MÜ'MİN SURESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur, 85 âyettir.

1

Hâ. Mîm. kelimesi, sûrenin adıdır. Buna göre mana, bu sure Hâ Mim isimli sûredir, demek olur.

2

Kitabın indirilişi, bu indirilen kitap

mutlak galip, hakkıyla bilen... Yüce Allah'ın sıfatları arasında ”mutlak galip, hakkıyla bilen" şeklinde bu iki sıfatın özellikle belirtilmesi, Kur'an'da bulunan ve Yüce Allah'ın mükemmel kudretine, sonsuz ve faydalı ilmine delâlet eden icaz ve çeşitli ilimler nedeniyledir.

3

Günahı bağışlayan... Bu ifade, Yüce Allah'ın sıfatlarından bir diğeridir.

Burada Arapça dilbilgisi açısından insanın aklına şöyle bir soru takılabilir. Yukarıda geçen ”Allah" lâfzı marifedir. Buna sıfat teşkil eden ”ğâfiri'z-zenb" ifadesi, bir izafet tamlamasıdır. Şekil itibariyle izafet-i lâfziye olan bu tamlama nekredir. Oysa kural olarak sıfatla mevsufun ikisinin de ya marife, ya da nekre olması gereklidir. Burada mevsuf ”Allah" marife, sıfat olan ”ğâfîri'z-zenb" nekredir. Acaba bu kurallara aykırı olmuyor mu? Bu soruya cevap olarak deriz ki, buradaki izafet, lâfziye değil, hakikiyyedir. Çünkü günahların bağışlanması için özel bir zaman tayin edilmiyor. Zira Yüce Allah'ın sıfatları ezelîdir. Durmadan yenilenmekten ve herhangi bir zamanla kayıtlı olmaktan münezzehtir. Bu sıfatların meselâ burada günahların bağışlanması meselesinde olduğu gibi bağlı olduğu olayın sonradan olma durumuna göre daha sonra gerçekleşse bile aslı itibariyle yenilenme ve herhangi bir zamana kayıtlı olmaktan münezzehtir. Arapça açısından isnı-i fail ile - burada ğâfir kelimesi ile - sıfat-ı müşebbehe aksine süreklilik murad olunabilir.

Âyet metninde geçen ”ğâfir" kelimesi örten, silen demektir. ”Zenb" ise günah demek olup ”zenebu'ş-şey" (bir şeyin sonu) manasına kıyasla sonunda insana zarar veren her fiile ”zenb" denilir. Bu âyet-i kerimede Yüce Allah ”ğâfiri'z-zünûb" (günahları bağışlayan) şeklinde çoğul bir ifade kullanmamıştır. Tekil olan ”zenb" kelimesiyle tıpkı ”elhamdü lillah" ifadesinde olduğu gibi günah cinsi kastedilmiştir. Buna göre âyetin manası: ”Küçük büyük bütün günahları tevbeyle ve tevbesiz bağışlayan, onu işleyeni, buradaki büyük medih makamının gerektirdiği gibi, kıyamet günü rezil ve rüsvay etmeyen" demektir.

Asilerin yaptığı

tevbeyi kabul eden... Âyet metninde yer alan ”kabil" kelimesi lügatta kuyudan çıkan kovayı karşılayıp alan demektir. Yine ebeye de, dünyaya gelen çocuğu kabul etmesi münasebetiyle bu kelimeden türeyen ”kabile" ismi verilmiştir. Yine Arapçada filancanın özrünü, tevbesini vb. şeylerini kabul ettim denir. Âyet metninde geçen ”tevb" kelimesi tıpkı tevbe gibi mastardır. Manası bir şekilde günahı terketmek demektir.

Tevbe, özür beyan şekillerinin en ilerisidir. Çünkü özür beyanı üç şekilde olur: Özür dileyen kimse ya ben bunu yapmadım der veyahut şu sebeple işledim der. Ya da işledim fakat kötü yapmışım vazgeçiyorum, der. Bu üç özür beyanının dışında bir dördüncüsü yoktur. İşte yukarıda saydığımız şekillerden üçüncüsünün adı tevbedir.

Şeriatta bir terim olarak tevbe, çirkin olması nedeniyle günahtan vazgeçmek, yapmış olduğu kötü şeye pişman olmak, bir daha istememeye karar vermek, işlediği kusurlardan telâfi edilmesi mümkün olan varsa bunları yaparak telâfi etmektir. İşte bu dört unsur bir araya geldi mi tevbenin şartları tamamlanmış olur. Tevbe, Şeriatta kötü ve yasaklanmış olan bir fiili bırakıp dinde övülen ve kabul edilen şeye dönmek demektir. ”İstiğfar" işlenen nıasiyetin çirkinliğini gördükten sonra bağışlanmayı dilemek ve ondan vazgeçmektir. Tevbe, istiğfardan önceliklidir. İstiğfar yapılırken tevbe ettim, ya da hata etmişim bir daha asla işlemeyeceğim! Beni bağışla ya Rabbi, demedikçe âlimlerin görüş birliği ile tevbe sayılmaz.

Âyet metninde ”ğâfir" (bağışlayan), ”kabil" (kabul eden) kelimelerinin arasına ”vav"ın getirilmesi günah işleyip tevbe eden zümre açısından günahların silinmesiyle tevbenin kabulünün aynı zatta birden gerçekleştiğini ifade etmek içindir. Mağfiret, günahların silinmesi demektir. Kabul, sözkonusu tevbeyi kabul edilmiş ve insana sevap kazandıran taat haline getirir. Tevbenin kabulü. Yüce Allah'ın sözkonusu tevbe dolayısıyla bunu yapana bir itaat yazması olayından kinayedir. Eğer böyle olmasaydı Yüce Allah tevbeyi kabul etmezdi. Çünkü Allahü teâlâ ancak itaat olan bir fiili kabul eder.

Biz yukarıda ”ğâfir" kelimesiyle ”kabil" kelimesi arasına vav harfinin getirilmesinin sebebini, günahların silinmesi ile tevbenin kabulünün bir arada olduğunun ifade edilmesi için getirildiğini söylemiştik. Bu, bir ihtimaldir. Bir diğer ihtimale göre bu iki vasfın birbirine zıt olmasından dolayı getirilmiştir. Çünkü vav getirilmeseydi ”ğâfir" kelimesiyle ”kabil" kelimesinin bir olduğu, ikinci kelimenin sırf birinciyi açıklama ve tefsir etme için getirildiği zannedilebilirdi. Vav harfinin buraya getirilmiş olmasının bir başka ihtimali iki fiilin ikisinin de yerinin ve bağlandıkları kelimenin birbirinden farklı olmasıdır. Çünkü ”ğâfir" kelimesinin kökü olan ”ğafr" günah mevcut olmakla birlikte örtmek demektir. Bu ise büyük günahları işleyenlerden tevbe etmeyenler içindir. Çünkü günahına tevbe eden kimse günahsız gibidir. Kabul olayı ise günahlarına tevbe eden kişiler için sözkonusudur.

Bu âyette günahın bağışlanmasının, tevbenin kabulünden önce zikredilmesi Yüce Allah'ın rahmetinin gazabını geçmiş olmasındandır. Âyet aynı zamanda Mutezile mezhebine de bir cevap mahiyetindedir. Çünkü buradan anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ günahları, kişi tevbe etmese bile bağışlayabilir.

İsyan eden kullara

azabı çetin, lütuf sahibi Allah tarafındandır.

Yoksa kâfirlerin dediği gibi Muhammed’in uydurması değildir.

Âyet metninde yer alan ”tavl" kelimesi lütuf ve ihsan demektir. Arapçada ”lilülânin alâ fülânin, tavlım" denilir ki, manası filancanın filan kişi üzerinde ihsanı ve lütfü var, demektir. ”Tavl" kelimesin aslı, kısalık anlamına gelen ”kısar" ın zıddı olan ”tûl" (uzunluk)dan türemedir. Çünkü herhangi bir şey uzun olduğu zaman onda mükemmellik ve fazlalık var, demektir. Tıpkı bir şey kısa olduğu zaman kendisinde noksanlık olduğu gibi. Arapçada zenginliğe de ”tavl" denir. Çünkü insan zenginlikle, fakir olsa ulaşamayacağı şeyleri elde eder. Tıpkı uzunluk ile kısa olsaydı ulaşamayacak olduğu şeylere ulaşabilmesi gibi.

Buradaki mana ise Yüce Allah'ın günahkâr olan kimseye hakettiği cezayı vermemek suretiyle lütuf sahibi olmasının vurgulanmasıdır. Rahmet sıfatlarının arasında gazap yönünden bir tek sıfatın getirilmesi rahmetin, gazaba öncelikli ve ağırlıklı olduğuna delildir.

Bazıları âyeti şöyle tefsir etmişlerdir: ”Allah'ın günahı bağışlaması ”Lâ ilahe illallah" diyenler içindir. Bunlar Allah'ın dostları ve kendine itaat edenlerdir. ”Tevbeyi kabul etmesi" şirk içindir. ”Azabının çetin olması" kendisini birlemeyen, tevhid ehli olmayan kimseler içindir. ”Lütuf sahibi olması" kendisini birlemeyen, tevhid ehli olmayan ve Lâ ilahe illallah demeyen kimselerden müstağni olması, onlara muhtaç bulunmaması demektir."

O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O halde emirlerinde ve yasaklarında O'na itaat etmeye yönelmek gerekir. Âhirette Hakka

dönüş ne başlı başına, ne de başkasıyla müşterek olmaksızın başkasına değil, sırf ve

ancak O'nadır. O halde O, itaatkâr ve isyankâr herkesin yaptığına karşılığını verir.

Bazı âlimlere göre: ”Günahı bağışlaması" tevbelerini kabul etmek suretiyle dostları için sözkonusudur. ”Tevbeyi kabul etmesi" ise dostlarına tevbede ihsanı nasib etmesi suretiyledir. Çünkü onlar Yüce Allah'ın lütuf sıfatlarının tecelli ettiği kimselerdir. ”Azabının çetin olması" imana gelmeyip tevbe etmeyenler için sözkonusudur. Çünkü bunlar da Yüce Allah'ın kahır sıfatının tecelli ettiği kimselerdir. ”Lütuf sahibi olması" bütün yaratıklarını yoktan var etmesi, hayat ve rızık vermesi dolayısıyla onların tamam madır.

Yine ”Günahı bağışlaması"yaratıkların zalimleri için, ”tevbeyi kabul etmesi" orta halli yaşayanlar için, ”azabının çetin olması" bunların müşrikleri için ve ”lütuf sahibi olması" dinde ve hayırda önde olanlar içindir.

Madem ki, Yüce Allah'ın rahmetinin gazabını geçmesi, kereminin bir kuralıdır. İşte burada lütuf sıfatlarını ifade eden isimler kahır sıfatını ifade eden isme baskın ve galip gelmiştir. Bir tane kahrını ifade eden sıfata mukabil üç tane lütfunu ifade eden sıfatı zikredilmiştir.

4

İnkâr edenler müstesna, hiç kimse Allah'ın âyetleri hakkında tartışmaz. Âyet metninde yer alan kelimenin kökü olan ”cidal" kelimesi birisiyle tartışarak ve ona galip gelmeye çalışarak bir meseleyi görüşmek demektir. Fiilin aslı ”cedeltü'l-hable" ifadesinden türemedir. Bunun inanası ipin düğümünü sağlamca düğümledim, demektir. Birbiriyle tartışan iki kişi sanki birbirlerinin fikirlerini düğümlüyorlarmış gibi olmaktadırlar.

Ebu'l-Âliye der ki,: ”Bu âyet-i kerime âyetlerle alay edenlerden biri olan el-Hâris b. Kays hakkında nazil olmuştur."

Bu açıklamaların ışığı altında âyetin manası şöyle olur: İnkâr edenler müstesna, hiç kimse Allah'ın âyetleri hakkında bunlar birer sihirden, şiirden, geçmişlerin mitolojilerinden, ibarettir gibi sözlerle bu âyetleri geçersiz kılmak ve iptal etmek için birtakım bâtıl öncüller (bâtıl yargılar) kullanmak suretiyle Allah'ın âyetleri hakkında tartışmaz. Allah'ın âyetlerini bâtıl yargılarla çürütmeye çalıştıklarını ”Bâtılla hakkı yoketmek için mücadele etmişlerdi," (Mü'min: 5) âyet-i kerimesinden anlıyoruz. Şu halde bu âyette mutlak olarak ifade edilen ”Allah'ın âyetleri hakkında tartışma" kavramı bundan sonra gelen beşinci âyette mu kay yed olarak ”Bâtılla hakkı yoketmek için mücadele etmişlerdi," şeklinde ifade edilmektedir. Şu halde bu âyetteki mutlak ifade, daha sonra gelen âyetteki mu kay yed ifadeye hamledilmiş ve bu tartışmanın bâtılla yapılmış olduğu irade olunmuştur.

İman edenlere gelince, Allah'ın âyetleri hakkında ileri geri konuşmak bir yana, bu konuda hatırlarına en ufak bir düşünce kırıntısı bile gelmez. Buna karşılık âyetlerdeki anlaşılması zor olan bazı yerler, içlerinde taşıdıkları birtakım gerçekleri ortaya çıkarmak ve dalalet ve sapıklığa düşmüş olanların şüphelerini ortadan kaldırmak maksadıyla yapılan tartışmaya gelince, böylesi tartışma Allah yolunda cihad gibi itaat kırın içinde en büyüğüdür. Bu sebeple Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurur ki,: ”Kur'an hakkında tartışma inkâr sayılır." (1) Bu hadis-i şerifte tartışma anlamına gelen ”cidal" kelimesi elif laınsız sonu tenvinli olarak ifade edilmiştir. Bundan maksat tartışmadan tartışmaya fark olduğunu, çeşit çeşit tartışma olabileceğini ifade etmektir.

Şu halde kişiye düşen inkârı ve mutlak tartışmayı bırakmasıdır ki, böylece hem Allah katında ve hem de insanların nezdinde mü'min, müslim ve doğru olsun. Asıl doğru ve eğri olmayan yol budur. Davet ve irşad bu yolladır. O halde bize düşen yapılan irşadı kabul etmektir. Böylesi bütün kulların üzerine gerekli bir vaciptir.

Onların şehirlerde gezip dolaşması seni aldatmasın. Âyet metninde geçen ”yağrur" kelimesinin kökü olan ”ğırra" kelimesi gaflet hali demektir. Buna göre âyetin manası şöyledir: Sen onların hakkında kâfir olma hükmü verildiğini öğrendiğine göre dünyada kendilerine mühlet verilmesi, yaz ve kış kervan yolculuğuna çıkarak kârlı ticaret yapmak için Yemen'e ve Şam'a gitmeleri, oralarda gezip dolaşmaları seni aldatmasın. Çünkü onlar çok yakın bir zamanda inkârları sebebiyle kendilerinden önce geçen ümmetlerin cezalandın İdi klan gibi cezalandırılacaklar.

5

Onlardan, Kureyşten

önce Nuh kavmi ve bunlardan sonraki

Nuh kavminden sonraki Âd, Semûd vb. Peygamberlere karşı biraraya gelen, onlara düşmanlık edip kendileriyle savaş eden

topluluklar da yalanladılar. Yüce Allah âyet-i kerimede önce Nuh kavminden söz etmiştir. Çünkü yeryüzünde ilk Rasûl o idi. Zira Âdem (aleyhisselâm) sadece kendi evlâtlarına Peygamber olarak gönderilmişti.

Bu peşpeşe gelen ümmetlerin içinden

her ümmet kendi peygamberini... Arapça dilbilgisi bakımından zamirin sadece erkekleri ifade etmesi, kadınların buna dahil olmadıklarından değildir. Tersine tağlîb yoluyla kadınlar da bu zamirle kastedilmişlerdir.

Yakalamaya esir alıp işkence yapmak üzere hapse koymaya

azmetmişti. ”Azmetmek", kastetmek manasına Arapçada ”kasade" diye bir fiil daha vardır. Bu kasıt, duâ esnasında yönelme anlamınadır. Âyette geçen ”hem" kelimesi ise kalbin iyi veya kötü herhangi bir fiili daha yapmadan önce işlemeye karar vermesidir.

Aslı ve hakikati asla olmayan

bâtılla, hakkı yok etmek için bâtılla bunların yaptıkları gibi hakkında asla dönme ve sapmanın olmayacağı hakkı ortadan kaldırmak için

mücadele etmişlerdi.

Fethu' r-Rahman isimli eserde denir ki,: ”Bâtıl, sureti ve şekli olmakla birlikte her yönden manen yok olan şeydir. Bu yokluk, ya ehliyetin bulunmayışından kaynaklanır, ya da akde konu olan nesnenin yok oluşundan. Şarabı satışa sunmak ve küçük çocuğun satım muamelesi yapması gibi."

