YÂSÎN SURESİ1Yâ Sîn. Çoğu müfessirlerin de tercih ettiğine göre ” Yâsîn", bu sûrenin adıdır. Yani bu, Yâsîn Sûresi'dir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine ve birçok müfessirin ifadesine göre ”Yâsîn"m anlamı Tay lehçesinde de ”Ey insan!" demektir ve bu insandan maksat, Allah Rasûlü'dür. İbnu'l-Hanefiyye bunun anlamının, ”Ey Rasûlüm Muhammed!" demek olduğunu belirtmiş ve bunu söylerken de şu âyete dayanmıştır: ”Sen doğru yol üzerine gönderilmiş peygamberlerdensin. ” (Yâsîn : 3) Bilginlerden bir kısmı, Allahü teâlâ'nın hiç kimseye sûre başlarında bulunan mukâttaa harflerinin anlamını bilme imkânı vermediğini ileri sürerek şöyle demişlerdir: ”Bu harflerin anlamını sadece Allahü teâlâ bilmektedir. Biz bunların Kur'ân'ın kapsamı içinde olduğuna inanıyor, onlarla ilgili bilgiyi Allah'a havale ediyor, diğer âyetleri anladığımız kadar bu harfleri anlamıyorsak da Allah'ın buyruğuna boyun eğerek ve O'nun kelâmına saygı duyarak ibadet gayesiyle onları okuyoruz." (11) 2Çelişkilerden, kusur ve her türlü değişikliklerden uzak muhkem olan Kur'ân hakkı için... Bir âyette Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”...Elbette o Kur'an'ı biz koruyacağız." (Hicr: 9) Gerçekten Kur'an'ın ifade şeklini, üslûbunu muhkem hale getiren, anlamını ve muhtevasını güçlü kılan O'dur. - Ya da âyetin anlamı, ”Hikmet dolu Kuran hakkı için" demektir. Yani, hikmeti içeren demektir. Şüphesiz Kuran, her hikmetin menbaı ve her öğüdün kaynağıdır. 3Ey peygamberlerin en değerlisi ve hepsinin en üstünü! Gerçekten sen, doğru yol üzerine gönderilmiş peygamberlerdensin. Yani sen, cennete ve manevî yakınlıkla hoşnutluğa ulaştıran tevhid ve ilâhî hükümler üzerinde bulunmaktasın. Bu mesaj, inkarcıların Hazret-i Peygamber hakkındaki: ”Sen gönderilen bir peygamber değilsin; Allah bize peygamber göndermemiştir" sözlerinden ibaret olan inkârlarını reddetmektedir. Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Peygamber’in peygamberliğine dair bu şahitliği, şu âyeti kerimede işaret edilen hususun içinde yer almaktadır: ”...De ki,: Benimle sizin aranıza şahit olarak Allah ve Kitap (Kur ân) ilmine sahip olan yeter. ” (Ra'd: 43) Allahü teâlâ yüce Kitab'ında Allah Rasûlu nün dışında hiçbir peygamberin peygamberliğine yemin etmemiştir. ”İnsânu'l-Uyûn" isimli eserde şöyle geçmektedir: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in özelliklerinden biri de, Allahü teâlâ'nın şu ifadesiyle onun peygamberliğine yemin etmiş olmasıdır: 'Yâsîn. Hikmet dolu Kuran hakkı için, sen gönderilmiş peygamberlerdensin."(Yâsîn: 1-3) Şayet sen, ”Peygamberlerin doğru yol üzerine gönderildikleri bilindiğine göre âyette tekrar, ”Doğru yol üzerine" diye buyrulmasına ne ihtiyaç vardır?" dersen cevap olarak şöyle derim: ”Bunun faydası, 'Sen, gönderilmiş peygamberlerdensin' âyeti dolaylı olarak bu gerçeği ifade etse de açıkça şeriatın doğrulukla vasıflandırılmış olmasıdır. Böylece Allah, tek düzende bu iki niteliği bir araya getirmiş ve tıpkı şöyle buyurmuştur: ”Sen, sabit yol üzerine karar kılan gönderilmiş peygamberlerdensin. ” 4Bak. Âyet 3. 5Kuran, güçlü ve çok merhametli olan Allah'ın indirmesidir. ”indirme" sözüyle Kuran kastedilmiş, Kur'an bu kelime ile ifadclendirilmiştir. Dolayısıyla Kur'an bu kelime ile âdeta özdeşleşmiştir. Gerçekten Kur'an, kullarına muhtaç olmayan ve onlara çok merhamet eden Allah katından inmiş, O'nun rahmeti bu Yüce Kitab'ın indirilmesini gerektirmiştir. 6Onunla, yani Kur anla, fetret devrinin uzun sürmesi nedeniyle yakın ataları uyarılmamış ve ehl-i kitaptan olmayan, bu yüzden de imandan, tevhide götüren delillerden ve yeniden dirilme ile ilgili delillerden uzak kalmış gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarasın. Bu hususu, Allahü teâlâ'nın: ”...Senden önce onlara (yani Araplara) bir uyarıcı göndermedik" (Sebe': 44) âyeti ile ”Ümmiler arasından kendilerine âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. Halbuki onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler." (Cıım'a: 2) âyetleri vurgulamaktadır. Önceki atalarına uyarıcı gelmiş ve fakat yakın ataları olan Kureyş halkına gelmemişti. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Onlar bu sözü (Kur'ânı) hiç düşünmediler mi? Yoksa kendilerine, geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi? ” (Mü'minûn: 68) 7Yemin olsun ki, söz, çoğunun yani uyarmakta olduğun Mekke halkının çoğunun aleyhine gerçekleşmiştir. Artık onlar senin uyarmanla iman etmezler. Müfessirler, âyetteki ”.söz"den ne kastedildiği konusunda farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Bazıları ”söz"den maksadın, söz konusu kişilerin cehennemlik olduklarına dair Allahü teâlâ'nın hükmü olduğunu söylerken, bazıları da bunun azaptan kinaye olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buna göre mana şöyledir: ”Çoğu azabı haketmiştir." Müfessirlerin büyük çoğunluğuna göre ise ”söz"den maksat, Allahü teâlâ'nın İblise söylemiş olduğu şu sözdür: ”Yemin olsun ki, sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım." (Sad: 85) Buna göre söz konusu âyet, şu âyetle eş anlamlı olmaktadır: ”...Fakat azap sözü kâfirlerin üzerine hak olmuştur. ”(Zümer: 71) Gerçekten bu azap sözü, inkarcılardan onu gerektirecek bir durum olmadan, bir zorlama sonucunda değil; aksine kendi tercihleriyle inkârda direnmeleri, hatırlatma ve uyarıdan etkilenmemeleri sebebiyle gerçekleşir. 8Biz, kahır ve celâl sıfatlarımızın gereği olarak onların, Mekke halkının çoğunun boyunlarına büyük ve ağır birtakım kelepçeler taktık. Burada geçen ”ağlâl" kelimesi; işkence etmek için demir, ya da başka bir madenden yapılan ve elin boyun kısmına bağlandığı kelepçe, halka demek olan ”ğul" kelimesinin çoğuludur. Kuhistanî ise şöyle demiştir: ”Gul, eli boyun kısmına getiren ve başın hareket etmesine engel olan demir halka ve tasma demektir." O halkalar çenelere kadar dayanmıştır. O kadar ki, boyunlarına kelepçe takılanlar, başlarını hareket ettiremedikleri gibi, sağa sola da bakamazlar. Onun için kafaları yukarıya kalkıktır ve bakışları yere doğrudur. Bazı müfessirler şöyle demişlerdir: ”Âyet, geçmiş zamanı ifade ediyorsa da aslında âhirette söz konusu kişilerin başlarına geleceklere işaret edilmektedir. Nitekim bir âyet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: ”...Biz, inkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar takarız..." (Sebe': 33) Müfessirlerin büyük çoğunluğuna göre âyet-i kerimede onların çoğunun, inkârda direnmeleri ve hakka yönelmemeleri konusundaki durumları, boyunlarına, çenelerine kadar varan kelepçeler takılan, bu yüzden kafaları yukarıya kalkık ve bakışları yere doğru olan kişilerin durumuna benzetilmiştir. Nerede ise onlar hakkı görmezler ve o yöne de bakmazlar. Ayrıca,"Kafalan yukarıya kalkıktır" mesajı, devenin durumuna bir benzetmedir. 9Yine Biz, onlara öfkelendiğimiz ve boyunlarına halkalar geçirdiğimiz gibi önlerinden bir sed, arkalarından da bir sed çektik ve bu sayede gözlerini perdeledik; artık göremezler. Bu başka bir temsildir. Yani dile getirilenlerle birlikte önlerinden büyük bir sed, aynı şekilde arkalarından da bir sed çektik ve bu sedierte gözlerini perdeledik. Bu yüzden hiçbir şey göremezler. Onların, bu korkunç iki sed arasında mahsur kalmaları ve bu yüzden gözlerinin perdelenmesiyle ilgili zikredilen hususlar, feci hallerinin ortaya konmasında, sapıklık ve cehalet çukuruna hapsedilmeleri, delillerle âyetleri düşünmekten mahrum kalmış olmaları konusunda yeterlidir. Fahruddin er-Râzi şöyle demiştir: ”Âyetleri ve delilleri düşünmeye engel olan şeyler iki kısımdır: Birincisi: Kendileriyle ilgili olan âyetleri düşünmeye engel olur. Bu engel, sahibini, kafası yukarıya kalkık, kendini göremez ve vücuduna bakamaz hale getiren halkaya benzetilmiştir. İkincisi: Dış dünya ile ilgili olan âyetleri görmeye engel olur. Bu engelde, etrafı kuşatan sete benzetilmiştir. Çünkü sed le kuşatılmış olan, dış dünyayı göremez hale gelir. Bu yüzden bu durumda olan kişiye, tıpkı kafası yukarıya kalkık olup da iç dünya ile ilgili âyetler kendisine belirmeyen kimse gibi, dış dünya ile ilgili âyetler kendisine belirmez. Bu itibarla söz konusu her iki engelle denenen kimse, görmekten ve ibret almaktan tamamıyla mahrum kalır. Çünkü deliller ve âyetler çok olmakla birlikte bu iki sahaya (iç dünya ve dış dünya) münhasırdır. Nitekim Allahü teâlâ'nın: ”...Âyetlerimizi onlara hem dış dünyada, hem de kendi içlerinde göstereceğiz...." (Fussilet: 53) buyurmasının yan ıs ıra ”Biz, onların boyunlarına bir takım kelepçeler taktık. ”“ Önlerinden bir sed ve arkalarından bir sed çektik."(Yasin: 8, 9) sözleriyle de bahis konusu edilenlerin, gerek iç dünyaları ve gerekse dış dünyaları ile ilgili âyetlere yol bulamadıklarına işaret edilmektedir." "İnsânu'l-Uyûn ” isimli eserde şöyle geçmektedir: ”Hazret-i Peygamber, hicret etmek üzere evinden çıkarken bir avuç toprak alarak kendisini öldürmek için evini kuşatan müşriklerin başlarına saçmış ve Yâsîn Sûresinin ilk dokuz âyetini okumuştur. Bunun sonucu olarak Allahü teâlâ onların görmelerini engellemiş ve böylece Hazret-i Peygamberi görememişlerdir." 10Onları yani Mekke halkının çoğunu uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar. Allahü teâlâ bu ölçüde kimi saptırırsa uyarı ona fayda vermez. Nakledildiğine göre Ömer b. Abdülaziz (Allah ona rahmet etsin), Gay-Ian el-Kararî'yi huzuruna çağırarak kendisine şöyle demiştir: ”Gaylan! Bana iletildiğine göre sen kader hakkında gelişi güzel konuşuyormuşsun." Gavian: ”Ey müminlerin emiri! Onlar iftira ediyorlar." Ömer b. Abclülaziz: ”Yasin Sûresini baştan itibaren, 'Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar âyetinin sonuna kadar oku." Gay lan: ”Ey müminlerin emiri! Allah'a yemin olsun ki, sanki bu âyeti ilk defa okuyor gibiyim. Ey mü'minlerin emiri! Kader hakkında konuştuğum şeylerden tevbe ediyorum." Ömer b. Abdülaziz: ”Allah'ım! Eğer doğru söylüyorsa tevbesini kabul et ve onu doğru yolda sebat ettir, yok eğer yalan söylüyorsa ona merhametsiz birini musallat et ve kendisini mü'minlere ibret yap." İfade edilmiştir ki, Hişam b. Abdulmelik, Gay lan el-Kararî'yi yakalamış, ellerini ve ayaklarını kesmiştir. Birisi de: ”Ben onu Şam'ın girişinde asılı olarak gördüm" demiştir. Bu hadiseden anlaşıldığına göre Kaderiye mezhebine mensup olanlar, her kulun, kendi fiilini yarattığını iddia ederek inkâr ve günahların Allah'ın takdiriyle olmadığını ileri sürerler. İmam el-Mutarrizî ise şöyle demiştir: ”Kaderiyyeye mensup olanlar, her işin Allah'ın takdirine bağlı olduğunu ileriye süren ve O'na kötü ve çirkin şeyleri atfeden cebrî bir anlayışa sahip kimselerdir. Allahü teâlâ bundan münezzehtir, yücedir." Allahü teâlâ, uyarının fayda sağlamadığı kişileri anmasının ardından bu uyarıdan etkilenen kişileri belirterek şöyle buyurmuştur: 11Sen ancak zikre düşünerek Kur'ân'a, ya da öğüt ve nasihate uyan şeytanın peşinden gitmekde direnmeyen ve görmeden Rahman ın cezasın d an korkan kimseyi uyarabilirsin. O, cezadan ya da insanlardan uzak olması halinde Allah'ın rahmetine aklanıp durmaz. Allah'ın azabından korkar. Çünkü Allah, merhamet eden ve bağışlayan olduğu kadar, intikam alandır ve güç sahibidir. Hal böyle iken Allahü teâlâ'nın: ”Rablerinin azabına karşı emin olunmaz" (Mearic: 28) buyurmasından sonra O'nun gazabından ve azabından nasıl emin olunabilir? İşte böylesini yani Kur'ân'a uyan ve Rahman'dan korkanı günahları için büyük bir mağfiret ve iyi amellerine karşılık razı olunan güzel bir mükâfatla müjdele. Bu mükâfat, cennettir ve orada Allah'ın, Kur'ân'a uyup ve O'ndan korkan kulları için hazırladığı nimetlerdir. Nitekim Kur'an'ı düşünmek ve öğütten etkilenmek, mağfirete vesile olan imana sevkeder. Çünkü Allahü teâlâ, dilediği kimsenin, şirk dışındaki günahlarını bağışlar. Allah'tan korkmak ise güzel mükafata sebep olan iyiliklere sevk eder. Nitekim Allahü teâlâ: 'Yaptıklarınıza karşılık olarak verir" (Vakıa: 24) buyurmuştur. 12Şüphesiz ölüleri ölümlerinden sonra yeniden ancak Biz diriltir ve onlara amellerine göre muamele eder iz. İşte o zaman, müjdelenen insanlara olan ikram ve uyarılanlara karşı intikam tümüyle ortaya çıkar. Diriltme : Bir varlığı his ve hareket edebilecek şekilde canlı hale getirmektir. Ölü ise, ruhu alınan kimsedir. Yaptıklarını iyiliklerini ve kötülüklerini ve eserlerini yani öğrettikleri ilim, yazdıkları kitap, vakfettikleri mal, inşa ettikleri cami ve buna benzer diğer hayırlar gibi, geride bıraktıkları iyiliklerden müteşekkil eserlerini yazarız. Levh-i Mahfuz'da saklarız. Âyetin devamı bu manâya delâlet etmektedir. Ya da onları elçilerimiz, yani insanların amellerini yazmakla görevlendirilen melekler yazar. Âyet-i Kerime'de, yazma işlemi diriltme işleminden önce olmasına rağmen ifadede sonraya bırakılmıştır. Çünkü burada yazma işinin kendisi hedef alınmamış, diriltme işi için dile getirilmiştir. Diriltmek ve yeniden var etmek olmasaydı yazmanın ne anlamı kalırdı. Bazı müfessirler, âyette geçen ”eserler" ifadesi için, ”Onlar, camilere gidenlerin izleridir" demişlerdir. Bu ifadeden kasıt, her halde bu izlerin o eserlerden sayılmasıdır. Rivayet edilmiştir ki,. Seleme oğullarından bir gurup ashabın evleri Mescid-i. Nebeviden uzak kalmış ve bu yüzden evlerini Mescid’in civarına taşımak istemişlerdir. Bunun üzerine Allah Rasûlü onlara: ”Seleme oğulları! Evlerinizi yerinde bırakın; Mescid'e gidiş-geliş adımlarınız yazılır" buyurmuş, Allahü teâlâ da şu âyeti indirmiştir: ”Yaptıklarınızı ve eserlerinizi yazarız. ” Öte yandan evi camiye yakın olan kişi hakkında farklı görüşler ortaya atılmıştır. Şöyle ki, : O kişinin evine yakın camide kılması mı daha faziletlidir, yoksa daha uzaktaki bir camiye gitmesi mi? Fakihlerin bir kısmı, ”Uzaktaki camide kılmak, fazla adımlar sebebiyle elde edilen çok sevaptan dolayı daha faziletlidir" derken, bazıları da şöyle demişlerdir: ”Yakın camide kılmak daha faziletlidir. Çünkü hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Kişi, namazını ancak komşu olduğu camide kılmalıdır. (2) Bu sayede camiye olan komşuluk hakkı da ödenmiş olur. Şayet o kimsenin bulunduğu yerde cemaati bulunmayan bir mescid olur ve orada namaz kılmasıyla cemaat oluşursa onun bu mescidde namaz kılması daha faziletlidir. Çünkü bu icraatta, mescidi imar ve onu cemaatle ihya etme amacı vardır." Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Cemaatle namaz kılan bir kimsenin namazı, evinde veya dükkânında kıldığı namazdan yirmi beş kat daha faziletlidir."(3) Başka bir rivayette ise ”Yirmi yedi kat ” diye ifade edilmiştir. Zira günlük olarak kılınan farz namazların rekât sayısı on yedi; on da farzlara bitişik sünnet vardır. Böylece toplam yirmi yedi eder. 2- Hadisi Darakutnî ”Sünen" inde tahric etmiştir. Bkz. el- Fethu'l- Kebîr, 3/345. 