AHZAB SURESİ1Ey Peygamber! ”Nebi" (peygamber) kelimesi; faydası büyük olan, sayesinde bilginin ya da kanaatin oluştuğu haber anlamındaki nebe' kelimesinden türemiştir. Hazret-i Peygamber ”Nebi" olarak adlandırılmıştır. Çünkü o, Allah'tan selim akılların kabul edeceği şeyleri haber vermektedir. Ya da nebi kelimesi, yücelik anlamındaki ”nübüvvetten" türemiştir. Buna göre Hazret-i Peygamber, diğer insanlara olan üstünlüğünden dolayı, ”Ey Nebi" diye adlandırılmış olmaktadır. Allahü teâlâ Hazret-i Peygambere, ismiyle değil şerefini artırmak için,"Nebi" diye seslenmiştir. Yani, ”Ey Âdem!. Ey Nuh!, Ey Mûsa!, Ey İsa!, Ey Zekeriya!, Ey Yahya" buyurduğu gibi adıyla, ”Ey Rasûlüm Muhammed!" diye seslenmemışlir. Söz konusu ”Nebi" lâkabı, Hazret-i Peygamber'in yüceliğini gösteren değerli lâkaplardan biridir. Yine onun, bunun dışında birtakım isim ve lâkapları vardır. İsimlerin ve lâkapların çokluğu, kişinin şerefine işaret etmektedir. Öte yandan, Hazret-i Peygamber'in, ”Rasûlüm Muhammed Allah’ın rasûlüdir..." (Fetih: 29) âyetinde olduğu gibi isminin açıkça belirtilmesi ise, insanlara onun Allah’ın rasûlü olduğunu bildirmek ve bu sayede ona inanmaları ile doğru inanca sahip olmalarını sağlamak içindir. Ahdi bozma ve güvensizlik verme konusunda Allah'tan kork, takva üzere olmaya devam et ve onu artır. Çünkü takvanın derecelerinde sınır yoktur. Âyetin bu ifadesi, ancak devama yorumlanmıştır. Şüphesiz bir şeyle meşgul olan kişiye, o şeyi yapması emredilmez. Meselâ oturan birine, ”otur!" denmez. Bu sebeple Allah, Hazret-i Peygambere takvayı, yüceltmek üzere emretmiştir. İnkârını açıkça ortaya koyan kâfir ve inkârını gizleyen münafıklara boyun eğme. Yani dinine uymayan ve dinin aleyhinde sayılan hususlarda onlara itaat etmemeye devam et. Gerçekten Rasûlüllah inkarcılara ve münafıklara itaat etmiyordu ki, onlara boyun eğmesi yasaklansın. Fakat bu ifade ile onun tutumu pekiştirilmiş oldu. İtaat, boyun eğmedir. Bir şeye boyun eğme ise ancak o şey emredildikten sonra düşünülür. İtaatle ibadet arasındaki fark şudur: İtaat, ibadetten farklı olarak sadece emirle yapılan fiildir. İbadet ise öyle değildir. İyi ve kötü olanları elbette Allah çok iyi bilendir, bu sebeple sana ancak faydalı olanı emretmekte ve zararlı olandan nehyetmektedir; hikmet sahibidir. O yüzden sadece yüce hikmetinin gereğiyle hükmetmektedir. 2Takva hususunda, yaptığın ve yapmadığın bütün dinî konularda Rabbinden sana vahyedilene uy. Yani Kur'an'a göre hareket et; inkarcıların görüşüne göre değil. Şüphesiz Allah uyup uymama ile ilgili bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Dolayısıyla yapıp yapmamanın mükâfat ve ceza olarak karşılığını verir. Teşvik ve uyandan ibaret olan bu ifade, hem Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem)'e, hem de mü'minlere olan bir hitaptır. 3Allah'a güvenip dayan, bütün işlerini O'na havale et. Vekil ve bütün işleri üstlenen olarak Allah yeter. 4Allah, bir adamın içinde iki kalp yaratmadığı gibi... ”Kalp," çam kozalağı şeklinde bir et parçası olup Allah onu insanın sol göğsünde yaratmış ve ilmin mahalli kılmıştır. Yani, Kurtubî'nin de belirttiği şekilde, Allahü teâlâ insan için, birinde inkâr, sapıklık, ısrar ve kararsızlığın; diğerinde de iman ve hidayetin yer aldığı iki kalp yaratmamıştır. Öyleyse münafıklara ne oluyor ki, gizlediklerini söylemiyorlar? Rivayete göre İbn Abbas şöyle demiştir: ”Münafıklar, 'Rasûlüm Muhammed'in, bir kalbi bizimle, bir kalbi de ashabıyla olmak üzere iki kalbi varır.' diyorlardı. Bunun üzerine Allah onları yalanlamıştır." Bazıları da şöyle demişlerdir: ”Araplar tecrübeli ve akıllı kişinin iki kalbi olduğunu iddia ederlerdi. Ayette bu, reddedilmektedir. Meseâ Araplar Cemil b. Ma'mer için, -'iki kalpli' diyorlardı. Çünkü o, Arapların en hafızalılarından, en dahilerinden ve insanlara ülkelerin yollarını en iyi gösterelerden biri olup Hazret-i Peygamber'e düşmandı. Ya o, ya da Cemil b. Esed şöyle diyordu: 'Göğsümde, iki kalp vardır ki, ben bunlarla anlarım. Bunlar, Rasûlüm Muhammed'in idrak ettiği kalbinden daha üstündür.' İnsanlar da onun bu iddiasında doğru olduğunu sanıyorlardı. Fakat Müşrikler Bedir savaşında yenilgiye uğrayıp dolayısıyla o da yenilgiye uğrayınca, bir pabucu elinde, diğeri ise ayağında olduğu halde kızgın taşlık bir yerde koşarken Ebu Sufyan ona rast gelmişti. O ise, pabucu elinde olduğunu fark etmeden: 'Pabucum nerede? Pabucum nerede?' diyordu. Bunun üzerine Ebu Süfyan ona: 'Pabuçlarından birisi elinde diğeri de ayağındadır' demiştir. İşte o zaman anlamışlardır ki, onun iki kalbi olsaydı elindeki pabucunu unutmazdı." 'Zıhar' yaptığınız eşlerinizi de ki, onlara: ”Siz bize, haram kılınması açısından, annelerimizin sırtları gibisiniz" diyordunuz. Buna göre zıhar; kişinin, hanımına: ”Sen bana annemin sırtı gibisin," denies idir. Zıhar, Câhiliyye döneminde boşanma usûlü idi. Ve o dönemin insanları boşanmış kadınlardan kaçındıkları gibi zıhar yaptıkları kadınlara da yaklaşmıyorlardı. Anneleriniz yerinde tutmadı yani Allah, eşlik ve anneliği bir kadına vermedi. Nitekim anne, hizmet edilmeye değerdir ve ona başka türlü muamele yapılmaz. Halbuki insanın hanımı öyle değildir. Ayetteki mesajdan maksat, Arapların, ”zıhar" dolayısıyla hanımın anne gibi sayıldığı, iddia ve âdetlerini redd ir. İslâm'da zıhar, kefaretin ödenmesine kadar kendilerine yaklaşmak haram olur. Bunun kefareti, kişinin bir köle azat etmesi; bu mümkün olmazsa Ramazan ayının dışında aralıksız iki ay oruç tutması -ki, bu süre içinde bayram günleri ve teşrik günleri gibi oruç tutmanın nehyedildiği günlerin bulunmaması gerekir. -Buna da gücü yetmezse altmış fakiri doyurması ya da bunların her birine, fitrede olduğu gibi yemeğin bedelini vermesidir. Ve evlâtlıklarınızı da miras, mahremiyet ve soyda öz oğullarınız olarak tanımadı. Yani Allah, evlât edinmekle öz oğula sahip olma hakkını bir adama vermedi. Çünkü evlât edinmek ârizî, öz oğula sahip olmak ise soyda asıldır. Ve ikisi yani ârizî olanla asil olan bir şeyde birleşmez. Âyetin bu ifadesi, aynı zamanda Arapların, birinin evlâtlığını onun öz oğlu sayarak evlâtlarından erkeğin payı kadar ona miras ayırmalarını ve evlât edinenin, hanımını boşaması ya da ölümü halinde onu nikahlamasını haram kılmalarını reddetmektedir. Öte yandan, bir insanda iki kalbin olmaması hususu, zıhar yoluyla eşin anne; evlât edinme yoluyla edinilen evlâtlığın da öz oğul olamıyacağınm dayandırıldığı bir esası oluşturmak için ortaya konmuş olabilir. Buna göre anlam şöyledir: ”Allah, zıtlığa sebep olmasından dolayı hiç bir kimseye iki kalp vermediği gibi -ki, her kalp, hem bütün güçlerin aslı olacak hem de olmayacaktır- eşi anne, evlâtlığı da öz oğul kılmamıştır." Yani bir kimsede iki kalbin bulunması mümkün olmadığı gibi, cahiliye halkı arasında geçerli olan hüküm ve esaslara göre eşin anne, evlâtlığın da öz oğul hükmünde olması da mümkün değildir. Bunlar yani evlâtlığınız için, ”bu benim oğlumdur" demeniz -ki, bu ifade ile âyetin sadece son kısmına işaret edilmektedir. Çünkü sözün gelişinden kastedilen budur- sadece sizin ağızlarınıza gelen sözlerinizdir. Onların gerçek payı yoktur. Öyleyse bu sözler, iddia ettiğiniz gibi evlât edinme hükümleriyle bağdaşmaz. ”Efvûh" ağız anlamındaki ”fem" kelimesinin çoğuludur. Allahü teâlâ'nın, sözü ağıza atfettiği her yerde yalana işaret edilmekte ve inancın bu söze uymadığı vurgulanmaktadır. Allah ise gerçeği yani vakıaya uygun sözü söyler, çünkü haktan ancak hak çıkar. O hak da, öz oğul dışındaki birinin, öz oğul gibi olmamasıdır. Ve doğru yola hak yola O eriştirir. Öyleyse sözünüzü bırakarak Allah'ın bu sözüne göre hareket ediniz. 5Onları (evlât edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın. Ve ”Zeyd b. Harise" deyin; başkalarını da bu şekilde babalarına nisbet edin. Allah katında en doğrusu budur. Yani evlât edinilenlerin, babalarına nisbet edilmeleri, babalarının dışındaki kimselere nisbet edilmelerinden çok daha doğru ve adalete daha uygundur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu takdirde onları yani onlardan Müslüman olanları din kardeşleriniz ve dostlarınız olarak kabul edin. Din kardeşliğini ve dostluğunu dikkate alarak, ”Bu benim kardeşim; bu benim dostum" deyin. Ebu Huzeyfe, Salim adındaki kölesini azat etmiş ve onu kendine evlâtlık edinmişti. İnsanlar ona Ebu Huzeyfe'nin oğlu Salim diyorlardı. Bu âyet inince ona, Ebu Huzeyfe'nin Mevlâsı Salim, demişlerdir. Yasaklamadan önce ya da sonra, dil alışkanlığından veya unutmadan dolayı yanılarak yaptıklarınızda size vebal, günah yok; İbn Atiyye şöyle demiştir: ”Söz konusu adlandırmanın hata ile nitelendirilmesi, ancak yasaklamadan sonra olmuştur. Hata ise, hedeften sapmak demektir." Fakat kalplerinizin yasaklamanın ardından bile bile yöneldiğinde günah vardır. Hadi s-i şerifte şöyle buyurmuştur: ”Babası olmadığını bile bile başkasının, babası olduğunu iddia eden kimseye cennet haramdır." (1) Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. Hatayı bağışlar ve örter. 6Peygamber, mü'minlere kendi canlarından daha değerlidir. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber Tebük seferine çıkmak üzere insanlara emir vermiştir. Bu emir üzerine bazı insanlar, ”Biz babalarımıza ve annelerimize danışacağız" deyince bu âyet inmiştir. Gerçekten Hazret-i Peygamber, din ve dünya ile ilgili bütün işlerde mü'minlere kendilerinden daha ileridir. Buna göre Rasûlüllah onları bir şeye, nefisleri de başka bir şeye davet etmiş olsa nefislerinin isteği doğrultusunda hareket etme yerine Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem)'in davetine icabet etmeleri elbette daha uygundur. Çünkü Hazret-i Peygamber onları, sadece kurtuluşa davet eder. Halbuki nefisleri kendilerini, helak ve yok oluşları söz konusu olan şeye davet eder. Nitekim Allahü teâlâ Hazret-i Yusuftan bahisle şöyle buyurmuştur: ”...Nefis aşırı şekilde kötülüğü emredicidir..." (Yûsuf: 53) Buna göre Rasûlüllah, onlara kendi canlarından daha sevimli; emri, nefislerinin emrinden daha geçerli ve haklarından daha tercihe şayan olmalıdır. Canlarına acıdıklarından ziyade ona şefkat etmeleri ve yine canlarını onun uğruna vermeleri, tehlikeli durumlarda ve savaşlarda kendilerini ona feda etmeleri ve kendilerini davet ettiği her hususta ona uymaları gerekir. Hadis-i Şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Benimle sizin durumunuz tıpkı ateş yakan bir kimsenin durumu gibidir: Çekirgeler ve kelebekler o ateşe düşmeye başlamış, o ise onları oradan kovmaya çalışmaktadır, işte ben de sizi, ateşe düşmeyesiniz diye sımsıkı tutuyorum; Halbuki siz elimden kaçmaya çalışıyorsunuz?" Yine hadis-i şerife göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”Sizden biriniz, ben kendisine, canından, evlâdından, malından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça gerçekten iman etmiş olmaz." Hadisi Buharî ve Müslim, ”İslâm'da babası dışındaki birinin, babası olduğunu iddia eden..." ilâvesiyle tahric etmişlerdir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 10/738. Eşleri, onların anneleridir. Yani saygı ve hürmet göstermenin farz ve evlenmenin haram olması konusunda onlar, tıpkı anneleri gibidirler. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”...Kendisinden sonra onun hanımlarını nikahlamanız asla caiz olmaz." (Afazâb: 53) Fakat bunun dışında, o hanımlara bakmak, kendileriyle başbaşa kalmak, birlikte yolculuk yapmak ve miras konusunda, tıpkı yabancı kadınlar gibidirler. Bu yüzden onlara bakmak helâl değildir. Çünkü Allahü teâlâ şöyle buyurur: ”...Peygamberin hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin." (Ahzâb: 53) Bu sebeple onlarla başbaşa kalmak, yolculuk yapmak doğru olmaz. Ve onlar müminlere mirasçı olmadıkları gibi mü’minlerde onlara mirasçı olamaz. Böylece bu annelik, Peygamber hanımlarını nikahlamanın haram kılınmasıyla sınırlanmıştır. Bundan dolayıdır ki, Hazret-i Âişe: ”Biz kadınların anneleri değil aksine erkeklerin anneleriyiz" demiştir. Bazı Müfessirlerin, Peygamber hanımlarının -erkek olsun, kadın olsun- bütün mü'minlerin anneleri olduğuna dair görüşleri zayıftır. Söz konusu haram kılınma işi belli bir alan için sabit olup Hazret-i Peygamber'in hanımlarının yakınlarıyla ilgili değildir. Meselâ onların kızları için, ”Mü'min erkeklerin kız kardeşleri" denmediği gibi, erkek kardeşleri ve kız kardeşleri için de, ”Mü'min erkeklerin dayıları ve teyzeleri" denmez. Bu sebeple İmam Şafiî: ”Zübeyr, Ebu Bekir'in kızı ve mü'minlerin annesinin kız kardeşi Esma ile evlendi" demiş, ”Mü'minlerin teyzesi ile" diye söylememiştir. Sonra Peygamber'in hanımlarıyla evlenmenin haram oluşu, Hazret-i Peygamber'e saygı duyulmasından ileri gelmektedir. Ona saygı göstermek ise dinî bir görevdir. Akraba olanlar, Allah'ın Kitabı'nda yani Levh-i Mahfuzda veya indirilen Kuranda -ki, o da bu âyettir- yahut mirasla ilgili âyette, ya da Allahü teâlâ'nın: ”...Allah'ın size emri budur..." (Nisa: 24) buyruiduğu gibi, farz kıldığında (miras konusunda) birbirlerine öteki mü'minlerden yani Ensardan ve muhacirlerden daha yakındırlar. Bu âyette, akraba olanların birbirlerine vâris olmak suretiyle kendilerine yabancı olanlardan daha yakın oldukları açıklanmaktadır. Nitekim Müslümanlar, İslâm'ın ilk yıllarında akrabalık yerine dindeki dostluk (muvâlât), kardeşlik ve hicret sayesinde birbirine mirasçı oluyorlardı. Yine o zamanlar, kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenen zümreye zekâttan pay ayrılıyordu. Daha sonra İslâmiyet güç kazanıp, Müslümanlar üstünlüğü elde edince bu hüküm kaldırılmış ve mirasçı olma akrabalığa bağlanmıştır. Ancak dostlarınıza bir iyilik yapmanız hariçtir. Dostlardan maksat, dost ve kardeş edindikleri kimseler; iyilik yapmaktan maksat da, malın üçte birini ya da ondan fazlası yerine azını vasiyet etmektir. Yani onlar, vasiyetin dışında her türlü iyiliğe lâyık kimselerdir. Fakat vâris için vasiyet söz konusu değildir. Başka bir ifade ile akraba olanlar, mirasa yabancılardan daha ziyade hak sahibidirler. Fakat yabancılar için vasiyette bulunmak, akraba olanlara oranla daha büyük önem arzeder. Çünkü vâris için vasiyet söz konusu olmaz. Bunlar kitapta, Kur'ân'da yazılı bulunmakta ya da Levh-i Mahfuzda tesbit edilmiş ve korunmuş durumda dır. 7Ey Rasûlüm Muhammed! Kavmine hatırlat. Hani Biz peygamberlerden söz almıştık; yani bütün peygamberlerden, kendilerine peygamberlik görevini verdiğimiz anda ilâhî buyrukları tebliğ etme ve hak dine davet etme sözünü aldığımız vakti unutma. Senden, yani Ey Rasûlüm Muhammed! Senden özellikle bu sözü aldık. Hazret-i Peygamber, en son gönderilmiş peygamber olmasına rağmen peygamberlerin en faziletlisi olduğunu ifade etmek ve değerini yüceltmek üzere âyet-i kerime’de öne alınmıştır. Hadis-i şerifte şöyle geçmektedir: ”Ben, insanların efendisiyim. Övünmek yoktur. (4) Yani bunu övünmek için söylemiyorum. 4- Hadisi Tirmizî tahric etmiştir. Bu hadisin devamında, Hazret-i Peygamberin Allah nezdinde derecesinin büyüklüğüne işaret edilmektedir. Peygamberlerin piri ve Tufandan sonraki ilk peygamber olan Nuh'tan, İbrahim'den, Mûsa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan da. Allahü teâlâ, peygamberler arasında özellikle bu peygamberleri dile getirmiş ve bundan, onların oldukça üstün, şeriat sahiplerinin meşhurlarından ve azim sahibi peygamberler olduklarının ortaya konması amaçlanmıştır. (Evet) Biz onlardan peygamberlerden, peygamberliği tebliğ etmek ve emanetlerini yerine getirmek üzere pek sağlam bir söz aldık. Bu söz, âyetin başında belirtilen sözün kendisidir. Ayetin sonunda tekrar edilmesinin amacı ise, niteliğini beyan etmek içindir. 8Allah, doğrulara doğruluklarını sormak için bunu yaptı. Yani Allah, sözlerine sadık olan peygamberlere kavimlerine söylediklerini kıyamet günü sormak için bunu yapmıştır. Kurtubî: ”Peygamberlere sorulacağına göre artık onların dışındakilerin durumunu siz düşünün" demiştir. Kâfirler, peygamberleri yalancı sayanlar için de can yakıcı bir azap hazırladı. Yani mü'minlere mükâfat, kâfirler için de can yakıcı bir azap hazırlamıştır. 9Ey iman edenler! Rivayet edilmiştir ki, Hazret-i Peygamber, Medine'ye hicret buyurduklarında Kurayza oğulları ve Nadir oğulları ile, aleyhine faaliyette bulunmamak, aksine kendi yanında bulunmak üzere sözleşme yapmıştır. Fakat bir Yahudi kabilesi olan Nadir oğulları sözleşmeyi bozmuşlardır. Nihayet Hazret-i Peygamber, bir durum için bazı dostlarıyla birlikte Nadir oğullarının yurduna gitmiş ve evlerinin birinin duvarına yakın bir yerde oturmuştur. Onlar da o durumdan yararlanmak üzere içlerinden biri, Hazret-i Peygamberin başına bir kaya parçası atarak onu öldürmek için evin damına çıkmıştır. Onların bu maksatlarının, vahiy yoluyla Hazret-i Peygambere iletilmesi üzerine hiç durmaksızın oradan ayrılarak Medine'ye dönmüştür. Nadir oğulları, söz konusu sözleşmeyi bu şekilde bozunca, Allah Rasülû onlara Rasûlüm Muhammed b. Mesleme'yi göndererek kendilerinden Medine'yi terketmelerini istemiştir. Fakat reisleri Huyey b. Ahtab'ın inadından dolayı oradan çıkmayı kabul etmemişlerdir. Huyey, tıpkı Kureyş'in Ebu Cehil'i gibiydi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber onlarla savaşmak üzere ashabıyla birlikte yola çıkmış ve altı gün kendilerini muhasara altında tutmuştur. Bu arada Allahü teâlâ onların kalplerine korku salmıştır. Onlar da Hazret-i Peygamberden, kendilerini öldürmemelerini isteyerek sürgüne razı olmuşlardır. Bu karar üzerine bir kısmı Hayber'e gitmiş, bir kısmı da Şam ülkesinin Ezri'ât denen beldesine göç etmişlerdir. Yurtlarından bu sürülme işi tamamlanınca reisleri, kabilenin bazı büyüklerini yanına alarak Mekke'ye gitmiş ve Kureyş halkını Rasûlüllah ile savaşmaya teşvik edip onlara şöyle demiştir: ”Biz hepimiz sizinle birlikteyiz ve onun kökünü kazıyacağız." Kureyş halkı da onların, Hazret-i Peygamber'e karşı olan düşmanlıklarına dayanarak plânlarını uygun bulmuşlardır. İşte bu âyet, Hendek savaşı hakkında inmiştir. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Nimeti hatırlamak o nimetten dolayı şükretmek demektir. Yani, Allah'ın size yardım etmek suretiyle lütûfta bulunmasına şükredin. Hani size ordular Kureyş, Catalan ve diğer gruplar saldırmıştı da Biz onlara karşı kahhâr ismiyle gece bir rüzgâr yani saba rüzgârını, ki, bu rüzgâr, doğu yönünden esmektedir. Nitekim hadis-i şerifte Şöyle buyrulmuştur: ”Saha rüzgârı sayesinde yardım gördüm. Âd kavmi de batı rüzgârı ile helak edilmiştir." (5) 5- Hadisi Buhari ”Sahih"inde tahric etmiştir. Ve sizin göremediğiniz ordular, bin kadar melek göndermiştik. Rivayete göre Allahü teâlâ, bir kış gecesinde müşrikler üzerine soğuk bir rüzgâr göndermiş ve bu rüzgâr ordugâhlarına takılıp kalmış ve onları muhasara altına alarak toprakları yüzlerine savurmuştur. Bu arada melekler, kendilerine verilen, emirle onlara ait çadırların kazıklarını sökmüşler, iplerini koparmışlar, ateşlerini söndürmüşler, kazanlarını devirmişler, kalplerine korku salmışlar ve ordugâhları istikametinde tekbir getirmişlerdir. Nihayet bu düşman ordusu tekbir ve kılıç sesini duyunca, ati aida ürkmeye başlayınca her kabile reisi kendi grubuna: ”Yanıma gelin!" diye seslenmiş; toplandıklarında ise, ”acele edin!" demiştir. Başlarına gelenin bir sihir olduğu hükmüne varmışlar, bunun sonucunda savaş olmadan yenilgiye uğramışlar ve ağır gördükleri eşyalarını terkederek gece geri dönmek zorunda kalmışlardır. Allah da hendek kazma ve gerekli hazırlıkları plânlama konusunda ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi. Bu sebeple onlara karşı size yardım etmiş ve sizi onların kötülüklerinden kurtarmıştır. Öyleyse bu üstün nimetlerden dolayı dille, kalp ve organlarla şükretmeniz gerekir. 10Onlar hem yukarınızdan vadinin üst kısmından ve doğu tarafından ki, bu taraftan gelenler, Catalan oğulları ve Necid halkından onlara katılanlardır. Komutanları ise Uyeyne b. Hısın ile Amir İbnu't-Tufeyl idi. Yahudiler de onlarla idiler. Hem aşağı tarafınızdan yani vadinin alt kısmından batı yönünden ki, o tarafta Kureyş ordusu ve onlara katılan muhtelif gruplar vardı. Komutanları ise Ebu Sufyan'dı. Üzerinize yürüdükleri zaman, düşman sayısını ve gücünü fazla görmesinden dolayı gözler yitmiş ve yürekler ağızlara gelmişti. O zaman Kureyş ordusuyla birlikte üç yüz at ve bin beş yüz deve vardı. "Henâcır": Yutak; yemek ve içeceğin girdiği yer demek olan ”hançere" kelimesinin çoğuludur. Yani kalpler, korku ve kederden ötürü dil kökünün başına ulaşmıştır. Çünkü akciğer, aşırı korku ve üzüntüden dolayı şişer ve buna paralel olarak kalp yutağın üst kısmına doğru çıkar. Bu durum kalp çarpıntısı rahatsızlığında açıkça görülür. Katade şöyle demiştir: ”Kalpler yerlerinden fırlama noktasına gelmiş, o kadar ki, dışarı fırlamaması için boğazlar daralmasaydı dışarı fırlardı." Bazıları da şöyle demişlerdir: ”Kalpler nerede ise yutak kısmına ulaşıyordu. Çünkü kalp, yutağa kadar çıkınca insan ölür." Buna göre bu sözde, aşırı korkudan kalplerin çarpmasından dolayı -gerçek anlamda kalpler yutaklara kadar ulaşamıyorsa da- bir benzetme vardır. Bil ki, onlar iki açıdan korkuya kapılmışlardır: Birincisi; çeşitli gruplardan oluşan düşman kuvvetinden dolayı kendileri için korkmuşlardır. İkincisi ise; Kurayza oğullarının sözleşmeyi bozduklarından dolayı çoluk çocukları için endişe duymuşlardır. Gerçekten inananlar, aşırı soğuk ve açlığa karşı tahammül göstermişlerdir. Nitekim Ashab-ı kiramdan bazıları şu hususu dile getirmişlerdir: ”Üç gün hiçbir şey tatmadan kaldık. Hazret-i Peygamber de açlıktan dolayı karnına taş bağlamıştı." Ey imanlarını kayıtsız ve şartsız olarak ortaya koyanlar! işte o anda Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyordunuz. Nitekim samimi ve ihlaslı olup korkmayanlar, Allah'ın dinini yüceltme hususunda vadini yerine getireceğini ya da kendilerinin imtihan edildiklerini zannederek savaşta sebat etmişlerdir. Bu sebeple onlar, Uhud savaşında olduğu gibi sarsılmaktan ve tahammül edememekten endişe etmişlerdir. Fakat kalpleri hasta olup uçurumun kenarında bulunanlar ve münafıklar -kendilerinden nakledildiği gibi- kötü zanda bulunmuşlardır. 11İşte orada yani o korkunç zamanda, ya da ayakların kaydığı o kaygan zeminde iman sahipleri sıkıntı ve korku ile denemeden geçirilmiş, böylece samimi olan münafıktan, sebat eden de sebatsız olandan ayrılıp ortaya çıkmış ve şiddetli bir sansıntıya uğratılmışlardı. Bunun neticesi olarak kalbinde iki yüzlülük hastalığı bulunanlar Medine'ye kaçmış, Hazret-i Peygamber'in yanında gerçek anlamda inanmış olanlar kalmışlardır. Bu mesaj, onların başlangıçtaki sarsıntılarını dile getirmiş ise de Allahü teâlâ sonunda sıkıntılarını hafifletmiş, nihayet kalplerindeki üzüntüleri yok olmuş ve huzur kaynakları fışkırmaya başlamıştır. Gerçekten Allahü teâlâ'nın, samimi kullara yönelik âdeti budur. 12Ve o zaman, münafıklar ile kalplerinde hastalık bulunanlar, inançları zayıflayanlar ki, şayet sen, ”münafık ile kalbinde hastalık bulunan kimse arasında ne fark vardır?" dersen şöyle cevap veririm: ”Münafık olan kimse, tereddütsüz olarak bir şeyi yalan sayan kimsedir. Kalbinde hastalık bulunan kimse ise Allahü teâlâ'nın hakkında şöyle buyurduğu kimsedir: ”İnsanlardan kimi Allah'a yalnız bir yönden ibadet eder. Kendine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de sıkıntıya uğrarsa çehresi değişir, (dinden yüz çevirir.)" (Hac: 11) Öte yandan söz konusu hastalık, insana has orta çizgiden uzaklaşmaktır. Bu hastalık iki çeşittir: Bedenle ilgili olur, ruhla ilgili olur. Cehalet, korkaklık, iki yüzlülük ve ahlâki kötülükler gibi nefisle ilgili hastalıklardır. İki yüzlülük, inkarcılık ve bunlar gibi fenalıklar hastalığa benzetilmiştir. İfade edilen bu kötü niteliklere hastalık denmesi ya bütünüyle tasarrufa engel olan hastalık gibi faziletleri idrak etmeye mani olmasından, yahut Allahü teâlâ'nın: ”...Âhiret yurduna gelince, iste asd hayat odur." (Ankebut: 64) ifadesinde dile getirilen âhiret hayatını elde etmeye engel olmasından, ya da nefsin, hasta insanın bedeninin zararlı şeylere meyletmesi gibi bâtıl inançlara meyletmesinden dolayıdır. Söz konusu olan bu münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar, şöyle diyorlardı: 'Allah ve Rasûlü zafer ve dini yüceltme ile ilgili meğer bize sadece kuru vaadlerde bulunmuşlar!' Bu kimseler, ”Rasûlüllah" yerine onun ismini zikretmişlerdir. Fakat Allahü teâlâ Hazret-i Peygamberi bu ifade ile dile getirmiştir. Bu sözü söyleyenler ise, Muteb b. Kuşeyr ve ona uyanlardır. 13Onlardan bir grup Evs b. Kayzî ve onun görüşüne katılanlar da demişti ki,: 'Ey Yesrib'Iiler! ”Yesrib": Medine-i Münevere'nin adıdır. Rasûlüllah Medine için ”Yesrib" adının kullanılmasını nehy etmiş. ”O Taybe, ya da Tâbe ve Medine" diyerek bu lâfzı hoş görmemiştir. Çünkü ”Yesrib" kelimesi, genelde hoş olmayan şeyler için kullanılan ve kınama ifade eden ”Tesrîb" kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Bu sebeple Hazret-i Yusuf kardeşlerine şöyle demiştir: ”Lâ tesrîhe aleyküm'ül-yevme : 'Bugün sizi kınamak yok" (Yûsuf: 92) Münafıklar, Hazret-i Peygamber'e muhalefet etmek için, bu ismi kullanmış olabilirler. Allahü teâlâ da sözü, onların söylediği şekilde nakletmiştir. Öte yandan Hazret-i Peygamber, hicret yurduna işaret ettiği zaman, ”Kanaatime göre o yer Yesrib olur" demesi ve benzeri ifadeleri Medine için ”Yesrib" adının kullanmasını, yasaklamadan önce idi. Artık sizin için burada, düşmanların çokluğundan ve grupların galip gelmesinden dolayı kalacak yer yoktur, haydi Medine'deki evlerinize dönün!' Asıl maksatları ise, kaçışı emretmektir. Fakat sözlerine karşı ilgiyi artırmak ve kaçışlarının, kınanan bir kaçış olmadığını ortaya koymak için bu kaçışı dönüş olarak ifade etmişlerdir. Bununla birlikte iki yüzlülüklerinden ve kalplerindeki hastalıklarından dolayı insanları cihaddan alıkoymaya çalışmışlarsa da onlara sadece kendileri gibi olanlar uymuşlardır. Çünkü samimi mü'min, ancak Allah ve Rasûlü'nü tercih eder. Bu mesajda, kıyamet gününe kadar bu ümmetin içinde bulunan fesatçıların ve bozguncuların durumuna işaret edilmektedir. Allahü teâlâ'dan, bizi doğru yolda yürütmesini, sarsılmadan hakkı ve sabrı tavsiye eden kişilerden kılmasını dileriz. İçlerinden bir kısmı Harise oğulları ile Seleme oğulları ise: 'Gerçekten Medine'deki evlerimiz sağlam değil', düşman ve hırsız girebilir, bize izin ver ki, onları sağlamlaştırıp ordugâha dönelim, diyerek Peygamber'den izin istiyordu. Bunun üzerine Rasûlüllah onlara izin veriyordu. Halbuki evleri sakat değildi, aksine sağlam ve muhafazalı idi. İzin istemekle sadece savaştan kaçmayı arzuluyorlardı. 14Eğer (evlerin) her yanından girilerek üzerlerine saldırılsaydı da, yani bütünüyle evleri açık olup kötülük ve fenalık isteyen herkes o evlere girseydi de, o zaman, felâketin gelişi anında başka bir grup tarafından kendilerinden fitne yani iman ve itaatin istenmesi yerine dinden dönme ve inkâra yönelme istenseydi başlarına gelen felâket ve baskına aldırmaksızın bu harekete katılırlar, onların bu isteğini yerine getirirler ve şu anda yaptıkları gibi evlerin sakatlığı ve sağlamlığını sebep göstermeden evlerinde sadece soru ve cevabın duyulacağı zaman kadar pek az bir süre kalırlardı. Bu tutum, onların İslâm'a karşı olan hiddetlerinden, Müslümanlara olan öfkelerinden, küfrü sevdiklerinden ve o küfür tarafına ihtirasla yönelmelerinden kaynaklanmaktadır. 15Yemin olun ki, onlar yani Medine'deki evlerine dönmek üzere senden izin isteyen Harise oğulları ile Seleme oğullarından oluşan grup daha önce, yani Hendek savaşından evvel meydana gelen Uhut savaşında düşmanın karşısında direnmeyip dağılmak istedikleri daha sonra, haklarında Al-i İmrân sûresinde geçen, konu ile ilgili âyetler indirilip tevbe ettikleri zaman sırt çevirip savaştan kaçmayacaklarına, düşmanı arkalarında bırakmıyacaklarına; yenilgiye uğranılacaklarına ve Uhut Savaşındaki tutumlarına benzer bir duruma düşmeyeceklerine dair Allah'a söz vermişlerdi. Fakat Medine'ye geri dönmek üzere izin istemekle verilen söz bozulmuş oldu. Allah'a verilen söz mesuliyeti gerektirir. Ya da kıyamet günü insana sorulur: Verdiği sözü yerine getirdi mi, yoksa getirmedi mi? Ona göre kendisine muamele edilir. Bu ifade bir tehditten ibarettir. 16Ey Rasûlüm Muhammed! Onlara de ki,: 'Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! Her insan, mutlaka ecelinin tayin edildiği vakitte ölecektir. İster yatakta, ister kılıç darbesiyle öldürülsün; farkeden bir şey olmaz. Faraza kaçış size fayda verip geciktirilmekten yararlansanız o takdirde bile pek az yaşatılır, ya da çok az bir zaman yararlandırılırsınız.' 17De ki,: 'Allah size ölüm, yenilgi ve benzeri bir kötülük dilerse O'na yani hükmüne karşı sizi kim korur. Ya da size afiyet, yardım ve benzeri bir rahmet dilerse (size kim zarar verebilir)? Onlar, kendilerine Allah'tan başka zararı kendilerinden giderecek ne bir dost bulurlar, ne de bir yardımcı.' Bil ki, bu âyetler bazı hususları vurgulamaktadır: Birincisi, ölüm mutlaka olacaktır. İkincisi, kaçış ömrü uzatmaz. Ecel ve rızkını değiştirmeye çalışan ve kendisi için takdir edilenin ortadan kaldırmasını uman kişiden daha kötü halde kim olabilir? Onu bu durumdan kimse kurtaramaz. Üçüncüsü ise, Allah'ı dost ve yardımcı edinen -az olsun, çok olsun- arzu ettiğini elde eder. Çünkü Allah, lütfü çok olan dost ve yardımcıdır. 18Allah, içinizden insanları Allah Rasülu ne yardım etmekten ve doğru yoldan alıkoyanları -ki, bunlar kim olursa olsun münafıktırlar. - ve Medine münafıklarından olan yaranlarına, -ki, bu yâranlık, inkâr ve iki yüzlülüktedir.- 'bize katılın' diyenleri gerçekten biliyor. Bu ifade gösteriyor ki, onlar, bu sözü söyledikleri anda ordugâhtan ayrılmışlar ve düşmandan kaçarak Medine'ye doğru yönelmişlerdir. Zaten bunların sadece pek azı savaşa gelir. Çünkü onlar, özür beyan ederler ve imkân buldukça geri kalırlar. Ya da müminlere, kendileriyle birlikte olduklarını inandırarak onlarla çıkarlar. Sadece mecburiyet karşısında pek az mücadele verdiklerini ve savaştıklarını görürsün. Bu durum, kaçışın olmadığı varsayıldığında olur. 19(Gelseler de) size karşı yardımlaşmada, ya da Allah yolunda Müslüman fakirlere infak etmede pek hasistirler. ”Eşihha" cimri anlamında olan ”şehih" kelimesinin çoğuludur. Ancak bu cimrilik, hırsla beraber olan ve âdet haline gelen cimriliktir. Hele düşman korkusu gelip çattı mı, üzerine ölüm baygınlığı çöken kimse yani baygın halde olan kişinin can çekişme mücadelesi vermekten dolayı korku ve endişe ile sana sığınarak gözü dönmüş gibi gözleri sağa sola dönerek bu halde sana baktıklarını görürsün. Korku gidince ve ganimetler toplanınca ise, mala düşkünlük göstererek -ki, onlar, ganimet söz konusu olduğunda insanların en hırslıları ve savaş anında en korkaklarıdır.- Sizi keskin dilleriyle incitirler. Yani size kötü söz söyleyerek eziyet ederler ve şöyle derler: ”Payımızı tam verin. Çünkü biz size yardım ettik ve sizinle savaştık. Sayemizde düşmanınızı yendiniz ve desteğimizle onlara galip geldiniz". Onlar yani kötü sıfatlarla nitelenen bu kimseler, samimiyetle iman etmiş değillerdir. Nitekim onlar, söylediklerinin aksini gizlemeye kalkışarak kâfirlerin en kötüleri ve Allah'ın kendilerinden en çok öfkelendiği kişiler olmuşlardır. Bu yüzden Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bu amellerinin bâtıl olduğunu ortaya koymuştur. Münafık olmaları yüzünden amelleri hep boşa çıkmıştır. Bu âyetten anlaşılıyor ki, Allah katında değer ifade eden şey, imana dayalı olan ameldir. Aksi halde bu amel, tıpkı temelsiz bina gibi kabul edilir. Bu boşa çıkarma işi Allah'a göre kolaydır. 20Bunlar, düşman birliklerinin gitmediklerini sanıyorlardı. Yani münafıklar, aşırı korkularından dolayı düşman birliklerinin yenilgiye uğramadıklarını sanarak Medine'ye kaçmışlardır. Bu birlikler, Hendek savaşında Hazret-i Peygamber'e karşı bir araya gelen Kureyş ve Gatafan'lılarla Yahudilerden. Kurayza ve Nadir oğullarından oluşan birliklerdir. Müttefikler ordusu yine ikinci bir sefer Medine'ye gelecek olsa, savaşmamak için isterler ki, Medine'nin dışında çölde göçebe Araplar içinde bulunsunlar da Medine tarafından gelen herkese sizin haberlerinizi ve aleyhinize cereyan eden şeyleri sorsunlar. Yani onlar, sizden uzak olmayı ve uzaktan sizinle ilgili haberleri sorup öğrenmeyi arzu ederler. Hendek'te söz konusu ikinci bir sefer Medine'ye dönmeyip zaten aranızda olsalardı da savaş olsaydı gösteriş için, ayıplanmaktan endişe ederek pek az savaşırlardı. 21Mü'minler! Yemin olun ki, Rasûlüllah'nde sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar yani Allah'ın mükâfatını ve âhiret nimetlerini arzu edenler, ya da Allah'tan ve âhiret gününden korkanlar, her zaman ve her durumda Allah'ı çok anan kimseler için güzel bir örnek vardır. Âyet-i Kerime’deki ”leküm" (sizin için) ifadesiyle, âyetin gelişinden müminlerin kastedildiği anlaşılmaktadır. Ragıp İsfahanî şöyle demiştir: ”Usve" (örnek), kudve gibidir. Kudve de insanın, iyi veya kötü sahada birine uyma konusunda takındığı tavırdır. Bu sebeple ”Ona uydum" anlamında 'Teesseytu bili" denir. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: ”Yemin olun ki, Rasûlüm Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem)'de sizin için güzel bir haslet, savaşta sebat etmek ve zorluklara katlanmak gibi, izlenmesi gereken iyi bir metod ve örnek vardır." Nitekim Hazret-i Peygamber'in kaşının üstü yarılmış, dişi kırılmış, Uhud savaşında amcası Hazret-i Hamza şehit edilmiş ve çeşitli şekillerde eziyete maruz kalmıştır. Fakat buna rağmen direnerek hezimete uğramamış, sabretmiş ve sabırsızlığa düşmemiştir. Bu sebeple onun sünnetine uyun, ona destek olun ve ondan geri durmayın. Öte yandan âyet-i kerime’de ”recâ" (umma) ifadesi ile devamlı itaate vesile olan ”Allah'ı çok atıma" ifadesi bir arada zikredilmiştir. İşte bununla Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem)'a uymak gerçekleşir. el-Hakim et-Tirmizî şöyle demiştir: ”Rasûlüllah'nde örneğin bulunması, onun izlenmesi, sünnetine uyulması, söz ve hareketlerde ona muhalefet etmekten kaçınılmasıdır." Buna göre her mü'min, dileğinin gerçekleşmesi ve amelinin fayda vermesi için Hazret-i Peygambere uymak zorundadır. Böylece Allahü teâlâ, gönülde yer alan gayba iman için gerekli olan ümidi dile getirmiş ve bunu, gönlün ameli sayılan Allah'ı çok anma ile bir arada zikretmiştir ki, işin başında bulunan kişi, amel, ahlâk, nefis ve malla mücadele sahalarında sürekli olarak bunu izlemesi gerektiğini bilsin. Çünkü işi, başında sağlam tutmayan sonuçta kurtulamaz. Nefsinin kötü sıfatlarından arınıp temizlendikten sonra doğruluk, samimiyet ve teslimiyet gibi kendine güzel hasletler kazandırsın. Bu sayede bir yandan kalp düzeyinde Iütuflar, haller ve sıfatların tecellileriyle bu hareketin hazzını duyarken diğer yandan da nefis düzeyinde kazançlar, rütbeler ve fiillerin tecellileriyle aynı hareketin hazzını duyar. Hazret-i Peygambere uyarak ruh düzeyinde de yine aynı şeyler duyulur. 22Mü'minler ise, düşman birliklerini yani Hendek savaşında Hazret-i Peygamber ve ashabıyla savaşmak üzere toplanan orduları gördüklerinde: 'işte bu büyük deneme, Allahın, ”Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin haslarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve öylesine sarsıldılar ki,..." (Bakara: 214) âyetinde buyurduğu ve Rasûlü'nün: ”Düşman birliklerini size karşı birleşmeleriyle iş zorlaşacak. Ama sonuç sizin lehinize ve onların aleyhinedir," diye bildirdiği ve yine onun: ”Düşman birlikleri, dokuz ya da on gün sonra üzerlerinize yürüyecektir" diye haber verdiği şekilde bize vaadettiğidir; Allah ve Rasûlü doğru söylemiştir yanı Allah ve Rasûlü'nün verdiği haberin doğru olduğu ortaya çıkmıştır." dediler. Bu gördükleri, ancak onların Allah'a ve O'nun vaadlerine olan imanlarını ve O'nun emirleri ile hükümlerine bağlılıklarını artırmıştır. 