SEBE' SURESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur. 54 âyettir.

1

Hamd, her türlü övgü ve şükür

göklerde ve yerde bulunanların hepsi yani bütün varlıklar, yaratmak, yok etmek, hayat vermek ve öldürmek yönünden; varlık, mülk ve tasarruf açısından sadece

kendisinin olan Allah'a mahsustur. Bu sebeple hamcî, sadece O'na mahsustur. Başkasının bunda hissesi yoktur. Çünkü yaratan ve her şeye malik olan O'dur. Burada, kullara nasıl hamd edecekleri öğretilmektedir.

Âhirette de hamd O'na mahsustur. Bu ifade ile dünyevî hamdin Allah'a ait olduğu beyan edilmesinin ardından uhrevî hamdin de yine O'na ait olduğu bildirilmektedir.

Denilmiştir ki,; cennetlikler altı yerde Allah'a hamd edeceklerdir:

1. ”Ayrılın bir tarafa bugün ey günahkârlar!" (Yâsin: 59) diye seslenildiği zaman, mü'minler inkarcılardan ayrıldıklarında şöyle derler: ”...Bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah'a hamdolsun." (Mü'minûn: 28)

2. Sırat köprüsünü geçtikleri vakit. O zaman şöyle derler: ”Bizden tasayı gideren Allah'a hamdolsun..." (Fâtır: 34)

3. Cennet kapısına yaklaştıkları ve cennete baktıkları zaman şöyle derler: ”...Bizi buna kavuşturan Allah'a hamdolsun..." (A'raf: 43)

4. Cennete girdikleri ve melekler onları selâmla karşıladıkları vakit. O zaman derler ki,: ”Bizden tasayı gideren Allah'a hamdolsun. Doğrusu Rabbimiz çok bağışlayan, çok nimet verendir. Lütfuyla bizi gerçek ikamet evine (cennete) yerleştiren O'dur..." (Fâtır: 34,35)

5. Yerlerine yerleştikleri zaman. O vakit şöyle derler: ”Bize verdiği söz de sadık olan ve bizi dilediğimiz yerde oturacağımız bu cennet yurduna vâris kılan Allah'a hamdolsun..." (Zümer: 74)

6. Her yemekten sonra. O anlarda şöyle derler: ”Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur." (Fâtiha: 2)

O, din ve dünya işlerini sağlam yapan ve onları hikmet ve maslahatın gerektirdiği, şekilde plânlayan ve organize eden

hikmet sahibidir, her şey den haberdardır. Eşyanın iç yüzünü ve sırlarını çok iyi bilendir. Allahü teâlâ bunun ardından, her şeyden haberdar olduğunu beyanla şöyle buyurmuştur:

2

Yerin içine tohumlar, yağmurlar, hazineler, defineler, ölüler, haşe reler, hayvanlar ve benzeri şeylerden

gireni ve ondan çıkanı, yani inlerin den çıkan hayvanları, ekinleri, bitkileri, menba sularını, madenleri, mahşer anında ölüleri vs.yi,

gökten ineni yani melekleri, kitapları, hükümleri, rızıkları, bereketleri, yağmurları, kar, dolu ve çığı, kıvılcımları, yıldırımları

ve ona doğru yükseleni melekleri, tertemiz ruhları, buharları, dumanlan, duaları ve kulların amellerini

bilir. Burada Allahü teâlâ, ”göğe kadar" an lamına gelen ”ileyha" deyimini kullanmamıştır. Çünkü O'nun; ”...O'na ancak güzel sözler varır. Onları da Allah'a iyi amel yükseltir..." (Fâtır: 10) buyru ğu, varılan son noktanın gök değil, Allahü teâlâ olduğuna işaret etmektedir.

O, kendisine hamd edenleri ve O'nu dost edinenleri

çok merhamet eden, kusurlu olanları

çok bağışlayandır. Allahü teâlâ yaratma, hükümranlık, ta sarruf, ilim, rahmet, af vb. üstün sıfatlarla nitelendiğine göre yegâne hamd O'na mahsustur.

Rivayete göre Rifaa b. Rafi' (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Biz Allah Rasûlü ile birlikte namaz kılıyorduk. Efendimiz, başını rükûclan kaldırınca: ”Semi'allâhü limen hami deh" (Allah, kendisine hamd edenin sesini işitmiştir) dedi; arkadan bir adam da, ”Rabbenâ leke’l-hamd, hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh" (Rabbimiz! Hamd sana mahsustur. Biz sana, çok iyi olan ve kendisinden bereket umulan bir hamd ile hamd ederiz) dedi. Allah Rasûlü na mazı bitirince; ”Az önce konuşan kim?" buyurdular. Bunun üzerine adam: 'Ben,' dedi. Efendimiz de: ”Sözünü ilk önce yazmak için birbirleriyle yarışan otuz kiisür melek gördüm" buyurdular.

3

İnkârcılar: 'Kıyamet bize gelmeyecektir' dediler. Ayette kıya met, ”saat" diye ifade edilmiş ve kıyamet günü hesabın çabuk görülmesinden dolayı zaman dilimlerinden biri olan saate benzetilmiştir. İnkârcılar, ”bize" derken kendilerini değil, bütün insanları kastettikleri gibi ”gelmeyecektir" ifadesiyle de bütünüyle kıyametin olmadığını kastetmişlerdir.

De ki,: 'Hayır, öyle değil. Bu söz, onların sözlerini reddetmekte ve yok saydıkları kıyametin var olduğunu ortaya koymaktadır. Yani kıyametin gelmesi mutlaka vuku bulacaktır.

Gaybı bilen Rabbime yemin olsun ki, o, saat,

mutlaka size gelecektir. Allahü teâlâ burada, kıyametin bilinmeyen şeylerden olduğunu vurgulamaktadır. Allah, bütün bilinmeyenleri bilendir.

Âyet-i kerimedeki yeminin faydası, inat edenlerin hiç bir özrü kalmadı ğının vurgulanmasıdır. Çünkü onlar Hazret-i Peygamber’in güvenli, yalandan ve yalan yere yemin etmekten uzak, nezih olduğunu biliyorlardı. Sadece büyük lük tasladıklarından dolayı onu doğrulamıyorlardı.

Göklerde ve yerde bulunan

zerre miktarı ki, ”zerre"', kırmızı kü çük karınca veya güneş ışınları arasında görülen toz tanesi demektir. Yani en küçük bir karınca, ya da toz tanesi katlar

hiçbir şey O'ndan gizli kalmaz. O'nun ilminden uzak olmaz ve kaybolmaz.

Bundan daha küçük ve daha büyüğü de şüphesiz apaçık kitapta yazılı

dır.' Ki bu kitap, her şeyi gün yüzüne çıkaran Levh-i Mahfuz'dur. Her şeyin kitapta yazılmış olması, unutma korkusuyla değil, muhatapların âdetine göre cereyan etmiştir. Bir de, zaman geçse bile hiçbir şeyin kaybolmayacağını insanların bilmeleri içindir.

4

Ki Allah, inanıp iyi amel yapanları mükâfatlandırsın. Bu ifade, bir önceki âyette yer alan, ”mutlaka size gelecektir" sözünün maksadı ve kı yametin, niçin gelmesi gerektiğinin açıklamasıdır.

Onlar yani iman edip amel işleyen kimseler

için cliğer insanlar gibi yaptıkları hatalardan dolayı

bir mağfiret ve yorgunluğun, başa kakmanın sözkonusu olmadığı

güzel bir rızık vardır.

5

Kur'an

âyetlerimizi reddederek, kötüleyerek ve insanların bu âyet leri doğrulamasına engel olarak

hükümsüz bırakmak için yarışırcasına gayret sarfedenler iddia ve kanaatlerine göre bizden kaçacaklarını ve İslâma karşı olan plânlarının yeterli olacağını sananlar, bizi âciz bırakacakla rını zansebepler

var ya, işte onlar için iğrenç, kötü

ve acıklı bir azap vardır. Çünkü onlar, yeniden dirilmenin ve mahşerde toplanmanın olmadı ğım böylece kendileri için mükâfat ve cezanın olmayacağını sanmışlardır. ” Ricz" iğrenç, şirk ve putlar anlamındadır. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyurulmuştur: ”İğrenç şeyleri terketmeye devam et." (Müddessir: 5) Allahü teâlâ bütün bunları ”ricz" (iğrenç şeyler) diye adlandırmıştır. Çünkü onlar, kişileri azaba sevketmektedir.

6

Kendilerine ilim verilenler, yani Rasûlüllah'ın ashabından ilim sahibi olanlar ve onları izleyen ümmetin âlimleri, ya da Abdullah b. Selâm gibi ehl-i kitap âlimlerinden iman edenler

Rabbinden sana indirilenin peygamberliğin, Kur'ân'ın ve hikmetin

gerçek olduğunu bilirler ve onun, mutlak galip ve övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna ilettiğini görürler. Bu da tevhidin ve takva elbisesine bürünmenin ta kendisidir.

7

İnkarcılar yemden dirilmeye inanmayan Kureyş kâfirleri Hazret-i Peygamberi kastederek alaylı bir şekilde birbirlerine hitaben

şöyle dediler: 'Size, ölüp toz ve toprak haline gelecek şekilde

paramparça olduğunuz ve vücutlarınız dağıldığı

zaman yeniden dirileceğinizi haber veren ve pek tuhaf şeyler anlatan

bir adam gösterelim mi? Onlar, bir adam ifade siyle alay etmeyi hedeflemişlerdir.

8

Acaba o, söylediği sözlerde

Allah'a iftira mı etmiştir; ki, bu ifade de inkarcıların sözüdür.

Yoksa kendisinde bu konuda onu vehme sevkeden ve gelişigüzel konuşturan

bir delilik mi var?'“İftira", insanın, yalanı kendiliğinden uydurmasıdır, yalan ise bazen insanın bir başkasını takliden olabilir. Allahü teâlâ, o inkarcıları tereddüde sevkeden durumu cevaplaya rak şöyle buyurmuştur.