3- Hadisi Buhari, Müslim, Ebu Davûd ve Tirmizi tahric etmişlerdir. Bkz. Câmi'u'l-Usul, 9/413. Fıkıh mütehassıslarının çoğuna göre namazı cemaatle kılmak vacib; bir kısmına göre ise müekked sünnettir. Hadis-i şerife göre Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: ”Şüphesiz niyet ettim ki, birine insanlara namaz kıldırmasını emredeyim de cemaatten geri kalmış kimseleri araştırıp evlerini yakayım." (4) Bu hadis, cemaatten geri kalan kimsenin evinin yakılmasının caiz olduğunu göstermektedir. Çünkü bu davranış günah olsaydı, Hazret-i Peygamber’in buna tevessül etmesi caiz olmazdı. Çünkü o günahtır. Vacibin ya da müekked sünnetin terkinden dolayı evin yakılması caiz olunca, farzın terkinden dolayı ne olur, düşün! Hadis-i şerifte şöyle geçmektedir: ”Karanlıkta mescidlere gidenlere kıyamet günü için tam bir aydınlığı müjdele. ”(5) 4- Hadisi Müslim ”Sahih" inde, ”...sonra cemaatten geri kalmış kişilerin evlerini başlarına yakıp yıkayım" sözleriyle tahric etmiştir. Bkz. Câmi'u'l- Usûl, 5/661. Bu konuda geniş bilgi için Bkz. Muhtasar Rûhu'l-Beyan Tefsiri, cilt: 1, sh: 64, dipnot:6 5- Hadisi Ebu Davûd, Tirmizi de ” Kitâbu's-salât" bölümünde tahric etmiştir. Bkz. Câmi'u'l-Usûl, 9/420. Zaten Biz, ne olursa olsun her şeyi ister insanın yaptığı bir iş, isterse başka bir şey olsun, olan ve olacak olan bütün şeyleri ortaya koyan apaçık bir kitapta sânı yüce, olan ve olacak olan her şeyi, gösteren bir asılda; Levh-i Mahfuz'da sayıp yaznıışızdır. Burada Levh-i Mahfuz, ”imam" diye adlandırılmıştır. Çünkü buna uyulmakta ve tabi olunmaktadır. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Her insan topluluğunu imamlarıyla (önderleriyle) birlikte çağırdığımız günde..." (îsrâ: 71) Âyetteki ”sayıp yazma" ifadesinde teşvik ve tehdit vardır. Çünkü amelleri kaydedilen kişinin hiçbir durumda gaflet içinde bulunması doğru olmaz. Aksine her zaman, her yerde ve her durumda kendini kontrol etmesi gerekir. 13Onlara şu şehir halkını örnek getir: Allahü teâlâ peygamberlerin efendisi Hazret-i Peygambere, Mekke'li müşriklere, söz konusu şehir halkının kıssasını hatırlatarak bu şehir halkından inkarcı olanların başlarına gelen felâketin bir benzerinin başlarına gelmemesi için onları uyarmasını emretmiştir. Buradaki örnek getirme, garib bir durumun, benzeri bir duruma tatbikidir. Mana şöyledir: ”Aşırı inkarcılık ve peygamberleri yalancı saymada ısrar etme hususunda şu şehir halkını, Mekke halkına örnek getir." Yani onların durumu ile bunların durumunun çakıştığını ortaya koy. Ayette bahis konusu edilen şehir, Bizans kentlerinden Antakya şehridir. Hani onlara elçiler gelmişti. Yani Mekke halkına, İsa (aleyhisselâm)'nın elçilerinin Antakya halkına geliş vaktini hatırlat. 14Hani onlara, şehir halkına iki elçi Yahya ve Yunusu göndermiştik. Söz konusu elçilerin gönderilmesi, Allahü teâlâ'nın emriyle olduğundan dolayı O'na nisbet edilmiştir. Çünkü bu elçiler aslında Allah'ın elçileriydi. Derhal onları yalanladılar. Yani elçiler onlara gelip kendilerini hakka davet ettiler. Fakat onlar düşünmeden hemen o elçileri ilâhî davet konusunda yalancı sayarak, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın söylediğine göre onları dövdüler ve hapsettiler. Biz de hemen bir üçüncü elçi ile havarilerin reisi Şem'un es-Sefâr'la (onları) takviye ettik. Şem'un, Hazret-i İsa'nın göğe yükselmesinden sonra onun temsilcisiydi. "et- Tekmile" isimli eserde şöyle geçmektedir: ”Bu üç elçinin kimler olduğu konusunda farklı görüşler ortaya atılmıştır: Bir kısım bilgin, onların Allahü teâlâ'nın göndermiş olduğu peygamberler olduğunu söylerken, diğer bazıları da, Meryem oğlu İsa'nın söz konusu şehir halkına havarilerden göndermiş olduğu kimselerdir, demiştir. Hazret-i İsa bu elçileri Allah'ın emriyle onlara gönderdiğinden dolayı gönderme işi Allah'a nisbet edilmiştir." Onlar: Hep beraber, 'Şüphesiz biz size gönderilen elçileriz' dediler. Böylece onlar, Antakya'lıların inkârının ardından sözlerini pekiştirdiler. Çünkü hepsinin sözü bir olduğundan dolayı ikisinin yalanlanması, üçünün de yalanlanması demektir. Rivayet edildiğine göre Hazret-i İsa, iki elçisini zorba hükümdara gönderince onlar kendisine ait birkaç koyunu gütmekte olan o şehir halkından bir adama, yani Habibu'n- Necear (aleyhisselâm)'a uğramış ve ona selâm vermişlerdir. Bunun üzerine Habibu'n- Necear onlara, ”Siz kimsiniz ” diye sorunca, kendilerinin İsa (aleyhisselâm)'nın elçileri olduklarını söyleyerek şöyle demişlerdir: ” Biz hastayı iyi eder ve Allah'ın izniyle anadan doğma körle alaca hastalığını iyi ederiz." Bunun üzerine Habibu'n -Naccâr bir türlü tedavi ettiremediği bir hastasını getirmiş; onlar da Allahü teâlâ'ya duâ edip üzerine ellerini gezdirdikten sonra Allah'ın izniyle o hasta sıhhatine kavuşarak ayağa kalkmıştır. Bunun üzerine Habib hemen iman etmiş ve bu haber etrafa yayılmış ve pek çok kimse bunların elinde şifa bulmuştur. Elçilerle ilgili haber, hükümdar Rum Buhnâtıs'a ulaşınca söz konusu elçileri istemiş, kendisine geldiklerinde ise durumlarını sormuş, onlar da şöyle demişlerdir: ” Biz İsa (aleyhisselâm)'nın elçileriyiz; seni tek ve bir olan Allah'a ibadet etmeye çağırıyoruz. Hükümdar da onlara: ” Tanrılarımızdan başka bir Rabbimiz mi var?" deyince: ” Evet, seni ve tanrılarını yaratandır," diye cevap vermişlerdir. Bu söze öfkelenen hükümdar, onları dövmüş ve hapsettirmiştir. Bu durum Hazret-i İsa'ya iletilince o da, söz konusu iki elçiye destek vermek üzere Şem'ûn'u üçüncü elçi olarak göndermiştir. Şem'ûn, durumu ve elçiliği farkedilmeyecek şekilde aynı şehre gelmiş, hükümdarın tebasıyla iyi bir diyalog kurmuş, onlar da buna alışmışlardır. Nihayet onlar durumu hükümdara iletmişler ve hükümdar da ona yakınlık göstermiştir. Şem'ûn şeklen hükümdarın dinini tasvip ettiğini gösteriyor; hatta onunla birlikte putlarının bulunduğu yere gidiyor, görünüşte duâ ederek yakarışta bulunuyordu. Bu yüzden hükümdar onun kendi dininden olduğunu sanıyordu. Sonunda Şem'un, hükümdara şöyle demiştir: ”Öğrendiğime göre seni, tanrından başka bir tanrıya davet eden iki adamı hapsetmişsin. Sözlerini dinlemem ve senin adına kendileriyle tartışmam için onları çağırman mümkün mü?" Bunun üzerine hükümdar iki elçiyi çağırmıştır. Elçiler geldiği zaman Şem'ûn onlara hitaben: "Sizi kim gönderdi?" Elçiler: ”Her şeyi yaratan ve ortağı olmayan Allah." Şem'ûn: ”Özelliklerini söyleyin ve O'nu kısaca tanıtın, bakalım." Elçiler: ”O, dilediğini yapar ve dilediği gibi hükmeder." Şem'ûn: ”İddianızdaki deliliniz nedir?" Elçiler: ”Hükümdar ne arzu ederse," diye cevap vermişlerdir. Bunun üzerine göz çukurları dahi belli olmayan bir çocuk getirilmiş. Elçilerin Allah'a duâ etmeleri sonucu çocuğun göz çukurları açılmış, çamuru fındık büyüklüğünde şekle sokarak göz çukurlarına yerleştirmişler ve bunlar göz şekline dönüşmüş, böylece çocuk görür hale gelmiştir. Hükümdarın bundan dolayı hayrete düşmesi üzerine Şem'ûn ona şöyle demiştir: ”Tanrından bunun bir benzerini yapmasını istesen de şeref senin ve tanrının olsa?" Hükümdar: ”Benim senden gizli bir sırrım yoktur. Bizim tanrı lanınız ne görür ne işitir; ne de fayda ve zarar verebilir." Daha sonra hükümdar onlara şöyle demiştir: ”Burada yedi gün önce ölmüş bir çocuk var. Babası kaybetmiş olduğu bir malın peşinde; ailesi ise onun gelmesini bekliyor. Çocuğun defnedilmesi için benden izin istediler. Onlara, babası gelinceye kadar bu işi geciktirmelerini emrettim. ”Rabbiniz bu çocuğu tekrar hayata kavuşturabilir mi?" Elçiler: ”Evet," diye cevap vermişlerdir. Bunun üzerine hükümdar, ölen o çocuğun getirilmesini emretmiştir. Elçilerin açıkça, Şem'ûn'un da gizlice Allah'a dua etmeleri sonucu Allah'ın izniyle ölü canlanarak ayağa kalkmıştır. Bunun üzerine Şem'ûn şöyle demiştir: ”Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Hazret-i İsa'nın Allah'ın ruhu ve kelimesi, bunların da Allah'ın elçileri olduklarına şehadet ederim." Hükümdar yine hayrete düşmüş, fakat Allah'a iman etme yerine inkâra devam etmiştir. Halkın bütünü elçilere işkence etmeyi ve onları öldürmeyi hedeflemiştir. Bu arada Şem'ûn'un durumu ve tutumu ortaya çıkmış, onu da diğerleriyle birlikte tutuklamaya karar vermişlerdir. 15Onlar, Antakya halkı elçilere dediler ki,: 'Siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Sizde, iddia ettiğiniz elçilik vasfı yoktur. Bize karşı, elçiliğin bize değil de size verilmesini gerektiren bir üstünlüğünüz yoktur. Eğer Allah, insanlara elçilik gönderseydi onları insanlardan daha değerli bir sınıftan kılardı. İddialarına göre bu elçiler melek olurdu. Rahman, herhangi bir şey, gökten bir vahiy ve bu vahyi tebliğ edecek bir peygamber indirmedi. Siz nasıl elçi oldunuz? Size boyun eğmemiz neden gerekli olsun? Elçilik davasında sadece yalan söylüyorsunuz.' 16Elçiler de: Bizi yalancı saysanız da 'şüphesiz Rabbimiz bizim size elçi olarak gönderildiğimizi bilir. Böylece elçiler, Allah'ın bilgisini delil göstermişlerdir. Bu ifade, Allah'ın bilgisine karşı gelmekten dolayı onlar için bir uyarı niteliğinde olmasının yanı sıra vurgulamada yemin hükmündedir. Rabbimiz tarafından 17bize düşen, ancak elçilik görevini, doğruluğuna şahitlik eden açık mucizelerle açıklayarak apaçık bir tebliğdir.' Bu sorumluluktan kurtulduk. Sizi imana zorlayacak bir gücümüz yok. İman ederseniz ne âlâ. Aksi halde size azap iner dediler. Burada, onların inkârının, Hakkın gerçekliğinin gizli oluşundan değil, sırf onların inadından ve cahiliye taassubundan kaynaklandığı dolaylı olarak ifade edilmiştir. 18Şehir halkı: Dayanakları kalmayıp ileriye sürecekleri bir sebep bulamayınca cahillerin âdeti üzere: 'Doğrusu biz sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Çünkü o şehir halkı, her türlü kötülük ve vebali gerektirse bile şehvet ve arzularına uygun olan şeyleri temenni ediyorlar; iki cihan saadetine vesile olsa bile o arzulara uymayan her şeyi de uğursuz sayıyorlardı. Eğer (bundan), bu sözünüzden vazgeçmezseniz ve susmazsanız andolsıın ki, sizi taşlarız. Ve bizden size mutlaka can yakıcı bir azap dokunur', yani size bir, iki taş atmakla yetinmez; aksine ölünceye kadar taşlamaya devam ederiz. Bu, can yakıcı bir azap sayılır. Yahut bizim taşlamamız yüzünden size mutlaka can yakıcı bir azap dokunur dediler. Bazı müfessirler taşlamayı, kötü söz söyleme diye tefsir etmişlerdir. O takdirde mana şöyle olur: ” Size kötü söz söylemekle yetinmeyiz. Aksine kötü konuşmamız bizi, sizi dövmeye ve duygusal acı vermeye sevkeder." 19Elçiler Antakya halkına şöyle cevap verdiler: 'Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Uğursuzluğunuzun sebebi biz değil, sizsiniz. Bu uğursuzluk yanlış inancınız ve kötü amellerinizdir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi? Yani size, saadetinize vesile olacak şey için öğüt verildiğinden ve uyarıldığınızdan dolayı mı uğursuzluğa uğradınız; ya da size öğüt verilince mi taşlama ve işkence etme ile tehdide koyuldunuz? Hayır, durum böyle değildir. Siz aşırı giden ve haddi aşan bir milletsiniz.' Bu yüzden iltifat edilmesi gereken kimseleri uğursuz saydınız ve onları tehdide koyuldunuz. 20(Bu esnada) şehrin, Antakya'nın öbür ucundan koşarak bir adam geldi ki, bu adam, bilinmeyen bir adam değil, Allahü teâlâ'nın katında bilinen biridir. Burada belirsiz bir adam olarak zikredilmesi, şanını yüceltmeye yöneliktir. Bu adamın evi şehrin girişinde, en uç kısmında bulunuyordu. Onun, şehrin bir ucundan gelişi, söz konusu elçilerin apaçık bir tebliğde bulunduklarını ortaya koymaktadır. Öyle ki, çağrıları şehrin bir ucuna ulaşmış ve bunun sonucu olarak da bahsi geçen adam iman etmiştir. Bu adam Habibu'n -Neccâr'dır. Kent halkının putlarını yontmakla meşgul olduğu için bu adı almıştır. Ve şöyle dedi: 'Ey kavmim! Size hak ile gönderilen bu elçilere uyunuz! Habibu'n-Necear, kalplerini ısındırmak, nasihatini kabul etmeye doğru yönlendirmek, onlar hakkında iyiliğin dışında başka bir maksadı olmadığına ve kendisinin kötülük niyeti taşımadığına işaret etmek için halkına, ”Ey kavmim!" diye hitap etmiş, onları elçilere uymaya teşvik etmek için de ”elçiler" ifadesini kullanmıştır. Hakikaten o, aralarında günahlardan sakınan ve iyi ahlâk sahibi biri olarak tanınmıştı. 21Nasihate ve elçilik görevini yerine getirmeye karşılık sizden herhangi bir ücret ve mal istemeyen bu kimselere uyun; çünkü onlar doğru yoldadırlar, din ve dünyanın hayrına ermişlerdir. Bu hayra erdiren Hak yolda olan kişi, elçi olmasa bile davetinde şüphe uyandıran biri değilse ona uymak gereklidir. O halde, hem elçi, hem de doğru yolda olan bu kimselere uymak nasıl gerekli olmasın? 22Beni yaratana, çeşitli lütufları ve keremiyle beni yetiştirene ne diye kulluk etmeyeyim ki,? Habibu'n - Necear burada, kendine nasihat etme gibi bir durum meydana getirmek ve öğüdünde samimi davranmak suretiyle irşadda hoş bir usûl uygulamış ve halkına, kendisi için tercih ettiğinin aynısını tercih ettiğini göstermiştir. Maksat, Yaratanlarına ibadet etmeyi terkedip başkasına tapmaya yönelmelerinden dolayı onları kınamaktır. Nitekim âyetin devamı da bu durumu haber vermektedir. Siz de O'na döndürüleceksiniz. Bu, tehditde ileri gitmenin bir ifadesidir. Yani Ey kavmim! Yeniden dirilmenizden sonra hesap vermek ve ceza görmek üzere Allahü teâlâ'ya döndürüleceksiniz, başkasına değil. O, yine aynı usûlde kendine öğüt verme pozisyonunda sözlerine devamla şöyle demiştir: 23O'nu yani beni yaratan Allah'ı bırakıp da batıl tanrılar putlar edinir miyim hiç? Elbette edinmem. Ardından, Allah'tan başka tanrılar edinmediğinin sebebini ifade ile de şöyle demiştir: Çünkü O çok merhamet edici Allah, eğer bana bir zarar dilerse o tanrıların şefaati bana fayda vermez. Şefaat hakları yok ki, fayda sağlasınlar. Yardım etmek ve destek sağlamak suretiyle onlar beni zarardan ve sevimsiz şeylerden kurtaramazlar. 24İşte o zaman yani Allah'tan başka tanrılar edindiğim zaman apaçık bir sapıklık içinde olurum. Çünkü fayda vermeyen ve zararı gideremeyen bir şeyi, her şeye gücü yeten ve her yönüyle fayda sağlayan yüce Yaratana ortak koşmak, bir nebze anlama kabiliyeti olan birine gizli kalmayacak derecede açık bir sapıklıktır. 25Şüphesiz ben, sizi yaratan ve türlü nimetlerle sizi yetiştiren Rabbiniz'e inandım, beni nasihatimde dinleyin' ve sözümü kabul edin. Halkın, onun kulluk ettiği Rabbinin aynı zamanda kendilerinin de Rableri olduğunu bilmeleri ve ona kulluk etmeleri için, ” Rabbime inandım" yerine ”Rabbinize inandım" demiştir. Şayet o, ”Şüphesiz ben Rabbime inandım" deseydi belki de onlar o zaman: ”Sen Rabbine kulluk ediyorsun; biz de Rabbimize, yani putlarımıza tapıyoruz" derlerdi. Buradaki muhataplar inkarcılardır. Habibu'n-Necear onlara, din konusundaki kararlılığını ve kendisini öldürme tehditlerine aldırış etmediğini ortaya koymak için böyle hitap etmiştir. Habibu'n-Neccâr nasihatini tamamladıktan sonra halk üzerine çullanmış ve onu ayaklarıyla çiğnemişler, nihayet bağırsakları dışarı çıkmış sonra da kuyuya atılmıştır. Bu görüş, İbn- Mes'ud (radıyallahü anh)'a aittir. Suddî ise şöyle demiştir: ” Ölünceye kadar onu taşlamışlardır." Baştan ayağa bıçkı ile kesildiği de söylenmiştir. Bu mü'min zat, onlarla uzun uzadıya konuşmuş ve bu konuşma ile elçileri öldürmesinler diye kendilerini meşgul etmeye çalışmış ve sonunda: ”Şüphesiz ben sizin Rabbinize inandım ” demiş; inkarcı halk da hemen üzerine çullanarak onu şehit etmişlerdir. 