23Samimiyetle iman edenlerden, Rasûlüllah ile birlikte sebat etmek ve dini yüceltmek için savaşmak üzere Allah'a verdikleri sözde duran nice erler vardır. Yani onlar, verdikleri sözü, yaptıkları işler sayesinde yerine getirmişlerdir. Söz konusu kişiler, Osman b. Affan, Talha b. Abdullah, Sa'id b. Zeyd b. Amr, Hamza, Mus'ab b. Umeyr, Enes b. Nadir ve diğerleridir (Allah onlardan razı olsun). Bunlar, Hazret-i Peygamber'le birlikte savaşa giderlerse sebat etmeye ve şehit oluncaya kadar savaşmaya söz vermişler, adakta bulunmuşlardır. el-Hakîm et-Tirmizî şöyle demiştir: ”Gerçek erlik doğruluktur. Doğruluk sahasına girmeyen, erlik sınırından çıkmış olur." Kimi, bu uğurda canını vermiş, ki, bu ifade doğru kimselerin durumunu açıklamakta ve onları iki kısma ayırmaktadır. Nahb: Aslında yerine getirilmesi gereken adak demektir. Başka bir ifade ile insanın yapmaya karar verdiği ve kendisi için vacip kıldığı iştir. ”Kadâ nehbeh: Adağını yerine getirdi" demektir. Bu ifade, aynı zamanda ölen kişi için de kullanılır. Çünkü ölüm, tıpkı her canlının boynunun borcu olan adak gibidir. Yani Hazret-i Hamza, Mus'ab b. Umeyr ve Enes b. Malikin amcası Enes b. Nadir el-Hazrecî el-Ensarî gibi, kimi adak sorumluluğundan kurtulmak için savaşarak şehit olmuş, kimi de tıpkı Hazret-i Hamza, Talha ve diğerleri gibi sözünü yerine getirmeyi (şehitliği) beklemektedir. Nitekim onlar, sözlerini yerine getirmeye karar vermişler ve bu sözün bir kısmını icra etmişlerdir. İcra edilen bölüm, bu âyet-i kerimenin inişine değin Hazret-i Peygamberle birlikte sebat ederek savaşmalarıdır. Geri kalan kısmını da icra etmeyi beklemektedirler. Bu da şehadet şerbetini içinceye kadar savaşmaktan ibarettir. Onların beklemekle nitelendirilmelerinde, şehit olmaya son derece istekli olduklarına işaret edilmektedir. Onlar hiç bir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir. Aksine sözlerine sadık kalarak gereğini, en güzel şekilde yerine getirmeye çalışmışlardır. Sözlerini yerine getirenlere gelince, onların durumu bellidir. Diğerleri ise bekler durumda olmaları, sözlerine sadık olmalarının en doğru şahididir. Rivayet edilmiştir ki, Talha (radıyallahü anh). Uhud savaşında Hazret-i Peygamberle birlikte kalarak onu korumuş ve nihayet eli ile birlikte tam yirmi dört yara alnııştır. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: ”Talha cenneti haketti" buyurmuş ve ona o gün: ”Hayırhah Talha (Talhatu'l-hayr)", Huneyn savaşında: ”Eli açık Talha (Talhatu'l-Cûd)", Tebük savaşında ise: ”Coşkun Talha (Talhatu'l-feyyz)" demiştir. Talha daha sonra Cemel Vakasında öldürülmüştür. Âyet-i Kerime’de, ikiyüzlü olanlarla kalplerinde inanç rahatsızlığı bulunanlara dolaylı olarak kınama ifadesi yer almaktadır. Çünkü onlar, sözlerinde durmayarak ahidlerini değiştirirler. 24Bu sebeple Allah, doğruları söz ve hareketlerindeki doğruluklarına karşılık mükâfatlandırır; "Keşf'u'l-Esrar" isimli eserde şöyle denmiştir: ”Allah doğru kimseleri, dünyada düşmana karşı ve bayrağı dalgalandırmak için imkân vererek ve yardım etmekle; âhirette ise güzel bir karşılık, iyi bir zemin lütfetme ve sürekli nimetler içinde bırakma yanında benzer durumda olanlara karşı üstün ve ön plânda tutarak mükâfatlandırır." İki yüzlülere de azap etmeyi dilerse yani tevbe etmezlerse -çünkü şirk asla bağışlanmaz.- söyledikleri sözler ve yaptıkları işlerden dolayı azap eder veya tevbe ederlerse tevbelerini kabul eder. Şüphesiz Allah, tevbe edeni çok bağışlayan, kusurlarını yok eden, çok merhamet eden ona cennet ve mükâfat lütfeden dir. 25Allah, o inkâr edenleri yani düşman birliklerini -burada, yukarıda ifade edilen olayın kalan kısmına dönülmüştür.-Yani olaylardan cereyan eden etmiş ve Allah, o kâfirleri hiçbir hayır yani bekledikleri galibiyeti elde etmeden ki, Allah, bu ilâhî mesajda galibiyeti hayır diye adlandırmıştır. Çünkü sözkonusu inkarcılar nazarında bu galibiyet bir hayırdır. Bu sebeple hayır ifadesi onların kullanış ve iddialarına göre gelmiştir. Öfkeleriyle ve üzüntüleriyle geri çevirdi. Allah'(ın yardımı) savaşta şiddetli rüzgâr ve melekleri göndermek suretiyle inananlara yetti. Allah her isteğini yerine getirecek kadar güçlüdür her şeye karşı mutlak galiptir. Allahü teâlâ, bu ifadenin ardından, başka bir açıdan yeterliliğini dile getirerek şöyle buyurmuştur: 26Allah, ehl-i kitaptan ki, bunlar Kurayza oğullarıdır. Medine Yahudilerinden olan bu zümre, Evs Kabilesi'nin müttefiki idiler. Evs'in o günkü reisi ise Sa'd b. Muaz (radıyallahü anh)'dı. Onlara verdikleri sözü yerine getirmeyip Rasûlü'ne ve Müslümanlara karşı düşman birliklerine yardım edenleri kalelerinden indirdi ve kalplerine korku ve endişe saldı; o kadar ki, Allahü teâlâ'nın buyurduğu şekilde kendilerinin öldürülmesi, çoluk çocuklarının esir edilmesi için teslim olmuşlardır. Bir kısmını yani erkeklerini ölduruyor, bir kısmını da eşlerini, ve çocuklarını, muhalefet etmeleri şöyle dursun, kendileri tarafından herhangi bir hareket olmadan esir alıyordunuz. 27Allah, onların yerlerine, çiftliklerine ve bahçelerine yurtlarına, kalelerine ve evlerine mallarına paralarına, eşya ve davarlarına ve O'nun ilminde ve takdirlerinde bulunan, henüz ayak basmadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı. Tıpkı İran, Bizans ve kıyamet gününe kadar fethedilecek olan yerler ve mülkler gibi. Bu mesajda, söz konusu yerlerin Müslümanlara kalması, mirasın vârislere kalmasına benzetilmiştir. Halbuki onlarla Müslümanlar arasında bir akrabalık, din birliği ve yakınlık yoktur. Allah onları Müslümanlar vasıtasıyla helak etmiş, mülklerini ve mallarını onlara ganimet kılmış ve o mallar, vârise kalan mal gibi kendilerine kalmıştır. Allah'ın her şeye gücü yeter. Gerçekten siz, teslim aldığınız yerin size miras olarak verilmesiyle ilgili Allah'ın takdirlerinin bir kısmını gördünüz. Sonrasını buna göre mukayese ediniz. Rivayet edilmiştir ki, Hazret-i Peygamber, Hendek savaşından döndüğü zaman öğle vakti idi. Öğle namazını kılarak Zeyneb'in evine girdi. Zeyneb, Hazret-i Peygamber'in mübarek başındaki yarığı yıkadı. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm) atı üzerinde ve başında siyah sarığı ile gelerek şöyle dedi: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Silâhını bıraktın mı?" Rasûlüllah: ”Evel" dedi. Cebrail: ”Düşman sana karşı harekete geçtiğinden beri Allah'ın melekleri silâhlarını bırakmadılar. Allah sana, Kurayza oğullarının üzerine yürümeni emrediyor. Ben de benimle birlikte olan meleklerle onlara yöneliyorum. Hem kendilerini, hem de kalelerini sarsacağım." Bu durum karşısında Rasûlüllah Bilâl’e, savaşabilecek insanlara ikindi namazını Kurayza oğulları yurdunda kılmaları gerektiğini duyurmasını emretti. Hazret-i Peygamber zırhını giydi ve miğferini taktı. Mübarek eline bir mızrak aldı ve kılıcını kuşanarak atına bindi. Etrafında ise silâhlı üç yüz kadar insan vardı. İbn Umm-i Mektüm'u da Medine'ye vekil bıraktı. Sancağı ise Hazret-i Ali'ye verdi. Bu sancak Hendek'te bulunduğu yerden henüz alınmamıştı. Rasûlüllah, Hazret-i Ali'yi ashab-ı kiramdan bir kısmı ile birlikte önden gönderdi. Kendisi de, Necear oğullarından silâhlı bir gruba uğrayarak onlara şöyle buyurdu: ”Size uğrayan oldu mu?" Bunun üzerine şöyle dediler: ”Evet, T Dihye el-Kelbi (radıyallahü anh) uğradı. Bize, silâhlanmamızı emrederek: 'Şu anda Rasûlüllah size geliyor.' dedi. Hazret-i Peygamber de onlara: ”O Cebrail'di," buyurdular. Hazret-i Ali, söz konusu kalelere yaklaşınca sancağı kale dibine dikti. Bu esnada Kurayza oğullarının, gerek Hazret-i Peygamber ve gerekse hanımları hakkında kötü sözler söylediklerini duydu. Müslümanlar ise susmayı tercih ederek, ”Aramızda savaş görülüyor" dediler. Öte yandan Hazret-i Ali, Rasûlüllah'nün gelmekte olduğunu görünce Katade el-Ensariye, sancağa sahip çıkmasını emrederek Hazret-i Peygamber'e yöneldi ve ona şöyle dedi: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Şu kötü kişilere yaklaşman doğru değil." Hazret-i Peygamber: ”Her halde onlardan benimle ilgili kötü bir şey duydun," buyurdu. Hazret-i Ali: ”Evet." deyince, Hazret-i Peygamber: ”Beni görselerdi hiçbir şey demezlerdi," buyurdu. Rasûlüllah kalelerine yaklaşınca şöyle buyurdular: ”Ey maymun ve domuzların kardeşleri! (Nitekim Davûd (aleyhisselâm) zamanında Yahudilerin gençleri maymun, yaşlıları da domuz suretine büründürülmüşlerdir.) Allah sizi rezil etmiş ve size azabını indirmiştir. Bana küfür mü ediyorsunuz?" Bunun üzerine yemin etmeye ve ”Böyle bir şey söylemedik" demeye başladılar ve: ”Ey Kasım'ın babası! Sen kötü birisi değilsin," dediler. Ashab-ı kiramdan bir topluluk, Hazret-i Peygamber'in, ”Hiç kimse ikindi namazını Kurayza oğulları yurdunun dışında kılmasın" sözüne uyarak ikindi namazını yolda vakti olunca durup kılmamışlar, yatsı namazının vaktinden sonraya bırakmışlar ve Kureyza oğullarının yurdunda kılmışlardır. Diğer bir kısmı ise, ”Kılalım; çünkü Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem) bizden, namazı terketmeyi ve onu vaktinden sonraya bırakmayı talep etmemiş, bizi sadece hızlı hareket etmeye teşvik etmiştir" diyerek, bulundukları yerde ikindi namazını eda ederek yürümüşlerdir. Öte yandan, Hazret-i Peygamber'in talimatını yorumsuz kabul edip namazlarını geciktirenleri bu hareketlerinden dolayı ne Allahü teâlâ Kur'ân-ı Kerim'de kınamış, ne de Rasûlüllah azarlamıştır. İki gruptan her biri farklı yorum yapmış ve tercih ettiği görüşten dolayı mükâfat haketıniştir. Bu durum gösteriyor ki, müctehidlerden fıkhı meselelerde farklı görüş ortaya koyan, görüşünde isabet etmiş sayılır. 28Durumu yüce olan ve Rahman olan Allah'tan haber getiren Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: Bu emir, onların serbest bırakılmaları konusunda kesinlik ifade etmektedir. Serbest bırakma işi zaten Rasûlüllah'nün hasletlerinden biriydi. Bu ilâhî mesajın geldiği dönemde Hazret-i Peygamber'in eşlerinin sayısı dokuzdur. Beşi Kureyşli ki, bunlar, Ebu Bekir'in kızı Âişe, Ömer'in kızı Hafsa, Ebu Sufyanin kızı Ümmü Habîbe, Ümmü Seleme ve Şevde el-Âmiriyye'dir. Dördü de Kureyş'in dışındandı. Bunlar ise Cahş'ın kızı Zeynep, Haris'in kızı Meymune, Huyey b. Ahtab'ın kızı Safiyye ve Haris'in kızı Cevriye'dir. 'Eğer dünya hayatını refahını, zevkini ve süsünü istiyorsanız, size sunulana icabet edin; isteğiniz ve tercihiniz doğrultusunda iki hasletten birine yönelin; gelin size mehrin dışında bağışta bulunayım da sizi güzellikle zarar vermeden ve bidate kaçmadan salıvereyim. Âyet-i Kerime’de, bağışta bulunmanın salıvermekten önce dile getirilmesi, cömertliğin ifadesidir. Aynı zamanda bu mesajla, söz konusu peygamber hanımlarının mazeretleri, işin başında ortadan kaldırılmıştır. 29Eğer Allah'ı, Peygamber'ini yani Allah’ın rasûlüni, onunla birlikte olmayı, hoşnutluğunu -burada Allah'ın zikredilmesi, Hazret-i Peygamber'in O'nun katındaki yüceliğini ortaya koymak içindir.- Ve âhiret yurdunu, dünyanın ve dünyada bulunan her şeyin, yanında hiçbir değer ifade etmeyen âhiret nimetlerini diliyorsanız bilin ki, Allah, içinizden güzel davrananlar için güzel davranmalarına karşılık, iç yüzü ve kapsamı bilinmeyen büyük bir mükâfat hazırlamıştır.' Âyetteki ”min" lâfzı beyan için gelmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber'in eşlerinin hepsi güzel davranan ve dünyadaki kadınların en üstün olanlarıdır. Allahü teâlâ bu ifadesiyle onların, kendi rızaları yerine Allah ve Rasûlünün rızasını tercih etmelerindeki güzel davranışlarını bildirmiştir. Bu âyet indiği zaman Hazret-i Peygamber, işe ilk olarak Hazret-i Âişe'den başlamıştı. Hazret-i Âişe'ye olan muhabbeti daha çoktu. Ona bu âyeti okuması ve söz konusu durumdan kendisini haberdar etmesi üzerine Allah'ı ve Peygamberini tercih etmiştir. Rivayet edilmiştir ki, Hazret-i Peygamber Hazret-i Âişe (radıyallahü anh)'ye şöyle demiştir: ”Şüphesiz sana bir emir hatırlatıyor ve arzu ediyorum ki, anne ve babana danışmadan bu konuda acele etmezsin." Şurası bir gerçek ki, Rasûlüllah, Hazret-i Âişe'ye anne ve babasının kendisinden ayrılmasını emretmeyeceklerini biliyordu. Bunun üzerine Hazret-i Âişe: ”Ey Allah’ın rasûlü! Nedir o emir?" deyince Hazret-i Peygamber ona bu âyeti okudu. Hazret-i Âişe: ”Anne ve babama bu konuda mı danışacağım? Hayır. Ben Allah'ı, Peygamberini ve âhiret yurdunu tercih ediyorum," dedi. Ardından diğer hanımlar da Hazret-i Âişenin tercihi doğrultusunda tercihlerini kullanmışlardır. Hazret-i Peygamber eşlerinin kendisini ve ebedî nimeti, geçici olana tercih ettiklerinden Allah onlara lütufda bulunmuş ve Hazret-i Peygambere başka biriyle evlenmesini haram kılarak daha sonra kaydedileceği şekilde şöyle buyurmuştur: ”Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, bunları başka hanımlarla değiştirmen sana helâl değildir. ” (Ahzâb: 52) 30Ey Peygamber hanımları! Sözün onlara yöneltilmesi, kendilerine nasihate önem verildiğini belirtmek içindir. Onlara, gerek burada ve gerekse daha sonraki mesajlarda bu şekilde seslenilmesi, Hazret-i Peygamberle olan irtibatlarından kaynaklanmaktadır. Çünkü bu âyetlerin odak noktasını, Peygamber hanımlarıyla ilgili gelen hükümler oluşturmaktadır. Sizden kim açık bir hayasızlık çirkinlikte had safhaya ulaşan açık bir kötülük yaparsa, ki, bu büyük bir günahtır. Dendi ki, bu ifade Allahü teâlâ'nın şu sözü gibidir: ”Yemin olun ki, Allah'a ortak koşarsan, işlerin mutlaka boşa gider." (Zümer: 65) Çünkü Peygamber'in eşlerinden bir hayasızlık, açık bir kötülük yapan yoktur. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Âyette kastedilen, baş kaldırmak ve kötü ahlâktır."“Fahişe": Çok çirkin söz ve hareket demektir. Buna göre İbn Abbas'ın bu tefsirinin anlamı şu olabilir. Peygamber hanımlarının şerefinden ve şahsiyetlerinin yüceliğinden ötürü onlardan meydana gelen ufak bir hata, özellikle Hazret-i Peygamber'in sıkıntı duymasına sebep olunca onlara nisbetle hayasızlık sayılır. Bu sebeple Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: Onun azabı iki katma çıkarılır. Yani başkalarının azabının iki katı kadar azaba maruz bırakılırlar. Bu, azabı iki kal vermek Allah'a göre kolaydır. Onların Peygamber hanımları olmaları, Allah'ın ceza vermesine engel teşkil etmez. Aksine Hazret-i Peygamber'in hakkını korumak için O'nu bu işe davet eder. "Şayet, Hazret-i Peygamber'in hanımlarına iki kat azap edilmesinin sebebi nedir?" denirse bunun cevabı şudur: ”Allah'ın onlara olan türlü nimetleri, diğerlerine oranla, daha çoktur. Her şeyden önce melekler inmek suretiyle odalanuda defalarca vahiy gelmiştir. Şüphesiz emre muhalefet etmeleri yüzünden cezalandırılmaları da en büyük ve en önemli bir hadisedir. Bu sebeple şöyle denmiştir: ”Bilerek Allahü teâlâ'ya karşı gelen kişinin cezası, bilmeyerek O'na karşı gelen kişinin cezasından daha fazladır. Hür olan birinin had cezası, köle olanın cezasından daha büyüktür. Yine bu hakikatten dolayı evli kimseye uygulanan hâd cezası bekâr olana nisbetle daha büyüktür." Özetle, günahı işleyen kişinin büyüklüğüne oranla günah büyür. Günahın artışı ise, günahı işleyen kişinin şerefinin ve nimetin artışına bağlıdır. Buna göre, Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem)'in tertemiz hanımları ve mü'minlerin anneleri dünyadaki hanımların en şereflileri olunca, bir günah işledikleri varsayılırsa bu günah, daha kötü, dolayısıyla daha kötü olan bir şeyin cezası da elbette daha şiddetli ve daha katmerli olur. 31Sizden kim, Allah'a ve Rasûlü'ne boyun eğer itaate devam eder ve yararlı iş yaparsa biri itaat ve takvadan, diğeri de kanaat ve iyi davranışla Rasûlüllah'nün hoşnutluğunu istemekten olmak üzere ona mükâfatını iki kat veririz. Ayrıca Biz ona bu iki kat mükâfatına ilâveten cennette güzel ve hoşnut olunacak bir rızık hazırladık. Kendi sahasında güzel ve değerli olan her şeye ”kerim" denir. Bu âyette, güzel rızkın gerçekte cennet nimetleri olduğuna işaret edilmektedir. 32Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Yani siz, Hazret-i Peygamberle birlikte olmanız sebebiyle üstünlük ve şeref açısından kadınlar topluluğundan herhangi bir topluluk gibi değilsiniz. Eğer Allah'ın hükmüne ve Peygamber'in hoşnutluğuna ters davranmaktan sakınıyorsanız -ki, bu ifade, onların hayırlı olmalarının bir şartı ve onların üstünlüklerinin sadece Rasûlüllah ile olan ilgilerinden dolayı değil, ancak takva ile olduğunun bir açıklaması olabilir.- Sözü yabancı erkeklerle konuşma anında yumuşak söylemeyin, yani erkeklere ümit veren kadınların sözü gibi edalı, yumuşak sözle cevap vermeyin ki, kalbinde hastalık, kötülük etme arzusu bulunan kimse kötü ümide kapılmasın. Buna göre kadının, yabancı erkeklerle konuştuğu zaman hoş sohbete koyulup tatlı söz söylemesi caiz değildir. Çünkü bu davranış, şehvet arzusunu kamçılar ve kötü ümide kapılmaya sebep olur. Bu sebeple töhmetten ve ümit vermekten uzak ciddi ve münasip sözler söyleyin. Kadın gibi davranan kişinin yaptığı gibi, çalımlı ve edalı değil. Hastalık maddî felâketin sebeplerinden biri olduğu gibi zina da manevi felâketin sebeplerinden biridir. Zinaya götüren sebep ise, yumuşak davranmak ve teslimiyettir. 33Ey Peygamber hanımları! Evlerinizde oturun, -ki, bu hitap, her ne kadar Hazret-i Peygamber'in eşlerine yönelik ise de diğer hanımları da kapsamaktadır.- Kadınların ilk cahiliyede olduğu gibi, açılıp saçıldığı gibi açılıp saçılmayın. ”Teberruc": Süs ve güzellikleri, yani süslerin bulunduğu güzel yerleri erkeklere göstermektir. Bazıları ise âyete, ”çalımlı yürümeyin" diye mana vermişlerdir. Denmiştir ki, ilk cahiliye döneminde yapılanları âhir zamanda yapan toplum, son cahiliye döneminin temsilcisidir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Cehennemliklerden iki sınıf insanı henüz görmedim. -Hazret-i Peygamber burada kendi dönemini kastetmektedir. Çünkü onun dönemi berraktır. Bu iki sınıf insan ise daha sonra ortaya çıkmıştır.