ZUMER SURESİMekke devrinde nazil olmuştur, 75 âyettir. 1Bu kitabın Kur'an'ın ve Kur'an'dan da özellikle bu sûre-i şerifenin indirilişi izzet ve hikmet sahibi Allah'ın karındandır. Yoksa müşriklerin: ”Muhammed Kur'an'ı kendi kafasından uydurmuştur" şeklinde dedikleri gibi başkası tarafından indirilmiş değildir. Bazı âlimlere göre âyetin mânâsı şudur: Kitabın indirilişi Allah karındandır. O halde kitaba kulak veriniz, onun gereğince amel ediniz. Çünkü o aziz bir kitaptır ve aziz olan Rabbin katından aziz olan bir kula aziz olan bir meleğin dili ile yine aziz ve değerli olan bir ümmet hakkında indirilmiştir. 2Şüphesiz Biz kitabı sana hak olarak indirdik. Yani kitabın içinde ne varsa hepsi haktır, gerçektir. Üzerinde hiçbir şüphe yoktur. Ve kesin bir biçimde gereğince amel edilmesi gerekir. O halde sen de dini, Allah'a has kılarak O'na kulluk et. Yani amelini ve itaatini âlemlerin Rabbine has kılarak samimi davran. 3Dikkat et! Şirkten arınmış halis din yalnız Allah'ındır. Yani din O'nun hakkıdır ve O'nun kılmış olduğu vaciplerden oluşmuştur. ”Hâlis din yalnız Allah'ındır" demek, kul Allah'a olan itaatim yalnız O'na has kılmalıdır, demektir. Hasan şöyle der: ”Hâlis din İslâm dinidir. Çünkü İslâm'ın dışındaki diğer dinler şirkten hâlis değillerdir ve bu dinler Yüce Allah'ın emretmiş olduğu dinler değillerdir. Allahü teâlâ sadece İslâm dinini kabul edecektir. Ebû Hureyre (radıyallahü anh) rivayet ediyor: Adamın birisi gelir ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a der ki,: ”Ey Allah'ın Rasûlü ben biraz sadaka vermek istiyorum. Bunu verirken Yüce Allah'ın rızasını ve insanların da övgüsünü almak istiyorum." Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) cevap verir: ”Kudreti ile yaşadığım Allah'a yemin ederim ki, içinde Allah'a şirk koşulan hiçbir ameli O kabul etmez." Bundan sonra Rasûlüllah: ”Dikkat et hâlis din yalnız Allah'ındır" âyetini okur.(l) Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir başka hadisi şerifte şöyle buyurur: ”Allahü teâlâ buyurur ki,: Herhangi bir kimse, içine Benden başkasını da katmış olduğu bir amel yaparsa o amelin tamamı o kimseyedir ve Ben onun amelinden uzak olurum ve Ben şirkten en çok müstağni olanım." (2) Yüce Allah, ancak kendisine has olarak yapılan ameli kabul eder. İçine zerre kadar riya karışan ameli kabul etmez. Onu bırakıp bir takım dostlar edinenler, Allah'tan başkasını rab kabul edip onlara ve putlara tapanlar ve ibadeti sadece Allahü teâlâ'ya has kılmayanlar (derler ki,): 'Onlara, O dostlara, yani putlara kulluk ettiğimiz hususların hepsinde bizi sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz.' Kendilerine gökleri ve yeryüzünü kimin yarattığı sorulduğunda ”Allah" diyorlardı. ”Neden putlara tapıyorsunuz?" diye sorulduğunda: ”Onlara bizi sadece Allah'a yaklaştısmlar diye tapıyoruz," diyorlardı. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde kimisinin tevhid inancına inanıp kimisinin de Allah'a şirk koşarak aralarında ayrılığa düştükleri ve her bir zümrenin kendi inandığının daha doğru olduğunu iddia ettiği din konusunda aralarında hüküm verecektir. Yani dini sırf Allah'a has kılmayanlar ile bunların hasımları olan dini sırf Allah'a has kılanlar arasında hüküm verecektir. Ve bunun hükmü, tevhid erbabını cennete, müşrikleri de cehenneme koymak olacaktır. Şüphesiz Allah yalancı yani yalana batmış ve inkarcı kimseyi küfre alabildiğine dalan kimseyi doğru yola iletmez. Yüce Allah böyle bir kimseyi, hidayete ve istenmeyen şeylerden kurtuluş arzulanan şeyleri elde etme yolu olan hakka iletmez. Çünkü yalan ve inkâr basireti yok eder, hidayete uygun değildir. Çünkü bu iki özellik, sapıklığa dalma, azgınlıkta devam etme dolayısıyla aslî fıtratta değişiklik yaparlar. Onların yalancılıkları şundan ileri geliyordu: Onlar bazı dostları hakkında: ”Bunlar Allah'ın kızları ve oğludur," diyorlardı ve yine ilâhların kendilerine şefaatçi olacağını ve kendilerini Allah'a yaklaştıracağını söylüyorlardı. İnkârları ise bu dostlara tapmaları ve gerçek nimet vereni unutarak nimete nankörlük etmelerinden dolayı idi. Çünkü insanoğlu kendini ve âlemleri yaratanı, yoktan var edeni tanıma yetenekleri ile yaratılmıştır. İnsanın tabiatının ve mayasının gereği, kendini yaratana ibadet etmektir. Kendini yaratana yaklaşmak, Allah'ın insanları yaratmış olduğu fıtratın yani mayanın özelliklerindendir. Fakat fıtrattan gelen bu marifete ve tabiatın gereği olan bu ibadete itibar yoktur. Çünkü o, Allah'tan başkasını Allah'a ortak koşmakla kirlenmiştir. Çünkü Allah'a ortak koşmak, nefsin faaliyetlerinden ve onun heva ve hevesine uymaktan kaynaklanmaktadır. Oysa asıl itibar edilmesi gereken samimi ve katıksız tevhidden kaynaklanan marifettir. Bu marifetin emarelerinden birisi de peygamberlerin davetini kabul etmek, peygamberlere ve kendilerine indirilen kitaplara inanmak, heva ve hevese aykırı davranmak; keyfine uygun değil, tam tersine şeriata uygun biçimde ibadet etmek, Yüce Allah'ın kendilerine farz kıldığı farzları eda ederek O'na yaklaşmak, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnet olarak yaptığı nafile sünnetleri yerine getirmek ya da o sünnetlerin benzeri nafile ibadetlerde bulunmaktır. Bugün çeşitli tabakalardan herkes kendi inandığı din ve mezhebin gerçek olduğunu iddia etmektedir. Yüce Allah dünyada ve âhirette onların arasında hükmünü verecektir. 4Eğer Allah Müşriklerin ”Allah bir evlât edinmiştir" şeklinde iddia ettikleri gibi bir evlât edinmek istese idi, elbette yarattıklarından yani yarattığı mahlûkat cinsinden dilediğini seçerdi. Dilediği kişiyi evlât edinir ve seçerdi. Ne Meryem’i, ne İsa'yı ve ne de Uzeyr’i özel olarak evlât edinmez, başka bir cins yaratır, yarattığı cinsden daha üstün ve daha şerefli bir cins yaratır ve onu evlât edinirdi, fakat bunu mümteni olduğu için yapmıyor. Mümteni olan şeylere kudret ve irade ilgilenmez. O'nun bütün yaptığı kullarından dilediği kimseleri seçmesi ve onları kendi zatına yaklaştırmasıdır. Nitekim bunu, bazı melekler ve bazı insanlar arasından seçerek yapmıştır. Yüce Allah buna şu âyetinde işaret eder: 'Allah meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da..." (Hace: 75) Bu sebeple evlât edinme yerine seçme ifadesi kullanılmıştır. O münezzehtir, yani Yüce Allah bizatihi bundan ve onların iddia ettiği gibi dost ve evlât edinmekten münezzehtir. O, bir ikincisi olmayan -çünkü çocuk babasından sonra ikincidir. Onun cinsinden ve benzeridir.- Tek Kahharlığı her hangi bir cinsi ve benzerliği hiçbir şekilde kabul etmeyen ve kahhar olan Allah'tır. 5Allah gökleri ve yeri ve bu ikisi arasındaki bütün varlıkları hak ile yarattı. Doğru olarak bir takım hikmetleri ve maslahatları taşıyan biçimde yarattı. Yoksa bâtıl ve boşuna yaratmadı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor. Gündüzü de gecenin üzerine sarıyor. Yani gündüzü de gecenin üzerine örtüyor. Bazı âlimlerin açıklamasına göre geceyi kısaltıp gündüzü uzatması, âyetin deyimi ile Allah'ın ”tekvi-n'"dir. Yüce Allah bu ifadesi ile güneşin hareketine, doğduğu yerlerin değişimine, geceyle gündüzün uzayıp kısalmasına işaret etmektedir. Buna göre mânâ: Gece ve gündüzün her birini diğerine örtüyor. Sanki bir elbise üzerine bir diğerini sarar gibi geceyi gündüze, gündüzü de geceye sarıp sarmalıyor, demek olur. Ya da Yüce Allah sarığın dürümleri nasıl birbirini takip edip üstüste geliyorsa gece ile gündüzü de birbirinin peşine getirmek sureti ile adeta onları üstüste duruyor, demek olur. Güneşi ve ayı emri altına almıştır. Yani onları ilâhî emrine boyun eğdirmiştir. Onlardan her biri belli bir süreye kadar belli bir müddete kadar akıp gider. Kendi burçlarında yol alırlar. Ayette yer alan ”belli bir süre" den maksat her gün ya da her ay aldıkları biçimin sonuna kadar, demektir. Veya artık hareketlerinin kesilecek olduğu kıyamet gününe kadar, demek olur. Bütün bunlar Ademoğlunun menfaati içindir. Dikkat et! Biliniz ki, bir olan O, azizdir her şeye kadir ve her şeye üstündür ve bu sebeple âsî olan kullarına ceza vermeye de gücü yeter. Ve çok bağışlayıcıdır. Bu sebeple insanları cezalandırıp da bu göz kamaştırıcı yaratıklarından rahmetinin eserini ve bunların herkese şâmil olan menfaatini çekip almaz. İmam Gazalî (radıyallahü anh) Allah'ın ”gaffar" sıfatı hakkında der ki,: ”Gaffar iyilikleri ortaya çıkarıp çirkin şeyleri örten demektir. Günahlar bu çirkin şeylerden olup Yüce Allah bu dünyada üzerlerine perde çekerek, âhirette de cezasını vermeyip affederek bunları örter." Kulu üzerinde örtmüş olduğu ilk şey, gözlere çirkin gelen çirkin yerleri karın boşluğu içinde örtülü ve kapalı bırakıp dışını güzel yaratmasıdır. Kulun pislik ve necaset bulunan içi ile, temiz ve güzel olan dışı arasında ne büyük bir fark vardır. O halde insanın dışı neleri gösterirken içinde neler gizlidir bir bakmalı. Yüce Allah'ın ikinci örtmesi de şudur: İçinden geçen kötü şeyleri ve çirkin fiilleri yapma iradesini kalbinde sır olarak saklamış ve hiç kimse başkasının içinden geçen şeyleri öğrenme imkânı elde edememiştir. Eğer insanlar karşısmdakilerin akıllarından geçenleri, içlerinde taşımış oldukları hıyanet, aldatma ve başkalarına kötü zan besleme gibi duyguları öğrenebilselerdi, herkes birbirine kin duyardı. Dahası karşısındakini öldürmeye, ortadan kaldırmaya çabalarlardı. Şimdi dönüp bakmalı, Yüce Allah insanın içinden geçen sırları ve duyguları nasıl örtüyor ve kapatıyor? Üçüncüsü ise, aslında insanı herkesin gözünde rezil ve rüsvay etmesi gereken günahlarını bağışlamış olmasıdır. Allahü teâlâ insan imanlı olarak ölürse, günahlarının çirkinliğini iyi amellerinin sevabı ile örtmek için kötülükleri iyiliklerle değiştireceğini vaad etmiştir. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Herhangi bir mü'min diğer bir müminin ayıbını örterse Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter." (3) Din kardeşini gıybet eden, onun ayıplarını araştıran, kötülüğe yatkın bulunan kimseler Peygamber Efendimizin yukarıdaki anlatımından uzaktırlar. Hadisde anlatılan kimse, Allah'ın mahlûkatı arasında sadece güzel şeyleri yayan kimsedir. Hiçbir yaratık mükemmellikten ve eksiklikten, güzellikten ve çirkinlikten uzak değildir. 6Ey bütün insanlar! O Yani Allahü teâlâ sizi bir tek nefisten yarattı. O nefis Adem (aleyhisselâm)dir. Sonra ondan da eşini yarattı. Yani bu bir tek nefsin cinsinden eşini yarattı da böylece onları çift yaptı. Ve böylece nefsini tek iken çift hale getirdi. Yüce Allah mutlak olarak böyle bir yaratmada tektir. O halde kendisinin bilinmesi ve hiçbir ortak koşmadan O'na ibadet edilmesi gerekir. Sizin için hayvanlardan sekiz eş indirdi. Yani takdir etti ve sizin için taksim etti. Ya da âyetin mânâsı şöyledir: Yüce Allah yağmur ve benzeri gökten inen bir sebeb ile sizin için erkek ve dişi olmak üzere sekiz eş hayvan meydana getirdi. Bunlar; deve, sığır, koyun ve keçidir. Koyun cinsinden dişi ve erkek olmak üzere iki, keçiden, deveden ve sığırdan da dişili erkekli iki olmak üzere sekiz eş takdir edip yaratmıştır. At, katır ve eşek bu hayvanlardan değildir. Sizi de annelerinizin karınlarında yani rahimlerinde üç karanlık içinde, bunlar; karın, rahim ve rahim içindeki rü şey min karanlıklarıdır. Bir yaratılıştan sonra öbür yaratılışa (çeşitli safhalardan geçirerek) varanyor. Yani insanın anne karnında yaratılışını çeşitli merhalelerden geçirerek bütün vücut organları düzgün bir canlı olarak yaratıyor. İlkin bir nutfe (sperm) iken sırası ile spermden kan pıhtısına, kan pıhtısından uzuvları belirsiz et parçasına, sonra uzuvları belirli olan canlı et parçasına, ardından kemiksiz ete, sonra da kemiğe bürünmüş olan et parçasına ve son olarak da bütün organları yerli yerinde bir canlıya çevirerek yaratıyor. Buna benzer başka bir âyeti kerimede Yüce Allah şöyle buyurur: ”Oysa sizi türlü merhalelerden geçirerek O yaratmıştır." (Nuh: 14) İşte fiilleri sayılan şanı büyük Rabbiniz Allah budur. Yani yukarıda zikredilen merhalelerden geçirerek sizi yetiştiren, ibadetinizi sırf kendisine hâs kılmanız gereken mâlikiniz Allah'tır. Dünyada ve âhirette mülk O'nundur. O'ndan başka hiçkimsenin herhangi bir şekilde bu konuda O'na ortaklığı yoktur. O'ndan başka tanrı yoktur. O'ndan başka mâbud yoktur. Böyle iken nasıl oluyor da (O'na kulluktan) çevriliyorsunuz? Nasıl ve hangi düşünce ile O'na ibadet etmekten vazgeçip putlara tapmaya döndürülüyorsunuz? Oysa Allah'a ibadet etmeye dair gerekli olan her şey ve O'na götürecek sebepler mevcut iken, O'na ibadetten alıkoyacak hiçbir engel tamamiyle mevcut değil iken, Allah'a ibadeti bırakıp da O'ndan başkasına, ortada herhangi bir sebep yok iken ve buna engel bir çok neden var iken nasıl oluyor da ibadete dönüyorsunuz? Sadece aklî deliller bile, Allah'dan başkasına ibadetin bâtıl olduğuna hüküm vermekte yeterlidir. Bu aklî delillere şer'î deliller de katılmış iken nasıl oluyor da putlara tapıyorsunuz? O halde Yüce Allah'ın kapısına dönmek şarttır ve kaçınılmazdır. Çünkü gerçek nimeti veren odur. Kulluk O'na aittir. Çünkü O yaratıcıdır. Ebu Said el-Harraz der ki,: ”Kulluk üç çeşittir: Gerçek biçimi ile Allahü teâlâ'ya vefalı olmak, şeriatta Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a uymak ve ümmetin topluluğuna samimiyetle bağlanmak." Bil ki, ibadet, Yüce Allah'ın Zâriat Sûresi'nde buyurduğu gibi her şeyin yaratılışının ana gayesidir. Nitekim Yüce Allah ilgili âyette: ”Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriat: 56) Muaz (radıyallahü anh)'dan rivayet olunuyor: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dedim ki,: Ey Allah'ın Rasûlü, bana öyle bir amel bildir ki, onu işlediğimde beni cennete soksun, cehennemden uzaklaştırsm. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Büyük bir meseleyi sordun. Gerçekten bu, Yüce Allah'ın muvaffak kılıp kolaylaştırdığı kimseler için kolaydır. Allah'a İbadet edecek ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayacaksın. Namaz kılacaksın, zekâtını vereceksin, Ramazan orucunu tutup Allah'ın beytini hac edeceksin," buyurdular: Sonra şöyle devam ettiler: ”Sana hayrın kapılarını göstereyim mi? Oruç kalkandır, sadaka suyun ateşi söndürdüğü gibi günahı söndürür ve son olarak gecenin karanlığında namaz kılmaktır," buyurdular. Bundan sonra Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Korku ile ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için) vücutları yataklarından uzak kalır" (Secde: 16) âyeti kerimesini okudu, daha sonra şöyle buyurdu: ”Sana meselenin başını, ana bel kemiğini ve zirvesini söyleyeyim mi? Meselenin başı Islâmdır, bel kemiği namazdır, zirvesi ise cihaddır," buyurdular. Sonra: ”Sana işin ana cevherini ve özünü haber vereyim mi?" buyurdu. Dedim ki,: ”Evet ya Rasûlallah! ”Bunun üzerine Rasûlüllah dilini göstererek: ”Buna sahih ol" buyurdular. Dedim ki,: ”Ey Allah'ın Peygamberi! Biz konuştuklarımızdan hesaba çekilecek miyiz?" Buyurdu ki,: ”Allah iyiliğini versin. İnsanları yüzüstü ya da burunları üstüne cehenneme sürükleyen dillerinden başka nedir?" (4) 4- Hadisi Ahmed, Tirmizî, İbn Mâce, Hâkim ve Beyhakî rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Fethul Kebir, 3/18. 7Yüce Allah'ın yukarıda zikredilen çeşit çeşit nimetlerini gördükten, imanı ve şükretmeyi gerekli kılan büyük ve muazzam işlerini öğrendikten sonra O'nu eğer inkâr ederseniz... Burada Mekkelilere hitabedilmektedir, ancak daha ağır basan ihtimale göre bu hitap, tıpkı Yüce Allah'ın İbrahim Sûresi'nde yer alan şu: ”Eğer siz ve yeryüzünde olanların hepsi nankörlük etseniz bilin ki, Allah gerçekten hamdedilmeye lâyıktır." (İbrahim: 8) ifadesinde olduğu gibi bütün insanlaradır. Şüphesiz Allah size muhtaç değildir ve âlemlere de muhtaç değildir. O halde bilin ki, Allahü teâlâ sizin imanınıza ve şükrünüze muhtaç değildir. İmansız olmanızdan ve şükretmemenizden etkileniyor da değildir. Bununla beraber O, kullarının inkârına razı olmaz. Yani Onun kullarının kâfir oluşuna razı olmayışı sizin menfaatiniz ve size rahmet olarak zararınızı savmak içindir, yoksa kendisi bundan zarar gördüğü için değildir. Burada Yüce Allah'ın ”kullarının" deyip de ”sizin" dememesi yukarıdaki hükmün mü'minlere ve kâfirlere teşmil edilmesi ve kâfirlerin de O'nun kulu olduklarını ifade içindir. ”Rıza", gazabı terketmek demektir. Yüce Allah'ın kulu olarak nitelemesi O'nun kâfirlere kızmadığı anlamına gelmez. Çünkü kâfire gazab ettiği için ona cehennemi hazırlamıştır. Ve yine bu ifadeden irade etmediği sonucu da çıkmaz. Çünkü irade kavramında, rıza kavramındaki iyiliği isteme yoktur. Zira Yüce Allah hayrı ve şerri irade eder. Fakat inkâra ve fasıklığa razı olmaz. Çünkü rıza çirkin fiillere değil, güzel fiillere aittir. Ehl-i sümıet âlimlerinin kanaati budur. Eğer şükrederseniz Yüce Allah'a iman eder ve O'nun vahdaniyetini kabul ederseniz sizin için bundan hoşnut olur. Bu âyetin mânâsı şudur: Yüce Allah şükre ve imana sizin için ve sizin menfaatiniz için razı olur. Yoksa kendisinin bundan yararlandığı için razı oluyor değildir. Zira iman ve şükür sizlerin dünyada ve âhirette mutluluğu elde etmenize sebeptir. Hiç bir günahkâr diğerinin günahını çekmez. Günahı çeken hiç bir nefis başka bir kişinin günahını ve masiyetini üstlenmez. Nihayet hepinizin dönüp gidişi Rabbinizedir. Yani öldükten sonra dirilmek suretiyle dönüşünüz Rabbinizedir. O'ndan başkasına değildir. İşte o esnada, O vakit yaptıklarınızı O size haber verir. Yani dünyada iken yapmış olduğunuz inkâr veya iman bütün amellerinizi size haber verir. Ve buna karşılık size sevap veya ceza ile karşılık verir. Çünkü O, kalblerde olan her şeyi hakkıyla bilendir. Yani kalblerin derinliklerinde olan şeyleri çok iyi bilendir. O halde kalbin derinliklerinde olanı bildiğine göre, dışa vurduğunuz zahirî amellerinizi nasıl bilmez? Bu âyeti kerime inkârın ve azgınlığın zararmm yine kâfirlere döneceğine delildir. Nitekim şükrün ve imanın faydasının da şükür ve iman edene döneceğine delil olduğu gibi. Yüce Allah âlemlere muhtaç değildir. Nitekim bir kutsî hadiste, Allah'ın âlemlerden müstağni oluşu, şu şekilde yer alır: ”Ey kullarım! Sizin dünyaya ilk gelenleriniz ve sonra gelenleriniz beşer cinsinden olanlarınız ve cinler tümünüz içinizden en muttaki olan bir kimsenin kalbinden daha muttaki bir kalbe sahib olsanız bu, benim mülküme hiç bir şey katamaz, Ey kullarım! Dünyaya ilk gelenlerinizden en son geleninize kadar tümünüzün insanların ve cinlerin tümünün kalbi içinizden en günahkâr olanın kalbi gibi olsa bu, benim mülkümden hiçbir şeyi eksiltemez. - Hadisin sonu şu şekilde biter -"Herhangi bir kimse bir iyilikle karşılaşırsa Allah'a hamdetsin, bundan başka bir şeyle karşdaşırsa sadece kendi nefsini kınasın. ”(5) Gerçekten şükür, hoşnutluğa sebeptir. Nitekim Yüce Allah: ”...Eğer şükrederseniz sizin için bundan hoşnut olur..." (Zümer: 7) Şükrün şerefli bir şey olması dolayısı ile peygamberlerine şükretmeyi emretmektedir. Nitekim Hazret-i Mûsa'ya: ”...Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol." (A'raf: 144) diye emretmiştir. Peygamberler şükrün faziletini bildikleri için şükretmeye atılmışlar ve koşmuşlardır. Rivayet olunduğuna göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın gece namaz kılmaktan iki ayakları şişince Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) O'na der ki,: ”Yüce Allah Senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlamadı mı?" Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu soruya şöyle cevap verir: ”Ben çok şükreden bir kul olmayayım mı?"(6) Bu hadisi şerif gece kalkıp namaz kılmanın ne kadar faziletli olduğuna dikkat çekmektedir. Çünkü Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gece namaz kılmayı Allah'ın nimetine şükür olarak nitelemiştir. Cenabı Allah bizleri ve sizleri sâlih, sâdık, sözünde, fiillerinde ve durumlarında samimi kullarından eylesin. Fâsıklardan, yalancı ve riyakârlardan eylemesin. Amin. 8İnsanın başına bir sıkıntı gelince Fakirlik, hasta olmak ya da benzeri bir kötü duruma düşünce Rabbine yönelerek yani Yüce Allah'a tevbe, samimiyyet ve ihlâsla yönelerek bu sıkıntıyı ortadan kaldırması için O'na yalvarır. İnsanın başına bir sıkıntı geldiği zaman korkması, boyun eğmesi, Rabbine korkusunu arzetmesi O'nun huzurunda yalvarıp yakarması tabiatının gereğidir. Sonra ona katından bir nimet verince yani Yüce Allah sonra insana büyük bir nimet verip sıkıntısını giderince, içine düştüğü o belayı kaldırıp durumunu düzeltince ve iyileştirince önceden yani nimet verilmesinden önce yalvarmış olduğunu unutur. Yani gidersin diye daha önce yalvarmış olduğu sıkıntıyı unutur. Nitekim Yüce Allah: ”...Fakat Biz ondan sıkıntısını kaldırınca sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü Bize duâ etmemiş gibi geçip gider." (Yunus: 12) âyeti kerimesinde de aynı şeye değinmektedir. Ya da âyetin manası şöyledir: Sonra ona katından bir nimet verince daha önce duâ ettiği ve yalvarıp yakardığı Rabbini unutur. Bu sebeple Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Abdullah b. Abbas (radıyallahü anh)'a şöyle demişti: ”Rahat zamanında Yüce Allah'ı tanı ki, sıkıntıya düştüğün zaman O da seni tanısın."(7) 7- Bu ifade Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Abdullah b. Abbas'a nasihatta bulunmuş olduğu hadisi şerifin bir parçasıdır. Bu hadisin baş tarafı şöyledir: ”Ey Delikanlı! Ben sana bir takım kelimeler öğreteceğim. Allah'ı gözet ki, O da seni gözetsin..." Hadisi Ahmed, Tirmizî ve Hâkim rivayet etmişlerdi. Bkz. el-Fethu’l-Kebîr, 3/400. Böylece insanları tevhidden ibaret olan Allah'ın yolundan saptırmak için O'na eşler ibadette bir takım ortaklar koşar yani tekrar putlara tapmaya geri döner. Ey Rasûlüm Muhammed! Bu sapan ve saptıran kişiyi tehdit etmek üzere durumunu ve ilerideki akıbetini beyan etmek için de ki,: 'İnkârınla biraz eğlenedur yani azıcık bekleyedur. Çünkü sen âhirette muhakkak cehennem ehlindensin.' Yani cehenneme gireceklerden ve sürekli olarak orada azap göreceklerdensin. Sanki şöyle denilmiş olmaktadır: Sen Benim emretmiş olduğum imanı ve itaati kabul etmekten kaçındığına göre Allah'ın cezasını tatman için bu nimetleri terketme işi sana lâyıktır. 9Yoksa o, geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden... Bu âyetin manası şöyledir: Taş yürekli sert kâfir mi durum itibari ile ve akıbetçe daha hayırlıdır, yoksa meşhur olan rivayete göre Hazret-i Osman b. Afvan mı daha hayırlıdır? Nefsini tezkiye edip süsleyen herkes âyetteki bu ifadeye dahildir. Âyetin metninde ”secde etme" hareketinin ”kıyamda durma" hareketinden önce zikredilmesi, secdenin daha fazla ibadet niteliği taşımasından dolayıdır. Burada secde ve kıyamda durmaktan maksat namaz kılmakdır. Namaz kılma fiilinin secde ve kıyamda durma hareketleriyle ifade edilmesinin sebebi bunların namazın en büyük rükünlerinden olmalarından dolayıdır. Âyetin metninde yer alan ”kaim" kelimesi namazda uzun süre kıyamda durmak anlamınadır. Âhiretten çekinen sanki: ”O kişinin namazda ibadet etmesinin sebebi nedir?" diye bir soru sorulmakta ve bu soruya: ”Öldükten sonra dirilmeye iman ettiği için âhiret azabından çekinmektedir," diye cevap verilmektedir. Ve Rabbinin rahmetini yani mağfiretini ya da cennetini dileyen kimse (o inkarcı gibi) midir? Çünkü o kimse Rabbinin rahmetini, mağfiretini ya da cennetini dilemektedir. Yoksa kâfirin yaptığı gibi sadece dünyanın zararından kaçınmakta ve hayrını ummakta değildir. Bu âyeti kerime gösteriyor ki, mü'minin ”korku" ile ”ümit" arasında olması gereklidir. Mü'min Rabbinin rahmetini O'nu tanıdığı ve iman ettiği için umarken, amelindeki kusurundan dolayı azabından da çekinir. Ümit haddi aşınca ”emin olmaya" dönüşür. Korku ise haddi aşınca ”ümitsizlik" olur. Bunların her ikisi de küfürdür. Sonra âyeti kerime gece namazına teşvik etmektedir. Eşlem kabilesinden Rabia b. Kâ'b (radıyallahü anh) der ki,: ”Ben Rasûlüllah (aleyhisselâm)'la bir gece beraber oldum. O'na abdest suyunu ve ihtiyacı olan şeyleri getiriyordum. Bana dedi ki,: 'İste.' Ben de: ”Cennete seninle arkadaş olmayı isterim," dedim. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Bununla birlikte başka isteğin var mı?' diye sordu. Ben de: Sadece bu, dedim. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): 'O halde sen de çok secde ederek kendinle, ilgili olarak bana yardımcı ol,' buyurdu."(8) Hadisteki ”çok secde ederek" ifadesinden maksat ”çok namaz kılarak" demektir. Hakkı beyan etmiş olmak, ilmin ve amelin şerefini vurgulamak için De ki,: 'Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?' Yani yukarıda zikredilen ibadet eden kimse gibi amellerin gerçek yüzünü bilip de gereğini yapan kimse ile onları bilmedikleri için bir kâfir gibi bilgisizliğinin ve sapıklığının doğrultusunda amel edenler bir olur mu? Özet olarak âyetin manası şudur: Kendisinde bilginin hakikati ve gerçeği bulunanla bulunmayan bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri hakkıyla öğüt alır. Yani bu apaçık beyanlardan ancak her türlü sakatlıklardan ve kuruntulardan uzak olan akıl sahipleri öğüt alır. Bu âyeti kerimede ilmin fazileti beyan edilmekte ve amel etmeyen âlimler tahkir edilmektedir. Bunlar Yüce Allah'ın katında cahil kimselerdir. Zira ibadet eden kimseler akıl ve sağlam bir anlayış sahibi olarak gösterilmektedir. Bir hadisi şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”İlim öğrenmek her Müslümana farzdır" buyurmaktadır.(9) İmam Gazali İhyasında der ki,: ”Her Müslümana farz olan ilmin ne olduğu hakkında âlimler ihtilâf etmişlerdir. Kelâm âlimleri bu ilmin Allah'ın tevhidi kendisi ile kavranıldığı O'nun zatı ve sıfatları kendisi ile bilindiği için kelâm ilmi olduğunu söylemişlerdir. Fıkıh âlimleri ise ibadetler, helâl ve haram kendisi vasıtası ile bilindiği için bu ilmin fıkıh ilmi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Tefsırciler ve hadisçiler ise bütün ilimlere ulaştırdığı için bunların kitap ve sünnet olduğunu söylemişlerdir. Kısacası her bir zümre kendi meşgul olduğu ilim dalının vacip olduğunu ifade etmiştir. Doğru olan insanın öğrenmeye muhtaç olduğu her dini ilmin farz olduğudur. Bunun içine tevhid ilmi dahil olduğu gibi fıkıh hadis vb. ilimler de dahildir." Hadis metninde yer alan ”her Müslümana" ifadesi, gerek erkek gerek kadın her mükellefe demektir. Kastedilen ise insanın bilmemesinin caiz olmadığı ilimlerdir. Dil ile şehadet getirmek, kalb ile ikrar etmek ve öldükten sonra tekrar dirilmenin hak olduğuna ve benzeri şeylere inanmak ve sonra ibadetlerle ilgili bilinmesi gerekli şeylerin bilgisi ile alış veriş gibi yaşamanın kurallarına ait meselelerin bilgisi buna dahildir. Şer’i bir mesele ile meşgul olan herkesin bunun ilmini öğrenmesi farzdır. Kalbin tevekkül, inabe, huşu ve rıza gibi durumlarının bilgisi de buna dahildir. Ve yine cömertlik, cimrilik, korkaklık, cesaret, kibir, tevazu, iffet, açgözlülük, israf, pintilik vb. ahlâk ilimlerini bilmek de farzdır. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Faydası olmayan ilimden sana sığınırım" demiştir. Burada kasdedilen ilim, kişiyi yasaklanan şeylerden alıkoymayan, emredilen hususlara götürmeyen ilimdir. ” 10Söyle: 'Ey inanan kullarım! Rabbinizden korkun. Yani Rabbinize karşı duymuş olduğunuz takvada sabit olun. Çünkü inkârdan ve şirkten uzak olarak takvanın elde edilişi imanladır. Buna göre âyetin manası şöyle olur: Rabbinize itaat ederek, O'na karşı günah işlemekten kaçınarak azabından ve gazabından korkunuz. Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Yani bu dünyada ihlâs ile iyi ameller işleyenlere iyilik vardır. İyi amellerin başı da kelime-i şehadettir. Çünkü kelime-i şehadet iyiliklerin en başında gelir. İşte böyle davrananlara âhirette mahiyeti bilinmeyen büyük bir sevap ve ikram vardır. Bu iyilik, cennet ve Allah'ın cemalini müşahadedir. Çünkü iyiliğin karşılığı iyiliktir. "iyilik yapmak" diye tercüme edilen ve âyet metninde yer alan ”ihsan" kelimesi Allah'ı görüyormuşçasına O'na ibadet etmektir. Sen O'nu görmüyorsan da O seni görmektedir. Kimin ameli çirkinse âhiretteki mükâfatı güzellik olmayacaktır. Allah'ın (yarattığı) yeryüzü geniştir. Herhangi bir kimseye, kendi vatanında ihsanda bulunması, Allah'ı görüyormuşçasına ibadet etmesi ve takva üzere hareket etmesi zor geliyorsa, bu konuda zorluklarla karşılaşıyorsa, peygamberlerin ve sâlih insanların yolundan giderek bunun mümkün olabileceği yere hicret etsin. Çünkü her ne olursa olsun böyle bir kimsenin görevlerini ihmal etmesinde sığınacak olduğu bir mazereti yoktur. Bu âyeti kerime, içinde günahların, Allah'a isyanın zuhur ettiği bir yerden hicret etmeyi teşvik etmektedir. Ancak sabredenlere yani dinlerini yaşamak üzere sabredenlere, eziyetler karşısında dinini terketmeyip onun çizmiş olduğu sınırlara riayet edenlere, çeşitli belâlar ve işkenceler karşısında dininin hakkını gözetmekte kusur etmeyenlere -ki, bu eziyet ve belâların içinde ailesinden ve vatanından hicret etmek de vardır- sabretmelerine karşılık sayısız ve hesapsız bir şekilde mükâfatları hesapsız ödenecektir.' Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a soruldu: ”İnsanlar içerisinde belâsı en şiddetli olan kimdir?" Rasûlüllah: ”Peygamberlerdir, sonra onlara en yakın olanlar, ardından da bunlara en yakın olanlardır. Bir kimse dinine göre belâya uğrar. Dinine ne kadar sıkı sıkıya bağlıysa uğradığı belâ o oranda şiddetli olur. Dininde ne derece incelik varsa o oranda belâya uğrar. Günahlarından arınıp yeryüzünde günahsız olarak yürüyünceye kadar kula belâ gelmeye devam eder. ”(10) buyurmuştur. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Yüce Allah'tan herhangi bir kula kendi ameli ile erişemeyeceği bir makam tahsis edilince, Yüce Allah bu kulu vücudunda veya malında ya da çocuğunda imtihan eder, sonra da vermiş olduğu bu belâya karşılık onu sabretmeye davet eder. Nihayet daha önce ona tahsis etmiş olduğu makama onu ulaştırır." Ve yine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”En büyük mükâfat büyük belâlarla birlikte olur. Yüce Allah herhangi bir topluluğu sevdiği zaman onları imtihan eder. Kim hoşnut olursa hoşnutluk kazanır. Kim kızarsa kızgınlık elde eder" (12) 11Rivayete göre Kureyş kâfirleri Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a der ki,: ”Bizim yaptığımız ibadete karşı mücadeleye seni zorlayan sebeb nedir? Babalarının dinine ve kavminin ileri gelenlerine bakmaz mısın? Lat ve Uzza'ya ibadet ediyorlar. Sen de bu dine gir." İşte bu teklife karşılık Yüce Allah buyurdu ki,: "Ey Rasûlüm Muhammed! Müşriklere de ki,: Yüce Allah'ın katından: 'Bana, dini Allah'a hâlis kılarak, O'na kulluk etmem emrolundu. Yani ”...De ki, bana sadece Allah'a kulluk etmem ve O'na ortak koşmamam emrolundu..." (Râ'd: 36) âyetinde ifade edildiği üzere ibadeti sadece hak olan mabuda sunarak, onun dışında hiçbir kimseyi kastetmeyerek, riya ve şirkten uzak bir biçimde ibadeti sadece Allah'a hâlis kılarak kulluk etmem emrolundu. 12Böylece bu ümmetin içinden bana Müslümanların ilki olmam emrolundu.' Yani dünyada ve âhirette onların en önlerinde gelen kişi olmam emrolundu. Çünkü dinde en önde gelen kişi olmak, ancak dininde ihlâs ile mümkün olur. Bu açıklamanın ışığı altında âyetin manası şudur: Bana kendi zamanımda yaşayan insanlar arasında İslâm'a ilk giren kişi olmam emrolundu. Çünkü bütün peygamberler, kendisinden önce Müslümanlar olsa da kendi zamanında yaşayanlar arasında Müslümanlıkta ve babalarının dinine uymamaya çağırmada önde gelenler olmuşlardır. 13De ki,: İhlâsı terkederek şirkinize meyletmek sureti ile 'Rabbime karşı gelirsem doğrusu büyük günün azabından korkarım.' Yani kıyamet gününün azabından korkarım. O gün, içinde günahın ve kişinin kötü halinin büyüklüğüne göre muazzam bir korku ve korkunç bir belâ dolayısıyla büyük bir gündür. Bu âyeti kerime, mübalağa yoluyla günahtan kaçındırmaktadır. Çünkü derecesi bu kadar büyük olmakla birlikte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) isyan ettiği takdirde bu kadar korkarsa ümmetin diğer fertleri haydi haydi daha fazla korkacaklardır. 14De ki,: 'Ben dinimde her türlü şüphe, kir ve pislikten uzak olarak ihlâs ile ancak emredildiğim şeylerde Allah'a ibadet ederim. Yoksa ne doğrudan doğruya müstakil olarak ve ne de şirk koşmak sureti ile O'ndan başkasına ibadet etmem. 15Siz de O'ndan başka ibadet etmeyi dilediğinize tapın.' Bu, şu demektir. Yani ben Allah'ın bana emrettiği şeylere sarıldım. Ey kâfirler siz ise ibadet etmeyi dilediğiniz şeylere ibadet edin. Buradaki emir ”...dilediğinizi yapın! Şüphesiz O, yaptıklarınızı görmektedir." (Fussılet: 40) âyeti kerimesinde olduğu gibi tehdit ifade etmektedir. el-İrşad isimli eserde şöyle denilmektedir: ”Bu âyet gayet açık bir biçimde onlara Yüce Allah'ın ne derece gazab ettiğini göstermektedir. Başlarına Allah'ın cezası gelmesi için sanki O'ndan başkasına ibadet etmeleri yasaklanmamakta, tersine emrolunmaktadır. Müşrikler Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: ”Ey Rasûlüm Muhammed babalarının ve dedelerinin dinine karşı gelmek sureti ile hüsrana uğradın", deyince Yüce Allah (celle celalühü) da şöyle buyurdu: De ki,: 'Gerçekten hüsrana uğrayanlar yani insanın düşündüğü, ilgi gösterdiği şeyi zayi etmesi ve kendisi için gerekli olanları itlaf etmesinden ibaret olan tam hüsran kıyamet günü, sapmak ve inkârı tercih etmek sureti ile hem kendilerini hem de sapmak ve kendileri için inkârı tercih etmek sureti ile ailelerini ziyana sokanlardır.' Yani kendilerini ve ailelerini herhangi bir eşya gibi zayi edip telef edenlerdir. Çünkü onlar kendilerini ve ailelerini ebedî azaba maruz bırakmışlar ve onları ötesinde daha büyüğü olmayan helâka sürüklemişlerdir. Bilesiniz ki, bu hüsran apaçık hüsrandır. Zira cenneti cehennemle, cennetin derecelerini cehennemin aşağılık mertebeleri ile değiştirmişlerdir. 16Onların üstlerinde ateşten tabakalar, altlarında da tabakalar var. Ayetin manası şöyledir: Hüsrana uğrayanların üstünde kat kat, üstüste yığılmış ateşten ”zulel" (gölgelikler) vardır. Bu kelimeden maksat da cehennemin ateşinden ve o ateşin dumanından oluşmuş tabakalar ve onları kuşatıcı bir ateş duvarı vardır, demek olur. Ateşe, âyetin ifadesi ile gölgelik denmesi, onun yoğunluğundan ve çokluğundandır. Çünkü bu ateş, cehennemliklerin yukarılarına bakmalarına engel olur. Bu ifade onların cehennemde ne kadar kötü bir durumda olacaklarına işaret etmekte ve kendilerini alaya almaktadır. Çünkü gölgelik, gölgelenmek ve serinlenmek için kullanılan bir araçtır. Ve özellikle Hicaz bölgesi gibi sıcak topraklarda kullanılır. Gölgelik bizatihi ateşten yapılmış olursa çok daha sıcak ve o gölgeliğin altına sığınanlar çok daha fazla gam ve keder duyarlar. "Altlarında da tabakalar var" ifadesinden maksat, ateşin onları tıpkı ”...Biz zalimlere öyle bir cehennem hazırladık ki, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır..." (Kehf: 29) ifadesinde olduğu gibi onları her yönden kuşatmıştır. Âyet metninde yer alan ”duvarları" kelimesinden maksat, cehennemin çadırı onları kuşatmıştır demektir. Burada kendilerini kuşatmış olan cehennem ateşi daha önce Kehf sûresinde geçtiği üzere çadıra benzetilmiştir. Bu âyetin bir benzeri de Ankebut Sûresi ile A'raf Sûresi'ndeki şu iki âyeti kerimedir: ”...O günde azap onları hem üstlerinden hem ayaklarının altından saracak..." (Ankebut: 55), ”Onlar için cehennem ateşinden döşekler, üstlerine de örtüler vardır." (A'raf: 41) İşte Allah kullarını Kur'an-ı Kerim'de iman etsinler diye bununla bu çok şiddetli azapla korkutuyor. Ve tehdit âyetleri ile onları korkutuyor ki, kendilerini sokacak olduğu cehennemden kaçınsınlar. Zikrolunan azap, kâfirler için hazırlanmıştır. Bu ifade, Yüce Allah'tan mü'minlerin korkup da itaat etmek ve tevhid inancına sarılmaları için sevkedilmiştir. Ey kullarım! Benden korkun. Benim gazabıma sebep olacak şeylerden kaçının. Bu ifade, Yüce Allah tarafından yapılmış bir nasihattir ve son derece lütuf ve rahmet taşımaktadır. Âyetten anlaşılmaktadır ki, Yüce Allah cehennemi, kullarını cennete sevketmek üzere bir kamçı olarak yaratmıştır. Zira yaratılmış her ne varsa bunların tamamı bir hikmeti ve maslahatı, yani menfaati sağlamaktadır. 17Tağuta kulluk etmekten kaçınıp yani her türlü sapıklığın önderi olan kimseden, putlardan, Allah'tan başka ibadet edilen her türlü şeyden, ehl-i kitabın azgınlarından ve sapıklarından ve şeytandan uzaklaşıp bunlara kulluk etmekten kaçınıp... Çünkü, Allah'tan başkasına ibadet etmek, şeytana kulluk etmek, demektir. Çünkü, bunu emreden ve allayıp pullayıp süsleyen şeytandır. Allah'a yönelenlere Allah'tan başkasından tam manasıyla yüz çevirip bütün benliği ile O'na yönelenlere dünyada vahiy yoluyla peygamberlerin dilinde ya da ölüm anı gelip çattığında ve bundan sonra dirilme esnasında meleklerin dilinde en büyük hoşnutluk ve sevaba dair müjde vardır. Tağuttan kaçınmaktan maksat, tağutu inkâr etmek demektir. Allah'a dönmek ise, Allah'a iman etmektir. Nitekim Yüce Allah bu konuda Bakara sûresinde şöyle buyurur: ”...O halde kim tağutu reddedip Allah'a inanırsa kapmayan sağlam kulpa yapışmıştır..." (Bakara: 256) Yukarıki âyette önce tağuttan kaçınmanın ifade edilmesi, sonra da Allah'a dönmekten söz edilmesi tıpkı tağutun inkâr edilmesinin imandan önce zikredilmesi meselesinde olduğu gibi kelime-i tevhide uygun düşmesi içindir. Çünkü ”lâ ilahe illallah" (Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur) kelime-i tevhidinde de önce bütün ilâhların varlığı ortadan kaldırılmış, sonra Yüce Allah'ın uluhiyeti ifade edilmiştir. 18Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. Bu âyeti kerime söz konusu müjdenin Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dilinden olacağını açıkça ifade etmektedir. Bu müjde dünyadaki müjdedir. Meleğin yapacağı müjdelemeye gelince bu müjdeleme âhirette olacaktır. Nitekim Yüce Allah Yunus sûresinde buna şöyle değinmektedir: ”Dünya hayatında da, âhirette de onlara müjde vardır..." (Yunus: 64) Kısaca ifade etmek gerekirse, âhiret müjdesi, dünya müjdesinin sonucudur. Dünya müjdesini hak eden ve buna lâyık olan kimse âhiret müjdesini de hak eder. Rivayete göre bu âyeti kerime Hazret-i Osman b. Affan. Abdurrahman b. Avf, Sa'd, Said, Ta Iha ve Zübeyir haklarında nazil olmuştur. Bu kişiler Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh)'e durumunu sormuşlar, o da iman ettiğini söylemiştir. Bunun üzerine adı geçen kimseler iman etmişlerdir. Bu açıklamaların ışığında âyetin manası şöyle olur: Ebu Bekir'den dinleyip de sözün en güzeli olan ”Lâ ilahe illallah" (Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur) sözüne tâbi olan ve buna uyan kullarımı müjdele. Âyetin manası şu şekilde de olabilir: Gerek Kur'an gerek başka bir şey olmak üzere mutlak olarak sözü dinleyip de bunun en güzeli olan Kur'ân'a iman ederek ve salih amel işleyerek uyan kullarımı müjdele. Çünkü Yüce Allah Kur'an hakkında ”...Allah sözün en güzelini . . .indirdi..." (Zümer: 23) buyurmaktadır. Bütün sözlerin içinde en güzeli Yüce Allah tarafından söylenen veya Allah için ifade edilen ya da Yüce Allah'a götüren sözdür. Bir örnek vermek gerekirse maktulun velisi, katilin kanını taleb eder. Yani kısas edilmesini isterse bu güzeldir. Ama katili kısas etmekten affeder diyet almaya razı olursa bu daha güzeldir. Kötülüğe misliyle mukabele etmek güzeldir. Fakat misli ile bile olsa mukabele etmeyip affetmek ve bağışlamak en güzelidir. Bir kimse bir şey satarken tartısında ya da ölçüsünde kılı kılına eşit davranırsa bu güzeldir. Fakat verdiği malı biraz daha fazla verip terazinin kefesini ağır bastırırsa bu daha da güzeldir ve yine bir kişi kendisine verilen selâmı ”ve aleykum selâm" diye alırsa bu güzeldir ama ”ve aleykumü's-selâm ve rahmetti İlahi ve barekâtuhu" şeklinde alırsa bu en güzelidir. Söz konusu âyetin benzeri, A'raf sûresinde Yüce Allah'ın Hazret-i Mûsa'ya hitap ettiği şu sözleridir: ”(...Ve dedik ki,): Bunları kuvvetle tut, kavmine de onun en güzelini almalarını emret..." (A'raf: 145) Bir başka âyet de bu sûremizde ileride gelecek olan şu âyeti kerimedir: ”...Rabbinizden size indirilenin en güzeline tabi olun." (Zümer: 55) Kur'an'ın tamamı güzeldir. En güzel olma kavramı bunu alan ve gereğince amel edene göredir. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler yani hak dine ve bu dinin güzellikleri ile vasıflanmaya ilettiği kimseler, güzelliklerle vasıflı kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır. Yani vehim hastalığının bulaşmasından heva ve hevesin çekim ve cazibesinden kurtulmuş olan ve hidayete lâyık olan akıl sahipleri başkaları değil, onlardır. Bu ifade gösteriyor ki, hidayet, Yüce Allah'ın fiili ve insan nefsinin de bunu kabul etmesi ile elde edilir. Bir başka ifade ile kulun kesbinin, hidayetin kazanılmasında normal olarak bir payı vardır. 19Hakkında azap hükmü gerçekleşmiş kimseyi ve ateşte olanı sen mi kurtaracaksın? Yani Yüce Allah'ın katından hakkında sapıklık hükmü gerçekleşmiş ve hakkında azap hükmü sabit olmuş kimseyi sen mi kurtaracaksın? Bu söz konusu hüküm Sâd süresindeki şu âyeti kerimedir: ”...Mutlaka sen ve sana uyanların hepsi ile cehennemi dolduracağım." (Sâd: 85) Bu açıklamaya göre âyetin manası şöyle olur: Ey Rasûlüm Muhammed! İnsanların hal ve durumlarına sen mi maliksin? Yüce Allah'ın adaleti gereği kâfirlerden birisi hakkında azap hükmü sabit olduğu zaman onu sen mi kurtaracaksın? 20Fakat bugün şirkten, günahlardan, hatalardan şehvetlerden, heva ve hevese tapmaktan dolayı Rablerinden korkanlara -Yüce Allah bu gibi kimseleri cehennemden kurtarmıştır. İşte bu gibi kimselerin takvalarına karşılık- üst üste yapılmış köşkler vardır. Yüce Allah burada beyan ediyor ki, bu gibi kimselere naim cennetlerinde, kâfirlerin cehennemdeki düşük derecelerine mukabil, üstün dereceler vardır. Yukarıda anlatılan bu köşkler sağlamlık ve kuvvetli lik bakımından yeryüzüne yapılmış evler gibidirler. Altlarından ırmaklar akan köşkler vardır. Yani gerek alçak gerek yüksek bu köşklerin altlarından alçaklığına ve yüksekliğine bakılmaksızın dört nehir akar. Bu, Allah'ın verdiği sözdür. Yani onlara bu köşk ve evlerin sözünü veren Yüce Allah'tır. Allah verdiği sözden caymaz. Çünkü sözden caymak bir eksikliktir. Bu da Yüce Allah açısından imkânsızdır. Ebu Said el-Hudrî (radıyallahü anh) Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: ”Cennetlikler aralarındaki faziletteki farktan dolayı kendi üzerlerinde köşklerde kalanları doğu ve batı ufkundaki yıldızı gördükleri gibi görürler. ” Sahabeden bazıları sordular: ”Ey Allah'ın Rasûlü, bu mertebeler peygamberlerin mertebeleridir. O dereceleri hiç kimse elde edemez değil mi?" Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Hayır, kudreti ile yaşadığım Allah'a yemin ederim ki, Allah'a inanan ve peygamberleri tastik eden kimseler o mertebelere erişirler," buyurdu." (13) Bir başka hadisi şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Cennete giren kimse nimete erer. Mutsuz ve bedbaht olmaz. Giydiği elbiseler eskimez ve gençliği sona ermez." (14) 21Ey bakan kişi! Allah'ın yukarıdan bir su, yağmur indirip de onu yerdeki kaynaklara yerleştirdiğini, yağmuru indirip de bu suyu yerdeki kaynaklara kattığını ve vücudumuzdaki damarlar misali gözelere ve kaynaklara koyduğunu görmedin mi? Bu ifade, kaynakların mekânını beyan etmektedir. Yine söz konusu ifade, kaynak sularının yağmur suları olduğuna, yeryüzünde tutularak sonra yerden azar azar çıktığına işaret etmektedir. Sonra onunla türlü türlü renklerde ekinler çıkardığını buğdaydan, arpadan ve bunun dışında diğer şeylerden çeşit çeşit ekinler çıkardığını, görmedin mi? Yani Yüce Allah'ın buğday, arpa ve benzeri sınıf sınıf ekinler çıkardığım, ya da renk renk çeşitli tatlarda ekinler bitirdiğini görmedin mi? Sonra onlar kurur da yani sonra bittiği yerden kuruması tamamlanınca sapsarı olduklarını görürsün. Yeşil ve taptaze iken artık kuruduğu için sapsarı olduklarını görürsün. Sonra da Allahü teâlâ onu kuru bir kırıntı yapar. Sonra da sanki dün yerinde yokmuş gibi parça parça kırıntı yapar. Şüphesiz ayrıntılarıyla zikredilen bunlarda akıl sahipleri için sakatlık ve hastalık şaibesinden uzak olan aklı sahipleri için büyük bir öğüt vardır. Bu öğüt onlara durumun gerçek yüzünü hatırlatmak içindir. Onlar böylece dünya hayatının durumunu hatırlarlar ve hızla gelip geçtiğini, tıpkı her yıl müşahade etmiş oldukları bitkilerin durumu gibi süratle sona ereceğini hatırlarlar da dünyanın güzelliğine aklanmazlar, fitnelerine kapılmazlar. 22Allah kimin gönlünü İslâm'a açmışsa yani Allah kimi gönlü geniş ve İslâm'ı benimsemeye hazır olarak yaratır da böylece aslî fıtratı üzere kalır, daha sonra edinmiş olduğu bir takım alışkanlıklarla değişmemiş bulunursa o Rabbinden büyük bir nur üzerinde değil midir? Burada ”Rabbinden bir nur" dan maksat kulun kâinata dair ve vahiy yoluyla indirmiş olduğu âyetleri müşahade esnasında kendisine kaynayıp gelen lütfü ilâhî ve bu âyetlerle hakka ulaşmasına yardım demektir. İşte böyle bir kimse göğsü kasvetlerle dolan Yüce Allah'ın yaratmış olduğu fıtratı kendi kötü tercihi ile değiştirmesi dolayısıyla kalbi daralan ve bu sebeple üzerine azgınlığın ve sapıklığın kara bulutları çöken kimse gibi midir? Üzerine böyle kara bulutlar çöküp de yukarıda işaret olunan âyetlerden tamamiyle yüz çevirip bunlardan ibret almayan ve bunları ganimet bilmeyen kimse gibi midir? Nitekim bu gerçeğe Yüce Allah: ”Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar. Kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır." (Enam: 125) âyeti kerimesinde işaret etmektedir. Bu açıklamalara göre âyetin manası şöyle olur: Bir nur üzerinde olan kimse, karanlıkta bulunan kimse gibi değildir. Nur ile karanlık, ilim ile cehalet birbirine eşit olmadığı gibi bu ikisi de birbirine eşit değildir. Allah'ı anmak hususunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! Bunun manası da şöyledir: İsmi zikredildiğinde kalblerin açılması ve huzur bulması gerekirken kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun. Bir başka ifade ile onların yanında Allah'ın zikri geçip âyetleri anıldığında onlar bu sebeple tiksinirler ve kalpleri kasvetle dolar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: ”Kalblerinde hastalık (kâfirlik ve münafıklık) olanlara gelince onların da inkârlarını büsbütün artırır..." (Tevbe: 125) Yukarıdaki âyetin manası ya açıklandığı gibidir ya da şu şekilde olabilir: Allah'ın zikrini kabul etmemekten kalbleri katılaşmış olan kimselere yazıklar olsun. Malik bin Dinar (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği rivayet olunur: ”Herhangi bir kul kalp katılığı gibi bir cezadan daha büyüğüne çarpmış değildir. Yüce Allah herhangi bir topluluğa gazap etti mi onlardan rahmeti çeker alır." İşte bunlar yani kalp katılığı ile nitelenen bu uzak kimseler, apaçık bakan herkes için sapıklık olduğu besbelli bir sapıklık, haktan uzaklık içindedirler. Rivayet olunur ki, bu âyeti kerime nazil olduğu zaman: ”Bu nasıl olur ey Allah'ın Rasûlü? diye sorarlar. Yani kalblerin açılması ne demektir, diye sorarlar. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): 'Nur kalbe girince kalp açılır ve genişler', buyurur. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a tekrar sorarlar: 'Bunun alâmeti nedir?' Rasûlüllah cevap verir: 'Ebediyet yurduna dönmek, dâru'l-gurur olan (dünya)dan uzaklaşmak, ölüm gelmeden önce onun için hazırlık yapmaktır.'“(b) 23Allah sözün en güzelini... ”Sözün en güzeli," Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an-ı Kerim’in güzelliğinin sonu yoktur. İfadelerindeki güzelliğe, manalarındaki tatlılığa tayin edilecek bir sınır yoktur. Kur'an-ı Kerim, bütün peygamberlere ve nebilere nazil olmuş kitapların içinde en güzeli, en mükemmeli, en çok ahkâm bulunduran kitaptır. Ve yine fesahati ve bu noktadaki mucizesi ile sözlerin en güzelidir. Çünkü o Allah'ın kelâmıdır. Tamamı doğru olduğu için ve başka sebeplerden dolayı ezelî bir kitaptır. Âyette Kur'an-ı Kerime ”söz" denilmesi Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in onu kavmine söylemiş olmasından, Rabbinden nazil olan şeyleri haber vermiş olmasındandır. Böyle olması Kur'an'ın mahlûk olduğuna, ezelî olmayıp sonradan olduğuna delâlet etmez. Arap larda ”söz" denildiği zaman bundan ”haber"anlaşılır. Birbiriyle uyumlu, içindeki âyetlerin manaları doğruluk ve sağlamlıkta birbiriyle ahenkli, hakkı ve doğruyu haber vermede, mahlûkatın menfaatlerini hayatlarında ve akıbetlerinde gözetmede ahenkli, fesahat yönünden lâfızları birbiriyle uyumlu. İfadelerinin dizilişi icaz (bir benzerini getirmekten âciz kılma) yönünden birbirine denk ve tekrarlanan bir kitap olarak indirdi. ”Tekrarlanan" diye Türkçeye çevirdiğimiz ”mesânî" kelimesi, tekrar tekrar okunan ve tekrar edilen demektir. Çünkü içindeki kıssalar, haberler, ahkâm, emirler, yasaklar, vaadler, tehditler ve öğütler tekrar etmekte, tekrar tekrar ifade edilmektedir. Ya da âyetleri tekrar edilmekte çünkü kıraat esnasında tekrarlanmaktadır. Ve Kur'an peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in dili ile: ”O çok tekrar edilmekle eskimez."(16) Nitelendiği üzere hiç kimse onu okurken usanmaz. Hadiste Kur'an'ın tekrar edilmekle eskimeyeceği ifadesinin manası ise - insanların sözlerinin tersine- Kur'an'ın okunmasından ve işitilmesinden alman lezzetin ve güzelliğin, onu okuyanların tekrar tekrar okumaları, işitenlerin tekrar tekrar dinlemeleri ve mütefekkirlerin bunun üzerinde tekrar düşünmelerinden dolayı bu güzelliklerin ve tadın ortadan kalkmaması demektir; ya da Kur'an asırlar boyunca tekrarlanır, eskimez ve ortadan kalkmaz. Zamanla yok olan, ortadan kalkan başka şeyler gibi Kur'an zamanla yok olup gitmez. Kur'an için tekrar edilen bir kitaptır demek mümkündür. Çünkü Kur'an içinde bulunan faydalar ve yararlar Rasûlüllah’ın ifade buyurduğu gibi: ”Kur'an'ın içindeki hayret verici şeyler hiçbir zaman son bulmaz." (17) Bir durumdan diğerine yenilenir, tekrar eder. (Tekrar edilen) şeklinde yer alan ”mesaniye" kelimesi ”tekrar etmek" fiilinden türemiş olacağı gibi, ”sena" (övmek) fiilinden de türemiş olabilir. Bu takdirde Kur'an-ı Kerim kendisini okuyanı, öğreteni ve gereğince amel edeni övmeye götürecek bir takım unsurların ebediyete kadar olacağına işaret emiş olur. Bu açıdan Yüce Allah Kur'an-ı Kerimi. ”Kerem" yani değerli ve ”Mecd" yani şerefli vasıflarıyla nitelemiştir. Nitekim Yüce Allah ”Şüphesiz bu korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur'an'dır" (Vakıa: 77) ve ”Hakikatte o Levh-i Mahfuzda bulunan şerefli Kur'andır." (Buruc: 21 ) buyurur. Buraya kadar âyetin orjinal metninde yer alan ”mesaniye" kelimesini ilk olarak ”tekrar edilen" ikinci olarak ”övgüye layık" olarak açıklanılş okluk. Bir üçüncü manası da şudur: Belagatı ve icazı dolayısıyla övülmüş Kur'an'dır. Hatta Araplardan birisi diğerine: Onun fesahatma secde etmez misin? demiştir. Rabblerinden korkanların onun etkisinden derileri ürperir, derken hem derileri ve hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar. Bu şu demektir; Rablerinden korkan bu kimselere Allah'ın rahmeti, mağfiretinin herkesi kuşattığı anlatılınca bedenleri ve ruhları yumuşar. Duydukları korku ve titreme kaybolur; içlerindeki huşu ümide, korku isteğe dönüşür. Âyet metninde açıkça ”rahmet" söylenmeyip de ”Allah'ın zikri" denmesi rahmetin önemini vurgulamak içindir ya da Allah'ın adı anıldığında rahmetin hatıra gelmesinden dolayıdır. İşte bu durumu açıklanan kitap, Allah'ın dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. ”Allah'ın dilediği" den maksat, muttaki olan mü'minlerdir. Nitekim Yüce Allah ”0, muttakiler için bir yol göstericidir" (Bakara: 2) buyurmaktadır. Yüce Allah muttakileri doğru yola, kulun kendisinin yeteneklerini ve gücünü hidayet yoluna çevirmesi suretiyle iletir. Kulun gücünü ve yeteneklerini kitabın içindeki gizli delilleri ve Yüce Allah'ın katından gelen kâinat delilleri üzerinde düşünmesini sağlamak suretiyle çevirmektedir. Allah kimi de saptırırsa yani Allah kimde de sapıklığı yaratırsa, kudretini ve gücünü onu yok edecek noktaya çevirerek tam manasıyla hakka götürecek yoldan saptırarak, vaadinden ve tehdidinden tanı olarak etkilenmemesini sağlayarak, kendisinde sapıklığı yaratırsa artık ona yol gösteren olmaz. Sapıklığın çukurundan kendisini kurtaracak bir yol gösteren olmaz. 24Kıyamet gününde yüzünü şiddetli azaptan şiddetli ve feci azaptan korumaya çalışan kimse, (bundan emin olan kimse gibi) midir? Âyet metninde yer alan ”ittika" (korumak) bir insanın kendine zarar verecek şeyleri savmak için kendi nefsini koruması demektir. Buna göre âyetin manası şöyle olur: Er önemli organı olan yüzünü kıyamet gününde şiddetli azaptan korumaya çalışan kimse -ki, bu kâfirdir - bundan emin olan kimse gibi midir? "Kâfirin yüzünü feci azaptan korumaya çalışması" bütün korkunç ve istemediği şeylerden kendisini koruyacak olan elinin boynuna bağlı olacağından dolayıdır. Söz konusu azaptan emin olacak kimse ise mü'mindir. Ona istemediği herhangi bir şey gelmeyecektir. Hiçbir şekilde o kendini korumaya muhtaç olmayacaktır. İnkârı ve kâfirliği, imanın, yalanlamayı tasdikin, isyanı itaatin yerine koyan ve yapan zalimlere: 'Kazandığınızı tadın' denilir. Yani cehennemin bekçileri tarafından onlara: Dünyada iken devamlı olarak kazanmış olduğunuz küfrün, yalanlamanın ve günahların vebalini tadın, denilir. 25Onlardan öncekiler yani Mekke kâfirlerinden önce gelip geçmiş ümmetler yalanladılar da yani onlar, senin kavmin, seni nasıl yalanladıysa peygamberlerini o şekilde yalanladılar da farkına varmadıkları bir yerden lıiç hesaba katmadıkları bir yönden azabın ve kötülüğün geleceğini hiç akıllarına getirmedikleri bir cihetten kendileri emniyet ve huzur içinde refaha dalmış yaşarlarken onlara her bir ümmet için takdir olunmuş olan azap çattı. ”Farkına varmadıkları bir yerden" ifadesinin manası şudur: Onlar kendilerini güven içinde hissederlerken, azabın gelip çatacağından gaflet halinde bulunurken azap kendilerine gelip çattı. Azabın en şiddetlisi de beklenmeyen ve süpriz olarak gelen azaptır. 26Bu suretle Allah dünya hayatında onlara rezilliği ve küçüklüğü tattırdı. Bir başka ifade ile bunu yemeğin tadına bakan bir kimsenin hissettiği gibi hisseliler. Âyet metninde ”dünya hayatında" denilmesi bu rezilliğin tadına varıldığı yerin beyan edilmesi içindir. Söz konusu rezillik, biçimlerinin değiştirilmesi (insan kılığından, domuz, maymun biçimine sokulmaları gibi), yerin dibine batırılmaları, suda boğulmaları, katledilmeleri, esir alınmaları, bulundukları yerden sürgün edilmeleri ve buna benzer çeşitli cezalardır ki, bu ceza, en hafif bir cezadır. Kendilerine hazırlanmış olan âhiret azabı daha şiddetli ve sürekli olduğu için dünya azabından daha büyüktür. Eğer bilselerdi. Yani eğer bilmek onların şanından olan bir husus olsaydı bunu bilirler ibret alırlar, Allah'a ve O'nun peygamberine isyan etmezler, kendilerini azaptan kurtarırlardı. Şu halde aklı başında olan bir kimseye düşen, cehennemin azabından kurtulmak için Rabbine tevbe ve inabe ile dönmekdir. Ariflerden birisi der ki,: ”Dünyada kalacağın kadar dünyan, için âhirette kalacağın oranda da âhiretin için çalış. Yüce Allah'a olan ihtiyacın kadar Allah için amel et. Cehenneme götürecek amelleri cehennem ateşine dayanabileceğin miktarda yap." Yaratılıştan zaten zayıf olan insanoğlu için cehennem ateşine dayanmak mümkün olamayacağına göre böyle bir kimse, cehennemden uzaklaştıracak cennetlere ve en yüce makamlara ulaştıracak kurtuluş yolunu tutması gerekir. 27Yemin olsun ki, Biz öğüt alsınlar diye bu Kur'an'da insanlara her türlü misali verdik. İnsanın dinî işlerinde muhtaç olduğu her türlü örneği verdik. Yani insanlara beyan ettik, kendilerine acaip haberleri, tuhaf kıssaları anlattık. Bütün bunlardan maksat öğüt ve ibret almalarıdır. 28O, pürüzsüz yani hiçbir şekilde üzerinde ihtilâf olmayan, çelişki kusur ve herhangi bir eksiklik bulunmayan Arapça bir Kur'an'dır. Belki sakınırlar. Bu da verilen misallerin ikinci sebebini teşkil etmektedir. Çünkü Kur'an'da insanlara örnekler verilmesinden amaç, nasihat ve ibret almalarıdır. Buna göre âyetin manası şöyle olur: İnsanlar takva ehlinin yaptığı gibi amel etmeleri, onlar gibi Allah'ın sınırlarını korumaları, vermiş olduğu misallerden ibret almaları için kendilerine örnekler verdik. 29Allah, geçimsiz efendileri olan bir adam ile yani Yüce Allah, üzerinde birçok kimsenin ortak olduğu ve çeşitli işlerinde her birinin bir tarafa çektiği bir kimseyi, müşrik için; yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı tevhid ehli için misal olarak verir. Yalnız bir kişiye bağlı olan bu adamın bağlı olduğu şahıs bir tek kişi olup sahip olduğu işi üzerinde kendisinden başka kesinlikle hiç kimsenin sözü geçerli değildir. Bu ikisi eşit midir? Bunların durumları ve nitelikleri birbirine eşit midir? Yani; eşit değildir. Kısacası kâfir olan kimse, şaşkın, kafası karışık bir köle gibidir. Çünkü o çeşitli ilâhlara yani kendilerinden hiçbir hayır gelmeyecek putlara tapmaktadır, hatta kendilerinden bir hayır çıkmayacağı gibi kâfirin aşağıların en aşağısına düşmesine de sebep olacaktır. Tıpkı kendilerinden asla hiçbir menfaatin gelmeyeceği, birbiriyle anlaşamayan istekleri farklı olan birçok efendiye hizmet eden bir kölenin durumu gibi. Mü'min ise, bir diğer köle gibidir. Bu kölenin durumu yerli yerindedir. Aklı dağınık değildir. Zira kendisini yüceliklerin en yüce mertebesine ulaştıracak olan bir tek Rabba ibadet ve kulluk etmektedir. Tıpkı kendisinden hoşnut olduğu ve bol bağışlarla devamlı yardım gördüğü bir tek efendiye hizmet eden köle örneğinde olduğu gibi. Hamd Allah'a mahsustur. Zira Allah delil getirerek münakaşaya son vermiş, böylece kendilerine üstün gelmiş ve onlara misal vermek suretiyle bu ikisinin eşit olmayacağını beyan etmiştir. Fakat onların çoğu bilmezler. İnsanların çoğu -ki, bunlar müşriklerdir- apaçık olduğu halde bunları bilmezler ve şirkin, sapıklığın çukurunda cahilliklerinin aşırılığı yüzünden kalırlar. 