SAFFÂT SÛRESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur, 182 âyettir.

1

Yemin olsun o saf bağlayıp duranlara. Âyetin başındaki ”vav" harfi kasem (yemin) içindir. ”Saffât" ise, saf bağlayıp duran topluluk anlamındaki ”sâffe" kelimesinin çoğuludur. ”Saff"; bir şeyi düzgün çizgi üzerine koymak, yerleştirmektir. Buna göre, namaz kılmak veya savaş için bir grubu sıraya sokup saf düzenine getirdiğin zaman ”Safeftu'l - kavme" dersin. Allahü teâlâ, ibadet için gökte saf halini alan meleklere; veya safları düzenleyen ve kendilerini saf haline getiren melek gruplarına, yani itaat ve hizmet pozisyonundaki saf düzenini organize eden meleklere yemin etmiştir.

Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Meleklerin Rahleri katında saf durdukları gibi safa dursanıza! ”(Ashâb-ı Kiram) Bunun üzerine şöyle dedik: ”Melekler Rableri katında nasıl safa duruyorlar?" Hazret-i Peygamber: ”Ön safları tamamlıyorlar ve saf düzenine özen gösteriyorlar" (1) buyurmuştur.

1-Hadisi, Müslim ”Sahih"inde tahrici yanında; Ebu Davud ve Nesâî de tahric etmişlerdir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 5/615.

Yahut da söz konusu melekler, gökte saf halinde bulunuyor ve Allahü teâlâ'yı tesbih ediyorlar. Onların, tıpkı namaz kılanların safa durdukları gibi safa durdukları bir takım mevkileri, makamları vardır.

Bazı müfessirler, âyetin anlamı ile ilgili olarak şöyle demişlerdir : ”Havada kanat çırparak Allahü teâlâ'nın sevk ve idare ile ilgili emrini bekleyip duran meleklere yemin olsun."

Ayetle ilgili başka yorumlar da yapılmıştır. Âyet-i kerimede, meleklerin şerefi -ki, Allah onlara yemin etmiştir- ve safların fazileti ortaya konmuştur.

2

O sevk ve idare edenlere. Âyetteki ”zecr" kelimesi, aynı zamanda azarlamak ve engel olmak anlamına da gelir. Deveyi azarladığın zaman, ”Zecertu'l-ba'îre" tabirini kullanırsın. Buna göre âyet, ”Azarlamayı ve engel olmayı üstlenen meleklere" anlamındadır. Kulların kötülüklerden alıkonması, şeytanın vesvese ve saptırmasına engel olunması ifadelerinde de yine ”zecr" kelimesi kullanılmaktadır.

Bazı müfessirler ise şöyle demişlerdir: ”Allahü teâlâ burada, bulutları yağmur olmayan ülkeye sevk ve idare eden melekleri kastedmektedir."

3

Şanı yüce olan

zikri, Allah'ın âyetlerini ve peygamberlere indirilen kitaplarını

okuyanlara; Allah'ı tesbih ve takdis ederek, Ona hamd ederek ve O'nu överek zikreden meleklere.

4

Ey Mekke halkı!

Hiç şüphesiz ilâhınız tektir. Hiçbir ortağı yoktur. Bu âyet-i kerime onlar hakkında inmiştir. Çünkü Mekkeliler hayret ifadesiyle şöyle diyorlardı: ”O, tanrıları tek bir tanrı mı yaptı?" Ey Mekkeliler! Öyleyse putları, dünyayı, boş arzuları ve şeytanı tanrılar edinmeyiniz.

Bu son âyet, yeminin cevabıdır. Bu yeminin faydası, adına yemin yapılan şeyi yüceltmek, şerefini ortaya koymak ve Arap dilinde alışılageldiği şekilde yemine hedef olan şeyi vurgulamaktır. Kur'an da Arapça olarak ve Arapların konuşma üslûbuna uygun olarak indirilmiştir.

"el-Vahid-Tek"; hiçbir şekilde parçası bulunmayan şey demektir. Buna göre Allahü teâlâ kendisini tek bir olarak vasıflandırınca bu ifade, ”Parçalarının ayrılması ve çoğalması mümkün olmayan varlık" anlamındadır. Nitekim söz konusu vahdetin, birliğin zorluğundan dolayı Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Allah, tek olarak anıldığı zaman, âhirete inanmayanların kalpleri nefretle çarpar. ” (Zümer: 45)

İmam Gazali ( Allah ona rahmet etsin) şöyle demiştir: ”Tek, parçalara ayrılmayan ve tesniyesi (ikili) olmayan demektir. Parçalara ayrılmayan; bölünmeyen tek bir cevher gibi olan şey demektir. Bu sebeple, parçası bulunmayan anlamında 'O tekdir' denir. Allahü teâlâ, zatında bölünme söz konusu olmayan tekdir. İkili olmayan ise, güneş örneğinde olduğu gibi, dengi bulunmayan demektir. Güneş, cisimlerden olması hasebiyle bölünebilir ve kendisi parçalara ayrılabilir ise de dengi yoktur. Varlık âlemi içinde bir varlık yoktur ki, o varlığın özelliklerini taşıyan başka bir varlık tasavvur edilmesin. Allahü teâlâ ise müstesna. Gerçekten Allah, her yönüyle tektir; ezelî ve ebedîdir." Nitekim bir şiirde şöyle dendiği gibi:

Her şeyde Allah'a ait bir delil vardır.

Ki bu delil, O'nun tek olduğunu göstermektedir.

Tek olan Allah'ın adının hususiyeti, dünyaya yönelik sevginin kalpten uzaklaştırılmasıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber, duasında şöyle diyen birini dinlemişti: ”Allah'ım! Ben senden tek bir olan, yegane, samed olan, doğurmayan, doğmayan ve hiçbir şey dengi bulunmayan Allah adınla istiyorum." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır: ”O kişi Allah'tan, O'nun yüce adıyla istemiştir. Ki bu adla dua edilince Allah, bu duayı kabul eder; talep edilince de verir. ”(2)

5

O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir.

Yani O, göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan varlıkların sahibi ve

Doğuların da yani güneşin doğduğu yerlerin de

Rabbidir. Söz konusu doğular 360 dır. Güneş her gün bu doğulardan birinden doğmaktadır. Doğulara uygun olarak batılar da farklılık arzeder. Âyette sadece doğular zikredilmekle yetinilmiştir. Yani doğular bu kadar olunca batılar da tabiatıyla bu kadar olmaktadır ve her gün güneş bunlardan birinden batmaktadır.

Allahü teâlâ'nın: ”Hem iki doğunun Rabbidir, hem de iki batının Rabbidir" (Rahman: 17) ifadesine gelince, bu iki doğu ve batı, yaz ve kıştaki iki doğu ve iki batıdır. Yine Allahü teâlâ'nın, ”Doğu ve batının Rabbi'dir" (Müzzemmil: 73) sözünde O, yönü kastedmiştir. Nitekim doğu bir yön, batı da bir yöndür. Âyet-i kerimede Rab kelimesinin, ”Doğuların Rabbidir" şeklinde tekrarlanması, Rubûbiyet izlerinin doğularda tamamiyle ortaya çıkmasına ve bu izlerin her gün yenilenmesine yöneliktir.

6

Gerçekten Biz, dünya göğünü size ve yere yakın olan göğü -ki, ”dünya"; daha yakın demek olan ”ednâ" kelimesinin müennesidir.- enteresan ve eşsiz

bir süsle, yıldızlarla süsledik. Çünkü yıldızlar, kendi başlarına ve konumlan itibariyle süstür, kayda değer bir zinettir.

7

Onu, azgın itaatten uzak ve hayırla ilgisi olmayan

her şeytandan koruduk. Âyetteki ”hıfz" kelimesi, mana yönünden ”zinet" kelimesine atfedilerek tıpkı şöyle buyrulmuştur: ”Gerçekten biz, yıldızları gök için bir süs, kor fırlatmak suretiyle de bir koruyucu olarak yarattık."

8

Onlar, en yüksekteki topluluğu dinleyemezler. Burada, en yüksekteki topluluktan kasıt, melekler veya onların ileri gelenleridir. Aslında âyette geçen ”Mele"' doldurmak kökünden gelmekte olup toplanıp bir araya gelen cemaat demektir. Görünüş itibariyle gözleri, azametleriyle de nefisleri doldururlar. Yükseklikle nitelenmiş olmaları da, en üst göklerde bulunmalarından kaynaklanmaktadır. Cinler ve insanlar ise en alttaki topluluklardır. Çünkü onlar, yeryüzünde ikamet etmektedirler. Âyetin bu ifadesi, göğün şeytanlardan korunmasının belirtilmesinin ardından, onların durumunu izah etmeye yöneliktir. Bununla birlikte söz konusu koruma şekli ve bu esnada o şeytanların maruz kaldığı azap da vurgulanmıştır. Yani onlar, göğü araştıramadıkları gibi meleklere de kulak veremezler. Çünkü göğe çıkmaya yöneldikleri an

her taraftan atılırlar.

9

Kovulurlar. Onlar için dünyada kor fırlatma azabından başka âhirette

ardı arkası kesilmeyen devamlı

bir azap vardır.

10

Ancak kulak hırsızlığı yapanlar olur. Âyette geçen ”hatf" hızla kapmak, almak demektir. Buradaki kapmaktan kasıt, meleklerin sözünü hırsızlama almak, dinlemektir. Yani, kulak hırsızlığı sayesinde meleklerin sözlerinden sadece bir sözü kapan şeytanın haricindeki şeytanlar grubu onların sözünü dinleyemez.

Onu da parlak

yakıcı bir ateş

alevi

takip eder. Bu ifadeden kasıt, gökte yıldız kayarken görülen alevdir. Âyet-i kerimede geçen ”Sâkıb" kelimesi, aydınlatan, ışığı ve aydınlatmasıyla isabet ettiği şeyi, nerede ise delen demektir. Söz konusu alev, sanki ışığı ile havayı delmekte, şeytanlara, kulak hırsızlığı için yükseğe çıktıkları zaman fırlatılmaktadır. Nitekim bu alevin ulaşıp yaktığı şeytanlar olduğu gibi, atmadan önce alevin ulaştıkları da vardır. Şeytan hedefe varmadan önce ona attığı da olur. Bazen onlara isabet etmesi, bazen de ondan kurtulmaları sebebiyle tamamiyle kulak hırsızlığından geri durmazlar. Ticaret için gemiyle seyahat eden kişinin durumu da böyledir. O, ya dalgaya tutulur, ya da tutulmaz.

Bu arada şöyle denmesi doğru değildir: ”Şeytan ateşten yaratıldığından dolayı yanmaz." Çünkü şeytan saf ateşten değildir; tıpkı insanın saf topraktan olmadığı gibi. Sonra kuvvetli ateş, zayıf olanı istila edince onu yok eder. Ayrıca alevden kasıt, yıldızdan kopan ateş korudur; yıldızın kendisi değildir. Çünkü yıldız, semada kendi halinde olan bir kütledir.

Filozoflar ise şöyle demişlerdir: ”Söz konusu alev, yükselen buharların bu yükselmesi ve dünya semasında ateşle temas etmesi anında havada oluşan ateş parçalarından müteşekkildir."

Hakikat ehlinden bazı büyükler şu hususu dile getirmişlerdir: ”Gökle yer arasında bulunan Esir (3) olmasaydı, dünya semasındaki aşırı soğuktan dolayı canlı da, bitki de olmaz ve yeryüzünde maden bulunmazdı. Bu esîr, Allahü teâlâ'nın takdiriyle canlılık ortaya çıksın diye âlemi ısıtmaktadır. Ateşinde esası olan bu esîr, hava ile birlikte bulunur. Hava ise sıcak ve rutubetlidir. Havada bulunan rutubet, bu esîr'e temas edince, rutubetli hava, moleküllerinde tutuşarak hareket etmesinden dolayı esîre, tesir eder.

Kuyruklu yıldızların ortaya çıkması da bundandır. Çünkü onlar yanıcı değil, yakıcı havadan ibarettirler. Aynı zamanda onlar, çabuk infilak etme özelliğine sahiptirler. Bunu incelemek istediğinde ateşin alevine bak. Hava, pervane sayesinde ateşe vurunca ondan gözle görülür çizgiler şeklinde alevler uçuşur, sonra bu alevler söner. Söz konusu yıldızlar da böyledir. Allahü teâlâ onları, yine O'nun buyurduğu gibi inkarcı cinlerden olan şeytanlar için atılacak şeyler yapmıştır."

Katâde şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ yıldızları üç şey için yaratmıştır: Gök için bir süs, şeytanlar için taşlanacak şeyler ve yol bulmada rehber. Yıldızlarla ilgili olarak bunun dışında yorum yapan, bilgisi olmayan konuya karışmış olur. Bu sebeple hakkı isteyen kişinin, şeytanını tevhid ve irfan nuruyla taşlaması gerekir. Ki şeytan, onun kalbi etrafında dolaşmasın ve o kimse, kendi durumuyla ilgilenmesinde tıpkı en yüksekte bulunan melekler topluluğu gibi olsun."

11

Şimdi onlara sor: Buradaki hitap, Hazret-i Peygamberedir. ”Onlar" ifadesinden de Mekke müşrikleri kastedilmiştir. Fetva, müşkil olan hükümleri açıklamaktır. Âyette ”sor" diye tercüme edilen ”istiftâ" kelimesi ise burada haber vermesini istemek anlamındadır. Nitekim bu kelime Kehf Sûresi'nin 22. âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır. Âyetin anlamı şöyledir: ”Onlar hakkında kimseden bir şey sorma." Yine âyet-i kerimede sormadan kasıt, soru sorma değil, aksine azarlamaktır. Buna göre anlam şöyledir: ”Ey Rasûlüm Muhammed! Mekke'li müşrikleri azarlayarak delil getirmeleri için onlara sor bakalım:"

'Yaratılışça kendileri mi daha çetin bünye bakımından daha sağlam;

yoksa Bizim yarattıklarımız melekler, gök, yer ve bu ikisi arasında bulunanlar, doğular, yıldızlar, yakıcı alevler ve azgın şeytanlar

mı?' Gerçekten Biz onları yani onların ataları olan Âdem’i

bir cıvık, içinde kum taneleri olmayan yapışkan

çamurdan yarattık.

Âyet-i kerimede hedeflenen, âhireti isbat etmek, müşriklerin söz konusu hayatı mümkün görmemelerini reddetmektir. Bunun izahı şöyledir: Âhireti mümkün görmemek, ya maddenin yeniden meydana gelmeye müsait olmadığından olur -ki, onların asıl maddesi su ve topraktan müteşekkil cıvık çamurdur ve bu iki unsur ölümsüzdür ve daima birleşebilir.- ya da Yaratıcı'nın buna gücü olmamasıdır. Bu ise batıldır. Çünkü bu muazzam şeyleri yaratabilen, insanı da yaratabilir ve onu yeniden var edebilir. Özellikle ilk yaratılışları yapışkan çamurdan olan insanları da... O'nun gücü zatına mahsus olup değişikliğe uğramaz.

12

Doğrusu sen onlara

şaşıyorsun. Ama onlar seninle

alay ediyorlar. Yani sen onlara sorma. Çünkü onlar, inat ediyorlar ve büyüklük taslıyorlar. Bu sebeple soru sorman kendilerine fayda sağlamaz. Sen, onlarla kendi anındaki farklı duruma bak. Ve yine sen, Allahü teâlâ'nın bu muazzam varlıkları yaratma gücüne, yeniden var etme kudretine, onların yeniden dirilmeyi inkâr etmelerine şaşıyorsun. Halbuki onlar, senin şaşmanı ve öldükten sonra yeniden dirilmeyi kabullenmeni alay konusu ediyorlar.

Katâde şöyle demiştir: ”Allah'ın Nebisi, bu Kur'an indiği zaman ona ve insanların sapıklığına hayret etmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber, Kur'an’ı dinleyen herkesin iman edeceğini sanıyordu. Oysa müşrikler, Kuran'ı dinlediklerinde onunla alay ederek bir türlü iman etmemişlerdi. İşte Allah Rasûlü, bu duruma şaşmış, hayretler içinde kalmıştır. Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: Doğrusu sen onlara şaşıyorsun. Ama onlar (seninle) alay ediyorlar."