26Ona: 'Gir cennete!' denildi. Yani Habibu'n-Neecâr öldürüldüğü zaman diğer şehitler gibi cennete girmek suretiyle kendisine ikramda bulunmak üzere böyle söylendi. O da, ki, bu ifade, onun durumunu dile getirmekten kaynaklanan bir sorunun cevabı niteliğindedir. Tıpkı şöyle sorulmuştur: ”Söz konusu bu değerli ikrama nail olunca ne söyledi? ” Cevap olarak dendi ki, : ”Halkı inkârdan tevbe ederek imana girmek suretiyle aynı ikramı elde etmeye sevketmek için durumunu bilmelerini temenni ederek şöyle demiştir: Keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan, cennette refah içinde bulunanlardan kıldığını bilseydi!' dedi. O bu ifadesiyle, ölünceye kadar dini yüceltmek için onların dinine karşı mücadelesinin ve eziyetlerine karşı sabretmesinin hangi boyutta olduğunu vurgulamayı hedeflemektedir. Hadis-i Şerifte şöyle buyrulmuştur: ”O, hem ölü, hem de diri olarak kavmine öğüt vermiştir." (6) Buna göre mü'min insanlara öğüt vermeli, onların taassubuna ve azgınlıklarına aldırmaınalı, hoşnut ve kızgın olmada farklı bir durum sergilememelidir. 27Bak. Âyet 26. 28Biz ondan, Habibu'n- Neccâr'ın öldürülmesinden sonra kavminin, Antakya halkının üzerine Bedir ve Hendek savaşlarında yaptığımız gibi onları helak etmek ve kendilerinden intikam almak için gökten bir ordu indirmedik; zaten indirecek de değildik. Doğrusu onlar için tarafımızdan bir meleğin çığlığı kâfi geldi. Kavmini helak etmek için gökten bir ordu indirmemiz hikmetimize uygun değildir. Çünkü her şey için bir sebep takdir etmişizdir. Bu sebeple bazı ümmetleri taşlar savuran kasırga ile, bazılarını çığlıkla, bir kısmını yerin dibine geçirmekle, bir kısmını da suda boğmak suretiyle yok ettik. (Ey Rasûlüm Muhammed!) Kavmine karşı galip gelmen için gökten ordu indirmeyi de sana ait özelliklerden biri olarak kıldık . Âyet-i kerimede Antakya halkı küçümsenmiş ve helak edilişleri basite alınmıştır. Çünkü Allahü teâlâ, köklerinin kazınması için kuşların ve vahşi hayvanların kovulmasına memur edilen birinin bağırma sesini yeterli görmüştür. Aynı zamanda bu âyette Hazret-i Peygamber’in durumunun yüceliğine işaret edilmiştir Çünkü tek bir meleğin hafif bir çığlığı büyük bir toplumun helaki için yeterli olunca, Bedir ve Hendek savaşlarında gökten orduların indirilmesi Rasûlüllâh (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şanını yüceltmek ve değerini artırmak için olduğu ortaya çıkmaktadır. 29Antakya halkının yakasına yapışılması ya da cezalandırılması sadece Cebrail tarafından atılan bir çığlıkla oldu, o kadar. Hemen sönüp gittiler, hissetmeyen ve hareket etmeyen ölüler oldular. Böylece onlar, hayatta olanın, hareket ve canlılıkta alevli ateş gibi olduğuna işaretle sönük ateşe benzetilmişlerdir. Ölü, tıpkı kül gibidir. Ateşin alevi sönüp de koru sönmediği zaman (noktalı ha ile) ”Hamedeti'n-nâru" deyimi kullanılırken, koru sönünce de (he harfi ile) ”Hemedeti'n-nâru" deyimi kullanılır. Söz konusu kişilerin helakinden sonra cesetlerinin ortada olduğunu daha iyi ifade etse de ikinci anlam için kullanılan kelime alınmamış, yani (he harfi ile) ”Hâmidûn" denmemiştir. Antakya halkı Habibu'n -Neccâr'ı öldürdükten sonra sevinçli ve mutlu olarak evlerine döner dönmez bu çığlık meydana gelmiş; böylece Allah, şehit dostları için gazaba gelerek onları hemen cezalandırmıştır. Yüce Allah'tan, gazabının ve azabının sebep olduğu felâketlerden bizi korumasını dileriz. 30İnatla direnen kullara yazıklar olsun! Sanki o ”Hasret (yazıklar olsun)" diye bağırmakta Allahü teâlâ da: ”İşte bu, senin geliş vaktin" demektedir. Ardından Allahü teâlâ onların helak oluş sebebini açıklayarak şöyle buyurmuştur: Kendilerine hangi peygamber gelse, onunla alay etmeye kalkışıyorlardı. Bu alaya kalkışanlar, üzüntü duyanların bunlar adına üzüntü duymalarını hak edecek durumdadırlar. Hallerine melekler ve müminler acırlar. Hasret: Muhataba açındığını ifade eden bir sesleniştir. Kaybolan bir şeyden dolayı çok üzülmek ve pişmanlık duymaktır. Fakat bu üzüntünün onlar için bir yararı yoktur. Giden gelmez, çünkü cevap veremez. Bunun yararı sadece muhatabı uyarmak ve uyandırmaktır. Böylece muhatap, bu sayede bu halin üzüntüye sebep olduğunu ve pişmanlık verdiğini zihnine yerleştirsin. Araplar, iş işten geçtiğini ve acınacak bir durum olduğunu vurgulamak için, ”Ya hasreten, ya acebaî" (Ne acınacak hal!) deyimlerini kullanırlar. Bu deyimler onlara göre sadece bir uyan niteliğindedir. "Tefsiru'l-Uyûn" da şu sözler yer almaktadır: ”Allahü teâlâ'nın: 'Kullara yazıklar olsun' ifadesi, insanların peygamberleri alaya alma durumlarını göstermektedir. Yani kıyamet günü: 'Kâfirlere yazıklar olsun, ne acınacak haldedirler ' denir. Çünkü onlar, peygamberlerine iman etmemişlerdir. 'Kendilerine hangi peygamber gelse onunla alay etmeye kalkışmışlardır ' ifadesi de, söz konusu kimselere gelen üzüntü ve pişmanlığın sebebini açıklamaktadır." Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Dünyada insanları alaya alanlara kıyamet günü cennet kapılarından biri açılarak onlara : ' Buyurun, buyurun!" denir. Bu kişilerden biri üzüntülü ve kederli olarak bu kapıya gelir gelmez kapı hemen üzerine kapatılır. Bu durum böyle tekrar edilir. Nihayet bir kapı açılarak davet edilir. Fakat o, ümitsizlikten dolayı bu davete icabet edemez." (7) 7- Beyhakî bu hadisi Hasenu'l-Basrî'den mürsel olarak rivayet etmiştir. Bkz. et-Terğîh, ve't-Terhîb 3/611. Malik b. Dinar şöyle demiştir: ”Hazret-i Davud'a ait Zebur kitabında şunu okudum: Günahkârların yoluna girmeyenlere, hatalı davrananlarla oturup kalkmayanlara ve alay edenlerin alayına katılmayanlara müjdeler olsun!" 31Görmüyorlar mı, Mekkeliler, kendilerinden önce yukarıda zikredilenlerden ve diğerlerinden nice kavimleri peygamberlerini yalanlamalarının yüzünden helak ettik! Burada ibret almaları ve şirkten vaz geçmeleri gayesiyle Mekke'li müşrikler, geçmiş ümmetlerin gördükleri azabın aynı siy la tehdit edilmişlerdir. Yâni Mekkeliler, geçmiş asırlarda eski ümmetlerden ne kadar çoğunu helak ettiğimizi bilmediler mi? Onlar artık kendilerine, bu müşriklere dönemezler. Yani onlar öyle helak olmuşlardır ki, artık dünyaya geri dönemezler. Bundan dolayı müşrikler ibret almıyorlar mı? Onlar niçin hâlâ uyanmıyorlar? Helak olmuş bu kimselerin dönemiyecek şekilde yok olup gittikleri gibi aynı şekilde bunlar da helak olup yok olacaklar ve bir daha geri dönemiyeceklerdir. Bazı müfessirler de şöyle demişlerdir: ”Onların dünyadan çıkışları, kendilerinden birinin, evinden çarşıya, ya da başka bir ülkeye çıkıp orada işini tamamladıktan sonra evine dönmesi gibi olmadığını görmüyorlar mı? Doğrusu bu çıkış, dünyadan nihaî bir ayrılıştır. Onların kendilerine dönememesi ise tüm olarak helak olmaları demektir." Bu âyet-i kerime, öldükten sonra kıyamet gününden önce dünyaya geri dönecek kişilerin olduğunu iddia edenlerin bu iddialarını reddetmektedir. Nitekim İbn Abbas (radıyallahü anh)' dan nakledildiğine göre kendisine ”Bazı kimseler Ali (radıyallahü anh)'nin kıyamet gününden önce diriltileceğim iddia etmektedirler" denince o şöyle demiştir: ”Hanımlarını nikahlayıp ve mirasını taksim edince ne kötü bir toplum oluruz!" Yani o, dünyaya geri dönecek durumda olsaydı hayatta olacaktı. Oysa hayatta olanın ne hanımları nikah edilebilir ne de mirası paylaşılabilir. Nitekim fakihler şöyle demişlerdir: ”Bir kadına, kocasının vefat haberi gelir, iddetini bekler, evlenir ve ardından birinci kocası çıkıp gelirse o kadın bu kocaya ait olur. Çünkü söz konusu kadın, onun nikâhlısıydı ve ayrılma sebeplerinden bir şey ortaya çıkmamıştır. Bu durumda eski nikâh üzere bakidir. Fakat ikinci nikâhtan dolayı iddeti bitinceye kadar ona yaklaşmaz. Rafizileri, ”Ali ve dostları dünyaya geri dönüp düşmanlarından intikam alacaklar ve yeryüzü, zulümle doldurulduğu gibi adaletle doldurulacaktır." sözlerinden dolayı inkarcı saymak lâzımdır. Çünkü bu söz, Kur'an ifadesine aykırıdır. 32Elbette hepsi bütün insanlar hesap ve amellerinin karşılığını görmek için huzurumuza getirileceklerdir. Bu âyet-i kerime, dünyaya dönüşün mümkün olmamasının belirtilmesinin ardından herkesin mahşerde toplanacağını beyan etmektedir. Gerçekten öldükten sonra yeniden dirilme, mahşerde toplanma, hesap ve bunun sonucuna göre muamele olmasaydı ölüm, ölü için bir rahatlık olurdu. Lâkin o, yeniden diriltilir ve hesaba çekilir. Bu hesap sonucunda samimi mü'min iltifata maznar olurken, kâfir ve münafık horlanır; üzülenler üzüntüye dalarlar. Bugün pişmanlık duymayan kullar için orası pişmanlık duyulacak yerdir. 33Ölü kuru yer onlar, Mekke halkı için yeniden dirilme, mahşerde toplanma ve Allah'ın huzuruna çıkarılma konusunda büyük ve apaçık bir delildir. Çünkü Biz onu canlandırdık yani yerde bulunan canlı organizmaları harekete geçirdik ve ilkbahar mevsiminde türlü bitkilerle o yerde güzellikler var ettik. Yeniden dirilme de böyledir. Şüphesiz Biz, yok olmuş ve dağılmış bedenleri ilkin yoktan var ettiğimiz gibi yeniden diriltip onlara hayat vereceğiz. Ve oradan öğütülen hububat çıkardık. Buradaki hububattan maksat, insan gıdası için olan pirinç, buğday, mısır vs. hububat cinsidir. İşte onlar bunlardan, hububattan yerler. Gerçekten besin maddesi ve geçim kaynağı olarak kullanılanların büyük kısmı hububattandır. Bu kaynak tükenince dengelerin bozulması yüzünden hayat son bulur. "Şir'atü'l- İslâm" da şöyle denmektedir: ”Mümkün olabildiği kadar ekmeğe saygı duyulur. İnsanın yediği her bir lokma ekmekte altmış ayrı sanatkârın katkısı vardır. Onların ilki, rahmet hazinesinden ölçülü su alan Mikâil isimli melektir. Ardından bulutları sevkeden melekler gelir. Güneş, ay, yıldızlar, hava organizesiyle ilgili melekler yerdeki organizmalar, derken sonuncu olarak da fırıncı gelmektedir." Kişinin Allahü teâlâ'nın nimetine tazim için yerdeki ekmek kırıntısını alması, ekmeğe karşı duyulan saygının bir ifadesidir. Ekmeğin üzerine ekmekle yenen bir katık kabının dışında başka bir şey konması doğru değildir. Bunun yanında parmaklarını ve bıçağı ekmekle sildikten sonra o ekmeği yerse bu silme işi mekruh olmaktan çıkar. 34Biz, yeryüzünde nice hurma bahçeleri, üzüm bağları var ettik. Şayet sen Allahü teâlâ, ”Yenen şeyler olması açısından, hububata ve üzümlere uygunluk sağlamak üzere neden hurmalar değil de hurma ağaçlan dedi. Hurmalar, üzümler ve hububat yenir; fakat hurma ağaçları yenmez" dersen cevap olarak şöyle derim: ”Çünkü hurma ağacının pek çok yararı vardır ve bir sanat eseridir. Nitekim yaprağından, meyvesinden ve çekirdeğinden istifade edilmektedir. Bu sebeple Hazret-i Peygamber mümini hurma ağacına benzetmiştir." Ve orada pınarlar kaynattık. Yani yer yüzünde su kaynakları yarattık. Bil ki, ülkelerden nehirlerin ve pınarların ortaya çıkarması Allahü teâlâ'dan kullarına olan bir rahmettir. Çünkü her şeyin hayatı, yaşaması suya bağlıdır. Bahçeler su sayesinde güzellik kazanmakta ve verimli olmaktadır. Su kaynakları ya akıcıdır ya da akıcı değildir. Akıcı olan su kaynakları nehirlerdir. Nehirler, pınarlardan daha büyük ve daha geniştir. Nehirlerin, tıpkı Nil Nehri gibi kaynağı genel olarak belli değildir. Akıcı olmayan su kaynakları da kuyulardır. Dünyada pek çok kuyular ve pınarlar vardır. Bunların bir kısmı ek birtakım özelliklere sahiptir ve bu özellikler, dünyanın şaşılacak yönlerinden biri sayılır. Tıpkı maden suları, şifalı sular, taş düşüren veya göz ağrısını, cild vb. hastalıkları yok eden sular gibi. 35Onun meyvesini ve elleriyle yaptıklarının ürünlerini yesinler. Yani Biz, yeryüzünde hurma bahçeleri ve üzümler yarattık ki, bu bahçe ve hurma ağaçlarının ürünlerinden ve bu ürünlerden elde ettikleri manı Çillerden yesinler ve hukukumuzu yerine getirmek için şükretmeye devanı etsinler. Söz konusu ürünlerden elde ettikleri mamuller de meyve suyu, pekmez vb. şeylerdir. Ayetteki ”elleriyle" ifadesi kuvvetten kinayedir. Çünkü iş konusunda insanın en güçlü uzvu elidir. Bu sebeple el, genelde kinaye olarak dile getirilmiştir. Âyet-i kerime aynı zamanda, ”Onun ürünlerinden yesinler ki, bu ürünler, onların çalışmasıyla değil, Allah'ın yaratmasıyla olmuştur," şeklinde de anlaşılmıştır. Hal böyle iken onlar şükretmezler mi? Burada, onların sayılan nimetlere şükretmemelerinin çirkinliği belirtilmektedir. Yani onlar, nimetlerden yararlanıyorlar da Allah'ı birlemek ve Ona hamdetmek suretiyle o nimetlere şükretmiyorlar mı? 36Yerin yetiştirdiklerinden, ki, bundan maksat, yerde yetişen anılan ve anılmayan her şeydir. İnsanların kendilerinden kadın -erkeği ve henüz mahiyetini bilemedikleri şeylerden -çünkü bu şeyleri ihata etmeye güçleri olmadığı gibi onların dünyevî ve dinî menfaatleriyle de bir ilgisi yoktur.- bütün çiftleri yaratan Allah'ı tesbih ve takdis ederim. "Tesbih etmek", inanç ve ifade yönünden kötü olan şeylerden uzak durmaktır. Yine tesbih etmek, Allahü teâlâ'nın gücünün eşsiz eserlerinden ve şükretmeyi gerektiren üstün nimetlerinden bir vesile ile zikredilenleri büyük görmektir ve onlara saygı duymaktır. Buna göre mana şöyledir: ”Varlık türlerini ve nevilerini var eden Allahü teâlâ'yı tesbih ederim." Yani O'nu, inanç ve amel yönünden lâyık olmayan şeylerden O'na has ve şanına uygun olarak tenzih ederim. Bu ifade, Allahü teâlâ'nın kendisine yaraşmayan -kâfirlerin O'na ortak koşmaları gibi- her şeyden münezzeh ve uzak olduğuna dair bir hüküm, müminlerin bu ifadeyi söylemeleri, muhtevasına inanmaları, onu ihlâl etmemeleri ve ondan habersiz yaşamamaları için onlara bir telkin niteliğindedir. Bazı müfessirler, âyetteki ”sûbhâne" kelimesinin tıpkı ”gufran ” sözcüğü gibi mastar olup onunla, kötü olan şeylerden bütünüyle uzak olma, ilgisi bulunmama anlamının kastedildiğini söylemişlerdir. Buna göre Allahü teâlâ zatı ile kendine uygun düşmeyen her şeyden özel bir biçimde uzaktır, demektir. İbnu'ş-Şeylı şöyle demiştir : ”Allah'ı tenzih etmek, tereddütsüz iman anlamında kalp ile, bu inançla birlikte inandığım ifade güzel zikir anlamında dil ile ve bu ikisiyle birlikte iyi amel anlamında bütün organlarla tenzih etmeyi ihtiva etmektedir. Birincisi asıldır; ikincisi birincisinin ürünü ve üçüncüsü de ikincisinin ürünüdür. Çünkü insan bir şeye inandığı zaman bu inanç kalbinden diline, dilinden de organlarına geçerek hareketlerde kendini gösterir. Buna göre dil, kalbin tercümanı, organlar da dilin tercümanıdır." Kurtubî, Allah'ın bütün çiftleri yaratması konusunda şöyle demiştir: ”Yani Allah, karada, denizde gökte ve yerde bulunan inalı lu kat türlerini var etti. Bu türler, meleklerin bilip insanların bilemediği yaratıklar da olabileceği gibi hiç bir varlığın bilemediği yaratıklar da olabilir. Denizde ve karada bin kadar canlı türü olduğu ve insanların bunların çoğunu bilmedikleri söylenmektedir." "Bahru'l-Ulûm" da ise şöyle geçmektedir: ”Mana şöyle olabilir: O, insanların mahiyetini bilmedikleri bir takını yaratıklar var etti. Onlardan biri de ruhtur. Allahü teâlâ'nın herhangi birine ruhun hakikati konusunda bilgi verdiği bize intikal etmiş değildir." Âyet-i kerimede, her varlığın mutlaka bir eşinin yaratılmış olduğuna işaret edilmektedir. Çünkü tek olma, Allahü teâlâ'nın en özel vasıflarından biridir. Nitekim Abdülaziz el-Mekkî (Allah ona rahmet etsin) şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ bütün çiftleri yaratmış ve ardından şöyle buyurmuştur: 'O'nun benzeri hiçbir şey yoktur.' (Şûra: 11) Ki bu sayede, eşyayı yaratan Allah'ın eşten münezzeh olduğu, her şeyin Allah'ın varlığına, birliğine ve sonsuz gücüne delil, teşkil ettiği belgelenmiş olsun." Nitekim Ebu’l-Atâha şöyle demiştir: Allah için her hareket ettirmede ve Durultmada sürekli bir şahit vardır. Her şeyde, onun tek olduğunu Gösteren bir alâmet vardır. 