30Muhakkak sen de öleceksin onlar da ölecekler. Yanı sizin tümünüz ölümlüsünüz. Ölüm hepiniz için geçerlidir. O halde birinin ölmesini beklemenin ve düşmanın başına gelene sevinmenin hiçbir manası yoktur. Dahası bu, cehaletin ta kendisidir. Şair der ki,: Her musibete sabret, Dayan, bil ki, insan, değildir ilelebed. Musibetin vesveseleri gelince başına, Hatırla, senin musibetine uğradı Muhammed. 31Sonra şüphesiz siz de kıyamet günü her şeyinizin sahibi olan Rabbinizin huzurunda davalaşacaksmız. Ve sen onlara şu şekilde delil getireceksin: Ben benimle gönderilmiş olan ahkâmı ve öğütleri sizlere tebliğ ettim. Hakka çağırma konusunda tam manasıyla çaba sarfettim. Onlar ise inad ettiler, daveti kabul etmediler, faydasız bir takım mazeretler ileri sürdüler. Meselâ: ”Ey Rabbimiz biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar" (Ahzab: 67), ya da: ”Hayır, sadece biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izinde gidiyoruz" (Zuhruf: 22) dediler. Bir hadisi şerifte şu ifadeler yer alır: ”insanlar arasındaki davalaşma devam eder gider. Hatta ruh ile ceset de birbiri ile davalaşır. Ceset der ki,: 'Ben sadece atılmış cansız bir kütük mesabesinde idim. Hiçbir şey yapamazdım.' Buna karşılık ruh şöyle cevap verir: 'Ben sadece rüzgârdan ibaret bir şeyim. Hiçbir şey yapamam.' Ruh ile cesede iki gözü kör olanla kötürüm olan örnek verilir. Gözleri görmeyen kişi kötürümü taşımakta, o da gözü ile görmeyene yolu göstermektedir. Görmeyen ise kötürümü iki ayağı ile taşımaktadır. ” Bir başka hadisi şerifte şöyle buyurulur: ”(Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sorar): 'Müflis kimdir?' Sahabîler cevap verirler: 'Bizim anlayışımıza göre müflis parası pulu, malı mülkü olmayan kimsedir.' Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurur ki,: 'Benim ümmetimin müflisi kıyamet günü namaz, oruç ve zekâtla gelen fakat aynı zamanda birisine kötü söz söylemiş, bir diğerinin iffetine iftira etmiş, bir başkasının malını yemiş, bir diğer kişinin kanım akıtmış olarak gelen kişidir. Bunlardan birisine yaptığı iyiliklerden hakkı verilirken, bir diğerine de aynı şekilde verilir, iyilikleri, üzerinde ödemesi gereken borçlar tamamlanmadan bitince, alacaklıların günahları alınır ve bu kişiye yüklenir. Böylece o yüklenmiş olduğu bu günahlarla cehenneme atılır.'" 32Allah'a karşı yalan uyduran, Allah'a ortak koşarak ve oğlu olduğunu iddia ederek yalan uyduran ve kendisine gelen gerçeği yani Hakkın ve doğruluğun ta kendisi olan Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in getirmiş olduğu gerçeği yalan sayandan daha zalim kimdir? Yani böyle bir kimse zalimlerin en zalimidir. İşte böyle bir gerçek Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in dili üzerine geldiğinde o zalim kişi bunu yalan sayar. Yani böyle bir gerçeği, daha geldiği ilk anda ve ilk duyduğu esnada üzerinde hiç düşünmeden ve kafa yormadan yalanlar. Kâfirlerin yeri cehennemde değil mi? Yani cehennem, yukarıda adı geçen ve yalanlayan yalancıların ve bunlardan başka diğer kâfirlerin kâfirliklerine ve yalanlamalarına karşılık olarak makamları ve kalacakları yerdir. 33Doğruyu getiren ve onu tasdik edenler var ya... Bu ifade ile kastedilen Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve O'nun ardından giden müminlerdir. Nitekim bunun bir benzeri şu âyeti kerimedir: ”Yemin olsun Biz Mûsa'ya belki onlar yola gelirler diye kitabı verdik..." (Mü'mimin: 49) İşte bu âyette de kastedilen Mûsa (aleyhisselâm) ve kavmidir. İşte sakınanlar rağbet edilecek şeylerin en yücesi olan takva ile vasıflı olanlar onlardır. Doğrulukla ve tasdik etmekle nitelenmiş olanlardır. Bu âyeti kerime bize gösteriyor ki, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da Yüce Allah'ın katından getirmiş olduğu gerçekleri tasdik etmekte ve onları kabul etmektedir. Nitekim Yüce Allah bu gerçeği şu şekilde ifade eder: ”Peygamber Rabbi tarafından kendisine indirilene iman etti." (Bakara: 285) 34Onlar için yani muttakiler için dünyada güzel amellerine karşılık olarak Rabbleri yanında diledikleri her şey vardır. Sadece cennette değil, âhirette menfaatin temini ve zararlı olan şeylerin giderilmesine dair diledikleri her şey vardır. Sadece cennette değil âhirette vardır çünkü günahlarının bağışlanması en büyük korkudan ve kıyametin diğer korkularından emniyet ve güven içinde olmak gibi şeyleri daha cennete girmeden isteyeceklerdir. Çünkü bütün bunlar cennete girmeden önce olacaktır. Derler ki,: Cennet nimetine dair en kapsamlı ifade: ”Onların istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey cennettedir." (Zuhruf: 71) ifadesidir. Âhiret azabına dair en kapsamlı ifade ise: ”Artık kendileri ile arzu ettikleri şey arasına perde çekilmiştir..." (Sebe: 54) âyetidir. İşte bu, yani diledikleri her şeyin olması iyilik edenlerin mükâfatıdır. Güzel amel işleyenlerin mükâfatıdır. 35Böylece Allah, onların yaptıkları en kötü hareketleri bile örtecek... Yani Yüce Allah kötü amellerini örtmek için onları mükafatlandırmıştır. Böylece o kötü ameller, hiç yapılmamışa döner, ya da Yüce Allah, günahlarını ortadan kaldırır, kendilerini hesaba çekmez. Veya Yüce Allah, zararların giderilmesi, sevinçli şeylerin meydana gelmesine dair diledikleri her şeyi onlara vad etmiştir. Bundan gaye, bu vadin gereği olarak işlemiş oldukları en kötü ameli örtmek ve bağışlamaktır. Bunun da amacı zararlarını ortadan kaldırmaktır. Ve yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlarını verecektir. Yani onlara sevabı, kendi katından bir ihsan ve kerem olarak işlemiş oldukları amellerin en güzeli ile hesab edilerek verecektir. Âyet metninde yer alan ”yaptıkları en kötü hareketler" ile ”yaptıklarının en güzeli" ifadelerindeki tanılama en iyiyi ve en kötüyü belirtmek amacıyla yapılmamıştır. Tam tersine yapılanların kötü ise en kötü olduğu, iyilik ise en güzeli olduğunu vurgulamak ve açıklamak için getirilmiştir. Burada bir hareketin diğerinden daha iyi ve dalia kötü olduğu, gözönüne alınmış değildir. Asıl itibar edilen yüceler yücesi olan Allah'ın lütuf ve keremine göre mutlak fazlalık ve ziyadeliktir. Yüce Allah en ufak bir iyiliği de çok sayacak ve karşılığını çok sevapla mükâfatlandıracak kadar kerem sahibidir. Yüce Allah'ın kötü hareketleri örtmesi ve en güzel mükâfatı vermesine sebep doğruluktur. Doğruluk aslında çalışıp çabalamakla elde edilen bir şey olmayıp Allah vergisi olan şeylerdendir. Her ne kadar doğruluğun etkisinin meydana gelmesi kulun fiiline bağlı ise de ve her ne kadar sözde, fiilde, vaadde ve azimde cereyan ediyor olsa da kulun çaba göstermesine bağlı değildir. Tersine Allah vergisidir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Muaz (radıyallahü anh)'a der ki,: ”Ey Muaz, dininde ihlâslı ol ki, azıcık amel sana yelsin." (19) 36Allah kuluna kâfi değil midir? Yani Allahü teâlâ kulu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Kendisine düşmanlık eden kimselere karşı kâfidir ve O'na yardım edecektir. Bu âyet, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı teselli etmektedir. Cafer es Sâdık (radıyallahü anh) der ki,: ”Zenginlerin fakirlere alçak gönüllü davranmasından daha güzel bir davranış görmedim. Bundan da güzeli fakirin Yüce Allah ile yetinerek O'nun gözetmesi ve her şeye yeterliliğine dayanarak zenginden yüz çevirmesidir." Müşrikler seni O'ndan başkaları ile yani Allah'ı bırakıp da tanrılar edindikleri putlarla korkutuyorlar ve diyorlar ki,: Sen o tanrıları ayıplıyorsun, oysa onlar sana kötülük edebilirler. Seni öldürebilir veya delirtebilir ya da organlarına zarar verebilirler. Allah kimi saptırırsa yani Allah kimi doğru yoldan ve sağlam anlayıştan saptırıp da Allah'ın kendisine kâfi geleceğinden ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı koruyacağından gafil olur, kendisine asla fayda ve zarar veremeyecek şeylerden korkarsa artık onun yolunu doğrultacak biri yoktur. Onu herhangi bir hayra iletecek bir rehber yoktur. 37Allah kime hidayet ederse, yani Allah kimi sırât-ı müstakimine eriştirirse artık onu saptıracak yoktur. Böyle birisini gayesinden çevirecek kimse yoktur. Ya da tutmuş olduğu yolunu zedeleyecek ve kendisine kötülük edecek birisi yoktur. Çünkü Yüce Allah'ın fiilini kimse engelleyemez. İradesinin karşısına kimse dikilemez. Allah, mutlak güç sahibi galip, kendine ibadet edeni aziz kılacak şiddetli kuvvet sahibi ve dostları için düşmanlarından intikam alıcı değil midir? Yani O, intikam alıcı ve azizdir. 38Yemin olsun ki, onlara: Yani seni tanrıları ile korkutan şu müşriklere: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan Yani âlemin ifade olunduğu bu iki cinsi (yeri ve göğü) kim yoktan var etti diye sorsan, elbette 'Allah'tır' derler. yani elbette onları Allah yaratmıştır derler. Çünkü Yüce Allah'ın yaratıcılık sıfatındaki tekliğine deliller gayet açıktır. Bu âyet, fıtrî imanın insanın mayasında mevcut olduğuna işaret etmektedir. Nitekim Yüce Allah Rûm sûresinde: ”Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah'ın insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir..." (Rûm: 30) buyurmaktadır. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de: ”Dünyaya gelen her çocuk fıtrat üzere doğar," (20) buyurur. 20- Bu ifade Şeyhayn’ın ve Ebu Davud'un şu lâfızla rivayet ettikleri hadisin bir bölümüdür: "Dünyaya gelip de fıtrat üzere doğmayan hiçbir çocuk yoktur. Sonra ebeveyni (anne-baba) onu Yahudi, Hristiyan veya mecusi yaparlar..." ; Bkz. el Fethu'l-Kebir 3/122. Onları susturmak için de ki,: 'Öyleyse bana haber verin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız O'nun verdiği zararı giderebilirler mi? Ayette yer alan ”Eferaeytüm=gördünüz mü" ifadesi ”bana haber veriniz" anlamınadır. Böylece bilginin kaynağı olan görmek mecazen haber vermenin sebebi kılınmıştır. Âyet metninde yer alan ”zarar" hastalık, geçim darlığı ve sıkıntı gibi her çeşit ”kötü hal" dir. Yine âyetin metninde yer alan soru ”inkâr" (öyle olduğunu kabul etmeme) manasınadır. Bu açıklamaların ışığı altında âyetin manası şu şekilde olur: Ulvî ve süfli âlemin yaratıcısının Allah olduğunu gerçekten anladıktan sonra bana ilâhlarınız hakkında haber veriniz. Şayet Allah bana bir zarar vermek isterse onlar benden bu zararı giderip, savabilirler mi? Yani onlar bu zararı önleyip ortadan kaldıramazlar. Yahut Allah bana bir rahmet dilerse, Allah bana fayda, sağlık, zenginlik ya da bunların dışında herhangi bir menfaat ve fayda vermek dilerse onlar O'nun bu rahmetini önleyebilirler mi?' Onlar bana gelecek bu yararları önleyebilirler mi? Tabi ki, bu rahmetleri önleyemezler ve bana gelmesine engel olamazlar. Sanki Yüce Allah şöyle demiş olmaktadır: Bu cansız eşya ile nasıl Allahü teâlâ'ya ortak koşmaktasınız? Bu hayattan, bilgiden, kudretten, güçten ve yaratma kudretinden yoksun olan eşyaları nasıl olur da Allah'a ortak koşarsınız? Bundan utanmaz mısınız? Ey Rasûlüm Muhammed! De ki,: 'Bana Allah yeter. Yani Yüce Allah tutmuş olduğum bütün işlerimde hayırlı olanları bana vermek ve kötü olanları savmak hususunda yeterlidir. Tevekkül edenler O'ndan başkasının Yüce Allah'ın kudreti altında olduklarını bildikleri için asla O'ndan başkasına değil ancak O'na güvenip dayanırlar.' O halde kulların Rabbi olan Yüce Allah'a tevekkül etmek, O'na teslim olup boyun eğmek şarttır. Çünkü Yüce Allah'a itaat etmek ve O'na tevekkül etmek helak edici noktalardan kurtuluşa sebeptir. 39De ki,: 'Ey kavmim! Siz bulunduğunuz hal üzere takınmış olduğunuz düşmanlık hali üzere çalışın. Doğrusu ben de çalışacağım. Yani ben de gücümün yettiği kadar bulunduğum hal üzere kalacağım. Benim halim gitgide güçlenecek ve günden güne zafere ereceğim. Kötü amelleri dolayısıyla kendisini rezil edecek azap kime gelecek ki, bu azap dünya azabıdır. Onun düşmanlarının rezil olması, galip geleceğine delildir. Yüce Allah ona yardım etmiş, düşmanlarına azap etmiştir ve onları Bedir savaşı günü rezil etmiştir. Kime sürekli azap inecek yaptığı fiillerden dolayı kime azap inecek yakında bileceksiniz.' Bu sürekli azap, azap görenden ayrılmaksızın ebediyete kadar sürecek, ardı arkası hiç kesilmeyecektir. İşte bu, âhiret azabıdır. Buna göre âyetin manası şöyle olmaktadır: Sizler bâtıl üzere olmanız sebebiyle helak olanlarsınız. Bizler ise hak üzere olmamız sebebi ile kurtuluşa erenlerdeniz. Yakında bizim kârlı çıkacağımız, sizin de hüsrana uğrayacağınız açığa çıkacak. Bizlerin fazlalığı, sizlerin de noksanlığı ortaya çıkacak. Ve Yüce Allah sizlere bunun hesabını soracak; ancak cevap veremeyeceksiniz. Size azap edecek, hiçbir şefaatçiniz olmayacak. Sizleri helak edecek ve hiçbir çığlık atamayacaksınız. 40Bak. Âyet 39. 41Şüphesiz Biz bu kitabı, Kur'an'ı sana, insanlar için yani insanların menfaati için indirdik. Çünkü Kur'an insanların hayatlarında ve âhirette maslahatlarının dayanağıdır. Hak olarak indirdik. Yani o kitabı indirmekte haklı olarak indirdik ya da bu kitabı hak üzere indirdik. Kitapta ne varsa hepsi haktır, doğrudur. Üzerinde hiç kuşku yoktur ve kesinlikle gereğince amel edilmesini gerektirir. Ve içindekilerle amel etmek suretiyle artık kim doğru yolu seçerse kendi lehinedir, bu yolu seçmekle bizzat kendisi faydalanır. Kim de kitabın gereğince amel etmeyerek saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Kendi aleyhine sapmış olur, çünkü sapıklığının vebali sadece kendi aleyhinedir. Sen onların üzerinde vekil değilsin. Yani onları doğru yola zorlamak için onların üzerine vekil tayin edilmiş değilsin. Senin görevin sadece tebliğ etmektir ve sen tam olarak tebliğ ettin. Bir hadisi şerifte şu ifadeler yer alır: ”Ben ve ümmetim ateş yakan sonra da kelebeklerin ve pervanelerin o ateşin içine düşmesi misali gibiyiz. Ben sizleri ateşlen kurtarmak için size yardım etmeye çalışırken sizler ona atılmaktasınız." (21) Yani ben sizleri ateşten uzaklaştırmak için tutarken sizler şiddetle ateşe gidiyorsunuz. 21- Hadisi Buharı. Müslim, Tirmizî birbirine yakın lâfızlarla rivayet etmişlerdir. Bkz Camiu'l-Usul, 1/287. Bir başka hadisi şerifte ise şöyle buyurulmaktadır: ”Allah'ın benim (vasıtam)la gönderdiği hidayet ve ilim, bol yağmura benzer. (Bu yağmur hazan öyle) bir toprağa düşer ki, bu toprak suyu kabul eder de çayır ile bol ot yetiştirir. Bir kısmı da çorak olur, suyu (üstünde) tutar da Allahü teâlâ, halkı onunla faydalandırır. Ondan (hem kendileri) içerler, (hem hayvanlarını) suvarırlar, ekin ekerler. (Bu yağmur) diğer bir çeşit toprağa daha isabet eder ki, düz ve kaypaktır. Ne suyu (üstünde) tutar, ne çayır bitirir. Allah'ın dinini anlayıp da Allah'ın benim (vasitam)la gönderdiği (hidayet ve ilimden) faydalanan ve bunu bilip (başkasına) bildiren kimse ile (bunu duyduğu zaman kibrinden) başını (bile) kaldırmayan ve Allah'ın benimle göndermiş bulunduğu hidayetini kabul etmeyen kimse böyledir. ” (22) Şu halde ilmi ile amel eden ve bunları öğreten âlimin ilmi, verimli bir toprağa düşen yağmur mesabesindedir. İlmi ile amel etmeyen ve başkalarına bunu öğreten âlimin ilmi ise, çorak olup üzerinde suyu tutan toprak parçasına düşen yağmur gibidir. Hidayeti hiç kabul etmeyen kimseye gelince, suyu hiç tutmayan ve hiçbir yeşillik ve bitkiyi bitirmeyen toprak gibidir. Böyle toprak parçasında nasıl ki, su da bulunmaz ve ot da bitmez, işte kâfir ve cahil de böyledir. Ne ilmi vardır, ne de ameli. Ne kendine hayrı vardır, ne de başkasına yararı. 42Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da yani Yüce Allah insanların ruhlarını bedenlerinden kabzeder. Ruhların bedenlerle olan gerek zahirî, gerek bat mî ilişkilerini ve tasarruflarını keser. Bu işlem, ölüm esnasında gerçekleşir. Böylece bedenin duyusu ve hareketi ortadan kalkar. İnsanın bedeni kuru bir tahta gibi kalır. Aklı, imanı ve bilgisi ruhla birlikte gider. İşte bu, bedenin vefatıdır. Yüce Allah, ölmeyen nefisleri de uykularında öldürür. Bir başka ifade ile ruhun bedenle olan ilişkisini ve beden üzerindeki zahirî ve batını tasarruflarım (her türlü hareketi) kesmek suretiyle uykusunda öldürür. Uyuyan kimse solunum faaliyetini sürdürür ve hayvani ruhu kaldığı için hareket eder. İnsani ruhu ortadan kalktığı için aklı çalışmaz. Temyiz yeteneği işlemez. Ölümüne hükmettiği canı tutar. Yani ölülerin canlarını Yüce Allah kendi katında alı koy ar ve onları bedenlerine geri çevirmez. İşte bu, ruhların bulunmuş olduğu berzah âleminde olur. Ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır. Bu muayyen vakit, ölmesi için belirlenen vakittir. Bunu Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisi destekler: ”Sizlerden herhangi biriniz yatağına girdiği zaman elbisesinin iç kısmı ile yatağına çarpıp tozunu alır gibi yapsın. Çünkü orda kendisinden önce neyin olduğunu bilemez. Sonra şöyle desin: 'Senin isminle ey Rabbim yanımı yatağa koydum ve Senin adınla onu kaldıracağım. Eğer ruhumu alırsan ona merhamet eyle. Eğer (almaz da) salıverirsen onu sâlih kullarını koruduğun şeylerle muhafaza et.'" (23) 23-Hadisi Buharı, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî rivayet etmişlerdir. Bkz. Camiu’l-Usul 4/266. Burada işaret olunuyor ki, hayattan asıl gaye, salâha (kurtuluşa) ermektir. Bunun dışındaki şeylerin salâha vesile olarak kabul edilmesi gerekir. Şüphe yok ki, bunda yukarıda zikredilen iki çeşit can almada, birincisinde canın alınmasında, diğerinde de salıverilmesinde düşünecek bir kavim için Yüce Allah'ın kudretinin, hikmetinin kemaline, rahmetinin her şeye şamil olduğuna delâlet eden hayret verici ibretler vardır. Ruhların bedenlere bitişmesinin keyfiyeti ölüm anında olduğu gibi bazen tamamiyle öldürülmesinin o asilliği üzerinde düşünenler için ibretler vardır. Ruhun tutulması ve bırakılmaması, öldükten sonra devam eder. Bedenlerin yok olması ile ruhlar yok olmaz. Ruhlarla birlikte olan mutluluk ve sıkıntı da yok olmaz. Yüce Allah ruhları, uyku anında olduğu gibi, bedenlerinden geri bırakır. Ve onları ecelleri gelinceye ve nefesi son buluncaya kadar bir zamandan diğerine salıverir, bırakır. İşte bu olaylara bakan kimseler buradan anlarlar ki, böylesi olaylara kadir olan birisi yeniden diriltmeye de kadirdir. Bir kutsi hadiste şöyle buyrulur: ”Mü'min kulumun ruhunu kahzetmedeki tereddüdüm kadar yapmış olduğum hiçbir şeyde tereddüt etmedim. O kulum ölümden hoşlanmaz, Ben ise onu üzmekten hoşlanmam." (24) 43Yoksa onlar Allah'tan başkasını Allah'ın izni olmaksızın, Allah'ın katında kendilerine şefaat edecek şefaatçılar mı edindiler? Bunların şefaatçi edindikleri putlardır. Bu âyeti kerime, Mekkeliler hakkında nazil olmuştur. Mekkeliler, putların Allah katında kendilerinin şefaatçisi olduğunu iddia etmekteydiler. Yüce Allah onların bu iddialarını hoş görmeyerek buyurdu ki,: Yoksa Kureyşliler Allah'tan başkasını şefaatçılar mı edindiler. De ki,: 'Onlar hiçbir şeye güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi?' Ey Rasûlüm Muhammed, müşriklere de ki,: Putları şefaatçılar mı ediniyorsunuz? Onların hiçbir şeye gücü yetmese ve hiçbir şeye akıl erdiremezlerse de mi? Üstelik ne Allah katında şefaat edebilirler ve ne de sizlerin kendilerine ibadet ettiğinizi anlayabilirler. İbadetin ve şefaatin makbul olanı Yüce Allah'ın emri ile olanı ve şeriata uygun biçimde O'nun peygamberi Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a uyularak yapılanıdır. Çünkü kulu perdeleyen heva ve hevesi ile tabiatıdır. Peygamberler heva ve hevesi ortadan kaldırmak için gönderilmişlerdir. Böylece kulların hareketlerinin ve hareketsizliklerinin Yüce Allah'ın emri ile olması, nefsin ardından gidilerek heva ve hevese uyularak değil peygamberlerin ardından gidilerek yapılması hedeflenmişti. 