"Teaccüb", bir şeyin sebebini bilmediği zaman insanda meydana gelen şaşkınlık halidir. Şaşkınlığın Allah'a atfedilmesi doğru değildir. Çünkü Allah, bilinmeyen şeyleri çok iyi bilir ve hiçbir gizlilik, bilgisi haricinde değildir. Bu sebeple Allahü teâlâ'nın sıfatında şaşkınlık, aşırı inkâr ve kınama anlamında olabilir. Nitekim bir kıraat şekline göre âyetteki ”acibte" şaşırdın yerine ”acibtu" (şaşırdım) diye okunmuştur. Söz konusu şaşkınlık, şu hadisi şerifte geçtiği gibi, tasvib etmek ve hoşnut olmak anlamına da gelebilir: ”Rabbin, eğlenceye meyli olmayan gençten hoşnut olur."(4)

4- Elimde bulunan kaynaklarda bu ifadeye rastlamadım. Her halde bu söz seleften birine aittir.

Güneyde bu âyetle ilgili olarak soru sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir: ”Allahü teâlâ hiçbir şeye şaşmaz; fakat burada Peygamberine eşlik ederek şöyle buyurmuştur: 'Ey Rasûlüm Muhammed! Onların seni yalanlamalarına şaşırıyorsan, asıl onların: 'Biz mi toprak olduğumuz zaman yeniden yaratılacağız?' demeleri şaşılıcak şeydir. ” (Râd: 5) Yani durum, senin söylediğin gibidir.

Râgıb el-İsfehânî'nin ”el-Müfredât" isimli eserinde şöyle geçmektedir: ”Doğrusu sen onlara şaşıyorsun. Ama onlar (seninle) alay ediyorlar.' (Saffât: 12) Yani, yeniden dirilme konusunda tam bir bilgiye sahip olmandan dolayı onların bunu inkâr etmelerine şaşıyorsun. Oysa onlar, cehaletlerinden ötürü alay ediyorlar.

13

Hatırlatıldıklarında yani onların alışkanlık haline gelen âdetleri şudur: Kendilerine her hangi bir öğüt verildiği zaman

düşünmezler öğüt almazlar. Burada, onların Allah'ı hatırlamayacak kadar Onu tamamiyle unuttuklarına işaret edilmektedir. Bu sebepledir ki, Allahü teâlâ, kendilerine hatırlatıldığında ve bu yolla kendilerine öğüt verildiğinde düşünmezler ve öğüt almazlar.

14

Öldükten sonra yeniden dirilmeyi dile getiren kişinin doğruluğunu gösteren

bir mucize gördüklerinde de alaya kalkışıyorlar. Âyetteki ”yesteshirûn" kelimesindeki ”ta" ve ”sin" harfleri mübalağa ve te'kid içindir. Yani çok alay ediyorlar, alay etmede haddi aşıyorlar. Ya da buradaki ”sin" harfi talep ifade eder. Her biri diğerini alaya davet ediyor, demektir.

15

Ve: 'Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir' diyorlar.

Burada da, onların görmüş olduğu eşsiz âyetlere, mucizelere işaret edilmektedir.

16

'Öldüğümüz, bir toprak ve bir yığın kemik olduğumuz yani bazı organlarımız toprak, bazıları da kemik olduğu

zaman mı biz tekrar diriltileceğiz? Yani, biz tekrar diriltilmeyeceğiz. Buradaki sorudan, olumsuzluk kastedilmektedir. Ayette toprak kemikten önce zikredilmiştir. Çünkü çürüyen kısımlar toprağa dönüşmüştür.

17

Önceki atalarımız da mı?' Yani evvelki atalarımız da mı yeniden diriltilecekler? Bu ifadeden asıl maksatları, atalarının daha önce yaşamasına dayanarak yeniden dirilmeyi daha çok uzak görmektir. Onların iddiasına göre, atalarının yeniden diriltilmeleri oldukça uzaktır, ihtimal dahilinde değildir.

18

Onları azarlamak için

de ki,: 'Evet, diriltileceksiniz. Hem de sizler çok aşağılanmış olarak.' Buradaki hitap, öncelikle onlara ve atalarınadır. Yani evet, siz hepiniz zelil ve çok aşağılanmış olarak diriltileceksiniz.

19

Gerçekten o Sûr'a üfürülüş,

tek bir haykırıştır başka bir haykırışa gerek yoktur. Yani Allahü teâlâ yeniden dirilmeyi emrettiği zaman hakikaten o, ikinci defa sûr'a üfürüş olan tek bir haykırıştır

ki, onların derhal gözleri açılıverir. Yani onlar, derhal kabirlerinden diri olarak kalkarlar, hayretler içinde gözlerini açarlar veya daha önce oldukları gibi görür hale gelirler; ya da kendilerine yapılacak muameleyi beklerler.

20

Dirilenler

şöyle derler: 'Eyvah bizlere! Ey helakimiz, hazır ol! Bu senin hazır olma vaktindir.

Bu, hesap günüdür.' Yani bugün, yaptığımız işlerden dolayı hesaba çekileceğimiz gündür. Gerçekten onlar, bu durumu o zaman yakinen bilirler. Çünkü onlar dünyada, öldükten sonra yeniden dirilip hesaba çekileceklerini ve yaptıklarının karşılığını göreceklerini duyuyorlardı. Tekrar dirilmekle karşılaşınca bunun doğru olduğunu görmüşlerdir. O anda melekler, azarlama ve susturma metoduyla kendilerine şöyle derler:

21

Bu, işte sizin ısrarla

yalan saydığınız ”bu yalandır, gerçekle ilgisi yoktur" diye söylediğiniz hüküm, ya da doğru yolda olanları, sapıklardan

ayırt etme günüdür.

Bunun üzerine Allahü teâlâ meleklere şöyle buyurur:

22

Toplayın mahşere o zalimleri... Bunlardan kasıt müşriklerdir.

Eşlerini, yani onlar gibi olan diğer müşrikleri, kâfirleri, münafıkları, isyankârları. Puta tapanı puta tapanlarla, yıldızlara tapanı yıldızlara tapanlarla, Yahudileri Yahudilerle, Hrıstiyanları Hrıstiyanlarla, ateşe tapanı ateşe tapanlarla ve değişik dinlere mensup olan diğer insanları da kendileri gibi olanlarla

ve Allah'tan başka taptıklarını, putları ve tapınılan diğer şeyleri toplayan bu ifade onların pişmanlıklarını ve sıkıntılarını artırmaktadır. Ayetteki ”Eşlerini" ifadesinden, kendi dinlerine mensup hanımları, ya da şeytanlardan olan dostları kastedilmiş de olabilir. Bu durumda her inkarcı kendi şeytanı ile birlikte aynı durumda olur.

Cehennemin yoluna sevkedin onları. Buradaki zamir, zalimlere, eşlerine ve onların taptıkları şeylere aittir. Yani onlara cehennemin yolunu gösterin ve kendilerini o yöne çevirin, demektir. Burada, onların küçümsenmesi söz konusudur.

Denmektedir ki, âyet-i kerimede ”zâlim" ifadesi geneldir; hem kendine zulmedenleri, hem de başkalarına zulmedenleri kapsamaktadır. Bu sebeple her zâlim, kendine destek olanla, içki içen içki içenle, fuhuş yapan fuhuş yapanla, faizci faizciyle kısacası, herkes kendi yandaşıyla mahşerde bir araya gelir.

23

Bak. Âyet 22.

24

Onları tutuklayın. Yani ”Ey melekler! Sırat köprüsünün üstünde müşrikleri alıkoyun.

Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.

25

(Onlara:) 'Ne oldu size yardımlaşmıyorsunuz?' (denilir.) Yani yardımlaşmamanızın sebebi nedir? Dünyada iken iddia ettiğiniz gibi, azaptan kurtulmak için birbirinize niçin yardım etmiyorsunuz? Nitekim Ebu Cehil Bedir savaşında şöyle demişti: ”Biz yardımlaşan bir topluluğuz."

Âyetteki sorunun, söz konusu zamana tehir edilmesinin sebebi şudur:

Bu vakit, azabın yerine getirildiği, desteğe aşırı derecede ihtiyaç duyulduğu bir vakit ve yardımdan tamamiyle umudun kesildiği bir süreçtir. O gün, azarlama ve susturma daha etkilidir. Hadis-i şerifte ise şöyle buyrulmuştur: ”Kıyamet günü kula dört şey sorulmadıkça ayakları kıpırdamaz: Gençliğini nerede geçirdiği, ömrünü hangi alanda tükettiği, malını nereden kazanıp nereye harcadığı ve ilmi sayesinde ne yaptığı sorulacaktır." (5)

5- Hadisi, Tirmizî ”Sanen"inde ”Bâbu sıfatı'l-kıyâme" bölümünde tahric etmiş ve hadis için ”Hasen-sahih hadis" tabirini kullanmıştır. Bkz. Câmi'u'l-Usûl, 10/436.

Kıyamet gününe ait sorgu zordur, çetindir. Hata ve kusurları olan mü'minlere Allahü teâlâ rahmetiyle muamele ederek onları rezil etmez. Diğerlerine gelince, onlara şöyle buyrulur: ”...Hesap gören olarak bugün senin hakkında kendi nefsin yeter." (İsrâ: 14) Amel defterlerini okuduklarında ise onlara, ”Bunu yapan kişinin cezası nedir?" diye sorulur. Bunun üzerine onlar, ”Onun cezası cehennemdir" derler. Kendilerine: ”Öyleyse hükmünüz gereği girin oraya" denir.

Nitekim Cebrail (aleyhisselâm) insan suretine bürünerek Firavuna gelerek ona: ”Efendisinin her türlü nimetlerle besleyip yetiştirmesine rağmen ona karşı gelen ve büyüklük taslayan bir kölenin cezası nedir?" diye sorunca Firavun: ”Onun cezası suda boğmaktır" şeklinde cevap vermiştir. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm): ”Öyleyse bana, bu hükmü ihtiva eden bir yazı ver" demiş; Firavunda ona bu fetvayı yazıp vermiştir. Firavunun suda boğulduğu gün Cebrail (aleyhisselâm) ilgili fetvayı çıkarmış ve ona: ”Kendi aleyhine verdiğin hükümle boğul git" demiştir.

Âyet-i kerime, sırat köprüsünün gerçek olduğunu dile getiren kesin bir delildir. Bu köprü cehennemin üzerinde bulunan kıldan ince, kılıçtan keskin uzun bir köprüdür. Cennetlikler, bu köprüden geçer fakat cehennemliklerin ayakları ise buradan kayar. Ancak mu tezi le mezhebine mensup olanlar, sırat köprüsünün varlığını inkâr etmiş ve buna, söz konusu köprüden geçinenin mümkün olmadığını, mümkün olsa bile mü'minlere bir işkence olduğunu gerekçe göstermişlerdir. Onların bu reddine karşılık, Allahü teâlâ'nın sırat köprüsünden geçmeyi müminlere kolaylaştırmaya gücünün yettiği, hatta mü'minin onu şimşek gibi geçebileceği şeklinde cevap verilmiştir.

Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Kıyamet günü âlim ve âbid yani Hakka tam manasıyla bağlı olan kimseler bir araya gelince âbid olan şahsa: 'Git; cennete gir ve yapmış olduğun ibadetten yararlan denir. Âlim olan zata ise: 'Burada dur ve sevdiğine şefaat et. Çünkü kime şefaat edersen şefaatin kabul edilir, ' denilir. ”(6)

6- Hadisi Beyhakî. Câbir'den merfu olarak,"Âlim ve âbid diriltilir..." sözleriyle rivayet etmiştir. Bkz. el-Münzirî, et-Terğîb ve't- Terhîb, 1/102.

Yine bu konuda şöyle denmiştir: ”İlimle bir saat meşgul olmak, bütün geceyi ibadetle geçirmekten daha faziletlidir." Hele bu müzakere, Allah'ı tanımaya yönelik olursa... Oysa bu zamanda bununla meşgul olan azdır.

26

Doğrusu, onlar bugün teslim olmuşlardır. Bir kimse, bir şeye boyun eğdiği, teslim olduğu zaman âyette geçen ”İstislâm" kelimesi kullanılmaktadır. Ayetin anlamı şöyledir: ”Onlar, acizliklerinin ortaya çıkması ve çıkış kapısının üzerlerine kapanması dolayısıyla çaresizlik içinde boyun eğmiş, teslim bayrağını çekmişlerdir. Her biri diğerini terketnıiş ve onu desteksiz bırakmıştır. Teslim olan çaresiz kalmıştır. ”Onlar, tıpkı gemileri parçalanıp denize düşen dost bir topluluk gibidirler. Nitekim, söz konusu kişilerin her biri, böyle bir felâket karşısında başkasını kurtarmak şöyle dursun, kendini bile kurtarmaktan âciz kaldığından arkadaşını ölüme terkeder. Oysa Allah için birbirini sevenlerin durumu bunun tam tersidir.

27

Onlar, o zaman

birbirlerine, tâbi olanlar veya inkarcılar, önder olanlara; ya da dostlarına

dönüp düşmanlık ve tartışma tavrı içinde azarlama sorusuyla

soruyorlar, münakaşa ediyorlar. Tıpkı şöyle denmiştir: ”Birbirlerine nasıl soruyorlar?" Bunun üzerine şöyle buyrulmuştur:

28

Onlar yani tâbi olanlar önderlere, ya da inkarcılar yandaşlarına

şöyle derler: 'Gerçekten siz bize dünyada

sağdan geliyordunuz' güç ve zor kullanarak bizi sapıklığa, dalâlete zorluyordunuz. Biz de bu baskı ve zorluktan dolayı sizden korkarak size uyduk. Kötü işlerimizin çoğu bundan kaynaklanmaktadır. Yahut ”siz bize hak tarafından geliyor ve bizi ondan çeviriyordunuz; veya size güvendiğimiz açıdan bize yaklaşıyordunuz. Nitekim hak yolda olduğunuza dair bize yemin etmeniz dolayısıyla biz de sizi tastık ettik. Oysa siz bizi saptırdınız."“ Fethu'r-Rahman" isimli tefsirde de böyle geçmektedir.

29

Ötekiler de: 'Doğrusu siz iman etmiş değildiniz' derler. Yani biz, baskı ile sizin iman etmenize engel olmadık. Aksine siz, imkân bulmanıza rağmen iman etmeyerek yüz çevirdiniz ve inkârı imana tercih ettiniz.

30

'Bizim size karşı tercihinizi elinizden alacak

bir otoritemiz güç ve kuvvetimiz

yoklu. Fakat siz azgın bir kavim idiniz, sapıklığı tercih ederek onda ısrar ettiniz.

31

Bu sebeple Rabbimizin sözü ki, bu söz, O'nun şu ifadesidir:

"Yemin olsun, sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi, dolduracağım." (Sâd: 85)

Bize hak oldu, aleyhimize gerçekleşti.

Mutlaka tehdit haberi gelen azabı

tadacağız.

32

Evet, biz sizi kışkırttık sapıklığa ve delâlete mecbur etmeden çağırdık: siz de sapıklığı hakka tercih ederek bizim bu çağrımıza uydunuz.

Çünkü biz azgındık' ve bu azgınlığa devam edip gittik. Sizin, bizim gibi azgın olmanız için sizleri sapıklığa davet etmemizden dolayı bizi kınamayınız.

33

O halde hepsi tâbi olanlarla kendilerine uyu lanlar

o gün azaba sapıklıkta ortak oldukları ölçüde

ortaktırlar.

34

İşte Biz günahkârlara böyle şer'î hikmetin gerektirdiği şekilde

yaparız. O da, azapta sapanlarla saptıranları cem'etmektir. Burada sözü edilenler müşriklerdir. Nitekim Allahü teâlâ'nın şu ifadesi de bunu doğrulamaktadır:

35

Çünkü onlara davet ve telkin yoluyla:

'Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur' deyin,

denildiği zaman, bu sözü söylemekten

büyüklük taslarlar.

Bil ki, ”Lâilahe illallah" (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur) sözü Kur'ân-ı Kerim’in iki yerinde geçmektedir: Biri bu sûrede, diğeri ise Muhammed Sûresinin şu âyetindedir: ”Bil ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur." (Muhammed : 19) Kuranda bu iki yerin dışında bu kelime-i Tevhîd üçüncü bir yerde yoktur. Bu lâfzın anlamı şöyledir: ”Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur ve gerçek anlamda mabûd sadece Allah'tır."

36

Ve şöyle diyorlardı: 'Biz bir mecnûn şair için yani aklı başından gitmiş bir şairin sözünden dolayı

tanrılarımızı terk eder miyiz?' Onlar, bu sözleriyle Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’i kastediyorlardı. Buradaki soru inkâr içindir. Yani biz, putlardan ibaret olan tanrılarımıza ibadet etmekten vazgeçmeyiz. Böylece onlar bu konuda yalan söylemişlerdir. Çünkü Hazret-i Peygamberi mecnûn ve şair olmakla itham etmişlerdir. Oysa onlar, onun en akıllı, en ileri görüşlü, en güzel sözlü ve her açıdan kendilerinden üstün olduğunu biliyorlardı.

