkü O'nu hiçbir şey meşgul etmez. Herkesin varedilmesi için irade ve kudretinin onlara yönelip ilgilenmesi yeterlidir. Az veya çok olsunlar, ”ol" demesiyle oluverirler.

Mükatil ve Katade, Kureyş kafirlerinin şöyle dediklerini belirtmişlerdir: ”Allah, bizi kademeli bir şekilde (meni, kan pıhtısı, bir çiğnemlik et parçası ve etten) yarattı. Böyle olunca bir saat içinde yeni baştan bizi nasıl varedecek?" Bunun üzerine işte bu âyet inmiştir.

Şüphesiz Allah her şeyi

işiten ve her şeyi

görendir. Bazı şeyleri bilmesi, diğer bazı şeyleri bilmesine engel olmaz. Yaratması ve diriltmesi de böyledir.

Bazıları şöyle demişlerdir: ”O, hayatta olanların ve ölülerin durumlarını görendir."

29

Görme derecesinde güçlü bir şekilde

bilmez misin ki Allah, gücü ve hikmeti sayesinde

geceyi gündüze katmakta yani güneşin doğuş ve batış yerlerine göre yaz mevsiminde gece saatlerinden gündüz saatlerine ilâve ederek geceyi gündüzün içine sokmakta

ve gündüzü geceye girdirmektedir. Yani güneşin doğuş ve batış yerlerine göre kış mevsiminde gündüz saatlerinden gece saatlerine katarak gündüzü geceye ilâve etmektedir.

Güneşi ve ayı, emrine boyun eğdirmiştir. Güneşin ve ayın emre amade kılınması, tekrarı ve yenilenmesi olmayan bir iştir. Tekrar ve yenilenme ise ancak o işin eserlerinde olur. Bu hususu işaretle şöyle buyrulmuştur:

Güneş ve ayın

her biri Allahü teâlâ'nın, akıp gitmesi için takdir ettiği

belli bir süreye, kıyamete

kadar gün sayısınca devamlı olarak kendine has günlük zorunlu dönüş hareketine göre

akıp gitmektedir.

Hasan Basrî'den rivayet edildiğine göre güneş ve ayın hareketi ancak kıyamet günü son bulur. Allahü teâlâ onların akışlarını, yörüngelerinde kendilerine mahsus hareketlerinden: belli olan süreyi de dönüşlerinin son bulmasından ibaret kılınıştır. Yine Allah, güneşin dönüş süresini bir yıl, ayın da bir ay olarak tayin etmiştir. Buna göre âyet, güneşin emre amade kılınmasının hikmetlerini açıklamakta, gece ile gündüzden birinin diğerine nasıl gird irildiğini vurgulamaktadır. Bu da, güneş ile ayın günlük dönüşlerine göre meydana gelmektedir.

Ve Allah, yaptıklarınızdan haberdardır, işin sırrını bilendir. Bu eşsiz san'atı ve yerli yerinde olan düzeni seyreden kimse, onların bir Yaratanin, olduğunu anlar, bundan gafil kalmaz.

30

Yani Allah'ın ilminin genişliği, gücünün kapsamlı oluşu, sanatının harikulade oluşu ile ilgili anlatılanlar böyledir,

çünkü sadece

Alîalıın ilâhlığı

haktır; iddia ettiklerinin değil.

O'ndan başka taptıkları putlar

ise hiç şüphesiz bâtıldır. Onlara tapmanın asla bir faydası yoktur.

Gerçekten Allah, her şeyden

çok yüce, çok uludur. Her şey, ululuğu yanında basit kalır. O'nun büyüklüğünü tanıyıp kendi büyüklüğünü unutan kişi, tevazu kulpuna yapışmış ve saygıyı korumuş olur. Bunda, çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır.

31

Size bir kısım âyetlerini tek oluşunun, ilminin, gücünün bazı delillerini ve hayret veren bir kısım şeyleri -ki, bu da görünürde gemide bulunan kimselerin kurtulmasıdır. Nitekim ticaret erbabına: ”Denizde gördüğün en çok hayret veren şey nedir?" diye sorulunca: ” Ondan kurtıılmamdır" diye cevap vermiştir.