44Onları susturduktan ve hakkın gerçekleşmesi ve yerini bulması için zikrolunan sebeplerle cahilliklerinin ortaya konulmasından sonra de ki,: 'Bütün şefaat Allah'ındır. Yani şefaata malik olan Allahü teâlâ'dır. Hiçbir kimse herhangi bir şefaate kadir değildir. Fakat şefaat edilecek kişi hoşnut olunmuş birisi olursa ve şefaat edecek olana da izin verilmiş bulunursa bu müstesnadır. Ancak burada her iki unsur da mevcut değildir. Göklerin ve yerin ve her ikisinin içinde bulunan yaratıkların hükümranlığı O'nundur. Allahü teâlâ'nındır. Hiç kimse O'nun izni ve rızası olmadıkça O'nun hiçbir işi hakkında, konuşamaz. Sonra kıyamet günü O'na döndürüleceksiniz.' Yoksa ne başlıbaşına ne de kendisine ortak olarak başka hiç kimseye döndürülmeyeceksiniz. Şu halde O'nun gazabından sakınınız. Azabından korkunuz. O gün, tevhid ehlinin kârı ne kârdır! Müşriklerin zararı da ne zarardır! Yaratıkların dünyadaki övünmeleri on şeyedir. Bunların hiçbiri de kıyamet günü fayda verecek değildir: Birincisi: Mal ile övünmektir. Eğer mal herhangi bir kimseye fayda verseydi Karun'a fayda verirdi. Yüce Allah Karun hakkında: ”Nihayet Biz onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik..." (Kasas: 81) buyurmaktadır. İkinci övünç kaynağı: Çocuktur. Şayet çocuk herhangi bir kimseye fayda verseydi İbrahim (aleyhisselâm)’in babası Azer'e fayda verirdi. Yüce Allah şöyle buyurur: ”Ey ibrahim bundan vazgeç..." (Hud: 76) Üçüncüsü: Güzelliktir. Eğer güzellik fayda verseydi Rum halkına fayda verirdi. Çünkü güzelliğin onda dokuzu onlara verilmişti. Yüce Allah şöyle buyurur: ”Nice yüzlerin ağardığı, nice yüzlerin de karardığı günü (düşünün)..." (Âl-i İmrân: 106) Dördüncüsü: Şefaattir. Eğer şefaat fayda verseydi Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a fayda verir O da iman etmesini istediği kimseleri doğru yola iletirdi. Oysa Yüce Allah şöyle buyurur: ”Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Bilâkis Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir..." (Kasas: 56) Beşincisi: Hiledir. Hile fayda verseydi kâfirlere kurmuş oldukları hileleri faydalı olurdu. Halbuki Yüce Allah şöyle buyurur: ”...Kötülüklerle tuzak kuranlara gelince onlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzağı bozulur." (Fâtır: 10) Altıncı övünç kaynağı: Fesahat, yani güzel konuşmaktır. Fesahat fayda verseydi Araplara fayda verirdi. Halbuki Yüce Allah şöyle buyurur: ”Ruh (cebrail) ve melekler saf saf olup durduğu gün Rahmanın izin verdiklerinden başkaları konuşmazlar. Konuşan da doğruyu söyler..." (Nebe': 38) Övünç noktalarından yedincisi: izzettir. İzzet herhangi bir kişiye fayda verseydi Ebu Cehl'e faydalı olurdu. Halbuki Yüce Allah şöyle buyurur: ”Tat bakalım, hani sen kendince üstündün, şerefliydin!" (Dulıân: 49) Sekizinci övünç kaynağı: Dostlardır. İnsanın dostları insana faydalı olsaydı bu dostlar fasık dostlarına faydalı olurlardı. Oysa Yüce Allah buyuruyor ki,: ”O gün Allah'a karşı gelmekten sakınanlar dışında dost olanlar (bile) birbirlerine düşman kesilirler..." (Zuhruf: 67) Dokuzuncu övünç kaynağı: İnsanın ardından giden, kendisine tabi olanlardır. Bir insana tabi olanlar kendine fayda verselerdi başlarındaki başkanlarına fayda verirlerdi. Halbuki Yüce Allah şöyle buyurur: ”işte o zaman (görecekler ki,) kendilerine uyulup arkalarından gidenler uyanlardan hızla uzaklaşırlar..." (Bakara: 166) Onuncu övünç noktası: Hasep yani soydan gelen şereftir. Eğer şeref faydalı olsaydı Yakup (aleyhisselâm), Yahudilere faydalı olurdu. Çünkü Yahudiler Yakııb (aleyhisselâm)'un evlâdıdırlar. Halbuki Yüce Allah şöyle buyurur: ”Kıyamet günü yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda vermezler..." (Mümtehine: 3) 45Müşriklerin tanrıları ile değil Allah, tek olarak anıldığı zaman, âhirete inanmayanların yürekleri burkulur, kıyamet gününe inanmayanların kalbleri bundan nefret eder. Bu ifade onların çirkin durumlarını son derece açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Ama Allah'tan başkası anıldığı zaman yanı putlar tek başlarına ya da Allah'ın adı ile birlikte anıldığı zaman hemen yüzleri güler. Ferah duyarlar. Putlara son derece bağlı olduklarından ve hakkı unutmuş olmalarından dolayı yüzlerinde bir sevinç görülür. Allah'ı tanımayan her kalb, Allah'ın zikri ile barışık olmaz, onunla ferah duymaz ve hakkın meskeni olamaz. Buradan anlaşılır ki, Allah'ı zikreden kimsenin Yüce Allah yoldaşı olur. Allah'tan başkasını zikredenin ise arkadaşı şeytandır. Akıllı olana düşen. Allah'ın zikrinden geri kalmamak ve onun zikri ile sevinç duymaktır. Allah O'nunla birliktedir ve yardımcısıdır. 46Ey Rasûlüm Muhammed! De ki,: Ey Allah'ım! 'Ey gökleri ve yeri yaratan, ey göklerin ve yerin halikı gizliyi de aşikârı da bilen Allah! Ey kullarının bilmediğini bilen ve gördükleri her şeyden haberdar olan Allah! Âyetin manası şudur: Ey Rasûlüm Muhammed, insanları dine davet ederken şaşırıp kaldığında ve onların inad ve karşı koymada ileri gitmelerinden dolayı için sıkıldığında duâ ile Allah'a sığın. Çünkü her şeye kadir olan O'dur. Her hâli ve durumu tamamiyle bilen O'dur. Kullarının arasında, yani benimle kavmim arasında ve yine diğer kullar arasında din hususunda ayrılığa düştükleri şeyin hükmünü ancak sadece Sen vereceksin.' Yani her inatçının kabul edeceği, her karşı koyanın boyun eğeceği hükmü Sen vereceksin. Bu hüküm, dünya ya da âhiret azabıdır. 47Eğer yerde ne varsa hepsi ve onunla birlikte bir misli daha o zulmedenlerin olsaydı, kıyamet gününde azabın fenalığından kurtulmak için elbette bunları feda ederlerdi. Yani dünyadaki ne kadar mal ve azık varsa bunların tamamı o zulmedenlerin olsaydı, bütün bunları nefislerini şiddetli azaptan kutrarmak için fidye olarak verirlerdi. Zaten fidye olarak kabul edilmemekle birlikte kıyamet günü hiçbir mal da olmayacaktır. Bu ifade çok şiddetli bir tehdit ve kurtuluşa erme umutlarını tamamen kesicidir. Çünkü, kıyamet gününde yeryüzü dolusu ve bir o kadar daha malları olsa da azaptan kurtulmak için bütün bunları fidye olarak verseler, kendilerinden kabul edilmez. Oysa bu dünyada verecekleri zerre kadar hayır ve bir lokma sadakaları, azıcık tevbe ve istiğfarları kabul olur. Nitekim âhirette kanlı gözyaşları ile ağlayıp tevbe etseler bile ağlamaları dolayısıyla merhamet olunmayacaklardır. Oysa bugün bir damla göz yaşı birçok günahlarını silmeye yeterlidir. Halbuki onlar için Allah tarafından hiç hesaba katmadıkları şeyler ortaya çıkmıştır. Yani kıyamet günü dünyada iken hiç hesaba katmadıkları, başlarına geleceklerini hiç düşünmedikleri çeşit çeşit azaplar karşılarına çıkacaktır. 48Onların kazandıkları kötülükler kötü amelleri ya da amel defterleri kendilerine gösterildiği zaman amelleri, kazançları açığa çıkmış, alaya aldıkları şey kendilerini sarmıştır. Başlarına gelmiş, kendilerine isabet etmiş, alaylarının vebali, hilelerinin cezası kendilerini kuşatmıştır. Onlar Kitapla, Müslümanlarla, öldükten sonra dirilmekle, azapla ve benzeri kavramlarla alay ediyorlardı. 49İnsana bir zarar dokunduğu zaman Bize yalvarır. Yani müşrikler hastalık, fakirlik ve benzeri kötü hallerle karşılaştıkları zaman zikretmekten tiksinmiş oldukları zâta yani Allah'a bunu gidermesi için duâ ederler. Sonra kendisine tarafımızdan bir ihsan olmak üzere nimet verdiğimiz vakit: 'Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir' der. Yani bu elimdeki, inalın kazanç yollarını bilmem sebebi ile bana verilmiştir, der. Hayır o nimet, insana bir imtihandır meşakattır, şükür mü edecek yoksa nankörlük mü yapacak diye denemek için verilmiştir. Fakat çokları nimet vermenin bir mühlet ve imtihan olduğunu bilmezler. 50Bunu yani bu sözü onlardan öncekiler de söylemişti. Onlar, nimetin kendilerini azdırdığı ve bu nimetlerin zahirine bakarak aldanan kişilerdir. Söylemiş oldukları söz ise Yüce Allah'ın ifadesiyle: ”O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi, demişti. ” (Zümer: 49 ve Kasas: 78) Ama dünya malından kazandıkları şeyler ve biriktirdikleri mallar onlara fayda vermedi. Yani biriktirdikleri nimetler azaplarını ve cezalarını kendilerinden savmadı ve bunlar kendilerine hiç fayda vermedi 51Bunun için yaptıklarının fenalıkları başlarına geldi. Yaptıkları kötü amellerin cezası, işlemiş oldukları şeylerin karşılığı başlarına geldi. Buna göre âyetin manası şöyle olur: Onlar kendilerine verdiğimiz nimetlerin kendilerinin Bizim katımızda değerli olmaları nedeniyle olduğunu zannettiler. Oysa gerçek böyle değildi. Çünkü onlar azaba uğradılar. Malları kendilerine fayda vermedi. Bu tıpkı Yahudilerin: ”Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz..." (Mâide: 18) şeklindeki sözlerine benzer. Yüce Allah da sevgilisi ve habibi Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hitaben şöyle der: ”...De ki,: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor?.'" (Mâide: 18) Yani şerefli ve Allahü teâlâ'ya yakın olan kimseye Cenabı Allah azap etmez. O ancak hain, alçak ve değersiz kimseye azap eder. Ey Rasûlüm Muhammed! Bunlardan da seninle aynı asırda yaşayan müşriklerden de zulmedenlerin işledikleri kötülükler başlarına gelecektir. Zulmedenlerin işledikleri inkâr ve isyan onların başlarına geldiyse bunlarınkine de gelecektir. Ve nitekim gelmiştir de. Çünkü yedi yıl kuraklık çekmişler en büyükleri Bedir savaşı günü katledilmiştir. Bu hususta dünyada ve âhirette azabın kendilerine ulaşması hususunda Allah'ı âciz bırakamazlar ve kaçmakla o azaptan kurtulamazlar. 52Bilmiyorlar mı ki, bunu söylerken bilmiyorlar mı, ya da gaflet içinde yüzüp bilmiyorlar mı ki, Allah, rızkı dilediğine bol bol verir, rızkını geniş tutmak istediğine bol bol verir. Dilediğinden de kısar. Rızkını kısmayı ve daraltmayı dilediği kimsenin rızkını da bu konuda biçkim senin en ufak bir müdahalesi olmaksızın kısar. Nitekim kimsenin müdahale edemeyeceği yedi yıl rızıklarını kesmesinden, yedi yıl da bol bol vermesinden bellidir. Şüphesiz bunda sözü edilen rızkın bol bol verilmesi ve kısılmasında inanan bir kavim için bütün olayların Yüce Allah'tan geldiğine ve olduğuna delâlet eden ibretler vardır. Çünkü bu ibretler vasıtası ile bunların manalarına erenler inanan müminlerdir. Bu âyetlerde bir takım faydalar ve nükteler vardır. Bunlar : a- İnsanın nefsinin özelliklerinden birisi de şiddet, sıkıntı ve belâ sırasında Yüce Allah'a duâ etmek mecburiyetinde kalmasıdır. Ancak darda kalarak Allah'a böyle bir dönüşe itibar yoktur. Çünkü Yüce Allah bu şiddet ve belâdan kurtuluşu nasib ettiği zaman öyle bir kişi Allah'tan yüz çevirir, nimetine nankörlük eder ve der ki,: ”O bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi." Asıl geçerli olan rahatlık anında Allah'a yapılan dönüş ve tanımadır. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Rahatlıkta iken Allah'ı tanı ki, sıkıntıda iken seni tanısın," (25) b- Nimete ermiş kimselerin çoğu, nimetten gelecek fitneyi ve sebeb olacağı kötü akıbeti ve onun insanı azdırabileceğini bilmezler. Nimetle aldanmak insanın kalbini katılaştırır. Gafletin insanı bürümesine ve nimetle huzur duymasına, âhireti ve mevlâsını unutmasına yol açar. Vuku bulan olaylara bakan kimse anlar ki, bütün âlemdeki herkesin üzerinde cereyan eden olaylar hikmete ve maslahata göre olmaktadır. 53Ey Rasûlüm Muhammed! De ki,: 'Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Kendi nefisleri aleyhine çok günah işleyerek, büyük günahları ve fuhşiyatı yaparak cinayet işlemekte aşırı giden kullarıma de ki,: Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah'ın önce mağfiretinden, ikinci olarak da ihsanından ümitsizliğe düşmeyiniz. Ümitsizliğe düşmek mahrumiyetin delilidir. Bunun delili de yüzün kararmasıdır. Allahü teâlâ tevhid nurunun kalbde mevcut olması şartı ile bütün günahları bağışlar. Şayet tevhid nuru kalbde kalmazsa böyle bir kimse şu âyetin hükmüne girer: ”Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz..." (Nisa: 48) Allah'ın rahmetinden ümidi kesmek, musibetlerin en büyüğüdür. Yüce Allah kendisinden bir ihsan olarak ölüm anına kadar kullarına mühlet vermiştir. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Burada sanki şöyle bir soru sorulmuştur. Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin yasak edilmesinin sebebi nedir? Bu soruya: ”Çünkü Allah bütün günahları bağışlar," şeklinde cevap verilerek yasaklığın sebebinin bu âyet olduğu ifade edilmiştir. Böylece Yüce Allah'ın ya tam olarak azap ederek ya da hiç azap etmeksizin bir süre sonra bile olsa dilediği kimseleri affedeceğini vurgulamak için söz konusu soruya bu âyetle cevap verilmiştir. Bu âyet, çok bile olsa. Yüce Allah'ın günahları bağışlayacağının vadidir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurur ki,: ”Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar ve O günahlara aldırmaz, çünkü O bağışlayıcıdır, rahmet sahibidir. ” (26) Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir başka hadisi şerifte şöyle buyurur: ”Allah'ım, eğer bağışlarsan çok kimseyi bağışla. Senin hangi kulun ufak tefek günah işlememiştir?" (27) "Af" ile ”mağfiret" arasındaki farka gelince af; Yüce Allah'ın: ”...iyilikler kötülükleri giderir..." (Hûd: 114) ifadesinde işaret olunduğu üzere silmek, yok etmek anlamına gelir. Ve yine af, değiştirmek anlamını da taşır. Nitekim Furkan Sûresi'nde buna şöyle işaret olunur: ”...Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir..." (Furkan: 70) Bundan sonra ”mağfiret" yani Yüce Allah'ın bütün günahları neden bağışlayacağının, açıklaması olarak şöyle buyuruluyor: Şüphesiz ki, O Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Bunlardan birinci ifade yani ”çok bağışlayan" ifadesi, cezayı gerektiren şeylerin silineceğine işaret etmektedir. Buna karşılık ikinci vasıf (çok merhamet eden vasfı) Yüce Allah'ın sevap ile ihsanda bulunacağına işaret etmektedir. Her iki kelimenin girmiş olduğu kalıbın mübalâğa ifade etme kalıbı olması, kulların işledikleri günahların çokluğundan, bağışlanacak ve rahmete erecek kimselerin çok olmasındandır. Âyet metninde yer alan ”zünub" (günahlar) kelimesinin ”elif-lâm'lı gelmesi genellik ve umumilik ifade etmek içindir. Yine âyette geçen ”cem'an" (bütün) kelimesi de pekiştirme ifade etmek içindir. Buna göre sanki Yüce Allah şöyle demiş olmaktadır: Bütün günahları bağışlarım. Hiçbirini dışarıda bırakmam. Bütün günahları affederim, hiçbirini afsız bırakmam. Sizin çok günahlarınız, emrime aykırı davranışlarınız varsa Benim de sizin hakkınızda ezelî bir inayetim vardır. İmam Ahmed bin Hanbel’in Müsned'inde Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın azadlı kölesi Sevban'dan rivayet edilen şöyle bir hadis yer alır: Rasûlüllah buyurur ki,: ”Bu âyet bana, dünyanın içindeki her şeyle birlikte benim olmasından çok daha sevimlidir."(28) Yani bütün dünya malına sahip olmaktansa böyle bir âyet bana daha sevimlidir. Bunun sebebi şudur: Yüce Allah kullarından aşırı gidenlere ihsanda ve lütufta bulunmuş ve kendilerine bütün günahlarını bağışlayacağına söz vermiştir. Geniş rahmetinden ümit kesmelerini yasak etmiştir. Bu âyeti kerime herkesin bütün günahlarının bağışlanacağına delâlet etmemektedir. Tam tersine âyet Yüce Allah'ın, günahlarını bağışlamayı dilediği kimselerin bütün günahlarının bağışlanacağına işaret etmektedir. Bu âyette, başka âyetlerde geçen tevbenin emredilmesi, âsilere azap edileceğinin önceden takdir edilmesi, amelde ihlâslı olunması emri ve azap tehdidi arasında herhangi bir çelişki yoktur. Çünkü Yüce Allah şirki ancak tevbe ve Kendine dönme durumunda bağışlayacaktır. Bunun dışındaki küçük ve büyük günahları dilediği kimse için tevbe ile ve tevbesiz bağışlayabilir. Ancak tevbesiz, bütün günahkârları değil dilediği kimseleri bağışlayacaktır. Rivayete göre İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) bu ”Allah bütün günahları bağışlar" âyeti kerimesini ”dilediği kimselerden bütün günahları bağışlar" şeklinde okumuş, mutlak ifadeyi (bütün günahlar) mukayyede (dilediği kimselerin günahları) hamletmiş ve o kayıtla anlamıştır. Çünkü O kendi mülkünde sadece dilediğine mükâfat verir. Ehli sünnete göre, şirk müstesna, günahların bağışlanması için tevbe etmek şart değildir. İster küçük ister büyük günah olsun farketmez. Buna işaret eden birçok rivayet vardır. Rivayete göre Yüce Allah kıyamet günü mü'minlerin içinden bazı asilere şöyle söyler: ”Dünyada iken senin günahlarını örttüm. Bugün de onları bağışlıyorum." Bu ve benzeri haberler mağfiretin, tevbe etmeden de gerçekleşeceğini gösterir. Şirkle öbür günahlar arasındaki farka gelince: Kâfir af edilmeyi ve günahlarının bağışlanmasını taleb etmez. Çünkü o küfre dalan kişidir. Kâfirlikten daha öteye günah yoktur. Ebû Hureyre (radıyallahü anh)'den rivayet olunuyor. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in şöyle buyurduğunu işittim: ”Yüce Allah rahmeti yüz parçaya bölmüştür. Bunların doksan dokuz parçasını kendine saklamış, bir parçasını yeryüzüne indirmiştir. İşte bu bir parçadan yaratıklar birbirlerine merhamet ederler. Hatta herhangi bir hayvan yavrusunu emzirirken onu ezmemek için ayağını bu rahmet dolayısıyla kaldırır. ” (29) 29- Hadisi Buharî, Müslim ve Tirmizî rivayet etmişlerdir. Bkz. Camiu'l-Usul, 4/520. Bu haber, Müslümanlara mükemmel bir ümit ve müjde taşımaktadır. Çünkü bu dünyada bir tek rahmet dolayısıyla zahirî ve batini bunca nimet meydana geldiğine göre âhiret yurdunda yüz rahmetle nice nice nimetlere erilir. 54Ey kullarım! Size dünyada ve âhirette azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün' Yani günahlardan tevbe etmek suretiyle Rabbinize dönün. O'na karşı samimi olun Ameli sırf O'nun için yapın, sonra size yardım edilmez. Sonra Allah'ın azabı gelmeden önce tevbe etmezseniz, onun başınıza gelmesi engellenmez. Ayetin son kısmından anlaşılan bu hitabın kâfirlere olduğudur. Bu açıklamaların ışığı altında âyetin manası şöyledir: Ey insanlar şirkten imana dönünüz. Tevhidi Allahü teâlâ'ya samimi bir biçimde yapınız. Tevbe ile bu âyette yer alan ”inabe" (dönme) arasında fark vardır. Tevbe eden kimse Allah'a cezadan korktuğu için döner. İnabe yapan ise O'ndan haya ettiği, utandığı ve Rabbine iştiyak duyduğu için döner. 