Bunun üzerine Ben onları, peygamberlerini yakalama azimlerine ceza olarak helak etmek suretiyle

kıskıvrak yakaladım. İşte Benim kendilerini cezalandırmış olduğum

azabım nice imiş! (gör.) Onların diyarlarından geçtiğinde gördüğün üzere mahvolmalarına ve helak edilmelerine dair izler, bunlara bakanlara ibrettir. O halde onlarla aynı yolda birleşmeleri, aynı suça ortak olmaları sebebiyle işte bu Kureyş kâfirlerini de mutlaka cezalandıracağım. Nitekim buna bundan sonra gelecek olan âyet-i kerime işaret etmektedir.

6

Seni

Böylece inkâr edenlere: Senin aleyhinde bir araya toplananlara, başaramadıkları bir şeye yeltenenlere:

'Onlar cehennemliktir' diye Rabbinin sözü gerçekleşmiştir. Çünkü onlar azabın en şiddetlisine ve en fecisi olan cehennem azabına lâyık olmuşlardır. Helak olmuş eski ümmetlerin yaptıkları gibi inatçı ve Hazret-i Peygamber'e karşı bir araya toplanmış kâfirler oldukları için cehennem ateşinden çıkamayacaklardır. Onlar en şiddetli olan öteki ceza çeşitlerini de daha çok hak etmişlerdir. Bütün bunları bir tek sebep bir arada toplar. O da kendilerinin cehennem ehli olmalarıdır. Yüce Allah bizleri ve sizleri gazabına sebep olacak fiillerden muhafaza buyursun.

Rabbinin sözü tam gerçekleşti. Yüce Allah'ı yalanlayan, peygamberlerine karşı hakkı ortadan kaldırmak için bâtılla mücadele etmek suretiyle bir araya toplanan geçmiş ümmetlere azaba dair kazası ve hükmü nasıl sabit oldu ise bunlar hakkında da böylece gerçekleşmiştir. Buradaki inkâr edenlerden maksat Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) in kavminden kâfir olanlar, bir başka ifadeyle diğer helak olmuş eski ümmetler değil, Kureyş kâfirleridir.

7

Arş'ı yüklenen... ”Arş" bütün varlıkları kuşatan bir cisimdir. Kendisine Arş denmesi yüksek olduğundandır, ya da kaza ve kaderine dair ahkâmın oradan inmesi bakımından hükümdarların hüküm verirken oturduğu kürsüye benzediğindendir. Arşı dört melek taşır. Kıyamet günü geldiğinde arşı taşıyan melekler sekize çıkar. Nitekim ”...O gün Rabbinin arşını, bunların da üstünde sekiz (melek) yüklenir." (Hakka: 17) âyet-i kerimesi buna işaret etmektedir.

Ve bir de onun çevresinde bulunanlar, Rablerini hamd ile tesbih ederler. Rablerini azim olan şanına lâyık olmayan şeylerden bitip tükenmeyen nimetlerine hamd ederek tenzih ederler.

Fethur-Rahman isimli eserde meleklerin şöyle tesbih ettiği yazılıdır: ”İzzet ve üstünlük sahibi Allah'ı tesbih ederim. Mülk ve melekût sahibi olan Allah'ı tesbih ederim. Asla ölmeyecek ve diri olan mülkün sahibi melik olan Allah'ı tesbih ederim. Meleklerin ve ruhun Rabbi olan Allah, her türlü kötü sıfattan ve her türlü noksanlıklardan münezzehtir, uzakttır."

Bu âyet-i kerimede Yüce Allah tesbihi fiil kullanarak asıl, hamd olayını da hal (fiilimsi) olarak getirmiştir. Çünkü hamd, meleklerin içinde bulundukları durumun bir gereğidir. Oysa tesbih böyle değildir. Zira tesbihe Allah'ı lâyık olmadığı şeylerle vasıflayan ve niteleyen kimseye cevap sebebiyle ihtiyaç duyulur.

O'na Rablerine kendi durumlarına uygun olan bir imanla

iman ederler. Aslında yukarıda zikredilen şeyler iman ettiklerini belirtmeye ihtiyaç bırakmadığı halde iman etmiş olmalarının vurgulanması imanın faziletini ortaya koymak, imanlı olan kimselerin şerefini açıkça vurgulamak içindir. Şöyle bir tekerleme vardır: ”Şereflilerin vasıfları, vasıfların şereflileridir."

Mü'minlerin de şefaate uğramaları için

bağışlanmasını isterler:

Burada işaret olunuyor ki, onlar, Âdemoğul kırının günahlarım bilmektedirler. Âyet aynı zamanda, aynı imanı paylaşmanın -insanlar ve melekler ayrı ayrı cinslerden gelinmiş olsa bile - birbirine nasihat ve şefkat etmenin gerekli olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü aynı imanı paylaşıyor olmak karşılıklı ilişkilerin en güçlüsü ve en mükemmelidir. Nitekim Yüce Allah bunu şöyle vurgular: ”Mü'minler ancak kardeştirler." (Hucurât: 10) Bu sebeple Fıkıh bilginleri şöyle söylemişlerdir: ”Jurnalcilik yapanları, zalimleri ve yol kesenleri öldürmek mubahtır. Onlarla çarpışmak - Müslüman bile olsalar - sevaptır. Çünkü İslâmın şartlarından birisi de Allah'ın yaratıklarına şefkat etmek, onların sevinçleriyle sevinmek, üzüntüleriyle üzülmektir. Oysa yukarıda sıralanan kişiler bunun aksinedir. Böylesi kişilerin kötülüklerinin hapis vb. yolla önlenmesi çok nadirdir."

Derler ki, mükemmel bir mutluluk iki şeye bağlıdır: ”Allah'ın emrine tazim etmek ve O'nun mahlukatına şefkatli olmak. Birinci unsurun ikinciden öncelikli olması gerekir. Âyetin ”Rablerini hamd ile tesbih ederler. O'na iman ederler." (Mü'min: 7) bölümü Allah'ın emrine tazimde bulunmayı ”Müminlerin de bağışlanmasını isterler." (Mü'min: 7) bölümü de Allah'ın yaratıklarına şefkati vurgulamaktadır."

Mücahid bu âyeti şu şekilde tefsir eder: ”Onlar Hârut ile Mârufun durumunu öğrendikleri, ya da ”...Onlar, bizler hamdinle Seni tesbih ve Seni takdis edip dururken yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?..." (Bakara: 30) dedikleri andan itibaren Rablerinden mü'minlerin bağışlanmasını isterler. ”

Râğıb der ki,: ”Allah'ın mağfireti" demek, kulunu, kendisine azap gelmesinden koruması demektir. ”İstiğfar" ise bunu sözle ve fiil ile talep etmek demektir. Çünkü sadece sözle yapılan istiğfar yalancıların yaptıkları iştir. Âyet-i kerimenin bu ifadesinden, meleklerin ihtiyaçları olmadığı için öncelikle kendi günahlarının bağışlanmasını istemeksizin mü'minlerinkinin bağışlanmasını taleple meşgul olmalarından, onların insanlardan daha üstün oldukları sonucu çıkarılamaz. Onların üstünlükleri sıradan ınü'ıninlere göredir. Ama insanların seçkinleri olan peygamberler mutlak olarak meleklerden daha üstündürler. Melekler, peygamberlerin günahlarının bağışlanmasını talep etme yerine, onlara kendilerini tazim için salât-u selâm getirirler."

Ebu'l-Leys rahimehullah şu sözünü ne güzel söylemiştir: ”Bu âyet-i kerimede mü'minlerin faziletlerinin beyanı vardır. Çünkü melekler onlara duâ ile meşguldürler."

et-Te'vîlâtü'n-Necmiyye'de işaret olunuyor ki, meleklere Allah'ı tesbih, hamd ve tazim emrolunduğu gibi, günahkâr mü'minler için duâ ve istiğfar etmeleri de emrolunmaktadır. Çünkü ”istiğfar" günahkâr olan kimse için yapılır. Melekler mü'minlere duâ ile meşgul olurlar ve onlar için kurtuluş, ardından da derecelerinin yükselmesi için duâ ederler. Nitekim âyetin devamı buna şu şekilde işaret ediyor:

"Melekler

'Ey Rabbimiz! Sen, rahmetçe ve ilimce her şeyi kuşatmışsın. Bu ifadenin aslı: Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır, demektir. Ancak ifade bu asıl biçimden Yüce Allah'ın zâtı, rahmet ve ilim sıfatlarına son derece gark olduğu için çıkarılmıştır. Sanki Yüce Allah'ın zâtı her şeyi kuşatan rahmet ve ilimdir. Âyetin metninde rahmete öncelik verilmesi burada asıl maksadın o olmasından dolayıdır.

O halde tevbe eden ve Senin yoluna gidenleri bağışla... Âyetin başında yer alan ”fâ" kelimesi bu duanın yukarıdaki rahmetin ve ilmin genişliği olayından sonra yapıldığını vurgulamak için getirilmiştir. Çünkü âyetin manası şöyledir: ”İnkârdan ve günahlardan dönüp tevbe edeceğini ve iman, itaat yoluna tâbi olacaklarını bildiğin kimseleri bağışla." Burada meleklerin sadece tevbe eden ve hevâ ve arzularına uymaktan dönen kimselerin günahlarımı bağışlanmasını dileyeceklerine işaret vardır. Âyetin kalan kısmının manası ise: ”Doğru bir taleple ve saf halisane bir niyetle hak yola tabi olanları bağışla." Daha ağırlıklı olan ihtimal, âyetin bu son kısmında yapılan tahsisin, duanın rahmet ve ilimden sonra yapıldığını vurgulamak değil, tevbe ve Allah'ın yoluna gitmeyi teşviktir.

Âcizane kanaatimize göre: Âsi ya mü'mindir, ya da kâfirdir. Kâfir ise, onun için mağfiret söz konusu değildir. Çünkü mağfiret mutlak olarak mü"minlere has bir şeydir. Melekler Yüce Allah'ın kendisine şirk koşulmasını affetmediğini bildiklerine göre müşrikler ifade dışı kalsınlar diye dualarını tevbe eden kişilere özel kılmışlardır.

Onları cehennem azabından koru' (derler.) Âyet metninde yer alan kelimenin mastarı olan ”vikaye" insanı eziyet ve zarar veren şeyden korumak demektir. Şu halde âyetin manası: Sen onları cehennem azabından kora, demektir. Bu ifade pekiştirme olsun diye daha önce yapılan işaretten sonra aynı manaya getirilen açık bir ifadedir. Çünkü gufranın manası azabı düşürmektir. Burada işaret olunuyor ki, sırf kuru bir tövbeyle kurtuluş hasıl olmaz. Mutlaka bunun yanında tevbede sebatkâr olmak, riya ve gösterişin kirlerinden ameli kurtarmak, kalbi hevâ, heves ve bidat hırdan temizlemek de şarttır.

8

'Rabbimiz onları da, onların atalarından, zevcelerinden, nesillerinden iyi olanları da, kendilerine vaadettiğin Adn Cennetlerine koy.

Yüce Allah, ”Lâ ilahe illallah Muharnmedun Rasûlüllah" diyen kimseyi ya azap etmeksizin doğrudan doğruya, ya da isyanı kadar bir azap verdikten sonra Adn Cenneti'ne koyacağını vaadetmiştir. Her makamın kendine özel bir ameli vardır. İşlenen amel, daha özel ve daha yüksekse erişilen makam da daha yüksek ve dalia yücedir. Onların atalarından, zevcelerinden, nesillerinden genel olarak cennete girmeye elverişli bir salâh sahibi olanları her ne kadar bunlardan salâh itibariyle daha aşağı olsalar da bunları da çocuklarıyla birlikte cennete koy ki, böylece o çocukların sevinçleri tam, iç huzurları kat kat artsın.

Burada işaret olunuyor ki, tevbe eden bir kimsenin bereketi babalarına, zevcelerine ve nesillerine ulaşır. Böylece onlar da bu tevbeyle cenneti ve nimetlerini elde ederler.

Said b. Cübeyr der ki,: ”Mü'min cennete girince şöyle söyler: 'Nerede babam? Nerede çocuğum? Zevcem nerede?' Kendisine denilir ki,: 'Onlar senin gibi amel yapmadılar.' Bunun üzerine mü'min: 'Ben hem kendim ve hem de onlar için amel ediyordum,' der. Bunun üzerine: 'Onları da cennete girdirin,' denilir. Nitekim Yüce Allah buna şöyle işaret buyurur: ”îman eden ve soylarından gelenlerde imanda kendilerine tabi olanlar ( varya )! İşte Biz onların nesillerini de kendilerine kattık." (Tur: 21)"

Bu âyet-i kerimede ”Onları .. koy." fiilinin daha önceki âyette yer alan ”koru" fiiline atfedilmesi ve iki fiilin arasına ”Rabbimiz" şeklinde nida edatının getirilmesi duâ, niyaz ve yardım esnasında yakarma sesinin mübalağalı yapılması içindir.

Enes b. Malik (radıyallahü anh) rivayet ediyor: ”Kıyamet günü olunca Müslümanların çocuklarına ”kabirlerinizden çıkınız" diye çağında bulunulur. Onlar kabirlerinden çıkarlar. Kendilerine ”zümreler halinde cennete gidiniz" diye nida olunur. Çocuklar: ”Ey Rabbimiz! Ebeveynlerimiz bizimle birlikte mi?" derler. Kendilerine ikinci kez: ”Zümreler halinde cennete gidiniz" diye nida olunur. Çocuklar: ”Ebeveynlerimiz bizimle birlikte mi?" deyince Allahu teâlâ tebessüm buyurur ve der ki,: ”Ebeveynleriniz sizinle birlikte" ve her bir çocuk ebeveynine sıçrar, onların ellerinden tutarak kendilerini cennete koyarlar. Çocuklar o gün bahalarını ve annelerini sizlerin evlerinizdeki çocuklarınızı tanımanızdan daha fazla tanırlar."(2)

2- Bu haber Enes b. Malik'ten mevkuf olarak rivayet edilen bir haberdir. Haberin doğruluğuna delâlet eden şahitler ve seleften rivayet olunan haberler vardır. Bu konuda Yüce Allah'ın şu âyet-i kerimesi yeterlidir: ”İman eden ve soylarından gelenlerde, imanda kendilerine tabi olanlar (varya)! işte biz onların nesillerini de kendilerine kattık. Onların amellerinden de bir şey eksiltmedik..." (Tur: 21)

Şüphesiz aziz ve hakim olan Sensin. Azız, takdir ettiği kendisine imkânsız olmayan galip, hakim de sadece gözalıcı hikmetin gerektirdiği şeyleri yapan demektir. Vefa ile vaadini yerine getirme de bu cümledendir.

9

Bir de onları kötülüklerden koru. Onları, kıyamet günü kendilerini üzecek şeylerden muhafaza et. Kendilerinden cezaları savuştur. Çünkü bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür. Bir başka ifadeyle onları işledikleri kötü amellerin cezasından koru. Bu ifade, yukarıda özel olarak sıralanan birtakım cezalardan sonra genellik ifade eden bir ifadedir. Şu hakle onları, cehennem ve kabir azabından, kıyamet gününden, hesaptan, sorgudan, sırattan ve benzerinden koru. Yukarıdaki ifade, ya az önce değindiğimiz gibi tahsisten sonra gelen bir tamimdir, genellemedir; ya da kendilerine tâbi olan sâlihlere mahsustur.

O gün, kıyamet günü

Sen kimi kötülüklerden korursan muhakkak ki, onu rahmetine mazhar etmiş olursun. Çünkü azaptan muaf olan kimse, rahmete ermiş demektir. Ayetin yukarıdaki metninde geçen ”seyyiât" (kötülükler) ifadesiyle dünyadaki masiyetlerin kastedilmiş olması da mümkündür. Buna göre âyetin manası: Sen kimi dünyada günahlardan korursan muhakkak ki, âhirette onu rahmetine mazhar etmiş olursun. Böylece melekler bunlar için sanki önce neticeyi, sonra da bunun sebebini talep etmiş olmaktadırlar.

Mutarrıf der ki,: ”Allah'ın kullarının içinde mü'minlere en candan ve samimi olanları meleklerdir. Mü'minleri en aldatıcı olanları da şeytanlardır."

Zikredilen

bu rahmet ve koruma,

en büyük kurtuluştur.' Gerisinde başka hiçbir tamahın ve arzunun olmayacağı en büyük zaferdir.

Âcizane kanaatime göre: Bu büyük âyet-i kerimelerden ve şerefli meleklerin istiğfarından ortaya çıktı ki, insanın binası (mayası), yardımlaşmaya muhtaçtır. Çünkü insan en büyük emaneti taşıma yükünün altındadır. Şu halde insanın yolu, zor bir yoldur ve onun gibi hiç kimse yoktur. Sonra kurtuluşu talep eden kimsenin bu yoldan giderek ona erişmesi gerekir. Âhirette elde edilecek her mutluluğun tohumu dünyada iken atılır. Akıllı olan kimseye düşen, kendi nefsi için âhiret tarlasına önceden tohum ekmektir.

Lokman rahimehullah der ki,: ”Ey oğulcuğum! Karınca senden daha hazırlıklı olmasın. Karınca kış bastırmadan yazın kışa hazırlık olarak yiyecek toplar."