37

Doğrusu o, hakkı getirdi yani durum, şair ve delilik konusunda söyledikleri gibi değil, bilakis Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), tevhid inancından ibaret olan hakkı getirdi

ve bütün

peygamberlerin bu inancı getirdiklerini

doğruladı. Onun getirmiş olduğu inanç sisteminde bütün peygamberler birleşmişlerdir. Dolayısıyla onun bu yüksek durumu ile şairlikle deliliğin ne ilgisi vardır?

38

Allah'a şirk koştuğunuzdan, Peygamberi yalancı saydığınızdan ve büyüklük tasladığınızdan dolayı

acı veren azabı elbette siz tadacaksınız.

Daha önceki âyetlerde üçüncü şahıslardan söz edilirken burada birinci şahsa geçişin amacı, öfkenin doruk noktada olduğunu ortaya koymaktır.

39

Ve sadece yaptıklarınızın cezasını göreceksiniz. Yani yapmış olduğunuz kötülüklerin karşılığı olan cezaya çarptırılacaksınız.

İbnu'ş-şeyh şöyle demiştir: ”'Kerîm ve Rahîın olan, fayda ve zarardan münezzeh olan Allahü teâlâ nasıl olur da kullarına azap eder?' şeklindeki soruya bu âyetle cevap vermiştir."

Buna göre âyetin izahı şöyledir: ”İlâhî hikmet, iyilik ve itaati emretmeyi, kötülüğü ve Allah'a karşı gelmeyi nehyetmeyi gerektirir. Emretmek ve nehyetmekteki hedef, ancak mükâfata teşvik etmek ve ceza ile korkutmak suretiyle yerini bulabilir. Âyet-i kerimede bu şekilde haber verilince, sözün doğruluğunu ortaya koymak üzere açıklamada bulunmak gerekir. İşte onlar, yukarıda ifade edilen sebeple azabın içine düşmüşlerdir."

Buna göre akıllı kişi, kıyamet gününden ve azabından sakınmalı, inkârdan imana, şüpheden tereddütsüz hale, kibirden tevazuya, batıldan hakka, ölümlüden ölümsüze, şirkten tevhid inancına, riyadan ihlâsa yönelmelidir.

Hazret-i Ali'ye, ”Mü'minin alâmeti nedir?" diye sorulmuş, o da şu dört şeydir, demiştir: Kalbini kibir ve düşmanlıktan temizlemesi, dilini yalandan ve gıybetten, temizlemesi, kalbini riya ve gösterişten alındırması, midesini de haram ve şüpheli şeylerden temiz tutmasıdır.

En büyük kibir, kişinin imanın esası, zikirlerin en hayırlısı ve ihlâs ifadesi olan ”Lâilâhe illallah" sözüne karşı büyüklük taslamasıdır. Çünkü kul, bütün üst makamlara o sayede yükselir. Fakat bu, şartlarına ve esaslarına bağlı kalmak kaydıyla mümkün olur.

40

Fakat Allah'ın samimi kulları müstesnadır. Yani siz, elem veren azabı mutlaka tadacaksınız. Fakat Allah'a gerçek anlamda bağlı olan kullar, o azabı tadmayacaklardır. ”Muhles", gerek dinde ve gerekse itaatle Allah'ın samimi kıldığı ve kendisi için tercih ettiği kimse; ”muhlis" ise, kulluğunu Allahü teâlâ'ya ait kılan ve başkasını bu kulluğa ortak etmeyen kişidir.

41

İşte onlar için ibadetlerindeki samimiyetlerinden dolayı dengi bulunmayan ve tarifi mümkün olmayan, görünüşü güzel, tadı iyi ve kokusu hoş olması açısından özellikleri

belli bir rızık vardır. Bunun açık olarak anlamı, o rızkın varlığı, kıymeti, güzelliği, lezzeti, kokusu ve vakti bellidir. Bu sebeple sabah-akşam, ya da devamlı olarak onu arzu etmişlerdir. Fakat dünyadakiler, cennette olduğu gibi rızıkları belli olmadığı için rızık konusunda sarsılıyor ve sıkıntıya düşüyorlar.

42

Türlü meyveler... Cennet ehlinin rızkı tamamiyle meyveler olduğu için âyette sadece meyveler dile getirilmiştir. Burada, karın doyurmak için değil, sırf haz duymak üzere yenen şeyler kastedilmektedir. Çünkü cennette bulunanların azığa ihtiyaçları yoktur. Yaratılış itibariyle onlar bakidirler. Yine onlar, sağlam bir yapıya sahip olduklarından geçim kaynağına ihtiyaç duymaktan uzaktırlar. Dünyada bulunanlar ise öyle değildir. Çünkü yaratılış itibariyle dünyadakiler ölümlüdür. Bu sebeple vücutları zayıftır; dolayısıyla bakıma muhtaçtır.

Bazıları şöyle demişlerdir: ”Meyveler, diğer yiyeceklerden sayılır. Bu sebeple onların dile getirilmesi ile diğer yiyeceklerin ifadesine gerek kalmaz."

İşin açıkçası şudur: Meyvelerin zikredilmesi ile yetinilmesi, heveslendirmek ve teşvik etmek içindir. Çünkü çoğu Arap ülkelerinde, özellikle Mekke ve Medine'de türlü meyveler yoktur.

Ve onlara O'nun katında

hep ikramda bulunulur; zor durumda hiç kalmazlar. Bu ise, mükâfatların en büyüğü, en uygunu ve ideallerin en yücesidir.

Bazı müfessirler şöyle demişlerdir: ”Allahü teâlâ, cennet ehline ait rızkın özelliklerini dile getirmesi yanında, bu rızkın onlara saygı ve ikramla sunulduğunu belirtmiştir. Çünkü değer ve ikram anlayışı olmadan sadece doyurulmak, hayvanlara mahsustur."

Yüce Allah, söz konusu kimselerin yiyeceklerini zikredince meskenlerinin durumunu da dile getirerek şöyle buyurmuştur:

43

Naîm Cennet'lerinde... Yani sadece nimetlerin bulunduğu cennetlerde...

44

Karşılıklı tahtlar üzerindedirler. Âyette geçen ”sürür", üzerinde sevinçle oturulan taht anlamındaki ”serîr" kelimesinin çoğuludur. Çünkü bu taht, söz konusu nitelikte olursa pek değerli bir nimet sayılır. Karşılıklı anlamına gelen ”tekabül" ise, birbirinin yüzlerine bakmak demektir. Bu da sevinç ve ünsiyetin doruk noktasıdır. Veya tahtlar döner olduğu için birbirine arkadan bakmazlar, denmiştir.

Allahü teâlâ, samimi kullarının yiyecek ve meskenlerini zikrettikten sonra içeceklerinin özelliklerini belirtmek üzere şöyle buyurmuştur:

45

Maîn Şarab'ından yani göze görünen şaraptan veya cennette yerden dışa doğru akan nehirden

dolu bir kadehle onların etrafında dolaşılır. Gerçekten cennette, su akan nehirler gibi şarap akan birtakım nehirler vardır.

46

Bembeyaz... Hatta süt renginden daha beyaz. Böylesi beyaz şarap, dünyada görülmemiş ve görülmeyecek de... Bu, hadis-i şerifte belirtilen ”hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kulağın işitmediği" nimetler cümlesindendir.

İçenlere lezzet verir. Allahü teâlâ, söz konusu kadehi lezzetle nitelemesi, ya mübalağa içindir, -yani lezzetli, tatlı, iştah açıcı, hoş hatta lezzette tıpkı lezzetin ta kendisi olmuş bir kadehtir- ya da dünyadaki şaraplardan farklı olduğunu beyan etmek için onu lezzetle vasıflandırmıştır. Dünyada bulunan bütün şarapların ise lezzeti yoktur.

47

Onda dünyadaki şarabın aksine

ne zararlı bir sonuç var, - ki, dünya şarabında baş ağrısı, karın ağrısı ve aklın gitmesi gibi zararlı bir hal vardır.-

ne de onlar, Allah'a bağlı olanlar,

ondan cennet şarabından

sarhoş olurlar. Yani, onda karın ağrısı, baş ağrısı, ateş ve saçmalamadan ibaret hiçbir kötülük yoktur ve onlar sarhoş olmazlar.

"Bahru'l-Muhît" isimli tefsirde özet olarak şöyle geçmektedir: ”Dünyadaki şarapta sarhoşluk, akim gitmesi, düşmanlığın ve öfkenin ortaya çıkması, baş ağrısı, din ve dünya ile ilgili büyük zarar, kusma, altına kaçırmadan müteşekkil çeşitli zararlar vardır. Çoğu kez de vuruşmaya, vurmaya, fuhuşa, haksız yere adam öldürmeye sebep olur. Nitekim bu yolda olanlarda bu tür şeyler görülür. Oysa bunların hiçbiri cennet şarabında yoktur."

48

Yanlarında bakışlarını kocalarından başkasına çevirmeyen ve kocalarına değer verdiklerinden dolayı onlar yerine başkalarını arzu etmeyen

iri gözlü ve bedenleri güzel

huriler vardır.

49

Sanki onlar saklı yumurtalar gibidirler. Buradaki yumurtadan kastedilen, devekuşu yumurtasıdır. Âyette sözü edilen huriler, saflıkta ve sarımtrak toz vs. den korunan devekuşu yumurtasına benzetilmişlerdir. Çünkü bu renk, en güzel vücut rengidir. Yani, onlara hiç el dokunmamıştır. Zira, ellerin dokunduğu şey, kirli olur.

Taberî şöyle demiştir: ”Sözlerin en uygunu şöyle denmesidir: Sözü edilen yumurta, kabuğuna bir şey dokunmadan önce kabuğun iç kısmında bulunan zarıdır. Çünkü o, korunmuştur. Yani o kabuğu soyulduğu zaman ortaya çıkan yumurtadır."

Allahü teâlâ, bu âyetlerde beden ve ruhun haz duyduğu şeyleri dile getirmiştir. Bedenin haz duyduğu şey, meyvelerden, türlü nimetlerden, Arapların hiçbir şeyi daha fazla sevmedikleri şaraptan yararlanmak; arkadaşların sohbetinden ve güzellerin yüzüne bakmaktan hasıl olan zevkten istifade etmektir.

Denmiştir ki, üç şey gözü aydınlatır: Yeşilliğe, akan suya ve güzel yüze bakmak.

50

Derken birbirlerine dönüp sorarlar. Yani Allahü teâlâ'nın samimi kulları cennette içerler ve dünyada içme âdeti olduğu gibi içtikleri şey üzerinde konuşurlar. Yine onlar birbirlerine dönüp, üstünlükleri, iyilikleri, başlarına geleni ve dünyada neleri olduğunu sorarlar. Âyet-i kerimede onlardan, geçmiş zaman fiili kullanılarak bahsedilmiş olması, te'kidle bu işin mutlaka vuku bulacağını göstermek içindir.

51

İçlerinden bir sözcü karşılıklı konuşmaları ve sohbetleri arasında

şöyle der: 'Gerçekten dünyada

benim bir arkadaşım birlikte oturup kalktığımız bir yakınım

vardı.

52

İmanımdan ve ahiret hayatını kabul etmemden dolayı bana

şöyle derdi: 'Cidden sen iman edenlerden ve öldükten sonra yeniden dirilmeyi kabul edenlerden

misin? Bunu beni kınamak için söylerdi.

53

Öldüğümüz, bir toprak ve bir yığın kemik olduğumuz vakit biz gerçekten yeniden dirilecek, hesaba çekilecek ve

cezalandırılacak mıyız?" Yani biz, yeniden hayata gelmeyecek ve cezalandırılmayacağız.

54

Bu sözcü, sohbet ettiği kişilere dünyadaki arkadaşının sözünü naklettikten sonra:

'Siz cehennem halkına

bir bakar mısınız?' Size öldükten sonra dirilmeyi yalanlayan o arkadaşı göstereyim

der. O bununla, nakletmiş olduğu sözün doğruluğunu ortaya koymayı hedeflemiştir. Bunun üzerine bu kişiler ona: ”Sen onu bizden daha iyi tanıyorsun. Bu sebeple ona sen bak" derler.

55

Derken bakınır ve onu arkadaşını

cehennemin ortasında görür. Eşit anlamına gelen ”sevâ" kelimesi, âyet-i kerimede ”orta" anlamına alınmıştır. Çünkü ”orta"nın, her yana olan mesafesi eşittir.

İbn Abbas şöyle demiştir: ”Cennette, cennet ehlinin cehennemliklere baktığı ve birbirine bakıştıkları birtakım aralıklar vardır. Çünkü cennet ehli, cehennemliklerin azarlanmasından haz ve sevinç duyarlar. Şüphe yok ki, cennet yüksek tarafta, cehennem ise alçak taraftadır. Cennette bulunanlar, tıpkı üst katlarda ve odalarda bulunanların alt taraflarında bulunanlara baktıkları gibi, cehenneme ve cehennem ehline bakma hakları vardır."

56

Sözcü, arkadaşını kötü bir durumda görünce ona hitaben ve halinden memnun olarak

şöyle der: 'Allah'a yemin olsun ki, az kalsın sen beni de saptırmak suretiyle

helak edecektin.

57

Eğer Rabbimin hidayet etmek ve korumak suretiyle

nimeti olmasaydı ben de bu tutuklananlardan olacaktım.' Âyette geçen ”ihzar" kelimesi ”Keşfü'l-Esrâr'da da belirtildiği gibi, sadece kötülük bahis konusu olduğu zaman kullanılır. Yani ben de azaba sevkedilenlerden olacaktım. Tıpkı sen ve senin gibilerin sevkedildiği gibi.

58

'Biz ölmiyeceğiz, değil mi? Burada, Allah'ın büyük lütfundan ve devamlı olan nimetlerden hoşnutluk duyularak sohbet edilen kişilerle konuşmaya geçilmiştir. Çünkü cennette ebedî kalmayı dile getirmek, büyük bir hazdır.

Âyetteki soruda hayret ifadesi vardır. Yani biz, refah içinde ebedî kalacağız ve hiç ölmiyeceğiz, değil mi?

59

Dünyadaki

ilk ölümümüzden başka... Bu ölüm, sorgu için kabirde dirilmeden sonraki süreyi de kapsamaktadır. Sözcü bu sözü, Allahü teâlâ'nın şu ifadesini doğrulamak için söylemiştir: ”Orada ilk ölümden başka ölüm tatmazlar..." (Duhân: 56) Yani, dünyadaki ilk ölümün dışında cennette hiç ölmeyiz.

Ve biz kâfirler gibi

azaba uğratılacak da değiliz.' Azap, gerçekten her an ölümü temenni etmeyi gerektirdiği gibi, azaptan kurtulmak da büyük bir nimet olduğu için ondan bahsetmeyi gerektirmektedir. Nitekim, Hazret-i Ebu Bekir’in şöyle dediği nakledilmiştir: ”Ölüm, önceki halden daha kötü, sonraki halden ise daha iyidir."

60

İşte bu, yani içinde bulunduğumuz nimet, ebedîlik ve azaptan kurtulmadan ibaret bu fevkalâde durum,

büyük bir kurtuluştur mutluluktur ve arzu edilene kavuşmaktır. Bir damlanın okyanus karşısında ve bir tanenin kocaman bir harmanın yanında basit kaldığı gibi dünya ve onun içinde bulunanlar da o kurtuluş karşısında basit kalır.

61

Çalışanlar, çabucak kaybolan ve değişik elemler, sıkıntılar ve baş ağrılarıyla karışık dünyevî kısmetler için değil,

bunun için bu yüksek ideale kavuşmak için

çalışsınlar, gayret sarfetsinler.

Bir önceki âyette geçen ”İşte bu" ve ardındaki ifade, bizzat Allahü teâlâ'nın söylediği söz olabilir. Bu söz, Allah'a itaat etmek suretiyle O'nun mükâfatını talep etmek için bir teşviktir. Bu sebeple şöyle denebilir: ”Sıkıntılara katlananlar katlansın. Çünkü cennet, hoşa gitmeyen şeylerle; cehennem ise boş arzularla kuşatılmıştır."

Kısacası, âbid ve arif kimselerden her birinin bu âyet-i kerimenin işaret ettiği şeyde payı vardır. Salih kimselerden biri kuşluk namazını yüz rek'ât olarak kılıyor ve şöyle diyordu: ”Bunun için yaratıldık ve bize bu emredildi. Allah'ın veli kullarının gayretleri ve itaatlerine karşılık bol ecir ve güzel mükâfattan dolayı hamd etmeleri yakındır."