55Siz rahmetimizden dolayı farkında olmadan, duyularınızla geleceğini hissedip de tedbirini alamadan ve gerekli hazırlığı yapamadan ansızın... Âyetin metninde yer alan ”bağte" kelimesinin açıklaması için Râğıb der ki,: ”Bu kelime insanın hiç beklemediği bir yerden herhangi bir şeyin süpriz olarak karşısına çıkmasını ifade eder." Başınıza azap gelmeden önce, belâ ve ceza gelmeden önce... Buradaki başa ansızın gelecek azaptan maksat, ölüm olabilir. Çünkü ölüm âhiret azabının başlangıç noktasıdır. Âhiret azabının yolu ölümden geçer. Rabbinizden size indirilenin en güzeline tâbi olun.' Yani Kurana tabi olun. Nitekim bu sûrenin 23. âyetinde de durum aynı idi. Orada Yüce Allah: ”Allah sözün en güzelini...indirdi," buyuruyordu. ”Rabbinizden size indirilenin en güzeli"nden maksat ruhsatlar değil de azimetler de olabilir. Bir başka ihtimale göre indirilenin en güzeli inabe (Allah'a dönmek) ve itaatta sürekli olmak gibi daha salim olanı ve kurtuluşa daha lâyık olanı da kastedilmiş olabilir. Hasan-ı Basrî bu âyetin manasını şöyle anlamıştır: ”Allah'a itaata yapışınız. O'na âsi ve günahkâr olmaktan kaçınınız. Çünkü size indirmiş olduğu şeyler üç çeşittir: Kaçmasınız diye çirkin şeyler, tercih edesiniz diye güzel şeyler ve almakla ya da almamakla üzerinizde herhangi bir günahın olmayacağı bu ikisinin ortası olan şeyler zikredilmiştir ki, bu sonuncusu mubahlardır." 56Kişinin: 'Allah'a karşı işlediğim kusurlardan dolayı bana yazıklar olsun! ”Allah'a karşı"dan maksat, Allah'a itaat, O'nun hakkını yerine getirmek ve çizmiş olduğu yolda yürümektir. Râğıb der ki,: ”Âyetin metninde yer alan ”cenb" kelimesi organ anlamına ”cariha"dır. Çoğulu da ”cunub"tur. Sonra organ anlamına gelen bu kelime organın yan tarafı anlamında istiare yoluyla kullanılmıştır. Tıpkı diğer organların sağ ve solunun, sağ taraf ve sol taraf anlamına kullanıldıkları gibi." Bazı âlimlere göre, bu kelime, Arapçada ”cenbul hait" ve ”canibul hait ” ifadelerinden türemiştir. Mânâsı duvarın yanı demektir. Buna göre âyette yer alan ”cenbullafı" ifadesi, Yüce Allah'ın bize çizmiş olduğu şeriatı hakkında işlediğim aşırılıklardan dolayı yazıklar olsun demek olur. Aşırılık olarak tercüme edilen kelime ihmal ve kusur anlamınadır." Râğıb bu kelimenin ve karşıtının manasını şöyle açıklar: ”İfrat bir şeyde aşırı gitmektir. Tefrit ise geri kalmak, ihmal etmektir." "Ya hasret a" kelimesinin aslı ”ya hasretî"dir Araplar: Ya Hasreti veya lehfetî ve ya hasretâ ve ya lehfetâ ve ya hasretâye ve ya lehvetâye şeklinde bu kelimeleri kullanmaktadırlar. Böylesi kelime, Arapçada yardım dilemek için çağrıda bulunurken kullanılır. Orada geçen ”hasret" kelimesi elden kaçan ve yitirilen bir şeye üzüntü ve pişmanlık ifade eder. ”Bana yazıklar olsun" diye içi yanan kişinin işlemiş olduğu ihmale kendini sevk eden cahilliği ortaya çıkmıştır. Bazıları der ki,: ”Hasret insanın kendisinden artık ayrı kaldığı bir şeye üzülmesi, teessüf etmesidir." Gerçekten ben alay edenlerdendim.' Buranın manası da şöyledir: Ben dünyada iken Allah'ın dini ile ve o dine inananlarla alay edenlerden idim. Böylece kusur işledim. Katâde der ki,: ”Onlar sadece Allah'a itaati kaçılmadılar, onlar Allah'a itaat edenlerle üstelik alay ettiler." 57Veya: 'Allah bana hidayet verseydi yani hakkı gösterseydi elbette şirkten, günahlardan sakınanlardan olurdum' diyeceği... Bir haberde şu ifadeler yer alır: ”Cehenneme girip de cenneteki makamını görünce: ”Allah bana hidayet verseydi elbette sakınanlardan olurdum" demiyecek hiç kirnse yoktur, işte bu durum o kimse için bir hasret, iç yangısı vesilesi olur." 58Yahut, ayan beyan ve müşahade ederek azabı gördüğünde: 'Keşke benim için bir kez dönmeye imkân bulunsa da inanç ve amelde iyilerden olsam' (diyeceği için Allah'a dönün, O'na karşı samimi olun.) ”Kişinin Allah'a karşı işlediğim kusurlardan..." diye başlayan âyetler, daha yukarıda geçen Allah'a dönmeyi ve O'na samimi olmayı ve Kur'ân'a uymayı emreden fiillerin sebep bildiren mef'ûlü (tümleci)dür. Kişi anlamına gelen ”nefs" kelimesinin elif lamsız getirilmesi böyle söyleyeceklerin bütün kişilerin hepsi olmamasından dolayıdır, ya da bütün herkesi kuşatması için çokluk ve geneli ik ifade etsin diyedir. Buna göre mana şöyle olur: Kişinin, ”Allah'a karşı işlediğim kusurlardan... bana yazıklar olsun..." diyeceğinin hoş olmaması nedeniyle size emredilen şeyleri yapınız. Âyet metninde yer alan ”gerçekten ben alay edenlerdendim" şeklindeki ifadeden sonra gelen ”veya" kelimesi, kişinin ya yukarıdaki ifadeyi veya daha sonraki ifadeyi söyleyeceğine işaret etmektedir. Böylece bu ifadelerin faydasız sebep bildirme olduğu vurgulanmakta ve şaşkınlık ifadesi olacağı ifade edilmektedir. Alimler derler ki,: ”Bazı cehennemlikler: ”Bana yazıklar olsun" derken, bazıları da: ”Keşke...bir kez dönmeye imkân bulunsa da iyilerden olsam" diyecektir. 59Hayır sana âyetlerim hidayet sebebi olan Kur'an âyetleri gelmişti de âyet metninde yer alan ve hayır manasına gelen ”belâ" kelimesi olumsuz bir cümlenin olumlu cevabını vermek için kullanılır. Sanki insanoğlu şöyle söylemektedir: Şayet Allah bana hidayet verseydi elbette sakınanlardan olurdum. Ama bana hidayet vermedi. Bu söze karşılık Yüce Allah da hayır Ben sana hidayet verdim, diye cevap vermiş olmaktadır. O gün insanoğlu dünyaya dönmeyi ve güzel amel işlemeyi temenni edecektir. Fakat heyhat zamanı geçmiş, süre sona ermiştir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti ”kad caet ki," şeklinde müennes olarak okumuştu. Daha sonra gelen âyetleri de böyle okumuştur. Bu takdirde yapıları bütün hitab insanın nefsine yapılmış olmaktadır. Çünkü nefis kelimesi Arapçada müennestir. İnsanın nefsine hitab edilerek şöyle denilmiştir: Sen onları yalan saymış, bunlar Allah'tan değildir demiş, kibirlenmeye kalkmış, iman etmekten yüz çevirerek böbürlenmiş, böylece kâfirlerden olmuştun. O âyetleri inkâr etmiştin. Bir izaha göre de âyetin manası şöyledir: ”Hayır sana" peygamberlerden, mucizelerinden, kitaplardan, onların içindeki hikmetli sözlerden, öğütlerden, taşımış oldukları sırlardan, hakikatlerinden ve içlerindeki ince manalardan oluşan ”âyetlerim gelmişti de sen onları yalan saymış, kibirlenmeye kalkmış" onlara uymaktan ve şartlarını yerine getirmekten böbürlenmiş ”kâfirlerden olmuştun." Yani Yüce Allah'ın sana vermiş olduğu nimetleri inkâra kalkmıştın. Peygamberlerin varlığı, kitapların indirilmesi, mucizelerin gösterilmesi verilen bu nimetlerdendir. 60Kıyamet gününde Allah hakkında O'nu şanına lâyık olmayan şeylerle, meselâ çocuğu olduğu, karısı ve ortağı bulunduğu şeklinde nitelemek suretiyle yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Ayetin manası şöyledir: Onların yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün ya da uğradıkları şiddet veya kafalarında taşıdıkları cehalet karanlığı sebebi ile onları kara yüzlü görürsün. Burada işaret olunuyor ki, kıyamet günü insanların yüzü kalplerinin renginde olacaktır. Yalancı kalbler yalanın karalığı ve karanlığı sebebi ile kapkara olacak, yüzleri kalblerinin rengini alacaktır. Yusuf bin el-Hüseyin der ki,: ”Kıyamet günü en şiddetli azabı görecek olanlar, Allah'a iftira edip O'nun hakkında kendisinde olmayan şeyleri iddia eden ya da kendini olduğundan farklı gösterenlerdir." İmandan ve itaattan kibirlenenler için cehennemde bir karargâh mı yoktur? 61Allah şirkten ve günahlardan, yani cehennemden korkan ve çekinen takva sahiplerini kurtuluşa erdirir. Yani Yüce Allah onları kibirlenenlerin karargâhından kurtarır ve istemiş oldukları cennete kavuşturur. Onlara hiçbir fenalık dokunmaz. Onlar mahzun da olmazlar. Bu cümle de Allah'ın kurtuluşa erdireceği kimselerin bir başka durumları ve hallerini ifade etmektedir. Söz konusu ifade onların cenneti elde ederken daha önce azap görmemiş, üzüntü duymamış olduklarını ifade etmektedir. Sanki şöyle denmiş olmaktadır: Onların bedenlerine hiçbir eziyet dokunmayacak, kalblerine de hiçbir hüzün gelmeyecektir. Âyetin manasını şu şekilde anlamak da mümkündür: Yukarıda işaret olunduğu üzere kurtuluş sebepleri olan takva üzere olmaları dolayısıyla onlara hiçbir fenalık dokunmaz. Onlar mahzun da olmazlar. Kurtuluşun sebebi olan takvaya, kurtuluş denmesine gelince, bu takdirde maksat, fenalığın dokunmamasının ve üzüntünün devam etmeyeceğini ifade etmek değil, asıl maksat sevincin sürekli olacağını ifadedir. Bu âyette takvaya teşvik vardır. Çünkü takva kurtuluşa sebeptir. Takva sebebi ile cehennem der ki,: ”Geç ey mü'min çünki senin nurun benim ateşimi söndürdü." Takva nedeniyle yaratıklar muttaki leiden korkarlar. Örnek vermek gerekirse Bizans'ın Hazret-i Ömer'e göndermiş olduğu elçilerini gösterebiliriz. Bizans elçisi halife Hazret-i Ömer’in huzuruna girince kendisini bir korku ve titreme alır. Yüce Allah'tan cümlemizi ihlâs ehli kullarından eylemesini dileriz. 62Allah gerek hayır, gerek şer, gerek iman, gerek küfür her şeyin yaratıcısıdır. Fakat icbar ederek yaratıcısı değildir. Tam tersine o fiilleri kazanan kişilerin onların sebeplerine sarılması suretiyle yaratıcısıdır. et-Te'vdat en Necmiyye isimli eserde denir ki,: ”Kulların fiilleri ve bütün hareketleri bu kapsama dahildir. Allahü teâlâ'nın kendisi ve kelâmı ise buna dahil değildir. Çünkü bir kural vardır. Hitab eden, sözü konuşan hitabın içine dahil değildir ve çünkü Allahü teâlâ bütün her şeyi ”kün" (ol) sözü ile yaratır." O her şeye vekildir. Onların üzerinde nasıl diliyorsa öyle tasarruf eder. ”Vekil", herhangi bir işi üstüne alan ve onu tamamlamaya kefil olan demektir. Allahü teâlâ kullarının menfaatlerini ve maslahatlarını sağlamaya kefil olandır. Her türlü işlerinde onlara kâfidir. Allah'ın vekil olduğunu bilen kimseye bu bilgisi her türlü işinde yeter. Bu bilgiye sahip olan kimse Allah'ın tak dirini bir yana bırakarak plânlamada bulunmaz ve sadece O'na tevekkül eder. 63Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Âyetin orjinal metninde geçen ”mekâlid" kelimesi anahtar anlamına gelen ”miklâd" kelimesinin çoğuludur. Buna göre âyetin manası şudur: Ulvî ve süfli bütün hazinelerin anahtarları Yüce Allah'ındır. Bu âlemler üzerinde O'ndan başka hiç kimse tasarrufta bulunamaz. Hazret-i Osman (radıyallahü anh) Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bu âyetteki ”mekâlid" (anahtarlar) kelimesinin manasını sorar. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) der ki,: ”Bunun tefsiri yani göklerin ve yerin anahtarları şu duadır: Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah en büyüktür. O'nu tesbih eder, O'na hamdederim, Allah'tan mağfiret dilerim. Ulu ve azim olan Allah'tan başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur. İlk O'dur, son O'dur. Zahir O'dur. Bâtın O'dur. Hayır O'nun elindedir. O yaşatır, O öldürür. O her şeye kadirdir" (31) Bu açıklamalara göre âyetin manası şöyle olur: Yukarıda zikri geçen duâ ifadeleriyle Yüce Allah birlenir. Ve Allah'a tazim edilir. Bu kelimeler, yeryüzü ve göklerdeki hayırların anahtarlarıdır. Kim bunları okursa o hayırları elde eder. Bir rivayette Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediği bizlere nakledilmektedir: ”Yeryüzünün hazinelerinin anahtarları bana verildi. Ve bunlar bana teklif edildi. Ben: Hayır, bazan aç kalmayı bazan tok kalmayı tercih ederim dedim. Bu, şu demektir: Yüce Allah'ın lütfü ve kahrının hazinelerinin anahtarları kendisinden başka kimsenin elinde değildir. O en âdil hüküm verendir ve anahtar O'nun elindedir. Dilediği kimselere lütfunun hazinelerini açar ve O'nun katından hikmet pınarları, güzel ahlâk mücevherleri çıkar. O dilediğine kendi nefsinde kahrının hazine kapılarını açar ve orada hile, tuzak pınarları ile çeşit çeşit kötü vasıflar fışkırır. Gerek nefislerde ve gerekse dış âlemlerde bulunan tekvini (yaratılışa dair), ve tenzîlî (vahiyle indirilmiş) olan Allah'ın âyetlerini inkâr edenler var ya, işte onlar hüsrana uğrayanlardır. Öyle bir hüsrana uğrayanlardır ki, ondan daha ağırı ve ilerisi yoktur. Çünkü bu inkarcılar, cezayı sevaba tercih etmişlerdir. Gönüllerinin kapısını küfür ve nifak anahtarları ile açmışlardır. Yüce Allah'tan bizleri ticaretinde hüsrana uğrayanlardan değil ticareti kârlı çıkanlardan eylemesini dileriz. 64De ki,: 'Ey cahiller bana Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?' Bu âyetleri müşahade ettikten sonra ey cahiller sizler bana Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz? ”Emrediyorsunuz" ifadesi parantez arası niteliğinde bir ifade olup onların bu müşahadeden sonra Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Allah'tan başkasına kulluk etmesini emrettiklerini göstermektedir. Onlar zekâlarının hiç çalışmaması sebebi ile Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: ”Sen bizim ilâhlarımızı tanı, biz de senin ilâhına inanalım" demişlerdi. 65Şüphesiz sana da senden öncekilere de, senden önceki peygamberlere de şöyle vahyolunmuştıır: 'Yemin olsun farzedelim ki, varsayalım ki, Allah'a ortak koşarsan işlerin mutlaka boşa gider yani Benim katımda her ne kadar şerefli ve değerli olsan bile yaptığın amellerin sevabı boşa gider ve amelinin boşa gitmesi sebebi ile yapmış olduğun ticarette hüsranda kalanlardan olursun. Buradaki hitabın tekil olarak getirilmesi, söz konusu ifadenin her bir peygambere ayrı ayrı söylenmiş olması itibarı iledir. Ve bu ifade ”faraza, varsayalım, ki," şeklinde gelen bir ifadedir. Bunun gayesi, peygamberleri gayrete getirmek, kâfirlerin ümidini kesmek ve şirkin ne kadar çirkin ve son derece iğrenç olduğuna işaret etmektir. Bir de bunun gayesi Allah'a şirk koşulmasının, bunu yapması hemen hemen, mümkün olmayan bir kimseye yasak edilmesi ve onlar böyle bir fiili işlerlerse böyle bir ceza göreceklerine göre, onların dışındakilerin durumu nice olur bunu vurgulamak içindir. İbn Abbas (radıyallahü anh) der ki,: ”Bu âyeti kerime Yüce Allah'ın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’i terbiye ve başkalarını da tehdit için getirmiş olduğu bir âyettir. Çünkü Yüce Allah peygamberini kendisine şirk koşmaktan ve kâfirlere yağ çekmekten korumuştur." Burada amellerin boşa çıkarılması, inkâr üzere ölme ile kayıtlanmamıştır. Sebep olarak iki ihtimal düşünülebilir. Ya bu hüküm o müşriklere mahsustur. Çünkü Arap müşriklerinin Allah'a ortak koşmaları çok daha beter ve çok daha çirkindir. Ya da bu ifade küfür üzere ölmekle kayıtlıdır. Nitekim Bakara sûresinde bu mesele küfür üzere ölmekle kayıtlıdır. Söz konusu âyeti kerimede Yüce Allah şöyle buyurur: ”...Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de boşa gider." (Bakara: 217) O halde yukarıdaki, yani bu sûredeki âyeti kerime Bakara süresindeki kâfir olarak ölme kaydı ile kayıtlıdır. İmam Safîye göre, kâfirliğin bizzat kendisi amelleri gidermcz, boşa çıkarmaz. Asıl amelleri boşa çıkaran kâfir olarak ölmektir. Fakat Safinin dışındaki âlimlere göre, bizzat kâfir olmak amelleri giderir. Kişi ister kâfir olarak ölsün, ister ölmesin. Müfredaftd denir ki,: ”Amellerin boşa çıkması çeşit çeşittir: Bunlardan birisi: Yapılan amellerin dünyevî olması ve antrete hiçbir faydasının bulunmamasıdır. Nitekim Furkan sûresinde buna şöyle işaret olunmaktadır: ”Onların yaptıkları her bir işi ele alırız. Onu saçılmış zerreler haline getiririz. (Değersiz kılarız)." (Furkan: 23) İkincisi ise, yapılan amellerin uhrevi (âhirde dair) ameller olması, ancak bunu işleyen kimsenin söz konusu ameli ile Allah'ın rızasını elde etmeyi kastet merniş olmasıdır. Nitekim bir hadisi şerifte şöyle buyrulur: ”Kıyamet günü kişi getirilir ve kendisine sorulur: 'Neyle meşguldün?' Soruya muhatap olan: 'Kur'an okumakla diye cevap verir. Kendisine denir ki,: 'Sen filanca kişi Kur'an okuyor densin diye okuyordun' ve daha sonra cehenneme atılması emrolunur ” (33) 33- Burada hadis mealen rivayet olunmuştur. Yukarıdaki kimse cehennemin kendileriyle tutuşturulacak olduğu üç kişiden birisidir. Hadisi Müslim, Nesaî rivayet etmişlerdir. Tirmizî'nin rivayeti şöyledir: ”Kıyamet günü hakkında hüküm verilecek ilk kişi. . ." Bkz. el -Münziri et-Terğib ve't-Terhih, 1/61. Üçüncü ihtimal buradaki amellerin sâlih amel olması fakat o amellere karşılık kendisinden çok daha fazla kötülüklerin bulunmasıdır. İşte terazinin hafif gelmesi deyimiyle işaret olunan da budur. ”Hüsranda kalmak" ifadesinin ”amellerin boşa gitmesi" ifadesine atfedilmesi sonucun sebebe atfedilmesi kabi ündendir. 66Hayır, yalnız Allah'a kulluk et. Bu ifade, müşriklerin emirlerine bir cevap ve reddir. Şöyle denmiş olmaktadır: Kâfirlerin sana, kulluk et diye emrettikleri şeye ibadet etme. Tam tersine eğer kulluk edersen Allah'a et. Burada, şart cümlesi (eğer kulluk edersen) hazfedilmiş (gizlenmiş) ve meful (tümleç) onun yerine getirilmiştir. Ve Allah'ın sana verdiği nimetlere şükredenlerden ol.' Bunun kapsamı içinde tevhid ve kulluk etmek vardır. Bunların yanında senin çalışıp çaba göstermenle değil, sadece Allah'ın lütfü ve keremi ile meydana, gelen peygamberlik nimeti de mevcuttur. Şükür üç dereceye ayrılır: Birincisi sevilen şeylere şükürdür. Bu noktada Müslümanlara Yahudiler, Hristiyanlar ve mecusiler de ortaktır. İkincisi sevilmeyen şeylere şükürdür. Böylesi şükür eden kimse cennete ilk çağır alacak kişidir. Çünkü cennetin çevresi sevilmeyen şeylerle çevrilmiştir. Üçüncüsü ise nimeti verenden başka hiç kimseyi müşahade etmemektir. Böyle bir kimse nimeti ve şiddeti müşahade etmez. O, Allah'ın hükmüne ve kazasına razı olur. Aklı başında olan kimse Allah'a yönelmeye ve sağa, sola iltifat etmeksizin (dönmeksizin) sadece O'na dönmeye çaba gösterir. Abdullah bin Abbas ve Abdullah bin Mes'ud (radıyallahü anh)kırdan rivayete göre bir Yahudi âlimi Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a getirilir. Âlim der ki,: ”Ey Rasûlüm Muhammed Allah'ın kıyamet günü semaları bir parmağına, yeryüzünü bir başka parmağa, dağları bir parmağına, suyu toprağı ağacı bir başka parmağa, bütün yaratıkları da bir diğer parmağına koyacağını, sonra Allah onları sallayarak: Gerçek melik Benim, nerede (dünya) kralları, diyeceğini biliyor musun?" Yahudi âlimin bu ifadesine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) teaccüb ettiği için güler ve bunun üzerine şimdi tefsirini yapacağımız âyeti kerime nazil olur."