Kurbağanın biri karıncadan yiyecek ister. Karınca: ”Yazın bütün gün boyu yiyecek aramadın ve onu depolamayı kışa mı bıraktın," der. Sonuç olarak; kıyamet günü, dünyaya tekrar dönüş yolu kalmayacaktır.

10

İnkâr edenlere şöyle seslenilir: Âyet metninde geçen seslenme fiilinin mastarı olan"münâdât" ve ”nida" davet etmek ve sesi yükseltmek anlamınadır. Kâfirler cehennemde, kendilerine kötülüğü emreden ve kendilerini arzusu peşinden koştukları için orada ebedî azaba düşüren nefislerine buğzederler. Bir başka ifadeyle nefislerine o kadar buğzederler ki, sinirlerinden parmak uçlarını yerler. Nefislerine çok şiddetli kızarlar ve o derece de kınarlar. Bu hareketlerini orada bulunanların gözlerinin önünde yaparlar. İşte bu esnada cehennemin bekçileri olan melekler haktan uzak olduklarına dikkati çekmek için kendilerine uzaklardan seslenirler:

'Allah'ın sizlere kötülüğü emreden nefislerinize olan

buğzu, sizin kendinize olan buğzunuzdan elbette daha büyüktür. Çünkü hatırlayın ki, dünyada iken peygamberler tarafından

siz, imana davet ediliyordunuz da imanı kabul etmekten yüzçeviriyor, nefislerinize uyduğunuzdan onun arzularının peşinden koşarak Allah'ı ve onun tevhid inancını

inkâr ediyordunuz.' Bu açıklamalara göre âyetin manası şöyledir: Yüce Allah'ı, inkâr etmek suretiyle dünyada gazaplandırdığınızda O'nun gazabı bugün sizin kendi nefislerinize olan buğzunuzdan ve gazabınızdan elbetteki daha büyüktür. Buradan anlaşılıyor ki, buğzun sebebi inkârdır. Sanki şöyle denmiş olmaktadır: Bunu hatırlayınız. Bu, dünyada ve âhirette buğzun sebebidir ve yakıp kahredici ateşe girmeye nedendir.

Yüce Allah'ın buğzunun, kulun kendi buğzundan daha büyük olmasının sebebi, kulun buğzunun Allah'ınkinden alınmış olması ve onun buğzunun bir parçası bulunmasından dolayıdır. Zira Yüce Allah kulu işlediği suçtan dolayı cezalandırmış olmasaydı o kişi kendi nefsine buğzetmeyecekti ve çünkü cezaların en şiddetlisi Yüce Allah'ın kullarına olan gazabının ve buğzunun eseridir. Tıpkı en yüce nimetlerin onun kendilerinden hoşnut olmasının alâmeti olduğu gibi. Âhirette kâfir, Rabbinin kendi üzerine olan gazabını öğrenince kalbine bundan daha ağır bir şey yoktur. Artık ne ona fayda verecek ağlama ve ne de içinde bulunduğu problemi ortadan kaldıracak ve savuşturacak bir zenginlik vardır. Böyle bir kimseden yakarma da duyulmaz. Herhangi bir çare de beklenmez. Yüce Allah'tan affını ve ihsanını temenni ederiz. O, kendisinden başka herkese karşı bize yeterlidir.

11

Onlar: Yani kâfirler yukarıdaki şekilde kendilerine hitap edildiği zaman :

'Rabbimiz bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de bu sebeple

günahlarımızı itiraf ettik. Özellikle öldükten sonra dirilmeyi inkârla ilgili, günahlarımızı itiraf ettik.

İki defa öldürme ve iki defa diriltmenin çeşitli açıklamaları vardır:

Bunlardan birincisi şudur: Peygamberler bizleri Allah'a ve âhiret gününe imana davet ettiler. Bizler Dehrîler gibi öldükten sonra hiçbir hayat olmadığına inanıyorduk. Onun için onların davetlerine katılmadık, bâtıl inancımıza ölünceye ve tekrar diril ip dünyada iken inkâr ettiğimiz öldükten sonra dirilme gerçeğini görünceye kadar devam ettik. Şimdi ise günahlarımızı itiraf ediyoruz.

Bir daha hızlı veya yavaş cehennemden herhangi bir şekilde

çıkmaya ya da amel yapmaya girip de azaptan kurtulacak olduğumuz

yol var mıdır?' derler. Ya da dünyaya çıkmaya bir yol var mıdır ki, daha önce yaptığımız amellerden başkasını yapabilelim. Nitekim ”..Azabı gördüklerinde zalimlerin: 'Dönecek bir yol var mı?' dediklerini görürsün." (Şûra: 44) âyet-i kerimesi bunu vurgulamaktadır.

İki defa öldürme ve diriltmeye getirilen ikinci açıklama ise şöyledir: Bunu söyleyenler birinci öldürme ile kendilerinin ölü iken yaratılmalarını kastetmiş olabilirler. Bu da ruhun üfürülmesinden önce ana rahmindedir. Nitekim ”Ey kâfirler! Siz ölü iken sizi dirilten Allah'ı nasıl inkâr ediyorsunuz?" (Bakara: 28) âyet-i kerimesi buna işaret etmektedir. İkinci ölümleri de ecelleri geldiğinde öldürülmeleridir. Bu açıklama, öldürmenin herhangi bir şeyi hayattan yoksun bırakma anlamında olmasına göredir. Bunlar ilk diriltme ile de ana karnından dünyaya gelmeden önceki diriltmeyi kastetmektedirler.

İki kere öldürme ve iki defa diriltme üzerine yapılacak üçüncü açıklama ise şöyledir: İki kere diriltmeden ikincisinden maksat, öldükten sonra gerçekleşen diriltmedir. Bundan kabirde azap olmayacağı, hayat ve ölüm bulunmayacağı anlamı çıkmaz. Bunlara değinmemelerinin sebebi kabir hayatının ne dünya, ne de âhiret hayatı gibi olmamasındandır. Tevatüren sabittir ki, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kabir azabından Allah'a sığınmıştır. (3) Selef âlimleri de kabir azabı olacağı noktasında görüş birliği halindedirler. Hatta bunlardan birisi ”Kim de Ben'i anmaktan yüzçevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak..." (Tâhâ: 124) âyet-i kerimesindeki ”sıkıntılı hayat"ı kabir ile tefsir emişlerdir. Çünkü biz Allah'tan yiizçevirenlerin çoğunun dünya hayatlarının çok rahat olduğunu görmekteyiz. O halde bundan maksat kabir azabı olsa gerektir. Bu üçüncü açıklamaya göre iki öldürmeden ikincisi kabir hayatından sonraki öldürmedir. İki diriltme ise biri kabirde ve biri de dirilme esnasındaki diriltmedir ve bu onların durumlarına daha uygundur.

3- Kabir azabına dair hadisler çoktur ve meşhurdur. Bu hadisler Sahihayn'da, dört Sünen kitabında, Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde ve başka kitaplarda yer almakladır. Bunlardan bir tanesi Buharı ve Müslim’in Hazret-i Âişe'den rivayet ettikleri şu hadis-i şeriftir: ”Ben Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in hiçbir namazdan sonra kabir azabından Allah'a sığınmamış olduğunu görmedim." Bkz. Câmiu'l-Usûl, 11/166.

Yapılan açıklama çeşitlerinden bir dördüncüsü ise: Öldürme ile kalplerin öldürülmesi ve nefislerin diriltilmesi, sonra da bedenlerin öldürülmesi ve yeniden diriltilerek canlandırılmasıdır.

12

(Onlara:)'Bunun sebebi şudur: Bu ifade onları umdukları şeylerin imkânsızlığını vurgulayan bir ifadedir. Kendilerine kötü amellerinin gerektirmiş olduğu şey beyan edilmektedir. Buna göre âyetin manası; çekmekte olduğunuz azabın sebebi şudur, demek olur. Dünyada

tek Allah'a ibadete çağrıldığı zaman O'nun tevhidini

inkâr ediyordunuz. Ona ortak koşulunca bunu

tasdik ediyordunuz. Bu ifadeye hemen inanıyor ve peşinden koşuyordunuz. Burada gelecek zaman kipinin kullanılması bir olan Allah'a ibadeti reddederlerse şirke dönmüş olacaklarına dair bir uyarıdır. Nitekim şu andaki durumları da zaten öyledir.

Artık hüküm haktan başkasıyla hüküm vermeyen, kendisine şirk koşulmaktan

yücelerin yücesi Allah'ındır' (denilir.) Çünkü ne zatında, ne sıfatlarında ve ne de fiillerinde hiçbir şey O'nun misli gibi değildir. O, müşrike mağfiret olmayacağına hüküm vermiştir. Onun cezasının sonuna bir sınır çizilemez. Bu cezadan çıkış için sizlere asla yol yoktur.

Âlimlerden birisi şöyle der: ”Haricilerin bir kolu olan Harûrîler ”Allah'tan başkasının hükmü yoktur," sözünü sanki bu âyet-i kerimeden çıkarmış gibidirler."

Denir ki,: ”Haricilerin içinde Harûrîye fırkası vardır. Bunlar Küfe yakınlarındaki Harûrâ'da ortaya çıktıkları ve orada toplandıkları için bu ismi almışlardır. Hariciler Kûfe'nin zahidlerinden olan bir topluluktur. Kendileri Hazret-i Ali ile Hazret-i Muaviye arasındaki tahkim olayında Hazret-i Ali'ye itaat etmemişler, onların arasından ayrılmışlardır. Tahkim olayında Hariciler, Hazret-i Ali'ye, hüküm ancak Allah'ındır dediklerinde Hazret-i Ali: ”Söz doğru, fakat bununla kastedilen bâtıldır," demiştir. Hariciler on iki bin kişi idiler. Halifeliği inkâr ettiler. Bir arada toplandılar ve hilaf bayrağını çektiler ve kan döktüler, yol kestiler. Hazret-i Ali onların yanına gitti. Kendilerine bu yoldan dönmelerini emretti. Onlar da Hazret-i Ali'yi dinlemediler. Bağdat yakınlarında eski bir belde olan Nehrevan'da çarpışmayı tercih ettiler. Hazret-i Ali onları katletti, köklerini kazıdı. Aralarından çok az bir grup kurtulabildi. İşte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın haklarında şu ifadeyi kullandığı kimseler bunlardır: 'Benim ümmetimden ahir zamanda bir topluluk çıkacak. Sizler onların kıldıkları namaza kıyasla kendi namazınızı, tuttukları oruçlarına oranla orucunuzu beğenmeyeceksiniz. Ancak bunların imanları köprücük kemiklerini yukarı geçmez.'“ (4)

Kısacası Hariciler, itikadları bozuk olduğu için İslâm inanç sisteminde sapık fırkalardandırlar. Hakkın inkârı ve itikadın bozukluğu sebebiyle birçok memleketlerde halkın ekserisinin durumu kötü olur. Özellikle bu çağımızda durum böyledir.

Akıllı olana düşen, Allah'ın ve O'nun Rasûlüniin davetine söz, amel, hâl ve itikatça uymaktır. O kişi ancak böylece isteğini elde eder ve cennete girer ve fırsat elden gittikten sonra durumunu telâfi etmek isteyenlerin durumuna düşmez.

13

Dinlerimizin maslahatlarını gözetmek için

size âyetlerini kudretinin alâmetlerini, gerek nefislerinizde ve gerekse dış dünyada vahdetine delâlet eden delilleri

gösteren, sizin için gökten bedenlerinizin menfaatlerini gözetmiş olmak için

rızık, rızık sebebi olan yağmuru

indiren O'dur. Çünkü dinlerin hayatına oranla hakka delâlet eden deliller, bedenlerin hayatına nispetle rızıklar mertebesindedir.

Allah'a yönelenden başkası inkârdan vazgeçip Allah'a dönenden ve yaratılış kitabının sayfalarına koymuş olduğu deliller üzerinde düşünenden başkası

ibret almaz. Bu göz alıcı âyetlerden ne ibret alır ve ne de gereğince amel eder. Oysa yaratılış kitabının sayfasına konulan söz konusu deliller Yüce Allah'ın mükemmel kudretine zahir ve batın her şeyi kuşatan ve ibadeti yalnız kendisine has kılmayı gerektiren nimetlerden ibarettir. Kim böyle değilse işte o kimse inatçıdır; o, öğüt ve ibret almaktan uzak olan bir kimsedir.

14

Madem ki, durum böyledir

haydi bu

kâfirlerin hoşuna gitmese de, sizin İhlasınız onları kızdırsa da ey mü'minler

siz dini Allah'a gerek dininizde ve gerek taatınızda şirkten Allah'a dönmüş olmanızın ve O'na imanınızın gereği olarak O'ndan başkasına iltifattan uzak bir şekilde dinî Allah'a

has kılarak O'na duâ edin. Allah'a kulluk edin Mutlaka bu meselelerde ihlâs şarttır. O halde Rabbin için halisane, gönül hoşluğuyla amel et. Çünkü O, hoştur ve ancak hoş olan şeyi kabul eder. Bir hadis-i şerif şöyledir: ”Âdemoğlu bütün nafakasından sevap elde eder. Ancak suya ve çamura koymuş olduğu şey bundan müstesnadır." (5)

5- Bu hadisi Tirmizî Habbab b. el-Eret hadisine benzer şekilde tahric etmiştir. Bundan maksat şudur: Âdemoğlu her türlü harcamasından sevaba erer. Ancak övünmek ve başkalarıyla boy ölçüşmek ve Allah'ın kullarına hakim olmak gayesiyle bina yapmışsa bu müstesnadır. Buna karşılık içinde oturmak ve kendini soğuktan sıcaktan korumak için ev yapmışsa bunda sakınca yoktur. Hadisin metni için bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 3/408.

Bu hadis-i şerif ifade açısından her ne kadar mutlak ise de içinde bulunulan durum ve karineler hadisin anlamını daraltmakta ve tahsis etmektedir.

Çünkü mescidlerin, düşmanın gözetlendiği ribatların ve ibadet mahallerinin yapılmasından bunu inşa eden kimse hiç ihtilâf olmaksızın sevaba erer.

Burada kastedilen, kişinin bina yaparken sadece istirahatı, genişlemeyi, riyayı ve gösterişi kastetmiş olması durumudur. Durum bu olduğuna göre bina yapanın düşüncesi, arzusu ve maksadı işte bu sınırı aşmaz. Böyle bir kimsenin yapmış olduğu binanın herhangi bir semeresi ve âhirette sonucu yoktur. Çünkü o, bu yaptığı evin gerisinde başka bir şey kastetmiş değildir. Bu çeşit kasıtlar gelip geçici olup dünyadan âhirete geçmesi ve semere vermesi için herhangi bir neden bulunmamaktadır. Şu halde bunun herhangi bir sevabı olamaz. Allahu teâlâ şöyle buyurur: ”Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir. Allah katındakiler ise hâkidir..." (Nahl: 96)

Yüce Allah'tan umudumuz, bizleri mükemmel İhlasın feyzini alarak özel kullarından kılmasıdır.

15

O, dereceleri yükselten, Arapçada ”derece", ”menzile" gibidir. Fakat Râğıb'ın dediğine göre menzile'ye uzama değil de yükselme kastedilirse derece denilir. Çatının ve merdivenin derecesi dendiği gibi.

Envâru'l-Meşârık'ta şöyle açıklanır: ”Derece kelimesi, basamak anlamına kullanıldığında çoğulu 'derec' gelir. Mertebe ve tabaka anlamında kullanıldığında da 'derecât' şeklinde çoğul yapılır.

Alimler bu âyetin tefsirinde ihtilâf etmişlerdir.

el-İrsâd'da şöyle tefsir edilir: ”Allahu teâlâ meleklerinin derecelerini yükseltendir. Bir başka ifadeyle O, meleklerinin merdivenlerini, oturdukları kürsüleri arşa kadar yükseltendir."

Ebu'l-Leys’in tefsirinde ise şu şekildedir: ”Allah semaları halk edendir ve onları mutlak olarak birbirinin üstüne, bir tabakayı diğeri üstüne beş yüz yılda yükseltendir. O, dereceleri, dünyada tabakaları farklı farklı kılarak, âhirette de mertebeleri ve makamları birbirinden ayrı yaparak yükseltendir."

Bazı âlimler ise şöyle tefsir etmişlerdir: ”O, âsilerin derecelerini onlara kurtuluş nasip ederek, itaatkârlarınkini sevap vererek, ihtiyaç sahiplerininkini ihtiyaçlarını yerine getirerek yükseltendir."

Arş'ın sahibidir. Yani Allahu teâlâ ulvî ve süflî âlemi her köşesinden kuşatan büyük Arş'ın sahibidir. Arşinı, kudretinin azametini ortaya koymak için yedi semanın ve kürsînin üzerinde yaratmıştır.

Kavuşma günüyle korkutmak için yani kıyamet günü insanları azaptan korkutmak için ya Allah'ın ya kendine vahyedilenin ya da ruhun korkutması için

kullarından dilediğine bunlar Yüce Allah'ın kendi risaleti ve ahkamının kullarına tebliğ için seçtiği kimselerdir. Kıyamet gününden korkutulmasının sebebi o günün korkusunun ve korkunçluğunun uyarılmaya gerçekten lâyık olmasındandır.