37Onlar Mekke halkı için sonsuz gücümüzü gösteren büyük bir delil de karanlık gecedir. Sanki, ”Nasıl bir delil olur?" diye sorulmuş ve bunun üzerine şöyle buyrulmuştur: Biz ondan aydınlık olan gündüzü sıyırırız yani gündüzü yok eder, yerine geceyi yerleştiririz. Buradaki sıyırma, hayvanın derisini soyma, ”sıyırma" sözcüğünden istiaredir. Havada bulunan, güneş ışınlarından ibaret olan ışıktan hiçbir şey bırakmayacak şekilde gölgesini bırakırız da onlar ansızın karanlıkta kalıverirler. Karanlığa girmenin dışında ellerinden bir şey gelmez. Aslında bu durum, ”Onlar hemen görüverirler" ifadesinin söyleneceği bir pozisyondur. Fakat gece üzüntü ve görememe zamanı; gündüz de sevinç, mutluluk ve görme zamanı olduğu için Allahü teâlâ, gündüzü geceden hemen çekip almasının ardından onları aniden gece ile karşı karşıya bırakmıştır, demektir. Çünkü sevinç zamanı uzun da olsa insana kısa; üzüntü süresi ise kısa da olsa uzun gelir. Nitekim şöyle denmiştir: ”Buluşma halindeki bir yıl, tıpkı bir uyuklama gibi kısa, ayrılık halindeki uyuklama da bir yıl gibi uzundur." Bu konuda bir şiirde şöyle denilmektedir: Seni görmediğim, bir gün, bin ay gibidir. Seni görmediğim bir ay, bin yıl gibidir. Bir şâir de şöyle demiştir: Dünyanın sıkıntıları çoktur, tükenmez. Sana gelen sevinci ise, bayramlar gibidir. 38Güneş de yörüngesinde akıp gitmektedir. İlâhi tecelliler ölçüşünce kâinat sahifesini varlık nuruyla aydınlattığı gibi, dünyayı aydınlatan, ışık veren güneş de onlar için bir delildir. Âyet-i kerimeye farklı anlamlar verilmiştir: Birincisi: Güneş, belli bir yere ve muayyen bir sınıra ulaşmak için akıp gider ve yıl sonunda o sınırda dönüşünü tamamlar. Buna göre ”müstekar" kelimesi, yolcunun yürümesini kestiği zamanki durak yerine benzetilmiştir. İkincisi : Güneş, göğün ortasına gelinceye ve orada karar kıimcaya kadar akıp gider. Her ne kadar bu istikrarı, karar kılma söz konusu değilse de buradaki yavaş hareketi karar kılmaya benzetilmiştir. Üçüncüsü: Güneş, akışında oniki burçtan her birinde karar kılacak şekilde akıp gitmekte, yazda en dikey noktadan, kışta en yatay noktadan seyretmektedir. Bu farklı seyirden dolayı dört ayrı mevsim ile dünyada bulunan canlıların geçim vasıtaları oluşmaktadır. Dördüncüsü: O, her gün için takdir edilen doğuş ve batış noktalarına doğru akıp gider. Nitekim güneşin dönüşü için ona ait üç yüz altmış doğuş ve batış noktası vardır. Güneş, her gün bir doğuş noktasından doğar ve bir batış noktasından batar; bir sonraki yıla kadar bu doğuş ve batış noktasından ertesi yıla kadar ikinci bir sefer geçmez. Denmiştir ki, güneş, kâinatın son bulmasına kadar akıp gitmesine devam eder. Yani dünyanın yıkılması anındaki, karar kılması ve hareketinin son bulması zamanına kadar döner durur. Nitekim Ebu Zer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Mescide girdim, Rasûlüllâh (sallallahü aleyhi ve sellem) orada oturuyordu. Güneş batınca bana şöyle buyurdu: 'Ey Ebu Zer! Bu güneş nereye gidiyor, biliyor musun?' Dedim ki, : 'Allah ve Rasûlü en iyi bilir.' O şöyle buyurdu: 'Güneş gidiyor ve Arşin altında secde ediyor; izin istiyor ve ona izin veriliyor. Secde edip de secdesinin kabul edilmeme, izin isteyip de ona izin verilmeme zamanı yakındır. Ve o zaman kendisine şöyle denir: ' Geldiğin yere dön! O da battığı yerden doğar. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurur: 'Güneş, yörüngesinde akıp gitmektedir." (Yasin: 38) (8) Hadis-i şeriften anlaşıldığına göre güneşin yörüngesi Arş’ın altındadır. Buradaki secdeden maksat, boyun eğmedir. Bununla birlikte secde, gerçek anlamında da olabilir. Şüphesiz Allahü teâlâ'nın, güneşe, secde edebileceği hayat ve idraki vermesine gücü yeter. Nitekim buna benzer ifadeler dalia önce geçmiştir. Büyüklerden birisi şöyle demişlerdir: ” Güneşin bir toplumun bulunduğu yerden batıp başka bir toplumun bulunduğu yerden doğması konusunda hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Nitekim bir yerde gece uzunken başka bir yerde kısa olur. Ekvatorda ise gece ile gündüz daima eşittir. Yer yüzü, tıpkı oval top gibi olup orta kısmı daha yüksektir. Bu sebeple insanlar, gece ve gündüzün eşit olduğu yerkürenin ortasındaki adaya ”Arz Kubbesi" adını vermişlerdir." Şeyh Ebu Hamid (radıyallahü anh)'e, kutuplara yakın ülkelerde bulunan insanların nasıl namaz kılacakları sorulmuştur. Çünkü oradaki bazı bölgelerde güneş, akşam ve yatsı arasındaki vakit kadar bir süre batar ve ardından doğar. Şeyh Ebu Hamid bu soruya karşılık: ”Onlar, namazlarını ve oruçlarını kendilerine en yakın olan ülkeye göre ayarlarlar" diye cevap vermiştir. Çoğu fakihlere göre en doğrusu, onların gece ile gündüzü tahmin ederek saatlere göre bir ayarlama yapmalarıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber, yeryüzünde kırk gün kalacak olan Deccal'in meselesi hakkında şöyle buyurmuştur: ”Bir gün, bir sene; bir gün, bir ay ve bir gün, bir hafta gibidir ...Ona göre bir günü takdir edin." İşte bu, akıl almaz hikmetlere dayalı olan, akılların ve zihinlerin kavramada güçlük çektiği güneşin bu eşsiz akıp gidişi, aziz takdir edilen her şeye karşı gücü ile galip ve alîm her şeyi bilgisiyle ihata etmiş olan Allah'ın takdiridir. Takdir: Bir şeyin kemmiyyetini ortaya koymaktır. Allahü teâlâ'nın eşyayı takdir edişi iki şekilde olur: Birincisi, güç ve kuvvet vermek suretiyle olur. İkincisi ise, hikmetin gerektirdiği ölçüde o gücü miktar ve belli bir şekle göre tayin etmesidir. Tıpkı bir hurma çekirdeğinden elma ve zeytin ağaçları değil de hurma ağacının bitmesini takdir etmesi ve yine insan menisinden, diğer canlıların değil de, insanın oluşmasını plânlaması gibi. İşte böylece Allah'ın takdiri iki türlüdür: Birincisi, bir şey için bu, şöyle değil de böyle olması şeklinde hükmetmesi. İkincisi ise, söz konusu şeye güç vermesidir. 39Ay için de birtakım menziller yörüngeler tayin ettik. Bu menziller, yirmi sekiz olup on iki burca bölünmüştür. Ay, her gece bu menzillerden birine uğrar. Bir günde o menzili ne geçer, ne de ondan geri kalır. Son menzile ulaşınca incelir ve hilâl şeklini alır. Hilâl, ay otuz gün olursa iki gece; yirmi dokuz gün olursa bir gece gözükmez. Nihayet o ay, sonunda incelikte hilâl şeklini almasında ve sararmasında tıpkı eski bir hurma salkımının sapı gibi olur. Nitekim hurma salkımının sapı eskiyip kuruyunca incelir, hilâl şeklini alır ve sararır. Böylece Allahü teâlâ ayı, ay sonunda bu üç açıdan eski ve kura bir hurma salkımı sapına benzetmiştir. 40Aya erişmek güneşe düşmez. Şüphesiz ay, daha hızlı seyreder ve yörüngesinde dönerek yirmi sekiz menzilini bir ayda kateder. Güneş ise, aydan daha yavaş seyreder ve yörüngesinde dönerek on iki burca ayrılan menzilleri ancak bir yılda geçer. Dolayısıyla, seyri esnasında aya erişemez. Çünkü Allahü teâlâ güneşin seyrini ayın seyrinden daha yavaş kılmıştır. Nitekim güneş tam bir ışık kaynağıdır. Bu sebeple yavaş hareket edecek olsa bir şey üzerinde uzun süre kalarak onu kavurur ve yakar. Hızlı hareket edecek olsa bu sefer de bir bölgede, yerden bitki bitecek, ağaçlardan yaprak ve meyve oluşacak, meyve ve hububat olgunlaşıp buğday ve arpa cinsi kuruyacak kadar kalmamış olur. Şayet seyir esnasında aya yetişmiş olsa bir ay içinde hem yaz, hem de kış olur ve bu yüzden dört mevsime ait özellikler bozulur. Âyetin anlamı şöyle de olabilir: ”Güneş, ışığı ve aydınlatması güçlü olmakla birlikte ayın etkileri ve faydaları konusunda ona erişemez." Nitekim güneş ve ayın her birine ait etki ve faydalar vardır. Dolayısıyla bu sahada biri diğerine kavuşamaz. Dediklerine göre meyveyi güneş olgunlaştırır, ay renklendirir ve yıldız tadını verir. Âyete şöyle de mana verilebilir: ”Güneş, ay ışığı sahasında aya erişemez." Güneşin, gece doğmak ve ay ışığını yok etmek suretiyle herhangi bir süre içerisinde ayla birleşmesi doğru olmaz. Çünkü gecenin aydınlatılması aya, gündüzün aydınlatılması ise güneşe aittir. Şayet güneş, aya yetişecek olsa ayın ışığı ve aydınlatma özelliği yok olur. Bunun sonucunda gece de gündüze dönüşür. Âyette olumsuzluk edatı, fiilin değil, ismin (güneşin) başına konmuştur. Bu, güneşin kendi başına hareket edemediğine, Allah'ın emrine boyun eğdiğine delâlet eder. Gece de gündüzü geçemez ve ona ulaşması mümkün değildir. Gece gündüzden sonra gelir; onu takip eder ve yerine geçer. Bu hep böyle devam eder gider. Fakat biri diğerine müdahele etmez ve ikisi birleşmez; gece gündüz, gündüz de gece olmaz. Ancak Allah kâinatın nizam ve intizamını bozduğu, güneşin batıdan doğduğu ve ayla birleştiği zaman, yani kıyamet günü müstesna . Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurur: ”Güneşle ay biraraya getirildiği zaman" (Kıyâme: 9) Bu, kıyametin alâmetlerinden biridir. Güneş ay ve yıldızlardan her biri belli bir yörüngede yıldızların yürüdüğü yedi yörüngeden birinde su yüzeyinde yüzen yüzücü gibi kolaylıkla yüzerler, akıp giderler. Nesefî şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ bu gök cisimlerine, insanlara ati edilen yüzme, geçme ve yetişme gibi fiiller nisbet etmiştir. Oysa onların hareketinde tercih hakları yoktur. Aksine onlar, emre amade kılınmış, dolayısıyla dönüşleri zorunludur, ihtiyari değildir." 41Onlara yani Mekke halkına gücümüze dair büyük bir delil de, zürriyetlerini ki, ”zürriyet," örf en küçükler ve büyükler için kullanılıyor ise de, aslında küçük çocuklar için kullanılan bir ifadedir. Bu deyim, bir hadis-i şerifte, ”zürriy etlerin, yani kadınların öldürülmesini nehyetmiştir" buyrulduğu gibi aynı zamanda kadınlar için de kullanılmaktadır. Yani ticaretleri için gönderdikleri büyük evlâtlarını ve onlarla birlikte başkalarını, dolu gemiyle taşımamız, ya da birlikte olmak istedikleri çocuklarını ve hanımlarını götürmemiz ve kendileri için bunun gibi develerden daha nice binekler yaratmış olmamızdır. Çünkü develer, karadaki gemiler sayılır. Zürriyetin, onların birlikte olmak istedikleri güçsüz kişiler anlamında olması, bu zürriyetin gemide kalmasının daha zor ve onları orada tutmanın daha çok hayreti mucib olduğundan dolayıdır. Âyet-i kerimede hedeflenen, Mekke halkına yeniden diriltmenin gerçek ve bunun mümkün olduğunu beyan ederek delil getirmektir. Allahü teâlâ buna ilk olarak ölü yeri canlandırmasını ve kendileri için geçim vasıtası kıldığını delil göstermiş, ardından da yine buna rüzgârların, denizlerin ve denizde akıp giden gemileri ve bu gemiler vasıtasıyla onların deniz ticareti yapmalarını ve birlikte olmayı düşündükleri çocuklarını ve eşlerini götürmelerini delil göstermiştir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”...Onları karada ve denizde taşıdık..." (İsrâ:70) Denilmiştir ki, âyet-i kerimede kastedilen gemi, ”Bizim gözetimimizde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap..."(Hûd: 37) âyetinde söz konusu olan Nuh (aleyhisselâm)îm gemisidir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olmaktadır: ”Biz, onlarla ve denizde yaşamayan birtakım hayvanlarla yüklü o gemi sayesinde zürriyetlerini, nesillerini kıyamet gününe kadar götüreceğiz. Bu olmasaydı insan oğlunun nesli veya soyu kalmazdı. Ve yine onlar için, şeklen bu gemiye benzer gemiler ve sandallar yarattık." Gemilerin, insan yapısı olmakla birlikte Allahü teâlâ'nın yarattığı şeyler olarak telakki edilmesi, onların sadece Allahü teâlâ'nın insanlara güç vermesi ve ilham etmesi sayesinde ortaya koydukları sanat mahsulleri olduğundan değildir. Aksine gemiler, ”Bizim gözetimimizde ve vahyimiz uyarınca gemiyi yap..."(Hud: 37) âyetinde belirtildiği şekilde gemicilerin Allahü teâlâ'nın gücü ve hikmetine daha çok vâkıf oldukları içindir. Bazı müfessirler, âyete verilen iki ayrı anlamdan ikincisinin daha açık olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü âyetteki, ”gemi gibi" ifadesinden deve kastedilmiş olsaydı, o takdirde söz konusu âyetle bir sonraki âyet arasında bir bağ olmaması gerekirdi. Oysa iki âyet arasında yani, ”Dileseydik onları suda boğardık" (Yâsîn: 43) âyeti ”gemi ” sözcüğü ile irtibatlıdır. Ancak âyet-i kerimede, deve ile gemi arasında olan tam bir benzerlikten dolayı, geminin bir türü imiş gibi onun yaratılmasına doğrudan temas edilmediği söylenerek bu itiraz reddedilir. 42Bak. Âyet 41. 43Dileseydik onları suda boğardık. Yani onları gemiye bindirmekle birlikte dileseydik kendilerini denizde boğardık. Bu bir faraziyedir. ”...Bizden bir rahmet olmadan, onlar kurtulmazlardı..." (Yâsîn: 43-44) âyeti buna delildir. O zaman boğulmaktan kurtarmak ve böyle bir hadise olmadan önce bu işe engel olmak için ne onların imdadına koşan olur, ne de olay olduktan sonra bundan kurtarılırlardı. 44Ancak bizim tarafımızdan bir rahmet (sonucu) ve bir süreye kadar dünyadan faydalanmaları için (kurtarıldılar.) Yani onlar, ancak tarafımızdan ortaya çıkan, imdada ve kurtarmaya sevkeden büyük bir rahmet sonucu kendileri için takdir edilen sürenin nihayetine kadar hayatlarına kavuşturulmuşlardır. Âyet-i kerime, tabiatçıların, gemilerin tabiatın bir gereği olarak yükleri taşıdığını ve içi boş olan bir şeyin suda batmadığını iddia etmelerini reddetmektedir. Allahü teâlâ bunun böyle olmadığını ifade etmiş, dileseydi gemide olanları suda boğacağını belirtmiştir. Bu durum tabiatın bir gereği değildir. Şayet öyle olsaydı gemi için bir âfet ve batma söz konusu olmazdı. 