- Kendilerinde sığır kuyruğu gibi kamçılar bulunup onlarla insanları döven bir zümre! Bir diğeri de, giyinmiş çıplak, erkeklere meyleden ve dikkatleri üzerinde toplayan, başlan Horasan develerinin eğilmiş hörgüçleri gibi birtakım kadınlar! O kadınlar cennete giremiyecekleri gibi kokusunu da alamayacaklardır. Halbuki cennetin kokusu beş yüz yıllık mesafeden alınabilir. ” Bedenî itaatin aslı olan namazı kılın, malınız varsa, malî ibadetlerin en üstünü olan zekâtı verin, diğer emir ve yasaklar konusunda da Allah ve Rasûlü'ne itaat edin. Ey Ehl-i Bey t! Ehl-i Bey t'ten maksat, ister erkek ve isterse kadın olsun, peygamberliğe sahne olan evde bulunan ve kayıtsız şartsız Hazret-i Peygamber'in ailesi içinde yer alan kimselerdir! Bir diğer ifade ile Ehl-i Beyt ile Haşim oğullarından olup Hazret-i Peygamber'in ailesi içinde olduğu bilinen ev halkı kastedilmektedir. Şüphesiz Allah sizden kusuru, kendinizi lekeleyen günahı gidermek ve sizi günahların lekesinden tertemiz yapmak istiyor. Âyet-i Kerime’de, söz konusu hanımlara yönelik emir ve yasaklamanın sebebi dile getirilmektedir. Bu sebeple, ”Sizden" derken o hanımlarla birlikte başkalarını da bu hitabın kapsamı içine alarak hükmü genelleştirmiş, ”Ehl-i Beyt" ifadesiyle de hedefleneni açıklamıştır. Öte yandan, gördüğün gibi bu âyet-i kerime, Peygamber hanımlarının Ehl-i Beyt'ten olduklarına dair apaçık bir delildir. Yine bu âyet, şia mezhebinin Ehl-i Beyt'i Fatıma, Ali ve onların iki oğlu Hasan ve Hüseyin'le (Allah onlardan razı olsun) sınırlamaları konusundaki düşüncelerinin bâtıl olduğuna hükmetmektedir. Hazret-i Peygamber üzerinde, siyah sırmalı bir örtü olduğu halde bir sabah erken çıkmış ve bir yerde oturmuş. Falıma gelmiş, onu o örtünün altına almış; sonra Ali gelmiş, onu almış, daha sonra Hasan ve Hüseyin gelmiş, onları da onun altına almış; ve ardından: ”Ey ehl-i Beyt! Şüphesiz Allah, sizden kusuru gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor. ” (Ahzâb: 33) mealindeki âyeti okumuştur. Şia mezhebine mensup olanların Ehl-i Beyt konusundaki görüşlerinde bu olaya dayanmalarına gelince, söz konusu hadise, orada isimleri geçenlerin Ehl-i Beyt'ten olduklarına delil olduğu farzedilse, âyete muhalif olması yüzünden bu delil dikkate alınmaz. 34Evlerinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti yani mucize olan ifadesiyle peygamberliğin doğruluğunu tescil eden Allah'ın açık âyetlerini ve çeşitli ilimlerle dinî hükümleri içeren hikmeti kendisinde toplayan Kur'an'ı hatırlayın. İnsanlara öğüt ve nasihat yoluyla hatırlatın. "Hikmet"m inanası Lokman Sûresinde geçmiştir. Katâde, âyet-i kerime’de geçen âyetleri, Kur'an âyetlerine; hikmeti de hadis-i şerife yorumlamıştır. Hadis sırf hikmetten ibarettir. Bu mesajla Peygamber hanımları, sorumluluklarını yerine getirmeye ve evlerinde Kur'an okumaya teşvik edilerek peygamberliğe sahne olan evin ve vahyin indiği yerin halkından olmaları yüzünden kendilerine lütfedilen nimetler hatırlatılmaktadır. Yine onlar, bununla Kur'an'ı ve ilâhî mesajları, şeriatın sınırlarını iyi kavramak için ezberlemeye ve onları tekrarlamaya teşvik edilmişlerdir. Hitap, her ne kadar peygamber hanımlarına ait ise de başka hanımlar da bu ifadenin kapsamı içine girmektedir. Çünkü şeriat, Kur'an ve sünnete dayanmaktadır. Allah'ın koyduğu sınırlara O'nun farzlarına, emir ve yasaklarına dikkat etmek yine Kur'an ve sünnet sayesinde olurken, mü in in in dünya ve âhiret mutluluğuna ermesi de bu iki esasa bağlı olmakla mümkündür. Şüphesiz Allah, bütün yaratıklarına çok lütuf ve iyilik edendir, her şeyden haberdar olandır. O, biliyor ve dinde uygun olan şeyleri plânlıyor. Bu sebeple emir buyurmuş ve bir takım yasaklamalar getirmiştir. Rivayet edildiğine göre bir adam, Zeynelâbidin (radıyallahü anh)'in aleyhinde konuşmuş ve ona iftira etmiştir. Bunun üzerine Zeynelâbidin o adama: ”Şayet ben, senin söylediğin gibi isem Allah'tan mağfiret dilerim. Yok eğer dediğin gibi değilsem Allah'tan senin için mağfiret dilerim," demiştir. Bu durum karşısında adam kalkarak Zeynelâbidin'in başından öpmüş ve ona şöyle demiştir: ”Sana canını feda olsun. Sen, söylediğim gibi değilsin. Bu sebeple benim için af dile." Zeynelâbidin de: ”Allah seni affetsin" demiştir. Buna karşılık adam: ”...Allah, elçilik (görevini) kime vereceğini daha iyi bilir..." (En am: 124) âyetini okumuştur. Yine Zeynelâbidin bir gün camiden çıkmış, bir adam da karşısına çıkarak ona hakarette bulunmuştur. Bunun üzerine herkes adamın üzerine çullanmış, Zeynelâbidin ise onlara: ”Bırakın adamı" diyerek yanına gitmiş ve kendisine şöyle demiştir: ”Allah'a yemin olsun ki, durumumuzla ilgili bir şey gizlemedim. Bir ihtiyacınız var mı? Yardım edelim." Bu ilgiden dolayı adam utanmış, Zeynelâbidin de, üzerinde bulunan nakışlı elbiseyi ona vererek bin dirhem kadar para verilmesini de emretmiştir. Bunun ardından adam, ”tanıklık ederim ki, sen, Hazret-i Peygamber'in çocuklarına mensup birisin" demiştir. 35Allah'ın emrine uyan Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, rivayet edilmiştir ki, Hazret-i Peygamber'in hanımları hakkında yukarıda geçen âyetler indiği zaman müminlerin hanımları şöyle demişlerdir: ”Bizimle ilgili ne inmiştir? Eğer bizde bir hayır olsaydı Allahü teâlâ bizden de bahsederdi." Bunun üzerine bu âyet-i kerime inmiştir. Manası şöyledir: ”İslâm'a girenler, Allah'ın hükmüne boyun eğenler, işte onlar, -erkek olsun, kadın olsun-İslâmin emirlerine bağlı olanlar ve onun ahlâk anlayışı ile ahlâklanan kimselerdir." Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, her iki gruptan doğrulanması gerekeni doğrulayanlar itaate devam eden erkekler ve itaate devam eden kadınlar, niyet, söz ve hareketlerinde doğru erkekler ve doğru kadınlar, günahlardan uzak durarak itaat için sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, kalpleri ve diğer organlarıyla Allah'a saygılı olan mütevazi erkekler ve mütevazi kadınlar, zekât, sadaka veren erkekler ve zekât, sadaka veren kadınlar, farz olsun, nafile olsun oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını haramdan koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, kalpleri ve dilleriyle Allah'ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar... İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ buradaki zikirle, namazların ardından, sabah-akşam ve yatakta yapılan zikri kastetmektedir." İnsan, uykudan kalktığı ve sabah-akşam evinden çıktığı zaman Allah'ı zikreder. Aynı zamanda, faydalı ilimle, Kur'an okumakla ve duâ ile meşgul olmak, bu zikirden sayılır. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Kim, uykudan uyanıp hanımım da uyandırır ve ikisi birlikte iki rekât namaz kılarlarsa, Allah 'ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar sınıfına kaydedilirler." Mücahid'in de şöyle dediği nakledilmiştir: ”Kul, ayakta, oturarak ve yatarak Allah'ı zikretmedikçe Allah'ı çok zikreden kişilerden olamaz." İşte Allah, itaatte bulunmaları sebebiyle bunlar yani zikredilen on özelliği taşıyanların işledikleri küçük günahları için -ki, bu günahlar, yapmış oldukları iyi amellerden dolayı bağışlanmıştır.- Bir mağfiret ve itaatlerine karşılık büyük bir mükâfat hazırlamıştır. O da cennettir. 36Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, yani Rasûlüllah hüküm ve karar verdiğinde -ki, burada Allah'ın zikredilmesiyle, Hazret-i Peygamber'in durumunun yüceltilmesi ve onun bir işe hüküm vermesinin, aynı zamanda Allah'ın hüküm vermesi demek olduğunun bildirilmesi amaçlanmıştır. Nitekim, Hazret-i peygambere itaat etmek, Allahü teâlâ'ya itaat etmek demektir.- İnanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Aksine kendi düşünce ve tercihlerini, Rasûlüllah'nün düşünce ve tercihine tabi kılmaları gerekir. Rivayet edilmiştir ki, Hazret-i Peygamber, halası ve Abdülmüttalib'in kızı Ümeyme'nin kızı Zeyneb binti Calış'ı, evlâtlığı Zeyd b. Haris'e istemişti. Zeynep, beyaz tenli ve güzeldi. Zeyd ise siyah olduğundan Zeyneb onu istememiş ve Hazret-i Peygambere şöyle demiştir: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Ben senin halanın kızıyım ve Kureyş'in en ileri gelenlerine mensubum. Bu sebeple onu kendime reva göremiyorum." Aynı şekilde Zeyneb'in kardeşi Abdullah b. Cahş da bu işe razı olmamıştı. Bunun üzerine bu âyet inmiştir. Her kim Allah ve Rasûlü'ne herhangi bir hususta karşı gelir ve kendi görüşüyle hareket eder se şüphesiz apaçık bir şekilde hak yoldan sapmış ve dosdoğru yoldan ayrılmış olur. 37Ey Rasûlüm Muhammed! Hani sen, Allah'ın, nimetlerin en yücesi olan islâm'a, Hazret-i Peygamber'e hizmet etmek ve onunla birlikte olmaya muvaffak kılmak suretiyle nimet verdiği, senin de kendisine güzel terbiye ile, azad etmek ve evlât edinmekle - ki, sözü edilen kişi. Hazret-i Peygamber'in azatlısı Zeyd b. Harise (radıyallahü anh)'dir. Kölelerden ilk olarak Müslüman olan odur. Rasûlüllah hem onu, hem de oğlu Üsame'yi seviyordu.- İkramda bulunduğun kimseye: 'Eşini yanında tut, onun durumu hakkında Allah'tan kork' ve onu, kendisine zarar vermek için boşama! diyordun. Yani bu sözü söylediğin anı hatırla! Rivayet edildiğine göre bir önceki âyet indiği zaman Zeyneb ve kardeşi Abdullah, ”Ey Allah'ın Rasûlü! Biz, Zeyd'in bu evliliğine razıyız" demişlerdir. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber Zeyneb'i Zeyd'e nikahlayarak mehrini vermiştir. Zeyd, bir süre sonra Hazret-i Peygamber'e gelerek ona şöyle demiştir: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Ben ondan ayrılmak istiyorum." Hazret-i Peygamber de ona: ”Ondan bir kötülük mü gördün?" deyince Zeyd: ”Allah'a yemin oksun ki, hayır. Ondan sadece iyilik gördüm. Fakat şerefinden dolayı bana büyüklük taslıyor ve sözleriyle beni üzüyor" demiştir. Allah'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan onların seni kınayıp ayıplamasından çekinerek içinde gizliyordun. Halbuki yani Zeyneb'in senin hanımın olacağını sana bildirdiğimi biliyor ve bu durumu gönlünde gizliyorsun. Allah ise, sana olan vaadini gerçekleştirmek ve: ”...Biz onu sana nikahladık..." (Ahzâb: 37) buyruğu ile onun, senin eşin olduğunu ortaya koymak istiyor. Burada her ne kadar korkulacak bir durum söz konusu ise de kendisinden asıl korkmana lâyık olan Allah'tır. Böylece Rasûlüllah, Zeyneb'in kendi eşi olacağına dair Allah'ın bildirdiği şeyi gizlemeye kalkışmasından ötürü yasaklanmıştır. Hazret-i Âişe şöyle demiştir: ”Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem) vahiyden bir şey gizleseydi bu âyeti gizlerdi. Rasûlüllahne bu âyetten daha ağır gelen bir âyet inmemiştir." Âyet-i Kerime'de, Hakkın yanında olmaya dikkat etmenin, halkın yanında olmaya dikkat etmekten çok daha doğru olduğuna işaret edilmektedir. Şüphesiz Allahü teâlâ'nın Hazret-i Peygamberle ilgili bu durumu açığa vurmasında pek çok hikmetler vardı. Her şeyden önce Hakkın yanında olmaya dikkat etmenin en büyük yararı, söz konusu olaydan dolayı bazı zayıf kişilerin sapmamasıdır. Buna göre Hazret-i Peygamber'e, birinde Hak tarafını ve diğerinde halk tarafını gözetmenin söz konusu olduğu iki husus arzedikliği zaman, onun Hak tarafını gözetmeyi halk tarafına tercih etmesi gerekir. Çünkü Allahü teâlâ'nın hükümlerinden birinin icra edilmesinde ve emirlerinden birinin tebliğ edilmesinde pek çok hikmetler vardır. Nitekim yüce Mevlâ, söz konusu olayla ilgili şöyle buyurmuştur: ”... Müminlere bir güçlük ve sorumluluk olmasın." (Ahzâb: 37) Zeyd, eşi Zeyneb ile ilişkisini kesince yani Zeyd'in, eşine olan arzusu kalmayarak, ona olan ilgisi azalıp onu boşayınea ve iddeti (beklemesi gereken süre) sona erince Biz onu sana nikahladık ki, bu ifadeden maksat, Hazret-i Peygamber'in Zeyneb'le evlenmesinin emredilmesidir. Ya da Allah Zeyneb'i herhangi bir nikâh akdi olmadan Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem)'in eşi kılmıştır. Enes (radıyallahü anh)'in rivayet ettiği husus da bu ifadeyi kuvvetlendirmektedir. Nitekim Zeyneb, Hazret-i Peygamber'in diğer eşlerine karşı övünerek şöyle diyordu: ”Sizi velileriniz evlendirmiş, beni ise Allah yedi göğün üstünden evlendirmiştir." Bu da Peygamber'e ait özelliklerden biridir. Rivayet edildiğine göre Zeyneb, iddetini doldurunca Hazret-i Peygamber Zeyd'e: ”Kendim için senden daha güvenli birini bulamıyorum. Zeyneb'i benim için iste." Rasûlüllah'nün bu isteği üzerine Zeyd şöyle demiştir: ”Ben hemen yola koyularak Zeyneb'in yanına gittim. Baktım ki, o hamurunu mayalıyor. Ona: 'Zeyneb! Müjde sana! Rasûlüllah sana talip' dedim. ”Buna çok sevinen Zeyneb: Rabbime danışmadan bir şey yapamam diyerek kalkıp mescidine gitti. ”Biz onu sana nikahladık" (Ahzâb: 37) âyeti inmiş, Rasûlüllah (sallalahü aleyhi ve sellem) da onu nikahlamış ve karı-koca olmuşlardır. Hazret-i Peygamber, onun için verdiği ziyafeti hiçbir hanımı için vermemiştir. Bir koyun kesmiş ve insanlara, günün geç saatlerine kadar ekmekle et ikram etmiştir. Öte yandan, Zeyneb'in istenmesinde Zeyd'in elçi kılınması, kendisi için büyük bir sınav; imanının kuvvetine ve sağlamlığına apaçık bir delildir. Ki evlâtlıkları, hanımlarıyla ilişkilerini kestikleri, yani eşlerine olan arzulan kalmayıp onları boşadıkları ve iddetleri bittiği zaman onlarla evlenmek konusunda mü'minlere bir güçlük ve sıkıntı olmasın. Gerçekten onlar için Rasûlüllah'nde güzel bir örnek vardır. Hasan Basrî şöyle demiştir: ”Araplar, evlâtlığın eşinin haram oluşunu tıpkı öz oğlun eşinin haram oluşu gibi zannetmişlerdir. Halbuki Allahü teâlâ, evlâtlıkların hanımlarının onlarla karı koca hayatı yaşasalar bile kendilerini evlâtlık edinen kişiye haram olmadıklarını açıklamıştır. Öz oğlun durumu ise farklıdır. Çünkü öz evlâdın hanımı, nikâhın akdi ile babasına haram olur. Allah'ın buyruğu yani var etmek istediği şey, mutlaka yerine getirilir. Ona engel olmak mümkün değildir. Süheylî, Zeyd'in adının Kuranda geçmesinin hikmetini şöyle açıklamıştır: ”Yüce Allah'ın: 'Onları (evlât edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın'" (Ahzâb: 5) buyruğu indiği zaman ona, Zeyd b. Rasûlüm Muhammed değil de Zeyd b. Harise denmeye başlanmış, dolayısıyla Hazret-i Peygamber'e mensup olma şerefinden mahrum bırakılmıştır. Allahü teâlâ onun bu hoşnutsuzluğunu bildiğinden, ashab-ı kiram arasından sadece onun adını Kur'ân'da zikretmek suretiyle kendisini şereflendirmiş ve adı artık mihrablarda okunur olmuştur." 38Allah'ın Peygamber'e tıpkı Zeyneb'le evlenmesi gibi takdir ettiği şeylerde ona bir güçlük yoktur. Bu Allah'ın öteden beri, gelmiş geçmiş peygamber lere uyguladığı yasasıdır. Yani Allah, söz konusu güçlüğü gidermeyi, izlenen bir yol kılmış; gerek nikâh ve gerekse diğer hususlarda Peygamberlere geniş imkânlar tanımıştır. Hazret-i Davud'un yüz hanımı, üç yüz cariyesi vardı. Oğlu Hazret-i Süleyman'ın üç yüz hanımı, yedi yüz cariyesi vardı. Evlilik konusunda diğer peygamberler gibi Hazret-i Peygamber'e de büyük imkânlar verilmiştir. Allah'ın emri, şüphesiz gereği gibi yerine gelmesi kesinlik kazanmış bir hükümdür. 39O peygamberler ki, Allah'ın emirlerini duyururlar, Allah'la akıllı kullar arasında elçilik vazifesini yürütürler ve Allah'tan aldıkları haberi kula iletirler. Yaptıkları her şeyde Allah'tan korkarlar özellikle peygamberliği tebliğ konusunda O'ndan sakınırlar. Bu yüzden ilâhî mesajlardan bir harf bile eksiltmezler ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Yani peygamberler, bütün işlerin Allah'ın kaza ve kaderine bağlı olduğunu bildiklerinden yaratıklardan birinin, Allah'ın isteği ve dileği olmadan kendi başına onlara zarar verebileceğine ve eziyet edeceğine inanmazlar. Allah, amellerinden dolayı kullarını hesaba çeken olarak yeter. Bu sebeple kulun, Allah'ın kendisini hesaba çekmeden önce nefsini hesaba çekmesi; gerek evlilik konusunda, gerekse diğer konularda. Allah'ın hoşnutluğu ve hükmü doğrultusunda olduğunu bildiği zaman sadece Allah'tan korkması gerekir. 40Rasûlüm Muhammed b. Abdullah b. Abdulmüttalip b. Haşim, sizin erkeklerinizden hiçbirinin gerçek anlamda, neseb ve doğum itibariyle babası değildir. Ki, onunla ve o kişi arasında, baba ile oğul arasında bulunan evlilik vb. ile ilgili yasaklama söz konusu olsun. Öte yandan tercih edilen görüşe göre İslâm'da, Hazret-i Peygamber'in babasının ve dedesinin adını bilmek şart değildir. Aksine O'nun şerefli adım bilmek yeterlidir. Müfessirler şöyle demişlerdir: ”Hazret-i Peygamber, Zeyneb'in iddeti sona erdikten sonra onunla evlenince münafıkların dilleri uzamış ve şöyle demişlerdir: 'Nasıl olur da oğlunun hanımını kendine nikâhlar?' Nitekim, Arapların hükmüne göre bir çocuğu kendine evlât edinen kişinin nazarında o çocuk, verasette ve hanımı ile babasının evlenmesinin haram olması konusunda tıpkı öz oğlu gibiydi. Allahü teâlâ, bu hükmü değiştirmeyi dileyerek bu âyeti indirmiştir. Fakat o, Allah’ın rasûlü ki, her Peygamber, aynı zamanda ümmetinin babasıdır. Lâkin bu babalık, gerçek anlamda değil; ümmetine acıyan, öğüt veren, ebedî hayatlarına vasıla olan, kendisine saygı gösterilmesi ve itaat edilmesi gereken kimse anlamındadır. Zeyd b. Harise de, Hazret-i Peygamberle aralarında baba-oğul ilişkisi olmayan erkeklerinizden biridir. Evlât edinmenin, yakınlık göstermenin ve özel olarak ilgilenmenin dışında başka bir hükmü yoktur. Ve peygamberlerin sonuncusudur. İsa (aleyhisselâm)'nın Hazret-i Peygamberden sonra inmesi, onun peygamberlerin sonuncusu olmasına ters düşmez. Çünkü Hazret-i Peygamber'in peygamberlerin sonuncusu olmasının anlamı, kendisinden sonra hiç kimsenin peygamber olmamasıdır. Halbuki İsa (aleyhisselâm), ondan önce peygamber olanlardan biridir. İndiği zaman ise Rasûlüm Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem)'in şeriatına bağlı, tıpkı onun ümmetinden biri gibi, kıblesine yönelip namaz kılan bir kimliğe sahip olarak iner. Ona ne vahiy gelir, ne de hüküm verilir. Doğrusu O, Rasûlüllah'nün temsilcisi olur. Şayet sen, ”Rivayet edilmiştir ki, İsâ (aleyhisselâm) âhir zamanda indiği zaman haçı kıracak, domuzu öldürecek, kâfirlerden cizyeyi kaldıracak ve sadece İslâm'ı kabul edecek" dersen, cevap olarak şöyle derim: ”Bunlar, Rasûlüm Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem)'in şeriatına ait hükümlerdendir. Fakat onların İsa (aleyhisselâm)'nın zamanında ortaya çıkacağı tayin edilmiştir." Kısacası, Allahü teâlâ'nın: ”Peygamberlerin sonuncusudur" sözü, Hazret-i Peygamber açısından ziyadesiyle şefkati, ümmeti açısından ise saygıyı ifade etmektedir. Çünkü kendisinden sonra peygamber gelecek olan bir peygamber, nasihat ve açıklamaya dair bir şeyi unutabilir. Çünkü, unutulan hususun daha sonra telâfisi mümkündür. Fakat kendisinden sonra peygamberin gelmesi söz konusu olmayan peygamber, ümmetine karşı daha şefkatli ve her yönden onkıra daha iyi rehber olur. Allah her şeyi hakkıyla bilir. Dolayısıyla peygamberlerin sonuncusu olmaya lâyık olanı ve durumu için gerekeni bilir. Bu hususu Ondan başkası ise bilmez. İbn Kesir, bu âyetin tefsiri ile ilgili şöyle demiştir: ”Âyet, Hazret-i Peygamber'den sonra başka bir nebinin olmadığına dair bir delildir. Ondan sonra bir nebi olmadığına göre rasûl hiç olmaz. Çünkü risalet makamı, nübüvvet makamından daha özeldir. Nitekim her rasûl, aynı zamanda bir nebidir, ama her nebi, rasûl değildir. Bu konuda Allah Rasulü'nden gelen ve tevatür yoluyla nakledilen hadis-i şerifler vardır. Rasûlüm Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem)'in kullara gönderilmesi, Allah 'ın onlara olan rahmetinin bir eseridir. Yine onun, nebilerin ve peygamberlerin sonuncusu olarak şereflendirilmesi ve onun şahsında İslâm dinini tamamlaması bu rahmetin sonucudur. Gerek Allahü teâlâ Kitab'ında, gerekse Hazret-i Peygamber mütevatir hadislerde, kendisinden sonra hiçbir peygamberin olmadığını bildirmişlerdir. Ki insanlar, Hazret-i Peygamberden sonra peygamberlik iddiasında bulunan her kişinin, olağanüstü şeyler gösterse, göz boyasa, çeşitli sihir ve tılsımlar gösterse bile pek yalancı, uydurukçu, deccal, sapık ve saptırıcı olduğunu bilsinler. 