Âyet metninde kıyamet gününe ”yevme't-telâk" (kavuşma günü) denmesi, o günde ruhların cesetlerle, semadakilerin yeryüziindekilerle, ibadet edenlerin kendilerine ibadet olunanlarla, amel edenlerin amellerle, önce geçenlerin sonra gelenlerle, zalimlerin mazlumlarla, cehennemliklerin zebanilerle buluşup biraraya gelecekleri gün olduğu içindir.

Kendi emrinden olan vahyi indirir. Âyette ”vahiy" ruh olarak ifade edilmiştir. Yani cesetlere göre ruh ne ise, kalplere göre gelen vahyi de o mertebeye indirir. Nasıl ki, ruh, vücutların hayatına sebeptir. Aynen bunun gibi vahiy de kalplerin hayatına sebeptir. Çünkü kalplerin hayatı ancak vahiy ile hasıl olan ilâhî bilgiler sayesinde olur. Şu halde âyet metninde ruh kelimesi vahiy anlamında istiare metoduyla kullanılmıştır. Çünkü kalp, vahiy ile yaşar. Zira bu sayede insanın kalbi cehaletten ve şaşkınlıktan çıkıp marifet ve gönül huzurluğuna geçer. Cebrail'e de ruh denmiştir. Çünkü Cebrail peygamberlere kalpleri yaşatacak şeyleri getiriyordu. İsa (aleyhisselâm)'ya ruh denmesi de aynı yaklaşıma bağlıdır. Çünkü o, Cebrail’in Hazret-i Meryem'e üfürmesinden yaratılmıştı. Allah'a izafe edilmesi ise Allah'ı tazim içindi. Şurası gerçek ki, Allah'ın dışında olan her şey ya cismanîdir, ya da ruhanîdir. Her iki kısım da Yüce Allah'ın emri altındadırlar. Âyet metninde yer alan ”min emrihi" ifadesi kendisiyle vahyin kastedilmiş olduğu ”ruh"u beyan etmektedir. Çünkü vahiy mükellefe yaptığı ve yapmadığı her konuda emir ve teşvik demektir. Bir başka ifadeyle vahiy, Yüce Allah'ın emrinden kaynaklanmakta ve O'nun emriyle başlamaktadır.

ed-Dahhâk'e göre bu âyet-i kerimede yer alan ”ruh" kelimesi vahiy anlamına değil, Cebrail manasınadır. Buna göre âyetin manası: ”Allah kullarından dilediğine kendi emri için Cebrail’i gönderir" demek olur. Ve bu ifadeyle Yüce Allah Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Peygamberliğini kötü gören kimselere hitap etmiş olur.

16

O gün yani kavuşma günü olan kıyamet günü

onlar meydana çıkarlar. Kabirlerinden çıkarlar, ya da apaçık ortadadırlar. Kendilerini örtecek ne bir dağ, ne bir tümsek veya ne de bina vardır. Çünkü yeryüzü o gün dümdüz olmuştur. Onların üzerinde de elbise yoktur. Çırılçıplaktırlar ve apaçık ortadırlar. Nitekim bir hadis-i şerif bunu şöyle ifade eder: ”insanlar yalınayak, çırılçıplak ve sünnetsiz olarak mahşerde toplanırlar." (6)

6- Yukarıdaki ifade Müslim, Nesâî ve Tirmizî'nin rivayet ettikleri şu hadisin bir parçasıdır: ”Sizler mahşere yalınayak ve sünnetsiz olarak gelirsiniz. Tıpkı ilk yaratmaya haşladığımız gibi onu tekrar o hale getiririz..." Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/223.

Onların bu kadar çok olmalarına rağmen kendileri dahil olmak üzere açık ve gizli, eski ve yeni bütün amelleri adına

hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: ”(Ey insanlar) O gün (hesap için) huzura alınırsınız. Size ait hiçbir sır gizli kalmaz" (Hakka: 18) Onlar dünyada iken herhangi bir duvarın veya perdenin gerisine gizlendiklerinde Yüce Allah'ın kendilerini göremeyeceğini, yaptıkları amelin O'na gizli kalacağını zannediyorlardı. Oysa bugün böyle bir zannı asla beslemeyecekler.

'Bugün hükümranlık kimindir?' (denir. Hepsi:) Meydana çıktıkları ve durumlarının apaçık ortaya çıktığı o gün bir sesleme i: ”Bugün hükümranlık kimindir?" diye seslenir ve yine aynı seslenici kendisi şöyle cevap verir:

'Kahhar olan tek Allah'ındır' (derler.) Ya da bu cevabı mü'mini, kâfiri bütün mahşer halkı hep birden verirler. Çünkü onlar, kâfir de dahil olmak üzere Allah'ın vahdaniyetine dair zorunlu olan bilgiyi elde etmişlerdir. Fakat kâfir bunu pişmanlık ve iç yangısı biçiminde aşağılık duygusu ile söyler. Mü'min ise sevinçle ve lezzet duyarak haykırır. Çünkü mü'min hükümranlığın Allah'a ait olduğunu dünyada da söylüyordu. Buna takrir sorusu denilir. Burada şöyle bir soru insanın aklına gelebilir: Hükümranlık bütün zaman ve vakitlerde Yüce Allah'a ait olduğu halde acaba neden belli bir gün ile sınırlandırılmıştır? Bu soruya şöyle cevap vermek mümkündür: Hükümranlık her zaman Yüce Allah'a aittir. Ne var ki, Allahu teâlâ bunu dünyada kullarına temlik etmiştir. Fakat kıyamet günü onların iddia edecek bir halleri yoktur. O gün hiçbir kimse ne mülk ve ne de hükümranlık iddia edemez. İşte bu sebeple ”Bugün hükümranlık kimindir?" denilmiştir.

Bir başka izaha göre: ”Bugün hükümranlık kimindir?" şeklinde başlayıp devam eden soru ve cevap o gün sorulacak ve verilecek cevabı anlatmak için getirilmiştir. Çünkü o gün sebepler ortadan kalkacak, vasıtalar zail olacak, böylece herkes açık ve net olarak hükümranlığın Allah'a ait olduğunu, içinde bulundukları durumdan anlayacaklardır. Böylece sanki: ”Hükümranlık kimindir?" diye sorulmuş ve cevabı da onların içinde bulundukları atmosfer: ”Kahhar olan tek Allah'ındır" diye cevaplamıştır. Sebeplerin ortadan kalkması dedik. Çünkü sebepler olmasaydı o zaman kimse sebeplere sarılmayacak ve Yüce Allah'ın hükümran olduğunu kabul edip kuşku duymayacaktı. Halin gerçek durumuna gelince bu zaten daima bu gerçeği haykırmaktadır.

Bazı âlimler burayı şöyle tefsir ederler: ”Soran da, bu soruya cevap veren de bir olan Allahu teâlâ'dır. Bu soru ve cevap bütün mahlukat yok olduktan sonra sorulup cevabı alınacaktır. Böylece Yüce Allah'ın sözüne başladığı ilk cümle bu soru ve cevap olacaktır."

17

Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bu cümle, ya yukarıda verilen ”Kahhar olan tek Allah’ındır," cevabının bir tamamlayıcı uzantısıdır, ya da o gün Yüce Allah'ın soru ve cevaptan sonra söyleyecek olduğu sözün anlatımıdır. Yani Yüce Allah, o gün, itaatkâr ve günahkâr her nefse işlemiş olduğunun karşılığını verecektir.

Bugün sevabın eksiltilmesi ya da azabın çoğaltılması yoluyla

haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çarçabuk görendir. Zira Allahu teâlâyı herhangi bir işi görmekten başka bir meşgale alıkoyamaz ve O, ne kadar çok olsa da bütün yaratıkların hesabını en kısa zamanda görür ve hakettikleri neyse çok hızlı olarak kendilerine ulaşır. Bu cümle yukarıda geçen ”Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir..." ifadesinin sebebini bildirmektedir. Çünkü bizzat bugünün kavuşma günü ve ortaya çıkına günü olması, belki bütün bunların, soruların cevabının herkese amelinin karşılığının verilmesinin uzak bir ihtimal olduğu zannmı uyandırabilir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet olunduğuna göre: ”Mahlukatın hesabı görülünce cennetlikler hemen kendilerini cennette bulurlar."

18

Ey Rasûlüm Muhammed!

Yaklaşan gün hususunda onları, Mekkelileri

uyar. Onları korkut. Âyet metninde yer alan ”âzife" kelimesi ”ezife el-emru" dan türeme olup manası ”yaklaştı" demektir. ”Âzife" den burada maksat, kıyamet günüdür. Zaten bu takdir ile müennes kılınmıştır. Bunun bir benzeri başka bir âyette ”ezifeti'l-âzife" (Necm: 57) şeklindedir. Manası ise ”kıyamet yaklaştı" demektir. Kıyamete ”âzife" denmesi yakın olmasından dolayıdır. Çünkü gelecek olan her şey, ümitsiz olan kimse süresini uzun görse bile, mutlaka yakındır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: ”Peygamber olarak gönderilen ben ve kıyamet şu iki (parmağım) gibiyiz. Kıyamet neredeyse beni az kalsın geçecekti." (7)

7- Hadisi Ahmed b. Hanbel ve Tirmizî rivayet etmişlerdir. Aslı Sahihayndadır. Bkz. Süyûtî, el-Fethu’l-Kebîr, 2/7.

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu hadiste işaret etmiş olduğu işaret parmağıyla orta parmağıdır. Rasûlüllah demiş oluyor ki, benimle kıyamet arasında zaman, gecen zamana oranla orta parmağın işaret parmağına uzunluğu miktarı kadardır. Zaman bakımından yakınlık, kıyametin son derece yakın olduğunu anlatabilmek için mekân açısından yakınlığa benzetilmiştir. Sonra ”uzûf kelimesinin seçilmesi vaktin darlığına işaret etmekledir. Bu sebeple kıyamet ”saat" kelimesiyle de anlatılmıştır. Derler ki,: ”Allah'ın emri gelmiştir..." (Nahl: 1 ) âyetinde kıyametin yakınlığı ve zamanının darlığına dikkat çekilmek için fiil dili geçmiş zaman olarak getirilmiştir.

Çünkü o anda dehşet içinde yutkunurken yürekleri ağızlarına gelmiştir. O gün yürekleri ağızlarına gelmiştir. Çünkü o günün korkusundan yürekler yerlerinden fırlarlar ve boğazlarına yapışırlar. Artık yürekleri ne yapıştığı yerden geri döner -ki, rahata kavuşsunlar ve nefes alıp versinler- ve ne de yerinden çıkar -ki, ölüp de rahata ersinler.-

Bazı âlimlere göre korkudan ciğerleri şişer ve böylelikle kalpleri boğazlarına dikilir. Yutkunmalarına gelince üzüntü ve sıkıntı ile dopdolu olarak sessizce bunları yutkunmaya çalışırlar. Bir başka ifadeyle onların konuşup da içlerindeki üzüntü ve korkuyu, yaşadıkları sıkıntı ve uzunlunun fazlalığından açıktan açığa dile getirmeleri mümkün değildir. ”Yürekleri ağızlarına gelmiştir" ifadesi duydukları şiddetli korkuyu ifade etmekte, ”... yutkunurken" ifadesi de konuşmaktan acizliklerini dile getirmektedir. Çünkü üzülen ve pişmanlıktan içi yanan kimse konuşabiliyorsa, derdini ve şikâyetini dile getirebiliyorsa birazcık hafiflik ve sükûnet sağlamış demektir. Buna karşılık şayet konuşamıyorsa ızdırabı büyük ve sıkıntısı çok demektir.

Zalimlerin, kâfirlerin

ne şefkat gösteren

yakını, ne de sözü dinlenir şefaatçisi vardır. Âyet metninde yer alan ”yutâu" (kendisine itaat olunan) kelimesi, ”sözü dinlenilen ve şefaati kabul edilen" mânâsına mecazdır. Âyet-i kerime beyan ediyor ki, kâfir hakkında asla şefaat söz konusu değildir. Çünkü âyet onları kınamak üzere gelmiştir. ”Zalimler" ifadesi ”kâfirler" anlamında getirilmiştir. Zahire göre her ne kadar zalimler, kâfirlerden ve öteki isyankârlardan daha geniş bir tabir ise de burada kâfir anlamında kullanılmıştır. Böylece onların zulmü tescil edilmiş, herbirinin herhangi bir yakınının ve şefaati kabul edilecek şefaatçisinin olmayacakları tescil edilmiştir.

Ve böylece sabit olmuştur ki,. Müslümanların âsilerinin hem yakınları ve hem de kendilerine şefkat eden şefaatçileri olacaktır. Bu şefaatçi Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve diğer gönderilmiş olan peygamberler, mukarrabîn olan veliler ve tüm meleklerdir.

19

Allah, gözlerin hain bakışını yani gözlerdeki hain bakışı, ya da gözlerin hıyanetini bilir, demektir. Bu taktirde ”haine" kelimesi afiyet gibi mastar anlamındadır. Nitekim şu âyet-i kerimede ”haine" kelimesi bu anlamda kullanılmıştır: ”... Onlardan daima bir hainlik görürsün..." (Mâide: 13)

Hıyanet gizliden gizliye verilen sözü bozmak suretiyle hakka aykırı davranmak demektir. Bunun zıddı emanettir. Burada kasdolunan ise mahrem olmayan yabancı kadınlara istekle bakmaktır. İnsanın bakışı, sahih hadiste yer aldığı üzere İblis’in oklarından bir oktur. (8) Hadise göre birinci bakış, insanın lehinedir. Yani kişi bundan dolayı cezalandırılmaz. İkincisi ise, aleyhinedir. Bir haberde şu rivayet yeralır: ”Ey Ademoğlu! Birinci bakış senin, ama ikincisi değildir." (9) İkinci bakış kişinin lehine değildir. Çünkü ikincisinde kasıt vardır. Bu göz zinası kabilindendir.

8- Bu hadisi Taberanî rivayet etmiştir. Hakim de şu lâfızla rivayet eder: ”Bakış İblis’in oklarından zehirli bir oktur..." Bkz. et-Terğîb, ve't-Terhîb, 3/34.

9- Bu hadisi Ebû Davud Nikâh''ta, Tirmizî Edep 'te, Dârimî Rikâk bölümünde şu lafızla rivayet eder: ”Ey Ali! Bakışını anlarda yapma. Çünkü birincisi senin lehinedir. Ama ikinci bakış senin lehine değildir." Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/351.

Ebû Osman der ki,: ”Gözün hıyaneti, kişinin gözünü haramlara bakmaktan sakınmaması, heva ve şehvetinin arkasından salıvermesidir."

Ve kalplerin gizlediğini bilir. İnsanın içindeki sırları, iyilik veya kötülük olsun, bilir. Buradan sabit oluyor ki, kalplerin fiilleri Yüce Allah'a malûmdur. Aynı şekilde organların fiillerini de bilmektedir. Çünkü kalplerin gizlediği şeyler, bir başka ifadeyle gözlerin hıyaneti Allah nezdinde malûm olduğuna göre Yüce Allah diğer organların fiillerini haydi haydi bilir. Herhangi bir hâkim bu ilimde sözkonusu dereceye ulaşırsa suçlu ve mücrim olanların ondan daha çok ve daha fazla korkmaları gerekir. Yüce Allah'ın ”...kalplerin gizlediğini bilir" şeklindeki ifadesi uyarma emri için güçlü bir sebep bildirme makaınmdadır.

20

Allah hakla bütün iyi ve kötüler hakkında doğrulukla ve adaletle

hükmeder. Çünkü mutlak olarak O, her şeye malik ve hâkimdir. Herhangi bir şeyle hüküm verdi mi bu mutlaka mükellefin hakettiği ve lâyık olduğu adaletin ve hakkın ta kendisi olur. Bu ifade mükellefi daha da korkutmaktadır.

O'nu bırakıp taptıkları putlar

ise hiçbir şeye hükmedemezler.

Bu ifade puta tapan bu kimseleri alaya alan bir ifadedir. Çünkü cansız bir varlık hakkında hükmetme veya hükmetmeme ifadesi kullanılmaz.

Şüphesiz Allah, hakkıyla işiten ve görendir. Bu ifade gözlerin hain bakışını bilmesini ve hakla hüküm vermesini destekleyen bir ifadedir. Çünkü onların söylediklerini işiten ve yaptıklarını gören kişi eğer bir şeye hüküm verirse hakla hüküm verir. Ayrıca bu ifade o kâfirlere yaptıklarına ve söylediklerine karşılık bir tehdit, Allah'ı bırakıp ibadet ettikleri şeyin haline bir tarizdir. Çünkü Allah'ın dışında çağırdıkları o nesneler bu iki sıfatı kendilerinde bulundurmaktan âcizdirler. O halde nasıl olur da mabud olabilirler?