Hayır, iddia ettikleri gibi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in if tira ve delilikle hiçbir ilgisi yoktur. O, bunların her ikisinden de uzaktır.

Ahirete inanmayanlar yeniden dirilip mahşerde toplanmayı inkâr edenler, âhirette

azapta ve dünyada ise doğru yoldan, hidayetten

uzak bir sapık lık içindedirler. Artık bundan kurtuluş ümit edilmez.

Kısacası âyet, onların gerçek deliliklerini ortaya koymaktadır. Azaba düşmekten ve bu azaba sevkeden sapıklıktan habersiz olmak, tam anlamıyla delilik ve akılsızlıktır. Çünkü anlayış ve idrakleri tam ve kâmil manada olsay dı gerçek durumu anlayarak sözkonusu kötü sözü söylemeye cüret edemeye ceklerdi.

9

Onlar, gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında bulunanı gör müyorlar mı? Yani onlar, cezayı gerektiren kötü şeyleri yapıp duruyorlar da kaçışları mümkün olmayacak şekilde kendilerini her yönden kuşatan gök ve yere bakmıyorlar mı? Gerçekten bu ikisi, o inkârcılar nerede olurlar ve ne reye giderlerse gitsinler, onların önlerinde ve arkalarında, sağında ve solunda bulunur. Ardından Allahü teâlâ, gök ve yer tarafından beklenen korkulu duru mu açıklayarak şöyle buyurmuştur:

Dilersek Karun'u yere geçirdiğimiz gibi

onları da suçlan gere ğince

yere geçirir, ya da üzerlerine gökten parçalar düşürürüz. Tıpkı Eyke halkı üzerine düşürdüğümüz gibi. Çünkü onlar, işledikleri suçlar sebe biyle bunu haketm işlerdi.

Gökten parçaların düşürülmesinin anlamı, Hazret-i Şuayb'ın kavmi olan Ey ke halkının üzerine düşürüldüğü gibi ateş parçalarının düşürülmesidir. Eyke halkı ormanları, bahçeleri ve bol ağaçları bulunan kimselerdi. Allahü teâlâ on lara aşırı bir sıcaklık göndermiş, onlar da bir bulut görerek gölgelenmek üzere o bulutun altına gelmişlerdi. Bu arada üzerlerine ateş yağdırılmış ve yanıp yok olmuşlardır.

Şüphesiz bunda göğün ve yerin, durup bakan kimseyi her yönden kuşatması ile ilgili belirtilen hususta, ya da zikredilenleri dile getiren vahyin okunmasında

(Rabbine) yönelen her kul için apaçık

ibret vardır.

Şüphesiz insan gök ve yeri, ya da zikredilen vahyi düşündüğü zaman kötülük yapmaktan vazgeçerek Allahü teâlâ'ya yönelir. ”İnabe" Allahü teâlâ'ya yönelmek, tevbe ve samimi olarak yapılan amelle O'na dönmektir. Âyet-i kerimede tevbe etmeye, Allah'a yönelmeye önemli ölçüde bir teşvik, ayrıca suç ve günahı engelleme vardır. Bu sebeple Allah'tan korkan kul, Allah'ın kahrından bir an bile emin olamaz. Gerçekten Allah, her şeye gücü ye tendir. Ve O, lütuf ve kahrı, âlemdeki her zerreye ulaştırır.

10

Yemin olsun ki, Davud'a gerek İsrailoğullarmdan olan peygamber lere, gerekse diğer peygamberlere karşı

tarafımızdan bir üstünlük ver dik. Nitekim bu durumu şu âyet de göstermektedir: ”O peygamberler ki, Biz onlardan bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık..." (Bakara: 253) Bu üstün lük, âyette ifade edildiği gibi dağların tesbih etmesi, kuşların emrine amade kılınması ve demirin yumuşatılmasıdır. Bunlar, ona mahsus mucizelerdir. Onun üstünlüğü bunlarla da sınırlı kalmaz. Aynı zamanda Allahü teâlâ ona

Zebur'u vermiş, lütuf ve ikram babında da şöyle buyurmuştur:"... Davud'a da Zebur'u verdik." (İsrâ: 55)

Davud (aleyhisselâm)'la Hazret-i Peygamberimiz arasındaki fark şudur: Davud'kı ilgili üstünlük ”fadlen" kelimesiyle nekre (belirsiz) olarak ifade edilmiş olup bir nevî üstünlük, demektir. Oysa Hazret-i Peygamber Efendimiz hakkında şöyle buyrulmuştur: ”...Allah'ın lütfü sana gerçekten büyük olmuştur." (Nisâ: 113) Bu radaki lütfün ”büyük" sıfatı ile nitelenmesi, bu lütuf ve üstünlüğün geniş kap samlı olduğunu göstermektedir.

'Ey dağlar! Onunla birlikte tesbih edin' yani o tesbih ettikçe ardın dan siz de onun söylediğini tekrarlayarak tesbih edin

(dedik.) Kuşları da (onun emrine verdik.)

Kurtubî şöyle demiştir: ”Güzel ses, Allahü teâlâ'nın bir ikramıdır. Fakihlerin birçoğu okurken kelimenin yapısını bozacak ve ifadeyi doğru anlaşıl maktan uzaklaştıracak yanlış bir eda olmamak kaydıyla sesin güzelleştirilmesini ve nağme yapılmasını uygun görmüşlerdir. Çünkü bu tarz okuyuş, kalbin yumuşamasına ve korkunun harekete geçmesine vesiledir."

Ona demiri yumuşattık. Yani onu kendiliğinden mum ve hamur gibi yumuşak kıldık. Artık onu ateşte kızdırmadan ve çekiçle dövmeden elinde is tediği şekle sokmaktadır. Ya da diğer insanların gücüne göre mum nasılsa ona verdiğimiz güce göre onu da öyle yumuşak kıldık. Davud (aleyhisselâm) cüsseli değil idiyse de ona bedensel güç verilmiştir.

11

Ona uzun ve

Geniş zırhlar imal et, ki, bunları ilk olarak kullanan Hazret-i Dâvud Peygamber oldu. Oysa onlar önceleri dövülmüş demir levhaları halinde idi.

Âyet-i kerime, faziletli kişilerin sanat öğrenmelerine delildir. Sanatla meşgul olmaları kıymetlerini azaltması şöyle dursun, aksine değerlerini artı rır. Çünkü bu sayede tevazuları ve başkalarına muhtaç olmamaları hasıl olur. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Kişinin yediği en hayırlı şey, elinin emeği sayesinde yediği şeydir."

O zırhların halkalarını birbiriyle uyum sağlayacak şekilde

dokumasını ölçülü yap.' Bütün vaktini bunun için de harcama, yeterince güç ve kuvvetini artıracak seni koruyacak kadar yap, geri kalan vaktini ibadetle geçir. Daha sonrası için bu davranış daha uygundur.

Ey Davud hanedanı! Gelişigüzel gayelerden uzak

ivî amel yapın. Çünkü Ben, yapmakta olduklarınızı görüyorum. İçinizden amel yapanla rın amelini zayi etmem. Amelinize karşılık sizi mükâfatlandırırım, diye em rettik.

Bu mesaj, emrin sebebini, ya da emre uymanın gerekliliğini oıtaya koy maktadır.

12

Süleyman'a da sabah yani güneşin doğumundan zeval vakti ara sında, gün ortasına kadar olan süre içinde

gidişi insanların, hayvanların yürüyüşü ile

bir aylık mesafe, akşam yani gün ortasından geceye kadar olan sürede

dönüşü bir aylık mesafe olan rüzgârı saba rüzgârını

ver dik, emrine amade kıldık. Bu rüzgâr, binekli olan birinin iki aylık mesafesi ni bir günde katediyordu.

Dendi ki, Hazret-i Süleyman, bir gün, yürüyüşü esnasında mülkünü ve sahip olduğu hükümranlığın büyüklüğünü düşünmüş, bu arada rüzgâr da onun yay gısına doğru eğilmiş ve bunun üzerine Hazret-i Süleyman rüzgâra: ”Düzgün dur." demiştir. Rüzgâr da: ”Asıl sen düzgün dur. Çünkü düzgün durduğun sürece ben de düzgün dururum. Sen meyledersen ben de başka tarafa meylederim." İşte sırrın ve kalbin durumu da böyledir. Kalp sapma gösterince Allah da sır yaygısını ayrılık rüzgârı ile yok eder. ”...Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez..." (Ra'd: 11)

Hikâye edildiğine göre Buhara kentinde suculuk yapan bir adam, otuz yıl bir kuyumcunun evine su taşımıştır. Bu kuyumcunun oklukça güzel ve iyi bir hanımı varmış. Sucu âdeti üzere bir gün gelmiş ve cinsel hislerle o hanımın eline dokunmuştu. Hanım, kocası çarşıdan gelince ona şu soruyu yönelt miştir: ”Bugün Allahü teâlâ'nın rızasının zıddına ne yaptın?" Kocası: ”Bir şey yapmadım" demiş, hanımı ısrar edince şöyle demiştir: ”Bir kadın dükkânıma geldi. Yanımda bir bilezik vardı. Bu bileziği kadının koluna taktım. Teninin beyazlığı hoşuma gitti ve kolunu sıktım." Hanımı: ”Allahu ekber! Sucunun bugünkü hainliğinin hikmeti işte budur." demiş, kocası da: ”Hanım! Tevbe ettim, beni bağışla," demiştir. Ertesi gün sucu gelerek tevbe etmiş ve kadına: ”Hane sahibi! Ne olur beni bağışla. Çünkü beni şeytan saptırdı," demiştir. Bunun üzerine kadın şöyle demiştir: ”İşine bak! Hata, sadece dükkânda bulunan beyefendiden kaynaklanmıştır. Çünkü o, yabancı kadına dokunmak suretiyle Allah'la olan ilişkisini değiştirince hanımına yabancı erkeğin dokunması suretiyle Allah da onunla olan ilişkisini değiştirmiştir."