Salih kulların pek çoğunun can çekişme anında şu âyeti okudukları belirtilmiştir: ”Çalışanlar, bunun için çalışsın." (Sâffât: 61)

Biz Allah'tan dünyada selim kalp, âhirette de devamlı nimet isteriz.

Nakledildiğine göre Mûsa (aleyhisselâm) Rabbine: ”Cennetliklerden en alt derecede olan kimdir?" diye sormuş, bunun üzerine Allah şöyle buyurmuştur: ”Cennet ehlinin cennete girmesinden sonra gelen adamdır. Ona: ”Cennete gir" denir. O da: ”Ey Rabbim! İnsanlar yerlerini ve alacaklarını aldıktan sonra bu nasıl olur?" Bunun üzerine ona şöyle denir: ”Dünyadaki krallardan birinin sahip olduğu kadarına sahip olmana razı mısın?" O da: ”Ey Rabbim! Razıyım" der. Allahü teâlâ: ”Senin için bir bu kadar, bir o kadar ve bir o kadar daha vardır" buyurur. Beşinci defa o: ”Ey Rabbim! Razıyım" der. Yine Allah, ”Bunun yanında on katı kadarı ve gönlün arzu ettiği, gözün hoş gördüğü şeyler de senindir" buyurur. O da, ”Ey Rabbim! Razıyım" der. Mûsa (aleyhisselâm) bunun ardından: ”En üst derecede olan kimdir?" diye sorunca Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Onlar, makamlarını tayin ettiğim ve sonuca bağladığım kimselerdir. Onlar için gözün görmediği, kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hayalinden geçmeyen nimetler vardır. ”(7)

7- Hadisi Müslim, Tirmizî ve Ahmed b. Hanbel Muğire b. Şu'be'den merfu olarak tahric etmiştir. Bkz. Câmi'ul-Usûl, 10/533; Suyutî, el-Fethu'l- Kebir-2/150.

Bu rivayette sözü edilenlerin her ikisi de kurtulmuştur. En üst dereceyi elde ederek kurtulmak ise büyük bir kurtuluştur. Dünyada çobanla sultanın bir olmadığını görmüyor musun? Aynı şekilde dünyadaki düşünceler ve gayeler farklılık arzeder. Buna bağlı olarak âhiretteki mertebeler de farklı olur.

62

İkram olarak bu mu hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Burada sorudan hedeflenen, inkarcıları gösterilen delili kabullenmeye sevketmektir. Âyette geçen ”bu" ifadesiyle, cennet nimetlerine işaret edilmektedir. Bu üslûp, söz konusu inkarcıları alaya almanın en etkili yoludur. ”Nuzûl" ise, misafir için hazırlanan ziyafet ve ona yapılan ikramdır. ”Zakkum" da, yaprağı küçük, acı ve kokusu kötü olan bir ağacın adıdır. ”Gerçekten o, cehennemin dibinden çıkan bir ağaçtır" (Sâffât: 64) âyetinde nitelenen ağaç, ”zakkum" diye adlandırılmıştır. Âyetin anlamı şöyledir: ”Sonuç olarak neticesi haz, sevinç olan ve bilinen bir rızık mı hayırlı; yoksa neticesi üzüntü ve keder olan zakkum ağacı mı?"

63

Gerçekten Biz onu, zalimler için bir fitne sıkıntı ve onlar için âhirette bir azap, ya da dünyada bir deneme

yaptık. Çünkü onlar onun yüzünden denendiler ve sonunda haktan saptılar. Nitekim inkarcılar, bu ağacın cehennemde olduğunu duyunca, onun sayesinde dinleri konusunda fitneye maruz kalmış ve bunu Kur'ân'a, peygamberliğe hücum etmeye ve inkârda ısrar etmeye vasıta kılarak: ”Bu nasıl mümkün olur? Çünkü ateş, ağacı yakar" demişlerdir. Böylece onlar, ateşte yaşayan canlıyı yaratmaya gücü yeten Allah'ın, ateşin içinde ağacı yaratmaya ve onu yakmaktan korumaya daha çok gücü yettiğini idrak edememişlerdir.

64

Gerçekten o, cehennemin dibinden çıkan bir ağaçtır. Bu ağaç cehennemin dibinde bitmekte, dalları ise altlarına doğru yükselmektedir. Söz konusu ağacın asıl unsuru ateş olunca, diğer ağaçları yaktığı gibi ateş onu yakmaz. Suda üremeyen canlıların aksine orada üreyen balığın boğulmadığmı görmüyor musun?

Âyet-i kerimenin bu ifadesi, belki de Ebû Cehil ve Kureyş’in ileri gelenlerine verilen bir cevaptan ve onların bilgisizliğini ortaya koymaktan ibarettir. Nitekim Ebû Cehil onlara: ”Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) bizi zakkumla korkutuyor; oysa zakkum, kaymak ve hurmadan ibarettir" diyerek onları evine götürmüş ve cariyesine şu talimatı vermiştir: ”Bize zakkum ver." Cariye de onlara kaymak ve hurma getirmiştir. Bunun üzerine Ebû Cehil alaylı bir tavırla: ”Zakkumlanın! Bu, Muhammed’in sizi korkuttuğu şeydir," demiştir. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Gerçekten o, cehennemin dibinden çıkan bir ağaçtır."(Saffât: 64) Bu sebeple zakkum, şu cahil ve sapık kişilerin anladığı şey değildir.

65

Tomurcukları çirkin ve korkunç oluşun son sınırında

şeytanların başları gibidir. Çünkü insanlar nazarında ve onların inanışlarına göre şeytanın sureti, suretlerin en kötüsü ve en sevimsizidir. Buradan hareketle onlar, bir şeyi son derece kötü ve sevimsizlikle niteledikleri zaman, her ne kadar şeytanı görmeseler bile o şey için, ”Tıpkı şeytan gibi" tabirini kullanırlar. Güzellikte üstün olan da meleğe benzetilmiştir. Bu duruma işaretle Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”...Hâşâ bu, bir insan değil, yüce bir melektir." (Yûsuf: 31)

66

Gerçekten onlar, ondan o ağaçtan ve tomurcuklarından

yiyecekler her ne kadar onu sevmeseler

de çok acıktıklarından, ya da değişik bir azap olsun diye onu yemeye zorlanmalarından dolayı

karınlarını onunla dolduracaklar.

67

Sonra onlar için bunun üzerine yani karınlarını doldurdukları o ağaçtan yeyip doyduktan ve bu sebeple çok susadıktan ve uzun bir süre su aradıktan sonra

kızgın su ile karışık, yani iç organlarını parçalayacak ölçüde kızgın su ile karışık kan, cerahat ya da kinden müteşekkil

bir içecekleri vardır.

68

Sonra da dönecekleri yer, hiç şüphesiz cehennemdir; cehennemin alt tabakaları veya bizzat cehennemdir. Zakkum ve kızgın su ise, cehenneme girmelerinden önce onlara ikram olsun diye sunulur. Kızgın suyun cehennemin dışında olduğu ifade edilmiştir. Nitekim bu konuda Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”İşte bu, mücrimlerin yalanladıkları cehennemdir. Onlar cehennem ateşiyle kızgın su arasında dolaşırlar." (Rahman: 43, 44)

Söz konusu kimseler, cehennemdeki yerlerinden ve ikametgâhlarından alınarak zakkum ağacına götürülürler ve ondan yerler. Daha sonra kaynar sudan içerler ve tıpkı devenin su mahallinden uzaklaştırıldığı gibi cehenneme götürülürler. Nitekim İbn Mes'ûdun okuyuşu da bu görüşü kuvvetlendirmektedir.

Hadis-i Şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Ey insanlar! Allah'tan korkun ve Müslüman olarak ölün. Şayet zakkumdan bir damla damlatılsa dünyada bulunanların yiyeceklerini acı hale getirir. Yiyeceği ve içeceği zakkum olan ve onun dışında yiyecek başka şeyi bulunmayan kimselerin durumu nasıl olur; düşünün. ”(8)

69

Çünkü onlar atalarını sapıklıkta buldular. Bu âyet, gerek onların ve gerekse atalarının hiçbir dayanaklarının olmadığı halde dini konuda atalarım taklid etmeleri yüzünden zikredilen değişik azapları hakettiklerini dile getirmektedir. Yani onları, hidayet yolundan sapmış ve hakkı aramaktan uzaklaşmış olarak bulmuşlardır. Oysa onların sağlam bir delili olması şöyle dursun; şüpheye müsait bir şeyleri de yoktur.

70

Kendileri de zalim inkarcılar da

onların izlerinde koşturuyorlar, atalarının hak üzere olduklarını, ya da batıl üzere bulunduklarını hiç düşünmeden onların izini takip ediyorlar. Kendileri sanki onların yolundan hızla gitmeye itiliyor ve teşvik ediliyorlar.

71

Yemin olsun ki, onlardan, kavmin Kureyş'ten

öncekilerin, geçmiş ümmetlerin

çoğu sapmıştı. Onları İblis saptırmıştır. İblis’in onları saptırdığı, âyette yer almamıştır. Çünkü ifadede buna işaret vardır ve bu işaretle yetinilmiştir.

72

Gerçekten Biz onlara yani onların çoğuna, sahip oldukları inancın batıl olduğunu açıklayan ve kendilerini bunun vahim sonucuyla uyaran

uyarıcı peygamberler ve pek değerli nebiler

gönderdik.

73

Bak o uyarılanların akıbeti, korkunç ve feci hal ve helak ile uyarılan söz konusu kimselerin sonu

nasıl oldu? Nitekim onlar, bu uyarıya kulak asmadılar ve uyarıcı peygamberlere dönüp bakmadılar.

Ayetteki hitap, Hazret-i Peygambere olabileceği gibi, sözü edilen inkarcıların kalıntılarını görme imkânı bulabilen ve onlarla ilgili haberleri duyan herkesedir. Yani onlar, çok kötü bir şekilde helak olmuşlardır. Fakat Allahü teâlâ, samimi kullarını şu ifadesiyle onlardan istisna etmiştir:

74

Ancak uyarı gereği

Allah'ın iman ve amelde muvaffak kıldığı

ihlâslı kulları müstesna. Yani onlar, geçmiş ümmetlerden kâfir olanların helak edildikleri şeyden kurtulmuşlardır.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerimede Hazret-i Peygamber’i, kendisinden önce geçmiş ümmetlere peygamberler gönderdiğini beyan ederek teselli etmiştir. Nitekim peygamberler, kavimlerini inkâr ve sapıklığın kötü sonucuyla uyarmışlar, fakat onlar bu uyarıya aldırmayarak inkâr ve sapıklıkta ısrar ederek peygamberlerini yalancı saymışlardır. Buna karşılık peygamberler, onların eziyetlerine sabır göstererek Allahü teâlâ'ya davete devam etmişlerdir. ”Ey Peygamber! Sen de onlara uy. Sana düşen sadece tebliğdir."

75

Yemin olsun ki, Nuh Bize duâ etmişti de Biz de ne güzel icabet etmiştik. Bu âyet, bir yönden uyarıcı peygamberlerin güzel akibetini, uyarılan halkın da kötü sonucunu açıklamaktadır. Âyetin anlamı şöyledir: ”Yemin olsun ki, Nuh, -ki, o, ilk peygamberlerdendir- kavmini uzun süre imana davet etmiş; ancak bu davet, onların sadece nefret ve kaçışlarını artırdıktan sonra iman etmelerinden ümidini kesince Bize dua etmişti. Biz de onun duasını en güzel bir şekilde kabul ederek düşmanlarına karşı ona destek sağlamak ve bu düşmanlardan gerektiği şekilde intikam almak suretiyle onu emeline ulaştırdık. Âyetteki çoğul ifadesi, azamet ve yüceliği göstermektedir.

76

Biz hem onu, hem de ehlini büyük dertten suda boğulmaktan veya uzun bir süre devam eden kavminin eziyetinden

kurtardık.

77

Ve onun neslini baki kalanlar kıldık. Şu duası gereğince de inkarcıları helak ettik: ”Ey Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!" (Nuh: 26)

Rivayet edilmiştir ki, Hazret-i Nuh'la birlikte gemide olanlar ölmüş, sadece evlâtları ve hanımları kalmıştı. Kıyamet gününe kadar nesilleri devam edecek olan onlardır.

Katâde ise şöyle demiştir: ”Herkes Nuh'un neslidir. Onun Sânı, Hâm ve Yafes adında üç oğlu vardı. Sâm, Arapların, İranlıların, Rumların, Yahudilerin, Hristiyanların atası; Hâm, doğudan batıya kadar olan Sudanlıların, Pakistanlıların, Hintlilerin, Zencilerin, Habeşlilerin, Mısırlıların, Berberilerin ve daha başka milletlerin atasıdır. Yafes ise, Türklerin, Moğolların, Çinlilerin ve onların bölgesinde bulunan diğer halkm atasıdır."

78

Hem de sonradan gelen ümmet

lerde onun Nuh'un

(namını) bıraktık.

79

Meleklerden, insanlardan ve cinlerden müteşekkil,

bütün âlemler içinde Nuh'a selâm olsun. Yani onu rahmetle anarlar ve bütün ümmetler onu sürekli olarak hayırla yad ederler.

80

İşte Biz, iyi davrananları böyle mükâfatlandırırız. Yani, dualarını kabul ederek, geriye nesiller bırakarak, namlarının yayılmasını, âlemler içinde övgü ile anılmalarını sağlamak suretiyle tam anlamıyla mükâfatlandırırız. Gereği şekilde davrananları, daha az bir mükâfatla değil, hep böyle mükâfatlandıracağız.

Bu âyette, Nuh (aleyhisselâm)'un iyi davranışından dolayı mükâfatlandırılması babında kendisine yapılan pek değerli ikramların sebebi belirtilmektedir.

81

Gerçekten o, Bizim mü'min kullarımızdandı. Bu âyet, Nuh (aleyhisselâm)'un ibadetindeki samimiyeti ve imanının olgunluğu ile iyi davrananlardan olmasının sebebini ortaya koymaktadır. Yine bu âyet, imanın yüksek degerini ve şerefini belirtmekte, imana ve bu imandan hasıl olan mükâfata teşvik etmektedir. Peygamberlik, imandan daha şerefli olmasına rağmen, müminlerin değerini vurgulamak üzere burada özellikle iman zikredilmiştir.

82

Sonra diğerlerini yani Nuh ve ehline düşman olanlarını -ki, onlar, onun kavminin bütün kâfirleriydi-

suda boğduk.

83

Şüphesiz ki, İbrahim de onun fırkasındandı. Yani o, Nuh'a tâbi olan ve dinin temel prensiplerinde ona uyandı. İbn Abbas'a göre o, Nuh'un dinine mensup olanlardan ve sünnetine bağlı olanlardandı. Veya o, Allah'ın dinine sabır gösterme ve inkarcılara karşı direnmede Nuh'u örnek alanlardan biriydi.

Hazret-i Nuh ile Hazret-i İbrahim arasında Hûd ve Salih peygamberler vardı. Nuh ile İbrahim peygamberler arasında 2640 yıl vardır.

84

Çünkü o, Rabbine tertemiz, kalp âfetlerinden arındırılmış

bir kalp ile gelmiştir. Rabbine tertemiz bir kalp (kalb-i selîm) ile gelmesinin anlamı, Allah'a samimiyetle bağlı olması demektir. Benzetme ile sanki kalbini bağrına basarak getirmiştir. Zira kalp, bir yerden başka bir yere taşman şeylerden değil ki, götürülmüş; onunla birlikte gidilmiş olsun.

85

O zaman babasına Azer b. Ba’ir b. Nâhûr'a

ve puta tapan

kavmine şöyle demişti: 'Siz nelere tapıyorsunuz?

86

Allah'tan başka uydurma tanrılar mı istiyorsunuz? Âyette geçen ”ifk" yalanın en kötüsüdür.

87

Siz âlemlerin Rabbini ne sanıyorsunuz?' Siz başkasına taparken, O'nun sizden habersiz kalacağım, veya yaptığınız şeylerden dolayı sizi hesaba çekmeyeceğini mi sandınız? Yani böyle bir zan yok. O halde kesin olan nasıl olur?

88

Derken İbrahim

yıldızlara yani astronomiyi ilgilendiren ilim ve hesaplara

bir baktı da... Şayet o, doğrudan yıldızlara baksaydı âyette, ”ile'n-nucûm" ifadesi yer alırdı. O zamanki toplum astronomiye oldukça ilgi duyuyordu. İbrahim (aleyhisselâm), kendisine karşı gelmesinler diye onlara inançlarına göre davrandı ve bunu bayramlarından, yani kendileriyle birlikte bayram yaptıkları yere gitmekten geri kalışına sebep göstererek:

89

'Ben hastayım' dedi. ”Sukm", bedene mahsus bir hastalık demektir. ”Ben hastayım" ifadesiyle geçmiş zamana veya gelecek zamana, ya da şimdiki zamana işaret edilmiştir.