Göstermek üzere Allah'ın nimeti ve O'nun lütfü

sayesinde ki, vasıtaları O hazırlamış ve suyu sizin için taşıma aracı kılmıştır,

gemilerin denizde gittiğini açıkça

görmedin mi? Şüphesiz bunda, gemiler ve denizle ilgili dile getirilen hususta, zorluklara karşı

çok sabreden, dolayısıyla kendi yaratılışını ve diğer yaratıkları düşünerek kendisini yoran, Allah'ın nimetlerine

çok şükreden herkes için, keyfiyet açısından büyük ve sayıca çok

ibretler vardır.

Sabır ve şükür, mü'minin özeli iklerindendir. İman, iki yarımdan müteşekkildir. Yarısı sabır, yarısı da şükürdür. Bil ki sabır, beden gücü ölçüşünce zorluklara katlanmaktır. Yine sabır, kendisinde fayda bulunan acı bir ilâç gibidir. Şükür ise, kalben nimeti tasavvur etmek, dil ile nimeti vereni övmek ve organlarla hizmette bulunmaktır.

Ayette sabrın önce, şükrün de sonra getirilmesi, şükrün sabırdan daha üstün olduğunu göstermektedir. Çünkü sabreden, sabırsızlığım ortaya çıkarmamıştır. Fakat şükreden, sabredenin sabırsızlığa düştüğü sevinci ortaya koymuştur. Sıkıntılara, belâlara göğüs germede nefse hakim olmakla, ki, bu sabırdır, ona aldırış etmeme arasında pek çok fark vardır ki insan, bu belâları nimetlerden sayar. Bu ise şükürdür.

32

Dağlar gibi dalgalar onları yani gemiye binenleri

kapladığı zaman, dini, duâ ve itaati

tamamen Allah'a has kılarak samimiyetle

O'na yalvarırlar. Başlarına gelen aşırı korku halinden dolayı fıtrata karşı koyan boş arzu ve taklidin yok olması sebebiyle Allah'ın yanında başkasını anmazlar ve başkasından imdat dilemezler.

Allah onları duâlarındaki samimiyetleri sebebiyle

karaya çıkararak kurtardığı vakit, içlerinden bir kısmı orta yolu tutar. Yani ya Allah'ı birleyen mü'minler olurlar, ya da iyiden iyiye ders almamaktan dolayı inkârda orta yolu izlerler.

Bazı Müfessirler şöyle demişlerdir: ”Mekke'nin fetih gününde Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem) insanlara can güvenliği teminatı vermiş, ancak dört kişiyi hariç tutmuş, onlar hakkında şöyle buyurmuştur: ”Şayet o dört kişiyi, Kabe'nin örtüsüne yapışmış halde bulsanız bile onları öldürün! Söz konusu kişiler, İkrime b. Ebû Cehil, Abdullah b. Matal, Mekis b. Sübabe ve Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'dir."

Bunlardan İkrime deniz yoluyla kaçmaya çalışırken kendisiyle birlikte olanlarla şiddetli bir fırtınaya yakalanmışlardır. Bunun üzerine gemidekiler: ”Allah'a samimiyetle yalvarırı. Çünkü tanrılarınız, size burada hiçbir fayda veremez" deyince İkrime de şöyle demiştir: ”Yemin olun ki, beni denizde ancak ihlâs ve samimiyet kurtarır. Karada da bu samimiyetin dışında kimse beni kurtaramaz: ”Allah'ım! Ben sana söz veriyorum. Şayet beni bu sıkıntıdan kurtarırsan Rasûlüm Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem)'e gidip elimi onun elinin içine koyacak ve kendisini, mutlaka bağışlayan ve kerem sahibi olarak bulacağım." Bunun üzerine fırtına dinmiş ve İkrime Mekke'ye dönerek hak dine girmiş ve iyi bir Müslüman olmuştur.

Zaten Bizim âyetlerimizi, ancak nankör gaddarlar. Allahü teâlâ'nın nimetlerine nankörlükte aşırı gidenler

bile bile inkâr ederler. Burada inkarcı, iki kötü vasıfla nitelendirilmiştir. Nitekim bunlar, o kişide bulunan en kötü hasletlerdir. Hazret-i Peygamber de gaddarlığı ve aldatmayı münafığın alâmetlerinden saymıştır.