45Uyarı yoluyla onlara: Mekke'li inkarcılara: 'Geçmişinizden ve geleceğinizden sakının, yani peygamberlerini yalancı sayan geçmiş ümmetlere inen azaptan korkun: iman etmemeniz halinde benzer azabın başınıza gelmesinden ve helak edilmenizden sonra âhirette sizin için hazırlanan azaptan sakının. Ya da manâ şöyledir: ”Önünüzde bulunan âhiretteki durumlardan korkun, ona göre amel edin; geride bırakmakta olduğunuz dünyadan da sakının ve ona aldanmayın." Böylece Allahü teâlâ inkarcıları iki şeyle korkutmuş; bunlardan biri geçmiş ümmetlerin başına gelen felâketler; ikincisi ise âhiret azabıdır. Belki acınırsınız' acınmanızı umarak böyle yapınız, ya da açmasınız da bu kötü durumdan kurullasınız, diye böyle yapınız -ki, kurtuluş, ancak Allah'ın rahmeti sayesinde mümkündür- dendiği zaman öğütten yüz çevirirler, daha fazla büyüklük taslarlar ve inat ederler. Ardından gelen âyet-i kerime de bu durumu vurgulamaktadır. 46Onlara, bu inkarcılara Allahü teâlâ'nın eşsiz sanat eserlerini ve sayısız nimetlerini dile getiren, kabul edilmesi ve inanılması gereken bu âyetlerin de yer aldığı Rablerinin âyetlerinden Peygamber’in doğruluğunu gösteren açık bir âyet geldikçe yalan sayma ve alay etme tavırlarıyla ondan hep yüz çeviregelmişlerdir Burada ifade edilen âyetlerden hem Kur'an âyetleri, hem de çeşitli mucizeler kastedilmiş olabilir. Yani onlara Allahü teâlâ'nın birliğini ve ilâhlıkta tek oluşunu gösteren âyetlerden bir âyet gelirse, bu âyetin ihtiva ettiği ve Allah'a imana sevkettiği doğru görüşü hemen terkederler. Buna göre Allahü teâlâ'nın dinî meselelerde kendilerine derin anlayış ve isabetli görüş lütfettiği âlim ve fazıl müctehid imamlara ve ilmiyle âmil kimselere teslim olmak gerekir. Nice kimseler, kendilerinden daha bilgili olanlara fıkıh bilgisi aktarır. Nitekim nakledildiğine göre A'meş, bazı meseleleri Ebû Hanife'ye sormuş, Ebû Hanife de ona gereken cevapları vermiştir. Bunun üzerine A'meş, Ebu Hanife 'ye: ”Bunu nereden biliyorsun? Bu alandaki delilin nedir?"diye sormuş, Ebu Hanife de cevap olarak: ”Senden duyduğum hadisten biliyorum" diyerek kendisine rivayet ettiği hadisi ona anlatmaya başlamıştır. Bu esnada A'meş şöyle demiştir:"Ey fakihler zümresi! Sizler doktor, bizler de eczacı gibiyiz." Ebû Hanife (radıyallahü anh)'nin: ”Allah Rasûlü'nden bize geleni baş tacı ederiz; ashab-ı kiramdan gelenin de bir kısmını alır ve bir kısmını terkederiz, tabiinden gelen ise, onlar beşer biz de beşeriz" sözüne gelince; bu söz, âlimlerin ihtilâfa düşmüş olduğu açık bir içtihat karşısında daha kuvvetli delil sıralamasında söylenen bir sözdür. Allahü teâlâ bazen hocada bulunmayan bazı bilgileri, Allah ve kullarla olan iyi ilişkisinden, hüsnü edebinden dolayı talebeye lütfeder. Kazanılan bilginin alâmetlerinden biri de bu bilginin akıl terazisine girmesidir. Kul için olan en büyük tuzak, kendisine ilim bahsedilmekle birlikte bilgisi ile amel etmekten mahrum bırakılması, ya da amelle rızıklandırılması ve fakat amelde ihlâstan mahrum bırakılmasıdır. Ey kardeşim! Bu durumu kendinde gördüğün, ya da başkalarından öğrendiğin zaman bil ki, o duruma razı olan onunla aklanmıştır. 47Nasihat kabilinden onlara: İnkarcılara: 'Allah'ın size verdiği rızıktan yani lütuf ve ikramı sayesinde size verdiği çeşitli malların bir kısmını ihtiyaç sahiplerine infak edin' -ki, bu infak, belâyı savan ve fenalıkları gideren şeylerden sayılır.- denildiğinde bu inkarcılar Mekke'de bulunan ve Allah'a, öldükten sonra yeniden dirilmeye inanmayan, hiçbir şeye saygı duymayan ateistler, inananlara kendileriyle ve sahip oldukları değerlerle alay ederek - ki, onlar şöyle diyorlardı: ”Allahü teâlâ dileseydi falanı zengin yapar, dileseydi onu üstün kılar ve yine dileseydi o şöyle şöyle olurdu"-iddianıza göre 'Allah dileseydi doyurabileceği bir kimseyi bize verdiğiniz öğüt sebebiyle mallarımızdan biz mi doyuralım? Doğrusu siz hak yoldan uzak apaçık bir sapıklıktasınız', hatalısınız. Çünkü siz bize Allahü teâlâ'nın dileğine muhalif şeyler emrediyorsunuz dediler. Onlar bu sözleri, alayla söylemişlerdir. Çünkü inançsızlar, yaratanı inkâr ederler. Dolayısıyla onların bu sözleri inanca dayanmaz ve ciddiyetten uzaktır. Âyet-i kerime, inkarcıların Allah'ın yarattıklarına şefkat göstermediklerini dile getirmektedir. Bütün dinî sorumluluklar iki hususa yöneliktir: Allah'ın emrine saygı duymak ve mahlûkata şefkat göstermektir. Söz konusu inkarcılar ise her ikisini de terketmişler ve cimri kimselere dayanak teşkil edecek bir yol izleyerek şöyle demişlerdir: ”Allah'ın mahrum bıraktığı kişiye bir şey vermeyiz. Allah dileseydi, onu zengin hale getirirdi." Evet, bu söz iman ve samimiyet sonucu söylenen bir söz olsaydı, faydalı olur, hatta kâmil manadaki imanın kaynağı olan gerçek tevhid inancı olarak tezahür ederdi. Fakat onlar taklit, inkâr ve inat yoluna girmişlerdir. Allah'ın doğru yola erdirmediği kimse için bir hidayet rehberi söz konusu olamaz. Lokman, zenginlere uğradığında onlara şöyle dermiş: ”Ey nimet ehli! En büyük nimet vereni unutmayın!" Fakirlere uğradığında ise: ”İki defa aldanmaktan sakının" dermiş. Nakledildiğine göre Hazret-i Ali şöyle demiştir: ”Şüphesiz mal, dünyanın ekini, iyi amel de âhiretin ekinidir. Allahü teâlâ bazı kavimler için her ikisini bir araya getirir." Füzeyi de (Allah ona rahmet etsin ), ”Âhiret üstünlüğü isteyen, yoksul kimselerle birlikte otursun" demiştir. 48Mekke'liler, inkâr ve uzak görme anlayışıyla Hazret-i Peygamber ve müminlere hitaben: 'Doğru iseniz (söyleyin bakalım!) Bu vaad kıyametin kopması, lie sap ve ceza ne zaman?' derler. Bu vaadin yakın olmasını istemek, ya alay etmekten, ya da vaadin yakın olmasından dolayıdır. Kıyametin kopmasını hemen istemek ise, şüphesiz ilâhî daveti yalan saymaktan, öldükten sonra yeniden dirilmeyi ve mahşerde toplanmayı inkâr etmekten kaynaklanmıştır. Şayet doğrulamak ve kabullenmekten olsaydı, gerçekten onlara fayda sağlardı. 49Mekke'li inkarcılar çekişip dururlarken ansızın kendilerini yakalayacak ve yeryüzünde bulunanların hepsine ulaşacak bir tek çığlığı beklerler. İkinci bir çığlığa ihtiyaç duyulmaz. Bu çığlık, herkesin ölümü için olan sûra ilk üfürüştür. Yani inkarcılar, ticaretlerinde ve muamelelerinde çekişip dururlarken, dünya işleriyle uğraşırlarken ve gaflet içinde bulunurlarken birden bire kıyamet kopar. Bu sebeple kıyametin kopması ile ilgili alâmetlerin ortaya çıkmamasına aklanmasınlar ve kıyametin kopmayacağını iddia etmesinler. İbn Abbas'ın rivayetine göre Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: ”Kıyamet mutlaka kopacaktır. O zaman iki kişi alış veriş ederken elbiselerini yayarlar, fakat onları toplayamazlar. Kişi su havuzunu kullanıma hazır hale getirir; fakat ondan su alamaz. Adam eline geçen sütü alırsa da onu içemez. Kişi lokmasını ağzına alır fakat onu yiyemez. ”(9) Ardından, ”Çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak bir tek çığlığı beklerler" (Yâsîn: 49) âyetini okumuştur. 9- Hadisi, Buhari ”Fiten ve Eşrâtu's-sâlah Bölümü"nde, uzun bir hadis olarak tahric etmiştir. Bu kısım, hadisten bir bölümdür. Bkz. Câmi'u'l-usûl, 10/404. Şayet sen, ”Onlar, söz konusu çığlığı beklemiyorlar, aksine kıyametin kopmasını ve bu çığlığı yok sayıyorlardı" dersen şöyle derim: ”Evet, doğrudur. Ancak onlar, 'Kıyamet ne zaman kopacak?' sözlerine dayanarak bunu bekleyen kişilerden sayılmışlardır. Çünkü, 'Filanla ilgili şey ne zaman gerçekleşecek?' diyen kimsenin sözünden, böyle bir şeyin gerçekleşmesini beklediği anlaşılır." 50O anda onlar işleriyle de ilgili kısa bir kelime ile de olsa ne bir vasiyette bulunabilirler, - ki, buna güçleri yetmediğine göre hakları yerine getirmek ve haksızlıkları telâfi etmek için ihtiyaç duyacakları zaman için, çok daha âciz kalırlar.- ne de ailelerine kapılarının dışında olsalar bile dönebilirler. Aksine o çığlık, ansızın onlara gelir ve bulundukları yerde ölürler. Aile; kişinin eş ve çocuklarıdır. Râğıb: Aileyi, sülâle anlamında almıştır. Bazen kişinin eşine de ehl (aile) denilir. Bil ki, ölüm, insana çabucak geldiğinden dolayı insan, bütün emellerine ulaşamaz. Buna göre kul, kısa emellerle vaktini değerlendirmelidir. Ölüm döşeğinde iken vasiyette bulunan kişi, her ne kadar doymuş halde iken malını taksim eden kişi görünümünde ise de ölüm anında, güzel vasiyette bulunmak sünnettir. Vasiyette bulunmadan ölen kişi ise hatalı davranmıştır. İnsan, hasımlarının razı edilmesi, borçlarının ödenmesi, namazının ve orucunun fidyesinin verilmesi için vasiyette bulunur. Allah bizi ve sizi, vakitlerini değerlendiren, geleceklerini düşünen ve çok iyi ameller yapan kimselerden kılsın! 51Sûra üflenince ki, ”sûr" ; İsrafil’in üflediği boynuz gibi bir şeydir. Yani İsrafil, ölülerin canlanması için ikinci sûra üfley ince birden bire hiç beklemeden onlar kâfirler kabirlerinden kalkıp Rablerine yani Rablerinin ve kesin olarak durumlarına hakim olan Allah'ın davetine kendi tercihleriyle değil, ”....hepsi toplanıp huzurumuza getirilirler." (Yâsîn: 53) âyet-i kerimesinin bir gereği, zorunlu olarak koşarak gelirler. Buradaki nefha (üfleme) den kasıt, Allah'ın her canlının hayatına son vereceği birinci nefha değil, her ölüyü canlandıracağı ikinci nefhadır. Şayet, ”O vakit, söz konusu çığlıktan ötürü dağlar yerle bir olacağından kabirler nasıl bulunur?" denirse, şöyle cevap verilebilir: ”Allahü teâlâ her ölünün parçalarını defnedildiği yerde bir araya getirerek o ölüyü oradan çıkarır." Bahsi geçen çağrı ise, yeniden dirilmek için, ya da hesap vermek, mükâfat veya ceza görmek üzere Rablerinin huzuruna çıkmak için olan İsrafil’in çağrısıdır. Beyt-i Makdis’in, yeniden dirilme ve toplanma yeri olduğu doğrudur. Sûra üflenince birden bire hareket edilmesi, Allahü teâlâ'nın sonsuz, gücünü ve talep ettiği şeyin, zaman açısından iradesinden geri kalmadığını vurgulamaktadır. Şayet, ”Allahü teâlâ başka bir âyette, '...Sonra ona bir daha üflenince hemen ayağa kalkıp bakakalacaklardır." (Zümer: 68) buyururken burada '....Birdenbire onlar kabirlerinden kalkıp Rablerine koşarak gelirler' (Yâsîn: 51) buyurmuştur. Ayağa kalkmak, koşarak gelmekten farklıdır. Oysa her biri âyette, birdenbire anlamındaki ‘lzâ' edatı ile getirilmiştir. Böyle olunca her ikisinin aynı ve birlikte olması gerekmez mi?" denirse cevap olarak iki şey söylenebilir: ”Birincisi, ayağa kalkmak koşarak gelmeye engel değildir. Çünkü yürüyen kişi ayakta olur. Aynı zamanda bu bakmaya da engel teşkil etmez. İkincisi: Birbirini izleyen ve aralarında zaman farkı bulunmayan işler aynı sürede olmuş gibi telâkki edilir. Meselâ; ”hücum etti, geri döndü" denilir." 52işte o zaman yani inkarcılar, kabirlerinden ilk çıkarılıp yeniden dirilmeleri anında kıyametle igili kendilerini kaplayan halin şiddetinden feryat ederek 'Eyvah, eyvah! Bizi kabrimizden kim çıkarıp diriltti?' Yani bizi uykumuzdan, ya da yatmakta olduğumuz kabrimizden kim kaldırıp diriltti?" derler. Şayet, ”Kâfirler, yeniden diriltilmeden önce kabirde uyuma halinde olduklarını bildirmektedirler. Bu durum, kabir azabını reddetmiyor mu?" denirse şöyle derim: ”Onlar, akıllarının karışıklığından dolayı uykuda olduklarını sanırlar. Ya da Allahü teâlâ iki nefha (sûra üfürme ) arasında onlardan azabı kaldırır. Tıpkı onlar belli bir derecede hafiflik hisseden ve uyku sayesinde sancıdan uzak duran hasta gibi, kabirlerinde yatıp uyumaktadırlar. Fakat ikinci nemadan sonra yeniden diriltilerek kıyametin kopmasını müşahede ettiklerinde feryat ederler, yok olup gitmeyi isterler." Onlara: 'Bu, Rahmân'ın vaadidir. Yani yeniden diriltme, Allah'ın dünyada vadettiği bir vaaddir. Siz de inkarcı bir tavırla, 'Bu vaad ne zaman'?' demiştiniz. Peygamberler doğru, bu vaadin gerçek olduğunu söylemişlerdi' denir. Bu söz, ya melekler tarafından, ya da müminler tarafından söylenir. Burada, inkarcıların soru sorma metodundan olumlu düz cümle şekline dönülmüştür. Bununla, inkarcı tutumlarını kınama, bu vesile ile onları azarlama ve onları ilgilendiren, dirilten hakkındaki sorudan ziyade yeniden dirilme sorusunun olduğunu vurgulama amacı güdülmüştür. Sanki onlar şöyle derler: ”Sizi, ilâhî kitaplarında yeniden diriltme vaadinde bulunan ve size peygamberler gönderen Rahman yeniden diriltmiştir. Bu peygamberler, size bu konuda gerçeği söylemişlerdir. Bu dirilme, uyuyan kişinin yattığı yerden uyandırılması gibi düşündüğünüz bir dirilme değil ki, dirilteni soruyorsunuz. Bu dirilme, korku ve dehşet saçan en büyük dirilmedir." 53Bu, söz konusu ikinci nefha, İsrafil’in sûra üflemesinden hasıl olan bir tek çığlıktan başka bir şey değildir. Bunun, yeniden dirilme çığlığı olduğu da söylenmiştir. Söz konusu çığlık, İsrafil’in Beyt-i Makdis'te bulunan kayalık üzerinden söyleyeceği şu sözden ibarettir:"Ey çürüyüp dağılmış kemikler, parçalanmış mafsallar, dağılan organlar ve saçılan kıllar, saçlar! Her şeye şekil verip yaratan Allah, hüküm vermek üzere bir araya gelmenizi emrediyor. Toplanın ve büyüklerin büyüğü Allah'ın huzuruna gelin." Hepsi, hemen bir an bile durmaksızın sorguya çekilmek ve hesap vermek üzere huzurumuza getirilmiş olur. Burada, yeniden dirilme ve mahşerde toplanma ile ilgili açık olarak korku salınıyor. Kullara zor gelen bu şey, Allah için basittir. Çünkü Allah sebeplere baş vurmaya gerek duymaz. ”Onun işi, bir şeyi yaratmak istediği zaman sadece 'Ol' demektir ve o şey derhal oluverir." (Yâsîn: 82) 54İnkarcılar, kendileri için hazırlanan azabı gördüklerinde onlara şöyle denir: Artık bugün, kıyamet günü kimseye ister iyi olsun, ister kötü olsun hiçbir haksızlıkta bulunulmaz, mükâfatı azaltılarak, ya da cezası artırılarak zulme uğramaz. Ancak dünyada yaptıklarınıza inkâr ve isyanlarınıza, ya da işlediklerinize karşılık alırsınız. "Kimseye hiçbir haksızlıkta bulunulmaz" ifadesinde mü'minin emin olması; ”Ancak yaptıklarınıza karşılık alırsınız" ifadesinde ise kâfirin ümitsiz olması amaçlanmıştır. 55Bugün yani kıyamet günü cennetlikler -ki, bu söz, inkarcıların üzüntülerini ve pişmanlıklarını artırmak için o gün kendilerine söylenecek sözler arasında yer alır. Çünkü inkarcıların kötü durumlarının açıklanmasının ardından, düşmanları olan müminlerin iyi durumlarını ortaya koymak, o inkarcıların üzüntülerini artırır.- nimetler içinde müreffeh bir hayat sürmekle meşguldürler. Devamlı olan nimetlerden yararlanırlar, büyük bir mülke kavuşurlar ve kendilerini oyalayan bir meşguliyetten zevk duyarlar. Onların meşguliyeti, haz duyma meşguliyeti olup, dünyadakilerin meşguliyeti gibi yorgunluğu bulunan bir meşguliyet değildir. Söz konusu bu meşguliyet, çeşitli şekillerde tefsir edilmiştir: Birincisi: Bakire olan Hurilerle cinsi ilişki kurmak. Nitekim hadi s-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”insana yemede, içmede ve cinsi temas kurmada yüz erkeğin gücü verilir. ” Ehl-i kitaptan bir adam, ”Yiyen ve içen kişinin elbette cinsel ihtiyacı olur, ” demiştir. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: ”Onların herhangi birinin bedeninden misk gibi ter fışkırır. Bu yüzden kamı çekilir ve zayıflar. ” İkincisi: Güzel sesler ve hoş nameler duymak. Üçüncüsü: Çalgı sesi dinlemek ve bakire olan hurilerin, yaprakların ve ağaçların sesini işitmek. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Cennette iri gözlü hurilerin toplandığı bir yer vardır. Onlar orada insanların benzerini duymadıkları bir sesle şarkı söylerler ve şöyle derler: 'Biz ölümsüzüz, yok olmayız. Biz güzeliz, sıkıntı duymayız. Biz hoşnutuz, öfkelenmeyiz. Bize ait olan, dolayısıyla bizim de ait olduğumuz kimselere müjdeler olsun! Dördüncüsü: Cennetlikleri, cehennemliklerin içinde bulunduğu durum meşgul etmediği gibi, cehennemdeki yakınları da onları ilgilendirmez. Çünkü onlar, cennet ehlini ilgilendirmezler. Cennette bulunanlar, mutlu ve müreffeh hayatlarına bir halel gelmesin diye onlara aldırış etmezler ve onları hatırlamazlar. Açıkça görüldüğü gibi söz konusu meşguliyetten maksat, içinde bulundukları türlü nimetler ve duydukları hazlardır. Bu nimetler ve hazlar, onların başka şeylerle uğraşmalarına engel olur. Âyet-i kerimede, cehennemlikler için, yemek, içmek, evlenmek vb. nimetlerin bulunmadığına işaret edilmektedir. Çünkü bu nimetler, Allah'ın cemal sıfatlarının tecelli etmesinin bir sonucudur. Onlar ise böyle bir tecelliyi hak etmemişlerdir. Zira onların durumu, kahir ve celal sıfatlarının tecellisine uygundur. Günahkâr mü'minlerden cehenneme girenlere gelince, onlar orada, imanları sebebiyle azapları hafifletilmek için bazı vakitler uyurlar. Cehennem ateşinde azaba maruz kalsalar da orada ebedî kalmazlar. Bu sebeple bazen azapları hafifletilir. Günahkâr mü'minlere böyle bir ayrıcalığın tanınması yadırganmaz. Nitekim Kurtubî, bazı günahkâr kulların cehennemden çıkıncaya kadar orada uyuyarak vakit geçireceklerini ifade etmiştir. Buna göre onların azapları, bizzat cehenneme girmekten ibaret olur. Bu ise onlar için büyük bir azap ve zillettir. Şurası bir gerçek ki, hapishanede tutuklu bulunan kimse dövülerek, zincire vurularak ve benzer usûllerle işkence görmese de tutuklu olma hali kendi seviyesi ölçüsüne göre ona azap olur. 56Onlar ve eşleri, ki, eşlerinden maksat, dünyadaki eşleri, veya iri gözlü huriler, ya da dünyadaki dostlarıdır. Bunların hepsi de aynı anda kastedilmiş olabilir. ”Eşleri" ifadesiyle, tek başına olmadıklarına işaret edilmiştir. Çünkü tek başına olan kimse, en üst makamlarda bile olsa yanında tanıdık kimselerden biri bulunmayınca yalnızlık hisseder. Bu âyet ve devamı, mü'minlerin sevinç ve neşesini artıran meşguliyetlerinin mahiyetini açıklamaktadır. Yani onların meşguliyetleri ve müreffeh hayatlarının yanı sıra eşleri de vardır. Onlar ve eşleri gölgeler altında tahtlara kurulurlar. Tahtlara kurulmak, müreffeh bir hayat sürmeye ve işlerinin olmayışına delil sayılır. ”Tahtlar", diye terceme edilen ”erâik" kelimesi ”erîke" kelimesinin çoğuludur. ”Erike" gelin odasındaki koltuk, manasına gelir. Kumaşlarla ve perdelerle süslüdür. Eğer bu koltuk evin içersinde veya Kubbe'nin altında olmazsa, ona ”erîke" denmez. Yâni cennetlikler ve eşleri süslenmiş gelin odalarındaki koltuklara kurulurlar. Şayet, ”Gölge, güneşin bulunduğu yerde olduğuna ve cennette olanların ne güneş, ne de dondurucu soğuk görmediklerine göre nasıl olur da onlar gölgelerde olurlar?" denirse cevap olarak şöyle derim: ”Söz konusu gölgeden maksat, cennet ehlinin gözlerini kamaştırmaması için Arşın nuruna karşı cennet ağaçlarının gölgesidir. Bu nur ve ışık, güneş ışığından daha güçlüdür." Ragıb İsfahanı ” Müfredat" da şöyle demiştir:"Gölge ile üstünlük, izzet ve ferah da ifade edilmektedir. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: '...Ve onları koyu bir gölgeye yerleştiririz.' (Nisa: 57) Bu ifade, mutlu yaşantıdan kinayedir." Fahruddin er-Razî de Nisa Sûresinde: ”Arap ülkeleri son derece sıcak olduğundan onlara göre gölge en büyük rahatlık vesilesidir" demiştir. 57Orada (her çeşit) meyve onlar içindir. Bu ve ardından gelen ifade, onların cennette yararlandıkları yiyecek ve içeceklerin yanı sıra duydukları bedensel ve ruhsal zevkleri dile getirmektedir. Bir önceki âyette ise, dostluk toplantıları ile kutsal meclisleri ifade edilmiştir. Bütün bunlar cennetliklerin, içinde bulunduğu sevinç ve mutluluğun tamamlanmasını beyan etmeye yöneliktir. Yani onlar için cennette arzularının tamâmı ve her çeşit meyvelerden tarif edilemeyecek ölçüde büyük, güzel, hoş, olgun ve lezzetli meyveler vardır. Nitekim şöyle rivayet edilmiştir: ”O meyvelerden bir nar, tüm ev halkını doyurur." Bu âyette, cennette açlığın söz konusu olmadığına işaret edilmektedir. Çünkü meyve yemek, açlığın verdiği acıyı dindirmek için değildir. Bütün arzuları yerine getirilir. Yani Allah'tan kendileri için talep ettikleri her şey karşılanır. Ya da sevgi ve muhabbet sebeplerinden ne olursa olsun her arzuladıklarına kavuşurlar. İbnu'ş-Şeyh şöyle demiştir: ”İstenmesi uygun olan bir şeyi talep etmelerine gerek yoktur. Çünkü arzuları talepten önce yerine getirilir." Fahruddin er-Razî de şöyle demiştir: ”Ayetin inanası, onlar kendileri için bir şey talep ederler ve bu talepten sonra istekleri karşılanır, şeklinde değildir. Aksine onun manası, istekleri yerine getirilir, şeklindedir. Bunun için talepte bulunmaya gerek yoktur. Tıpkı birinin senden bir şey istediği zaman, ona; ' istemesen de bu senindir' dediğin gibi. Buna göre âyetteki ‘lddia' (yed-de'ûn) sözcüğü, temenni etmek anlamına gelmektedir." 58Bağışlayıcı bir Rab olan Allah'tan onlara söz olarak selâm gelir. Yani onlara Allahü teâlâ tarafından melek vasıtasıyla, ya da vasıtasız olarak kendilerini daha çok yüceltmek üzere selâm verilir. Bu söz, bağışlayıcı bir Rab olan Allah'tan sâdır olmaktadır. O, emrine saygı duymaya lâyık olandır. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Cennetlikler, nimetler içinde bulunurken onlara bir nur gözükür. Bunun üzerine başlarını kaldırırlar, bir de ne görsünler! Allahü teâlâ üst taraflarından onlara bakıyor. Bu arada Allah şöyle buyurur: 'Ey cennet halkı! Size selâm olsun.' İşte bu O'nun, 'Bağışlayıcı bir Rab olan Allah'tan onlara söz olarak selâm gelir' sözüdür. Allah onlara bakarken onlar da Allah'a bakarlar. Hatta onlar, O'na baktıkları sürece hiçbir nimeti gözleri görmez. Nihayet Allah onlara görünmez olur; nuru ve bereketi bulundukları yerde kendileriyle kalır." (12) 12- Hadisi İbn Ebi Hatim tahric etmiştir. Bazı müfessirler şu hususu dile getirmişlerdir: ”Allahü teâlâ yedi şeyi yedi uzva mükâfat olarak vermiştir; El için, ”Orada bir kadehi kapışırlar' (Tûr: 23): ayak için, 'Oraya selâmetle girin.' (Kaf Sûresi: 34); karın için, 'Afiyetle yiyin, için' (Tûr: 19); göz için, 'Orada canlarının istediği, gözlerinin hoşlandığı her şey vardır.' (Zuhrûf: 71); cinsel organ için, 'İri gözlü huriler' (Vakıa: 22); kulak için, '...onlara söz olarak selâm gelir.' (Yasin: 58); dil için, 'Onların dualarının sonu şudur: 'Hamd; âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." (Yûnus: 10) Allahü teâlâ ardından şöyle buyurmuştur: 59'Ayrılın bugün bir tarafa ey günahkârlar! Dönüş yerinize geçin. Alevli ateşte ve bu ateşin çeşit çeşit azabı ve alevi içinde olun. Bu âyet gösteriyor ki, insanlar mahşerde toplandıklarında müminle kâfir, Müslümanla münafık birbirine karışır. Daha sonra her grup diğerinden ayrılır. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyrulur: ”Kıyametin kopacağı gün, işte o gün inkarcılar bir tarafa ayrılacaklardır." (Rûm: 14) Âyette sözü edilen gün, kıyamet günü, hesap ve ceza günüdür. Cehennemde her inkarcının yalnız başına kalacağı ateşten özel bir yeri vardır ve bu yerin kapısı ateşle kapanır. Orada sonsuza kadar kalır; ne biri onu görebilir, ne de o başkasını. Yine o, mü'minin dostlarıyla bir araya geldiği gibi gelemez. Dostlardan ve yakınlardan uzak kalma azabı ise, en kötü azap ve en şiddetli cezadır. Allahü teâlâ" orada, mü’minle kâfirin mahşerde bir araya geldiklerinde müminin kâfire karşı olan imtiyazlarına işaret etmiştir. Bunlar mü'minin yüzünün ak olması, kâfirin de kararması; mü'minin amel defterinin sağından, kâfirin ise solundan verilmesi: yine mü'minin tartısının ağır, kâfirin ise hafif gelmesi; mü'minin aydınlığı, kâfirin karanlığı; mü'minin rahatlıkla sırat köprüsünden ggeçmesi, kâfirin ayağının sırattan kayması vs. dir. 60Ey Adem oğulları! Bu ifade ve devamı, inkarcıları kıyamet günü kınamak ve susturmak için, inananlardan ayrılmaları ile ilgili emirle Allahü teâlâ'nın: ”...Oraya girin ”(Yasin: 64) sözünün gereği cehenneme girmelerine dair emir arasında söylenen azarlama sözler arasında yer alır. Burada Adem oğullarından maksat, günahkâr kullardır. Ben size, şeytana tapmayın, ki, şeytana tapmaktan kasıt, Allah'tan başkasına tapmak, kulluk etmektir. Çünkü doğrudan doğruya şeytana kimse tapmaz ve kimse şeytanın kulu olduğunu öne sürmüş değildir.(13) Allah'tan başkasına kulluk etmek, şeytana kulluk etmek olarak ifade edilmiştir. Çünkü bu sapıklık, şeytanın emri yaldızlaması, onun teşviki ve vesvesesi sayesinde çağırdığı şeye boyun eğilmesiyle meydana gelmiştir. Bu yüzden şeytana itaat etmek ve ona boyun eğmek ibadete benzetilerek şeytana tapma diye tanımlanmıştır. Çünkü gerek itaat etmek ve gerekse boyun eğmek tazim ifade etmektedir. Bir de bunlar şiddetle sakınılması ve uzaklaşılması gereken şeyler olması yanında Allahü teâlâ'ya ibadetin karşıtı sayılmıştır. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Bir şeye itaat eden o şeye kulluk etmiş sayılır?" Âyet-i kerimede de şöyle buyrulur: ”Heva ve hevesini tanrı edinen kimseyi gördün mü?" (Câsiye: 23) Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır; yaratılışta sahip olduğunuz değerden ve mükellef olduğunuz itaatten sizi alıkoymak istiyor demedim mi? size tavsiye etmedim mi?! Bu ifade şeytandan uzaklaşmanın bir gerekçesidir. Âyette ”demedim mi" diye terceme edilen kelimenin kökü olan ”Ahd" tavsiye etmek, yani faydalı olanı söylemektir. Burada maksat, Allah'ın kulları, Peygamberler vasıtasıyla yükümlü kıldığı şeylerdir. İblis’in insanoğluna düşmanlığı şuna dayanmaktadır: Allahü teâlâ Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'e lütufta bulunduğu zaman. İblis kıskançlığından dolayı ona düşmanlık beslemiştir. Akıllı insan hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olamaz. Şüphesiz, öğüt verenin dayağı düşmanın selâmından daha hayırlıdır. Âyet-i kerimede kastedilen, Allahü teâlâ'nın peygamberler vasıtasıyla onları sorumlu tuttuğu emirler ve yasaklardır. Bu emirler ve yasaklar kapsamı içinde şu âyetler de yer alır: ”Ey Âdem oğulları! Şeytan anne ve babanızı cennetten çıkardığı gibi, sizi de şaşırtmasın..." (A'raf: 27); ”...Şeytana tâbi olmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır." (Bakara: 208) Ve bu anlamda olan diğer âyet-i kerimeler... 61(Ve demedim mi?) Sadece Bana kulluk edin. Yani ibadetle. Benim bir olduğumu kabul edin ve Bana kimseyi ortak koşmayın. Artık lezzet gününüz geçti. Çünkü dosdoğru yol budur.' Burada, tevhid ve İslâm'dan ibaret olan Allahü teâlâ'ya kulluk etmeye işaret edilmektedir. 62Şeytan sizden pek çok milleti saptırdı. Bu ifade, hazfedilen bir yeminin cevabıdır ve hitap, Adem oğullarınadır. Burada, onların suçlarının sadece ilâhî ahde vefasızlık olmadığı, aksine onunla birlikte şeytana uymaları yüzünden geçmiş ümmetlerin başına gelen felaketlerden ibret almamaları olduğu beyan edilerek dikkatler çekilmiştir. Yine burada, Mekke'li kâfirlerin de içinde yer aldığı sonraki nesiller kastedilmiştir. Bunlar, suçlarının kat kat olması dolayısıyla daha fazla azarlanmış ve korkutulmuşlardır. Saptırma işinin şeytana atfedilmesi mecazîdir. Maksat ise, onun yoldan çıkarmasıdır. Buna göre mana şöyledir: ”Allah'a yemin olsun ki, şeytan, sizden pek çok insanı saptırmış ve bu yüzden başlarına korkunç felâketler gelmiştir. Bu felâketler ve azapların haberleri her tarafa yayılmış ve asırlar boyu izleri devamedegelmiştir. Şeytan, sizden pek çok cemaatleri saptırmasına rağmen nasıl olur da ona tapar ve emrine boyun eğersiniz?" Bu cemaatler, onun saptırması sonucu doğru yoldan ayrılmışlardır. Bu durumu hiç düşünmüyor, anlamıyor musunuz? Yani azaba maruz kalmamanız için helak olanların yok oluş izlerini müşahade ederek hiçbir şey anlamadınız ve kavramadınız mı? ki, onların yaptıklarından uzak durmak suretiyle, azabı haketmeyesiniz. 63İşte bu, dünyada peygamberler vasıtasıyla size vadedilen cehennemdir. Söz konusu suçlular azarlanıp susturulduktan sonra cehennemle karşı karşıya geldiklerinde cehennemle görevli melekler tarafından onlara böyle hitap edilir. 64İnkarcılığınıza karşılık bugün girin oraya! Bu buyruk, ibret verici bir ceza ve hor görmedir. Nitekim bir başka âyette de bu konuda şöyle buyrulur: ”Tad bakalım (azabı); çünkü sen kendince üstün ve şerefliydin." (Duhân: 49) Yani dünyada inkârda ısrarınızdan dolayı bugün girin oraya, onun hararetine ve çeşitli azaplara katlanın! Âyette ”bugün" ifadesinin zikredilmesi, onların aşırı pişmanlıklarını ve üzüntülerini ön plâna çıkarmaktadır. Bu an ve bugün, size azap edilme vaktidir. 