Ve onun için erimiş bakırı kaynağından akıttık. Allah, Hazret-i Davud için demiri yumuşattığı gibi Hazret-i Süleyman için de bakırı kaynağından akıtmış ve tıpkı suyun kaynaktan çıktığı gibi kaynağından çıkmıştır. Bu sebeple ”kaynak" tabiri kullanılmıştır.

Rabbinin izni, emri

ile -ki, âyetin devamı bunu göstermektedir-

cinlerden bir kısmı onun önünde yani Hazret-i Süleyman'ın huzurunda ve onun isteği doğrultusunda

çalışırdı. Onlardan, cinlerden

kim emrimizden saparsa Hazret-i Süleyman'a itaat etmekten aynlırsa ve isyan ederse

ona alevli azabı, âhiretteki cehennem azabını

tattırırız.

Süddi'den rivayet edildiğine göre Hazret-i Süleyman'ın elinde ateşten bir kamçı vardı. Cin ona isyan edince, göremeyecek şekilde ona bir darbe indirerek kendisini ateşle yakardı.

13

Onlar Süleyman'a köşklerden, ”mehârib", ”mihrâb" kelimesi nin çoğuludur. Mihrâb ise: oda, evin baş köşesi ve güzel yeri, imamın cami tle namaz kıldırdığı yer ve hükümdarın insanlardan uzak kaldığı yer, saray ve köşk demektir. Sözkonusu yerler, korunduğu ve onlardan dolayı mücadele edildiği için bu adla anılmıştır.

Heykellerden ”heykel": birinin veya bir şeyin cam, bakır, mermer vs. den şeklinin yapılmasıdır.

Bil ki, heykelciliğin haram oluşu Müslümanlıkla birlikte gelen bir hükümdür. Heykel yapmak, İslâm ümmetinden önce mubahtı. Fakat bu ümmete haram kılınmıştır. Çünkü Hazret-i Peygamber’in kavmi heykellere, yani putlara tapıyorlardı. Bu sebeple Allah Rasûlü, heykelcilikle uğraşmayı nehyetmiştir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Kim bir suret yaparsa o surete ruh üfleyinceye kadar Allah ona azap eder. O kişinin ona ruh üflemesi mümkün değildir" Bu hadis, ruhu olan bir varlığın sûretini yapmanın haram olduğunu göstermektedir. Fakat ruhu bulunmayan bir şeyi tasvir etmek, anlamsız şeyle meşgul olma yönü itibariyle mekruh ise de buna ruhsat verilmiştir.

Öte yandan Nisâbu'l-İhtisâb isimli eserde şöyle denmiştir: ”Evini, içinde resim ve heykellerin yer aldığı nakışlarla süsleyen kimse hesaba çekilir. Çünkü evde bulunan resim, meleklerin eve girmesine engel olur. Cebrail (aleyhisselâm) şöyle demiştir: ”Biz, içerisinde köpek veya resim bulunan bir eve gir meyiz" Ancak süsleme, resmin yer almadığı bir nakışla olursa bunda bir sakınca yoktur."

Büyük havuzlar gibi çanaklardan ve sabit taşınması güç, yerlerinden hareket ettirilemeyen

kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Davud ailesi! Bu hitaptan maksat, Süleyman (aleyhisselâm)'dır. Çünkü bu ifade onun kıssası arasında geçmiştir. Buradaki hitabın çoğul olması, tazim için olabileceği gibi Süleyman (aleyhisselâm)'ın evlâtları yanında kendisine uyanların hepsi, ya da ümme tinden şükredenler için de olabilir. Buna göre mana şöyledir: Ona veya onlara dedik ki,:

Şükredin. Yani size verdiği üstünlük ve diğer nimetlerden dolayı Allah'a şükrederek kulluk ve itaat edin! Çünkü nimet ortada olduğu gibi şükrün de ortaya konması gerekir.

Kullarımdan kalbi, dili ve organlarıyla çoğu vakitlerinde

gereği gibi şükreden pek azdır. Bu sebeple şükrün hakkını yerine getiremez. Gerçekten şükürde muvaffak olmak, başka bir şükrü gerek tiren bir nimettir. Bu sebeple şöyle denmiştir: ”Gereği gibi şükreden, şükür den âciz olduğunu görebilendir. İmam-ı Gazâlî de: ”Allahü teâlâ'nın nimetleri ne şükretmenin en güzel şekli, kişinin o nimetleri O'na isyan etmek için kullanmaması, aksine itaat için kullanmasıdır. Bu da Allah'ın tevfîki ile olur." demiştir.

14

Süleyman'ın ölümüne ve dünyadan ayrılmasına

hükmettiği miz zaman, ancak dayandığı

değneğini yiyen ağaç kurdu, onun öldü ğünü onlara farkettirdi. Ölü olarak

yere düşünce cinler iyiden iyiye, şüphe ve tereddüde mahal kalmayacak şekilde

anladı ki, iddia ettikleri gibi

gaybı bilselerdi o küçük düşürücü azap içinde kalmazlar, sıkıntılı tek lifler ve yaptıklan zor işler içinde bulunmazlar

dı.

Kısacası onların iddia ettiği gibi gaybı bilmiş olsalardı, Süleyman (aleyhisselâm)'ın ölümünü bilirler ve ardından bir süre daha yani ölü olarak yere düşünceye kadar onun sevk ve idaresinde bulunmazlardı. Fakat olan olunca âlim değil, cahil olduklarını anlamışlardır.

15

Yemin olsun, Allah'a yemin olsun

ki, Sebe' b. Yeşceb’in evlâtlarından olan

Sebe' kavmi için oturduğu yerlerde yani onların Yemen'de bulundukları kentte - ki, burası, San'a ile arasında üç günlük bir mesafe bulunan Me'rib'dir. Sebe'den maksat ise Neml sûresinde geçen Belkıs'ın ülkesidir. - Bu kavmin daha önceki ve sonraki durumlarının mülahazasıyla yaratanın varlığını, O'nun her şeye gücü yettiğini ve iyilik edenleri mükâfatlandıracağını, kötülük edenleri de cezalandıracağını gösteren apaçık

bir işaret vardır. Bu durumu ancak âlimler bilir ve ondan ancak akıllı kimseler ibret alır. Gerçekten Allah, söz konusu Sebe' kavmine, ilâhî lütuf gereği, ihsan ve ikramda bulunmuş, ardından nankörlükleri yüzünden ilâhî kahır gereği onları bu nimetlerden mahrum bırakarak yurtlarını harap etmiştir.

Sağlı sollu iki bahçe vardı. Söz konusu iki bahçeden maksat, sadece iki bahçe değil, iki bahçe kümesidir. Bir bahçe kümesi ülkelerinin sağında, di ğeri de solunda bulunuyordu. Bu iki bahçe kümesinden her biri, birbirine yakın bahçelerden oluştuğu için tıpkı tek bir bahçe gibiydi. Ya da onlardan herbirinin, biri evinin sağında, diğeri de solunda olmak üzere iki bahçesi vardı.

(Onlara:) 'Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na sizi rızıklandırma sından dolayı dille, kalple ve diğer organlarla

şükredin. Bu ifadeyi peygamberleri, kendilerine olan nimetin haklarını hatırlatmak için söylemiş ola bileceği gibi lisan-ı hal ile de söylemiş olabilir. Ya da bu mesaj onlara böyle bir sözün söylenmesini hakettiklerini açıklamaya yöneliktir.

İşte ülkeniz

hoş bir memleket ve size rızık olarak güzel şeyleri lütfeden, şükretmenizi talep eden Rabbiniz, kendisine şükredenlerin kusurlarını

bağışlayan bir Rab' dır

(denildi.)

"Hoş bir memleket" denmesinden maksat şudur : Yani o ülke verimsiz değil, aksine hoş ürünler yetiştirecek şekilde verimli, münbit bir yerdi. Ya da havası ve suyu güzeldi. Hatta havasının güzel olmasından dolayı orada sivri sinek, sinek, pire, akrep, yılan vb. insanlara zarar veren şeylerin bulunmadığı ifade edilmiştir. Bu sebeple o ülkede afetler ve hastalıklar yoktu.

İbn Abbas şöyle demiştir: ”Hava bakımından ülkelerin en güzeli ve en verimlisiydi. Kadın, başının üzerinde sepet olduğu halde komşusunun evine gitmek üzere evinden çıkıyor, hem yürüyor, hem de el işi ile uğraşıyordu. Bu arada elini hiç uzatmadan düşen değişik meyvelerle sepet doluyordu."

Birinin şöyle dediği hikâye edilmiştir: ”Hacca gitmek istedim ve bu amaçla 350 dirhem biriktirdim. Bu arada hamile bir kadın yanıma geldi ve bana: ”Şu evden yemek kokusu geliyor. Bebeğimin düşmemesi için ne olur o eve git de bana yiyecek bir şeyler getir" dedi. Bunun üzerine gittim ve evin sahibine durumu anlattım. Ev sahibi ağlayarak şöyle dedi: ”Benim çocukla rım vardır ve onlar bir haftadır yemek tatmadılar. Bugün kalktım ve ölü hay van eti getirdim. Onlar şu an onu pişiriyorlar. Zaruret içinde bulunduğumuz için bu bize helâl fakat sana haramdır. Bu sebeple ondan sana nasıl verebili rim?" Bu sözü ondan duyunca çok duygulandım ve söz konusu paramı ona vererek kendi kendime: 'Haccım budur. Allahü teâlâ bunu en güzel şekilde ka bul etsin.' dedim."

16

Fakat onlar yani Sebe' halkı vefalı olma yerine

yüzçevirdiler. Nimete nankörlük ederek intikama hedef oldular. Şükrü terkedip vaziyetlerini değiştirince, durumları altüst oldu.