(34) 67Onlar Allah'ı lâyık olduğu şekilde tazim etmediler. Âyet metninde yer alan ”kadr" kelimesi Kamus 'da da işaret olunduğu üzere ”tazim" manasınadır. Bu açıklamadan sonra âyetin manası şudur: Allah'ı lâyık olduğu şekilde tazim etmediler. Çünkü Allah'a, şan-ı azîm ine lâyık olmayacak şeyleri ortak koştular. Arapçada ”kadera'ş-şey'e kaddera hû" ifadesi takdir anlamına da gelir. Eğer âyetteki ifadeyi takdir manasına alırsak o zaman mana şöyle olur: Onlar Allahü teâlâ'nın azametini kendi nefislerinde hakkıyla takdir edip bilmediler. Râğıb, Müfredat isimli eserinde der ki,: ”Onlar Allahü teâlâ'nın asıl mahiyetini bilmediler ve O'nu hakkıyla tanımadılar. Allah'ı lâyık olduğu vasıflarla nitelemediler. O'nu hakkıyla tazim etmediler. Her kim Allah'ı bir şekil ile vasıflarsa ya da ihmale yönelirse en ideal caddeden sapmış ve en güzel yoldan kaymış olur." Kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun tasarrulundadır. Âyette yer alan ”cemian" (bütün) kelimesi Arapça dilbilgisi açısından lâfız itibari ile hal, fakat mana açısından pekiştirme ifade etmektedir. Bu sebeple tefsir âlimleri derler ki,: ”yeryüzü" kelimesinin ”bütün" şeklinde pekiştirme ile söylenmesi, yeryüzünde yedi yerin bulunmasındandır; ya da kastedilen yeryüzünün göze görünen, görünmeyen, orta tabaka, bütün tabakalarının kastedilmiş olmasındandır. Âyet metninde yer alan ”kabz" kelimesi el-Müfredat'ın söylediği üzere bir şeyi bütün avucu ile eline almak demektir. Meselâ kılıcı veya başka bir şeyi kabzetmek demek onu avucunun içine almak demektir. İşte bu ifade istiare yoluyla her ne kadar avuç, göz önüne alınmamış bile olsa bir şeyi tasarrufuna almak anlamına kullanılmıştır. Nitekim ”evi filancadan kabzettim" denir ki, inanası, evimi tasarrufum altına aldım, demektir. Yüce Allah burada ”bütün yeryüzü O'nun tasarrufundadır" buyurmakla bütün yeryüzünün O'nun mülkiyeti altında olduğuna, kulun mülkiyetinin olamayacağına işaret etmektedir. Meselâ bir kimsenin diğerine: ”Bu şey senin elindedir," demesi, senin mülkündedir anlamınadır. Halbuki o kimse bunu bizzat eline alınış değildir. Şu halde âyetin manası, bütün yeryüzü, hiçbir rakibi olmaksızın Allah'ın mülkünde ve tasarrufu altındadır. Orada, mülk sahiplerinin kendi mülkleri üzerinde tasarruf ettikleri gibi tasarruf eder, demek olur. Bütün yeryüzü bunca büyüklüğüne rağmen Yüce Allah'ın kudretine oranla ancak bir tek kabza mahiyetindedir. Bu ifade Yüce Allah'ın azametinin büyüklüğüne, kudretinin mükemmelliğine. Yüce Allah'ın saltanatı ve büyüklüğü karşısında büyük büyük fiillerin son derece değersiz oluşuna işaret etmektedir. Öte yandan burada, âlemin yıkılıp tahrip edilmesinin Allah açısından son derece basit bir şey olduğu misal verilmek ve hayal ettirilmek suretiyle vurgulanmaktadır. Misal verilirken ne hakikaten ve ne de mecazen avuç kavramına itibar edilmeyecektir. Nitekim el-İrsad vb. eserlerde de aynı şekilde açıklanmaktadır. Âyetin devamı da bu şekilde anlaşılacaktır. Yüce Allah devamında buyuruyor ki,: Gökler O'nun kudret eli ile bir araya getirilip durulmuş olacaktır. Âyette yer alan ”matviyyât"“tavaytuşşey'e tayyen" ifadesinden gelmektedir, manası, bir şeyi bir şeye kattım demektir. Bir başka ihtimale göre âyetin manası, gökler O'nun kudret eliyle helak olacaktır, demektir. Bu takdirde ”matviyyât" kelimesi ömrün geçmesi anlamına gelen ”tayy" mastarından türemiş olur. Arapça'da: ”Tavallahu umrahu" denir ki, manası, Allah onun ömrünü dürdü, sona erdirdi, demektir. İbn Abbas (radıyallahü anh) der ki,: ”Yedi gökler ve yedi yeryüzü Yüce Allah'ın elinde sizlerin elinizde bulunan hardal tanesi gibidir." Bir âlim der ki,: ”Bu âyet müteşâbih âyetlerdendir. Tefsire ve tevile kalkışmaya imkân yoktur. Ancak bunlara iman etmek Yüce Allah'ın işaret ettiği üzere gereklidir. İlgili âyette Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: ”İlimde yüksek payeye erişenler ise: 'Ona inandık, hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler." (Âl-i İmran: 7) (35) O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir. Yani kudreti ve azameti bu olan birisi onların şirk koşmalarından ve koştukları ortaklardan uzaktır ve yücedir. 68Sûr'a üflenince, Buradaki üflenmekten maksat bütün canlıların öldürülmesine mahsus olan birinci üfleniştir. Ölülerin dirilmesi için olan ve biraz sonra ifade edilecek ikinci üfleniş buradaki üflenişin birinci üfleniş olacağına karinedir, delildir. Âyette yer alan ”nefh" (üfürmek) bir şeye rüzgâr liflemek demektir. Arapçada ”nefeha bi femihi" ifadesi ağzından rüzgâr çıkardı anlamınadır. Kur'an'da geçen ”nefh" kelimesi beş çeşittir: Birincisi Cebrail (aleyhisselâm)’in Meryem (aleyhisselâm)’in gömleğinin yakasına üfürmesidir. Nitekim Yüce Allah bu gerçeğe şöyle değinmektedir: ” Irzını koruyan o kızı da yad et ki, Biz ona ruhumuzdan üflemis, kendisini de oğlunu da âlemlere ibret kılmıştık." (Enbiya: 91) ”Ruhumuzdan ona üflemistik" ifadesinin manası, emrimizle Cebrail gömleğinin yakasından üflemişti, demektir. Bir kadını, Cebrail’in üflemesi ile hamile bırakan ve karnında çocuk yaratan Allah'ı tesbih ederim. İkincisi Meryem oğlu İsa'nın çamura üfürmesidir. Buna da Yüce Allah şöyle değinmektedir: ”...Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyordun da ona üflüyordun, o da iznimle kuş olmuştu..." (Mâide: 1 10) Hazret-i İsa'nın üfürmesi ile çamuru kuş şekline sokan Allah'ı tesbih ederim. Üçüncüsü ise Yüce Allah'ın Hazret-i Âdem’in yaratıldığı çamura üfürmesidir. Bu gerçek de şu âyetle ifade olunmaktadır: ”Onu tamamlayıp içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman derhal ona secdeye kapanın." (Sâd: 72) Yani ruha onun içine girmesini ve ona bağlanmasını emrettim. Eti dile getirip konuşturan, yağ parçasına görme özelliği veren, kemiğe işitme duyusu balı seden, kendisinden bir ruh ile cesedi dirilten Allah'ı tesbih ederim. Dördüncüsü ise Zülkarneyn’in ateşteki demire üflemesidir. Cenabı Hak bu olayı şöyle anlatır: ”'Bana demir kütleleri getirin.' nihayet dağın iki yanı arasını aynı seviyeye getirince (vadiyi doldurunca) 'üfleyin (körükleyin) ' dedi..." (Kehf: 96) Demir parçasını Zülkarneyn’in üfürmesi ile ateşe çeviren Allah'ı hamdederim. Beşincisi de İsrafil (aleyhisselâm)’in Sur'a üfürüşüdür ki, bu da konumuz olan Zümer sûresinin 68’inci âyetinde ”sûra üflenince..." şeklinde ifade edilmiştir. Bir tek üfürüşle kandilin sönmesi gibi, bir üfürüşle ruhları cesetlerden çıkaran ve bir üfürüşle ateşi yakan Allah'ı tesbih ederim ve bir üfürüşle ruhları bedenlere iade eden Allah'ı tesbih ederim. Bütün bunlar Yüce Allah'ın tam mükemmel kudretine birer delildir. "Sûr", Yüce Allah'ın İsrafil (aleyhisselâm)’in ağzına vermiş olduğu nurdan bir boynuzdur. Allah'ın diledikleri müstesa olmak üzere bunlar Cebrail, İsrafil, Mikâil ve ölüm meleğidir. Bunlar daha sonra öleceklerdir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi düşüp ölecektir. Arapçada ”saika er-raculü" denir ki, manası korktu ve bayıldı anlamınadır. Hatta bayılanın bazen korkudan ölmesi de mümkündür. İşte bu ifade çoğunlukla ölme anlamında kullanılmaktadır. Buna göre âyetin manası, sûr'a üfürülünce korkudan ve sesin şiddetinden ölüp yere yıkılacaklardır, demek olur. Müstesna olan melekler de ölünce Yüce Allah'ın mülkünde bir tek canlı insan, cin, melek ve başka hiçbir yaratık kalmayacaktır. Sadece Kahhar olan Yüce Allah kalacaktır. Ölüm herkes için geçerli bir kuraldır. Zira canlı olarak birisi kalsaydı Yüce Allah'ın ”Bugün hükümranlık kimindir?" (Mü'min: 16) sorusuna cevap verecek ve ”Kahhar olan tek Allah'ındır" (Mü'min: 16) diyecekti. Bu âyette geçen ”sak" ile. Neml sûresinde geçen ”Sur'a üfürüldüğü gün - Allah'ın diledikleri müstesna - göklerde ve yerde bulunanlar hep dehşete kapılır." (Neml: 87) ”Feza"' kelimesi arasındaki farka gelince fark şudur: Şüphesiz ölmek manasına olan ”sa'k", korkup dehşete kapılmak anlamındaki ”feza" dan başkadır. Bayılmak manasına olan da böyledir. Çünkü her korkan mutlaka bayılmaz. Sonra ona bir daha üflenince, bu üflenme birincinin biçiminde ikinci liflenmedir bir de ne güresin, onlar bütün yaratıklar ayağa kalkmış bakıyorlar! Ayette yer alan ”kıyam" kelimesi Arapçada ”kâim" kelimesinin çoğuludur. Buna göre mânâ, bir de ne göresin, onlar kabirlerinden kalkmışlar ayakları üzere dikilmişlerdir, ya da durmaktadırlar. Arapçada kıyam, ”durmak ve bulunduğu yerde şaşkınlıktan donup kalmak" anlamınadır. ”Bakıyorlar" ifadesi, yani şaşırmış kimseler gibi gözlerini etrafa çeviriyorlar anlamına, ya da kendilerine yapılacak şeyi bekliyorlar, manasınadır. Bazı âlimler şöyle anlatırlar: ”Onlar semanın ve yeryüzünün nasıl değiştiğine, kendilerini hesaba çağıran davetçinin nasıl çağırdığına, annelerinin ve babalarının kendilerine olan şefkatlerinin nasıl kaybolduğuna ve kendi başlarının telâşına nasıl düştüklerine bakarlar." Hasımlarının kendilerine ne yapacağına bakarlar. Bir hadisi şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Kabirden dirilip ilk kalkacak olan kişi benim." (36) 36- Bu hadis Tirmizî'nin Sünelimde tahnc ettiği hadisin bir parçasıdır. Hadisin baş tarafı: ”Ben kıyamet çünü âdemoğlunun efendisiyim. . ." şeklindedir. Bkz. Camiu'l-Usûl, 8/526. Meleklerin içinde ilk diriltilecek olan sur'a üfürmesi için İsrafil isimli melektir. Arşın gölgesi altında gölgelenecek olan ilk kişi durumu sıkışık olan borçluyu sıkıştırmayıp ona mühlet veren ve borcu silen alacaklı olacaktır. Havzın başına ilk gelecek olanlar bu ümmetin fakirleriyle Allah için birbirlerini sevenler olacaklardır. Kıyamet günü ilk kez elbise giydirilecek olan kişi İbrahim (aleyhisselâm)dir, çünkü o ateşe çırılçıplak atılmıştı. Ateşten elbise ilk giydirilecek olan kişi İblis'tir. İnsanlar arasında sonuca bağlanacak ilk dava, kan akıtmak (adam öldürmek) davaları olacaktır. Yüce Allah'ın insanı ilk sorguya çekecek olduğu konu namazıdır. Kadınlar ilkin namazlarından ve kocalarından hesaba çekileceklerdir. Kıyamet günü kula ilk sorulacak şey nimettir. Kendisine şöyle sorulacaktır: Senin vücudunu sağlıklı kılmadım mı? Seni soğuk su ile suya kandırmadım mı? Teraziye konulacak ilk nesne güzel ahlâk olacaktır. Kulun terazisine koyulacak ilk şey çoluğu çocuğuna yaptığı nafaka harcamaları olacaktır. Âdemoğlunun vücudunda şahitlik edecek olan ilk organı uyluğu ile avucu olacaktır. Birbiri ile hasım olup mahkemeleşecek olanlar komşulardır. Kıyamet günü ilk şefaati peygamberler, sonra âlimler, sonra da şahidler yapacaklardır. Bu ümmetin arasından cennete ilk girecek kişi Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) olacaktır. Hakkın kendisine selâm verip musafaha edeceği ilk kişi Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) olacaktır. Zenginlerden cennete girecek ilk kişi aşerei mübeşşereden olan (cennetle müjdelenen on sahabi arasından) Abdurrahman bin Avf olacaktır. (37) 37- Yukarıdaki biçimde herhangi bir hadisi şerif varid değildir. Burada müfessirın yaptığı çeşitli hadisi şeritlerin baş tarafından almış olduğu ifadeleri biraraya getirme ve derlemeden ibarettir. Meselâ: ”Kıyamet günü ilk elbise giydirilecek İbrahim'dir" ve ”kabirde kula sorulacak ilk soru namazı hakkındadır. . ." şeklindeki hadisler örnek olarak gösterilebilir. el-Medarik'de, müfessir der ki,: ”Bu âyet gösteriyor ki, sûr'a iki kez üfürülecektir. Birincisi bütün canlıları öldürmek, ikincisi de diriltmek için olacaktır. Cumhura göre ise sur'a üç kez üfürülecektir. Birincisi korku vermek içindir. Nitekim Yüce Allah: ”Sur'a üfürüldüğü gün - Allah'ın diledikleri müstesna - göklerde ve yerde bulunanlar hep dehşete kapılır..." (Neml: 87) buyurmaktadır. İkincisi ölüm için, üçüncüsü de yeniden dirilmek içindir. Şayet: üfürüime, iki kez ise, bu takdirde yer alan ”sa'k" kelimesinin manası ”ölüp yere yıkılırlar" olur. Eğer sur'a üç kez üfürülecekse manası ”bayılıp yere yığılırlar" şeklinde olur. Bu takdirde bu üçüncü üfürülüş bazı âlimlerin kanaatlerinde olduğu gibi kıyamet günü yeniden diri klikten sonra meydana gelir." Sa'd el-Müftî der ki,: ”Hadislerin zahirine göre sûr'a dört kez üfürülecektir. Bunlardan ikisi öldükten sonra diriltmek için olup Yâsîn sûresinde zikredilmiştir. Bir üfürülüş korku ve dehşet vermek için olup bunu duyanlar bayılacaklardır. Dördüncüsü de yeniden uyanmak ve kendine gelmek içindir." "Harîdetü'l-Acâib" isimli eserden anlaşıldığına göre, korku ve dehşet üfürülüşü bu üfürülüşlerin içinde ilki olacaktır. Çünkü kıyamet alâmetleri geldiği zaman Allahü teâlâ Sûra liflemekle görevli meleğe korku ve dehşet üfürüşünü üfürmesi ni, buna devam etmesini ve uzatmasını emreder. Sûrun üfürülüş sesi hergün biraz daha gitgide artacaktır ve böylece bütün yaratıklar dehşete düşecekler, ana şehir merkezlerinde bir araya gelecekler, çobanlar güttükleri hayvanları bırakacak, yırtıcı ve vahşi hayvanlar sûrun sesinden dehşete düşmüş olarak gelecek ve insanlara karışacaklardır. Sonunda yeryüzü ve gökyüzü olduğu halden daha değişik bir hale bürünecektir. Korku ve dehşet üfürülüşü ile sûra ikinci kez üfürüime arasında kırk yıl olacaktır. Yüce Allah, yaratıkları diriltmeyi dilediği zaman gökten yere yağmur yağacak ve yeryüzü canlanıp titreşecek, yağmur yağmasına devam edecek sonunda bütün yeryüzünü yağmur kaplayacaktır. Bundan sonra bütün cesetler kuyruk sokumundaki kemikten diriltilecektir. Kuyruk sokumundaki bu kemik insanın ilk yaratılan organı olup yaratılış ondan başlamış ve ondan başlayarak yeniden gerçekleşecektir. Söz konusu kemik, nohut büyüklüğünde olup hadislerde yer aldığı üzere insanın çüriimeyecek olan parçasıdır. Bütün yeryüzü bir kitabın sayfası gibi dümdüz olacaktır. Sonra Yüce Allah İsrafil’i diriltecek ve o Beytü'l Makdis’in taşından yapılmış olan sür'a üfürecek, bu sesin üzerine ruhlar ortaya çıkacaklardır. Ruhların arı vızıltısı gibi sesleri olacak, titreyen cesetleri dolduracaklardır. Sonra her bir nefis Yüce Allah'ın bildirmesi sayesinde kendi cesedine gidecektir. Hatta vahşi hayvanlar, kuşlar ve her ruh sahibi kendi cesedine gidecektir ve bütün herkes ayağa kalkmış bakacaktır. Sonra Yüce Allah onlara dilediğini yapacaktır. 69Yeryüzü, Rabbinin nuru ile... Buradaki ”nur", insanların önüne gelen ve etrafa yayılan muayyen bir ışıktır. Aydınlanır, yani kıyamet arasâtı aydınlık ve ışıklı olur. Yeryüzü Rabbinin nuru ile, yani O'nun uygulayacağı adaletle aydınlanır. Burada adalet yerine istiare sanatı ile ”nur" ifadesi kullanılmıştır. Çünkü yeryüzünün her tarafını aydınlatan ve hakları ortaya çıkaran adalettir. Bu tıpkı zulme karanlık anlamına gelen zulmet isminin verilmesi gibidir. Bir hadisi şerifte: ”Zulüm kıyamet günü karanlıklardır," buyurulmaktadır.(38) Yani zulmün şiddeti, onu işleyenin uğrayacağı şiddete ve sıkıntıya sebeptir. Ya da zulüm gerçekten zalimin karanlıklarda kalmasına sebeptir. Böylece mü'minlerin nurları önlerinde ve sağlarında giderken zalim yolunu bulamaz. Âyetteki ”nur" kelimesinden maksat adalet olduğu için Allah'ın ismi ”yeryüzü" kelimesi yerine kullanılan zamire muzaaf olmuştur. Yani ”Rabbinin nuru" ifadesi ”yeryüzünün Rabbinin nuru" şeklindedir. Çünkü yapılan bu izafet ancak yeryüzünde yayılan hüküm ve adalet sayesinde oranın aydınlanması kastedildiğinde güzel olur. Ya da âyetin manası, yeryüzü kıyamet günü, Allah'ın oradaki nuru ile aydınlanır. Dünyada olduğu gibi aydınlatıcı bir takım araç ve gerecin vasıtalık etmesine ihtiyaç yoktur, demek olur. Buna göre böyle bir nur ile değişmiş olan yeryüzünün çehresi güneş, ay ve bunların dışında başka aydınlatıcı cisimler olmaksızın aydınlanır. Bu sebeple yani bu mana dolayısı ile nur, Allah'ın adına izafe edilmiş olur. Kitap konulur, yani hesap ve ceza konulur. Bu ifade Arapçada ”va-daa el muhasib kitabet münasebeti beyne yedeyhi" (muhasebeci muhasebe defterini önüne koydu) ifadesi gibidir, ya da kitap'îm maksat amel defterlerinin onları bizzat işleyen kimselerin bazılarının sağ, bazılarının sol elinde olmasıdır. Çoğul yerine cins ismi olan (el-kitab) bir isimle yetiniimiştir. Çünkü her bir kimsenin müstakil ve bağımsız ayrı bir kitabı (amel defteri) vardır. Peygamberler ve ümmetlerin lehlerine ve aleyhlerine meleklerden ve müminlerden şahitler getirilir. Bu ifade işaret ediyor ki, peygamberler ve şahitler hüküm, yargı ve hesaba çekilmek için çağırıldıklarına göre acaba milletlerin, isyankârların ve günahkârların hali nice olur? Ve aralarında kulların aralarında hakkaniyetle, adaletle hüküm verilir. Sevapları azaltılarak, cezaları artırılmak sureti ile vaded ildiği gibi, onlara asla zulmedilmez. Âyeti kerime adaletle başladığı gibi, zulüm edilmeyeceği ifadesi ile bitmektedir. 70Mükellef olan herkes ne yaptıysa, karşılığı tastamam verilir. herkese yaptığı iyiliğin, kötülüğün, itaatin ve günahın karşılığı tastamam verilir. Allah onların yaptıklarını en iyi bilendir. Allah onların yaptıklarını şahitlerden daha iyi bilendir. Çünkü O, fiillerin yaratıcısıdır. Kulların fiillerinden hiçbir şey cenabı Allah'tan gizli kalmaz. Allah şahitleri sadece kulların aleyhine olan delilini pekiştirmek için çağırır. İbn Abbas (radıyallahü anh) der ki,: ”Kıyamet günü olunca Allahü teâlâ yeryüzünü başka bir biçime sokar. Yeryüzünün genişliğini ve uzunluğunu işte şu kadar artırır. Yaratıkların; itaatkârının ve günahkârının ayağı yere basınca Yüce Allah onlara kelâmını işittirir ve der ki,: Benim kâtiplerim açıktan açığa yaptıklarınızı yazıyorlardı. Fakat gizlemiş olduğunuz şeyleri bilmiyorlardı. Ben ise sizin gizlediğinizi de, dışa vurduğunuzu da biliyorum. Bugün ben dışarıya vurduğunuz ve içinizde gizlediğinize uygun olarak sizi hesaba çekeceğim. Sonra aranızdan dilediğim kimseleri bağışlayacağım." Şeyh İzzüddin bin Abdüsselâm der ki,: ”Ekseri âlimlere göre kulun içinden geçeni meleklerin bilmesine imkân yoktur. Şüphesiz hafaza melekleri Levhi Mahfuzun bekçilerinin kendilerine söyleyip yazdırmasını isterler. Ve böylece kulun zahirde işlemiş olduğu bütün fiilleri ve içinden geçen azmi öğrenmiş olurlar. Fakat insanın içinden geçen sırların içinde Allah'tan başkasının bilemeyeceği sırların bulunması da mümkündür. Kıyamet günü gelince Allahü teâlâ: 'Levh-i Mahfuz nerede?' diye sorar. Bu soru üzerine Levh-i Mahfuz getirilir. Onun şiddetli bir sesi vardır. Yüce Allah sorar: 'Tevrat'tan, Zebur'dan, İncil'den ve Furkan'dan senin üzerine yazdıklarım nerede?' Levh-i Mahfuz der ki,: 'Ya Rabbi onları Ruhiı'l-Emin benden aldı.' Bunun üzerine Ruhiı'l-Emin getirilir. Getirilirken tir tir titremede, iki bacağı birbirine çarpmaktadır. Yüce Allah sorar: 'Ey Cebrail Levh-i Mahfuz senin Benim kelâmımı ve vahyimi aldığını ve naklettiğini iddia ediyor, bu doğru mudur?' Cebrail: ”Evet ya Rabbi,' der. Yüce Allah sorar: 'Onlar hakkında ne gibi bir işlem yaptın?' Cebrail cevap verir: 'Tevrat'ı Mûsa'ya, Zebur'u Davud'a, İncil’i İsa'ya, Kur'an'ı da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ulaştırdım. Her peygambere peygamberlik görevini tebliğ ettim. Her sahile sahibi peygambere sahifelerini verdim. O anda Ey Nuh!' diye bir çağrı yapılır. Nuh (aleyhisselâm) göğsü litreye titreye, bacakları birbirine çarpa çarpa getirilir. Allahü teâlâ sorar: 'Ey Nuh, Cebrail senin gönderilmiş peygamberlerden olduğunu iddia ediyor.' Nuh: 'Doğru söylüyor ya Rabbi.' Allahü teâlâ sorar: 'Kavminin arasında ne yaptın?' Nuh Cevap verir: 'Gece gündüz onları davet ettim fakat benim davetim onların kaçmalarından başka bir işe yaramadı.' Birden: 'Ey Nuh kavmi! diye bir çağrı duyulur ve Nuh kavmi bir tek zümre halinde getirilir. Yüce Allah der ki,: 'Bu Nuh'tur. Size peygamberlik mesajının ulaştığını iddia ediyor.' Bunun üzerine Nuh kavmi: 'Ya Rabbi bize Nuh hiçbir şey tebliğ etmedi,' der. Sonra peygamberliği inkâr ederler. Allahü teâlâ Nuh'a sorar: 'Ey Nuh bunların iddialarına karşılık elinde delilin var mı?' Nuh (aleyhisselâm) der ki,: 'Evet ya Rabbi. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ümmetidir.' Nuh kavmi der ki,: 'Bu nasıl olur? Biz onlardan önce geçen ümmetiz. Onlar ümmetlerin en sonuncusu.' Bunun üzerine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) getirilir. Yüce Allah buyurur ki,: 'Ya Muhammed, bu Nuh seni şahit gösteriyor.' Bunun üzerine Rasûlüllah, peygamberlik görevini tebliğ etti diye Nuh'a şahitlik eder ve: ”Kendilerine yakıcı bir azap gelmeden önce kavmini uyar diye Nuh'u kendi kavmine gönderdik" (Nuh: 1) âyetinden başlayarak sûrenin sonuna kadar okur. Allahü teâlâ Nuh kavmine: 'Sizin aleyhinize hak vacip oldu. Azap hükmü kâfirlerin aleyhine gerçekleşti,' buyurur. Ve sonra emreder, amelleri tartılmaksızın, hesapları ortaya koyulmaksızın bir tek zümre halinde cehenneme atılırlar. Diğer ümmetlerin hepsine de bu şekilde yapılır. Çünkü Kur'an-ı Kerim onlardan ve durumlarından söz etmiştir. Haberde varid olduğuna göre adamın birisi Allahü teâlâ'nın huzurunda durur." Yüce Allah: ”Ey kötü kul. Sen günahkâr ve âsi idin," der. Kul: Hayır vallahi ben yapmadım," der. Kendisine Senin aleyhine delil var," denilir ve kendisi ile görevli hafaza meleklerine emrolunur. Kul: ”Bana iftira ediyorlar," der. Bu sefer organları aleyhine şahitlik eder ve emrolunur, cehenneme atılır. Cehenneme atılan bu kul, organlarını kınamaya başlar. Onlar: 'Biz bunları kendi irademizle söylemedik. Bizi her şeyi konuşturan Allah söyletti," derler.