41Ey iman edenler! Her zaman; gece-gündiiz, her yerde; karada, denizde, ovada, dağda ve her halükârda; hazarda, seferde, sıhhat ve hastalık durumunda, gizli ve açıkta, ayakta ve otururken Allah'ı lâyık olduğu tehlil, tesbih, tekbir vb. ile çok zikredin. "Zikir": Bir şeyi zihinden geçirmek ya da dille ifade etmektir. Bu unutmaktan dolayı olan bir hatırlamadır ki, avamın durumu böyledir. Yahut zikir; sürekli zihninde olmak ve bellemektir. Bu hal, has kullara aittir. Nitekim o kullar için unutma, asla söz konusu değildir. Gerçekten onlar, kendilerini daima zikrettikleri varlığın, yani Allah'ın yanında hissederler. 42Ve O'nu sabah akşam tesbih edin. O'nu, kendisine lâyık olmayan şeylerden tenzih edin. Buradaki buyruktan maksat şudur: Her zaman ve özellikle diğer vakitlere tercih edilen söz konusu iki vakitte O'nu tesbih edin. Hazret-i Peygamber'in aşağıdaki hadisinden anlaşılacağı üzere bu iki vakitte melekler hazır bulunur: ”Aranızda bazı melekler geceleyin, bazı melekler de gündüzleyin bulunur." Allahü teâlâ, sabah namazının vaktinin girişi ile güneşin doğuşu arasındaki sürede rızıkları taksim eder, bereket indirir ve duaları kabul eder. Bu sebeple o mübarek saatler zarfında gafleti terketınek gerekir. Hadis-i Şerifte Şöyle buyrulmuştur: ”Kim, sabah namazını cemaatle kılar, sonra oturup güneş doğuncaya kadar Allahü teâlâ'yı zikreder daha sonra iki rekât namaz kılarsa onun, tamı tamına bir hac ve bir umrenin ecri kadar ecri olur."m Bu itibarla olgun ve üstün müminler, sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar zikir için bir araya gelmeyi âdet haline getirirler. Hakikaten bu vakitte yapılan zikrin gönü le büyük etkisi vardır. Hatta bu zikir, Kur'an okumaktan daha iyidir. Nitekim; ”Şerhu'l-Mesâbîh" isimli kitapta kaydedildiği gibi Rasûlüllah'nün, ”sonra oturup Allah'ı zikrederse..." sözü bu hususu pekiştirmektedir. 43Sizi karanlıklardan aydınlığaki, zulmet (karanlık), nurun (aydınlığın) karşıtıdır. Zulmetle; cehalet, şirk, günah vb. ifade edilmektedir. Yani sizi cehalet, şirk, günah, şüphe ve sapıklık karanlıklarından ilim, tevhid, itaat ve kesin iman aydınlığına çıkarmak için rahmet eden, bağışlayan ve temize çıkaran O'dur ve size istiğfar eden de, niyazda bulunan da O'nun melekleridir. Âyetteki ”salât" (yusalli) kelimesinden, rahmet ve istiğfarı kapsayan mecazî anlam kastedilmiştir. ”Salât", mü'minler için hayırlı olan ve kendilerine yararı olan şeyleri istemek demektir. Süddî'nin şöyle dediği nakledilmiştir: ”İsrail oğulları Mûsa (aleyhisselâm)'ya şöyle bir soru sormuşlardır: 'Rabbimiz salâtda bulunur mu?' Bu söz Mûsa (aleyhisselâm)'ya ağır gelmiş; Allahü teâlâ da ona: 'Benim salâtla bulunduğumu onlara söyle. Çünkü Benim salât im, öfkemi teskin eden rahmetim demektir' diye vahyetmiştir." Öte yandan, Ebu Bekir b. Tan ir şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ'nın kulunu iman nuruyla süslemesi, başarılı kılması, doğruluk tacı ile yönlendirmesi, gönlünden saptırıcı arzuları, bâtıl istekleri gidermesi ve takdir edilen şeylerle hoşnut etmesi, O'nun rahmetinin bir sonucudur." Âyet-i Kerime’de Allah: ”Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için" yerine ”sizi, Allah ve meleklerin karanlıklardan aydınlığa çıkarması için" buyurmamış, böylece meleklerin, insanları karanlıktan aydınlığa çıkarmalarını başa kakmamaları, ayrıca onların bu işe güçleri yetmediği ve sadece Allah'ın gerçek anlamda hidayete erdiren olduğu amaçlanmıştır. Allah, mü'minlere karşı çok merhametlidir. O, ezelde Allah'a yakın olan melekleri yaratmadan önce de onlara merhametliydi. Bu sebeple müminlerin iyiliği için gerekeni yapmıştır. Allahü teâlâ, dünyada itaat vb. ye yönlendirmekte kullarına yönelik ilgisini açıkladıktan sonra âhiretteki ilgisini açıklayarak şöyle buyurmuştur: 44Kendisine ölüm anında veya kabirlerden dirilme, ya da cennete girme anında kavuştukları gün onlara yapılacak dirlik temennileri, 'Selâm' demek olacaktır. Allah'tan selâm, mü'minlere değer vermek, meleklerden ise cenneti müjdelemektir. Yahut da selâm: Allahü teâlâ'nın, ”... Melekler de her kapıdan onların yanına varacaklar; 'Sabrettiğinize karşılık size selâm olsun! diyeceklerdir." (Ra'd: 23,24) âyetlerinde olduğu gibi, mü'minlere iltifat etmek, ya da hoşa gitmeyen bütün şeylerden, afet ve sıkıntıdan kurtuluşlarını bildirmektir. "Tahiyye": ”Hayyâ ke'l-lâh (Allah sana ömür versin)" demek suretiyle yaşama dileğinde bulunmaktır. Daha sonra, gerek dünya, gerekse âhiret hayatına vesile olması dolayısıyla her duâ ”tahiyye" (yaşama dileği) olarak kabul edilmiştir. Allah onlara çok değerli güzel ve devamlı olan mükâfat yani cennet nimetleri hazırlamıştır. Bu ifade, Allahü teâlâ'nın inananlara, cennete girmelerinden sonraki engin rahmetinin izlerini ortaya koymaktadır. Yine bu âyet, Allah'ın bu ümmete olan en büyük nimetlerinden biri ve onların diğer ümmetlerden daha üstün olacaklarım gösteren pek güzel bir delildir. 45Ey Peygamber! Bu sesleniş, değer ve saygının ifadesidir. Çünkü şerefli olana, şerefli bir lâkapla seslenilir. Biz seni hakikaten bir şahid, iman ve itaat edenlere cenneti müjdeleyen bir müjdeci ve kâfirlerle günahkârları cehennemle uyaran bir uyarıcı olarak gönderdik. ”Şehadet" (şahidlik): Gözün, ya da kalp gözünün müşahadesiyle elde edilen bilgiye dayanarak söylenen sözdür. Buna göre anlam şöyle olmaktadır: ”Şüphesiz Biz seni büyüklüğümüz sayesinde kıyamet günü ümmetin için, hüküm vermede âdil şahidin sözünün kabul edildiği gibi, makbul bir şekilde eda edeceğin şahitliği takdir ederek gönderdik." 46Allah'ın izni, kolaylaştırması ile, yahut senin huyun ve görüşün doğrultusunda değil O'nun emriyle O'na yani birliğini ve iman edilmesi gereken diğer sıfatlarını ve fiillerini kabullenmeye bir davetçi ve nur saçan bir lâmba olarak (gönderdik.) Bil ki, Allahü teâlâ Peygamberini bazı hususlardan dolayı lâmbaya benzetmiştir: Birincisi: Onun sayesinde cehalet ve sapıklık karanlıklarında aydınlanılır ve karanlıkta ışık saçan lâmba ile doğru yola girildiği gibi, onun nuruyla doğru ve hidayet yollarına girilir. İkincisi: Bir tek lâmbadan bin lâmba tutuşturulmasına rağmen o lâmbanın ışığından bir şey eksilmez. Ay ışığının güneşten kaynaklandığını, yine de güneş ışığının aynen kaldığını görmüyor musun? Şair ne güzel söylemiş: O, fazilet güneşidir, diğerleri yıldızlar gibidir. Karanlıkta insanları o güneşin nurlarıyle aydınlatırlar. Yani Efendimiz Rasûlüm Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem) Allah'ın lütfuyla âlemler üzerine doğmuş bir güneş, peygamberler de o güneşten kaynaklanan nurları ortaya koyan aylardır. Bu nurlar, şu dünyada mevcut olan ilimler ve hikmetlerdir ki, bunlar, o güneşin ortaya çıkmasıyla kaybolurlar. Dini de, diğer dinleri geçersiz kılar. Üçüncüsü: Hazret-i Peygamber tıpkı her yönden aydınlatan lâmba gibi bütün âlemleri her açıdan aydınlatmaktadır. Yine Hazret-i Peygamber, bütün ümmetini tıpkı kandil gibi her yönüyle aydınlatmaktadır. Fakat Ebu Cehil ve aynı nitelikte olup da ona tabi olanlar gibi, basireti kapalı kimseler müstesna. Bunlar onun nuruyla aydınlanmaz ve o nuru gerçek görmez. Nitekim Allahü teâlâ bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurur: ”...Onların sana baktıklarını görürsün, Halbuki onlar görmezler. ” (A'raf: 198) Anlatıldığına göre Sultan Gazneli Mahmut Şeyh Ebu'l-Hasan el-Herkânî'nin huzuruna girerek bir saat oturmuş, daha sonra şeyhe hitaben şöyle demiştir: ”Ey Şeyh! Ebû Yezid Bestâmî hakkında ne dersin?" Şeyh: ”Kendisini görenin doğru yola girdiği bir adamdır," dedi. Sultan Mahmut: ”Bu nasıl olur? Ebû Cehil, Rasûlüllah'nü görmesine rağmen sapıklıktan kurtulamamıştır" deyince, Şeyh cevap olarak şöyle demiştir: ”O, Rasûlüllah'nü görmemiş, sadece Ebû Talib'in himayesindeki yelimi, Rasûlüm Muhammed b. Abdullah'ı görmüştür. Şayet Rasûlüllah'nü görseydi saadete kavuşmuş olurdu." Dördüncüsü: Hazret-i Peygamber, yeryüzünden göklere, mülk âleminden melekût âlemine yükseltilmiş ve yaklaştırılmış; nihayet kalbinin kandili, melek veya peygamber vasıtası olmadan Allah'ın nuruyla nurlandırılmıştır. Bu konuda Mi'rac hadisesi senin için örnek olarak yeterlidir. Nitekim Hazret-i Peygamber, her gökte bir peygambere rastlamış, nihayet yedinci göğe ulaşmıştır. Orada ise Hazret-i İbrahim'i, Sidretü'l-Münteha'ya dayanmış bir halde bulmuştur. Oradan da Cebrail'le birlikte Sidre'nin son noktasına ulaşınca Cebrail Sidre'de kalmış, ardından Refref inmiş ve Hazret-i Peygamber ona binmiştir. Refref onu iki yay kadar yahut daha yakına götürdü. Burada Allahü teâlâ, kendisine nur lütfederek onu insanlara göndermiş ve şöyle buyurmuştur: ”...Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap gelmiştir." (Mâide: 15) Yine Allah ona, kendisine uyulmak suretiyle insanları Allah'a davet etmesine izin vermiştir. Gerçekten Hazret-i Peygamber'e hakkıyla itaat eden Allah'a itaat etmiş; ona biat edenler Allah'a biat etmiştir. Öte yandan Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamber'in nurunun ziyadeliği ve mükemmelliği dolayısıyla onu ”nur saçan" diye nitelemiştir. Nitekim bazı lâmbalar, gevşeklikleri yüzünden ışık vermezler. Bazı kimseler de şöyle demişlerdir: ”Sirâc (lâmba) dan maksat güneş, ”münir'den (aydınlatandan) maksat ise aydır." Buna göre Allahü teâlâ. Hazret-i Peygamberde güneş ve ay gibi iki vasfı toplamıştır. Yüce Mevlâ'nın şu âyeti de bu durumu vurgulamaktadır: ”Gökte burçları var eden, onların içinde bir çerağ (güneş) ve nurlu bir ay barındıran Allah, yüceler yücesidir." (Furkan: 61) L Deniyor ki,: ”Allahü teâlâ onu 'sirâc' diye adlandırmış, fakat ne güneş, ne ay, ne de yıldız diye adlandırmamıştır. Çünkü kıyamet günü, güneş bulunmadığı gibi, ay ve yıldız da bulunmaz. Ayrıca güneş ve ay bir yerden başka bir yere taşınmaz. Fakat sirâc (kandil, lâmba), böyle değildir. Allahü teâlâ'nın Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem)'i Mekke'den Medine'ye intikal ettirdiğini görmüyor musun?" 47Allah'tan rütbe ve şeref konusunda diğer ümmetlerin iman edenlerden daha büyük bir üstünlüğe sahip olduklarını ya da lütuf ve ikram sayesinde o ümmetlerin amellerinin karşılığı olan mükâfatlarından daha fazla mükâfatları bulunduğunu mü'minlere müjdele ve ümmetinin durumunu gözet. Rivayet edilmiştir ki, geçmiş ümmetler için bir iyiliğe karşı bir mükâfat; bu ümmet için ise on kat, hatta sınırsız mükâfat vardır. 48Mekke'li kâfirlere ve Medine'li münafıklara itaat etme. Yani, onlara karşı muhalefete, itaatte bulunmayı ve uymayı terketmeye devam et. Böylece Allah, Hazret-i Peygamber'in davet emri konusunda o kâfir ve münafıklara yumuşak davranmasını yasak kılmış ve bu durumu, onlara itaat etmesini nehyetmekle birlikte söz konusu yasağı ve nefreti vurgulayarak kinaye yoluyla ifade etmiştir. Onların eziyetlerine aldırma, yani davet ve uyarıdaki kararlılığından dolayı onların sana eziyet vermesine aldırma. İbn Mesud’un şöyle dediği nakledilmiştir: Rasûlüllah (ganimetten) bir pay ayırmış; ensardan bir adam da: ”Bu, Allah'ın rızasının gözetilmediği bir taksimattır" demiştir. Bu söz, Hazret-i Peygamber'e iletilince yüzü kızararak şöyle buyurmuştur: ”Allah, kardeşim Mûsa'ya rahmet etsin. Şüphesiz O, bundan daha fazlasıyla eziyet görmüş ve sabretmiştir." (10) 10- Hadisi Buharı ve Müslim tahric etmişlerdir. Bkz. ed-Dürrul-Mensûr, 5/224. Her işte, özellikle bu durum karşısında Allah'a güven. Çünkü Allahü teâlâ size yeter ve sonuç senin lehinedir. Allah her durumda işler kendisine havale edilen bir vekil olarak yeter. Buna göre Allahü teâlâ'nın, kullarının menfaatlerini üstlendiğini ve her hususta onlara yeterli olduğunu bilen kimse, bütün işleri için Allah'ı yeterli görür; O'nu düşünür ve sadece O'na güvenir. Nakledildiğine göre Haccac b. Yusuf, Mekke'de bulunduğu bir sırada Kabe'nin etrafında telbiye getiren ve telbiye esnasında sesini yükselten bir adamın sesini duymuştu. Haccac'ın talebi üzerine adam getirilince ona şöyle demiştir: ”Kimlerdensin?" Adam: ”Müslümanlardan biriyim." Haccac: ”Ben sana Müslümanlığı sormuyorum." Adam: ”Ya neyi soruyorsun?" Haccac: ”Ülkeni soruyorum." Adam: ”Yemen halkındanım." Haccac, kendi kardeşini kastederek adama: ”Rasûlüm Muhammed b. Yusuf’u nasıl bıraktın?" Adam: ”İri, cüsseli, iyi giyinen, iyi ata binen ve dolaşıp duran biri durumunda bıraktım." Haccac: ”Sana bunu sormadım." Adam: ”Neyi sordunuz?" Haccac: ”Hal ve gidişini sordum." Adam: ”Çok zalim, çok gaddar, insanlara itaat edip Allah'a isyan eden biri olarak bıraktım." Haccac: ”Onun benimle olan ilgisini bildiğin halde seni böyle konuşmaya sevk eden şey nedir?" Adam: ”Onun seninle olan ilgisini, benim Allah'la olan ilgimden daha mı üstün görüyorsun? Hakikaten ben, Allah'ın beytini (Kabe'yi) ziyarete gelen ve Peygamberini doğrulayan biriyim." Bunun üzerine Haccac susmuş ve cevap veremez olmuştur. Adam ise izin almadan ayrılmış ve Kabe'nin örtüsüne tutunarak şöyle demiştir: ”Allah'ım! Sana sığınır ve sana iltica ederim, yakın olan feraha kavuşturmanı, ezelî lütfunu ve güzel âdetini talep ediyorum." Allahü teâlâ adamı, Allah'a olan güveni sebebiyle Haccac'ın elinden kurtarmıştır. 49Ey iman edenler! Mü'min kadınları nikahlayıp da, ki, nikâh, aslında cinsi ilişki kurmak anlamında olup daha sonra mecazî olarak akid yerine kullanılmıştır. Ragıb İsfahanî ”Müfredat" isimli kitabında şöyle demiştir: ”Nikâhın aslı akiddir. Daha sonra istiare yoluyla cinsi ilişki yerine kullanılmıştır. Bu kelimenin önce cinsi ilişki için kullanılıp daha sonra istiare yoluyla akid anlamında alınması mümkün değildir. Çünkü cinsi ilişkiyi doğrudan dile getirmek çirkin addedildiğinden, bu anlamda kullanılan bütün kelimeler kinayedir. Ağıza alınmayacak sözü kastetmeyen kişilerin, çirkin saydıkları bir şeyin adını istiare yoluyla güzel saydıkları bir şey için kullanmaları mümkün değildir." Allah, âyet-i kerime’de yer alan hükümde mü'min kadınlarla ehl-i kitap kadınların eşit olmasına rağmen sadece mü'min kadınları dile getirmiştir. Bu ifade ile Allah, mü'min erkeği, neslini düşünerek mümin kadınla evlenmesi ve günahkâr kadınlara yaklaşmaktan kaçınması için uyarmaktadır. Hal böyle olunca kâfir kadınların durumunu tasavvur edin. Mâide Süresindeki âyette, ehl-i kitaba mensup iffetli kadınların nikâh edilmeleri ile ilgili bu sûrenin beşinci âyeti, bunun haram olmayıp caiz olduğu bildirilmekte, bu âyette ise -müminlerin, iman eden kadınlarla evlenmelerinin daha iyi olduğu vurgulanmaktadır. Denilmiştir ki, belli bir nitelikte olanlar, aynı nitelikte olanlara yönelirler. Henüz dokunmadan yani kendileriyle cinsi ilişki kurmadan -lems (dokunma) cinsi ilişkiden kinayedir.- Onları boşarsanız, ki, burada, nikâhtan önce boşamanın söz konusu olmadığına işaret edilmektedir. Çünkü Allahü teâlâ boşamayı nikâha bağlamıştır. Bazı fakihler şöyle demişlerdir: ”Nikâh bir düğümdür ve bu düğümü talak çözer." Buna göre bir düğüm, henüz atılmadan nasıl çözülür? Ebu Hanife ise şöyle demiştir: ”Nikâhtan önce boşama her halükârda geçerlidir. Çünkü bu boşama, gerekli şartlan haiz bir boşamadır. Fakat kadın, velisi olmayan biri tarafından evlendirilirse o takdirde boş olmaz."