İbn Abbas şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ onlara on üç peygamber gönder miştir. Peygamberler onları imana, itaate davet etmiş, kendilerine Allah'ın ni metlerini hatırlatmış ve Allah'ın azabıyla onları korkutmuşlardır. Fakat onlar, söz konusu peygamberleri yalancı sayarak şöyle demişlerdir: O'nun bize bir nimet olduğunu kabul etmiyoruz. Rabbinize söyleyin. Eğer gücü yeterse bu nimeti bizden alıkoysun."

Biz de üzerlerine Arim selini, engellenemeyecek derecede güçlü sel

gönderdik. Bu sel, sedlerini tahrip etmiş, bahçeleri, kaçamayan pek çok in sanı alıp götürmüş ve mallarını sular altında bırakmıştır. Böylece onlar, ülke içinde dağılmışlar ve örnek gösterilir olmuşlardır.

Onların söz konusu

bahçelerini, yenemeyecek derecede

bııruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki (harap) bahçeye çevirdik.

Müfessir Beyzavî şöyle demiştir: ”Âyette, ”biraz sedir ağacı" diye buyrulmuştur. Çünkü sedir ağacının yemişi, yenmesi hoş olan Arabistan kirazıdır. Bu sebeple bahçelere dikilmektedir."

Ebussuûd ise bu konuda şu hususu dile getirmiştir: ”Doğrusu sedir ağa cının iki türü vardır: Bir tülünün yemişi yenir ve yaprağından el yıkamada ya rarlanılır. İkinci türünün yemişi ise çok seıt olup asla yenmez. Bu ağaç sahra da yetişir. Âyet-i kerimede kastedilen ikincisidir. Sebe’ halkının ağaçları en iyi ağaçlardı. Fakat Allahü teâlâ onların kötü amelleri yüzünden bu ağaçlan faydasız hale getirmiştir."

Kısacası Allahü teâlâ meyve veren ağaçlarını yok etmiş ve yerlerine meyvesiz ağaçları bitirmiştir.

17

Nimete

nankörlük ettikleri için onları işte böyle cezalandır dık. Nimeti onlardan çekip aldık ve yerine zıddını koyduk. Ya da Allahü teâlâ onları, peygamberleri yalancı saymaları yüzünden cezalandırmıştır.

Biz nankörden başkasını cezalandırır mıyız? Yani Biz bu cezayı, ancak çok nankör olana, ya da inkârcıya veririz. Buradaki soru olumsuzluk anlamındadır.

18

Onlarla, yani ülkelerinin Yemen tarafında kalan bölgesiyle; sular, ağaçlar, meyveler, bolluk ve herkes için geniş hayat imkânlarıyla

kutlu kıl dığımız Şam bölgesindeki

kentler arasında, -ki, bu kentlerden maksat Filistin, Eriha, Ürdün vb. yerlerdir- yakınlıkları sebebiyle biri diğerinden

görünen artlarda gelen

şehirler varettik ki, bunlar, halkın görebileceği bir durumdadır, ya da yola nazır olup yolcuların görebileceği bir pozisyonda dır.

Ve bunlar arasında yürümeyi takdir ettik. Yani bu şehirleri yolcu ların durumuna uygun, birinin diğerine belli mesafede olacak şekilde kıldık. Denmiştir ki, bir şehirden sabahleyin yola çıkan, öğle vakti diğer şehre ulaşa rak orada dinlenir, bu şehirden öğleden sonra yola çıkan, diğer şehirde geceyi geçirirdi. Nihayet Şam'a ulaşıncaya kadar su ve azık taşımaya ihtiyaç duy mazdı. Bütün bunlar, kendilerine verilen türlü nimetlere yapılan ilâveler ve gerek hazarda, gerekse seferde o nimetlerin çoğaltılmasıydı.

Âyet-i kerime Sebe’ halkından bahseden bölümle bağlantılıdır. Burada söz konusu halka verilen çeşitli nimetler, onların ise bu nimetlere nankörlük etmeleri ve bu yüzden cezaya çarptırılmaları dile getirilmiş, ardından ilgili kıssaya ek olarak kendilerine, yolculuk ettikleri yerlere ve ticaret merkezleri ne yönelik verilen apaçık nimetler açıklanmıştır. Fakat tekrar tekrar anlatma da önemli ölçüde uyarı ve hatırlatma olduğu için olay bütünüyle bir arada zikredilmemiştir.

'Oralarda geceleri, gündüzleri güven içinde dolaşın.' Yani onlara, yararınız için söz konusu şehirlerde ne zaman dilerseniz, ister geceleri ve is terse gündüzleri halkın çokluğu sebebiyle hoşlanmadığınız şeylerden, düş manlardan, hırsızlardan ve yırtıcı hayvanlardan ya da açlık ve susuzluktan emin olarak dolaşın veya yolculuğunuz uzun sürse, hatta geceleri ve gündüz leri içine alan uzun bir yolculuk da olsa, güven içinde gezin

(dedik.)

19

Bunun üzerine: 'Ey Rabbimiz! Yolculuklarımızın mesafesini uzak kıl' dediler ve onlar Allah'a eş koşarak, şükrü terkederek, nimete değer vermeyerek ve peygamberleri yalancı sayarak ilâhı gazaba ve azaba hedef olunca

kendilerine yazık ettiler.

Müfessirler şöyle demişlerdir: ”Sebe" halkı nimetten dolayı şımarmış, rahat geçimden usanmış, refahtan bıkmış ve bu yüzden zorluğu ve yorgunlu ğu talep etmiştir. Nitekim îsrailoğullan da bıldırcın ve bal yerine sarımsak ve soğan istemişlerdi, Sebe' halkı şöyle demiştir: 'Bahçemizin yemişleri daha uzak olsaydı onları daha çok arzulardık.' Bu yüzden onlar, yolculukları esna sında bineklerine binsinler, yarılarına azık alsınlar ve gittikleri yerde fakirlere iyilik etsinler diye Allah'tan, bulundukları yerle Şam arasını kırsal alan ve çöl yapmasını talep etmişlerdir".

Biz de onları, Sebe' halkını daha sonrakilerin onların durumlarına şaşkınlıkla bakıp, akibetlerinden ibret alarak onlardan bahsetmeleri için

efsane yapıverdik. Onları darmadağın ettik. Artık bir araya gelmesi müm kün olmayan her grup için örnek gösterilir olmuşlardır. Bu maksatla şöyle denmektedir: ”Onlar Sebe' halkı gibi dağılmışlardır." Sebe' halkı kabileler ve gruplar halinde iken ülkenin her tarafına dağılmışlardır.

Şüphesiz bunda onlarla ilgili olarak zikredilen kıssada günahlara, boş arzu ve isteklere, sıkıntılara ve zorluklara karşı ve ibadetleri yapma hususun da

çok sabreden ve her zaman ve her durumda ilâhî nimetlerden dolayı

çok şükreden herkes için Allah'ın birliğini ve gücünü gösteren apaçık

ibretler kesin deliller ve büyük işaretler

vardır.

20

Yemin olsun ki, İblis, Sebe' halkının yersiz arzulara daldığını görünce

onlar hakkındaki zannını gerçekleştirdi. Onu doğru buldu.

İnanan bir zümrenin dışındakiler şirk ve günah konusunda

ona şeytana

uydular. Fakat mü’minler uymadılar. Bu mü'minlerin azınlık oluşları kâfirlere oranladır. Ya da âyetteki ”min" teb’ıziyye olup mü'minlerden bir grup ona uymadı, demektir ki, bunlar, samimi mü'minlerdir.

21

Oysa İblis’in onlar üzerinde bir nüfuzu vesvese vermek suretiyle bir tasallutu ve istilâsı

yoktu. Ancak âh ir ette inananı, şüphe içinde kalandan ayırdedip bilelim diye (ona bu fırsatı verdik.) Yani İblis’in onlara tasallutu, sadece âhirete inananı şüphe ve tereddüt içinde olandan ayırıp cezayı gerektirecek, hali hazırdaki bilgimizden dolayı olmuştu. Şüphesiz Allah'ın bilgisi eskiye dayanır. Bazıları da burada sözü edilen bilginin ”ayırma" anlamında mecaz olduğunu söylemişlerdir. Buna göre anlam, ”Ahirete inananı, şüphe içinde olandan ayırmamız için..." şeklindedir.

Rabbin her şeyi gerektiği gibi

koruyandır.

22

Ey Rasûlüm Muhammed! Müşriklere, inançlarının bâtıl olduğunu oıtaya koy mak ve kendilerini âciz bırakmak için

de ki,: 'Allah'tan başka O'nun yeri ne

tanrı olduklarını ileri sürdüğünüz şeyleri çağırın. Yani size fayda vermek ve zararı gidermek için Allah'ı bırakıp da taptıklarınız şeyleri çağırın. Eğer bu çağrınız yerinde ise belki size karşılık verirler. Bu ifadenin ardından Allahü teâlâ cevabın belli olduğunu hissettirerek gereken cevabı vermiş -ki, Allah boy ölçüşmeyi kabul etmez- ve onların durumunu açıklamak üzere şöyle buyurmuştur:

Onlar, hiçbir hususta

göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şe ye iyilik ve kötülüğe, fayda ve zarara

sahip değillerdir. Onların, yani tanrılarının

her ikisinde göklerde ve yerde yaratma, mülk ve tasarruf açı sından

hiçbir ortaklıkları yoktur. Allah'ın onlardan putlarından, gökler ve yere ait işleri plânlamada kendisine destek sağlayacak

bir yardımcısı da yoktur. Kısacası, Allahü teâlâ yarattıklarına muhtaç değildir. Fakat onların tanrıları ise her şeyden âcizdir.

23

İddia etmekte oldukları gibi

Allah'ın huzurunda, O'nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati hiçbir şekilde

fayda vermez. Sade ce şefaati hak eden kişilere, Allah'ın izin verdiği kimselerin şefaati fayda ve rir. Bunların dışındakilere ise asla fayda vermez. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurur: ”...izni olmadan katında kim şefaat edebilir?..." (Bakara: 255) ”Şefaat": Birinin, başka biri için af ve lütuf talep etmesidir.