Yüce Allah âhiret ahvali ile kâfirleri aşırı biçimde korkuttuktan sonra âyetin devamında onları dünya ah valiyle de korkutmaya devam etmekte ve şöyle buyurmaktadır:

21

Onlar, yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, Mekke müşrikleri Şam'a ve Yemen'e yaptıkları ticaretlerinde yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki,

kendilerinden öncekilerinin akıbetinin, kendilerinden önce Ad, Semtıd ve benzeri peygamberleri yalanlayan geçmiş ümmetlerin âki betlerin in

nasıl olduğunu görsünler! Onların yaşadıkları diyarlar Kureyş’in ticaret yolu üzerindeydi.

Onlar, kuvvet, kudret ve çeşitli fiilleri yapabilme

ve yeryüzündeki korunmuş kaleler ve sağlam şehirler gibi

eserleri yönünden bunlardan daha üstündüler. Böyleyken Allah onları günahları yüzünden yakaladı. Onları cezalandırdı. İnkârları ve yalanlamaları yüzünden helak etti.

Onları Allah'tan, Allah'ın azabından

koruyan ve muhafaza eden

da olmadı.

22

Bunun sebebi, Allah'ın bu yakalamasının sebebi

peygamberleri, kendilerine apaçık mucizeler ya da açık ahkâm

getirdikleri halde bunları

inkâr etmeleriydi. Ve peygamberleri yalanlamaları idi.

Allah da kendilerini acilen

tutup yakalayıverdi. Doğrusu O, kuvvetlidir, istediğini son derece yapabilme gücü vardır. Şirk koşanlara

azabı da pek çetindir. Hiç kimsenin azabı O'nun azabı ile kıyas kınamaz. İşte yeryüzündeki şu bölgeler onların helak oldukları yerler ve şunlar da helak olduklarına dair eserlerdir. O halde onlar daha önce helak olanlara gelen azabın aynısının kendi başlarına gelmeyeceğinden de nasıl ve hangi biçimde emin olabiliyorlar?

Âyet metninde yer alan ”el-kaviy" zatında, sıfatlarında ve fiillerinde kendisine asla zaaf bulaşmayan kimse demektir. Kaviy olana ne bitkinlik ve ne de yorgunluk gelir. Noksanlık, acizlik ve güçsüzlük O'nun tarafına uğramaz. Allahü teâlâ'nın kaviy olduğunu bilen kimse, kendi gücü ve kuvvetine aklanmaz, onları bir kenara bırakarak Yüce Allah'a döner.

23

Yemin olsun ki, Biz, Mûsa'yı mucizelerimiz, dokuz mucizemizle

ve apaçık hüccetle âsâ, beyaz el gibi açık ve üstün delillerle

Firavun, Haman ve Karun'a gönderdik. Burada genel olarak dokuz mucizeye işaret olunduktan sonra bir de ”apaçık hüccet" ten söz edilmesi, bu hüccetin durumunu tazim etmek içindir. Bu ifade has, yani özel anlam taşıyan bir kelimenin âm yani genel anlam taşıyan bir kelimeye atfı kabilindendir. Haman, Firavun'un veziridir. Burada Firavun'la Haman'ın özellikle zikredilmesi Mûsa'nın kendilerine gönderilmesinin bütün kavime gönderilmiş gibi olmasındandır. Çünkü onlar, Firavun ve vezirin yönetimi altında idiler ve bu iki kişiye tabi idiler. İnsanlar kendilerini yöneten hükümdarlarının dinine tabidirler. Burada Karun'un da özel olarak zikredilmesi, kendisinin malı ve hazinesi çok olduğu için hükümdar mesabesinde olmasındandır. Şüphesiz Karun'a gönderiliş, Firavun'a ve Haman'a gönderilişten daha sonradır. Çünkü Karun da İsrail oğullarından olup Mûsa'nın amca oğlu idi. Karun ilk başlarda Tevrat'ı gözeten ve mü'min olan bir kimseydi. Sonra zenginlik nedeniyle durumu değişti ve Samirî gibi münafık oldu ve böylece inkâr ve he lâkta Firavun ile Hânı an'a mülhak oldu.

Onlar: 'Bu Mûsa'nın ortaya koyduğu mucizeler hakkında ve özellikle asası hakkında göstermiş olduğu harikulade durumlar dolayısıyla

çok yalancı bir sihirbazdır,' dediler. Mûsa'nın Rabbinin elçisi olduğuna dair iddiası için ”çok yalancı" dediler. Âyet metninde yer alan ”kezzâb" âdeti, işi gücü yalan söylemek olan kişiye denir. Böyle bir kişi durmadan yalan söyler. Burada onlar Mûsa (aleyhisselâm) için ”sehhâr" (çok sihirbaz) dememişlerdir. Çünkü onlar Hazret-i Mûsa'yı bir tek sihirbaz görürken kendi sihirbazlarının daha becerikli olduğunu zannediyorlardı. Nitekim bu konuda şöyle diyorlardı: ”Ne kadar bilgisi derin sihirbaz varsa sana getirsinler." (Şuarâ: 37)

Bu ifade, aynı zamanda Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı teselli etmekte ve Kureyş kabilesi içinde kendisinden daha güçlü ve kendine zaman itibariyle daha yakın olan kişinin âkibetini beyan etmektedir. ”Yemin olsun ki, Biz, Mûsa'yı mucizelerimiz ve apaçık hüccetle Firavun, Hâmân ve Karun'a gönderdik." âyet-i kerimesiyle işaret olunuyor ki, Allahü teâlâ ihsanı ve fazlıyla o zamanlar yaratıkların içinde en üstün olan kişiyi yine yaratıklarının arasında en düşük olan kişiye gönderiyor. Kullarının arasında en özel olan kişiyi, düşük olan bu kimseye Allah'ın fazlı ve ihsaniyle halini düzeltmesi için çağrıda bulunmak üzere gönderiyor. Kul ise tabiatı düşük ve aklı yetersiz olduğu için buna yalanlama ile karşılık veriyor ve gelen kişiyi sihir ve büyü ile irtibat land iriyor. Allahü teâlâ hükmünü ve keremini ortaya koymak için bu kişiye hemen ceza vermiyor ve ona bedbahtlığı ortaya çıkıncaya kadar mühlet veriyor.

24

Bak. Âyet 23.

25

İşte o (Mûsa), tarafımızdan kendilerine hakkı getirince: Burada kastedilen hak, Mûsa'nın elinde gerçekleşen mucizelerdir. Onlar bedbahtlıklarını tamamlamak için

'onunla beraber iman edenlerin, imanda ona tâbi olanların

oğullarını öldürün, kadınlarım sağ bırakın' dediler. Bunu diyen Firavun ve onun kavminden fikir sahibi olan kimselerdir, ya da yalnız başına Firavun'dur. Çünkü o tek başına herkes mesabesindedir. Nitekim bu gerçeğe A'râf sûresinin: ”...Firavun: Biz onların oğullarını öldürüp, kadınlarını sağ bırakacağız..."(A'râf: 127) âyet-i kerimesinde de işaret olunmaktadır. ”Kadınlarını sağ bırakın" demek, kız çocuklarını diri bırakın ve onları öldürmeyin demektir.

Bu açıklamalara göre âyetin manası şudur: Onları yeniden öldürün. Firavun'un yeniden demesinin sebebi bu emri Mûsa (aleyhisselâm)'nın dünyaya gelmesinden biraz önce yine vermiş olmasındandır. O zaman müneccimler (yıldıza bakanlar) Mûsa (aleyhisselâm)'nın doğumunun yaklaştığını haber vermişlerdi ve Firavun bu katliamı uzun zaman yapmıştı. Sonra İsrail oğullarının kökü kazınacak, hiç kimse kalmayacak ve ağır işler Kıptîlere kalacak korkusuyla vazgeçmişti. Daha sonra Mûsa (aleyhisselâm), Peygamber olarak gönderilip Firavun onun Peygamber olduğunu hissedince, kin ve nefretle bu katliamı yeniden yapar. Çünkü Firavun zannetmektedir ki, Mûsa, müneccimlerin ve kâhinlerin kendi saltanatının elinde yok olacağını haber verdikleri çocuktur.

Ama kâfirlerin. Firavun ve kavminin

tuzağı elbette boşa çıkar.

Kendilerine hiçbir fayda vermez. Kaderde ne varsa gerçekleşmiştir.

Denilmiştir ki,: ”Firavun, Mûsâ ve kavmini yok etmek istemiş, bunu gerçekleştirmek için ordusunu, adamlarını kullanmış, Allah'ın korumak istediği korunmuştur."

Rivayete göre gencin birisi emreder ve yasaklar. Bunu duyan oranın hakimi kendisini yakalayıp bir yerde hapse tıkar ve orada ölsün diye bütün menfezleri tıkar. Bir kaç gün sonra hapse konulan genç hapisten çıkmış, bir bahçede görülür. Hakim kendisini getirtir ve sorar: ”Seni kim çıkardı?" Genç: ”Beni bahçeye koyan çıkardı," der. Hakim: ”Seni bahçeye kim koydu," deyince genç: ”Evden çıkaran," der. Hakim şaşar ve ağlamaya başlar. Ardından bu gence bir takım şeylerin verilmesini, bir ata bindirilerek önünde: ”Bu adam Allah'ın aziz kıldığı adamdır. Buranın hakimi kendisini değersiz bir kişi yerine koymak istedi ama bunu yapamadı. Sadece ona ikram ve ihtiramda bulunabildi," diye bağrılmasım emreder.

26

Firavun: yanında bulunan seçkin kişilere:

'Bırakın beni' dedi. Beni serbest bırakın, bırakın beni.

'Mûsa'yı öldüreyim. Çünkü ben biliyorum ki, saltanatımın selâmeti onu öldürmeye bağlıdır. Firavun Mûsa (aleyhisselâm)'yı öldürmeye karar verince yanında bulunan seçkin kişiler: ”Bu senin korktuğun kişi değildir. Çünkü bu kişi, ondan daha zayıf ve daha güçsüzdür. Bu olsa olsa bir sihirbaz parçasıdır," diyerek kendisine engel oldular ve sonra şöyle dediler: ”Eğer sen bunu öldürürsen insanları şüpheye düşürürsün ve halk senin kendisine delil getirmekten âciz kaldığını ve kılıçla çarpışmaya karar verdiğine inanırlar." Mel'un Firavun, Mûsa'yı öldürmesine bu kişilerin engel oldukları, onlar olmasaydı kendisinin onu mutlaka öldüreceği havasını vermişti. Oysa Firavun'u bu işten alıkoyan sadece kalbinde duymuş olduğu korkunç derecede korkuydu. Çünkü Firavun Mûsa (aleyhisselâm)'nın Peygamber olduğunu kesin olarak anlamıştı, fakat eğer onu öldürmeye kalksa kendisinin en kısa zamanda helak olacağından korkuyordu.

(Kurtarabilirse) bana mani olması için kendini gönderdiğini iddia ettiği

Rabbine yalvarsın. Firavun hem zahiren ve hem de Rabbine duâ eder diye bât inen Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm)'dan korkuyordu. Böyle olmasaydı ona hiç değer vermez ve bu şekilde konuşmazdı.

Çünkü ben şayet kendisini öldürmezsem

onun, dininizi değiştireceğinden, Bana (Firavun'a) ve putlara ibadetten ibaret olan inanmış olduğunuz dininizi değiştireceğinden

yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum.' Eğer o, dininizi tamamıyle değiştiremezse bu taktirde savaş ve fitne çıkarıp böylelikle dünyanızı fesada boğacağından korkuyorum.

Âyet-i kerime işaret ediyor ki, Firavun kalbi kör olduğu için zannetti ki, Allahü teâlâ Mûsa'yı kendi gücü ve kuvvetiyle öldürmesi için kendine fırsat verir ya da kavmine bu fırsatı verir. Bilmedi ki, Allahü teâlâ, hem kendini ve hem de kavmini helak edecek ve Mûsa ile kavmini kurtaracak. Firavun dinin değiştirileceğinden ya da yeryüzünde fesat çıkarılacağından korkmuş, kendisinin ve kavminin helak olacağından ve durumlarının her iki dünyada da fesat olacağından korkmamıştı.

27

Mûsa da: Bu mel'unun kendisini öldüreceğine dair sözünü işittiğinde kavmine:

'Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, böbürlenip iman etmeyenden

benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığındım,' dedi. Âyet-i kerimede Allah'ın diğer isimleri içerisinde özellikle ”Rab" kelimesinin zikredilmesinin sebebi arzulanan ve istenenin, muhafaza ve yetiştirilme olmasındandır. Çünkü Rab, terbiye eden, koruyan demektir. Rabbin, Mûsa'ya ve onlara izafe edilmesi Allahü teâlâ'ya sığınına ve O'na tevekkül etme hususunda Firavun'un da muvafık kalmasını teşvik içindir. Çünkü nefislerin ortaya çıkmasında duanın kabul olması için büyük bir tesir vardır. Zaten insanların beş vakit namazı, Cumayı, bayramları ve yağmur duası ile benzerleri için bir araya toplanmalarının asıl sebebi budur.

Âyet metninde Firavun denilmeyip de ”mütekebbir" (kibirli) denmesi, bir başka ifadeyle Firavun'u da ve başka zorbaları da içine alan bir vasfın zikredilmesi, bu zorbalar ister Firavun'un kendi adamlarından olsun ister başkalarından olsun Allah'a her kibirliden sığınmak ve Allah'a karşı cüretin ve katılığın sebebine işaret etmek içindir. Bu sebep tekebbür, yani kibirlenme ve onu izleyen öldükten sonra dirilmeye inanmamadır. Yüce Allah bu âyet-i kerimede ”kibirli" yi, ”hesap gününe inanmayan" şeklinde nitelemektedir. Çünkü her katı kalpli ve kibirli olan kimsenin hamuru ve mayası budur. Onlar hakkı iptal etmek ve halkı tahkir etmek isterler. Fakat kibirli ve zorba olan bu kimseler eğer cezaya inanırlar ve hesap gününden korkarlarsa bu yaptıklarından vazgeçerler. Buna karşılık kibirlenme ile bir de öldükten sonra dirilmeyi inkâr bir arada bulunursa işte böylesi daha zalim ve daha azgın olur. Şu halde böyle bir kimseden Allah'a sığınmak daha uygun ve daha evlâ olur.

İmamı Ebû Hanife (radıyallahü anh) hazretlerine sorulur: ”Hangi günahın insandan imanı alacağından korkarsın?" Ebû Hanife cevap verir: ”İman nimetine şükrü terk, âkibet korkusunu taşımamak ve Allah'ın kullarına zulüm günahlarından korkarım," der. Çünkü bu üç özelliği her kim taşıyacak olursa mutluluğu yakalayanlar müstesna bu dünyadan ekseriyetle kâfir olarak göçüp gider. Sonra kibir nefs-i emınârenin sıfatları içinde en beter olanıdır. Kibirin mutlaka insandan uzaklaştırılması şarttır.

Firavun azgınlığından ve zorbalığından Mûsa (aleyhisselâm)'yı katletmeye karar verir. Bunun sebebi ise Mûsa'nın insanları saptıracağından ve yaptıkları bir takım tapınmaları ve âdetleri değiştireceğinden korku duyuyor olmasıdır. Bu tıpkı ”Firavun vaiz oldu" ve ”Tilki nasihatei kesildi" atasözlerindeki duruma benzer. İşte böylece Firavun'un nazarında dengeler alt üst olmuştur. Ona göre salâh, fesad; bozgunculuk da salâh haline gelmiştir. İşte bu sebeple Mûsa (aleyhisselâm), onun azgınlığından ve zorbalığından Yüce Allah'a yakarmış ve şöyle demiştir: ”Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığındım." Bu, bütün peygamberlerin ve nebilerin uyguladıkları bir yoldur. Allah'a sığınmak ve O'na iltica etmek peygamberlerin gittikleri yollardandır. Sahih olan bir hadis-i şerifte yer aldığına göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) herhangi bir kavimden korku duyduğu zaman şöyle söylerdi: ”Ya Rabbi! Bunların şerrinden Sana sığınırız ve Senin sayende onları boğazlarından tutup savuştururuz. ”

28

Firavun ailesinden olup, imanını gizleyen bir mü'min şöyle dedi: Mûsa (aleyhisselâm), Yüce Allah'a sığınıp O'nun ihsanına ve rahmetine dayanınca hiç şüphesiz Allahü teâlâ onu her türlü belâdan koruyacak, her çeşit arzusuna eriştirecek ve kendine yabancı bir kimseyi bahşedecekti. Bu yabancı kişi, söz konusu fitneyi yatıştırmada en uygun yolu seçerek onu savunacaktı. Nitekim bu âyet-i kerimede Yüce Allah bu gerçeği anlatmaktadır. Burada sözü edilen kişinin âyet metninde üç sıfatı sıralanmaktadır:

Birincisi mü'min olması

İkincisi Firavun ailesinden bulunması,

Üçüncüsü de imanını gizlemesidir.