Bazı kimseler ise âyetle ilgili şu yorumu yapmışlardır: Âyetin anlamı: ”Ben sizin muhalefetinizden ve putlara tapmanızdan dolayı hastayım," demektir. İbrahim (aleyhisselâm)’in bu ifadesi, dinini korumaya ve bunu kavmine kabul ettirmeye yöneliktir.

İzz b. Abdisselâm şöyle demiştir: ”Söz, gaye ve hedeflere yöneliktir. Uygun olan hedefe, hem doğru hem yalan konuşarak ulaşmak mümkün ise, bu konuda yalan konuşmak haramdır. Fakat sadece yalan konuşarak ona ulaşılabiliyorsa o takdirde yalan konuşulabilir. (9) Bu hedefe ulaşmak mubah görülüyorsa tabi. Eğer maksada ulaşmak, mutlaka gerekli ise o durumda yalan söylemek de gerekli olur, vacib olur."

9- Yalan, düşman eline düşen esir gibi, ancak bilinen bir tehlikeyi önlemek için caiz olur. Bu durumda düşmanın kötülüğüne engel olmak için gerçek olmayan şey söylenebilir.

"el-Es’iletu'l-Mukhame" isimli eserde şöyle geçmektedir: ”İnsanlardan, hile yapmak ve aldatmak üzere savaşlarda, hanımı razı etmede ve dargın kişilerin arasını bulmada yalan söylemeyi caiz görenler vardır. Doğrusu bu durumlarda da yalan söylemek caiz değildir. Çünkü yalan, bizatihi kötüdür. Dolayısıyla bizatihi kötü olan, şekillerin ve durumların değişmesiyle iyi olmaz. Bu durumlarda açıkça değil de teville ve dolaylı anlatımla caiz olur. Örnek olarak şu söylenebilir: Adam hanımını sevmediği zaman ona: 'Sen benim helâlim ve hanımım iken ve sana sahip olmuşken nasıl olur da seni sevmem?' diyebilir. Buna benzer ifadeler olabilir. Fakat hanımını sevmediği halde ona açıkça, 'Ben seni seviyorum' demesine gelince, bu ise bütünüyle yalan olur. Bu yalana ruhsat yoktur."

90

Bunun üzerine onlar hastalık bulaşma korkusuyla

arkalarını dönüp gittiler, kaçtılar.

91

Derken gizlice onların ilâhlarına giderek alaylı bir tavırla putlarına:

'Yemez misiniz?' dedi. Nitekim onlar, bereketlensin diye putlarının yanına yemek bırakıyorlarmış.

92

'Ne diye konuşmuyorsunuz', bana cevap vermiyorsunuz?

93

Nihayet bir yolunu bulup üst taraflarından yaklaşarak

onlara sağ eliyle bir darbe indirdi. Yahut çok kuvvetli vurdu. Çünkü sağ el, sol elden daha güçlü ve daha kuvvetlidir. Âletin gücü, sağlam ve kuvvetli hareketi gerektirir.

İbrahim (aleyhisselâm)’in kavmi, bayramlarından putlar hanesine dönünce putlarının kırılmış olduğunu görmüşler ve bu işin failini soruşturmaları üzerine bu işi İbrahim (aleyhisselâm)’in yaptığını sanarak onun getirilmesini istemişlerdir.

94

Derken onu getirmek üzere görevlendirilenler

koşarak ona, İbrahim'e

geldiler.

95

İbrahim (aleyhisselâm)’i alıp götürdükten ve: ”Sen mi yaptın bunu ilâhlarımıza ey ibrahim?" (Enbiyâ: 62) âyetinden ”Bunların konuşamıyacağını sen de biliyorsun." (Enbiyâ: 65) âyetine kadar belirtilen karşılıklı konuşmanın aralarında cereyan etmesinin ardından onlara hitaben Hazret-i İbrahim

dedi ki,: 'Kendi yonttuklarınız putlar

a mı tapıyorsunuz?

96

Halbuki sizi de, yaptıklarınızı da putları vs. yi

Allah yaratmıştır.' Bu sebeple ibadete lâyık olan, yaratılan değil, bilakis Yaratandır. Her ne kadar putların şekilleri onlara ait ise de, asıl parçaları ve malzemeleri, Allah'ın yaratmasıyla olmuştur. Putlara şekil vermeleri ise, yine Allah'ın onlara güç vermesiyle olmaktadır. O'nun yaratması, kulların bir işi yaparken dayandıkları sebep ve vasıtalara bağlı değildir.

Âyet-i kerimenin ifade ettiği anlamdan, -Ehl-i sünnetin söylediği gibi- kulların fiilleri, Allah'ın yaratması ve kulların kesbi, yani kazanması ile olur. Mükâfat ve ceza ise, bu kazanca bağlıdır.

97

Onlar şöyle dediler: 'Haydi onun için bir yapı yapın da onu (oradan) çok kuvvetli yanan

ateşe atın.'

İbn Abbas'ın şöyle dediği nakledilmiştir: ”İbrahim’in kavmi bu maksatla yüksekliği otuz, genişliği de yirmi arşın (Bir arşın yakaşık 50 cm.dir.) olan bir duvar yapmış; önünü de odunla doldurarak ateşlemiş, geçen âyette ifade edildiği şekilde İbrahim (aleyhisselâm)’i ateşe atmışlardır."

98

Böylece ona bir tuzak kurmak istediler bir kötülük düşündüler. Bu tuzak, Hazret-i İbrahim’i ateşte yakmak istemeleridir. Hazret-i İbrahim, delille onları alt edip tartışmada susturunca, acizlikleri halka yayılmasın diye onun, putlarım kırmak suretiyle o putlara tuzak kurduğu gibi, onlar da ona tuzak kurmaya ve kendisini yok etmek için çare aramaya koyulmuşlardır.

Bunun üzerine Biz de tuzaklarını boşa çıkarmak suretiyle

onları daha alçak duruma düşürdük.

Allahü teâlâ, ateşi İbrahim'e serin ve emin kılarak bu olayı onun üstünlüğü için parlak bir delil kılmıştır.

Şayet sen, ”Neden Allahü teâlâ onu bizzat ateşle denemiştir?" dersen, cevap olarak şöyle derim: ”Çünkü her insan, tabiatıyla Allah'ın kahir sıfatının tezahüründen korkar. Allahü teâlâ ise ona, ateş güçlü de olsa O'nun izni olmadan hiçbir şeye zarar veremediğini göstermiştir. Bu olayda, düşmanlarım kahreden bir mucize vardır. Gerçekten Hazret-i İbrahim’in bu düşmanları ateşe, güneşe ve yıldızlara tapıyor ve onların Rubûbiyet niteliğine sahip olduklarına inanıyorlardı. Bu sebeple Allahü teâlâ onlara ateşin, ancak O'nun izniyle zarar verdiğini göstermiştir."

Nakledildiğine göre Nemrut, ateşin İbrahim (aleyhisselâm)'e serin ve emin geldiğini görünce: ”Gerçekten senin Rabbin çok büyüktür; dolayısıyla kurbanlar adayarak O'na yaklaşalım" demiştir.

99

İbrahim, Allah kendisini ateşten kurtardıktan sonra kavminden olup kendisinden ayrılanları azarlamak üzere onlara

şöyle dedi: 'Ben Rabbime gidiyorum. Yani ben, Harran topraklarından veya Babil'den Rabbimin bana emrettiği yere Şam'a, ya da kendimi Allah'a ve ibadete vereceğim yere hicret ediyorum.

O, beni yola istediğim hedef olan Şam'a veya dinim için uygun olan yere

iletir.

Bu âyet, küfür diyarından, dinî görevleri ve kulluğu yapma imkânı bulunan yere hicret etmeye esas teşkil eder. İlk hicret eden ise Hazret-i İbrahim'dir; Lût (aleyhisselâm) ile hicret ederek Kudüs'e gitmişlerdir.

100

Ey Rabbim! Bana sâlih kimselerden (bir oğul) ihsan et.'

Ayette kastedilen, tam anlamıyla sâlih bir evlâttır. Yani, davet ve itaatte bana destek olacak ve yalnızlıkta arkadaşlık edecek sâlih kimselerden birini bağışla, demektir. Bununla bir oğul kastetmektedir. Çünkü mutlak anlamda ”hibe" (ihsan etmek), bu maksat için kullanılır.

101

Biz de ona yumuşak huylu bir oğul müjdeledik. Âyette geçen ”ğulâm" kelimesi, on yaşını geçen çocuk anlamındadır. Yaşı daha az olan çocuk için ”sabî" kelimesi kullanılır. ”Halım" de, işlerde acele etmeyen ve zorluklara katlanan kişi demektir.

Allahü teâlâ bu âyette üç şeyi müjdelemiştir: Birincisi, bir oğul müjdelemiş; ikincisi, bu oğul hilim sıfatına sahip bir devreye ermiş ki, daha küçük yaşdaki çocuk için bu sıfat kullanılmaz. Üçüncüsü de, yumuşak huylu olmasıdır. Nitekim ergenlik çağma yakın bir dönemde babasının kendisini boğazlaması teklifine teslimiyet gösterdiği zaman, hangi hilim sıfatı onun bu hilim sıfatına denk olabilir?

102

Oğlu, İbrahim’in

yanında koşacak çağa gelince: Yani büyüyüp onunla birlikte işleri, ihtiyaçları ve menfaatleri için koşturacak duruma gelince, ki, o zaman oğlu on üç yaşında idi.

'Ey oğlum! Ben seni rüyamda boğazladığımı Allah için kurban ettiğimi

görmekteyim. Yani bu manzarayı aynen, ya da tevil suretiyle müşahade etmekteyim.

Denmiştir ki, bu rüyayı terviye günü (10) geceleyin görmüş ve kendisine sanki birisi şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ sana, bu oğlanı boğazlamanı emrediyor."

10- Terviye günü; kurban bayramı arefesinden bir gün önceki güne verilen addır.

Artık bak, bu konuda ne düşünürsün?' dedi. İbrahim (aleyhisselâm), onunla kesin olan bu emir konusunda Allahü teâlâ'dan kendisine inen bu deneme ile ilgili emri bilmesi için istişare etmiştir. Ki, istişare sonunda sabırsızlık içinde ise tahammül göstersin; teslim olmuş ise emin olsun ve o emre boyun eğmek suretiyle ecir kazansın ve bu hareket, istişarede sünnet olsun.

Çocuk da: 'Babacığım! Sana ne emredildiyse yap. Hazret-i İsmail, babasının sözünden, her halde kendisini rüyasında boğazlamasının emredildiğini görmüş olduğunu anlamıştır. Bu sebeple ”Sana ne emredildiyse yap." demiştir. O, peygamberlerin görmüş oldukları rüyaların hak ve gerçek olduğunu ve onların bu gibi şeyleri ancak emirle yaptıklarını biliyordu. Ancak kurban etme, her ikisinin tereddütsüz boyun eğmelerinin ihlâs ve samimiyetlerinin hangi boyutta olduğunu göstermek için -peygamberlere vahyin genelde uyanık halde gelmesine rağmen- uyanık halde değil de uyku halinde emredilmiştir. Nitekim şöyle demişlerdir: ”Vahiy açısından peygamberlerin rüyaları haktır."

Peygamberlere Allah'tan vahiy, uyanık halde gelmektedir. Çünkü onların kalpleri hiç uyumaz ve gönüllerinin temizliğinden dolayı şeytanların onlar aleyhine bir yolu yoktur.

İnşallah beni boğazlamaya ve Allahü teâlâ'nın hükmüne karşı

sabredenlerden bulacaksın' dedi. O, Allah'tan gelen sıkıntılara karşı sabretmesi için O'ndan yardım dileyerek ”İnşallah" demiştir. Kim, dilemeyi Allah'a havale eder ve O'na yönelirse zor durumda kalmaz.

103

Vaktaki onlar, İbrahim ve oğlu Allah'ın emrine

teslim oldular ve boyun eğdiler, yani oğlu kendisini Allah'a adadı. Ki, Katâde şöyle demiştir: ”İbrahim, oğlunu; oğlu İsmail'de kendi nefsini Hakka teslim etmişlerdir."

İbrahim oğlunu alnı üzerine yatırdı. O zaman onlar, Mina'daki kayalığın bulunduğu yerde, ya da bugün kurban kesilen mahalde bulunuyorlardı.

Rivayet edilmiştir ki, İblis, Cemretü'l-Akabe'nin yanında Hazret-i İbrahim’in önüne çıkmış; İbrahim ona yedi taş atınca kaçmıştır. Daha sonra büyük cemrede önüne çıkmış, yine ona yedi taş atınca İblis kaçmıştır. Ardından Hazret-i İbrahim, Allah'ın emri gereğince yürümüş ve oğlunu boğazlamaya azmetmiştir. Hac esnasında cemrelere (şeytan taşlama mahallerine) taş atmak, bu olaya dayanmaktadır.

Şeytan taşlamak, haccm vaciblerinden olup terkedildiği takdirde müctehid imamların ittifakıyla kurban cezası gerekir. Kulluğun adabını korumada çok hassas davranmaktan olacak ki, Hazret-i İsmail babasından, boğazlanma acısı karşısında hareket edip, bundan dolayı azar işitmesin diye ellerini ve ayaklarını sıkıca bağlamasını istedi. Daha sonra Hazret-i İbrahim, onu boğazlamaya karar verince Allah'ın emrine boyun eğerek teslim olmuş ve itaat etmiştir. Aşağıdaki beyitte ne güzel ifade edilmiştir:

Sevgilinin eliyle hana zehir sunulmuş olsaydı Onun elinden bu zehir iyi gelirdi.

Nitekim ”sevgilinin vurması iyi gelir" denilmiştir.

104

Biz de ona şöyle seslendik: 'Ey İbrahim! Gerçekten sen rüyana emredileni yerine getirmeye azmetmek ve bu emirle ilgili ön hazırlıkları yapmakla

sadakat gösterdin. Yani rüyada gördüklerini doğruladın ve rüyanı, boğazlamaya yönelerek somut şekle uygun hale getirdin.

Denmiştir ki, Hazret-i İbrahim, bıçağı bütün gücüyle oğlunun boğazına defalarca sürtmesine rağmen yine de kesemedi. Ardından bıçağı ensesine koydu. Bu sefer de bıçak bir odun parçasına dönüşmüştür.

Bir önceki âyette geçen ”Lemmâ"nm cevabı, olayın detaylı anlatımında ifadenin yetersiz olduğunu belirtmek için hazfedilmiş, kaldırılmış ve tıpkı şöyle buyurulmuştur: ”Anlatımı için ifadenin yetersiz kaldığı şeylerden olanlar oldu. Bu olan şeyler de, sıkıntı gelmesinden sonra bu sıkıntının giderilmesinden, hiç kimsenin sağlayamadığı başarının sağlanmasından ve İbrahim'le oğlunun büyük mükâfatları saklı olmakla birlikte üstünlüklerinin her tarafı kuşatmasından ibarettir."

Arif kimselerden biri şöyle demiştir: ”İnsan, evlât sevgisiyle yaratılmıştır. Fakat Allah dostluğu rütbesi ve sevgi makamı, Hazret-i İbrahim’in kalbinden başkası ile olan bağını koparmasını gerektirdi. Bu sebeple ona, en çok sevdiği şeyi Allah yolunda feda etmesiyle kendisini denemek ve meleklere onun, Allah'ın dostu olduğunu ve hakkın dışında bir şeyi kabul etmediğini hissettirmek üzere oğlunu boğazlamasını emretmiştir. Aslında Hazret-i İbrahim'den istenen, oğlunu boğazlaması değil; sadece tabiî alışkanlığını terketmektir."

Gerçekten Hazret-i İbrahim'e hak sevgisi galebe çalmış ve bu sevgi sonucunda Hak için babasından uzaklaşmış, oğlunu Allah yolunda boğazlamayı hedeflemiş ve Allahü teâlâ için bütün malını terketmiştir.

Şüphe yok ki, Biz, iyi davrananları böyle mükâfatlandırırız.'

Âyet-i kerimede, Hazret-i İbrahim ile oğlunun iyi davranışlarından dolayı söz konusu sıkıntıdan kurtulmalarının sebebi belirtilmektedir.

105

Bak. Âyet 104.