Nihayet onların yani şefaat edeceklerle kendilerine şefaat edilecek mü'minlerin

kalplerinden korku giderilince kendilerine şefaat edilecek ler

şöyle derler: İzin konusunda Rabbiniz ne buyurdu? Çiinkü onlar, şefa at iznine muhtaçtırlar ve O'nun emrine önem vermektedirler. Oysa kâfirler, şefaat dileme durumundan uzak ve kalplerinden korkunun giderilmesinden fersah fersah ötedirler. Böyle olunca kendilerine şefaat için nasıl izin verilir?

Denmiştir ki, kendilerine şefaat edilecekler izin isteme ve dilekte bulunma durumunda uzun bir süre beklerler. Nihayet kalplerindeki korku giderilip dileklerine kulak verileceği müjdesi ortaya çıkınca:

'Rabbiniz ne buyur du?' diye sorarlar. Bunun üzerine.

Onlar da: Yani şefaat edecekler de:

'Hak olanı buyurdu' derler. Bu hak, hak edenler için şefaat izninin verilmesidir. Şefaat edecekler, şefaat için doğrudan izin talebinde bulunacaklardır.

O, yücedir, büyüktür. Yani O, yücelik ve büyüklükte, hükümranlık, zat, sıfat, söz ve fiil açısından tektir. Bu sebeple O'nun izni olmadan insanların en şereflilerinden biri dahi konuşamaz. Gerçekten O, büyüktür. Her şey O'nun büyüklüğü yanında basit kalır.

24

Ey Rasûlüm Muhammed!

De ki,: 'Göklerden yağmur indirerek

ve yer den bitki bitirerek

size rızık veren kimdir?' Allahü teâlâ Hazret-i Peygambere müşrikleri ilâhlarının göklerde ve yerde zerre kadar bir şeye sahip olmadık larını ve rızık verenin sadece Allahü teâlâ olduğunu kabullenmeye sevkederek onları susturmasını emretmiştir. Zaten onlar bunu inkâr etmiyorlardı. Nitekim bu durumu dile getiren âyet-i kerimede şöyle buvurulmaktadır: ”De ki,: 'Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim sahip olabilir?'... Onlar: 'Allah' diyeceklerdir." (Yunus: 31) Fakat onlar gereğini yerine getirme endişesiyle cevap vermede duraklamaları yüzünden Hazret-i Peygamber'e şöyle buyurulmuştur:

De ki,: 'Allah! size rızık veriyor! Çünkü onlara göre de bundan başka cevap yoktur.

O halde doğru yolda veya apaçık sapıklıkta olan ya biziz ya da sizsiniz' Yani Allah'ın birliğini, rızık verenin O olduğunu ve zatına mahsus gücünü kabullenip sadece O'na kulluk eden grupla; kullukta O'na cansız şeyleri ortak koşan gruptan biri, ya doğru yolda ya da apaçık sapıklık içindedir. Biraz önce geçtiği gibi kimin doğru yolda, kimin de sapıklıkta ol duğunu tayin eden bu veciz ifade, insaf prensiplerine uygun olarak cereyan ettiği için durumu açıkça belirtmekten daha vurgulu ve azılı hasmı susturmada etkilidir. Bu söz tıpkı arkadaşını tarif eden adamın şu sözü gibidir: ”Allah hangimizin yalancı olduğunu bilir."

25

De ki,: 'Bizim işlediğimiz suçtan ve kazandığımız küçük günah ve kusurlardan

siz sorumlu değilsiniz, biz de sizin işlediğinizden küfür ve büyük günahlarınızdan

sorumlu değiliz.' Aksine herkes kendi ameline karşılık hesaba çekilir. Nitekim her çiftçi, başkasının değil kendi ekinini toplar. Bu adalet açısından daha belirgin, tartışmaya gitmekten ve zor duruma düşmekten daha uzaktır. Çünkü bu ifadenin kapsamında inananlar için yanılma kastedildiği halde onlara suç işleme isnad edilmiş, inkarcıların amelleri de en büyük günahlardan ibaret olmasına rağmen onlara sadece işlediğiniz, yaptığınız tabiri atfedilmiştir.

26

De ki,: 'Rabbimiz kıyamet günü toplanma ve hesap anında

hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda adaletle hükmedecektir. Bizim ve sizin durumunuz ortaya çıktıktan sonra doğru yolda olanları cennete, bâtıl yolda olanları ise cehenneme koymak sûretiyle bizi ayıracaktır.

O, en âdil hüküm veren, son derece girift meseleleri çözen, verilmesi gereken hükmü, kimin lehine ve kimin aleyhine hükmedeceğini

çok iyi bilendir.' Gerek bu durum, gerekse diğer durum ve hususlar O'na gizli kal maz.

27

De ki,: 'Allah'a eş koştuklarınızı bana gösterin. Bu emirle onla ra büyük hatalarının gösterilmesi ve görüşlerinin bâtıl olduğunun bildirilmesi amaçlanmıştır. Yani hangi sıfatla putlarınızı, ibadeti hak etmekle birlikte ben zeri olmayan Allah'a eş koştuğunuzu bana gösterin. Onlara niçin taptığınızı bana söyleyin. Onlar yaratabiliyorlar mı? Rızık verebiliyorlar mı? Bu ifade ile inkarcılar, delilin aleyhlerine sabit olmasından sonra daha çok susturulmuşlardır.

Hayır. Burada inananlarla inkârcıların mukayesesinin yersiz olduğu ortaya konduktan sonra o inkârcıların Allah'a eş koşmalarından men edildikleri belirtilmektedir.

Aksine yegâne galip ve eşsiz

hikmet sahibi olan an cak Allah'tır.' Nitekim Allah: ”O Allah tektir." (İhlâs: 1) buyurmuştur. Öy leyse en basit ve en zelil şeyler olan putlarınızın bu yüce rütbe ile ne ilgisi vardır?

28

Ey Rasûlüm Muhammed!

Biz seni esmeriyle siyahıyla

bütün insanlara ancak mü'minlere cenneti

müjdeleyici ve kâfirleri de cehennemle

uyarıcı ve korkutucu

olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler. Bu yüzden bilgisizlikleri onları muhalefete ve isyana sevkeder.

Âyet-i kerimede ”insanlar", müjde ve uyarı nimetleriyle peygamberlik nimetini bilmedikleri vurgulanarak iki defa zikredilmişlerdir. Gerçekten bu insanlar sözkonusu nimetler sayesinde Allah'ın kendilerine olan lütfunu tanı mazlar ve O'na şükretmezler. Çünkü akıl yalnız başına dünya ve âhiretle ilgili bütün işleri idrak edemez, zararlı ve yararlı şeyleri ayıramaz. Bu sebeple in sanlar; müjdelenmeye, uyarılmaya, peygamberler ve nebiler vasıtasıyla müşkil olan şeylerin izahına ihtiyaç duymuşlardır.

Âyet-i kerime Hazret-i Peygamber’in peygamberliğinin genel olduğunu ve onun herkese gönderildiğini göstennektedir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Altı şeyle peygamberlerden üstün kılındım: Bana az sözle çok mana ifade etme hasleti verilmiş, bir aylık yol kadar yerden düşmana korku salınmakla destek sağlanmış, ganimetler bana helâl kılınmış, benim için yer yüzü Temiz ve mescid sayılmıştır. Ben bütün insanlara gönderildim, ve peygamberlik benimle son bulmuştur." Bunu gösteren âyet-i kerime de şudur: ”Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ: 107) Bütün varlıklar bu hitabın kapsamı içine girmektedir. Allahü teâlâ; ”Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." (Sebe': 28) sözü ile de insanların pek çoğunun ifa de edilen gerçeği bilmediklerine işaret etmektedir.

29

Aşırı cehaletlerinden ve sapıklıklarından dolayı Allah Rasûlü ile mü'minlere alaylı bir şekilde hitap ederek: Söylediklerinizin tahakkuku ve meydana gelişi konusunda

'doğru iseniz kendisiyle müjdelenen ve uyarılan

bu vaad yani cennet ve cehennem

ne zamandır?' derler.

30

De ki,: 'Size bir gün vaad edilmiştir ki, o gün yeniden dirilme günüdür.

Ondan yani bu vaadin aniden gelişi anında ondan

bir saat ne geri kalabilirsiniz, ne de öne geçebilirsiniz.' Bu ifadede bir tehdidin olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim aklen öne geçmenin mümkün görülmediği gibi geri kalmak da mümkün görülmemiştir.

31

İnkarcılar yani Kurevş kâfirleri

dediler ki,: Muhammed'e inen

Bu Kur'an'a ve bundan önce inen Tevrat ve İncil gibi yeniden dirilmeyi haber veren

kitaplara asla inanmayacağız.'

Ey Rasûlüm Muhammed! Ya da hitaba lâyık olan!

Sen yeniden dirilmeyi inkâr eden

bu zalimleri -çünkü onlar inkârı iman yerine koymuşlardır-

Rablerinin huzurunda hesap verme durumunda parmak uçlarında

dikilmiş, alı konmuş

birbirlerini suçlayarak söz atarlarken ve tartışmaya koyulurlarken

bir görsen! İfadenin, tasvirinden yetersiz kaldığı kötü ve çirkin bir durum görürsün.

Güçsüz sayılanlar ve ezilenler

büyüklük taslayanlara: Yani aşırı derecede kibirli olan, Allah'a ibadet etmeye, peygamberlerine indirilen âyetleri kabul etmeye tenezzül etmeyen, zayıf kimseleri taşkınlığa ve sapıklı ğa sevketmeye çalışan liderlere:

'Siz olmasaydınız, saptırmanız ve bizi iman etmekten alıkoymanız olmasaydı

biz elbette inanmış olacaktık', der ler. Yani siz iman etmemizi ve peygambere uymamızı engellediniz.