Bu üç sıfattan öncelikle mü'min oluşu ifade edilmektedir. Çünkü iman, sıfatların içinde en şereflisidir. Âyetin ifadesiyle herhangi bir kimsenin ”âl"i akrabalık veya arkadaşlık, ya da dindaştık gibi bir sebeple çevresindeki özel kişilerdir ki, bunların yaptıkları işler dönüp dolaşıp bu kişiyi bulur. Burada sözü edilen mü'min kişi Firavun'un yakınlarından yani amcasının oğlu idi. Mûsa') ı: ”Ey Mûsa! ileri gelenler seni öldürmek için hakkında müzakere ediyodar. Derhal (buradan) çık. İnan ki, ben senin iyiliğini isteyenlerdenim." (Kasas: 20) diye uyaran kişiydi. Nitekim bu daha önce geçmişti. Ya da bu kişi Firavun ile aynı dinden değildi. O, mü'mindi. Firavunla aynı dinden olmayınca Firavun'un âl’i olma vasfı da kalmaz. Ancak Firavun'un aşiretinden ise onun âl’i olur. İmanını gizleyen bu kimse bunu Firavun'dan ve onun adamlarından korktuğundan gizlemiyordu. Tersine sözü karşı tarafça kabul edilsin diye gizliyordu. Söz konusu bu kişi, Mûsa'nın gelmesinden sonra inanmıştı. Ya da Mûsa'dan önce inanmış ve inancını gizliyordu.

Firavun'un Mûsa'yı öldürmek istediği haberini duyunca dedi ki,:

'Siz bir adamı herhangi bir delile dayanmadan zulmen

'Rabbim bir olan ve hiç ortağı olmayan

Allah'tır' eliyor diye ya da dediğini beğenmediğiniz için

öldürecek misiniz? Halbuki o size Rabbinizden apaçık mucizeler, müşahade ettiğiniz açık seçik mucizeler

getirmiştir. Âyet metninde ”Rabbinden" denilmeyip de ”Rabbinizden" denilmesi şundan dolayıdır. Eğer onlar Mûsa'nın kendilerine Rablerinden mucize getirdiğini duyacak olurlarsa bu o konu üzerinde iyiden iyiye düşünmelerine, onu tanımalarına ve inattan vazgeçmelerine yolaçar. Çünkü herhangi bir şey herkesin Rabbi katından geliyorsa buna uymak ve tebliğ eden kişiye de insaf etmek gerekir.

Urve b. Zübeyr anlatıyor: Abdullah b. Ömer radıyallahu anhüma'ya dedim ki,: ”Müşriklerin, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yapmış oldukları en ağır şey nedir, bana söz eder misin?" Abdullah dedi ki,: ”Ukbe b. Ebî Muayt Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kabe'de namaz kılarlarken O'nun üzerine doğru yürüdü, ridasının iki ucundan tutarak elbisesini Rasûlüllah'ın boğazına doladı ve sımsıkı boğazını sıktı ve O'na dedi ki,: 'Atalarımızın taptığı şeyi bize yasak eden sen misin?' Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): 'Aynen dediğin gibi', diye cevap verdi. Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) koştu ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın iki omzundan tutarak O'nun arkasında yer aldı ve Ukbe b. Ebî Muayt’i Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan uzaklaştırdı. Sonra: 'Siz bir adamı 'Rabbim Allah'tır' diyor diye öldürecek misiniz? Halbuki O, size Rabbinizden apaçık mucizeler getirmiştir' dedi. Bunu bağırarak söylüyor ve iki gözünden yaşlar akıyordu." (10)

10- Bu hadisi İbn Ebî Hatim ve Nesâî bu lâfızlarla rivayet etmişlerdir. Buharî ise Abdullah b. Amr b. el-As kanalıyla şu şekilde rivayet eder: ”Dedim ki,: Müşriklerin Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yaptıkları en ağır şey nedir, bana söyler misin?.." Bkz. Muhtasar İbn Kesîr, 3/242.

Burada beyan olunuyor ki,. Hazret-i Ebû Bekir’in Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı ilk üstlenmiş olduğu görev, Firavun ailesinden olup iman eden kişinin Mûsa'ya karşı ifa ettiği görevden çok daha ağırdır. Çünkü Hazret-i Ebû Bekir, imanını açığa vuruyordu ve bu olay, Kureyş'ten bir grubun gözlerinin önünde olmuştu.

İbn Atıyye tefsirinde babasından naklediyor. Babası Ebu’l-Fadl İbn el-Cevherî'yi minberde şöyle derken işitmiş. Ebu'l-Fadl el-Cevherî'den sahabenin faziletlerinden bahsetmesi istenince biraz başını öne eğmiş, sonra kaldırarak şöyle demiştir:

"Sorma kişiyi! Sor kimmiş dostu? Her dost uyar dostuna, kimse dostu!"

Yüce Allah'ın Peygamberine yâr ve yoldaş kıldığı onu ve ruhtan (Cebrail'den) vahiy almasını müşahadc etme şerefini bahşettiği bir topluluk hakkında ne takdir edersiniz? Yüce Allah, Firavun ailesinden imanını gizleyen bir mü'mini kendi ilâhî kitabında övdüğüne ve küfür meclislerinden birinde söylemiş olduğu bir sözden dolayı onun adını mushafkırında zikrettiğine göre acaba siz sahabe topluluğu hakkında ne düşünürsünüz? Firavun ailesinden imanını gizleyen o kişiyle Ömer b. el-Hattab'ı kıyaslayabilir misiniz? Hazret-i Ömer, Mekke'de kılıcını çekmiş şöyle diyordu: 'Allah'a yemin ederim ki, bugünden itibaren Allah'a gizlice ibadet etmeyeceğim.' Ömer’in kılıcı ile din ortaya çıkmadı mı?"

Firavun ailesinden imanını gizleyen o kişi, daha sonra ihtiyatlı olmak için onlara delil getirmeye başlar. Bu delili, kat’i hükmünü verdikten sonra zan ihtimali biçiminde getirir ve Mûsa'nın öldürülüşünün iyi bir şey olmayacağını belirterek şöyle söyler:

Eğer o, yalancı ise yalanı kendisinedir. Yalanının vebali ve zararı kendini aşmaz ki, bu zararı önlemek için kendini öldürmeye ihtiyaç duyulsun. Bir başka ifadeyle yalancı, yalanının zararı başkalarına bulaştığında ancak öldürülür. Meselâ insanları Allah'sızlığa çağıran zındık, ya da halkı bid'atına davet eden bid'atçı gibi. Oysa Mûsa insanları ortaya alınış olduğu dine zorla sürükleyemez. Çünkü insanların mizaçları bunu benimseyip kabul etmez. Ayrıca siz onun açıktan açığa konuşmasına ve dinini yaymasına engel olabilirsiniz.

Eğer söylediklerinde

doğru söylüyorsa ve siz de onu yalanlıyor ve bununla kötülük etmeyi tasarlıyorsanız

sizi tehdit ettiğinin bir kısmı olsun size gelip çatar. Yani hepsi çatmasa bile hiç değilse bir kısmı gelir çatar. Bu bir kısımlık belâ da sizin helakiniz için yeterlidir. Burada ”bir kısım" ifadesinin zikredilmesi ”tehdit edilen şeyin tamamını" peşinden getirmesinden dolayıdır. Yoksa ”bir kısım" ın, ”tamamı" olduğundan değil. Buradaki ifade taassup içermeyen ve son derece insaftan kaynaklanan bir sözdür.

Şüphesiz Allah haddi aşan âyet metninde yer alan ”müsrif", günahlarda haddi aşan, ya da haksız yere çok kan döken kişi demektir.

Yalancı kimseyi doğru yola eriştirmez. Buradaki ”kezzâb" kelimesi, peşpeşe yalan söyleyen kişi demektir. Bazı âlimlere göre ”kezzâb" Allah'a iftira atan kişi demektir. Çünkü Allah'a yalan isnadı, başka birine yalan isnadı ile bir değildir. Bu, imanını gizleyen kişi tarafından ileri sürülen bir başka delildir. Bu ifadenin delil oluşu, iki açıdandır:

Birincisi: Eğer bir kişi haddi aşmış ve yalancı ise, Yüce Allah ona mucizelerini göstermez ve kendisini bu mucizelerle desteklemezdi.

İkincisi: Eğer bu şahıs şayet yukarıdaki gibi haddi aşmış ve yalancı ise Allahü teâlâ ona yardım eti nez. Kendisini helak eder. Dolayısıyla sizin onu katletmenize ihtiyaç kalmaz.

İmanını gizleyen bu mü'min kişi herhalde onlara birinci manaya göre öldürme kararlılıklarını gevşetmek için bu delillerini ileri sürüyordu ve onlara konuşurken bunu Firavıın'a üstü kapalı ifade ediyordu. Çünkü Firavun, günahsız erkek çocukları haksız yere katlettiği için haddi aşmış; ıılûhiyyet iddiasında bulunduğu için de yalancı olumuştu. Ve dolayısıyla Yüce Allah onu doğru yola ve kurtuluşun caddesine iletmez, tersine rezil ve rüsvay ederek kurduğu plânları yerle bir ederdi.

29

Ey kavmim! Bugün yeryüzünde, Mısır topraklarında İs ra il oğullar ma

hâkim kimseler olarak hükümranlık ve saltanat

sizindir. Bugünde size hiç kimse karşı koyamaz.

Ama Allah'ın azabı bize gelip çatarsa, kim bize yardım eder?' Yani sizler işinize fesat bulaştırmayın. Hazret-i Mûsa'yı öldürmek suretiyle Yüce Allah'ın azabını üzerinize çekmeyin. Çünkü eğer bize Allah'ın azabı gelirse buna karşı bizleri hiç kimse savunamaz.

Burada dikkat edilirse imanını gizleyen o mü'min kişi Firavun'un kavmini saltanat ve özel olarak yeryüzünde hakim olma unsurlarıyla sevindirmiş ve sonra Allah'ın azabının gelmesi dolayısıyla başlarına gelecek belâda kendini de onların arasına katmıştır. Bunu onların kalplerini tatmin etmek ve kendisinin onlara bir nasihatçi, kendilerini sevindiren şeyleri elde etme, zarar verenleri savuşturmaya çaba gösteren birisi olduğuna işaret etmek için yapmıştır. Kendi açısından çabası ise nasihatinden etkilenmeleri içindir.

Firavun: Mücadeleden vazgeçmesi için kendisine yapılan nasihati işittikten sonra:

'Ben size kendi görüşümü söylüyorum. Fitneyi kökünden kazımak için doğru bulduğum onu öldürme görüşünü söylüyorum.

Ve bu görüşümle

yine size ancak doğru yolu gösteriyorum,' dedi. Firavun yalan söylüyordu. Çünkü şiddetli bir korku duyuyordu. Fakat dışarıya kendisini cesurmuş ve aldırmazmış gibi gösteriyordu. Eğer korkuyor olmasaydı, hiç kimseyle asla istişare etmezdi.

Bazı âlimlere göre istişare, Firavun'un âdetiydi. Hatta bazı zamanlar Mûsa'nın sözünün tesirinden kalbi yumuşar ve imana meylederdi. Ardından karısı Âsiye'nin görüşüne başvurur o da iman etmesini, Mûsa'ya uymasını tavsiye eder, sonra veziri Hâmân'ın görüşlerine başvurur o da Firavun'u bu yoldan çevirirdi.

30

Firavun kavminden

iman etmiş olan kişi, kavmine hitaben ve onlara nasihat ederek

dedi ki,: 'Ey kavmim! Doğrusu ben sizin için Mûsa (aleyhisselâm)'yı yalanlar, kendisine öldürme ve işkence gibi herhangi bir kötülük yaparsanız

Nuh kavminin durumu ve azaba uğraması gibi,

Ad kavminin kökünü kazıyan, kasıp kavuran fırtına azabı gibi,

Semûd kavminin korkunç bir çığlıkla helak olması gibi

ve onlardan sonra gelenlerin durumu gibi onlardan sonra gelen ve şehirleriyle birlikte altüst olup giden Eyke halkı ve benzerleri gibi

toplulukların başlarına gelen bir akıbetten korkuyorum. Geçmiş milletlerin başlarına gelen büyük vakalardan korkunç azaplardan korkuyorum.

Firavun ailesinden iman eden bu kişi, gerçekten büyük bir iş yapıyordu. Çünkü bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Cihadın en üstünü zalim bir sultanın karşısında hak ve gerçek olan sözü ifade etmektir," buyurmaktadır. (11) Bu gerçek sözü söylemenin, cihadın en üstünü olması, bu sözü söylemekten duyulan korku ve sultanın söyleyen kişiyi ezmesidir. Çünkü delil ve hüccetle yapılan cihad, kılıç ve mızrakla yapılandan çok daha büyüktür.

11- Hadisi İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel ve Taberanî rivayet ederler. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 1/208.

Allah kullarına bir zulüm dileyecek değildir. Onun için onları aleyhlerine ileri sürülecek delil sabit olmadan helak edecek ve günahsız yere kendilerini cezalandıracak ve aralarındaki zalimi de intikam almadan salıverecek değildir.

31

Bak. Âyet 30.

32

Ey kavmim! Gerçekten sizin için o bağrışıp çağrışma gününden, arkanıza dönüp cehenneme doğru

kaçacağınız günden korkuyorum. Âyet metninde yer alan ”yevmu't-tenâd" (bağrışıp çağrışma günü)dan maksat, kıyamet günüdür. Çünkü o gün, bazıları yardım dileyerek âyetin ifadesiyle şöyle bağıracak: ”...Şimdi bizim şefaatçılarımız var mı ki, bize şefaat etsinler?"(A'râf: 53) Ya da bize yazıklar olsun. Keşke yok olup gitseydik, diye bağıracaklar. Nitekim âyetin diliyle şöyle bağırıp çağıracaklar: ”Vay halimize! Uyuduğumuz yerden bizi kim kaldırdı? derler..." (Yâsîn: 52) ”...Bu nasıl kitap mış? Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsim sayıp dökmüş!..." (Kehf: 49) Ve o gün cennetlikler ve cehennemlikler nida edecekler. Bir başka ifadeyle cennet halkı cehennem halkına şöyle seslenecek: ”...Biz Rabbimizin bize vaad ettiğini gerçek bulduk. Siz de Rabbinizin size vaad ettiğini gerçek buldunuz mu? diye seslenilir. 'Evet,' derler..." (A'râf: 44) cehennemlikler de cennetliklere şöyle seslenirler: ”Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği rızıktan biraz da bize verin..." (A'râf: 50)

Sizi Allah'tan, Allah'ın azabından

kurtaracak, muhafaza edip koruyacak

kimse yoktur. Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola, kurtuluş yoluna

iletecek de yoktur. Firavun ailesinden iman eden kimse bu sözü, onların, Mûsa'nın söylediklerini kabul edeceklerinden ümidini kestiği zaman söylemiştir. Bu ayetlerde işaret olunuyor ki, Allahu teâlâ mükemmel kudretiyle şayet dileyecek olursa fazlı ve ihsanını ortaya çıkararak ölüden diri çıkarır. Tıpkı Firavun ailesinden, kalpleri küfürle ölü olan kâfirlerin arasından yüreği imanla dipdiri olan mü'min bir kişiyi çıkardığı gibi. Yüce Allah bunu, şu sözü gerçekleşsin diye yapar: ”Biz dilesek, elbette herkese hidayetini verirdik..." (Secde: 13) Yüce Allah, izzetini ve büyüklüğünü ortaya koymak dilediği zaman, Firavun ve kavmi örneğinde olduğu gibi Allah'ın apaçık âyetlerini göremesinler, göz alıcı delillerini işitemesinler diye kendilerine nasihat eden mü'min misali hükümdarların ve aklı başında kişilerin gözlerini kör, kulaklarını sağır eder. Bunu, bu âyetteki: ”Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek de yoktur," sözünü gerçekleştirmek için yapar.

Burada ”saptırma" fiili Yüce Allah'a isnad olunmuştur. Çünkü sapıklığı halk eden ve yaratan Allah'tır. Şeytan ve benzerleriyse sadece birer vesileden ve vasıtadan ibarettirler. ”Onu doğru yola iletecek yoktur," âyet-i kerimesi işaret ediyor ki, hidayete yöneltmek ve bunu tercih etmek kahhar ve bir olan Yüce Allah'a aittir. Eğer Âdem’in tercihi ve ihtiyarı olabilseydi doğru yolu tercih eder, o da bu yolu tutardı ve yine Nuh (aleyhisselâm)'un böyle bir seçim hakkı olsaydı Kenan'ı tercih eder, onu doğru yola iletirdi. İbrahim (aleyhisselâm)’in böyle bir ihtiyarı olsaydı babası Âzer için imanı tercih eder, babası da mü'min olurdu. Eğer Mûsa (aleyhisselâm)'nın böyle bir imkânı olsaydı bu gücünü kullanır. Firavun mü'min olurdu. Rasûl-i Ekrem Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)’in böyle bir imkânı olsaydı amcası Ebû Talib için bunu kullanır, o da imana gelirdi. Sonra Mûsa (aleyhisselâm) gibi birisi bir kavmin arasında bulunsun da onlar bu Peygamber vasıtasıyla doğru yolu bulamasınlar, şaşılacak şeydir. Çünkü hasta olan kimse balın tadını alamaz. Gözü kör olan güneşi göremez. Bütün bunlar mizacın kötülüğünden, durumun bozukluğundan ve yetenek kaybından ileri gelmektedir.