106

Muhakkak ki, bu, ihlâslı olanın diğerlerinden ayrılmasına vesile olan

açık bir imtihan ya da bariz bir sıkıntıy

dı. Çünkü ondan daha zor bir şey yoktur.

Baklî şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ bu olayın, görünmeyen yönüyle değil de, sadece görünürde bir imtihan ve sıkıntı olduğunu belirtmiştir. Çünkü gerçek anlamda bu hadiseden amaçlanan, manevî derecelere ulaşmak ve hakikat sırlarına ermektir. Bu ise Allah'a olan yakınlığı artıran en büyük değerlerden sayılır."

Harirî de şöyle demiştir: ”Sıkıntı üç çeşittir: Allah'a karşı olanlar için intikam ve ceza; hak yolda olanlar için arınma ve kefaret; veli ve sadık kullar için ise bir çeşit imtihandır."

107

Ve ona boğazlamak ve emredilen işi yerine getirmek üzere

büyük, semiz, veya değeri büyük

bir kurbanlığı çocuğunun yerine fidye verdik. Aslında fidye veren Hazret-i İbrahim'dir. Fakat âyette Allah, ”Biz ona fidye verdik" buyurmuştur. Çünkü kurbanlığı ona veren ve oğlunun yerine bu kurbanlığı kesmesini emreden O'dur. Allahü teâlâ bu kurbanlık karşılığında Hazret-i İbrahim’in neslinden olan bir peygamberi kurtarmış oldu. Bu peygamber, peygamberlerin efendisi Hazret-i Muhammed'dir.

Nakledildiğine göre İbn Abbas şöyle demiştir: ”Bu kurbanlık Hâbil’in takdim edip de kendsinden kabul edilen kurbanlık idi ve cennette güdülüyordu. İşte İsmail, bu kurbanlık karşılığında kurtulmuştur."

Boğazlanma kararı verilen Hazret-i İsmail mi, yoksa Hazret-i İshak mı olduğu konusunda farklı görüşler vardır. Çoğu müfessirler, tefsirlerde (11) zikredilen çeşitli sebeplere dayanarak bunun, Hazret-i İsmail olduğu görüşündedirler.

11- Hafız İbn Kesîr, hadiseyi tefsirinde anlatmıştır. Olayın en belirgin tarafı şudur: ”Allahü teâlâ Hazret-i İsmail’in boğazlanması kıssasını zikredip hadiseyi detaylarıyla açıkladıktan sonra şöyle buyurmuştr: 'Ona, bir de salih kimselerden bir peygamber olmak üzere İshak'ı müjdeledik.' (Sâffât: 113) Bu ifade gösteriyor ki, boğazlanması düşünülen Hazret-i İsmail'dir, İshak değildir. Hadis-i şerifin şu ifadesi de bunu pekiştirmektedir: 'Ben iki kurbanlığın oğluyum.' Allah Rasûlü bu sözünde, Hazret-i İsmail ile babası Abdullah b. Abdülmuttalib’i kastetmiştir.

108

Ve sonradan gelen ümmet

ler arasında ona İbrahim'e

(iyi bir ün) bıraktık.

109

Selâm olsun İbrahim'e.

110

İşte Biz, iyi davrananları böyle mükâfatlandırırız. Burada, Hazret-i İbrahim’in namının ümmetler içinde bakî bırakılmasına işaret edilmektedir. Yani, iyi davrananları işte bu şekilde, tam olarak mükâfatlandırırız. Bundan daha az bir mükâfat ise söz konusu değildir.

Demek oluyor ki, Hazret-i İbrahim iyi davranan kimselerdendi. İfade edildiği gibi, kendisine yönelik olarak yapılan şeyler de iyi davranışına karşılık mükâfatlandırılmasından ibarettir.

111

Şüphesiz o, her yönüyle imanda karar kılan

mü'min kullarımızdandı. Bazı müfessirler şöyle demişlerdir: ”Allahü teâlâ, iman davasında sadık mü'minlerden olması dolayısıyla Hazret-i İbrahim’i methetmiş ve övmüştür. Çünkü o, dünyaya ve geçici arzularına tapan sapıklardan değil, Allah'ın bizzat kendi dostluğuna ve sevgisine mazhar kıldığı kimselerdendir.

112

Ona İbrahim'e

bir de sâlih kimselerden bir peygamber olmak üzere yani peygamberliğine hükmedilen ve sâlih kimselerden olması takdir edilen Sâre'den olma

İshak'ı müjdeledik. Ayette, ”sâlih kimselerden bir peygamber" denmesi, bu ifadenin vurgulanması ve asıl hedefin sâlih kimselerin safında yer almak olduğuna işaret edilmesi, peygamberliğin bizzat hem olgunluk, hem de olgunlaştırma anlamını kapsamasına yöneliktir.

113

Biz, hem ona, evlâtları içinde İbrahim'e,

hem de kendi soyundan olan gerek İsrail oğullarından ve gerekse diğer milletlerden, tıpkı Hazret-i Eyüp ve Şuayb gibi peygamberler çıkararak

İshak'a bereketler verdik. Onlara din ve dünyanın bereketlerini lütfettik.

Her ikisinin neslinden amelinde veya iman ve itaatle bizzat kendisine

iyi davrananlar olduğu gibi, inkâr ve günahlarla

açıkça nefsine zulmedenler de vardır.

Âyet-i kerimede dikkatimiz çekilmektedir ki, söz konusu peygamberlerin evlâtları ve nesilleri arasındaki zulüm ve isyan, kendilerine bir kusur ve noksanlık getirmez. Çünkü kişi, kendi soyundan ve neslinden olanların yaptığıyla değil, bizzat kendisinin yaptığı iyilik ve kötülüğün karşılığını görür. Nitekim Allahü teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır: ”Hiçbir günahkâr başkasının günahını çekmez..." (Fâtır: 18)

Gerçekten soy, iyilik ve kötülükte, itaat ve isyanda etkili olmaz. Bu sebeple her yönüyle dindar olan bir kimsenin günahkâr; mü'min olanın da inkarcı evlâdı olabildiği gibi, bunun tersi de mümkündür. Âyet-i kerime, peygamber evlâtları olmakla övünen Yahudilerin arzularını ve heveslerini kesmektedir.

Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Ey Haşim oğulları! İnsanlar bana amelleriyle gelirken, siz bana soylarınıza dayanarak gelmeyiniz." (12) Yani, insanların amelleriyle sizin soylarınız bir arada bulunmaz. Öyleyse bana amellerle gelin. Bu ifadeden maksat, insanlar amelleriyle geldikleri zaman, söz konusu kimselerin Hazret-i Peygamber’in huzuruna soylarıyla övünmelerinin çirkin olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim şâirlerden biri şöyle demiştir:

12- Bu ifade, Ahmed b. Hanbel ve Tirmizî'nin tahric ettiği hadisten bir bölümdür. Tirmizî'nin lâfzı şöyledir: ”Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi cehennemden kurtarın. Şüphesiz ben, Allah'tan size ne bir fayda sağlamaya, ne de bir zarar vermeye malik değilim. Ey Abd-i Menaf oğulları! Kendinizi cehennemden kurtarın..." Bkz. el-Fethu’l-Kebîr, 3/404.

Hazret-i Ali'nin soyundan gelmekle iftihar mı ediyorsun? idrarın aslı da temiz sudur. Kötü amellerin kirletmişse, Temiz nesebin faydası yoktur.

Bir başka şâir de şöyle demiştir:

Kişi, karakter olarak Bâhile Kabilesinden ise, Soyunun Haşimî kabilesinden olması fayda vermez.

Bâhile Kabilesi, densizlikle tanınan bir kabiledir. Çünkü onlar, artık yemekleri ve ölü hayvanın kemiklerinin iliğini yerlermiş. Bu karakterde olan kimseler için, ”İnsanlar göçmüş; geriye maymunlar kalmış," atasözü vardır. Bunlar, insan olmadıkları halde insanlara benzemeye çalışıyorlar. Bu sebeple akıllı kişi, soy-sopa aldanmamalı ve hesap günü kendisine fayda veren şeyler için çalışmalı ve gayret sarfetmelidir. Nitekim Zeynelâbidîn şöyle diyordu: ”Ey Allah'ım! Açık olan şeylerimi insanların nazarında güzel göstermenden, gizli olan şeylerimi de çirkin göstermenden sana sığınırım."

114

Yemin olsun ki, Biz, Mûsa ve Harun'a da lütufta bulunduk. Allahü teâlâ'nın sıfatlarından biri olan ”Mennân" sıfatı, hiçbir karşılık beklemeksizin veren ve lütfta bulunan demektir. Âyet-i kerimede geçen ve ”Mennân" kelimesinin de türediği ”menne" kelimesi, başkasına bir şey vermek anlamına geldiği gibi, verdiğini başa kakmak anlamına da gelir. Başa kakmak ise, Allah için değil, fakat insanlar için yerilen bir sıfattır. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Allah sizi minnet altına bırakır." (Hucurât: 17)

Âyetin anlamı şöyledir: ”Allah'a yemin olsun ki, Biz, Mûsa ve kardeşi Harun'a peygamberliğin yanında dinî ve dünyevî nimetler gibi başka şeyler de lütfettik."

115

Hem onları, hem de kavimlerini, İsrailoğu Harını Firavun'ın işkence etmesinden ve Kıptî olan kavminin eziyeti gibi

o büyük dertten kurtardık. Allahü teâlâ, burada belirtilen neticenin, sevimsiz şeylerden kurtarmak olunca, bunun ardından şu ifadesini getirmiştir:

116

Onlara yani Mûsa, Harun ve kavimlerine

yardım da yaptık. Bu sayede düşmanları Firavun ve kavmine karşı tam anlamıyla

galip gelenler, onlar oldular. Oysa daha önce kavimleri, Firavun ve kavminin elleri altında baskıya maruz kalarak onlara esir ve mahkûm durumda idiler.

117

Zikredilen bu neticenin ardından

bir de kendilerine açık, beliğ, beyan ve anlatmada zirvede olan

kitabı Tevrat'ı

verdik. Bu kitap, din ve dünya iyilikleri için ihtiyaç duyulan ilimlerin tümünü kapsayan bir kitaptır. Bununla ilgili olarak Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Gerçekten Tevrat'ı Biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nur vardır..." (Mâide: 44) Allahü teâlâ Tevrat'ı açık, ifadeleri anlaşılır bir şekilde indirmiştir. Bu sebeple hükümlerinin açık olması ve helâlin haramdan ayrılması konusundaki mükemmelliği dikkate alındığında sanki o kitaptan, ihtiva ettiklerini açıklaması ve izah görevini üstlenmesi talep edilmiştir.

118

Onlara bu kitap sayesinde, içinde bulunan ayrıntılı hükümler ve detaylı esaslarla doğruya ve hakka ulaştıran

doğru yolu gösterdik.

119

Sonra gelenler arasında da onlara (iyi bir nam) bıraktık.

120

Mûsa ve Harun'a selâm olsun. Yani sonradan gelen ümmetler arasında bu ikisiyle ilgili iyi nam ve övgüyü bıraktık. Bu sebeple söz konusu ümmetler onları hayırla anıyor; ”Mûsa ve Harun'a selâm olsun," diyor ve onlara dua ediyorlar. Bu durum kıyamete kadar devam edecektir.

121

İşte Biz, Mûsa ve Harun'un da içinde bulunduğu

iyilik eden kimseleri, böyle tam bir mükâfatla

mükâfatlandırırız. Noksan bir mükâfat ise söz konusu değildir.

122

Gerçekten her ikisi de inanan kullarımızdandı. Allahü teâlâ burada, bir önceki âyette geçen ”ihsan" (iyilik etme) yolunun iman etmek olduğuna işaret etmektedir. İman, gayb mertebesi; ihsan ise müşahade mertebesidir. İnsan, beslenmesi açısından bitki; hissetmesi ve hareket etmesi açısından hayvan; şekil olarak da duvarda bulunan resim gibidir. İnsanın üstünlüğü ise konuşma, ilim, anlayış ve beşerî diğer olgunluklarladır. Bu sebeple rivayet edilen şu ifadede şöyle denmiştir: ”Ebu Bekr’in sizden üstün olması, çok oruç tuttuğu veya namaz kıldığı için değil, kalbinde bulunan bir sırdan dolayıdır." (13)

Gerçekten Hazret-i Peygamber’in vefat ettiği günkü kararlılıkla hareketi ve diğer ashab-ı kiram gibi tereddüde düşmemesi, söz konusu bu sırrm bir sonucudur. Nitekim o gün minbere çıkarak, ”Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçti..." (Al-i İmrân: 144) âyetini okumuştur. Bu sebeple onun imanı daha kuvvetli, kararlılığı daha fazla ve sezgisi daha üstündür.

123

Doğrusu İlyas da İsrail oğullarına

gönderilen peygamberlerdendi. O, Mûsa'nın kardeşi Harun'un torunlarından Yasinin oğludur. Yaygın olan ve çoğunluğun kabul ettiği görüş budur.

124

O vakit kavmine şöyle demişti: 'Siz Allah'tan, O'nun azabından

korkmaz mısınız?

125

En güzel Yaratan'ı, sizin de evvelki atalarınızın da Rabbi olan Allah'ı, O'na kulluk etmeyi

bırakıp da Ba'l'e mi tapıyorsunuz?'

Yani ona tapmayın ve ondan hayır beklemeyin. Ba'l, Şam'da bulunan Bek halkına ait putun adıdır. Bu halkın bulunduğu yer, bugün Baalbek olarak bilinmektedir. Söz konusu put ise altındandı. Halk, bu puta aklanarak ona saygı duymuş ve tapınıştır.

Âyet-i kerimede Allahü teâlâ'nın aynı zamanda onların atalarının da Rabbi olduğunun dile getirilmesi, söz konusu kimselerin görüşlerinin batıl olduğunu ortaya koymaya yöneliktir.

Ayette geçen ”halk" kelimesi, yoktan var etmek, meydana getirmek demektir. Bu sıfat, Allah'tan başkası için tasavvur edilemez ki, Allah yaratıcıların en güzeli olsun. Buradaki ”En güzel Yaratanı" ifadesinin ”En güzel takdir edeni" anlamında olduğu da söylenmiştir. Veya putlarına ve iddialarına bakılarak tıpkı şöyle denmiştir: ”Farzet ki, burada icat edenler ve yaratanlar vardır. Onların yaratma anlayışları dikkate alındığında Allahü teâlâ bunların en güzel yaratan'ıdır.

126

Bak. Âyet 125.

127

Fakat onlar onu, İlyas'ı

yalanladılar. Şüphesiz onlar da onu yalanlamalarından ötürü

tutuklanacaklardır, cehenneme ve azaba sevkedileceklerdir. Onlar oradan uzaklaşamazlar, azapları da hafifletilmez. Çünkü tutuklanmak, örfen fenalığa delâlettir.

128

Ancak Allah'ın ihlâslı kulları müstesnadır. Burada, İlyas'ın kavminden onu yalanlamayanların olduğuna, dolayısıyla bunların azaba sevkedilmediklerine işaret vardır. Söz konusu bu kimseler, Allahü teâlâ'nın davet ve irşad gereği iman ve amelde başarılı kıldığı samimi kimselerdir.

129

Biz ona, îlyas'a,

sonradan gelenler, ümmetler

içinde (güzel bir nam) bıraktık.

130

îlyas'a selâm olsun. Yani söz konusu ümmetler, ona kıyamete kadar dua ederler ve ondan övgü ile bahsederler.

Âyette geçen ”İlyâsîn" ile İlyas, tıpkı ”Tûr-i Sîna" ve ”Tûr-i Sînîn" gibi aynı anlamda olan iki kelimedir.

131

İşte Biz îlyas gibi

iyilik edenleri, böyle tam bir mükâfatla

mükâfatlandırırız.

132

Doğrusu o, mü'min kullarımızdandı. Buradaki zamir, îlyas'a aittir. Bu durumda İlyas ile İlyâsîn tek bir şahıs olmaktadır.

133

Gerçekten İbrahim Halil’in kardeşi Harun'un oğlu

Lût da kavmine

gönderilen peygamberlerdendi. Bu kavim, Sedum halkı olup Lût'u yalanlayarak öldürmek istemişlerdir. Bunun üzerine o: ”Ey Rabbim! Beni ve ehlimi onların yapmakta oldukları kötülüklerden kurtar," demiştir. Allah da onu ve ehlini kurtarmıştır. İşte bu husus âyette şöyle buyrulmaktadır:

134

Hani Biz onu ve bütün ehlini kurtarmıştık. Yani onu ve ehlini toptan kurtardığımız zamanı hatırla.