(39) İşte zaman, mekân ve benzerleri öyle şahitlik ederler. Kurtuluş, Allah'tan başkasını bir yana bırakarak, O'nun zikri ile ve O'na itaatla meşgul olmaktadır. 71O inkâr edenler önderleri ile birlikte bölük bölük cehenneme sürülür. ”Zümer", ”zümre" kelimesinin çoğulu olup az bir topluluğun adıdır. Kelime ”zenıir" den türemiştir ki, manası sestir. Çünkü topluluk sessiz olmaz. Buna göre mana şöyle olur: İnkâr edenler bizim tarafımızdan hesapları görüldükten sonra bölük bölük cehenneme sürülürler. Bu sürülme, şiddetle ve kendilerine değer verilmeksizin yapılır. Ve bu durumda bölük bölük, birbirinin peşisıra sapıklıkta ve kötülükteki derece ve tabaka farklılığı uyarınca gruplar yapılarak cehenneme sürülürler. Ve cehennem, onları asık bir yüzle karşılar. Tıpkı onların, emirleri, yasakları, emredenleri ve yasaklayanları asık bir yüzle karşıladıkları gibi. Nihayet oraya geldikleri zaman kapıları açılır. Cehenneme girsinler diye cehennemin yedi kapısı açılır. Nitekim Yüce Allah buna şöyle işaret eder: ”Cehennemin yedi kapısı vardır..." (Hicr: 44) Cehennemin onların geliş vakitlerine kadar kapalı tutulmasının faydası ise, cehennemi korkunç kılmak ve ateşini tutuşturmaktır. Şöyle denmiştir: ”Cehennemlikler tıpkı hapis mahkûmları gibi cehennemin kapısını kapalı bulacaklar, orada kapı açılana kadar dikilip bekleyeceklerdir. Bu, kendilerini azarlamak ve değerlerini düşürmek içindir. Bu, ruhanî azap kabilindendir ki, cismani azaptan çok daha beterdir. Onların kapının yanında durmaları, kendileri açısından azabın hemen verilmesinden daha evlâdır. Bu görüşü şu nokta pekiştirir: Kâfirin şiddet, sıkışıklık ve korku içinde ayakta durması uzayınca der ki,: ”Ya Rabbi beni cehennemin içinde bile olsa biraz rahatlat." Bekçileri onlara: Azarlamak, daha acıya gark etmek ve elem vermek için...derler. Ayette geçen ”hazene" kelimesi ”hâzin" kelimesinin çoğulu olup hazinenin ve içinde bulunan şeylerin muhafızı demektir. Burada ise maksat cehennemin bekçileri ve zebanileridir. Onlar cehennemliklere azap etmekle görevli meleklerdir. 'Size içinizden sizin gibi Adem olan kendi cinsinizden kendilerine başvurmanız, sözlerini anlamanız kolay olsun diye Rabbinizin âyetlerini okuyan -bundan maksat Allah'ın peygamberlere indirdiği âyetlerdir.- Ve bugüne yani bu vakte kavuşacağınızı ihtar eden sizi bu hususta korkutan peygamberler gelmedi mi?' derler. O vakitten maksat kıyamet günü değil cehenneme girecekleri andır. Ayetin böyle anlaşılması gereklidir. Çünkü âyetteki ”izafeti lâmiye" kıyamet gününün sırf kâfirlere mahsus olduğunu ifade eder. (Oysa kıyamet günü sırf kâfirlere mahsus değildir. Bu sebeple bu radaki günü, kıyamet günü değil, cehenneme giriş anı olarak almak doğru olacaktır.) Ayrıca Arapçada ”yevm" ve ”eyyam" kelimeleri şiddet ve sıkıntı anları için çok kullanılır. Bu sebeple âyette yer alan ”yevm" kelimesi vakit anlamına alınmıştır. Bu âyeti kerime şeriat gelmeden herhangi bir kimsenin mükellef tutulamayacağına delildir. Zira kâfirlerin azarlanmalarına hep peygamberin gelmesi, kitabın tevdi edilmesi sebep gösterilmiştir. Onlar: 'Evet geldi!' derler. Evet bize peygamberler geldi, bize Allah'ın âyetlerini okudular. Bizi uyardılar, derler. Böylece onlar kendilerine peygamber geldiğini, ikrarın ve itirafın hiç fayda vermeyeceği bir zamanda itiraf ederler. Ama azap sözü kâfirlerin üzerine hak olmuştur, vacip olmuştur. Bu söz Yüce Allah'ın İblise söylediği şu sözdür: ”Mutlaka sen ve sana uyanların hepsi ile cehennemi dolduracağım."(Sâd: 85) Onlar bu itiraftan sonra: ”Bizler İblise tâbi olanlardandık. Peygamberleri yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmedi, siz sadece yalancısınız dedik," derler. 72Onlara: 'İçinde ebedî kalacağınız cehennemin kapılarından girin, orada ebedî kalacağınız takdir edilmiş olarak girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötü' denilir. Burada, diyenin kim olduğu kapalı bırakılarak söylenen sözün korkunç bir söz olduğu vurgulanmıştır. ”Kibirlenenlerin yeri ne kötü" ifadesinin manası, iman ve itaat etmekten kaçınan kibirlenenlerin yeri ne kötü, demektir. ”Kibirlenenler" manasına gelen ”el-mütekebbirîn" kelimesinin başındaki ”elif - lâm" cins ifade eder. Ancak bunun cins ifade etmesi hakkı kabul etmeyerek böbürlenmeleri dolayısıyla cehennemde yer alacaklarına işarete engel değildir. Çünkü onların cehenneme girmeleri, azap hükmünün önceden geçmiş olmasıdır. Azap hükmü ise onların üzerine böbürlenmeleri, inkâr etmelerine binaen verilmiştir. Şu halde onların böbürlenmeleri ve diğer kötü fiilleri hep önceden geçen azap hükmünün birer sonucudur. Burada âsilerin iki sınıf olduklarına işaret vardır: Bir sınıf böbürlenenlerdir ki, bunlar ısrarcı olanlar, İblis’in peşinden gidenlerdir. Bunlar cehennemde ebediyyen kalacaklardır. Bir diğer sınıf ise mütevazidirler. Bu grup tevbe edenler ve Adem (aleyhisselâm)'e uyanlardır. Bunlar kurtuluşa ererler. İşte bu delil bile ortaya çıkarıyor ki, şirkten sonra, kibirden daha büyük bir günah yoktur. Hatta şirk bile kibirden kaynaklanır. Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur: ”...O (iblis) yüz çevirdi ve büyüklük tasladı ve böylece kâfirlerden oldu." (Bakara: 34) Bu ifade şu hadisi kutsideki ifadeyi desteklemektedir: ”Kibriya Benim ridamdır. Azamet izanındır. Kim bu iki hususta Benimle boy ölçüşmeye kalkışırsa onu cehenneme atarım."m Bu sebeple Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez." Birisi sorar: İnsan elbisesinin ve ayağındaki ayakkabısının güzel olmasından hoşlanır. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) cevap verir: ”Şüphesiz Allah güzeldir, güzelliği sever. Kibir, hakkı tanımayarak azmak ve insanları küçümsemektir." (41) Yani kibir, Yüce Allah'ın emirlerinde ve yasaklarmda hakka riayet etmemek, insanları küçük görmek ve ayıplamaktır. Bu hadis sözkonusu huyları çirkin ve ağır göstermek için varid olmuştur. 41-Hadisi Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî rivayet ederler. Bkz. İbnü’l-Esîr, Camiu'l-Usûl 10/614. 73Rabblerine karşı gelmekten sakınanlar ise, bölük bölük fazilette ve bulunduğu tabakanın yüceliğindeki çeşitli mertebelerine göre çeşitli zümreler halinde cennete sevk edilir. bu sevkediliş hesaptan öncedir. Ya da hesaptan biraz sonradır. Biraz sonra oluşu âyetin daha öncesinde yer alan ”Yeryüzü, Rabbinin nuru ile aydınlanıp kitap konulur."(Zümer: 69) ifadesi ile uyumludur. Müslümanları sevkedenler ise Yüce Allah'ın emri uyarınca meleklerdir. Melekler onları yormadan ve bitkin hale getirmeden, tam tersine sevinç ve neşe ile değerlerini artırmak ve şereflendirmek üzere sevkederler. Bundan amaçları kendilerini bir an önce keramet yurduna ulaştırmaktır. Burada ”sakınanlar" dan maksat şirkten kaçınanlardır. Onlar cennetin avamı, yani orta tabakasıdır. Bunların üzerinde Yüce Allah'ın haklarında: ”O gün cennet, takva sahiplerine yaklaştın lir." (Şuara: 90) buyurduğu kimseler vardır. Bunların da üzerinde haklarında: ”Takva sahiplerini heyet halinde çok merhametli olan Allah'ın huzurunda topladığımız..." (Meryem: 85) buyrulan kimseler vardır. Cennete sevkedilenlerle cennetin kendilerine yaklaştırıldığı zümreler arasında fark vardır. Aslında sevk edilenler zalimlerdir. Cennetin kendilerine yaklaştırıldığı kimseler ise orta yolu tutanlar ve daha önce geçen vefa sahibi kimselerdir. Oraya varıp da kapıları açıldığında, kendilerine bekleme yorgunluğu gelmesin diye cennetin sekiz kapısı açıldığında... Çünkü ferah ve sevinç yurdu olan cennet kapıları, misafirlerin ve gelen konukların suratına kapanmaz. Çünkü bu kapılar, kerem kapısıdır. Eğer cennetlikler cennete geldiklerinde cennetlerin kapıları kendilerine açılacak ifadesi Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in: ”Cennetin kapısını ilk açacak olan benim."(42) ifadesi ile çelişmiyor mu? diye sorulacak olursa, cevap olarak deriz ki,: Cennetliklerin oraya ulaşmasından önce cennetin kapılarının açılması Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in onların açılmasına dair yapmış olduğu duâ sebebiyledir. Şayet Rasûlüllah önceden böyle bir duâ yapmış olmasaydı cennetin kapıları açılmazdı. Sonra Rasûlüllah'ın bu duası nedeniyle hesap bitinceye kadar cennetin kapıları açık kalacaktır. Hesaptan ve sırattan sonra cennetlikler oraya geldiklerinde Rasûlüllah'ın daha önce yapmış olduğu duasının bereketi ile kapıları açık bulacaklardır. Bir hadisi şerifte Rasûlüllah şöyle buyurur: ”Cennetin kapısını ilk çalacak olan kişi benim. Cennet, ben ve ümmetim bölük bölük, sırayla oraya girmedikçe diğer ümmetlere yasak olacaktır. Acizane kanaatimize göre, cennetin kapısının ilk açılması ve ilk vurulması, cennete öncelikle kimin gireceğine dair bir misal ve canlandırma olsa gerektir. Bunun dışında başka bir yoruma bizce ihtiyaç yoktur. Cennetin kapılarının sekiz, tane olduğu hadislerle bilinmektedir. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle der: ”Cennetin sekiz kapısı vardır, iki kapısı arasındaki mesafe süvarinin gidişiyle yetmiş yıldır. Kapının iki kanadı arasındaki mesafe ise Mekke ile Basra arasındaki mesafe kadardır. ”m Bazıları cennetin kapısının sekiz tane olduğu, ”sekiz vavı" ile bilinir, demişlerdir. Ancak sekiz vavı düzenli değildir. Bu va via ilgili olarak Tevbe sûresinin sonunda açıklama yapılmıştır."5' Bazı âlimlere göre cehennemin kapısının yedi, cennetin kapısının sekiz olmasının sebebi şudur: ”Cennet Allahü teâlâ'nın fazlı ve ihsanıdır. Cehennem ise adalelinin gereğidir. Fazl ve ihsan adaletten daha üstündür. Cennet rahmetin, cehennem ise gazabın eseridir. Rahmet önceliklidir ve gazaba üstündür." Bekçileri cennetin bekçisi ”rıdvan" ve diğer melekler onlara: Cennete girdikleri esnada müttakilere: 'Selâmet size! Her türlü kötü şeylerden ve elemlerden kurtuluş size! Âyetteki bu ifade, selâm sözü değil bir haber vermedir. Tertemiz geldiniz, isyanın kirinden temiz oldunuz, ya da size mubah kılınan nimetlerden dolayı gönlünüz hoş oldu. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya,' derler. Yani girin cennete derler. Girin fiilinin başındaki ”fa" harfi onların temiz olmalarının cennete girmelerine ve ebediyeti kazanmalarına sebep olduğuna işaret etmektedir. Bu temizlik, ister af edilmek suretiyle, ister azap görmüş olmak şeklinde olsun farketmez. Çünkü her ikisi de onların hem zahirlerini hem batınlarını temizleyicidir. Zahirlerini güzelce ikrar ettikleri ve bedenî amel işledikleri için; batınlarını da niyetleri ve inançları güzel olduğu için temizlemiştir. 74Onlar: 'Bize verdiği sözde sadık olan yani cennete girmeye dair bize vermiş olduğu sözünü gerçekleştiren... demektir. Bu sözlerden birisi: ”Bizden tasayı gideren Allah'a hamdolsun." (Fatır: 34) âyeti kerimesidir. Sehl der ki,: ”Bunların içinde, verdiği sözde sadık olduğu için Allah'a hamdedenler olduğu gibi, her türlü durumda hamde lâyık olduğu için hamdedenler de vardır. Bu ikinci grup birincilerin bilmedikleri nimetleri bildiklerinden hamdederler, bu bakımdan bu hamd birinciden daha ileridir." Ve bizi dilediğimiz yerinde oturacağımız bu cennet yurduna vâris kılan Allah'a hamdolsun. Hamdolsun demek, bütün hamdler Allah'a mahsustur demektir. Âyetin orjinal metninde yer alan ”arz" dan maksat istiare yoluyla cennetin toprağı olup orada kalacakları mekânı kastetmektedir. Böylesi bir mekânın miras bırakılması; verilmesi; amelleri dolayısıyla kendilerine bırakılması ve temlik edilmesi demektir. Ya da orada tasarruflarına imkân verilmesi demektir. Tıpkı vârisin, vârisçi olduğu malın eline verilmesi gibi. ”Dilediğimiz yerinde oturacağımız" ifadesine gelince, ”netehevveu" fiili ”mebaet"ten türemedir. Bunun manası da konaklama yeri demektir. Arapçada ”bevvettu lehu mekânen" denilir ki, manası o kimseye bir mekân ve yer hazırladım, düzenledim demektir. Buna göre âyetin manası, bizim her birimiz başkasının cennetinde değil, Allah'ın geniş cennetinde dilediği mekânda oturdu, demek olur. Üstelik cennette manevî makamlar vardır. Ve Tefsir-i Kebirde söylendiği gibi cennete gelenler o makamlardan alıkonulmazlar. İslâm hakimlerinden (Bilge kişi) birisi der ki,: ”Cennet iki çeşittir. Cismanî cennetler, ruhanî cennetler. Cismanî cennetler ortaklığa tahammül etmezler, fakat ruhanî olanlara gelince, bu cenneti bir kişinin elde etmesi, diğerlerinin de elde etmesine engel değildir." Fenarî'nin Fatiha Sûresinin tefsirinde şu ifadeleri vardır: ”Bil ki, cennet iki çeşittir: Maddî cennet, manevî cennet. İnsan aklı bunların her ikisini de idrak edip kavrar. Tıpkı âlemin de lâtif ve kesif, gayb ve şehadet âlemi olması gibi. Mükellef ve muhatab olan nefsin elde ettiği nimet vardır. Nefis bu nimeti nazarı vasıtası ile kazanmış olduğu marifet ve ilimlerden alır ve yine lezzet ve şehvetlerden elde ettiği nimetler vardır. Nefsin hayvanî tarafı maddî güçleri kanalıyla bunları elde eder. Bu nimetler yeme, içme, nikahlanma, giyinme, kokular ve hoş nağmeler, memeleri yeni tomurcuklanmış kadınlardaki maddî güzellikler, güzel yüzler, çeşit çeşit renkler, ağaçlar ve nehirlerdir. Bütün bunları duyu organları nefsi natıkaya aktarırlar. Ve nefis bunlardan lezzet alır. Böylece maddî cennet, cisim gibi; aklen kavranan ise ruh gibi olur. Bu sebeple ona Yüce Allah ”darul hayevân" (yaşama yurdu) diye isim vermektedir.(46) Bunun sebebi o hayatın yaşanacak hayat olmasından, yaşayanların da hem madden hem de manen nimeti tadacak olmalarındandır. Cennet de içindekiler açısından nimeti son derece tadılacak bir yerdir ve yine içindeki kişilerce doldurulması taleb edilecektir. Bu ifade, cennetin genişliğine ve ihtiyaç oranında içine girecek kişilerin artırılacağına işarettir, ancak hiç kimse başkasının yerine girmeyecektir." 46- Müellif (radıyallahü anh) burada Ankebut sûresinin 64. âyeti olan ”Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Âhiret yurduna (oradaki hayata) gelince işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı!" (Ankebut: 64) işaret etmektedir. Fethu'r-Rahman isimli eserde denir ki,: ”Rivayet olunur ki, Muhammed ümmeti ilkin cennete girecek ve cennette dilediği yerde konaklayacak, sonra diğer ümmetler girecektir." İyi amelde bulunanların mükâfatı ne güzelmiş!' derler Yani mükâfatları olarak cennet ne güzelmiş derler. Büyüklerden birisi der ki,: ”İşlenen hiçbir farz, hiçbir nafile, hiçbir hay ilişi ve bir haramın terki mekruhun işlenmemesi yoktur ki, karşılığında cennette oraya girecek kimsenin erişecek olduğu özel bir nimet olmasın. Üstünlük çeşitli mertebelerde olacaktır. Bunlardan birisi yaş itibari iledir. Fakat bu itaatta ve İs lamda olacaktır. Dolayısıyla yaşı büyük olanla küçük olan şayet aynı derecede amel işlemişlerse büyük olan küçükten öncelikli ve üstün olacaktır. Bir başka üstünlük zaman açısındandır. Ramazanda, Cuma gününde, Kadir gecesinde ve Zilhiccenin ilk on gününde yapılan amel diğer zamanlarda yapılan amellerden dalia büyüktür. Bir başka ölçü mekândadır. Buna göre Mescid-i Haram'da kılınan namaz, Medine Mescidi'ndeki namazdan daha faziletlidir. Mescid-i Nebevî'deki namaz da Mescid-i Aksa'daki namazdan daha üstündür. Mescidi Aksa'daki namaz, diğer mescitlerdeki namazlardan daha faziletlidir. Bir başka ölçü haller itibari iledir. Buna göre cemaatle kılınan namaz, bir kişinin tek başına kıldığı namazdan daha faziletlidir. Bir diğer ölçü bizzat amelin kendisi bakımındandır. Çünkü namaz, yoldaki zararlı bir şeyi kaldırmaktan daha faziletlidir. Bir başka ölçü bir tek ameldedir. Buna göre akrabalarına tasaddukta bulunan, onlara sılai rahim yapan ve sadaka veren kimse daha faziletlidir ve yine Ehli Beyt'ten ileri gelen birisine hediye veren kimse başkasına hediye verenden ve ihsanda bulunandan daha üstündür. İnsanların içinde aynı zamanda bir çok ameli yapanlar vardır. Meselâ böyle bir kişi oruç tutarken, ya da sadaka verdiği zaman kulağını, gözünü ve elini o ibadetleri yaparken gereken ne ise oraya sarfeder. Hatta sade oruç tutarken, sadaka verirken değil, namaz kılarken de bir takım fiilleri yapar ve yapılmayacakları terkeder. İşte böylece aynı anda bir çok yönden ecir ve sevap kazanır ve böylece bu ibadetleri yapmayan kimselere üstünlük elde eder." Yüce Allah'tan bizleri de sâlih amelleri bir arada yapanlardan ve güzel amellere koşanlardan eylemesini dileriz. 75Ey Rasûlüm Muhammed! Kıyamet günü Yüce Allah kendilerini dirilttikten sonra melekleri görürsün ki, Rablerini hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır. Âyetin metninde yer alan ve ”...den" manasına gelen ”min" kelimesi burada fazladan getirilmiştir. Ya da kuşatmanın başlangıç noktasını bildirmek için getirilmiştir. Arapça'da ”haffû havlehu hufûfen" denilir ki, manası, kuşattı, çevreledi demektir. Yani meleklerin Arş in etraflın çevirdiklerini, kuşattıklarını görürsün demek olur. ”Rahlerini hamd ile tesbih ederek" cümlesi hal cümlesidir. Yani melekler Rablerini lâyık olmadığı sıfatlardan tenzih ederek ve O'nu hamd ederek, celâl ve ikram vasıfları ile zikrederek Arş'ın etralinı kuşatmışlardır. Bir başka ifade ile melekler :"Subhanallahi ve bi-hamdihi" diyerek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır. Âcizane kanaatimize göre; nasıl ki, Arşin etralinı melekler tesbih ederek ve hamdederek kuşatıp tavaf ediyorlarsa müminler de Allah'ı zikrederek ve şükrederek Kabe'yi tavaf ederler. Artık aralarında yani mahlûkatın arasında adaletle hükmolunmuş bazıları cehenneme, bazıları cennete atılarak adaletle hükmolunmuş; ya da melekler arasında fazilet derecelerine göre her biri kendi mertebesine ko -nulmak suretiyle aralarında adaletle hükmolunmuş... Meleklerin tümü her ne kadar günah işlemeyen masum yaratıklar ise de, aralarında amellerinin farklılığı oranınca sevapta farklılık, üstünlük ve daha üstünlük vardır. Tıpkı mertebece insanlara gönderilen peygamberler, ümmetin fertlerine nasıl üstün iseler işte meleklerin peygamberleri ve elçileri de diğer meleklere üstündürler. Ve: 'Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun,' denilmiştir. Yani aramızda hak ile hüküm veren, bizim kelâmımızı hakkı ne ise o mertebeye in diren âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun, denilmiştir. Bunu diyenler ya mü'minlerdir, ya da meleklerdir. Denilmiştir ki,: ”Onların içinde her bir zümre Hamd, bize bahşetmiş olduğu nimete karşılık âlemlerin Rabbi olan Allah'adır, der. Mü'minler Allah'a kendilerine bahşetmiş olduğu ihsana karşılık hamdederlerken kâfirler de adaletine hamdederler. Bu sebeple buradaki sözü kimin söylediği belirtilmemiştir.(47) Allah'ın yardımıyla Zümer Sûresi'nin tefsiri bitti. |
﴾ 0 ﴿