33

Bak. Âyet 32.

34

Firavun ailesinden inanmış olan mü'min kişi, yukarıdaki nasihatini yaptıktan sonra onlara azarlama tonuyla şöyle der: Ey Mısır halkı!

Yemin olsun ki, Mûsa'dan

önce İbrahim oğlu İshak oğlu Yakub oğlu

Yusuf da size açık deliller, apaçık mucizeler -ki, rüya tabiri küçük bir çocuğun onun suçsuz olduğuna dair yaptığı şahitlik gibi mucizeler bunların arasında yer almaktadır-

getirmişti. Yusuf (aleyhisselâm), Mûsa (aleyhisselâm)'dan önce hükümdarın ölümünden sonra Kıptîlere gönderilmişti.

Ve onun size getirdiği şeyler, hak din

hakkında şüphe edip durmuştunuz. Nihayet o ölünce,

vefat edince: Onun peygamberliğini yalanlamaya, kendisinden sonra gelecek peygamberleri yalanlamayı da katarak

'Allah ondan sonra Peygamber göndermez' dediniz. Bu âyette işaret olunuyor ki, insanoğlunun mayasında zulüm ve cehalet vardır. Zulüm ve cehaletin galip geldiği bu tür insanlar, hiçbir peygambere iman etmezler ve onların hakka delil olarak getirdikleri hiçbir mucizeye inanmazlar. Bu, geçmiş ve daha sonra gelen insanların tabiatı, mizacı ve mayasıdır . Hidayete eren kimse Yüce Allah'ın ihsanı ve keremiyle ermiştir. Onların, Yusuf (aleyhisselâm)'un Peygamberliğine inanmayışları, fıtratlarında mevcut olan inkârlarının bir sonucudur. Yusuf (aleyhisselâm) vefat edince ondan sonra peygamberler geleceğini inkâr etmeleri de böyledir. Bütün bunlar kâfirlerin bedbahtlıklarının fazlalığından ileri gelmektedir. Bu tıpkı mü'minlerin kendi peygamberlerinden önce gelen peygamberlere iman etmelerinin mükemmelliklerinden kaynaklanması gibi bir şeydir.

İşte Allah, o aşırı giden şüphecileri böyle, böylesine onlarda çirkin bir maya ve mizaç yaratmak suretiyle

saptırır. Bunun sonucu olarak böyle bir kişi dininden şüphe eder, peygamberin mucizelerinden şüphe eder. Çünkü vehim ve taklid, kendisine galip gelmiştir.

35

Kendilerine gelmiş tutuna bilecekleri

hiçbir delil olmadığı halde Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenler, onları reddedip dil uzatanlar,

gerek Allah yanında, gerekse iman edenler yanında büyük bir nefretle karşılanır. Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler.' Bilindiği üzere mühürü vuran Yüce Allah'tır. Üzerine mühür basılan da insanın kalbidir. Mühürün sebebi ise büyüklenme ve böbürlenmedir. Hükmüne gelince, böyle bir kalbin içinden inkârın, münafıklığın, doğru yoldan kaymanın ve sapıklığın çıkmaması; dışarıdan da imanın, İhlasın, doğru yolda yürümenin ve hidayetin girmemesidir. Bu durum da Yüce Allah'tan gelen en büyük cezadır.

Aklı başında olan kişiye düşen kalbinin mühürlenmesiyle değil, göğsünün açılmasıyla sonuçlanacak sebeplere sarılmasıdır.

İbrahim el-Havvâs der ki,: ”Kalbin devası ve ilâcı beştir: Üzerinde düşüne düşüne Kur'an okumak, karnını tıkabasa doldurmamak, geceleyin ibadet etmek, seher vakti Yüce Allah'a yakarmak ve sâlih kimselerle oturup sohbet etmektir."

Hasan-ı Basrî der ki,: ”Bu kalplere Allah'ın zikrini konuşun. Çünkü onlar çok çabuk pas tutarlar. Bir hadis-i şerifte Rasûlüllah şöyle buyurur: ”Şüphesiz benim kalbim de paslanır ve ben her gün yüz kere Allah'tan istiğfarda bulunurum." (12)

12- Hadisi Müslim ”Zikir" bölümünde, Ebû Davud ”Vitir" de zikrederler. Bkz. Ebû Davud, Vitir, 26.

Bu âyet-i kerime kibirlenen ve büyüklük taslayan kimseleri kınamakta ve kötülemektedir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurur: ”Büyüklenenler ve kibirlenenler kıyamet günü bir zerre biçiminde haşrolunurlar. Yüce Allah'ın nezdinde hakir kimseler oldukları için herkes üzerlerine basar." (13)

13- Hadisi Ahmed b. Hanbel Müsned’inde, Tirmizî Sünen inde rivayet ederler. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 3/416.

Çünkü büyüklenen ve kibirlenen kimsenin durumuna uygun olan biçini herkesçe anlaşılacağı üzere toz zerresi şekline sokulmaktır.

36

Firavun: kibirlenme ve böbürlenmede son derece ileri gittiği için semalara, yükselmeyi kastederek vezirine:

'Ey Haman! Bana yüksek bir kule yap, etrafı açık, bakan herkesin görebileceği, tuğladan örülmüş, yüksek bir bina yap. Nitekim bu tefsiri, Kasas süresindeki ”...Ey Human! Haydi benim için çamur üzerine ateş yak (ve tuğla imal et), bana bir kule yap..." (Kasas: 38) âyet-i kerimesi desteklemektedir. Bu sebeple kabirlerin Aynu'l-Maânî isimli eserde işaret olunduğu üzere, tuğlayla yapılmaları mekruh görülmüştür. Çünkü tuğlayı ilk yapan kimse Firavun olmuştur.

Belki yollara, göklerin yollarına erişirim de... Burada ”göklerin yolları" ifadesi daha önce geçen ”yollar" kelimesini beyan etmektedir. Yolların önce kapalı ifade edilmesi, sonra da arkasından açıklanması yolların şanını yüceltmek ve bunu duyan kimseyi yolların ne olduğunu öğrenmeye teşvik etmektir.

Mûsa'nın tanrısını görürüm! Yükseklere çıkarım da O'na bakarını.

Doğrusu ben onu Mûsa'yı peygamberlik iddiasında

yalancı sanıyorum', dedi. Bu yargı onun hakkında nakledildiği üzere böbürlenmesinin ve kibirlenmesinin bir sonucu ve gereğiydi. Nitekim aynı yargı Buhtu'n-Nasr tarafından da verilmiştir. Çünkü o da böbürlenmiş ve son derece azmış. Babil'de bir kule yapmaya kalkınıştı.

Böylece Firavun'a, yaptığı kötü iş süslü gösterildi, bu aşırı bir biçimde süslü gösterildi ve bunun sonucu olarak kötü ameline öyle bir daldı ki, ondan bir daha asla vazgeçmedi

ve yoldan, doğru yoldan

saptırıldı. Firavun'un tuzağı, mucizeleri ve âyetleri iptal etmek için kurmuş olduğu hile

tamamen boşa çıktı. Bütün bu çabalar hüsranla ve helakle sonuçlandı.

37

Bak. Âyet 36.

38

Firavun ailesinden

o iman eden kimse: 'Ey kavmim', dedi. 'Siz bana sizlere göstermiş olduğum yolda

uyun. Sizi doğru yola götüreceğim. Öyle bir yola ki, bu yolu tutan maksadına, doğru yola, hidayete, dinin ve dünyanın maslahatı için hidayet yoluna erişir.

Âyetin bu ifadesi, üstü kapalı olarak değinmektedir ki, Firavun ”un ve kavminin tutmuş oldukları yol zulüm ve sapıklık yoludur. Ve yine işaret olunmaktadır ki, hidayet peygamberlere tabi olanlara verilmiştir.

39

Ey kavmim! Şüphesiz bu dünya hayatı geçici bir eğlencedir.

Bir başka ifadeyle az ve basit bir yararlanmadır. Çünkü dünyadaki nimet çok çabucak kaybolur. Zira dünya bütünüyle bir andan ibarettir. Artık insanın ömrünü siz düşünün. Yani şayet senin kalbinde dünya muhabbeti ve onun nimetlerini talep varsa, doğru yola asla ulaşamazsın.

Ama âhiret, ebedî ve içinde bulunanlarda devamlı olduğu için

gerçekten kalınacak yurttur. Devamlı olan da, gelip geçici olandan daha iyidir.

Bazı âlimler şöyle demişlerdir: ”Dünya fâni ve altın, âhiret de bakî ve kiremitten olsa yine de âhiret dünyadan daha hayırlıdır. O halde dünya fâni olan kiremit ve tuğladan, âhiret de bakî olan altından olduğuna göre nasıl olur da dünya, âhiretten daha hayırlı olabilir?"

İbn Mes'ud (radıyallahü anh)'dan rivayet olunduğuna göre: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) birgün bir hasır üzerinde uyuyakalır. Uykusundan uyanınca üzerine yatmış olduğu hasır vücudunda iz bırakmıştır. İbn Mes'ud (radıyallahü anh): ”Ey Allahın Rasûlü! Keşke bize, yere sizin için bir şey sermemizi emretseydiniz de serseydik," deyince Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Benim dünya ile herhangi bir alışverişim yoktur. Ben ve dünya ancak bir ağacın altında inip gölgelenen, sonra da binitine binip yoluna devam eden bir yolcu gibiyiz, ” buyurur. (14)

14- Hadisi Tirmizi Zülul bölümünde rivayet eder ve sahih olduğunu söyler. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 4/506.

40

Kim dünyada

bir kötülük işlerse âhirette Yüce Allah'ın adaletinin gereği olarak

onun kadar ceza görür. Kâfirin cehennemde ebedî kalması inkâra azmetmesine karşılıktır. Çünkü onun bu sapık itikadı ve inancı ebedîdir. Fâsık yani günahkâr olan mü'mine gelince onun cezası ebedî olmayıp belli bir süreyle kayıtlıdır. Zira fâsık mü'min, günahta ısrar ederek öylece kalmaya karar vermiş değildir.

Âyet-i kerime aynı zamanda suçlara misline göre ceza tayin edileceğine işaret etmektedir.

Kim de kadın veya erkek, Allah'a ve âhiret gününe inanmış

mü'min olarak faydalı bir iş yaparsa bir başka ifadeyle yaptığı işte Yüce Allah'ın hoşnutluğunu ararsa, yani meşru olan işlerden birisini işlerse cennete girer. Burada kadın veya erkek diye iki cinsin zikredilmesi her iki cinsi de iyi işler yapmaya teşvik etmek içindir.

Âyet-i kerimede ”iyi iş yapmak" temel cümlede yer alırken, iman olayı temel cümleye bağlı hal cümlesinde ifade edilmiştir. Bu, iman olmaksızın amele itibar edilmeyeceğine işaret olunmak için yapılmıştır. Zira Arapça dilbilgisi kurallarına göre hal cümleleri şart manası ifade ederler. Buna göre, amelin geçerli olmasının şartı iman olur.

İşte onlar, bunları yapan kimseler,

cennete girecekler, orada onlara hesapsız rızık verilecektir. Yüce Allah bu kimseleri cennetine koyacak, kendilerine çeşit çeşit meyveler ve lezzetli yiyecekler takdim edecektir. Hem de bunları yaptıkları amele göre takdir edip ölçmeden tam tersine kendisinden bir ihsan ve rahmet olmak üzere kat kat verecektir.

41

Ey kavmim! Firavun'un kavminden inanmış olan bu kimse, onlara acıdığından ve başlarına gelecek olan cezadan korktuğundan bu şekilde hitap etmiştir.

Nedir bu hal? Ben sizi tevhide sarılmak suretiyle cehennemden

kurtuluşa çağırıyorum, siz beni Allah'a şirk koşmak suretiyle

ateşe çağırıyorsunuz. Burada hayretin odak noktası onların mü'min olan bu kimseyi ateşe çağırmalarıdır. Yoksa onun Firavun kavmini kurtuluşa çağırması değil. Sanki burada şöyle söylenmiştir: Ey kavmim, bana haber verin, nedir bu hal? Ben sizi hayra çağırırken, sizler beni şerre davet ediyorsunuz.

42

Siz beni Allah'ı inkâr etmeye ve hiç tanımadığım nesneleri ibadet ederken

O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Âyette yer alan ”ilim"den maksat onun bilgisinin olmayışıdır. Bilmediği konu ise kinaye yoluyla Allah'a şirk ve ortak koştukları şeyin Rab olduğunu bilmemektir. Bu ifade tıpkı herhangi bir şeyi kendisini doğuran sebebi inkâr etmek suretiyle o nesneyi inkâr etme kabi ündendir.

Bu âyet-i kerime işaret ediyor ki, ulûhiyyet iddiası için bu konuda bilgi veren bir delil ve burhanın olması şarttır.

Ben ise sizi, hiçbir kimsenin kendisine denk olmadığı

aziz -hiç kimse Yüce Allah'a denk değilken buna karşılık mahlûkat (yaratıklar) birbirine deliktirler-

ve tevbe edip kendisine dönen kimseyi

çok bağışlayan, günahkârları mağfiret etmeye, müşriklere de azaba kadir olan

Allah'a davet ediyorum.

43

Gerçek şu ki, sizin beni kendisine ibadete ve Allah'a şirk koşmaya

davet ettiğiniz şey, dünyada da âhirette de davet edemez. Sizlerin, kendisine ibadete davet ettiğiniz ilâhlarınız asla bu daveti yapamaz. Oysa mabud olarak tapılan şeyin insanları onlara peygamber göndermek ve kitaplar indirmek suretiyle kendine ibadete çağırması gerekir. Oysa böyle bir durum putlar için tamamiyle geçersizdir. Çünkü putlar, dünyada başkalarını çağılamayan birer cansız varlıklardır. Âhirette de Yüce Allah onları konuşan bir canlı biçiminde yarattığı zaman kendilerine tapanlardan uzaklaşacaklardır.

Âyetin manası böyle olabileceği gibi şu şekilde de olabilir: Sizin beni davet ettiğiniz şeyin kendine yapılan davetleri ve duaları kabul edecek bir durumu yoktur. Bir başka ifadeyle onlar ne dünyada bakî kalmak, sağlıklı olmak ve zenginlik vermek gibi duaları kabul edip bunları yerine getirebilirler, ne de âhirette kurtuluş nasip etine, dereceleri yükseltme ve benzeri duaları kabul edebilirler. Nitekim Yüce Allah bu gerçeğe şöyle işaret eder: ”Eğer onları (putları) çağırırsanız sizin çağırmanızı işitmezler. Faraza işitseler bile size cevap veremezler..." (Fâtır: 14) O halde putların, insanların dualarını kabul etmeye kudretleri olmadığına göre nasıl olur da Rab olabilirler? Rab olabilmenin özelliklerinden birisi de duaları kabul etmek, ihtiyaçları yerine getirebilmektir.

Dönüşümüz ölmek ve ruhların cesetlerden ayrılması suretiyle

Allah'adır. Allah'a ortak koşmak ve kan akıtmak gibi sapıklık ve azgınlıkta

aşırı gidenler de ateş ehlinin kendileridir. Oradan çıkamazlar.

44

Size söylediklerimi, nasihatlerimi

yakında hatırlayacaksınız.

Azabı gördüğünüzde bir kısmınız diğerine benim nasihatimden sözedecek.

Ben işimi Allah'a havale ediyorum. Beni her türlü kötülükten koruması için işimi Allah'a havale ediyorum. Firavun'un kavminden olan inanmış kişi bu sözü, kendisine ölüm tehdidi yönelttikleri zaman söyler. Âyetin ifadesiyle ”tafvîd" takdir olunan neyse başa gelmeden bir işi Allah'a havale etmek demektir. Buna karşılık takdir olunan başa geldiğinde ise işi Allah'a havale etmeye ”teslim" denilir.

Şüphesiz Allah kullarını çok iyi görendir.' O, haklıyı haksızdan ayırır ve her türlü kötü şeylerden kendine sığınanı ve tevekkül edeni korur.

45

Nihayet Allah, onların kurdukları tuzakların, kurdukları hilelerin, kendilerine karşı gelenlere yapmayı düşündükleri çeşitli azapların

kötülüklerinden onu korudu. Firavun'un kavmini ise kötü azap, dünyada denizde boğulmak

kuşatıverdi. Bıırada ”Firavun'un kavmi" denilip de bizzat kendisinin adının anılmaınası, kavmi anılınca artık kendisinin bir kez daha anılmasına ihtiyaç kalmadığından dolayıdır. Çünkü kavmi kötü azaba uğradığına göre, onlar içerisinden birisi olan kendisi, zorunlu olarak haydi haydi bu azaba uğramış olacaktır. Çünkü Firavun azaba uğrayan bu kavmin önderi, başkanları ve onları saptıran kişiydi.

İşte bu, onların dünyadaki azaplarıdır. Bundan sonra gelen âyetlerde onların Berzah alemindeki azapları anlatılmaktadır.