“el-Bahru'l-Muhit" isimli tefsirde de böyle geçmektedir. Öte yandan İmam Malik de şöyle demiştir: ”Şayet belli bir kadını, yahut bir kabileden ya da bir ülkeden birini tayin edip onu nikahladığı zaman boşama geçerli olur. Eğer bunlardan hiçbirini belirtmeden umumi ifade kullanırsa boşama gerçekleşmez." Bunun yanında, cinsi ilişki kurmak mümkün olabilecek şekilde baş başa kalmanın hükmü, Ebu Hanife ve talebelerinin görüşü istikametindeki cinsi ilişki kurmanın hükmü gibidir. Geçerli olan halvet (başbaşa kalmak) ise, karı koca arasında cinsi ilişkiye engel olacak bir durum olmaksızın erkeğin kapıyı kapayıp nikâhlısıyla yalnız kalmasıdır. Artık onlar için iddet saymanıza gün beklemenize lüzum yoktur. Kadının iddeti, kadının evlenebilmesi için sona ermesi gereken günlerdir. İddet süresi, âdet gören kadınlarda âdet görmesine göre, adet görmeyen kadınlarda ise, ay hesabına göre tayin edilir. Burada iddetin erkeklere isnad edilmesi, iddetin onların hakkı olduğunu göstermektedir. Nitekim âyetteki ”Femâlekum" ifadesi bu durumu bildirmektedir. Âyet-i kerime, kendisiyle cinsi ilişki kurmamış kadın için iddet söz konusu olmadığını göstermektedir. Çünkü onun rahimi temizdir. Bu sebeple dilerse hemen evlenebilir. O halde onları faydalandırın. Yani onlara bir gömlek, bir başörtüsü ve bir dış elbiseden ibaret giyecek eşyası verin. ”Onları faydalandırın" hükmü nikâhın kıyılması esnasında kadının mihri tayin edilmemişse boşama anında bu eşyanın ona verilmesi vacip; mihir tayin edilmiş ise verilmesi müstehab olduğuna yorumlanmıştır. Ve onları güzel bir şekilde zarar vermeden ve haklarını çiğnemeden serbest bırakın. Burada, onları evlerinizden çıkarın, demek istenmiştir. Çünkü onlar adına sizin için bir iddete lüzum yoktur. Âyetteki ”cemil" (güzel) lâfzının anlamı, boşamanın ani öfke yüzünden, veya başkasına boyun eğmekten, ya da birden üç talâkla olmamasıdır. ”Teşrih" (serbest bırakma) kelimesini sünnî talâk olarak tefsir etmek doğru değildir. Çünkü sünni talâk, kendisiyle ilişki kurulan kadın için söz konusudur. Halbuki burada sözü edilen kadının, kendisiyle cinsi ilişki kurulmamıştır. Bununla birlikte âyet-i kerime’de güzel ahlâka işaret edilmektedir. Yani mü'min kadınlarla evlenip onlara dokunmadan ayrılmayı tercih ettiğiniz, böylece kalplerini kırdığınız zaman, kendileri için iddet saymanıza lüzum yoktur. O halde ayrılış günlerinde ve başlarında, gönülleri ayrılmaya alışıncaya kadar sizden onlara bir hatıra olması için onları faydalandırın. Ve ayrılıktan sonra sadece hayırla anarak güzel bir şekilde onları serbest bırakın. Onlara verdiğiniz bir şeyi onlardan geri istemeyin; bir taraftan ayrılırken bir taraftan da mal yönünden kendilerine zarar vermeye kalkışmayın. O halde mü'min, haksız yere, köpek de olsa, domuz da olsa birine eziyet vermemeli ve yarım hurma kadar bile olsa haksızlık etmemelidir. Eziyet ve haksızlıktan bir şey olmuş ise helâllik dilemek ve razı etmek gerekir. Bu zamanda, hanımlarını zarara sokarak boşayan, defalarca günaha giren ve anlaşmazlıkların ardından hanımlarından mal karşılığında ayrılan pek çok insanlar gördük. Sanki onlar, ölümden sonraki hayattan habersizdirler. 50Ey Peygamber! Ücretlerini mehirlerini verdiğin hanımlarını, ki, bu mehirlerin verilmesi, ya peşin verilmesi ya da, nikâh kıyılma anında tayin edilmesidir. Allah'ın sana ganimet olarak verdiği yani savaşta ganimet olarak aldığın ve elinin altında bulunan cariyeleri, ”fey'in''; sıkıntı olmadan elde edilen ganimet olduğu belirti İmiş ve gölge anlamındaki fey'e benzetilmiştir. Fakihler şöyle demişlerdir: ”Kâfirlerin inallarından alınması helâl olan her şey fey'dir. Ganimet ise, müşriklerden savaşla alınan maldır." Buna göre cizye fey'dir; kendileriyle sulh yapılan kişilerin malları fey'dir, haraç da fey'dir. Çünkü bunların hepsi, Allah'ın müşriklerden alıp Müslümanlara ganimet olarak verdiği şeylerdir. Seninle birlikte hicret eden ki, hicret, aslında başkasından ayrılmak ve onu terketmek olup küfür diyarından iman diyarına gitmek için kullanılmıştır. Yani seninle birlikte Mekke'den Medine'ye çıkan ve vatanlarını terkeden amca kızlarını, hala kızlarını, yani Abdülınuttalib'in evlâtlarına mensup Kureyş kadınlarını, dayı kızlarını ve teyze kızlarını ki, bunlardan maksat, Hazret-i Peygamber'in öz dayılarının ve teyzelerinin kızları değil, Abdu Menaf b. Zühre'nin evlâtlarına mensup Zühre oğullanılın kadınlarıdır. Çünkü Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem)'in annesi Vehb'in kızı Amine'nin erkek kardeşi yoktu. Rasûlüllah'nün dayısı ve teyzesi olmadığına göre söz konusu bu dayı ve teyzeden maksat, annesinin aşiretidir. Sana helâl kıldık. Hazret-i Peygamber'e akraba olan kadınların onunla birlikte hicret etmiş olmalarıyla kayıtlanmaları, ona kimlerin en lâyık olduğunu vurgulamak içindir. Bir de kendisini Peygamber'e yani sana hibe eden ki, burada sana verine Peygamber ifadesine geçiş, peygamberliğinin şerefinden dolayı bu hükmün sadece ona ait olduğunu bildirmek içindir. Ve Peygamber'in de kendisini almayı yani mehirsiz olarak kendisine sahip olmayı dilediği mü'min kadını, diğer mü'minlere değil, çünkü onun müminlere helâl kılınması, ancak mehir, ya da nikâhın kıyılması anında mehir tayin edilmemiş ise mehr-i misil ile gerçekleşir. Söz konusu mü'min kadın sana mahsus olmak üzere onu da sana (helâl kıldık). Bu kadın, mü'min kadınlardan hangisi olursa olsun. Müşrik kadın ise, kendini Hazret-i Peygamber'e hibe etse de ona helâl olmaz. Hazret-i Peygamberin bu mü'min kadını almayı istemesi de şarttır. Bu istek, nikâh akdindeki kabul yerine câridir. Çünkü kadının kendisini ona hibe etmesi evliliğin helâl olması için yeterli değildir. Ancak Hazret-i Peygamberin onu nikâhlamayı istemesiyle helâl olur. Biz hanımları ve ellerinin altında bulunan cariyelerinin hakları hakkında mü'minlere neyi hangi hükümleri farz kıldığımızı bildiririz. Bu, nikâh meselesi hakkında sana bir zorluk olmaması içindir. Gerçekten evlilik ve hakları konusunda mü'minlere, Hazret-i Peygamber'e farz kılınmayan bazı hususlar farz kılınmıştır. Bunların Hazret-i Peygamber'e farz kılınmayışının sebebi ona ikram ve lütufta bulunmak içindir. Yani mü'minlere hanımları ve cariyelerinin haklan konusunda onlara farz kılınması gereken hususları bildirdik ve sana ikramda bulunmak üzere mehirsiz, velisiz ve şahitsiz evlilik gibi bazı hususları sana mahsus kıldık. Allah, kaçınılması zor gelen şeyler için çok bağışlayıcı, çok merhametli kullarına darlık vb. durumlarda genişlik lütfedici dir. Hazret-i Peygamber'in yanında, kendini ona hibe eden kadının olup olmadığı konusunda farklı görüşler ortaya atılmıştır. Nitekim İbn Abbas'ın şöyle söylediği nakledilmiştir: ”Rasûlüllah'nün yanında sadece nikâhı kıyılan kadın ya da cariye vardı." Diğer bazı kimseler de Hazret-i Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem)'in yanında, kendisini ona hibe eden kadın olduğunu söylemişlerdir. 51Onlardan dilediğini geri bırakır, yani Ey Rasûlüm Muhammed! Hanımlarından dilediğini geri bırakır, nöbete ve sıraya bakmaksızın yatağını terkeder, dileğini de yine sıraya ve nöbete bakmaksızın yanına alır ve onunla birlikte yatar sın. Dilediğinle birlikte olmak senin elindedir ve tercih sana aittir. Yahut hanımlarından dilediğini boşar, dilediğini de yanında tutarsın. Ya da ümmetinin kadınlarından dilediğini bırakır, dilediğinle de evlenirsin. Kendilerinden uzak durduğun, ric'i talâkla boşadığm hanımlarından arzu ettiğini de tekrar yanına alabilirsin. Bu yüzden söz konusu üç husustan dolayı sana bir günah, kınama, azar ve darlık yoktur. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu âyet, Peygamber'in hanımları arasındaki nöbet taksimatı hakkında inmiştir. Nitekim kadınları arasında taksimatta âdil davranmak. Hazret-i Peygamber'e vacibti. Fakat bu âyet inince bu mecburiyet ortadan kalkmış ve Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem)'e tercih hakkı verilmiştir. Bu da Hazret-i Peygamber'e ait hasletlerden biriydi. Rivayet edildiğine göre Peygamber hanımları, nafakanın artırılmasını ve güzel elbiseler talep ettikleri zaman Rasûlüllah onlardan bir ay uzak kalmış, nihayet muhayyer bırakma âyeti (Ahzab: 28) inmiştir. Bunun üzerine onlar, Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem)'in kendilerini boşamasından endişenelerek ona şöyle demişlerdir: ”Ey Allah'ın Nebisi! Bize, kendinden ve malından dilediğin kadar pay ayır ve bizi eski halimizde bırak." Yine rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber, hanımlarının hiçbirini nöbet hakkından mahrum bırakmamış, bu alanda serbest bırakılmasına ve kendisine tercih hakkı verilmesine rağmen onlar arasında, Sevde'nin dışında eşit davranmıştır. Çünkü Şevde, nöbet hakkının verilmemesine razı olmuş ve gecesini Hazret-i Âişe'ye bağışlayarak Hazret-i Peygamber'e hitaben: ”Kıyamet günü hanımlarının arasında yer almam için beni boşama," demiştir. Bu, söz konusu işin, senin isteğine bırakılması, onların gözlerinin aydın olmasına, kendilerine yaptığın muameleye üzülmemelerine ve hepsinin, senin verdiklerine razı olmalarına daha uygundur. Çünkü bu konuda hepsinin hükmü birdir. Eğer sen, hanımlarının arasında eşit davranırsan senden bunu lütuf olarak kabul ederler. Şayet bir kısmını tercih edersen bunun da Allah'ın hükmü olduğunu bilirler. Bu yüzden gönülleri rahatlar; karşılıklı rekabet ve kıskanma yok olur. Şüphesiz onlar, bu ilâhî hükme razı olmuşlar ve Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem)'i, önerisiyle kabul ederek tercih etmişlerdir. Bunun için Allahü teâlâ Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem)'e o hanımlarını boş ayıp başkalarıyla evlenmesini haram kılınış ve onları mü'minlerin anneleri kılmıştır. Allah, kalplerinizde olanı ve hatırınızdan geçenleri bilir. Öyleyse onlara iyilik etmeye çalışın. Allah, çok iyi bilendir; dolayısıyla ortaya koyduğunuzu da gizlediğinizi de bilir cezada acele etmeyendir. Bu sebeple cezanın geciktirilmesine aldanmayın. Çünkü bu, mühlet vermektir; ihmal etmek değildir. 52Bundan sonra yani dünya hayatı ile âhiret hayatı arasındaki tercihte serbest bırakılıp da seni tercih eden bu dokuz hanımdan başka -ki, bu sayı senin evliliğinde en son sınırdır. Ümmetin için en son sınır ise dört hanımdır.- kadınlarla yani Müslüman ya da ehl-i kitap bir kadınla evlenmen, bunların hepsini ya da bir kısmını, meselâ birini bosayıp yerine başkasını nikahlamak suretiyle başka hanımlarla değiştirmen, güzellikleri hoşuna gitse bile hiçbir şekilde sana helâl değildir. Allahü teâlâ, Peygamber hanımlarının Rasûlüllah'nü ve âhiret yurdunu tercih etmelerinden dolayı onlara değer ve mükâfat takdir etmiş ve bu cümleden olarak Hazret-i Peygamber'i sırf kendilerine ait kılmış ve hanımlarını boşamasını yasaklamıştır. Ancak elinin altında bulunan cariyeler hariç, başka kadınlar alamazsın. Burada cariyeler, kadınlardan istisna edilmiştir. Çünkü ”nisa" (kadınlar) kelimesi hem eşleri, hem de cariyeleri kapsamaktadır. İbn Abbas şöyle demiştir: ”Hazret-i Peygamber, bu dokuz hanımdan İbrahim'in annesi Mısırlı Mariye'yi cariye olarak almıştır." Allah, her şeyi gözetler. O'nun gaflet içinde ve habersiz olması düşünülemez. O'nun, ne bir hatırlatıcıya, ne de bir uyarıcıya ihtiyacı vardır. Öyleyse size neyi emretmiş ise onu gözetin ve çizdiği sınırı aşmaya kalkışmayın. 53Ey iman edenler! Rivayet edildiğine göre müminlerden bazı kimseler Rasûlüllah'ın yemek vaktini bekliyor ve bu yüzden eve girip yemeğin hazırlanmasına kadar oturuyorlardı. Yemek yedikten sonra da çıkıp gitmiyorlardı. Buna Hazret-i Peygamber'in canı sıkılıyordu, işte bu yüzden bu âyet inmiştir. Bir yemek için size izin verilmiş olması ve davet edilmeniz dışında Peygamber'in evlerine, odalarına hiçbir şekilde girmeyin; müsaade ile (girdiğiniz vakit de) yemek vaktini ya da yemeğin hazırlanışını gözetleyip durmayın. Bu âyetle, izin istemedeki edebe dikkat edilmesine, vaktin gözetilmesine ve saygı göstermenin gerekliliğine işaret edilmektedir. Fakat davet edildiğiniz vakit yâni girmek üzere size izin verildiği ve yemeğe davet edildiğiniz zaman, ahlâki ölçüler içerisinde ve Hazret-i Peygamber'in huzuruna girme ile ilgili kaidelere riayet ederek onun evlerine girin ve yemeği yeyince dağılın. Yemekten sonra söze dalmayın. Birbirinizin ya da Ehl-i Beyt'in sözünü dinlemeyi arzu ederek girip oturmayın. İhtiyacınızı görünce çıkın. Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem)'in güzel ahlâkı, size engel olmasına ve onun çok haya sahibi olması, sizi kendisine sıkıntı vermeye sevketmesin. Bu haliniz yani yemekten sonra söze dalmanız Peygamber'i üzüyor, ki, bu üzüntüsü, evinin hem kendisine, hem de ailesine dar gelmesinden ve de gereksiz yere meşgul edilmesinden kaynaklanıyor, fakat o sizden yani sizi çıkarmaktan utanıyordu. Halbuki Allah, hakkı söylemekten çekinmez. Dolayısıyla sizin çıkarılmanız haktır ve bu hakkın utanma hissinden dolayı terkedilmemesi gerekir. Bu sebeple Allahü teâlâ o hakkı terketmeyerek size Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem)'in evinden çıkmanızı emretmiştir. Ayette hakkı terketmeme yerine hakkı söylemekten çekinmemenin belirtilmesi, ”yeslahyi" ile ”la yestahyi" arasındaki müşakele sanatından yanı bu iki ifadenin birbirine benzemesinden kaynaklanmaktadır. Rasûlüllah, insanların en çok haya edeni ve mahrem sayılan yerlere bakmaktan en çok sakınanıydı. "Haya": Hoş olmayan bir işin yapılması anında insanın yüzünde beliren değişikliktir. Ragıb İsfahanı şöyle demiştir: ”Haya, kötülüklerden dolayı canın sıkılmasıdır." Ancak: ”Gerçekten Allahü teâlâ yaşlı Müslümana azap etmekten çekinir." (11) diye rivayet edilen hadis-i şerifteki ifadeden maksat, canın sıkılması ve daralması değil, o kişiye azap edilmemesidir. Söz konusu âyet-i kerime’de ise, ağır davranıp sıkıntı verenler eğitilmektedir. 11- Hadisi Ebu Davûd: ”Allahü teâlâ'nın, yaşlı Müslümana ikramda bulunması. O'nun ululuğundan kaynaklanmaktadır." ifadesiyle rivayet etmiştir. Ahnef şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ'nın: 'Yemeği yiyince dağılın' sözü, işi ağırdan alanlar hakkında inmiştir." Buna göre misafirin ev sahibine sıkıntı vermeme, aksine kısa bir müddet oturması gerekir. Hastayı ziyaret edenin durumu da böyle olmalıdır. Çünkü hastayı ziyaret etmek anlık meseledir." A'meş'e şöyle sorulmuş: ”Gözlerini zayıflatan nedir?" O da cevap olarak: ”İşi ağırdan alanlara bakmak" demiştir. Şair ne güzel söylemiş: Ağır olan kimse bir kavmin yurduna girince Orada oturanların göç etmekten başka çareleri yoktur. Ağır davranan kişi ile oturmak ruhun sıtmaya yakalanmasıdır, denmiştir. Yine dendiğine göre değerli zatların huzuruna giren akıllı kişiye yakışan, az konuşmak ve çabuk kalkmaktır. Gereğinden fazla oturmak ve vakitsiz gelmek ise ahmak kişinin belirtilerinden sayılır. Nitekim bir şâir şöyle demiştir: Ey dostlar, nefislerinizi te'dib ediniz. Dinin bütün yolları âdâbtır. Peygamber'in hanımlarından bir şey emanet vb. istediğiniz zaman o şeyi perde arkasından isteyin. Bu, yani istenilen şeyin perde arkasından istenmesi, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için nefsanî duygulardan ve şeytanî hayallerden uzak daha temiz bir davranıştır. Nitekim erkek ve kadın, birbirlerini görmedikleri zaman kalplerinden kötü bir şey geçmez. Öte yandan, ”Keşfu'l-Esrâr" isimli eserde şöyle denmiştir: ”Allahü teâlâ ashabı bu âyetle, alışılagelmiş âdetten şeriatı tanımaya, farz kılınan ibadete şevketmiş, sahabeden de olsa insanın yine insan olduğunu beyan buyurmuştur. Buna göre -erkek olsun, kadın olsun- kimse nefsinden emin olamaz. Bu sebeple Allahü teâlâ, aralarında mahremiyet bulunmayan erkekle kadının yalnız başına kalmasınlar diye dinde ilgili emri ağırlaştırmıştır. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: 'Erkekle kadın başbaşa kalınca üçüncüleri mutlaka şeytan olur." (12) 12- Hadisi Taberâni: ”Kadınlarla başbaşa kalmaktan sakın. Nefsim elinde olan Allah'a yemin olsun ki, bir erkek bir kadınla yalnız hasına kalınca aralarına şeytan girer" ifadesiyle tahric etmiştir. Bkz. et-Terğîb ve't-Terhib, 3/39. Öte yandan Hazret-i Ömer, yabancı erkeklere karşı Peygamber hanımları için perde konmasını arzu ediyor, bu konuda âyet inmesini temenni ederek şöyle diyordu: ”Sizinle ilgili olarak sözümü dinleseydi sizi hiçbir göz göremezdi." Hazret-i Peygamber'e de: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Huzuruna insanlardan iyisi de giriyor fenası da. Bu sebeple mü'minlerin annelerine örtüyü einreisen ya" diyordu. Bunun üzerine bu âyet inmiştir. Yine rivayet edildiğine göre Hazret-i Ömer, Peygamber hanımları mescidde iken yanlarına gitmiş ve onlara: ”Örtünsenize! Çünkü sizin, diğer kadınlara oranla bir üstünlüğünüz vardır" demesi üzerine Zeyneb: ”Ey Hattab'ın oğlu! Vahiy evlerimizde indiği halde bizi kıskanıyor musun?" demiştir. Hazret-i Âişe'nin şöyle söylediği kaydedilmiştir: ”Rasûlüllahnün hanımları geceleyin ihtiyaçları için dışarıya çıkıyorlardı. Ömer (radıyallahü anh) de Rasûlüllah'ne: 'Hanımlarını örtsene' demesine rağmen O, bunu yapmıyordu. Bir gece, akşam ile yatsı vakti arasında Şevde dışarı çıktı. O, uzun boylu bir kadındı. Ömer (radıyallahü anh), örtü âyetinin inmesini şiddetle arzu ederek: 'Şevde! Şüphesiz biz seni tanıdık' diye ona seslendi. Bunun üzerine söz konusu âyet inmiştir. Halbuki hanımlar, bu âyetin inişinden önce erkeklerin yanına çıkıyorlardı." Sizin Allah'ın Rasûlünü üzmeniz yani o hayatta iken hoşuna gitmeyen, dolayısıyla onu üzen bir iş yapmanız ve kendisinden vefatından, ya da ayrılışından sonra onun hanımlarını nikahlamanız asla caiz olmaz. Çünkü bu davranış, onun saygınlığını dikkate almamak, hiçe saymaktır. Ayrıca o, baba; hanımları ise anneler sayılır. Diğer taraftan o hanımların, dünyada olduğu gibi âhirette de Hazret-i Peygamber'in eşleri olacağı belirtilmektedir. Rivayet edildiğine göre Ümmu d-Derdâ (radıyallahü anh), kocası Ebu'd-Derdâ'nın ölümü anında ona hitaben: ”Dünyada sen beni anne-babamdan istedin ve onlar da seni benimle evlendirdiler. Âhirette ise kendim için ben seni isteyeceğim" deyince kocası da ona, ”öyleyse benden sonra evlenme" demiştir. Daha sonra Muaviye b. Ebi Süfyan ona evlilik teklifinde bulunmuş ise de o bu durumu kendisine ileterek onunla evlenmeyi reddetmiştir. Öte yandan Huzeyfe (radıyallahü anh)'nin hanımına şöyle dediği nakledilmiştir: ”Cennette hanımım olmak istersen benden sonra evlenme. Çünkü kadın, son kocasına ait olur." Başka bir rivayete göre ise Ümmü Habibe (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber'e hitaben şöyle demiştir: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Bizden bir kadın iki defa evlenip dokıy ısıyla iki kocası olursa âhirette bunlardan hangisinin olur?" Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”O kadın, bunlardan kendine göre ahlâkı daha güzel olanı tercih eder." Ardından Rasûlüllah: ”Ümmü Habibe! Bil ki, güzel ahlâk, hem dünyada, hem de âhirette altındır" buyurmuştur. Kısacası, ümmetin Hazret-i Peygamber'e her durumda gerek hayatında ve gerekse vefatından sonra saygı göstermesi ve hürmet etmesi gerekir. Şüphesiz kalplerde ona karşı olan saygı ve hürmet arttıkça o kalplerde bulunan iman nuru da o oranda artar. Âyet-i kerimenin nüzul sebebi şudur: Talha b. Ubeydullah et-Teymî: ”Yemin olun ki, Rasûlüm Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem) ölürse Âişe (radıyallahü anh) ile evleneceğim" demiş ve onun hakkında: ”Sizin Allah'ın Rasûlü'nü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikahlamanız asla caiz olmaz" (Ahzâb: 53) âyeti inmiştir. Hafız Suyutî şöyle demiştir: ”Talha ile ilgili bu rivayet üzerinde dikkatle durdum. Çünkü Talha, cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Dolayısıyla durumu, böyle bir sözü söylemekten uzaktır. Nihayet bu sözü söyleyenin, 'İnsânu'l-Uyûn' isimli eserde olduğu gibi adı, baba adı ve nesebi aynı olan başka bir Talha olduğunu gördüm." Çünkü bu, yani Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem)'e eziyet verilmesi kendisinden sonra hanımlarının nikâhlanması. Allah katında büyük bir günahtır ve korkunç bir iştir. Allahü teâlâ ardından tehdidi artırarak şöyle buyurmuştur: 54Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem)'in hanımlarını nikahlamak, edebe riayet etmemek, Rasûlüllah'ne karşı saygısızlık ve hürmetsizlik etmek gibi faydasız bir şeyi dilinizle açığa vursanız da, gönlünüzde gizleseniz de şüphe yok ki, Allah, her şeyin dış ve iç yüzünü gayet iyi bilmektedir. Bu sebeple işlediğiniz gizli-açık günahlardan dolayı sizi cezalandırır. Böylece Allah söz konusu hanımların nikahlanmasını ve buna benzer işlerin, ifadenin kapsamına girmesi için bu mesajını genelleştirmiştir. 55Onlara (Peygamber hanımlarına) babaları, ki, bu âyet, perde arkasından konuşmaları gerekmeyen kişileri belirtmektedir. Rivayet edildiğine göre örtü âyeti indiği zaman o hanımların babaları, çocukları ve yakınları: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Biz de mi perde arkasından konuşacağız?" demişlerdir. Bunun üzerine bu âyet inmiş ve perde olmadan mahrem olan kadınların yanına gitmeye izin verilmiştir. Oğulları, kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, işte bunlar, kendilerine mahrem olan o kadınların yüzlerine, başlarına, bacaklarına ve kollarına bakabilirler. Fakat baldırlarına bakamazlar. Yanlarına fazlaca girip çıkmaları gerektiğinden dolayı söz konusu erkeklerin bakmasına izin verilmiştir. Öte yandan anıca ve dayı, anne ve baba yerinde olduğundan âyet-i kerime’de zikredilmemişierdir. Nitekim: ”...Senin ilâhın ve ataların ibrahim, ismail ve Is hakin ilâhı olan tek Allah'a kul lak edeceğiz..." (Bakara: 133) âyetinde amca olan İshak, ata yani baba diye adlandırılmıştır. Kadınları, mü'min kadınlar ki, Müslüman kadın Müslüman kadına -göbekle diz kapağı arasındaki kısım hariç- bakabilir. Fakat ehl-i kitap kadınlarının, mü'min kadınların huzuruna girmeleri ve o mü'min kadınların, yanlarında soyunmaları caiz değildir. Ya da âyet-i kerime’de hem Müslüman kadınlar, hem de ehl-i kitap kadınlar kastedilmiş olabilir. Çünkü Allahü teâlâ ”kadınları" diye buyurmuştur. Buna göre Ehl-i kitap kadınların, aynı cinsten olduklarına göre yanlarına girmeleri helâl sayılır. Gerçekten Yahudi kadınlar ve diğer bazı kâfir kadınlar Hazret-i Peygamber'in hanımlarının huzuruna giriyorlardı. Fakat bu hanımlar örtünmüyor ve kendilerine örtünmeleri de emredilmiyordu. Bu, Ebu Hanife'nin, Ahmed b. Hanbel'in ve İmam Malikin görüşüdür. Ve ellerinin altında bulunanları köle ve cariyeleri hakkında bir günah yoktur. Buna göre kadının kölesi, kendisinin mahremi sayılmakta, iffetli olursa o kadının huzuruna girmesi ve tıpkı mahrem olan kimseler gibi ona bakması caiz olmakladır. Nitekim Hazret-i Âişe (radıyallahü anh), kölesinin kendisine bakmasını mubah kılmış ve Zekvan'a şöyle demiştir: ”Beni kabre koyduğun ve kabirden çıktığın zaman hürsün." Öte yandan denmiştir ki, âyet-i kerime’de kastedilen sadece cariyedir. Buna göre kölenin hükmü, kadına yabancı sayılan erkeğin hükmü gibidir. ”Bahru't-Ulûm" da müellif şöyle demiştir: ”Bu hüküm, takva anlayışına daha yakındır. Çünkü kadının kölesi yabancı erkek gibidir. Bu köle ister cinsel arzusu yok edilmiş olsun, ister olmasın." Özellikle bizim zamanımızda Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) gibi kadınlar ve onun kölesi gibi köleler nerede? Ebu Hanife'nin görüşü budur. Cumhur fu kananın düşüncesi de bu istikamettedir. Buna göre kadının, kölesi ile birlikte hacca gitmesi ve yolculuk yapması caiz değildir. Ebu Hanife, kölenin kendisini şehvetten emin gördüğü zaman hanım efendisinin yüzüne ve ellerine bakmasını caiz görmüştür. Ancak bu bakışın caiz olması, mahremiyeti gerektirmez. (Ey Peygamber hanımları!) Size emredilen örtü ile ilgili olarak Allah'tan korkun, zikredilen erkeklerin dışında birinin sizi görmesinden sakının ve gücünüzün yettiği kadar tedbirli olun. Şüphesiz Allah, her şeyi görmektedir. Hiçbir gizli söz ve hareket O'na gizli kalmadığı gibi mekânlar, zamanlar ve durumlar da O'nun ilminden uzak olmaz. 56Allah ve melekleri, Peygamber’e salât ederler. Bil ki, melekler, gözle görülmeyen varlıklardır. Yerde ve gökte bulunan bütün melekler, küçükleri ve Cebrail gibi büyükleri, istisnasız bu melekler içinde yer almaktadır. Sağlam bir kalbe sahip olan kişinin dikkatinden kaçmadığı gibi saygı değer makam genelleştirmeyi gerektirir. "Peygamber'e salât ederler"den maksat kendisi için yararlı olan şeye ve faydalı olan işe önem verirler; şerefini ortaya koymaya ve durumunu yüceltmeye özen gösterirler. Bu da, Allah'tan rahmet, meleklerden duâ ve af dilemekle gerçekleşir. Bazıları şöyle demişlerdir; ”Allah'ın salâtı rahmet, meleklerin salâtı af dilemek, insanların ve cinlerin salâtı ise rükû, secde ve duâ etmektir." Bir kısım âlimler de şöyle demişlerdir: ”Allahü teâlâ'dan olan salât, Hazret-i Peygamber için şeref ve yücelik, onun dışındakiler için rahmet anlamındadır. Allahü teâlâ'nın şu ifadesinde görüldüğü gibi rahmet genel, salât ise özeldir. ”İşte Rablerinden salavâtlar (mağfiretler) ve rahmet hep onlaradır." (Bakara: 157) Bu âyette rahmet, salât üzerine atfedilin iştir. Atıf, ise bu ikisinin farklı şeyler olduğunu ifade eder. Ey mü'minler! Siz de ona salât edin, siz de buna özen gösterin. Çünkü bu, size daha çok yaraşır. Ve tanı bir teslimiyetle ”Allahümme salli alâ Rasûlüm Muhammed in ve seli im" (Allah'ım! Rasûlüm Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem)'e salât ve selâm kıl)" ya da ”Sallallahü aleyhi vesellem" (Allah'ın salât ve selâmı ona olsun) demek suretiyle selâm verin. "Allahümme salli alâ Rasûlüm Muhammedin ve sellim" ifadesinde ”Allahümme" lâfzı kullanılmış, onun yerine, ”Ya Rabbi ve yâ Rahman salli" (Ey Rabbim, ey Rahman! Salât et" lâfızları kullanılmamıştır. Çünkü ”Allahümme" lâfzı, uluhiyete delâlet eden ve ”lâ ilahe illallah" sözündeki İslâm'ın esası olan kapsamlı bir isimdir. Bu sebeple Hazret-i Peygambere salât getirirken bunun söylenmesi uygun olur. Yine bu ifadede ”Rasûlüm Muhammed" isini tercih edilmiştir. Çünkü bunun anlamı, sürekli övülen demektir. Böylece bu isim, övgü ve medih yerine uygun düşmüştür. Hazret-i Peygamber'in ”Âli'nden maksat ise, onun ümmetinden takva ehli kimselerdir. Bu kapsamın içine Haşim oğullan, Peygamber (sallalahü aleyhi ve sellem)'in hanımları ve diğerleri girmektedir. ”Allahümme salli alâ Rasûlüm Muhammedin" ifadesinin anlamı şudur: ”Dünyada dinini yüceltmek, davetini ortaya koymak, şeriatım yerleştirmek; âhirette de onu ümmetine şefaat etmeye yetkili kılmak, mükâfat ve ecrini artırmak, gerek ilk ve gerekse sonraki nesillere karşı üstünlüğünü açığa çıkarmak, bütün nebiler ve peygamberlerin önüne çıkarmak suretiyle Rasûlüm Muhammed (sallalahü aleyhi ve sellem)'e şeref ve yücelik lütfet." Gerçek övgü, imkânlarımız dahilinde mümkün olmadığından bu konuda Allahü teâlâ'ya yönelmemiz emredilmiştir. Allahü teâlâ, bizim isteğimiz doğrultusunda Hazret-i Peygamber'e salât eder: Hazret-i Peygambere selâm Allah'tan olsun Çünkü benim selâmım onun kapısına lâyık değildir. Şayet sen: ”Salâtın emredilmesinin faydası nedir?" dersen cevap olarak: ”Faydası, salât sevgisini ortaya koymaktır" derim. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Bana selâm veren her Müslümanın selâmını almak üzere Allah ruhumu bana geri verir." Bu hadisten çıkarılan sonuca göre Hazret-i Peygamber, berzahta yani ruhlar âleminde hayattadır. Çünkü gece veya gündüz ona selâm veren birinin olmaması mümkün değildir. İmam Suyûtî ise bu konuda şöyle demiştir: ”Onun, işitmesinin ve selâm almasının mümkün olacağı şekilde ruhunun bedeniyle bağlantısı vardır. Bu durumda Hazret-i Peygamber, refîk-i a'lâ'da olup ruhunun bedeni ile ilgisi vardır. O kadar ki, selâm veren, bu ruh sahibine selâm verdiği zaman o ruh, ruhlar alemindeki yerinde iken onun selâmını alır." Burada asıl yanlışlık, ortada bulunmayanla bulunanın mukayese edilmesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim ruhun bir yerde meşgulken başka bir yerde olması mümkün olmadığına ve bilinen varlıklar türünden olduğuna inanmak tamamen yanlış bir inançtır. Şüphesiz Rasûlüllah, Mir'ac gecesinde Mûsa (aleyhisselâm)'yı ruhlar âleminde ayakta namaz kılarken görmüştür. Bu iki durum arasında herhangi bir tezat yoktur. Çünkü ruhların durumu bedenlerin durumundan farklıdır. Şayet ruhun letafeti ve nurlu tarafı olmasaydı kabirde ölünün üzerinde toprak, ya da tabut varken kalkması mümkün olmazdı. Halbuki hiçbir durum onun kalkıp oturmasına engel olmaz. İnsanın, dünyadaki bu halinden farklı olarak ruh yönünün ağır basması sayesinde cennetin sekiz kapısından birden aynı anda girmesinin mümkün olduğu sahih rivayetle sabittir. Nakledildiğine göre Esma'î şöyle demiştir: ”Mehdi’nin Busra'nın minberinde şöyle dediğini işittim: ”Allah size bir emir vermiştir. O emirde önce kendisinden başlamış, ardından meleklerini zikrederek şöyle buyurmuştur: 'Allah ve Melekleri, Peygambere salât ederler...' (Ahzâb: 56) Görüldüğü gibi Allah Hazret-i Peygamber’i diğer peygamberler arasından tercih etmiş, ona salât etmeyi de ümmetler içinden size tahsis etmiştir. Öyleyse Allah'ın nimetine şükürle karşılık verin. Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamberin şerefini ve mevkini ortaya çıkarmak, ümmetini teşvik etmek üzere ona salât etmeye kendisinden başlamıştır. Allah'ın buna ihtiyacı olmamasına rağmen Allah Rasûlü'ne salât ettiği ne göre ümmetin ona salât etmesi pek yerinde bir davranıştır. Çünkü onlar Hazret-i Peygamber’in şefaatine muhtaçtırlar. Aynı zamanda bu davranış, meleklerin ve müminlerin salâtlarını pekiştirmektedir. Şâir ne güzel söylemiş: Ey karanlıklar içerisinde kalan kimsenin duâsını kabul eden! Ey hastalıkla zarar ve musibeti gideren Benim zilletim ve meskenetim hakkında peygamberine şefaat yetkisi ver Kusurlarımı ört, çünkü sen fazilet ve kerem sahibisin . Diğer taraftan Ka'b b. Ucre (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ'nın: '...Ey Müminler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin' (Ahzâb: 56) buyruğu indiği zaman Allah Rasûlü'ne giderek ona: 'Ey Allah'ın Elçisi! Sana selâm vermenin ne olduğunu biliyoruz. Sana salât etmek nasıl oluyor?" deyince Allah Rasûlü: ”Allahümme salli âlâ Muhammed’in ve alâ âl-i Muhammed. Kemâ salleyte alâ ibrahim'e ve alâ âl-i ibrahim, inneke hamîdün mecid. Ve bârik alâ Muhammed’in ve alâ âl-i Muhammed kemâ bârekte alâ İbrâhîm'e ve alâ âl-i ibrâhîm inneke hamîdün mecid." deyin, buyurmuştur." 57Allah ve Rasûlünii incitenlere ki, Allahü teâlâ'yı gerçek anlamda incitmek mümkün değildir. Bu incitmenin anlamı şudur: ”Onlar, Allah'ın hoş lanmadığı şeyleri yaparlar, O'na iman etmeyi terkederek, emrine muhalefette bulunarak, kendi arzularına boyun eğerek, O'na evlât ve ortak nisbet ederek, Onun isimleri ve sıfatları konusunda aşırı giderek, tekrar yaratma gücünü yok sayarak ve zamana söverek O'nun hoşnut olmadığı şeyleri yaparlar." Allah Rasûlü'ne de, ona şâir, sihirbaz, kâhin ve mecnun demekle ve Safiyye'yi nikâhlaması, hususunda ona dil uzatmakla. Uhud savaşında dişinin kırılması, mübarek yüzünün yaralanması, üzerine toprak atılması, sırtına pis şeylerin konması ve buna benzer fiili eziyetlerle incitirler. Onlara, Allah, dünvada ve âhirette lânet etmiş rahmetinden uzaklaştırmıştır. O kadar ki, her iki âlemde o rahmetten hemen hiçbir şey elde ede mez olmuşlardır. Ve onlar için bununla birlikte özellikle âhirette başlarına gelecek horlayıcı bir azap hazırlamıştır. Bu azap onların şeref ve gururu nu yok eder. "Fethu'r-Rahmân" isimli eserde şu husus kaydedilmiştir: ”Hazret-i Peygambere sözlü ya da fiilî eziyette bulunmak, ittifakla haram kılınmıştır." Fakihler de - Allah korusun- Müslümanlardan Allah Rasûlüne söven ki, şinin durumu hakkında farklı görüşler ileriye sürmüşlerdir: Ebu Hanife ve Şafiî şöyle demişlerdir: ”Hazret-i Peygambere sövmek, tıpkı dinden dönmek gibi küfürdür. O kişi tevbe etmezse öldürülür. İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel ise: ”O kimsenin, tevbesi kabul edilmeyerek öldürülür. Çünkü onun öldürül mesi, küfür açısından değil, had cezası açısındandır" demişlerdir. Hazret-i Peygamber'e söven kişinin kâfir olmasına gelince, Ebu Hanife bu konuda şöyle demiştir: ”O kişi öldürülmez. Çünkü onun, içinde bulunduğu şirk sövmekten daha vahimdir. Lâkin kişi te'dib edilir ve ona belli bir ceza ve rilir." İmam Şâfiî de: ”Onunla yapılan ahde son verilir, hakim öldürmek, köle leştirmek, karşılıksız ya da fidye karşılığında salıvermekten birini tercih eder" demiştir. İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel ise: ”Müslüman olmazsa öldürü lür" demişlerdir. Öte yandan Hanbelî mezhebine mensup bir grup müctehid, Hazret-i Peygamber'e söven kişinin her halükârda öldürüleceği görüşünü tercih et miştir. Takıyyuddin İbnu Teymiye onlardan biridir ve şöyle demiştir: ”Doğru olan görüş budur." Allah'ın diğer peygamberlerine söven kişinin hükmii, Hazret-i Peygamber Efendimize söven kişinin hükmü gibidir. 58Mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara, yapmadıkları bir şey den dolayı, eziyeti hak edecekleri bir suçlan olmadan eziyet edenler bir önceki âyette geçen Allah ve Rasûlü'ne yapılan eziyetin mutlak olarak zikre dilip, bu âyette mü'minlere yapılan eziyetin ”yapmadıkları bir şeyden dolayı" ifadesi ile kayıtlanmıştır. Bunun sebebi Allah ve Rasûlü'nün incitilmesinin daima haksız yere olduğunu vurgulamaktır. Fakat müminlere yapılan eziyet ise haklı yere olabileceği gibi haksız yere de olabilir. Bu âyet, bütün mü'min erkek ve kadınlara yapılan her türlü eziyeti kapsamaktadır. Aynı zamanda bu âyet, Hazret-i Ali'yi inciten münafıkları, daha önce zikredilen ifk hadisesini -ki, bu hadisede münafıklar Hazret-i Âişe'yi Safvan es- Sehmı ile ilişki kurdu diye itham etmişlerdir. Ve kadınlar geceleyin su aramak ya da ihtiyaçlarını gidermek üzere dışarı çıktıklarında onları izleyen bazı günahkârlarla ilgili rivayet edilen hususları da içine almaktadır. Şüphesiz bir iftira ve onlara karşı bir yalanla apaçık bir günah yüklenmişlerdir. Bil ki, Hazret-i Peygamber’in incinmesi Allahü teâlâ'nın incinmesinin hemen ardından getirildiği gibi, müminlerin incinmesi de Hazret-i Peygamberin incin mesinin hemen ardından getirilmiştir. Burada, Mü'minleri incitenin, tıpkı Hazret-i Peygamberi incitmiş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’i incitenin de Allahü teâlâ'yı incitmiş gibi olduğuna işaret edilmektedir. Aynı zamanda burada, Allah ve Rasûlü'nü incitenin dünya ve âhirette yalnızlığa itilmeyi ve laneti hakettiği vurgulanmış tır. Mü'mine eziyet edenin durumu da böyledir. Rivayet edilmiştir ki, bir adam, Alkame (radıyallahü anh)'ye kötü söz söylemiş, Alkame de ona bu âyeti okumuştur. Hazret-i Peygamber rüyasında, dillerinden asılan bazı insanlar görmüş ve bu durum üzerine Cebrail'e hitaben: ”Ey Cebrail! Bunlar kimdir?" demiştir. Cebrail: ”Bunlar, mümin erkeklerle mümin kadınlara suçsuz oldukları halde iftira edenlerdir," diye cevap vermiştir. Hadis-i kudside Allahü teâlâ şöyle bu yurmuştur: ”Benim bir dostuma eziyet eden, açıkça Bana savaş açmıştır." (14) 14- Hadisi Buhârî tahric etmiş olup uzun bir kudsi hadistir. Buhârî'nin ifadesi şöyledir: ”Kim Benim bir dostuma düşmanlık ederse ona karsı savaş ilân ederim..." Bkz. Câmiu’l-Usûl, 9/542. Nakledildiğine göre Hazret-i Ömer, bir gün Kâbe'ye bakarak şöyle demiştir: ”Sen ne büyüksün ve şanın ne büyüktür! Fakat Allah katında mü'minin şanı senden daha büyüktür." Füzeyl de (Allah ona rahmet etsin) şöyle demiştir: ”Allah'a yemin olsun ki, sebepsiz yere ne köpeğe, ne de domuza eziyet etmen sana helâl olmaz. Bu durumda bir Müslümana nasıl eziyet edebilirsin?" Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların emin olduğu kimsedir." (15) 59Ey Peygamber! Hanımlarına ki, Hazret-i Peygamber vefat etiği zaman hanımlarının sayısı dokuzdu. Onlar Aişe, Hafsa. Ümmii Habibe, Ümmü Seleme, Şevde, Zeyneb, Meymûne, Safiyye ve Cüveyriye idi. Kızlarına ki, bunlar da dört öz kızı olup hepsi Hazret-i Hatice'dendir. Zeyneb. Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma adlarındaki bu kızlardan Fatıma hariç gerisi Hazret-i Peygamber hayatta iken vefat etmişlerdir. Fatıma ise babasının vefatından sonra altı ay daha yaşamıştır. Ve mü'minlerin hanımlarına (dışarı çıktıklarında) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Cilbâb: Başörtüden büyük ve gömlekten küçük bir örtüdür. Kadın, bu örtüyü başına dolar ve fazla olan kısmını göğüslerine doğru salıverir. Buna göre mana şöyledir: ”Sözkonusu kadınlar, bir ihtiyaç için evlerinden dışarı çıktıklarında o örtü ile yüzlerini ve vücutlarını örterler; tıpkı cariyeler gibi yüzleri ve vücutları açık olarak çıkmazlar ki, bazı densiz kimseler, onları cariyeler sanarak rahatsız etmesin." Nakledildiğine göre Süddi şöyle demiştir: ”Kadın, gözlerinden birini açık bırakarak yüzünün tamamını kapatır." Bu, ifade edilen örtünme, onların tanınmalarını zinaya ve bir ön ceki âyette dile getirildiği gibi eziyet için hedef durumunda olan cariyeler ve şarkıcı kadınlardan ayrılmalarını ve bu yüzden günahkâr kimseler tarafın dan hedef alınmak sûretiyle incinmemelerini daha iyi sağlar. Enes b. Malik (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Peçeli bir cariye Ömer (radıyallahü anh)’in ya nından geçerken kamçısını üzerine dokundurarak ona, 'ahmak! Hür kadınlara benziyorsun. Peçeyi at' demiştir." Allah, daha önceki aşırılıkları ve örtüye ilgisizliği çok bağışlayan ve kullarını merhamet edendir. Bu sebeple onların her türlü fayda ve menfaat lerini gözetir. Âyet-i kerimede söz konusu kadınlar, korunarak ve iffetli davranak ken dilerine dikkat etmeleri ve haklarını gözetmeleri için uyarılmışlardır. Aynı za manda âyet-i kerimede, bu kadınların değer ve üstünlükleri tescil edilmiştir. Buna göre Müslüman kadınların örtünmeleri ve iffetli olmaları gerekir. Onlar, bir ihtiyaç için gündüz dışarı çıktıkları zaman örtünmede, edepli ve ağırbaşlı titiz davranırlar ve dikkat çekici bir elbise ile çıkmazlar. Diğer taraftan, evin den parfümlü ve süslenmiş olarak çıkan, yani süslerini ve güzelliklerini er keklere gösteren kadın, zina eden kadının günahı kadar günah kazanır. Nite kim hadisi-i şerifte de böyle geçmektedir. Hakikat ehline göre sâliha bir kadının alâmeti, güzelliği Allah korkusu, zenginliği, kanaati ve süsü de iffeti olması, kötülüklerden, fenalıklardan uzak durması ve töhmet altına girmekten kaçınmasıdır. Deniyor ki, kadın, tıpkı güvercin gibidir. Kanatları gelişince uçar. Aynı şekilde adam hanımını güzel elbiselerle stislerse o hanını evde oturmaz. Dünya, İslâm'ın ilk dönemi de dahil isyan ve günâhlardan uzak değildir. Gözünü yabancı kadına bakmaktan alıkoyan kimseye Allah merhamet etsin. Çünkü bakış, kalpte şehvetin doğmasına sebep olur. Şehvet de fitne olarak yeter. 60Yemin olsun ki, iki yüzlüler, münafıklıklarından ve eziyet etmeye sebep olan iki yüzlülük tavırlarından, kalplerinde hastalık bulunanlar, imanları zayıf olanlar veya günâh işlemekten, zina ve hayasızlıklara meylet mekten ve şehirde bu iki grup içinde kötü haber yayanlar -bu sonuncu grup, savaşa katılan müminler için, ”yenilgiye uğradılar, katledildiler" ve bu na benzer asılsız sözler söyleyerek Müslümanları tedirginliğe ve endişeye sevkediyorlardı.- Ayette geçen ”mürcifûn" kelimesinin kökü olan ”recf" şid detle sallanmak, sarsılmak demektir. Burada, yalan haber, bu vasıfla belirtil miştir. Çünkü yalan haber asılsız temelsiz bir şeydir. Vazgeçmezlerse seni onlara musallat ederiz; sana, onlarla savaşmayı ve kendilerini sürgün et meyi, ya da sürgüne mecbur kalacakları şeyi emreder ve seni buna teşvik ede riz; sonra orada, Medine-i Münevvere'de senin yanında ancak az bir süre çoluk çocuklarıyla birlikte göç edinceye kadar bir müddet kalabilir ler. 61Hepsi de lanetlenmiş Allah'ın rahmetinden kovulmuş olarak, yani ancak lânetlenmiş olarak yanında kalabilirler; nerede ele geçirilirlerse yakalanır ve öldürülürler. Yani söz konusu hallerinden vazgeçmezlerse o takdirde onlarla ilgili hüküm, ilâhi emir doğrultusunda onları yakalayıp öldür mektir. 62Allah'ın geçmişlere uyguladığı yasası budur. Yani Allah bunu geçmiş ümmetler için bir yasa kılmış ve hikmet açısından izlenen bir yol tayin etmiştir. Bu yasa, iki yüzlü olanların ve yalan sözler yaymak suretiyle müminlerin durumunu zayıflatmaya çalışanların ele geçirildikleri yerde öldürülmelerinden ibarettir. Allah'ın yasasında asla bir değişme bulamazsın. Bu yasa, dinî prensiplerin odak noktasını oluşturan hikmet esasına daya lı olduğu için Allahü teâlâ onu değiştirmez. Ya da hiç kimsenin o yasayı değiştirmeye gücii yetmez. Çünkü Allah'ın dileği, şüphesiz bu yasanın değiştirilmemesidir. 63İnsanlar sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. "Saat": Bir zaman dilimi olup onunla kıyamet ifade edilmiş ve o gün hızlı hesap görüleceğinden dolayı saate benzetilmiştir. Nitekim Allah şöyle buyur muştur: ”...O, hesap görenlerin en çabuğudur." (En am: 62) Müşrikler, acele ci davranarak alaylı bir şekilde, hakka boyun eğmeksizin ve inkârla; Yahudi ler de, Allahü teâlâ'nın kıyametin kopma vakti ile ilgili bilgiyi, gerek Tevrat'ta ve gerekse diğer ilâhî kitaplarda gizli tuttuğunu bildiklerini kontrol etmek üzere Hazret-i Peygambere kıyametin vaktini soruyorlardı. De ki,: 'Onun bilgisi Allah'ın katındadır. O bilgiye, Allah'a yakın bir melek, de, gönderilen bir peygamber de sahip olamaz. Ne bilirsin, onun vaktini sana bildiren ne olabilir? Yani sana onu hiçbir şey bildiremez ve sen de onu bilemezsin. Belki de zaman yakındır.' Ya da kıyamet yakın bir zamanda kopar. Bu âyetle, aceleci davranan söz konusu kişilerin tehdit edilmesi ve hakkı kabul etmeyenlerin susturulması amaçlanmaktadır. Kötülerin değerli görül mesi, iyilere kıymet verilmemesi, ilmin azalması, bilgisizliğin çoğalması, zina ve kötülüğün yayılması, şarkıcı kadınların oynaması, içki içilmesi ve benzeri kötülükler, kıyamet alâmetlerinden sayılmıştır. Bunlar sahih hadisle sabittir. Dikkat et! Kıyamet mutlaka kopacaktır. Şüphesiz bütün yaratıkların ömrü kısa ve sınırlıdır. 64Bak. Âyet 65. 65Şüphesiz Allah, inkârcılara lânet etmiş onları şimdiki ve gelecekteki rahmetinden uzaklaştırmış ve bununla birlikte onlara -içinde ebedî kalacakları- âhirette katlanmak zorunda oldukları çılgın bir ateş hazırlamıştır. Kendilerini koruyacak ne bir dost, ne de kendilerinden azabı kaldıracak ve onları ondan kurtaracak bir yardımcı bulabilirler. 66Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün: yani yüzleri cehennemde, tıpkı ateşte kızartılan ya da tencerede pişirilen ve kaynamadan dolayı hareket eden et gibi, bir taraftan diğer tarafa çevrildiği veya yüzleri güzelden çirkine döndürüldüğü gün: 'Keşke dünyada iken Allah'a bize emrettiği ve nehyettiği hususlarda itaat etseydik, Peygamber'e de bizi hakka davet etme sinde itaat etseydik' de böyle bir azapla karşılaşmasaydık! derler. On lar bu sözlerini, kaçırdıkları fırsatlardan pişmanlık duyarak dile getirirler. Yi ne onlar, kendilerini bu çıkmaza sevkedenlere kat kat azabın verilmesini, bir anlamda özür dileyerek şöyle derler: 67'Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da on lar bize küfür ve şirki süslü göstererek bizi yoldan saptırdılar' yani İslâm ve tevhid yolundan alıkoydular derler. İnkârcılar bu ifadeleriyle ken dilerine küfrü telkin eden önder ve liderlerini kastedmektedirler. ”Reisleri miz" lâfzı özürlerini takviye etmek için dile getirilmiştir. Oysa söz konusu re isleri, küçümsenme ve hakaret edilme durumunda bulunmaktadırlar. Âyetteki ”kiiberâ (büyüklerimiz) ”kebîr" kelimesinin çoğuludur. Buradaki büyüklük ten maksat rütbe ve durum itibariyledir. 68'Rabbimiz! Onlara iki kat azap, bize verilen azabın iki katını ver ve onları büyük lânete uğrat.' Çünkü onlar hem saptılar, hem de baş kalarını saptırdılar. Bir kat azap, kendi başlarına doğru yoldan saptıklarından, bir kat azap da başkalarını bu yoldan saptırdıklarından dolayıdır. 69Ev iman edenler! Siz de Allah Rasûlü'nü incitme konusunda Mûsa'yı incitenler Karun, onun taraftarları ve İsrailoğullanndan beyinsiz bazı kimseler gibi olmayın. Bu âyetin, Zeyneb’in durumu ve daha önce de geçtiği gibi onunla ilgili duyulan dedikodular hakkında indiği söylenmiştir. Rivâyet edildiğine göre Abdullah b. Mesud (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Allah Rasûlü ganimeti pay etmiş; bunun üzerine adamın biri: 'Bu, Allah rızasının gözetilmediği bir taksimattır' demiştir. Ben de Allah Rasûlü'ne gelerek bu du rumu kendisine ilettim. O, buna çok öfkelendi. Hatta öfkesini yüzünde hisset tim. Sonra şöyle buyurdu: ”Allah, kardeşim Mûsa'ya rahmet etsin. Yemin olsun ki, o, bundan daha büyük bir eziyete maruz bırakılmış, ama yine de sabır gös termiştir.'" Nihayet Allah onu, hakkında söyledikleri şeyden kusurlu olmak tan temize çıkardı. O, Allah katında değerli, itibarlı ve gözde biriydi. Nasıl olur da kusur ve eksiklikle nitelendirilir? İbn Abbas şöyle demiştir: ”O, Allah katında çok şanslı idi. O kadar ki, Allah'tan ne dilemiş ise ona vermiştir." Âlimler, Hazret-i Mûsa'nın eziyet görmesinin sebebi konusunda farklı görüş ler ileriye sürmüşlerdir. Onlardan bir kısmı şöyle demiştir: ”Karun fahişe bir kadına, İsrail oğullarının toplu bulunduğu sırada: ”Ben Mûsa'dan zina yoluyla hamile kaldım" demesine karşılık külliyetli miktarda mal vermiştir. Bunun üzerine Allahü teâlâ, fahişe kadının kendisiyle Karun arasında plânlanan bu tuzağı itiraf etmesiyle Hazret-i Mûsa'nın suçsuzluğunu ortaya koymuştur. Allahü teâlâ, Kasas sûresinde beyan edildiği gibi, Karun'a yapacağını yapmış ve onu yerin dibine geçirmiştir." Diğer bir kısmı ise bu konuda şu hususu dile getirmişlerdir: ”Hazret-i Mûsa haya sahibi biri olarak örtünmesinde çok titiz davrandığı için düşmanları ona bedeninde alaca hastalığı, ya da er bezlerinde şişkinlik var diye ithamda bu lunmuşlar, kusur atfetmişlerdir. Allah da onlara onun kusursuz olduğunu gös termiştir." Rivâyet edildiğine göre İsrail oğulları bütünüyle çıplak olarak yıkanırlar ve birbirlerinin mahrem yerlerine bakarlarınış. Fakat Hazret-i Mûsa yalnız başına yıkanıyormuş. Bunun üzerine onlardan bazıları şöyle demişler: ”Allah'a ye min olsun ki, Mûsa'nın bizimle yıkanmasına sadece er bezlerinin şişkin olması engel oluyor." Hazret-i Mûsa bir defasında yıkanmaya gitmiş ve elbiselerini bir ta şın üzerine koymuştur. Taş, bu elbiselerle birlikte hareket etmiş, Mûsa da yı kandıktan sonra durumu farkedince çıplak bir halde: ”Ey taş! Elbiselerimi bı rak" diyerek taşın arkasından koşmuştur. Taş, İsrail oğullarının yanında dur muş, onlar da: ”Allah'a yemin olsun ki, Mûsa'da bir kusur yok" diyerek, onun durumunun dillerine doladıkları gibi olmadığını öğrenmişlerdir Hazret-i Mûsa el bisesini aldıktan sonra taşa vurmaya başlamış ve ona beş, altı veya yedi sefer vurmuştur." 70Ey iman edenler! Allah'tan gerek O'nun haklarını ve gerekse kullarının haklarını gözetme konusunda korkun, Allah'ın emirlerine boyun eğin, kullarına eziyet etmeyin ve her hususta hakka yönelerek doğru söz söyleyin. Bu mesajda hedeflenen, söz konusu kişilerin Zeyneb hakkında ge lişigüzel konuşmaktan menedilmeleridir. Nitekim dili korumak ve doğru söz söylemek, bütün hayırların temelidir. Nakledildiğine göre Arap dili üzerinde mütehassıs büyük âlimlerden biri olan ve ”İbn Sikkît" olarak tanınan Yakub b. İshâk, bir gün Mütevekkil ile birlikte oturmuş ve bu arada Mütevekkil’in Mu'tez ve Müeyyed isimlerinde iki oğlu gelmiştir. Bunun üzerine Mütevekkil, Yakub b. İshâk'a: ”Bu iki oğlu mu mu daha çok seviyorsun, yoksa Hasanla Hüseyin’i mi? diye sorunca o da: ”Allah'a yemin olsun ki, Ali (radıyallahü anh)'nin hizmetçisi Kanber, hem senden, hem de iki oğlundan daha iyidir" diye cevap vermiştir. Bu söz üzerine Mütevekkil Yakub'u kastederek: ”Dilini kökünden koparınız" diye emir vermiş ve bu em rin yerine getirilmesi üzerine Yakub b. İshak o gece vefat etmiştir. İşin ente resan tarafı, bu hadiseden bir süre önce, dil sürçmesinin âfetleri konusunda Mu'tez ve Müeyyed'e şu şiiri okumuştur: Gencin başına gelen dilinin sürçmesindendir. Ayaklarının kaymasından dolayı değildir. Sözde sürçmesi, gencin başım götürür. Ayak sürçmesi de, zamanla iyileşir. 71(Böyle davranmanız halinde) Allah işlerinizi düzeltir, iyi amel lere muvaffak kılar, ya da o amelleri kabul ederek, onlardan dolayı mükâfat vererek onları ıslah eder ve gerek söz, gerekse hareketlerinizdeki doğrulu ğunuz sebebiyle günâhlarınızı bağışlar. Burada, Allah'ın iyi amellere mu vaffak kıldığı kişinin günahlarının bağışlandığına işaret edilmektedir. Kim Allah ve Rasûlü'ne söz konusu mükellefiyetlerin, içinde yer aldığı emirler ve yasaklar konusunda itaat ederse her iki cihanda büyük bir kurtuluşa ermiş olur. Dünyada övülen biri olarak yaşar ve âhirette mutlu olur. Ya da endişe duyulan her şeyden kurtularak emeline ulaşır. 72Şüphesiz Biz, ki, âlimlere göre buradaki çoğul ifadesi, büyüklük ve ululuk anlamındadır. Nitekim hükümdarlar ve büyük kimseler kendilerin den bahsederken ”Ben" yerine ”Biz" lâfzını kullanırlar. Emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de ki, ”emanet", hainliğin zıttıdır. Buradaki emanetten maksat, emanet edilen şeylerdir. Bu emanetler de üç mertebeye ayrılır: Birincisi: Şer’i yükümlülükler ve gözetilen dinî işler. Bunlar emanet di ye adlandırılmıştır. Çünkü emanetin korunması gerekirken onların da varol ması gerekmektedir. Şer'î yükümlülükler emanet diye adlandırılmıştır. Çünkü bu emanetler, gözetilmesi gereken haklardır ki, Allahü teâlâ onları mükellefle re emanet bırakmış, kendilerini bu iş için güvenli görmüş, güzel bir şekilde itaat ve kulluk ederek söz konusu emanetlere sahip çıkmalarını farz kılmış, onları gözetmelerini, korumalarını ve haklarından herhangi birini ihlâl etme den yerine getirmelerini emretmiştir. Her şeyden önce bu emanetlerin başında akıl yer almaktadır. Nitekim insan, akıl sayesinde pek çok canlıdan üstün tu tulmuştur. Ardından tevhid, âhiret gününe iman, namaz, zekât, oruç, hac, cihâd, doğru sözlü olmak, fuzûlî şeylerden dili korumak, emanet bırakılan malları gözetmek, sözünde durmak, yasaklara dikkat etmek, namusu korumak ve diğer şer'î sorumluluklar gelmektedir. Emanetin ikinci Mertebesi: Muhabbet, aşk ve ilâhî câzibe olup bunlar emanetin birinci mertebesinin meyvesi ve neticesidir. Emanetin üçüncü mertebesi ise, vasıtasız olarak feyz-i ilâhîdir. Bu feyz-i ilâhî, vehbî olup kimse kendiliğinden elde edemez. Şayet sen, ”âyette zikredilen gökler vs. cansızdır, cansız varlıklar da idrakten yoksundur; öyleyse emanetin onlara teklif edilmesinin anlamı nedir?" dersen şöyle cevap veririm: ”Bu konuda âlimlerin iki görüşü vardır: Birinci görüş: Bu teklif etme işinin gerçek anlamda alınmasıdır ki, ehl-i sünnet mezhebine genel olarak nisbet edilen görüş budur. Çünkü onlar, bu gi bi âyetleri tevile kalkışmazlar. Aksine Mutezile mezhebine muhalefet ederek onları zahiri anlamlarında alırlar. Ayetin zahiri anlamda alınması konusunda iki husus dikkati çeker. Bunlardan biri ötekinden daha girifttir. Birinci husus: Cansız varlıklar gerçek hayata sahiptir. Pek çok âyet-i ke rime bu durumu şöyle vurgulamaktadır: ”Görmedin mi ki, göklerde olanlar ve yerde bulunanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, hayvanlar ve insanların bir çoğu Allah'a secde ediyor." (Hac: 18); ”Sonra buhar halinde olan göğe yö neldi, ona ve yer küreye: İsteyerek veya istemeyerek gelin' dedi. İkisi de: ‘İsteyerek geldik' dediler." (Fussilet: 11); ”O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur..." (İsrâ: 44); ”...Her biri kendi duâsını ve tesbihini (öğrenip) bilmiştir." (Nur: 41) Öte yandan, rivayet edilmiştir ki, müezzinin ezan sesini duyan canlı ve cansız her şey ona tanıklık eder. İkinci husus: Allahü teâlâ emaneti teklif ettiği zaman söz konusu cansız varlıklara akıl ve anlayışı vermiştir. Nitekim O, karıncaya, hıidhüd kuşuna, diğer kuş ve vahşi hayvanlara akıl ve anlayış vermiştir. İşte onlar, bu akıl ve idrak sayesinde hitabı işitmişler ve buna cevap vermişlerdir. Böylece Allah onları konuşturmuş ve kendilerine şöyle buyurmuştur: ”Koruma ve gözetme halinde mükâfat ve cennet; hile ve hiyanet halinde de ceza ve cehennem size ait olmak kaydıyla bu emaneti üstlenir misiniz?" Onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve (sorumluluğundan) kork tular. Yani o emanetten ve onu üstlenmekten çekinerek şöyle demişlerdir: ”Ey Rabbimiz! Biz senin emrine amadeyiz. Mükâfat ve ceza da arzu etmiyo ruz." Onların bu sözlerinin amacı, karşı koymak ve muhalefet etmek değil, bi lakis emanetlerin hakkını yerine getirememekten, dolayısıyla azaba maruz kalmaktan korku ve endişe duymaktır. İkinci görüş: Emanetin cansız varlıklara teklif edilmesi, farzetmeye ve temsil getirmeye yorumlanmıştır. Emanetin onlara arzedilmesiyle, kabiliyet lerine işaretle emanetin önemi belirtilmiştir. Bununla hedeflenen, bu emane te ne kadar değer verildiğini göklerin, yerin ve dağların onu kabullenmeleri arzusunu ortaya koymaktır. Onların o emaneti kabul etme kabiliyetlerinin olmadığı da, emanetten kaçınma ve korkma diye ifade edilmiştir. Bununla da, söz konusu emanetin durumunun yüceltilmesi ve değerinin artırılması amaçlanmıştır. Buna göre anlam şöyledir: ”Güç ve kuvvet timsali olan bu büyük kitlelere çok önemli olan o emanetin korunması teklif edilseydi, on lar da akıl ve idrak sahibi olsalardı bu teklifi kabul etmezler ve ondan çeki nirlerdi." Bu emanet teklif edildiği anda onu insan yüklendi. Buradaki insan dan maksat, belirli bir insan değil, insan cinsidir. Yani bu emaneti, bünyesi nin zayıflığına ve güçsüzlüğüne rağmen insan yüklenmiş ve üstlenmiştir. Çünkü yüklenme işi güçle değil, ancak gayretle olur. Şüphesiz o insan. Rabbine isyanda bulunarak kendine karşı çok zalim, çok cahildir. Çünkü o, emanete, sahip çıkmamış, hakkını gözetmemiş ve akibetinin iç yüzünü kavrayamamış tır. "Zulüm": ”Bir şeyi ilgisi olmayan yere koymak; ”cehalet" ise, bilgisiz olmaktır. Cehalet, zayıf ve kuvvetli olmak üzere iki kısımdır. Az olan bilgi sizlik zayıf, katmerli bilgisizlik de kuvvetlidir. Bu derece cehalet içinde olan kişi, anlamadığını anlamaz. O, hem çok zalim, hem de çok cahildir. 73Bunun sonucunda Allah, emaneti kabul edip yerine getirmeyen münafık erkeklere ve münafık kadınlara, emanet konusunda haince davranan ortak koşan erkeklere ve ortak koşan kadınlara azap edecektir. Ebussuûd tefsirinde şöyle demiştir: ”Yani insan, emaneti üstlenmiş ve bunun sonucu olarak Allah, o emaneti gözetmeyen ve itaatle karşılamayan bazı kimselere azap edecektir. Başka bir ifade ile, ”li yuazzibe ” deki lâm akıbet içindir. Buna göre mana ‘İnsanın söz konusu emaneti yüklenmesinin sonucu Allahü teâlâ'nın, emanetlere hıyanet eden ve itaatten bütünüyle ayrılan kimselere azap edecek olmasıdır,' şeklinde olur". "Bahru'l-Ulûm"isimli tefsirde şöyle denmiştir: ”Emaneti teklif ettik ki, münafıkların münafıklığı, ortak koşanların şirki ortaya çıksın ve Allah onlara azap etsin." Yine Allah, emaneti gözeten ve hakkını veren mü'min erkeklerle mü'min kadınların tevbelerini kabul buyuracaktır. Allah, çok bağışla yan, çok merhamet edendir. Çünkü onların tevbesini kabul ederek kusurlarını ba ğışlamış ve itaatlerine karşılık onlara kurtuluş lütfetmiştir. Allahü teâlâ'nın yardımıyla Ahzâb Sûresinin tefsiri sona ermiştir. |
﴾ 0 ﴿