Sanki ”Büyüklük taslayanlar ne derler?" diye sorulur ve bunun üzerine şöyle buyurulur:

32

Büyüklük taslayanlar, güçsüz sayılanlara: Onları iman etmek ten alıkoyduklarını inkâr ederek ve bu durumu kendilerine ispat etmeye çalı şarak:

Size hidayet geldikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik ve alı koyduk? Biz size engel olmadık.

Aksine siz suç işliyordunuz', bu sebeple kendinizi imana ermekten alıkoydunuz ve taklidi tercih ettiniz

derler. Bu ifadede, dünyada bir kısmının diğer bir kısma uymasının âhirette düşman lığa ve birbirinden uzaklaşmaya sebep olacağına dair kâfirlere bir uyarı var dır.

33

Güçsüz sayılanlar da büyüklük taslavanlara cevap vererek:

'Hayır. Gece gündüz (işiniz) hile ve tuzak kurmaktı. Yani doğrusu hile niz gece gündüz bize engel oklu ve bizi Allah'a oıtak koşmaya, günahlara şevketti.

Siz daima Allah'ı inkâr etmemizi ve O'na ortak koşmamızı bi ze emrederdiniz' derler. Artık her iki grup

azabı gördüklerinde doğru yoklan sapmak ve saptırmak gibi yaptıkları kötü şeyleri, pişmanlığın kendile rine fayda vermediği bir zamanda ayıplanma endişesiyle

pişmanlıklarını içlerine atarlar ve birbirinden gizlemeye çalışırlar, ya da pişmanlıklarını or taya koyarlar ki, durumlarına uyan da budur. Nitekim burada geçen ”ısrâr" sözcüğü hem gizlemek, hem de açığa çıkarmak anlamlarına gelir.

Kıyamet günii

Biz de her iki gruptan dünyada kendilerine hak geldiği zaman onu inkâr eden

o kâfirlerin boyunlarına demir halkalar takarız. Onlar ancak dünyada

yaptıklarının küfür ve günahlarının

cezasını çekerler. Onlar dünyada cin ve insan şeytanlarının teşvikiyle kendilerini bağlayıp imandan alıkoyunca, âhirette boyunlarına sözkonusu tasmaların takılmasını meşrû hale getirmişlerdir.

34

Biz hangi ülkeye bir uyarıcı halkını azapla uyaran bir peygamber

göndermişsek mutlaka oranın varlıklı kişileri: Yani bu ülkenin bü yüklük taslayan ve dünyada müreffeh bir hayat süren liderleri peygamberleri ne:

'Şüphesiz biz, iddianıza göre

sizinle gönderilen şeyleri tek Allah inancını ve imanı

inkâr ediyoruz' dediler.

Bu âyet-i kerime. Hazret-i Peygamberi teselli etmek için gelmiştir. Yani ”Ey Rasûlüm Muhammed! Geçmiş ümmetlerin zenginlerinin gidişatı böyledir. Bu sebeple kavminin ileri gelenlerinin tutumuna aldırış etme." Tekzibe herkesin iştirak etmesine rağmen bunun varlıklı kişilere mahsus bir özellik kılınması, ya onla rın uyulan kişiler olmasından, ya da tekzibe ve inkâra iten en büyiik etkenin, büyüklük taslamaya iten müreffeh yaşamanın olmasından kaynaklanmaktadır.

35

Varlıklı kâfirler, dünya saltanatı ve kendileri için deneme sayılan şeylerle övünerek fakir mü'minlere:

'Biz dünyada

malca ve evlâtça sizden

daha çoğuz, biz âhiretin var sayılması durumunda orada

azaba uğ ratılacak da değiliz' dediler. Çünkü dünyada değerli görülen, âhirette küçümsenmez.

36

Ey Rasûlüm Muhammed! Onlara cevap vererek

de ki,: 'Rabbim, mü'min olsun, kâfir olsun

dilediğine bol rızık verir ve sonsuz hikmetlere dayalı dileği gerektirdiği ölçüde -ister mü'min, ister kâfir olsun- dilediğinden de

kısar. İtaat ve itaatsizlikle ilgili olan mükâfat ve ceza işi ise bu durumla mukayese edilmez. Çünkü rızkın daraltılması, kişiye değer verilmediği anla mına gelmediği gibi genişletilmesi de kendisine değer verildiği anlamına gel mez. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Dünya, iyinin ve günahkârın kendisinden yararlandığı hazır bir mal, âhiret ise doğru bir vaad olup orada, hükümranlık elinde olan ve yüce olan Allah hükmeder."

Fakat insanların çoğu, gaflet içinde olanlar, rızkın bol verilmesinin ve kısılmasının hikmetini

bilmezler.' Zannediyorlar ki, rızkın bol verilme sinin sebebi şeref ve üstünlük, kısılmasının sebebi de zillet ve hafifliktir. Ve onlar, birincinin çoğu kez istidrac kabilinden; ikincinin ise deneme ve derece nin yükseltilmesi maksadıyla olduğunu bilmezler.

37

Ey insanlar!

Katımızda size yakınlık sağlayacak ne mallarınız, ne de evlâtlarınızdır. Fakat iman edip iyi amelde bulunanlar müstesna.

Yani mal ve evlâtlar hiçbirinizi Allah'a yaklaştırmaz. Fakat malını Allah yolunda harcayan, çocuklarına iyiliği öğretip hak yolda yetiştiren iyi mü'min hariç.

Ancak onlara, inanıp kulluk edenlere

yaptıklarına, iyi amellerine

karşılık kat kat fazlası vardır. Yani onların bir iyiliğine karşılık on kat, daha fazla ve yedi yüz kat derken sayılamayacak derecede karşılık vardır.

İşte onlar, yüksek makamlarda cennet köşklerinde hoş olmayan bü tün şeylerden ölüm, yaşlılık, hastalık, düşman vs. âfetlerden uzak

güven içindedirler.

İbrahim b. Edhem bir adama şöyle sormuştur: ”Uyku halinde iken bir gümüş parayı mı daha çok seversin, yoksa uyanık halde iken bir altın parayı mı?" Adam: ”Uyanık hakle iken bir altın parayı" diye cevap vermesi üzerine

İbrahim b. Edhem: ”Dünyada sevdiğin şey tıpkı uyku halinde sevdiğin gümüş para gibidir. Âhirette sevdiğin şey ise tıpkı uyanık halde sevdiğin altın gibi dir. Öyleyse ölüm için hayatını değerlendir," demiştir.

Hazret-i Ömer birgün Allah Rasülunün huzuruna, evine girmiş ve onu uyur halde bulmuştu. Hasır Hazret-i Peygamberin bir tarafına iz bırakınca Hazret-i Ömer ağlayarak şöyle demiştir: ”Ey Allah’ın rasûlü! Sen hasır üzerinde, İran ve Bi zans hükümdarları ise ipek döşekler üzerinde!" Bunun üzerine Allah Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Ey Ömer! Onlar dünya hayatında peşin olarak kendilerine hoş şeyler verilen bir toplumdur. Biz de iyi şeyleri âhiret hayatına bırakılan bir toplumuz. Dünya, onların, âhiret de bizim olmasını istemez misin? Benim dünya ile olan ilişkimin örneği, tıpkı çok sıcak bir günde yola çıkan ve bir ağacın altında gölgelendikten sonra orayı terkedip giden bir yolcu gibidir." O halde insan için uygun olan, ölümsüz olanı alıp, ölümlü olanı bırakmaktır.

Öte yandan hikâye edildiğine göre bir hükümdar vezirlerinden birini diğerlerinden daha çok seviyormuş. Onlar da onu kıskanmış ve aleyhinde bulunmuşlardı. Bunun üzerine hükümdar işin gerçeğini ortaya koymak üzere çe şitli süsler ve zînetlerle süslenmiş bir konakta onları ağırlamış ve ardından şöyle demiştir: ”Her biriniz konakta hoşuna giden şeyi alsın." Onlar da hoşu na giden mücevherleri ve eşyayı almışlar, fakat kıskanılan söz konusu vezir ise hükümdara: ”Benim hoşuma sadece sen gittin," diyerek onu tercih etmiş tir. İnsan, bu süslü dünyaya sadece imtihan için gelmiştir. O, tıpkı gelin gibi üzerine saçılan şeylere aldırış etmez. Şayet aldırış eder ve döner bakarsa onun düşüklüğünü ve aklının noksanlığını gösterir. Bugün fırsat günüdür, gelecek ise yolculuk için azık tedarik etme günüdür.

38

İnat ederek bizi âciz bırakacaklarını ve bizden kaçabileceklerini sanarak Kur'an

âyetlerimizi reddetmek, onlara saldırmak suretiyle

boşa çıkarmaya çalışanlara gelince işte onlar azapla yüz yüze bırakılacaklar dır. O azaptan uzaklaşamadıkları gibi güvendikleri şeyler de kendilerine fayda vermez.

39

De ki,: 'Rabbiın, denemek ve bir hikmet için

kullarından dile diğine bazen

bol rızık verir ve bazen de

kısar. Bu ifade tek bir şahısla ilgili, daha önce geçen aynı anlamdaki âyet ise iki ayrı şahısla ilgilidir. Bu sebeple burada bir tekrar söz konusu değildir.

Siz Allah için ne verirseniz O, onun yerine başkasını verir. Yani Allah'a itaat hayır ve iyilik yolunda ne harcarsanız Allah onun yerine yenisini verir; dünyada ona mal verir, kana at verir, âhirete ise sevap ve çeşitli cennet nimetlerim verir. Öyle ise fakirlikten korkmayınız, dünyada ve âhirette Allah'ın lütuflarını elde etmeye çalışınız.

O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.' Başkası ise Allah'ın rızkını ulaştırmada sadece bir vasıtadır. Dolayısıyla gerçek anlamda rızık vermekle ilgisi yoktur. Allahü teâlâ herkese tükenmeyen hazinelerden lütfeder.