33

Ey insanlar! Bu, mükelleflerin bütününe olan genel bir çağrı olmakla birlikte aslında Mekke kâfirlerine aittir.

Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu sakınma, inkârdan, günahlardan ve Allah'ın dışındaki şeylerden kaçınmakla mümkündür.

Ariflerden biri şöyle demişdir: Allahü teâlâ, insanları bazen fiilleriyle korkutur ve şöyle buyurur: ”..Fitneden sakının..." (Enfâl: 25) ; bazen sıfatlarıyla ki, şöyle buyurmaktadır: ”...O, acaba olanları Allah'ın görmekte olduğunu bilmedi mi?" (Alak: 14); bazen de zatı ile korkutarak şöyle buyurur: ”...Allah, kendisine (karşı gelmekten) sizi sakındırıyor." (Al-i İmran: 30)

Ne babanın evlâdı, ne de evlâdın babası için bir şey ödeyemiyeceği bir günden, kıyamet gününden

korkun. Yani baba, o gün çocuğu adına borçlarından bir şey ödeyemez, günahlarını üstlenemez ve ona kendi iyiliklerinden veremez.

Âyet-i Kerime’de evlâtla, insana en yakın olan kişiye işaret edilmektedir. Kendisine en yakın olan için bir şey ödemesi mümkün olmadığına göre başkası adına ödemesi ise hiç mümkün değildir. Yine bu mesajda, babalan ve atalarıyla böbürlenenlerin ve aralarında iman ve iyi amel yönünden bir ilgi olmadan onların şefaatlerine güvenenlerin arzularının frenlenmesi söz konusudur.

Ayrıca âyet-i kerime’de, başkalarını uyarmak üzere bizzat evlâtla baba dile getirilmiştir. Çocuğun, kendi babasına şefaati kabul edilmediğine göre ataları için hiç kabul edilmez.

Şüphesiz Allah'ın mahşerde toplanma, cennet, cehennem, mükâfat ve ceza ile ilgili

vaadi haktır, ondan dönüş yoktur. ”Vaad," hem hayır, hem de şer için; ”vaîd" ise, sadece şer için kullanılır.

Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ki, dünya hayalından maksat, dünyanın zineti, süsü ve onunla ilgili arzulardır. Yani şu anda güven içinde oluşunuza aldanmayın. Çünkü yakın bir zamanda geleceğiniz için pişman olacaksınız.

Ve şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.

"Garûr:" Mal, şehvet ve şeytan gibi her şey demektir. ”Garûr"“şeytan" diye de tefsir edilmiştir. Çünkü şeytan, en kötü aldatıcıdır. Yani çok aldatıcı şeytan, sizi tevbe ve mağfiret ümidi verip günahlara karşı cesaretlendirmek, ölmeyi unutturmak, kıyametin hallerinden ve korkularından gafil olmaya şevket inek suretiyle kandırmasın.

"Keşfu'l-Esrâr" isimli eserde şöyle geçmektedir: ”Allah ile aldanmak, kötü ameline rağmen O'nun hakkında hüsnü zanda bulunmaktır." Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Akıllı kişi, nefsini kontrol altında tutan ve ölümden sonrası için amel eden; âciz kimse ise, nefsini arzularının peşinde koşturan ve Allah'tan, umulmadık kuruntular bekleyen kimsedir." Ne güzel ifade edilmiştir:

Kurtuluş yoluna girmeden kurtuluş bekliyorsun, Bilmelisin ki gemi, kuru yerde gitmez.

Âyet-i Kerime’de, İslâmiyeti ya da itaati ihmal edip başkasının iyiliğine güvenerek ondan yararlanmak isteyenin hevesini kırma söz konusudur. Gerçekten kıyamet günü müthiş bir gündür ve o günde evlât ilişkisi, kişiye fayda vermez. Hal böyle olunca bu ilişkinin dışındaki şeyler için ne düşünürsün?

34

Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah katındadır. Kıyamet, ”saat" diye adlandırılmıştır. Çünkü o, dünyanın en son saatinde kopacaktır. Yani kıyametin kopma vakti hakkındaki bilgi, ardından meydana gelecek durumlar ve korkularla ilgili malumat O'nun katındadır. Bunu yalnız O bilmektedir. Bu sebeple hiçbir insan, hangi yılda, hangi ayda, gece ve gündüzün hangi saatinde kıyametin kopacağını bilemez. Allahü teâlâ kıyamet vaktini, ancak insanlar dikkat ve hazırlık içinde bulunsunlar diye gizli tutmuştur.