135

Ancak bir koca karı geride azap içinde

kalanlar arasında oldu. Bu kadın, onun hain karısıydı ve inkarcıydı. Lût'un şeriatına göre putperest kadınlarla evlenmek caizdi. Âyette yaşlı kadın, pek çok işlerden âciz kaldığından dolayı ”acûz" diye adlandırılmıştır.

136

Sonra diğerlerini alt üst ederek ve üzerlerine taş yağdırarak

helak ettik. Allahü teâlâ önce üzerlerine taş yağdırmış, bununla yetinmiyerek ardından da onları alt üst etmiştir.

137

Ey Mekke halkı!

Elbette siz ticaretiniz için Şam'a giderken

sabahleyin onlara yani helak olmuş, Lût kavminin yurtlarına ve evlerine

uğrar geçer ve başlarına gelen felâketin izlerini müşahade eder

siniz. Çünkü Sedum, Şam yolu üzerinde bulunmaktadır. Âyette ise buna şöyle temas edilmiştir: ”O şehrin harabeleri bir yol üzerinde hâla durmaktadır." (Hicr : 76)

138

Ve geceleyin de... Yani sabah akşam, her zaman uğrar geçersiniz. Burada sadece sabah akşam değil, günün yirmi dört saati kastetilmektedir.

Artık bunu görüp ibret almak ve başlarına gelen felâketin aynısının başınıza gelmesinden korkmak üzere

düşünmez ve akıl etmez

misiniz? Sedum halkını inkârları sebebiyle helak etmeye ve köklerini kazımaya gücü yeten Allah, elbette Mekke kâfirlerini de helak etmeye ve köklerini kazımaya gücü yeter. Çünkü sebep ve tercih aynıdır. Hatta bunlar ötekilerinden daha da inkarcı ve yalancıdırlar.

139

Şüphesiz Metta oğlu Zu'n-Nûn ve balığın yuttuğu, dolayısıyla balığın dostu anlamında ”Sâhibu'l-hût" diye adlandırılan

Yunus da Semud kavminden geri kalanlarına

gönderilen peygamberlerdendi. Bunlar, Musul topraklarında Dicle kenarındaki bölgede bulunan Ninova halkıydı. Hazret-i Yunus onlara gönderildiği zaman kırk yıl kendilerini tevhide davet etmiş, onlar ise putlara tapmaya devam ederek onu yalanlamış ve bu tutumlarını sürdürmüşlerdi.

Bunun üzerine Hazret-i Yunus, aralarından çıkarak başlarına gelecek felâketle korkutmuştu. Daha sonra kavmi, bu felâket ve azabın işaretlerini görünce, doğrudan Allah'a dua ederek yakarışta bulunmuşlar; bu yalvarış ve bağış dileğiyle sahraya çıkmışlardı. Nidaları ise göklere yükseliyordu.

Bunun üzerine Allahü teâlâ, onlardan azabı kaldırmış ve tevbelerini kabul etmişti. Oysa Yunus, onların yok olmalarını bekliyordu. Akşam olunca kavminin yanından gelen bir oduncuya durumlarını sormuş, oduncu da: ”Onlar iyi, sıhhat ve afiyetteler," diyerek Yunusa, yaptıklarını anlatmıştı. Yunus ise: ”Yalancı saydığım bir kavme bir daha dönmem" demiş, vahyi beklemeksizin onlardan çekinerek ve sıkılarak yurtlarından çıkmış ve deniz tarafına yönelmişti. Bu hususa şu âyet-i kerimede yer verilmektedir:

140

Hani bir vakit insanlar, hayvanlar ve eşyalarla

dolu olan gemiye kaçmıştı. Yani kaçtığı o zamanı hatırla. Âyette geçen ”ibâk" kelimesi, aslında kölenin efendisinden kaçışı demektir. Yunus'un, Rabbinin izni olmadan kavminden kaçışı, takındığı tavrın yanlış olduğunu tasvir etmek üzere mecaz yoluyla bu kelime ile ifade edilmesi yerinde olmuştur. Çünkü o Allah'ın kuludur. Nasıl olur da Allah'ın izni olmadan kaçar? Ve nereye kaçıyor? Oysa Allah onu kuşatmaktadır.

Rivayet edildiğine göre Yunus, gemiye binip, gemi denizin ortasına gelince gidemez olmuş ve durmuştu. Bunun üzerine kaptanlar: ”Burada efendisinden kaçmış bir köle var. İşte geminin manifestosu! Geminin içinde kaçan bir köle olunca gemi gitmez" demişlerdir.

Fahruddin er-Razî şöyle demiştir: ”Kaptanlar: 'İçinizde günahkâr biri vardır. Aksi halde rüzgâr olmadan ve açık bir sebep bulunmadan bu gördüğünüz şey olmaz,' demişlerdir. Tüccar kısım ise: 'Biz bu tür şeylerle karşılaştık. Ne dersiniz? Kur'a çekelim; kime kur'a çıkarsa onu denize atalım. Çünkü birinin suda boğulması, herkesin boğulmasından daha iyidir,' demişlerdir. Bunun üzerine üç sefer kur'a çekmişler ve her seferinde kur'a Yunus (aleyhisselâm)'a çıkmıştır." Bu hususa şu âyette yer verilmiştir:

141

Kur'a çekti de mağlûplardan oldu.

142

O, yasaklanmış bir halde iken büyük

balık onu yuttu ve taşların tesbihini, duyacak kadar denizin altına indirdi.

Rivayete göre Allahü teâlâ balığa: ”Ver onu bakalım! Zira onu, sana rızık olsun diye değil, sadece karnın onun korunma yeri olsun diye verdim. Bu sebeple onun ne kemiğini kır, ne de ondan bir parça kopar," diye ilham etmiştir. Yunus, balığın karnında kırk gün kalmıştır. Buna, hasta bir halde sahile atılmış olması delâlet etmektedir. (14)

143

Şayet o, balığın karnında

tesbih edenlerden olmasaydı,

-ki, bu tesbih şu ifadeden ibarettir: ”Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum." (Enbiyâ: 87) ya da tesbih ederek ömrü boyunca Allah'ı çok zikredenlerden olmasaydı,

144

dirilme, kıyamet

gününe kadar onun, balığın

karnında diri veya ölü olarak

kalirdi. O takdirde balığın karnı kıyamet gününe kadar onun kabri olurdu. Fakat tesbih edenlerden olduğu için orada kalmadı.

"el-Vesît" isimli tefsirde şöyle geçmektedir: ”Yunus, iyi ve Allah'ı zikreden bir kuldu. Balığın karnına düşünce Allahü teâlâ: 'Şayet o, tesbih edenlerden olmasaydı, dirilme gününe kadar onun karnında kalırdı.' (Sâffât: 143, 144) buyurmuştur."

Firavun ise, azgın ve Allah'ı anmayı unutan bir kuldu. Suda boğulmaya başlayınca, 'İnandım; gerçekten İsrail oğullarının inandığından başka tanrı yoktur' dedi. (Yûnus: 90) Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Şimdi mi? Halbuki bundan önce isyan etmiştin." (Yûnus: 91)

İmam Şafii'den de şu husus nakledilmiştir: ”Günahı gideren en güzel şey tesbihtir. Çünkü zikir, ceza ve azabı kaldırır. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: 'Şayet o, tesbih edenlerden olmasaydı..." (Sâffât: 143)

145

Hasta balığın karnında kalmaktan kaynaklanan vücut zayıflığından dolayı rahatsız

halde -ki, doğduğu saatte gücü olmayan bebeğin vücudu gibi olmuş; artık güneş sıcağına ve rüzgârların esişine tahammülü olmayacak derecede güçsüzleşmişti.-

onu ağaçsız boş bir sahile attık.

Âyette geçen ”nebz" kelimesi, önemsizliğinden dolayı bir şeyi atmak demektir, ”ara" ise, açık yer demektir. Binalardan ve gölge veren ağaçlardan yoksun boş yere bu ad verilmiştir. Yani Biz balığı, onu ağaç ve bitkiden yoksun boş yere atmak üzere götürdük.

146

Ve ondan dolayı kendisini gölgelemek üzere yaprağı, her hangi bir gövdeye dayanmayıp yere doğru yayılmış halde olan kabak, karpuz vs. gibi

geniş yapraklı bir bitki bitirdik. Allahü teâlâ onun için, altında kabak bitmesi dolayısıyla gölgelik olan bir bitki bitirmiştir. Bu bitki bitirme hadisesi, Yunus'un mucizesi gibidir. O, bu bitkinin altında gölgelenmiş, bitki de onu sineklerden korumak için yapraklarıyla kaplamıştır. Çünkü sinek, diğer otlara olduğu gibi ona konmaz. Yunus, şaşkın halde deniz onu kenara atınca, sinekler ona acı veriyordu. Bunun üzerine söz konusu bitki, yapraklarıyla onu örtmüştür.

147

Onu yüz bine, hatta daha fazlasına peygamber gönderdik.

Bu topluluk, daha önce kendilerinden kaçmış olduğu kavmidir.

Âyette kastetilen, daha önce peygamber olarak gönderilmesidir. Yani kavminin arasından çıkmadan ve balık onu yutmadan önce onlara peygamber gönderilmiştir. Allahü teâlâ, önce onun peygamberlerden olduğunu bildirmiş, ardından onun yüz bine, hatta daha fazlasına peygamber gönderildiğini haber vermiştir. ”Hatta daha fazlasına" derken belirtilen bu fazlalık, bakan kişinin nazarına göredir. Yani kişi, söz konusu kalabalığa bakınca şöyle der: ”Onlar, yüzbin veya yüz yirmi bin kişidir." Bu sayı ile hedeflenen, onların çok olduğunu belirtmektir.

148

Nihayet azabın inmesiyle ilgili alâmetleri gördükten sonra ona içtenlikle

iman ettiler. Biz de onları bir süreye kadar geri bıraktık ve dünya hayatından

yararlandırdık. Söz konusu süre, Allah'ın kendilerine takdir etmiş olduğu süredir. Bu ifade, onlardan azabın ve cezanın kaldırılmasından kinayedir.

149

Şimdi onlara sor: Yani Allahü teâlâ bütün kemal sıfatlara, azamet ve yüceliğe sahip, yaratmada ve ulûhiyette tek olduğuna göre, azarlayarak ve cehaletle suçlayarak Kureyş halkına ve bazı Arap topluluklarına sor bakalım. Çünkü onlar şöyle diyorlardı: ”Allah cinlerle evlenmiş, onlardan melekler olmuş, bunlar da Allah'ın kızlarıdır. Bu yüzden melekler gözle görülmezler."

Böylece bu zümre, Allahü teâlâ'ya evlât isnat ederek, bu evlâtların erkek değil, bilakis kız olduklarını iddia etmişlerdir. Hatta onlar, erkekleri kendilerine, kızları da Allahü teâlâ'ya ayırarak batıl bir taksimat yapmışlardır. Erkek çocuklarıyla övünüyor, kız çocuklarından ise nefret ediyorlardı. Bu sebeple kız çocuklarını öldürüyor veya diri olarak gömüyorlardı. Bu konuda Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Onlardan birine bir kız çocuk müjdelendiği vakit öfkesinden yüzü simsiyah kesilir." (Nahl: 58)

'Kızlar Rabbinin de oğullar onların mı?' Onlara göre kız çocuklar değersiz, erkek çocuklar ise değerlidir. Burada, Rablerine karşı kendileri için bir tercih söz konusudur. Azıcık aklı bulunan kişi, böyle düşünmez ve konuşmaz. Bu âyet, tıpkı şu âyet gibidir: ”Demek size erkek, Allah'a dişi; öyle mi? Öyleyse bu, çok insafsızca bir taksim!" (Necm: 21, 22)

Allahü teâlâ, ardından onları başka bir şekilde susturmaya yönelerek şöyle buyurmuştur:

150

Yoksa Biz, mahlûkatın en şereflilerinden ve şekil itibariyle onlardan çok uzak olan

melekleri dişi yaratmışız da onlar, o zaman şahit miydiler? Ki, söylediklerini öne sürüyorlar. Çünkü bu tür şeyler, ancak görerek bilinebilir. Akıl yoluyla bilinmesine ise imkân yoktur. Bu sebeple meleklerin dişi olduklarını söyleyen, onların yaratılmasına şahit olması gerekir. Meleklerin yaratılmasını görmedikleri halde onlara nasıl dişilik atfediyorlar? Onların, melekleri dişi saymaları, meleklerin değerini ve üstünlüklerini hiçe saymaları demektir. Bu ifadenin ardından Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

151

Haberin olsun ki, onlar, uydurmalarından, tamamiyle yalan konuşmalarından

dolayı şöyle derler:

152

'Allah doğurdu.' Yani onların bozuk görüşleri, sadece açık bir yalana ve çirkin bir iftiraya dayanmaktadır. Onların bu konuda hiçbir delilleri bulunmadığı gibi, kesin olarak şüpheleri de yoktur.

Bu ifade ile Allahü teâlâ'ya şekil atfedilmekte ve O'na fanilik, ölüm izafe edilmektedir. Çünkü doğum, yok olmaya ve bozulmaya müsait varlıklara mahsustur.

Elbette bunlar, o sözlerinde hiç şüphesiz açıkça

yalancıdırlar.

153

Allah, kızları oğullara tercih mi etmiştir? Yani O'nun, kızları oğullara tercih ettiğini, daha değersiz ve daha düşüğünü kabul ettiğini mi söylüyorsunuz?

154

Size ne oluyor, bu meselede sizin yararınız nedir? Âlemlere ihtiyacı olmayan Allah'ın aleyhine, akl-ı selimin batıl olduğuna hükmettiği bu hükümle

nasıl hükmediyorsunuz? Bu hükümden vazgeçin. Çünkü böyle bir hükme varmak haksızlıktır.

Allahü teâlâ, önce onların tercihi istikametinde soru sormuş, ardından da iki cinsten üstün gördüklerini kendilerine, düşük gördüklerini de Allah'a ayırmalarından ibaret bu fasit hükme varmalarından dolayı hayretle soru sormuştur.

155

Hiç düşünmez misiniz? Yani bunu düşünüyor da batıl olduğunu anlamıyor musunuz? Çünkü bunun batıl olduğuna her akıllı hükmettiği gibi, aptal dahi hükmeder. Allahü teâlâ bunun ardından, onları başka bir yolla susturmayı hedefleyerek şöyle buyurmuştur:

156

Yoksa sizin açık bir belgeniz mi vardır? Yani meleklerin Allah'ın kızları olduğuna dair gökten size inen açık bir deliliniz mi vardır? Böyle bir hükme varmak için ortada ya hissî ya da aklî bir delil bulunmalıdır. Bu iki delilin bulunmaması halinde ise naklî bir delile gerek vardır.

157

O halde eğer sizbu hususta

doğru iseniz, davranışınızın doğruluğunu belgeleyen

kitabınızı getirin. Size, bu hükmün yer aldığı semavî bir kitap inmediğine göre, bu yalanda ne diye ısrar edip duruyorsunuz?

Bu âyetin ardından Allahü teâlâ, onların cevap vermekten yoksun, muhatap olmaya değmez olduklarını, durumlarının onlardan yüz çevirmeyi ve suçlarını başkalarına aktarmayı gerektirdiğini belirtmek üzere hitapta üçüncü şahsa geçişle şöyle buyurmuştur:

158

Bir de O'nunla, Allah ile

cinler arasında bir hısımlık uydurdular. Âyette geçen ”cinneh" kelimesi cin ve melekler topluluğu demektir. Fakat burada kastedilen, meleklerdir. (15) Cinler gözle görülmediği için ”cinneh" olarak adlandırılmışlardır. Anne karnında saklı bulunan bebeğe ”cenin" denmesi de bundandır. Akim perdelenmesi demek olan ”cunûn" (delilik) de yine aynı kökten gelmektedir.

15- Bu, bazı müfessirlerin görüşüdür. Doğrusu ”cinneh" kelimesinden maksat, insanların karşıtı olan cinlerdir. Buna göre âyette cinler kastetilmiş ve bununla, ”Allahü teâlâ cinlerle evlenmiş ve onlardan melekler doğmuştur." diyen müşriklere cevap verilmiştir.

Müşrikler, söyledikleri gibi Allah'la melekler arasında bir akrabalık kurarak bununla, Allah'la melekler arasında bir cinsiyet birliği olduğu sonucuna varmışlardır.

Yemin olsun cinler de bilirler ki, yani Allah'a yemin olsun kendileriyle Allah arasında bir hısımlık uydurmakla büyüklük atfettikleri cinler de bilirler ki, -burada asıl kastedilen, meleklerdir.-

onlar inkarcılar cehenneme

götürülecekler ve onunla azap edilecekler

dir. Söz konusu hısımlığı uydurduklarından ve yalan konuşmalarından dolayı cehennemden uzaklaşamayacaklardır.