65İşte o gün ağızlarını mühürleriz. Ağızı mühürlemekten maksat, konuşmasını engellemektir. Âyet-i kerimede, zikredilen kötü hallerinin, kendilerinden yüz çevirmeyi gerektirdiğini bildirmek için, birinci şahıstan üçüncü şahsa geçiş yapılmıştır. Burada Allahü teâlâ onların kötü durumlarını başkalarına aktarmaktadır. Onların bu durumu, ağızların mühürlenmesine sebep olduğunu îmâ etmektedir. Nitekim hitap cevap almak için yapılır. Oysa onların hiçbir cevabı kalmaz. Yani ağızlarını bir şey ifade edemez hale getirir ve onları konuşamaz duruma sokarız. Böylece ağızları mühürlenmiş gibi olur. Bunun üzerine organları işledikleri günahları itiraf ederler. Kazandıklarını bize elleri onları konuşturmamız sayesinde anlatır, ayakları da şahitlik eder. Yani bu dört uzuv, kazandıkları günahları dile getirirler. Burada kastedilen, bütün organlardır. Çünkü her organ, yaptığını itiraf eder. Bazıları şöyle demişlerdir: ”İnkarcılara, 'Ey Adem oğulları! Şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır, demedim mi?' (Yasin: 60) buyrukluğu zaman onlar, bunu inkâr ederek şöyle derler: 'Rabbimiz Allah'a yemin olsun ki, biz müşrik değiliz; senden başka hiçbir şeye kulluk etmedik ve hiçbir kötülükte şeytana itaat etmedik.' Bunun üzerine ağızları mühürlenir ve organları günahlarını itiraf ederler." Rivayete göre Enes (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Biz, Allah Rasûlü'niin yanında bulunuyorduk. O gülerek şöyle buyurdu: 'Niçin güldüğümü biliyor musunuz?' Dedik ki, Allah ve Rasûlü en iyi bilir. Bunun üzerine o, şöyle buyurdu: 'Kulun, Rabbi ile konuşmasına gülüyorum. Kul şöyle der: 'Ey Rabbim! Beni haksızlıktan kurtarmaz mısın?' Allahü teâlâ: 'Evet, kurtarırım.' Kul: 'Benim için ancak kendimden bir şahit uygun görürüm.' Allahü teâlâ: 'Bugün sana şahit olarak nefsin, bir de kâtip meleklerin şahitliği yeter.' Ardından ağzı mühürlenir ve organlarına şöyle talimat verilir: 'Konuşun!' Bunun üzerine organları, o kulun yaptıklarını dile getirir. Sonra konuşmakta serbest bırakılır. Bunun üzerine organlarına hitaben: 'Yazıklar olsun size! Ben sizi müdafa ediyordum, der." (14) 14- Hadisi Müslim, Nesaî ve İbn Ebi Hatim rivayet etmiştir. Organların yaptıklarını yine organların dile getirmesinin sırrı, günâhlara yardımcı olanın, aynı zamanda şahit olduğunun bilinmesine yöneliktir. Buna göre, kişinin Allahü teâlâ'dan başkasına iltifat etmemesi gerekir. Aksi halde orada başkasıyla olan dostluğu sebebiyle rezil olur. 66Dileseydik yani müşrikleri, Mekke halkını dünyada cezalandırmak isteseydik gözlerini büsbütün kör ederdik. Gözlerinin ışığını ve şekillerini yok ederek göz çukurları belli olmayacak şekle sokardık. Dolayısıyla gözleri, diğer organları gibi dümdüz hale gelirdi. Bu sefer de bildikleri düz yolda itişip kakışırlardı. Yarışmak ve her zaman gidip geldikleri geniş yola girmek isterler. Ama Nasıl görebilirlerdi? Yani hedeflerine ulaşmak için yolu nasıl görebilirlerdi? Çünkü görmek için gözleri yoktur. Yâni göremezler. Bu, Mekke kâfirlerini, gözlerini kör etmekle tehdittir. Şüphesiz Allahü teâlâ Lût kavmine, Lût'u yalanladıkları ve misafirleriyle cinsel ilişki kurmak istediklerinde yaptığı gibi bu işi de yapmaya gücü yeter. 67Dileseydik onları oldukları yerde oturdukları evlerde onları farklı şekle sokardık, ki, ”mesh"; bir şeyin şeklini daha çirkin şekle döndürmektir. Bu şeklen canlılığını sürdürerek hayvan suretine döndürmek olabildiği gibi canlılığına son verilerek taş vb. cansız şeylere döndürmek de olabilir. Buna göre mana şöyledir: ”Onları mükellef olma makamından düşürmeyi ve insanlık kimliğinden soyutlamayı dileseydik. Mûsa'nın kavmine, yani İsrail oğullarına Davûd (aleyhisselâm) zamanında yaptığımız gibi kendilerini domuz ve maymunlara çevirerek, ya da taşlara ve kerpiçlere döndürerek suretlerini değiştirirdik." Bazıları da âyetin anlamı konusunda şöyle demişlerdir: ”Onları ayakları üzerinde oturtur, kötürüm hâle getirirdik" ne önlerine doğru ileri gitmeye güçleri yeterdi ne de geri gelmeye. Âyet-i kerime, inkarcıların inkârından ve yandaşlarının helak olmalarının kalıntılarını müşahede etmelerine rağmen ibret almamalarından dolayı onlara, âhirette ağızlarının mühürlenmesiyle verilen ceza gibi dünyada da söz konusu olan böyle bir cezayı hak ettiklerini ortaya koymaktadır. Sanki şöyle buyrulmuştur: ”Anlatıldığı şekilde gözlerini kör etmek ve kendilerini farklı şekle sokmak suretiyle onları cezalandırmayı dileseydik bu şekilde cezalandırırdık. Fakat Bizi, tevbe edip iman etsinler diye bir süreye kadar onlara mühlet vermeye iten genel rahmet esasından hareketle kendilerini böyle bir cezaya çarptırmadık." 68Dünyada kime uzun ömür verirsek yaratılışını tersine çeviririz. Tenkis : Bir şeyi ters çevirmektir. Bu kelime, doğum esnasında bebeğin önce ayaklarının sonra da başının gelmesinde, hastalığın nüksetmesinde ve ömrün en kötü zamanına iletilmede kullanılan ”Neks" sözcüğü ile aynı köktendir. Buna göre mana şöyledir: ”Yaratılışını tersine çevirir, ilkin yarattığımızdan farklı şekle sokar ve böylece güçsüzlüğü devamlı artar, gücü azalır, bünyesi zayıflar, şekli ve sureti değişir. Nihayet durumu, vücud ve akıl zayıflığı ile anlayış ve idrak noksanlığında tıpkı çocuğun durumuna benzer hale gelir. Bir şâir şöyle der: Ben kendimi hergün eksilir görüyorum. Oyle ki, eksilecek bir şey kalmayacak. Bunu görüpte hiç düşünmezler mi? Yaratılışı tersine çevirmeye gücü yetenin elbette gözleri kör etmeye ve farklı şekle sokmaya da gücü yeter. 69Biz ona Peygambere şiir öğretmedik. Bu ifade, müşriklerin Hazret-i Peygambere şair; söylediği sözlere de şiir demelerini reddetmektedir. Araplara göre şiir, vezinli ve kafiyeli söz; şair de bu söz san'atı ile uğraşan kişidir. KâmûsicY. ”Şiir, manzum söze denilir. Çünkü onun vezin ve kafiye sebebiyle şerefi vardır. Bu özellikle vezinli söylenen sözdür. Tesadüfen vezinli gelen söze şiir denilmez. Hazret-i Peygamber’in mübarek sözleri bu kabildendir. Onlardaki vezin, kasdî olmadan rast gele denk gelmiştir. Rasûlüllahin bir savaşta, parmağına taş değip de katladığında söylediği şu sözler bu kabildendir: Sen, ancak, kanayan parmaksın. Karşılaştığın şey Allah yolunda olmuştur. Huneyn savaşında da şöyle demiş: Yalan yok, ben Peygamberim. Ben Abdulmuttalib’in oğluyum. Efendimizin Hendek savaşındaki şu sözleri de bu kabildendir: Allah'ın adıyla ve O'minia başladık. Eğer O'ndan başkasına kulluk edersek bedbaht oluruz. Seyyid Şerif Cürcanî ” Haşiyetul- Metali" isimli eserinde şöyle demiştir: ”Şiir, halka ve seçkin kişilere faydalı ise de insanlar bir şeye yönelme ve geri durma konusunda, gerçekten daha çok hayâle itaat ederler. Bu yüzden şöyle denmiştir: 'En güzel şiir, en çok uydurma olanıdır.' O sebeple doğru olan ve doğrulanmış olan Hazret-i Peygamberin şiirle meşgul olması, ona yakışmadığı gibi onu meslek edinmesi de doğru olmaz." Yani Biz, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Kur'an'ı öğretmekle şiir öğretmedik. Çünkü sür, zorlanarak uydurulmuş söz, mesnedsiz, hayallere ve evhamlara dayalı sanatsal yaldızlı ifadelerdir. Bunun, insan sözüne benzemeyen, muhtelif hikmet ve parlak hükümlerle dolu, dünya ve âhiret mutluluğuna ulaştıran Yüce Kuranla ne ilgisi vardır? Böyle iken durumlar onlara nasıl karışık gelerek zanlara bulaştılar? Allah kahretsin onları! Nasıl da Haktan döndürülüyorlar! Âyet-i kerimede, Hazret-i Peygambere bilginin Allah katından verildiğine işaret edilmektedir. Şüphesiz Allah, ona önceki ve sonraki milletlere ait bilgileri öğretmiş ve fakat şiir öğretmemiştir. Çünkü şiir, İblisin okuduğu kitabı ve sözüdür. Hem bu ona yakışmaz da. Yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şiir yakışmaz, kendisine kolay gelmez ve istese de hakkından gelemez. Peygamberi, şiir söylemek istese de hakkını veremez bir yapıda kıldık. Bu sebeple dili, şiiri veznine uygun olarak okumaya yatkın değildir. Şayet o, bir şâir olsaydı pek çok insan, getirmiş olduğu mesajların kendi uydurması olduğu konusunda şüphe ederdi. Çünkü şâirin san'atı söz düzmektir. "İnsânu'l-Uyûn ” isimli eserde şöyle geçmektedir: ”Hasılı, itimada şayan hak ve sözlerin birleştiği nokta, Hazret-i Peygambere haram kılınan sadece vezin hedef alınarak ölçülü söz meydana getirmektir. 'Biz ona şiir öğretmedik' (Yasin: 69) âyetinde kastedilen husus budur. Şayet Hazret-i Peygamber'den vezinli söz çıktığı farzedilse bunda vezin hedeflenmediğinden dolayı bu söz, terim olarak şiir sayılmadığı gibi, yasaklanmış da değildir. Genel olarak Hazret-i Peygamber, misal vermek ya da sözü sahibine irca etmek üzere şiirden bir beyit okuduğu zaman onu vezinli olarak dile getirmezdi." "Hem bu ona yakışmaz da" (Yasin: 69) ifadesinde açıkça kastedilen, onun peygamberliğinden ve lehçesinin selâmetinden dolayı şiir söylemesi doğru olmaz. Çünkü Allah katından kendisine bilgi aktarılan kişi sadece hakkı söyler. Bu durum, Hazret-i Peygamberin nazım ve nesir türü ifadeye muktedir oiduğuna ters gelmez. Hatta onun, iyi şiirden kötüsünü, yani vezinlisini vezinsiz olandan ayırt etmesi buna delildir. Bunu ayırt edebilen kimsenin ilahiyat ve felsefî konularda nazım türü ifadeye nasıl olur da gücü yetmez? Fakat bu güç, hayali ve yalanı vehmettiren, mutlak şiir ve şair lâfızlarından korunmak için bu alanda fiiliyata geçmeyi gerektirmez. Gerçekten Araplar, Hazret-i Peygamberin fesahat ve belagatını, hoş ifadesini, tatlı konuşmasını ve güzel anlatımını biliyorlardı. Hulâsa, Şuarâ Sûresi'nin sonlarında geçtiği gibi, her güzel nitelik ve olgunluk Hazret-i Peygamberden alınmıştır. O, hikmeti, güzel ahlâktan sayılan bir davranışı, İslâm'a destek sağlama, Allah'a övgü, ya da Müslümanlara nasihati ihtiva eden şiiri severdi. En çok öfkelendiği söz ise yalan, çirkin ifade, hiciv vs.nin yer aldığı şiirdi. Allah Rasûlü, Hassan için mescidde bir minber koyar, Hassan da buraya çıkarak Allah Rasûlü'nü ve mü'minleri hicvedenleri hicvederdi, şeklindeki rivayete gelince, bu durum Allah'ın düşmanlarına karşı cihad kabilinden sayılmıştır. Bu Kur'an, ancak Allahü teâlâ'dan bir öğüt insanlara ve cinlere yol gösterme ve apaçık bir Kur'an semavî bir kitap ve hakkı batıldan ayıran dır. Çünkü Kur'an, sadece bir öğütten ibaret değildir. Aksine öğütleri, hükümleri vs. ihtiva etmektedir. Bu hususun tekrarına gerek yoktur. 70Tâ ki, diri olan, iyiyi kötüden ayırabilen, kalbini yaratılmış olduğu gayeye uygun olarak istihdam eden ve ilgisiz şeylerle zayi etmeyen akıllı ve anlayışlı kimseyi -ki, gaflet içinde bulunan kimse ölü gibidir- uyarsın ve verilen söz de yani, ” ...Yemin olsun ki, cehennemi insanlar ve cinlerle toptan dolduracağım." (Hûd: 119) âyeti gereğince azap sözü kâfirlerin inkârda ısrar edenlerin aleyhine gerçekleşsin. Çünkü şüphe ortadan kalkınca geride sadece inat ve ısrar etmek kalır. Bu sebeple söz, onların aleyhine tecelli eder. Burada, inkarcıların diri olan kimsenin karşıtı olarak dile getirilmesi, onların marifet olarak bilinen yaşamanın kaide ve kurallarından uzak olduklarından dolayı gerçekten cenin gibi hareketsiz olduklarını belirtmeye yöneliktir. 71Kudretimizle yapısını bizzat üslendiğimiz, hiç kimsenin müdahalesi ve ortaklığı olmadan kendileri için ve faydalanmaları için nice hayvanlar yarattığımızı Mekke'li müşrikler görmediler mi?Yani, düşünmediler ve görme derecesinde yakinen bitmediler mi? Gördüler ve bildiler. Söz konusu hayvanlar, deve, inek, koyun ve keçi gibi yürüyüşlerinde hafiflik ve yumuşaklık bulunan hayvanlardır. At, katır ve merkep bu kapsama girmez. Çünkü bunların yere basmaları ağır ve şiddetlidir. Allahü teâlâ burada, kendisinin yarattığı madenler, bitkiler ve diğer hayvanlar arasından bu hayvanları özellikle anmıştır. Çünkü onlarda, devede olduğu gibi yaratılış orjinallikleri; inek, koyun ve keçide olduğu gibi pek çok faydalar söz konusudur. Bu sebeple onlar, mâlik kılmamız sayesinde bunlara yani bu hayvanlara, sahip oldular, tasarruf hakkına mâlik oldular. Artık onlardan istedikleri gibi yararlanabilirler ve kendilerine bu konuda başkaları karışamaz. 72Bu hayvanları onların emrine verdik. Bu sebeple oldukça güçlü ve kuvvetli olmalarına rağmen binmek, yük taşımak, diledikleri yere götürmek ve kesmek gibi kendilerinden istenen hiçbir şeyde onlara karşı gelemezler. Bu apaçık bir nimettir. O sebeple Allahü teâlâ binene, bu nimete şükretmesini ve: ”Bunu bizim hizmetimize vereni tesbih ve takdis ederiz, yoksa buna biz güç yetiremezdik" ( Zuhruf: 13) mealdeki âyetle tesbih etmesini gerekli kılmıştır. Onların bir kısmını binek olarak kullanırlar, bir kısmının da etini yerler. Yani, bir kısmının sırlından, bir kısmının da etinden faydalanırlar. 73Onlarda, binek olarak kullanılan ve eti yenen hayvanlarda kendileri için binmek ve yemekten başka deri, yün, tüy, kıl, doğurarak nesillerinin çoğalması ve toprağı öküzlerle sürme gibi daha nice faydalar ve sütten içecekler vardır. Hâlâ şükretmezler mi? Yani, yararlandıkları söz konusu nimetleri görürler de bu nimetleri bahşeden Allah'ı birlemek suretiyle O'na şükretmezler ve ibadette ona ortak mı koşarlar?! Allahü teâlâ, onların kendisine şükretmesine vesile olsun diye nimetleri var etmeyi üstlenmiş, oysa onlar bu nimetleri nankörlüğe vasıta kılmışlardır. 74Kendilerine bu kadar ikramda bulunulduğu halde yine onlar, gücünde tek ve nimetiyle üstünlüğü sabit olan Allah'ı bırakıp da başlarına gelen işlerde kendilerine yardımları dokunur ya da kıyamet günü şefaat ederler diye putlardan bir takım tanrılar edindiler ve onları Allah'a kullukta ortak koştular. 75Oysa tanrı edindikleri şeylerin, onlara yardım etmeye güçleri yetmez. Bilakis onlar, yani müşrikler ilâhları için cehennemde peşlerinde bulunan, yardıma hazır askerlerdir. Bu sebeple onlar, için yakıt olmak üzere cehenneme sevkedildiklerinde onları teşyî ederler. Rivayet edilmiştir ki, Allah'ın dışında tanrı edinilen putların her biri kendilerine uyanlarla birlikte getirilir ve onun askerleri imiş gibi cehennemde hazır bulunurlar. Bu tanrı, kendine kulluk edilmesini emreden bir şahıs olabildiği gibi, cansız bir cisim de olabilir. 76Ey Rasûlüm Muhammed! Onların sözleri seni üzmesin. Bu nehiy, her ne kadar zahiren onların sözlerine yönelik ise de aslında Allah Rasûlü'ne aittir ve onların sözlerinden etkilenmesini nehyelnıektedir. Yani. Allah hakkında O'nun eşi ve çocuğu bulunduğuna ve senin yalancı ve şair olduğuna dair sözlerini işittiğin, eziyetlerinden ve kabalıklarından dolayı üzüldüğün zaman, ilmimin bütün durumlarını kuşatmasıyla, seni yalancı saymalarından ve Bana ortak koşmalarından dolayı onları cezalandıracağımdan teselli bul. Çünkü Biz, onların gizlemekte olduklarını da açığa vurduklarını da biliyoruz. Bu ifade, söz konusu nehyin sebebini açıkça belirtmektedir. Yani Biz, engin ilmimiz sayesinde onların, kalplerinde gizledikleri yanlış inancı, düşmanlığı ve öfkeyi her yönüyle bildiğimiz gibi, dilleriyle açığa vurdukları küfür, Allah'a ortak koşma ve peygamberliği inkâr etme sözlerini de bütünüyle biliyoruz. Buna dayanarak gizli açık bütün suçlarından dolayı onları cezalandıracağız. Âyette, Allahü teâlâ'nın gizli olan şeyleri bilmesinin, açığa vurulan şeyleri bilmesinden önce dile getirilmesi, O'nun ilminin her şeyi kuşattığını vurgulamaya yöneliktir. Sanki Allahü teâlâ'nın onların gizlemekte olduklarını bilmesi, açığa vurduklarını bilmesinden daha önde gelmektedir. Oysa gerçekte her ikisi de birdir. 77İnsan görmüyor mu ki, Biz onu nutfeden, meniden yarattık Bu söz, inkarcıların kendilerinde en açık delili görmelerinden sonra yeniden dirilmeyi inkâr etmelerinin batıl olduğu ortaya konmak için söylenmiştir. Daha önceki de ellerinde bulunup, tevhidi ve Müslüman olmayı gerektiren nimetleri müşahade etmelerinden sonra Allah'a ortak koşmaları bâtıllığını göstermek için söylenmişti. Rivayet edildiğine göre Kureyş kâinlerinden Ubey b. Halef, Vehb b. Uzafe, Ebu Cehil, As b. Vail ve Velid b. Muğire'den müteşekkil bir grup, birgün bir araya gelmişlerdi. Ubey b. Halef onlara hitaben: ”Görmüyor musunuz ki, Muhammed, Allah'ın ölüleri dirilttiğini söylüyor" diyerek ardından şöyle demiştir: ”Lât ve Uzza'ya and olsun ki, gidip onunla bu konuda tartışacağım." Bunun üzerine Ubey çürümüş bir kemik alıp bir taraftan onu eliyle ufaltıyor, bir taraftan da: ”Ey Rasûlüm Muhammed! Allah bunu, ufalıp dağıldıktan sonra diriltecek, öyle mi?" diyordu. Hazret-i Peygamber de: ”Evet, seni ölümünden sonra yeniden dirilterek cehenneme sokacaktır" buyurmuştur. İşte onun, yeniden diriltilmeyi inkâr etmesinden dolayı kendisine cevap olmak üzere bu âyet inmiştir. Fakat âyet, öldükten sonra yeniden var olmayı inkâr eden her insana cevap sayılabilecek şekilde umumidir. Çünkü lâfzın umumiliği dikkate alınır; özel sebebe bakılmaz. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: ”Kim olursa olsun, yeniden dirilmeyi inkâr eden insan, düşünmez ve yakînen bilmez mi ki, Biz, onu nutfeden yarat tık". Bir de bakıyorsun ki, açıkça hasım kesiliyor. Sanki şöyle buyrulmuştur: ”Onu en hakir ve en basit şeyden yarattığımızı görmez mi ki, ilk yaratılışı doğruluğuna ve gerçekleşmesine açıkça şahit olduğu her hususta, hemen bize hasım kesilir." Cahil ve gafil insanın hali budur. Şâirin şu sözleri ne kadar güzel: Ben ona her gün atmayı öğretiyorum, Kolu kuvvetlenince o beni atıyor. Kâfiye dizmeyi öğrettiğim niceleri var ki, Bir kâfiye söylediğinde beni hicveder. 78Ve kendi yaratılışını unutarak ki, Biz onu nutfeden yarattık. Yani ilkin yaratılışını, Allah'ın yeniden diriltmeye gücü yettiğinin delili olduğunu bilemeyen o konuda düşünmeyi terketmiştir. Oysa ilk yaratma ile öldükten sonra yeniden var etme arasında bir fark yoktur. Çünkü her iki yaratma da ölü ve cansız olan şeyleri canlandırmaktır. Bize misal vermeye kalkışıyor. Yani söz konusu yeniden diriltme konusunda bize tuhaf bir kıssa anlatmaya koyuluyor. Bu kıssa, tuhaf ve akıldan uzak olmada tıpkı mesel gibidir. Yine bu kıssa, kemiklere can vermemizi inkâr ekmek ve buna olan gücümüzü yok saymaktır. Şüphesiz Allah için mümkün olan O'nun yeniden yaratma gücünü ve her şeye kadir olduğunu uzak görmek oldukça tuhaftır. Ve: 'Şu çürümüş ve hayattan son derece uzak kemikleri kim diriltecek?' diyor. Çünkü bu kemiklerin üzerinde ne deri, ne et, ne damar, ne de sinirler vardır. Bu ifade, misal getirmekten kaynaklanan sorunun cevabı niteliğindedir. Sanki ”Hangi misali getirdi, ya da ne dedi?" diye sorulmuş, cevap olarak da şöyle dedi, denmiştir. 79Ey Rasûlüm Muhammed! O inkarcı insana yaratılışı hakkında unuttuğunu hatırlatmak ve delil getirmek suretiyle işin gerçeğini ve doğru yolu göstermek suretiyle susturmak için kendisini azarlayarak de ki, : 'Onları yani o kemikleri ilk defa hiç bir şey değilken yaratan diriltir. Çünkü Allah'ın gücü, değişmeye uğramadığı için nasıl idiyse öyledir. O, yaratan Allah her türlü yaratmayı bütün teferruatıyla gayet iyi bilir. Her şahsın parçalanmış ve dağılmış bütün kısımlarını, organlarını ihata eden Allah, bu organların her birini, daha önceki plân üzere sahip olduğu kuvvetlerle birlikte yeniden yaratır. "Bahru'l-Ulûm"da şöyle geçmektedir: ”Allahü teâlâ bütün yarattıklarını iyiden iyiye bilir. İnsanın dağılan kısımlarına, anahatiarı ve detaylarına ait hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Allahü teâlâ ölüleri diriltmek istediği zaman, onların esas kısımlarını bir araya getirir ve onlara ruhlarını iade eder. Böylece daha önce hayatta oldukları gibi yeniden hayata kavuşurlar. Bedenlerin, ruhların bir araya gelmesi ve ölülerin yeniden diriltilmesinin anlamı budur." Bil ki, yeniden dirilmeyi inkâr edenlerin pek çoğu bu konuda ne bir delil, ne de bir şüphe öne sürmeyerek, sadece bunu inkâr etmekle yetinmişlerdir. Nitekim onlar âyet-i kerimelerde belirtildiği gibi şöyle demişlerdir: ”Toprağın içinde kaybolduğumuz zaman yeniden mi yaratılacağız?.." (Secde: 10) ; ”Ölüp toprak ve kemik yığını haline geldiğimizde mi diriltileceğiz?" (Mü'minûn: 82) Yine onlardan: ”Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?" (Yasin: 78) diyen kimse, diriltilmeyi uzak görerek bunu söylemiştir. Allahü teâlâ da onun bu düşüncesinin yanlış olduğunu şu sözüyle ortaya koymuştur: ”Yaratılışını unutur..." (Yasin: 78) Yani Biz onu topraktan, ardından molekülleri aynı olan meniden yarattık. Ardından da ona baştan ayağa değişik şekiller verdik. Bunlarla da yetinmeyerek vücud yapısından farklı olarak konuşma ve akıl lütfettik. Şayet bu inkarcılar, yeniden diriltilmeyi sadece akıllarına yatmamakla inkâr ediyorlarsa konuşan ve akıllı olan insanın, hayat için kendi başına asla dayanak teşkil etmeyen pis bir nütfeden yaratılmasını da uzak görseler ya! Öyleyse ne diye konuşmanın ve aklın, daha önce bulundukları vücuda iade edilmelerini uzak görüyorlar? Öldükten sonra yeniden diriltilmeyi inkâr edenlerden şüphe ve tereddütlerini ortaya koyanlar da vardır. Gerçi bu şüphe, sonunda yine soyut bir akıl erdirememeye dönüşür. Söz konusu şüphe iki çeşittir: Birincisi, insan yok olduktan sonra ondan bir şey kalmadığına göre, yok olanın tekrar var olacağına nasıl hükmedilir? Allahü teâlâ bu şüpheye şu ifadesiyle cevap vermiştir: ”De ki, onları ilk defa yaratan diriltir." (Yasin: 79) Yani, insan anılan bir şey değilken Allah onu yarattığı gibi, aynı şekilde kayda değer bir şey olarak ortada yokken yeniden diriltir. İkincisi: Parçaları her tarafa yayılan ve bir kısmı yırtıcı hayvanların bedenlerinde, bir kısmı kuşların içinde, bir kısmı da evlerin duvarları arasında bulunan bir insanın bu parçalan nasıl bir araya getirilebilir? Bir de buna şu karmaşık mesele eklenebilir: Faraza insan insanı yese, yenen insanın parçaları onu yiyen insanın organları içinde bulunur. Bu durumda yiyen insan, parçaları bir araya getirilerek yeniden yaratılsa yenen insanın, organlarının teşekkül etmesi için parçaları kalmaz. Yok, eğer yenen kısımlar yenen insana geri verilerek yeniden diriltilecek olsa o takdirde yiyen insanın diriltilmesi için geride yeterince organları kalmaz. Allahü teâlâ bu şüpheyi de şu sözüyle geçersiz kılmıştır: ”O, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir." (Yasin: 79) Bunun izahı şudur: Yeme fiilini gerçekleştiren insanın içinde kendine ait aslî kısımlar yanında fazla olan kısımlar vardır. Aynı şekilde yenen insan da böyledir. İnsan insanı yediği zaman yiyen insana göre yenen insanın asli kısımları fazla kısımlar; yenen insana göre de yiyen insanın asli kısımları fazla kısımlar olur. Farzedilen bu yeme hadisesinden önce olan kısımlar toplanıp yiyen insana iade edilirken, yenen kısımlar da yenen insana iade edilir. Allah, her türlü yaratmayı gayet iyi bilir. Dolayısıyla hem asıl olanı, hem de fazla olanı bilir. Bu sebeple yiyen insanın asıl kısımlarını topladığı gibi, yenen insanın asıl kısımlarını da toplar ve ona ruh üfler. Aynı şekilde birbirinden uzak olan yerlerde dağılan kısımları ise O'nun hikmet ve gücü sayesinde bir araya getirir. Değerli zatlardan biri şöyle demiştir: ”İnkarcıların, kemiklerin ufalanmış ve dağılmış olduğunu ileri sürmelerinin iki dayanak noktası vardır: Birincisi, bedende bulunan parçaların birbirine karışması. Hal böyle iken Allahü teâlâ ufalmış ve tamamıyla kurumuş parçaları ayırması nasıl mümkün olur? Oysa hayat, vücudun bir miktar sudan müteşekkil olmasını gerektirmektedir. Allahü teâlâ birinci soruya, ”O her türlü yaratmayı gayet iyi bilir ” (Yasin: 79) sözü ile cevap vermiş, ikincisine de şu ifadesiyle işaret etmiştir : 80Yeşil ağaçtan size ateş çıkaran O'dur. Yani sizin için ve yararınız için tıpkı kolay tutuşan ve yanan Merali ve Afâr ağaçlan gibi yeşil ağaçtan ateş çıkaran O'dur. İşte siz ondan ateş yakıyorsunuz, (15) O ağaçtan ateş tutuşturuyorsunuz. Ateşin bu ağaçtan çıktığından şüphe duymadığınız gibi, aynı şekilde Allahü teâlâ'nın ölüleri diriltmesinden ve onları hesaba çekmek, mükâfatlandırmak ve cezalandırmak için kabirlerden çıkarmasından da şüphe duymamanız lazımdır. Çünkü o ateşe zıt belli bir oranda su bulunan yem yeşil ağaçtan ateşi çıkarmaya gücü olan Allah'ın yumuşak olup da kuruyan ve eskiyen bir şeyin yumuşaklığını iade etmeye daha çok gücü vardır. Bundan anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ, zıtları bir araya getiren yegâne bir varlıktır. O'nun, odunda su ile ateşi bir araya getirdiğini, dolayısıyla ne suyun ateşi söndürdüğünü, ne de ateşin odunu yaktığını nasıl olur da insan görmezlikten gelir? 15- Bu âyet-i kerîmeyi yirminci asırda şöyle inceleyeceğiz.: Biz bir ateşi hangi kimyasal faktörle tutuştururuz? Yani arzda ne olmasa hiçbir şeyi yakamayız? Oksijen: Arzdaki yegane yanacak nesnedir. Peki oksijen nerden çıkar? Yalnız yeşil ağaçtan çıkar. Bütün jeofizikçiler müttefiktir ki, arzın atmosferindeki oksijen yeşil ağacın imalatıdır, işte âyet: Yeşil ağaçtan oksijeni çıkaran O'dur, hep onunla yanmayı sağlıyorsunuz (tutuşturuyorsunuz), buyurmaktadır. Asıl işin önemli yanı, yeşil ağacın oksijen yapmasıyla ölümden sonraki diriliş. Ancak bu açık bilimsel gerçekten yola çıkılarak, mahşerle ağacın oksijen yapımı arasında ilgi kurulabilir. Cenab-ı Hak 78'nci âyette bildirdiği kâfirin küstahlaşmasına karşı buyuruyor ki,: Değil unufak olmuş kemik, bir canlıyı yaksan dahi, ben onu her an diriltiyorum, fakat sen fark etmiyorsun. Bunun sırrı yeşil ağaçtan çıkan hergün yaktığın oksijen olayında gizlidir. Bir canlı yakılsa, kül artığı dışında onun temel yapısı, su buharı ile karbondioksit haline gelir. İşte bu karışım yaprağa gelince câmid (cansız) olan her iki madde yaprağa verdiğim hay sırrıyle şekere dönüşerek canlanır. Çünkü karbon artı değerli iken, karbondioksitte cansızdı. Fakat yaprak onu eksi değerli karbona çevirerek şeker yapar ki, DNA dediğimiz molekülün ona yapım tarzı bu yoldan geçer. Bir yerde (yeşil ağaçta) oksijen çıkıyorsa, orada cansızdan canlıya geçiş vardır. Ey apaçık muhasım olan sersem! Önce hayatın bu sırrını öğren, ondan sonra ölüm, mahşer, dirilme konularına dil uzat. İşte Ben, her cansızı yapraktaki hay sırrıyle canlıya çeviren Allah'ım, kemiği diriltmek mi benim için mesele?! Bkz. Yasin Sûresi Yorumu/Dr. Halûk Nurbaki (Naşir). 81Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Yani insanları ilk olarak yaratan, onlara yeşil ağaçtan ateş meydana getiren, koskoca gökleri yeri ve bunların arasında bulunanları valeden ve olağanüstü şeyler yapan yüce ve güçlü Allah, âhirette küçüklük ve basitlikte insanların benzerlerini yaratmaya ve oldukları gibi yeniden hayat vermeye kadir değil midir? Mantık, gökleri ve yeri yaratmaya kadir olanın, insanları yaratmaya daha çok kadir olduğuna hükmeder. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyrulur: ”Göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyük şeydir." (Mü'min: 57) ”Onların benzerleri"ndcn cennetlikler, genç ve parlak delikanlılar olurken; cehennemliğin ise, azı dişi, tıpkı Uhud Dağı veya buna benzer bir şekilde olur. Et-Tîbî şöyle demiştir : ”Ayetteki 'Onların benzerleri' ifadesi muhataplardan kinayedir. Tıpkı, 'Senin gibiler cömert olur' dediğin gibi. Yani onları yaratmaya kadir değil midir? demektedir." Cevap Allah tarafından verilmektedir: Evet, kadirdir. Evet anlamındaki ”belâ" sözcüğü, soru olumsuz ve cevap olumlu olduğu zaman kullanılır. Nitekim âyeti kerimede şöyle buyrulur: ”...Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' Onlar da, ”Evet, sen bizim Rabbimizsin' dediler..." (A'râf: 172) ''Müfredat''da ise şöyle geçmektedir: ”Belâ; olumsuz sorunun, 'ne'um' ise, olumlu sorunun 'evet' anlamında cevabıdır. Tıpkı, 'Rabbinizin size vadettiğini gerçek buldunuz mu?' Onlar da, 'evet' derler.' (A'râf: 44) gibi. Burada ne'am' yerine 'belâ' sözcüğü kullanılmaz. Çünkü 'Sende bir şey var mıdır?' diye sorulduğu zaman 'evet' anlamında 'belâ' sözcüğü getirilirse 'Hayır, yoktur' anlamına gelirken ne'am ' getirilirse 'Evet, vardır' anlamına gelir." O, her şeyi hakkıyla bilen yaratıcıdır. Yani O, onları yeniden yaratmaya kadirdir ve her şeyi çok iyi bilir. Bazıları da şöyle demişlerdir : ”Yani mahlûkatı ve malumatı çok olan, ardanla yaratan ve bütün varlıkları bilendir." 82O'nun işi, bir şeyi (yaratmak) istediği vakit sadece: 'Ol!' deinektir ve o şey derhal oluverir. Başka bir şeye bağlı kalmadan derhal oluverir. Bu ifade, Allahü teâlâ'nın emri sayesinde dilediği her şeyi itaat edilen bir âmirin, itaat eden bir memura emrettiğinde olduğu gibi anında var etmeye olan gücünün tesiri için bir temsildir. 83Her şeyin mülkü elinde olan Allah münezzehtir, yücedir. "Mülk" diye terce me edilen ”melekût" kelimesi ile, ”ceberut" ve ”rahamût" kelimeleri mastardırlar. Mübalağa için hepsine vav ve tâ harfi eklenmiştir. Müfredât’da belirtildiğine göre: ”Melekût; Allah'ın mülküne mahsus olan demektir. Mülkde, bir şeye sahip olmak ve onda tasarruf edebilmek demektir." Her şeyin mülkü kudreti dahilinde bulunan Allah'ı, inkarcıların O'na atfettikleri acizlikten ve noksanlıktan tenzih edin, tesbih edin. Allah hakkında söyledikleri noksanlık sıfatlarına şaşın. Siz sadece öldükten sonra başkasına değil, O'na döndürüleceksiniz. Dolayısıyla O size amellerinize karşılık muamele edecektir. Bu mesaj, Allah'a yakın olan kullara bir vaad, inkarcılar için de bir tehdittir. Yasin Sûresi ve bu sûrenin okunmasının faziletine dair oldukça çok hadis-i şerifler vardır. Bunlardan birisi, ”Yâsîn Süresi'ni ölülerinize okuyun." (16) Bir diğeri de şudur: ”Her şeyin bir kalbi, özü vardır. Kur'ânın kalbi de Yâsîn'dir." (17) 16- Hadisi; Ebû Davud. İbn Mâce, Ahmed ve Hâkim rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Fethu’l-Kebîr, 1/218. 17- Hadisi; Bezzâr, Tirmizi ve Dârimî Enes'ten rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Fethu’l-Kebîr, 1/405. Denmiştir ki, Yâsîn, Kur'ân'ın kalbi, yani özü kılınmıştır. Çünkü kitapların indirilmesinin en önemli hedefi, insanların öldükten sonra yeniden diriltileceklerini, hepsinin Allah'ın huzurunda toplanacaklarını, itaat edenlerin amellerine karşılık en güzel şekilde mükafatlandırılacaklarını ve suçluların onlardan ayrılıcaklarını beyan etmektedir. Bütün bunlar, bu sûrede en belirgin ve en mükemmel bir şekilde ifade edilmiştir. Gazalinin şöyle dediği nakledilmiştir : ”Bu sûre, Kur'ânin kalbi sayılmıştır. Çünkü imanın sıhhati, yeniden diriltilmeyi ve mahşerde toplanmayı kabullenmekle mümkündür. Bu husus bu sûrede en belirgin bir şekilde belirtilmiş ve böylece söz konusu sûre, vücud için gerekli olan kalbe benzetilmiştir." Denmiştir ki, kalp, bedenin âmiri, Yâsîn de diğer sûrelerin âmiridir ve onda her şey mevcuttur. Kalp, yüce mana âleminin yeri, üstün idrâk mahalli, bedenin ıslah ve fesadının vasıtası olması hasebiyle Yâsîn Sûresi buna benzetilmiştir. Çünkü bu sûre, İslâm inancının üç esasını kapsamaktadır. Bu esaslar, tek Allah inancı. Peygamberlik ve yeniden dirilmedir. Allah'tan, bizi takva sahibi kulları arasında mahşerde bir araya getirmesini, tam bir teslimiyet ve kâmil manada bir imanla hayatımıza son vermesini ve O'na kavuşma anındaki ölüm sarhoşluğunu bizim için kolaylaştırmasını diliyoruz. O, ne güzel dost ve ne güzel yardımcıdır. Allahü teâlâ'nın yardımıyla Yâsîn Sûresinin tefsiri sona erdi. |
﴾ 0 ﴿