Bedevî bir Arab'ın Hazret-i Peygambere şöyle sorduğu rivayet edilmiştir: ”Kıyamet vakti ne zaman?" Bunun üzerine Hazret-i Peygamber kendisine: ”Kıyamet için ne hazırladın?" deyince o da cevap olarak şöyle demiştir: ”Hiçbir şey. Ancak ben, Allah ve Rasûlünü seviyorum." Hazret-i Peygamber: ”Sen sevdiklerinle birliktesin ” buyurmuştur.

Yağmuru O yağdırır, yani O, takdir ettiği zaman içerisinde, öne almadan ve geciktirmeden, ilmi sayesinde tayin ettiği yere, bir hata ya da bir değişiklik olmadan yağmuru yağdırır. Ve o yağmurun ne zaman, nerede ve ne kadar yağacağını o bilir.

İbn Abbas'ın şöyle dediği nakledilmiştir: ”Bir yıl, diğer bir yıldan daha yağışlı geçmez. Fakat bir toplum günahlara dalınca Allah yağmuru başkalarına çevirir. Ancak hepsi günahkâr olursa o takdirde Allah yağmuru çöllere ve denizlere çevirir".

Ve rahimlerde olanı O bilir. Yani cenini, erkek mi, kız mı, canlı mı cansız mı, organları tam mı, eksik mi, güzel mi, çirkin mi, mutlu mu, yoksa bedbaht mı, olduğunu O bilir.

Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yani meydana gelebilecek iyilik ve kötülüğü, uygun olan ve olmayan şeyi bilemez. İnsan, bazen hayra azmeder, fakat şer olanı yapar. Bazen de bunun tersi olur. İnsan, kendi kazancını bilme imkânı bulamayınca onun dışındaki bir şeyi, ona ait herhangi bir rehber olmadan bilmesi ise daha uzak görülür. Aynı şekilde yakınlığına rağmen yarın olacak şeyleri bilemeyince ondan sonra olacak şeyleri ise tabiatıyla bilemez.

Yine hiç kimse ne zaman öleceğini bilemediği gibi, bir plânlama yapsa bile

nerede, karada mı, denizde mi, ovada mı yoksa dağda mı

öleceğini bilemez.

Rivayet edildiğine göre ölüm meleği Süleyman (aleyhisselâm)'a uğramış, onunla birlikte oturan bir adama bakmaya başlamıştır. Bunun üzerine adam, Süleyman (aleyhisselâm)'a şöyle demiştir: ”Bu kim?" Süleyman (aleyhisselâm): ”Ölüm meleği" demiş. Adam: ”Sanki beni istiyor. Bu sebeple rüzgâra emret de beni alıp Hint ülkesine götürsün." Süleyman (aleyhisselâm) da adamın söylediğini yaptı. Bu durum karşısında ölüm meleği, Süleyman (aleyhisselâm)'a şöyle demiştir: ”Ona sürekli bakmam, hayretimden kaynaklanmıştır. Çünkü o, senin yanında olduğu halde bana, ruhunu Hindistan'da teslim almam emredilmiştir."

Öte yandan, nakledilmiştir ki Ebû Hureyre, Medine'nin bazı kısımlarını dolaşmak üzere çıkmış, bir de ne görsün, kazılmakta olan bir kabir! Bunun üzerine o kabre yöneldi ve başında durarak: ”Bu kabir kimin?" dedi. ”Habeşli bir adama ait," dendi. Ebû Hureyre: ”Lâ ilahe illallah. Yaratılmış olduğu toprağa defnedilmek üzere yerinden ve göğünden alınmıştır. Arz da kıyamet günü şöyle der: ”Rabbim! Bana emanet ettiğin, işte budur."

Şâir şöyle demiştir:

Kişinin ölümü bir beldede takdir edilmişse

Bir ihtiyaç zuhur eder, uçup gider oraya.