Bahru'l-Ulûm'da şöyle geçmektedir: ”Kulların yararına olan şeyleri yapmak en büyük itaat ve en şerefli ibadet olunca -ki, bu, peygamberlerin ve sâlih kulların görevlerinden biridir.- Allahü teâlâ onlara âyet-i kerimede bu yararlı hizmetlerin birini göstermiş ve onu teşvik etmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber de buna teşvikle ümmetine şöyle buyurmuştur: ”Bütün insanlar Allah'ın iyâli, yani bakımlarını üstlendiği kişilerdir. En çok sevdiği kişi ise aile fertleri için en faydalı olan kişidir."

el-Askerî şöyle demiştir: ”Hadisteki bu ifade mecazîdir. Allahü teâlâ kulların rızkını üzerine alıp tekeffül edince insanlar da tıpkı O'nun iyâli gibi addedilmişlerdir."

Hadis-i şerifte: ”Her iyilik bir sadakadır' buyurulmuştur. ”Her iyilik bir sadakadır" ifadesinin anlamı, infak etmenin malla sınırlı kalmaması demektir. Aksine mal, söz, iş, ilim ve dinî bilgiden müteşekkil her iyiliği içine alır. Allah'ın zâtı ile ilgili bilgi, bunların en üstünü ve en şereflisidir. Çünkü malların faydası bedenler için, dînî bilgilerin faydası ise kalpler ve ruhlar içindir.

40

O gün Allah, onların hepsini toplar, yani ”Ey Rasûlüm Muhammed! Kavmine Allah'ın, büyüklük taslayanları, güçsüz sayılanları ve Allah'ı bırakıp da taptıkları şeyleri toplu olarak biraraya getireceği günü hatırlat."

Sonra putlara tapan müşrikleri azarlamak ve iddia ettikleri gibi şefaatlerinden ümit lerini kesmek için

meleklere: 'Bunlar yani kâfirler, dünyada

size mi ta pıyorlardı?' der.

41

Melekler bu durumdan uzak olduklarını ifade ile:

'Sen yücesin, şirkten seni tenzîh ederiz,

bizim dostumuz onlar değil, sensin. Doğrusu onlar bilgisizliklerinden ve sapıklıklarından dolayı

cinlere, şeytanlara

tapıyorlardı. Allah'tan başkasına kullukta onlara boyun eğiyorlardı.

Ço ğu onlara yani cinlere ve ”Melekler Allah'ın kızlarıdır" şeklindeki yalan sözlerine

inanıyor, onlara uyuyor ve kendilerine şefaat edeceklerine dair ifadelerine aldanıyor

lardı' derler. Âyetteki ”ekser" (çoğu) kelimesi burada ”hepsi" anlamında olup bununla müşrikler kastedilmiştir ve bütün müşrik ler demektir. Bazı müfessirler ise şöyle demişlerdir: ”Çoğu ifadesi, hepsi an lamında değildir; bununla insanlar kastedilmiştir ki, insanların çoğu demektir."

42

Bugün yani mahşer günü

bir kısmınızın, putların

diğerleri nize, puta tapanlarınıza

bir fayda, ya da bir zarar vermeye gücü yet mez. Şefaat da edemez, azap da edemez. Çünkü o gün bütünüyle emir Allah'ındır. Nitekim âhiret yurdu hesap yurdudur. Allah'tan başka kimse insan ları hesaba çekemez.

Bu ilâhî mesaj da meleklere hitap cümlesindendir. Meleklerin, kâfirlerin kendilerine nisbet etmiş oldukları şeyden Allah'ı tenzih etmeleri anında ken dilerine söylenen sözlerin içinde yer almaktadır. Acizliklerini, kendilerine ta panların nazarındaki eksikliklerini ortaya koymak ve umduklarını bütünüyle boşa çıkaran durumları belirtmek üzere şahitler huzurunda onlara hitap edilir:

Biz inkâr etmek ve yalan -saymak suretiyle kendilerine yazık edip

zalim olanlara: İman ve tasdik yerine inkâr ve yalanlamada bulunanlara âhirette: Dünyada

'Yalanlamakta olduğunuz ve ısrarla yok saydığınız

ateşin azabını tadın.' Onunla karşı karşıya geldiniz ve böylece zannınız ve davanız boşa çıktı

deriz. Bu ifade, o gün meleklere söyleneceklerin an latılmasının ardından kullara söyleneceklerin Allah Rasûlü'ne anlatılmasından ibarettir.

Bil ki, cinlere tapan ve şeytanın dilediği gibi ona itaat eden kişinin azabı tıpkı İblis’in azabı gibi sürekli olur. Nefsinin dilediği şekilde ona boyun eğen kişi de günaha girmiştir. Ancak bunun azabı geçici olur. Arzularına uyan kimsenin ise hesabı zor olur.

Yahya (aleyhisselâm), büyük bir zat oluşuna ve bilerek bir hata yapmamasına rağmen ateşin azabından korkuyor, gece, gündüz ağlıyordu. Hal böyle iken gaflet içinde bulunan kimse günahlarının çokluğuna ve şeytan gibi bir düşma nı olmasına rağmen imanının zedelenmesinden nasıl emin olabilir? O halde her durumda Allahü teâlâ'dan başkasına meyletmekten tevbe etmeli, yakarmalı ve sabah akşam ağlamalı ki, ateşten kurtulması mümkün olsun.

43

Onlara Mekke müşriklerine Kur'an

âyetlerimiz tevhidin haki katine ve şirkin bâtıl oluşuna delâleti

apaçık olarak Hazret-i Peygamber’in diliyle ardarda

okunduğu zaman Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e işaretle

demişlerdi ki,: 'Bu, sizi uzun bir süreden beri

babalarınızın taptıklarından, putlardan

çevirmek isteyen ve ortada ilâhî bir din olmadan kendiliğinden icad ettiği şeye uymanızı talep eden

bir adamdan başkası değildir. Buradaki ”bir adam" deyimi küçümsemeyi ve alayı ifade etmektedir. Çünkü Hazret-i Peygamber müşrikler arasında bilinen ve meşhur olan biriydi.

Âyet-i kerimedeki ”babalar" kelimesinin kendilerine değil de muhatap lara ”babalarınız" şeklinde söylenmesi, onlardaki ırkçılığı tahrik ederek şirk te karar kılmalarını sağlamaya ve tek Allah inancından nefret ettirmeye yöne liktir.

Ve yine: 'Bu Kur'an

da kapsadığı tevhid ve yeniden dirilme işi anlayışlarına uymadığı için Allahü teâlâ’ya isnad ederek kendisi tarafından

uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir' dediler. Onlar bu sözü inatlarından ve büyüklenmelerinden dolayı söylemişlerdir. Oysa onların bü yüğü Utbe b. Rabia Kur'an hakkında: ”Allah'a yemin olsun ki, o ne bir şiir, ne uydurma bir söz, ne de bir sihirdir" demiştir.

Hak, Kur'an

inkâr edenlere Allahü teâlâ tarafından

geldiğinde onu düşünüp taşınmadan hemen işitir işitmez onu yalan sayarak ve bile bile inkâr ederek

onun için: 'Bu apaçık bir büyüdür' ve bunun için bir şüphe söz konusu değildir

dediler. ”Sihir;" imsak vaktinden önceki birinci ay dınlıkla, imsak vaktinde oıtaya çıkan ikinci aydınlık arasındaki vakit için kul lanılan ”seher" kelimesinden alınmıştır. Seher aslında ışıkla karanlığın birbi rine karışmasıdır. Söz konusu seher vakti sabah aydınlığının karışmasıyla ge ce değil; göze güneş ışığı gelmediğinden dolayı da gündüz değildir. Aynı şe kilde sihirbazların yaptığı şey yok sayılacak derecede bâtıl değil; çünkü göz tereddüt edilmeyen bir şeyi farketmektedir. O, gerçekten hak olan bir şey de değil ki, bizzat var olduğu ortaya çıksın. Kısacası sihir, gözün gördüğü ve gö renin sandığı gibi bir şey değildir.

44

Oysa Biz onlara yani Mekke'li müşriklere

okuyacakları kitap lar vermemiş ki, bu ifade onların müşrik olduklarını göstermektedir. Nite kim âyet-i kerimede; ”Yoksa onlara bir delil indirdik de o delil, müşrik olma larını mı söylüyor?" (Rum: 35) diye buyurulmuş; bir diğer âyette ise şöyle ifade edilmiştir: ”Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı sarı lıyorlar?" (Zuhruf: 21)

Âyette ”kitaplar" lâfzının çoğul olarak getirilmesi, söz konusu şüphe için benzer delillerin olması gerektiğini vurgulamaktadır.

Ve senden önce de onlara kendilerini şirke çağıran ve şirkin terkedilmesi durumunda ceza ile uyaran

bir uyarcı göndermemiştik. Onların inancının bâtıl olduğu her yönüyle daha önce ortaya çıkmış, hal böyle iken bu sapık düşünceye nasıl sahip olmuşlardır?

Bu mesaj, onların cehaletini ve görüşlerinin basitliğini ortaya koymakta dır. Ardından Allahü teâlâ onları tehdit ederek şöyle buyurmuştur:

45

Kavmin Kureyş seni yalancı saydıkları gibi

onlardan öncekiler geçmiş ümmetler ve nesiller

de (peygamberlerini) yalancı saymışlardı. Oysa bunlar, onlara beden gücü, mal, evlât çokluğu ve uzun ömürden

verdiklerimizin onda birine bile erişememişlerdi. Böyle iken peygamberlerimi yalanladılar ama Beni inkâr (edişin sonu), köklerini kazımam ve yok etmem

nasıl oldu? Onların yanında bunlara da aynı şekilde kökleri ni kazıyacak azâbı vermeme engel olan nedir? Bu sebeple bunlar, benzer durumdan sakınsınlar.