Bu âyetin ardından Allahü teâlâ kendisini, onların uydurmuş oldukları yalandan tenzih ederek şöyle buyurmuştur:

159

Allah, onların isnad ettikleri vasıflardan, çocuk ve hısımlıktan

münezzehtir. Yani Allah, kendisine yaraşır şekilde yüce olduğunu belirtmiş, ya da söz konusu vasıflardan kendisini tenzih etmiştir.

Âyet-i kerimede, onların ahmakça sözlerine ve yanlış ifadelerine şaşılmış ve hayret edilmiştir.

160

Fakat Allah'ın ihlâslı kulları, onlar gibi değildir. Yani müşrikler Allah'ı, zikredildiği tarzda nitelerken Allah'ın, lütfü sayesinde şüphe ve tereddüt çıkmazından kurtardığı ihlâslı kullar ise O'nu bu şekilde nitelemekten uzak durmuşlardır.

161

Ey müşrikler!

Gerçekten siz ve taptıklarınız, ki, bu taptıkları şeyler, onları saptıran şeytanlardır. Burada, sözün kapsamını tahkik etmeye çok önem verildiğini belirtmek için söz konusu müşriklere hitaba yönelme olmuştur.

162

Evet sizler, O'na, Allah'a

karşı kimseyi yoldan çıkaramazsınız. Yani O'nun kullarından hiçbirini, günahlara ve korkuya kaptırarak saptıramaz ve ifsat edemezsiniz.

163

Ancak onlardan

cehenneme girecek olan hariç. Allahü teâlâ, onun kötü tercihi sonucu inkârda ısrar ettiğini, dolayısıyla cehennemliklerden olduğunu bilir. Aldatan ve saptıranlar ise Allah'ın takdiriyle cehennemliklerden olmasına hükmedilen kimseyi saptırırlar. İhlâslı olanlara gelince, bunları bozamazlar ve saptıramazlar.

164

Melekler şöyle derler:

'Bizden ki, burada meleklerin, kendilerine tapanları reddetmek üzere itirafı anlatılarak tıpkı şöyle buyrulmuştur: ”Allah'ın kızları kabul ederek kendilerine taptığınız melekler şöyle derler: Bizden

herkes için belli bir makam vardır. Yani her birimizin bilgide, ibadette ve âlemde bazı işleri organize etme konusunda Allah'ın emrine uygun hareket etmede bir mertebesi vardır. O, bu mertebeye bağlı olup onu ne aşabilir, ne de ondan bir santim inebilir. Yine o, Allah'ın azametine ve heybetine boyun eğmek ve büyüklüğüne, yüceliğine saygı göstermek durumundadır."

Âyette müşriklerin, meleklerin Allah'ın kızları olduklarına dair sözlerinin yanlış olduğuna dair bir uyarı vardır. Çünkü onların açık seçik olarak kulluklarını belirtmeleri, kulluğu kabul ettiklerini gösterir. Böyle olunca Allah ile onlar arasında cinsiyet nasıl söz konusu olabilir?

İbn Abbas şöyle demiştir: ”Göklerde bir karış yer yok ki, onun üzerinde bir melek namaz kılmasın, tesbih etmesin. Doğrusu bütün kâinat, yalnız Allahü teâlâ'nın bildiği şekilde mamur edilmiştir. Bu sebeple Hazret-i Peygamber, yalnız başına bulunma halinde bile olsa örtünmeyi ve çıplak halde erkeğin hanımıyla cinsi ilişki kurmamasını emretmiştir."

165

İtaat durumunda ve hizmet sahasında

saf bağlayanlar elbette biziz.

166

Tesbih edenler, Allahü teâlâ'yı O'nun yüceliğine yaraşmayan bütün vasıflardan takdis edenler

de elbette biziz.'

167

Doğrusu onlar yani Kureyş halkı

şöyle diyorlardı:

168

'Eğer bizim de yanımızda öncekilerinkinden yani öncekilere ait kitaplardan, Tevrat ve İncil'den

bir kitap olsaydı, elbette biz de Allah'ın samimi kulları olurduk.' Böylece yalnız Allah'a ibadet eder ve öncekilerin muhalefet ettiği gibi muhalefet etmezdik.

169

Bak. Âyet 168.

170

Fakat onu inkâr ettiler. Yani onlar, daha önceki semavî kitaplara hakim olan Kur'ân-ı Kerim gelince, onu inkâr ederek, gerek onun ve gerekse Allah Rasûlü'nün hakkında söylediklerini söylediler.

Artık ileride inkârlarının sonucunu ve büyük azaptan ibaret olan kötülüğünü

bileceklerdir. Bu onlar için korkutucu bir haber ve tehdittir.

Âyette, insanın herhangi bir aşağılama ve baskı olmadan cehennemin alt tabakasına ve iddialarının sonucuna katlanacaklarına işaret edilmektedir.

171

Yemin olsun ki, elçilikle görevlendirilen her durumda ibadeti bize has kılan

kullarımız kulluktaki ihlâs şerefine peygamberlik şerefini eklediğimiz kimseler

hakkında şu sözümüz, vaadimiz

geçmiştir: Yani Allah'a yemin olsun ki, bu sözümüz ezelde geçmiş veya Levh-i Mahfuz'da yazılmıştır. Zamana bağlı olan bu geçme hadisesi, sadece insana nisbetledir. Allah'a nisbet edilen bir iş ise anında olur. Allahü teâlâ, bu ifadenin ardından vaadini belirterek şöyle buyurmuştur:

172

'Elbette onlar mutlaka yardım göreceklerdir. Yardımsız bıraktığımız kimseler galip gelmedikleri gibi, yardım ettiklerimiz de mağlûp olmazlar.

Allahü teâlâ, bunun ardından ifadeyi genelleştirerek şöyle buyurmuştur:

173

Dünyada ve ahirette düşmanlarına karşı

mutlaka galip gelecek olanlar, elbette bizim ordularımız, peygamberler ve onlara uyan mü'min kullar

dır.' Bunların, bazı durumlarda yenilgiye uğradıkları görülse bile sonuç onlarındır. Çünkü hüküm, genele göredir. Nadir olan bir iş ise yok hükmündedir. Yenilgi, tıpkı Allah'ın emrine karşı gelmek, dünyaya meyletmek, kendini beğenmek, gururlanmak vs. gibi sebeplerle arızî olup, ilâhî desteğe engel teşkil etmez. Yardım ise sadece mümine yaraşan değerli bir makamdır.

Kâfir olanlara gelince, onların durumu da galip gelmek suretiyle kendilerini doğru yolda sanarak helake götürülmelerinden ve yardımsız bırakılmasından ibarettir.

Bazı kimseler şöyle demişlerdir: ”Allahü teâlâ, bu yardımla bilinen yardımı değil, aksine delili kastetmiştir. Çünkü hak, batıldan kılıçla değil, delille ayrılır. Bu ifade ile Allahü teâlâ, söz konusu delilin değişik devirler ve asırlardaki ümmetlere karşı peygamberlere ait olduğunu kastetmiştir."

Hasan-ı Basrî ise şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ bu yardımla delili değil, bizzat bu yardımın kendisini kastetmiştir." Hasan-ı Basrî daha sonra:"Hiçbir savaşta bir peygamberin öldürüldüğü haberi bana ulaşmadı" demiştir. Hasan-ı Basrî bu ifadesiyle, savaşa memur edilen kimsenin, bu işe memur edilmeyenin aksine mutlaka yardım gördüğünü kastetmiştir. Bu izah, Allahü teâlâ'nın, ”...Haksız yere peygamberleri öldürdüklerinden..." (Bakara: 61) ifadesi ve buna benzer ifadelerle söz konusu âyet ve benzeri âyetlerin arasını bulmaktan ibarettir.

Sözün özü, yardım gören ve galip gelenler ihlâslı kullardır. Çünkü galip ve azîz olan yüce Mevlâ'ya dayanan kimse yardım görür; galip ve muzaffer olur. Düşmanları ise yenilgiye uğrar, mağlûp olurlar. Allah'tan başkasına dayanan ve özellikle taşlardan yapılmış surlara ve kalelere sığınan, yenilgiye uğrar, mağlûp ve perişan olur.

174

Onun için bir müddet -ki, bu müddet, savaştan geri durma süresidir.-

onlardan yüz çevir. Yani yardım ve galibiyetin sana ve sana uyanlara olduğunu bildiğinde Mekke kâfirlerinden yüz çevir ve eziyetlerine sabret.

175

Öldürme ve esir olmak gibi başlarına gelen pek kötü hal ve feci ceza durumu karşısında

onları gözetle; olacak olan şeyleri o vakit

görecekler.

Ayette geçen ve gelecek zamanı ifade eden ”sevfe" sözcüğü, bir şeyi uzak göstermek değil, burada sözü edilen kimselerin tevbe edip iman etmeleri için bir uyarı niteliği taşımaktadır. Çünkü sakıncalı görülen bir şeyi uzak göstermek, korkutmaya engel olan bir şey gibidir.

"Görecekler" anlamındaki bu âyet indiği zaman Mekke'li inkarcılar, aşırı bilgisizliklerinden dolayı aceleci bir tavırla alaylı bir şekilde: ”Bu azap ne zaman gerçekleşecek?" demeleri üzerine aşağıdaki âyet inmiştir:

176

Çabucak azabımızı mı istiyorlar? Yani tekrarlanan bu tehditin ardından çabucak azabımızı mı istiyorlar? Buradaki soru, inkâr ve hayreti ifade etmektedir. Yani çirkin sayılan bu işe hayret ediniz!

Tevrat'ta şöyle geçmektedir: ”Bana mı aldanıyorlar, yoksa bana karşı cür'et mi ediyorlar?"

177

Fakat o vaadedilen azap,

onların sahalarına, açık alanlarına, bahçelerine ve yakınlarına

indiği vakit, tıpkı o bir ordu gibi onları yenmiş ve develerini ansızın evlerinin önüne çöktürmüştür.

O uyarılmışların yani azapla uyarılan ve onu yalanlayan, neticede iman etmeyenlerin

sabahı ne kötüdür! Bu ifade, ordunun sabahleyin saldırmasından istiaredir. Nitekim onların saldırısı sabahleyin çok olduğu için, gece de olsa bu saldırıya ”sabah" admı vermişlerdir.

178

Yine sen bir süreye kadar onlardan yüz çevir.

179

Onları gözetle; yakında göreceklerdir. Bu ifade, Hazret-i Peygamber için tesellinin ardından bir teselli, yeniden dirilmenin olacağına dair vurgulamanın ardından bir vurgulama ve Hazret-i Peygamber’in, tanımı ve izahı mümkün olmayan sevimli, değişik şeyleri göreceğine, inkarcıların ise sevimsiz, zararlı ve farklı şeyleri göreceklerine dair bir bildiridir.

180

İzzet sahibi Rabbin onların yakıştırdıklarından münezzehtir.

Bu hitap Hazret-i Peygamber'edir. Yani, ”Ey Rasûlüm Muhammed! Seni yetiştiren, mükemmel hale getiren, izzet sahibi ve mutlak galip olan Rabbini, müşriklerin O'nun büyüklüğüne yakışmayan evlât, eşler, ortaklar ve bundan başka azabı acele istemelerinin delâlet ettiği gibi, onlara karşı sana olan yardımın terk edilmesinin de içinde yer aldığı bazı şeyleri yakıştırmalarından tenzih et."

İzzet Allah'a mahsus olduğu için O'na izafe edilmiştir. Sanki ”O, izzet sahibidir, izzet sadece ona mahsustur," denilmiştir.

Yahut da izzet Allah'ın, peygamberlerden ve diğerlerinden aziz kıldıkları kimseler içindir. İzzet ve üstünlük, mahlûkat arasmda cereyan eden bir hadisedir. Bu sıfat, her ne kadar Allahü teâlâ'nın dışında da geçerli bir sıfat ise de, O'nun hakimiyeti altındadır ve O'na bağlıdır. Bu sebeple Allah, ”...Dilediğini aziz edersin..." (Âl-i İmrân: 26) buyurduğu gibi o sıfatı dilediğine verir.

181

İlâhî mesajları ümmetlere tebliğ eden ve onların ihtiyaç duyduğu dinî ve dünyevî meseleleri kendilerine açıklayan

peygamberlere selâm olsun. ”Selâm" bütün sevimsiz şeylerden kurtuluş ve her arzulanan şeye kavuşma demektir. Söz konusu peygamberlerin ilki Hazret-i Âdem, sonuncusu ise Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir.

Âyetteki ”selâm olsun" ifadesi, daha önce sadece bazı peygamberlerden söz edilmiş ise de bütün peygamberleri kapsamaktadır. Çünkü her birini zikretmek, sözün uzamasma sebeptir.

182

Hamd ise âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

Şeyh İzzeddin şöyle demiştir: ”'Elhamdülillâh" ifadesi, Allahü teâlâ'nın bütün zât ve sıfatlarına yönelik kapsamlı bir ifadedir. Alîm, kadîr, semi' (işiten) ve basîr (gören) gibi, subûtî sıfatların her biri bu ifadenin kapsamı içindedir. Bu sebeple biz, bildiğimiz bütün üstünlükleri ve idrak ettiğimiz bütün yücelikleri 'hamd' sayesinde ortaya koyabiliyoruz."

Öte yandan Ebussuud şöyle demiştir: ”Bu ifade, Allahü teâlâ'nın bütün selbî sıfatlarının vurgulanmasının ardından, O'nun subûtî sıfatlarıyla nitelenmesine bir işaret; bu sıfatları izleyen ve peygamberlerine pek değerli kerametler, din ve dünya ile ilgili faziletler sunmasının ve onlarla kendilerine uyanlara Allah'a hamd etmeyi gerektiren gizli-açık her türlü nimetleri bol bol vermesinin de yer aldığı üstün fiiller için de bir izahtır.

Yine bu ifade, Allahü teâlâ'nın vaadettiği yardım ve galibiyetin gerçekleştiğine dair bir vurgulamadır. Bundan asıl hedef ise, mü'minlerin Allah'ı nasıl tesbih edip hamd edeceklerine, kendilerine din ve dünya ile ilgili faziletlerin akışında Allah ile kendileri arasında vasıta olan peygamberleri hayırla nasıl anacaklarına dair onları uyarmaktır. Allah'a hamd edilmesiyle ilgili ifadeler arasında, 'Peygamberlere selâm olsun şeklindeki ifadenin yer alması, her halde bu sûre-i celilenin Allah'a hamd sözü ile sona ermesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü burada, Allahü teâlâ'nın onlara başarı lütfetmesi, hamd etmeyi gerektiren nimetler cümlesinden olduğuna işaret vardır."

Bazı kimseler şöyle demişlerdir: ”Kâfirlerin helak edilmesinden, mü'minlerin kurtarılmasından, her hal ve durumdan dolayı Allah'a hamd olsun. Yani Allah, her durumda övgüye lâyıktır."

Rivayete göre Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Kıyamet günü arzu ettiği mükâfata kavuşmak isteyen kimse, başkalarıyla birlikte oturduğu yerde son söz olarak, 'Sübhane Rabbike' den(16) itibaren üç âyeti okusun."

16- İbn Hâtem hadisi ”men ehabbe" yerine aynı anlamdaki ”men serrehû" lâfzıyle rivayet etmiştir. Bkz. ed-Düırü'l-Mensûr, 5/295.

İnanan insan, oturduğu yerden kalkmadan önce iki şeyle durumunu düzeltebilir: Birincisi, ifade edilen âyetle bol mükâfat talep etmek suretiyle; ikincisi ise, Hazret-i Peygamber’in şu sözünde işaret ettiği gibi, kefaretle olur: ”Kim, bir mecliste oturur ve orada anlamsız sözler sarfeder de ardından kalkmadan önce, 'Allah'ım! Seni her türlü noksanlıklardan tenzih eder ve sana hamd ederim. Senden başka hiçbir ilâhın olmadığına şehadet eder, senden mağfiret diler ve sana tevbe ederim' derse günahları bağışlanır." (17) Bu ifadede, gıybet gibi kul hakkı ile ilgili olmayan küçük günahlar kastetilmektedir.

Buna göre akıllı kişinin, oturduğu yerde gaflet içinde olmaması, aksine yalnızlığını gidermek için Rabbini zikretmesi, günahlardan arınması, kendini süsleyecek, arındıracak ve yüceltecek ifadelerle sözlerine son vermesi gerekir.

Allahü teâlâ'nın yardımıyla Sâffât Sûresi'nüı tefsiri sona ermiştir.

0 ﴿