Bunun faydası, kulun ölüme karşı uyanık olması, güzel itaatin yanında haksızlıktan kaçınması, borcunu ödemesi ve bulunduğu yerden yolculuğa çıkma anında olduğu kadar mukîm olma halinde de gerekli vasiyeti yapmasıdır. Çünkü o, arzın neresinde öleceğinin takdir edildiğini bilemez.

Şâir şöyle demiştir:

Yürüdük adım adım yazılmış kaderde

Yazıldı mı kaderin yürürsün hu yerde

Bizim için rızıklar dağılmıştır her yana

Gideceksin oraya eğer gelmezse sana

Kimin hakkında ölüm yazıldıysa bir yerde

Orada ölecektir, ölmez o başka yerde.

Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır. Dolayısıyla eşyanın açık taraflarını bildiği gibi gizli taraflarını da bilir.

Gaybın anahtarları beştir. Kim, bu beş bilinmeyen şeyden birini bildiğini iddia ederse Allahü teâlâ'yı inkâr etmiş sayılır. Nitekim cahil iye halkı, müneccimlerin bildiklerini iddia ederek onlara bu bilinmeyenleri soruyorlardı. Kehanette bulunan kişiyi, gaybı haber vermesi konusunda doğrulamak küfürdür. Bununla ilgili olarak Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”Kâhine gelip söylediğini tasdik eden kimse, şüphesiz Allah'ın Rasûlüm Muhammed'e indirdiğini inkâr etmiştir." (10)

10- Hadisi Ahmed b. Hanbel ”Müsned"inde, Hakim ise ”el-Müstedrek"den tahric etmişlerdir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 3/146.

"Kâhin": Gelecekte olacak olan işleri haber veren ve sırları bildiğini iddia eden kişidir. Araplardan, işleri bildiğini iddia eden birtakım kâhinler vardı. Bunlardan, kendisine haber getiren cin danışmanı olduğunu ileri süren de vardı. ”Müneccim" de, gelecekle ilgili hadiseleri bildiğini iddia ettiği zaman tıpkı kâhin gibidir. ”Arrâf" (cinci) da, çalınan şeyi ve malın bulunduğu yeri haber veren kimsedir. Hadis-i şerifteki: ”Kâhinin söylediklerini tasdik eden" den maksat, onun verdiği bilgiyi doğrulamak üzere ona soru sormak haramdır. Gaybı bildiğine inanmak, kâhin hadisinde olduğu gibi küfürdür. Ancak insanın, böyle bir kimsenin durumunu anlamak ve işinin iç yüzünü ortaya koymak üzere doğruluğunu yalanından ayırabilecek bir durumda ise ona bazı şeyleri sorması caizdir.

Gaybı bilmek, Allahü teâlâ'ya mahsustur. Gerek peygamberlerden ve gerekse veli kullardan, gaybı haber vermekle ilgili rivayet edilenler, ya vahiy yoluyla veya ilham ya da keşf yoluyla Allahü teâlâ'nın öğretmesiyle ortaya konmaktadır. Bu durum, gayb ilmine ters düşmez. Nitekim. Allahü teâlâ buna şu buyruğu ile işaret etmiştir: ”O, gaybı bilendir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz. Ancak (bildirmeyi) dilediği peygamberler bunun dışındadır." (Cin: 26-27) Bu gayb haberlerinden sadece Allah'ın bilmeyi kendisine mahsus kıldığı kısmına ise ne Allah'a yakın melek ulaşabilir, ne de gönderilen peygamber. Bu hususa şu ifadesiyle işaret buyurmuştur: ”Gaybın anahtarları Allah 'ın katındadır. Onun için gaybı ancak O bilir." (En'am: 59)

Kıyamet hakkındaki bilgi de gayb haberlerindendir. Allahü teâlâ bu bilgiyi gizli tutmuştur. Fakat Hazret-i Peygamber,

Deccal'ın çıkması,

İsa (aleyhisselâm)'nın inmesi,

Güneşin batıdan doğması ve buna benzer âhir zamanda ortaya çıkacak bi'datların ve boş arzuların yaygınlaşması gibi âhiret alâmetlerini açıklamıştır. Allahü teâlâ'dan, güven ve kurtuluş dileriz.

Allah'ın yardımı ile Lokman Sûresinin tefsiri bitti.

0 ﴿