46

Ey Rasûlüm Muhammed!

De ki,: 'Size tek bir öğüdüm vardır: Gösteriş ve taklit için değil

' Allah için ve O'nun rızası için Allah Rasûlü'nün mecli sinden ve yanında bulunan topluluktan

ikişer ikişer ve teker teker kalkmanız, ardından onun durumu hakkında

düşünmenizdir. (Anlayacaksı nız ki,) zannettiğiniz gibi

arkadaşınızda peygamberde kendisini peygamberlik davasına sevkeden

bir delilik yoktur.

Âyetteki ”kalkmanız..." şeklinde tercüme edilen ”kıyam"dan maksat ya ayağa kalkmaktır ki, hakikî manası budur. Ya da görevi yerine getirmek ve hakkı talep etmeye özen göster mektir.

İkişer ve teker şeklinde sınırlanmalarının faydası şudur: İki kişi insaflı olarak hakkı araştırıp arzu ederek Allahü teâlâ'ya yöneldiklerinde hidayete ererler. Bir kişi de boş arzulardan uzak olarak kendi kendine düşününce bu şekilde doğru yola yönelir. Fakat çokluk ise böyle değildir. Çünkü çoğu kez onların arasında insaf az, ihtilâf fazla olur ve öfke kendini gösterir. Bu tür toplumda sadece tercih edilen görüşün zaferi dinlenir.

O, kendisine karşı gelmeniz durumunda hakkı söyleyen bir dil ile

ancak çetin bir azabın âhiret azabının

öncesinde sizi uyarmaktadır.

Çünkü o, kıyamete yakın gönderilmiştir.

47

De ki,: Peygamberliği tebliğe karşılık

'ben sizden ne ücret istemişsem o sizin olsun. Benim ecrim ve mükâfatım

yalnız Allah'a aittir. Ben ancak dünya malı değil. Allah'ın mükâfatını talep ederim.

O, her şeye şahittir.' Dolayısıyla doğruluğumu, samimi niyetimi, davetimin Allah rızası için olduğunu ve buna dünya ve âhiret için bir çıkar karışmadığını bilir.

48

De ki,: 'Rabbiın, hakkı (ortaya) koyar. Yani kullarından diledi ğine vahiy gönderir veya bâtılı hak ile ortadan kaldırır ve yok eder.

O, Söz, iş veya benzeri bir şey olsun göklerde ve yerde varlıkların bilemediği

her türlü gizliyi en iyi bilendir.'

Âyet-i kerimede ”ğuyûb" (gizlilikler, bilinmeyenler) sözcüğü çoğul ola rak getirilmiştir. Çünkü Allah herkesin gizli yönünü, gönlünde olanları bildiği gibi kıyamet gününe kadar gelecek olan nesillerin kalplerinde olanları da bi lir. Yine âyet-i kerimede, farklı durumlardaki gizliliklerin bilgisine sahip ol duğunu ifade için, çok iyi bilen anlamında ”allâtn" sözcüğü getirilmiştir.

Nâbiğa'ya Müslüman olduğu zaman ”Muhammed! (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman mı ettin?" denmesine karşılık: ”Evet, iman ettim. O, Allah'ın kitabından üç âyetle bana galip geldi. Aynı kafiyede üç beyitlik bir şiir söylemek istedim. Fakat ”de ki,: Her türlü gizliyi en iyi bilen Rabbim, hakkı yerine koyar." (Sebe': 48) âyetini işitince âciz kaldım ve başaramadım. O zaman bunun, bir insan sözü olmadığını anladım," demiştir.

49

De ki,: 'Hak, İslâm ve Tevhid inancı

geldi; artık bâtıl, ne bir şey ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir.' Yani şirk, hiç izi kalmayacak şekilde yok olup gitti. Çünkü yok olduğuna göre bir şeyi ortaya çıkarması, ya da geri getimıesi sözkonusu değildir. Artık bütünüyle yok olma konusunda örnek getirilir olmuştur.

İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'ye girdiği zaman Kabe'nin etrafında 360 put vardı, elinde bulunan bir sopa ile putlara vuruyor, bir taraftan da şu âyetleri okuyordu: ”Hak geldi, bâtıl yok oldu." (İsrâ: 81) ”De ki, hak geldi. Artık bâtıldan bir eser kalmadı, bir daha geri dönmez." (Sebe': 49)

50

De ki,: 'Eğer iddia ettiğiniz ve ”Atalarının dinini terkettiğin za man sapmış olursun!" dediğiniz gibi hak yoldan

saparsam, kendi aleyhime sapmış olurum. Sapmamın vebali bana aittir.

Eğer doğru yolda olursam, bu da Rabbim’in bana hikmet ve beyanı

vahyetmesiyledir. Çünkü doğ ru yola girmek O'nun tevfîki ve hidayeti sayesindedir.

Burada, sapıklığın kaynağının insanın kendi nefsi olduğuna işaret edil mektedir. Nefis kendi haline terkedildiği zaman ondan ancak sapıklık ortaya çıkar. Hidayet ise Allahü teâlâ'nın lütfundan kaynaklanmaktadır. Nefis onun kaynağı değildir.

Şüphesiz O, işitendir, yakın olandır.' Dolayısıyla doğru yolda olan ve sapmış olan herkesin sözünü ve işini, ne kadar gizli de olsa bilir.

Âyet-i kerimede, kişinin başkaları tarafından saptın İması vla sapmadığı na işaret edilmektedir. Gerçekten sapmış olan kişi, hidayetten yüz çevirmesi sebebiyle Allah'ın kendisinde sapıklığı var ettiği kişidir. ”...Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez..." (En'am; 164) Her koyun kendi bacağından asılir. Yani herkes başkasının işinden dolayı değil, kendi işinden dolayı muame le görür. İnsan, iyi amellerine ve güzel ahlâkına karşılık mükâfat görür, başkasının kötü amellerinden dolayı zarara uğramaz. Günahkâr insan da kötü amelinden dolayı ceza görür. Başkasının iyi amellerinden fayda görmez.

51

Ey Rasûlüm Muhammed! Ya da ey hitabı anlayan ve ona lâyık olan!

Onlar kâfirler

telâşa düştükleri ve ölüm ya da yeniden dirilme anında korktukları

zaman bir görsen! Korkunç bir durum görmüş olursun.

Artık onlar için Allah'ın azabından

kaçış ve bu kaçış veya korunmaya çalışmakla kurtuluş

yoktur, korktukları şey başlarına gelir ve

yakın bir yerden yani yerin üstünden altına

alınırlar. Ya da durdukları yerden cehen neme atılırlar.

52

Azabı gördüklerinde

'Ona yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e

inandık,' derler, - nitekim; ” ...Arkadaşınızda bir delilik yoktur." (Sebe': 46) âyetinde Hazret-i Peygamber'den sözedilmişti -

ama uzak yerden dünyadan kolaylıkla

(imana) kavuşmak onlar için nasıl mümkün olur? Çünkü iman, âhirete irtihal etmeleriyle onlardan uzak düşmüştür. ”Tenâvüş", elini ulaşabileceği bir şeye uzatmak demektir.

Bu mesajda iman etme fırsatı ortadan kalkıp yok olduktan sonra samimi olarak iman etmek isteyenlerin durumu, oldukça uzakta bulunan bir zarftan bir şey almak isteyen birinin durumuna benzetilmiştir ki, bu isteğin gerçekleş mesi mümkün değildir.

53

Halbuki daha önce, mükellef olma anında

onu yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’ı, ya da inkârcıları uyardığı çetin azabı

inkâr etmişlerdi. Tevbe kapısı kapandıktan sonra tevbe etmişler ve vasıtalar ortadan kalkınca pişman olmuşlardır. Onlar için sadece ziyan, pişmanlık, azap ve elem vardır.

Geride senden sonra ağlayacak gözler bırak

Geçen giizel günler tekrar geri dönmez.

Âyet-i kerimede hedeflenen şudur: İnsan yeryüzünde hayatta olduğu zaman bir şeye gücü yettiği gibi, toprağın altında ölü olduğu zaman buna gücü yetmez.

Gayba uzak bir yerden atıyorlar bilgileri olmadığı halde Allah Rasûlü, ya da azap hakkında konuşup duruyorlar

dı. Nitekim inkarcılar, ”Biz azaba uğratılmayacağız" diyorlardı. Aynı zamanda onlar Kur'an'nı şiir, sihir, uydurma ve yalan olduğunu ileri sürmüşlerdi. Belki de bu ifade onların bu alandaki durumlarını, bir şey görmediği halde görmüş gibi uzaktan atan bir kimsenin durumuna benzetmekten ibarettir. Zan la hareket etmekle ona kavuşulamaz.

54

Artık kendileriyle yani bu kâfirlerle

arzuladıkları şeyler imanın faydası ve cehennemden kurtulma

arasında perde çekilmiştir. Tıpkı bundan önce benzerlerine geçmiş ümmetlerin kâfirlerine

yapıldığı gibi. Çünkü onlar dünyada tevhid, yeniden diriline ve azabın gelmesi gibi iman edilmesi ve yakînetı kabul edilmesi gereken şeylerden

şüphe ve endişe içindeydiler. Kâfirlerin dünyadaki tutumları şüpheden ibaret olunca, âhirette yakînin yani tereddütsüz imanlarının kendilerine faydası olmaz. Çünkü bu iman, azabın görülmesinden ve sorumlu addedilme yeri olan dünyadan ayrıldıktan sonra gerçekleşmiştir. Böylece onlar bu âyet-i kerimede şüphe, inkâr ve bilinmeyen şeyler hakkında atıp tutmaktan dolayı yasaklanmışlardır.

Bu sebeple insan bir şeyi hemen inkâra yeltenmemeli, ancak delil, ya da görme sayesinde bildikten sonra inkâr etmelidir.

Allahü teâlâ'nın yardımıyla Sebe’ Sûresi'nin tefsiri sona ermiştir.

0 ﴿