46

Onlar, Firavun ve ailesi

sabah akşam o ateşe sokulurlar. Burada ”sabah-akşamı" diye iki vaktin zikredilmesi ya tahsis ifade etmek içindir, -Bir başka ifadeyle onların ateşe sokuldukları vakit bu iki vakittir. Ama bu vakitlerin dışındaki durumlarını ancak Yüce Allah bilebilir- ya da tahsis için değildir, o zaman, sabah ve akşamın arasında kalan vakitlerde Firavun ve ailesinin başka bir ceza çeşidiyle azaplandırılmaları da mümkündür. Cezasız bırakılıp ferahlandırılmaları da ihtimal dahilindedir. Bir başka ihtimal de görecek oldukları bu cezanın ebedî olduğudur. Nitekim Yüce Allah Meryem Sûresinde bu konuya şöyle değinir: ”Ve orada, sabah-akşam kendilerine ait rızâları vardır" (Meryem: 62) Yani devamlı rızıkları vardır, demek olur.

İbn Mes'ud (radıyallahü anh) der ki,: ”Firavun ailesinin ruhları siyah bir kuşun karnında günde iki kez ateşe sokulurlar. Kendilerine 'Ey Firavun ailesi! Bu sizin eviniz ve yurdunuzdur,' denilir."

Bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Sizlerden biriniz öldüğü zaman kendisine sabah-akşam kalacağı yer gösterilir. Eğer cennetlik ise cennetlikler arasında, cehennemlik ise cehennemlikler arasında kalacak olduğu yer gösterilir ve kendisine denilir ki,: Bu, Yüce Allah seni kıyamet günü diriltene kadar kalacak olduğun yerdir." (15) Hadiste ifade edilen bu durum kıyamet kopmayıp dünya devam ettiği sürecedir.

15- Hadisi Buharî, Müslim, Tirmizî ve Nesâî rivayet ederler. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 11/168.

Kıyametin kopacağı ve ruhların bedenlere geri döneceği

günde meleklere:

'Firavun ailesini azabın en çetinine, cehennem azabına

sokun' (denilecek.) Çünkü cehennem azabı Berzah alemindeki çektikleri azaptan çok daha beterdir. Zira cehennem azabında ruh ve ceset birlikte olacaktır. Ruhun ve cesedin birlikte uğradığı azap, Berzah âleminde olduğu gibi sırf ruhun çektiği azaptan çok daha beter ve ağır olacaktır. Çünkü ölümden sonra ruhların cismânî ve maddî nimeti de, azabı da olmayacaktır. Ruhlar tekrar cesetlerinde dirilinceye kadar gördükleri nimet ya da azap manevî ya da ruhanî olacaktır. Bundan sonra cesetlere döndüklerinde maddeten ve manen azap görecekler, ya da nimete ereceklerdir.

Berzah âleminde kişinin öldükten sonra görmüş olduğu yemek, uyku esnasında rüya gören kimsenin yediği yemeğe benzer. Nasıl ki, rüyalar derece derecedir. Uykusundan uyanan herhangi bir kimse yediği yemeğin tokluğunu, ya da içtiği içeceğin eserini duyarsa işte ölülerin durumu da böyle farklı farklıdır. Şehitler dünya hayatında olduğu gibi Rablerinin katında diridirler. Onların nimetleri maddî bakımdan nimetlenmeye yakındır. Âyetin manasını yukarıdaki gibi anlamak da mümkündür, şu şekilde anlamak da imkân dahilindedir:

Firavun ailesini cehennem azabının en şiddetlisine koyun. Çünkü cehennem azabı çeşit çeşittir. Bazısı diğerinden daha şiddetlidir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: ”Cehennemliklerin içinde azabı en hafif olan iki ayağına ateşten nalın giymiş, bunlardan dolayı beyninin içi kaynayan kişidir." (16)

16- Hadisi Müslim rivayet eder. Hadisin devamı şöyledir: ”Kişinin ayaklarına giymiş olduğu ateş ayakkabıdan, tenceredeki suyun kaynadığı gibi beyni kaynar ve bu azabın tesiriyle o kimse azapların en hafifini çektiği halde kendisinden daha şiddetli azap gören olmadığını düşünür." Bkz. el-Fethu’l-Kebîr, 1/382.

Öte yandan bu âyet-i kerime, insanın ruhunun baki kalacağına ve kabir azabının olacağına delildir. Çünkü ateşe sokmaktan maksat, öldükten itibaren azap çektirmek demektir. Yoksa bundan gaye onların kıyamet günü ateşe sokulacakları değildir. Buna delil olarak âyetin devamında yer alan ”kıyametin kopacağı günde..." ifadeleridir. Bu azap emri, Firavun ailesi hakkında verildiğine göre başkaları hakkında da sabittir. Çünkü Firavun ailesiyle başka günahkârların cezalarının ayrı ayrı olacağı kanaatinde olan hiçbir âlim yoktur.

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kılmış olduğu hiçbir namazdan sonra kabir azabından Allah'a sığınma duasını terketmemiştir. (17) Bir rivayette şöyle yer alır: ”Kim insanlara eziyet etmekten elini çekerse, Yüce Allah'ın üzerine, ondan kabir azabının kaldırması hak olur." (18)

17- Hadisi Hazret-i Âişe'den Buharî ve Müslim rivayet ederler. Hazret-i Âişe hadisi şu şekildedir: ”Ben Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kıldığı hiçbir namazında kabir azabından Allah'a sığınmadığını görmüş değilim."Bkz. Câmiu'l-Usûl, 11/166.

18- Benim elimdeki mevcut kaynak eserlerde bu lâfızlarla bir rivayet görmüş değilim.

Âlimler derler ki,: ”Kabir azabı Berzah azabıdır. Berzah azabının kabire nisbet edilmesi bu azabın çoğunlukla kabirde olmasından dolayıdır. Yoksa Yüce Allah'ın azap etmek istediği her ölü, Allah'ın istemiş olduğu bu azabı kabire konulsun veya konulmasın mutlaka görür. Kişinin asılması, denizde boğulması, hatta yanıp kül olması ve küllerinin havaya savrulması, durumu değiştirmez."

İmamu'l-Harameyn der ki,: ”Herhangi bir kimsenin vücudu paramparça dağılsa, Yüce Allah o parçalardan birinde ya da hepsinde hayat halkeder ve ona sualini sorar. Kabirde azabın ve nimetin görülecek olduğu mahal, bütün Ehl-i Sünnet âlimlerinin görüş birliğiyle ruh ve beden birliktedir."

el-Yâfiî der ki,: ”Kişi ılliyyîn, ya da siccîn de ise nimeti ve azabı cesetler değil, ruhlar tadarlar. Kabirde ise ruh ve ceset ortaklaşa olarak azabı veya nimeti görürler."

Fakih Ebu'l-Leys der ki,: ”Bence sahih olan insanın kabir azabını kabul etmesi ama nasıl olacağı hakkında meşgul olmamasıdır."

Birisi öldükten sonra iyi bir durumda rüyada görülür. Sebebi sorulunca der ki,: ”Ben 'Lâ ilahe illallah' sözünü çok çok tekrar eder dururdum." Ey kardeşim, o halde sen de bu güzel ve hoş sözü durmadan tekrarla. Allahım âkibetimizi hayırlı ve güzel eyle.

47

Ey Rasûlüm Muhammed! Kavmine, ister Firavun ailesi olsunlar, ister başkaları olsunlar Firavun kavminin birbirleriyle çekişmelerinden bahset. Sonra Yüce Allah onların çekişmelerini şu ifadelerle anlatır:

Ateşin içinde birbirleriyle çekişirlerken dünyada makam ve mertebe itibariyle

zayıf olanlar, o büyüklük taslayanlara: bâtıl yere kibirlenen başkanlarına, -burada ”küberâ" (büyükler) denilmeyip ”büyüklük taslayan" denilmiştir. Çünkü o meselede büyüklük onların sıfatı değildir.- dünyada iken

'Biz size uymuştuk. Yani her halükârda dünyada iken ardınızdan gitmiştik. Özellikle de bizi davet etmiş olduğunuz şirk koşma ve yalanlama hususunda sizlere uymuştuk.

Şimdi ateşin birazını bizden savabilir misiniz?' derler. Acaba ateşin bir kısmını ve bir parçasını sizlere uymamız nedeniyle bizden kaldırabilir misiniz? Bizler dünyada iken sizin üzerinizdeki yükleri kaldırıyorduk.

48

O büyüklük taslayanlar ise: Hakka karşı böbürlenen kimseler ise:

'Doğrusu hepimiz bunun, ateşin

içindeyiz. Sizlere nasıl faydamız dokunsun? Bunu becerebilsek kendimize faydamız olur.

Şüphe yok ki, Allah kulları arasında her bir kişiye layık olduğu şeyi,

vereceği hükmü verdi' derler. Ve Allah mü'minleri dereceleri farklı farklı olarak cennete, kâfirleri de tabakaları farklı farklı olarak cehenneme koydu. O'nun hükmüne hesap sorabilen yoktur, derler.

49

Ateşte bulunanlar, zayıflar ve kibirlenenlerin tamamı, azabın şiddetini tadınca ve hiçbir çareleri kalmayıp sıkıştıklarında

cehennem bekçilerine: ateşte bulunanlara azap etmekle görevli meleklere: Bize şefaat etmek için

'Rabbinize duâ edin, bizden bir gün olsun dünyadaki günlerden birgün miktarı olsun

azabı, ondan bir parçasını

hafifletsin' diyecekler. Onların azabın bir parçasını çok kısa bir zaman miktarı hafifletmesini istemeleri, buna karşılık tamamen kaldırılması yönünde duâ etmemeleri, ya da kısa bir zaman içinde azabın çoğunun hafifletilmesini istemeleri, azabın tamamen kaldırılmasının imkânsız olduğunu bilmelerinden dolayıdır.

50

Onlar:, bekçiler:

'Size peygamberleriniz dünyada iken sürekli olarak

açık açık deliller, içinde bulunduğunuz günahların ve inkârın kötü âkibetini gösteren apaçık hüccetler

getirmediler mi?' Sizi bu konuda uyarıp da söz konusu delilleri getirmediler mi?

derler. Bekçiler bu sözleriyle onları susturmayı ve duâ zamanını kaybettiklerini, böylece dualarının kabul sebeplerini elden kaçırdıklarını onlara azarlayarak belirtmişlerdir.

Onlar da: 'Evet' derler. O peygamberler bize bu delilleri getirdiler de bizler yalan saydık.

'O halde mademki durum böyledir,

kendiniz yalvarın,' derler. Çünkü dünyada iken böyle davranan kimselere duâ etmek bizim açımızdan imkânsız bir şeydir.

Burada cehennemin bekçileri onlara, kendilerinin duâ etmelerini emrederken bu duanın kabul olacağına dair onlara bir ümit vermeyi istemiyorlar. Tam tersine böyle bir ihtimalden ümitlerini kesmeyi ve onların iç yüzlerini ortaya koymayı arzuluyorlar ve bunu şu sözleriyle açıkça ifade ediyorlar:

Halbuki kâfirlerin kendileri için

yalvarması boşunadır. Burada mastar olan ”duâ" kelimesi, faili olan kâfirlere muzaaf olmuştur. Buna göre âyetin manası, kâfirlerin kendi kendilerine duaları demek olur, ya da bu mastar mef'ulüne de muzaaf olmuş olabilir. Bu durumda ise âyetin manası, başkalarının, kâfirlerin azaplarının hafifletilmesi için yapacakları duâ boşunadır, demek olur. Her iki ihtimalde de yapılacak duâ kabul olunmaz. Çünkü onlar bu duayı kabul olunacak vaktinde yapmamışlardır.

Âlimler, kâfirlerin duası kabul olunur demenin caiz olup olmadığı noktasında ihtilâf etmişlerdir. Cumhuru teşkil eden âlimler: ”Kâfirlerin yalvarması boşunadır" âyet-i kerimesi gereğince böyle söylemenin caiz olmayacağı kanaatine varmışlardır. Çünkü kâfir, Allah'a duâ etmez ve çünkü o, Allah'ı tanımaz. Zira kâfir, her ne kadar Allah'ı lâyık olmadığı şeylerle vasfettiğinde ikrar etmiş olsa bile bu ikrarını bozmuş olur. Hadiste rivayet olunan ”Mazlumun duası, kâfir bile olsa kabul olunur," şeklinde yer alan ifade imansız anlamda kâfir değil, nimete nankör anlamda değerlendirilmiş ve anlaşılmıştır.

Buna karşılık bazı âlimler, Yüce Allah'ın, İblis’in ”Bana (insanların) tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver." (A'râf: 14) şeklindeki duasına dayanarak bunun caiz olduğunu söylemişlerdir. Burada İblis insanların dirileceği güne kadar mühlet istemiş, hemen öldürülmemesini temenni etmiştir. Yüce Allah da kendisine cevap olarak ”Haydi sen mühlet verilenlerdensin." (A'râf: 15) buyurmuştu. İşte Yüce Allah'ın, İblis’in duasına bu şekilde cevap vermesi, onun duasını kabul anlamını taşır. Kâfirin duasının kabul olunabileceğini söylemek, buna göre caizdir.

Duaları, putların ve benzerlerinin değil Yüce Allah'ın kabul buyurduğu sabit olduğuna göre Allah'ın tevhidini kabul etmek, itaatta ve O'na ibadette samimi olmak, kendisine muhtaç olunduğunu O'na arzetmek mutlaka şarttır. Zira Allah'tan başkası ne dünyada, ne de âhirette hiçbir fayda vermez. Cenabı Allah bizleri ve sizleri hidayete uyanlardan, heva ve hevesinden korunanlardan eylesin.

51

Şüphesiz peygamberlerimize ve iman edenlere, onlara tabi olanlara

hem dünya hayatında, hem de şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz. Âyetin metninde yer alan ve biz anlamına gelen ”nâ" kelimesindeki ”nun", azamet ifade eden ”nun"'dur. Ya da Yüce Allah'ın kendisine ”Biz" demesi sıfatları itibariyledir. Veyahut da bu sıfatların zuhur edip ortaya çıktığı şeyler açısındandır. Yüce Allah'ın dünya hayatında peygamberlerine ve onlara tabi olan mü'minlere yardımcı olması, onların eline apaçık delilleri vermesi, kendilerine zafer bahşetmesi, kâfirlerden köklerini kazıyarak, onları katlederek, esir alarak, ya da bundan başka cezalarla intikam alma fırsatını bahşetmesidir. Bu kuralı, peygamberlerin kendilerine tâbi olan mü'minlerle Yüce Allah'ın bir imtihanı olarak, bazen kâfirler karşısında yenilmeleri zedelemez. Çünkü itibar, işin akibetine ve çoğunlukla nasıl tecelli ettiğinedir. Ve yine zaman zaman meydana gelen yenilgiler, Uhud Savaşı'nda olduğu gibi peygamberin emrine uymamak ve mü'minlerin yaşadıkları bazı olaylarda olduğu gibi dünya arzusu, kendini beğenme ve gurur gibi bir takım arızî sebeplere dayanmaktadır. Ve yine Yüce Allah, düşmanlarından mutlaka öldükten sonra olduğu gibi belli bir süre sonra da olsa intikamını alır. Buna göre âyetin manası: Biz peygambere ve O'nun ardından giden mü'minlere dünyada ve âhirette mutlaka yardımcı oluruz, demektir.

Bu âyet-i kerimede Yüce Allah kıyamet gününü, ”şahitlerin şahitlik edecekleri gün" olarak ifade etmiştir. Bunu yardımın nasıl yapılacağım işaret etmek ve bunun önce geçenlerle, sonradan gelenlerin biraraya toplandıkları esnada peygamberlerin lehine, emirleri tebliğ ettiklerine ve kâfirlerin de bunu yalanladıklarına dair şahitlerin şehadetiyle yapılacağını işaret etmiştir. Burada sözkonusu olan şahitler, melekler ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinden olan mü'minlerdir. Nitekim Yüce Allah bu gerçeği şöyle dile getirir: ”İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Rasûlün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık..." (Bakara: 143)

52

O gün zalimlere özür dilemeleri hiçbir fayda sağlamaz. Burada ifade edilen gün ile şahitlerin şahitlik edecekleri gün aynı gündür. Buna göre âyetin manası: Kâfirler bazen özür dileseler de onların kâfirliklerine karşı dilemiş oldukları bu özürleri kendilerine fayda vermez. Çünkü onların mazeretleri geçersizdir. Kendilerine: ”Alçaldıkça alçalırı orada! Bana karşı konuşmayın artık" (Mü'minûn: 108) denilecektir. Özürün fayda vermemesi kendilerine özür dilemeleri için izin verilmeyeceği anlamına da gelebilir. Bu şekilde düşünecek olursak ifade, hem kay Ulayıcının ve hem de kaydın olmadığı kabilinden olur. O gün hiçbir mazeret ileri sürülemez.

Artık lanet de, rahmetten uzak kalış da

onlarındır, kötü yurt da, cehennem de

onlarındır. Mü'minler ise böyle değildir. Onlara kaldıkları yurtları fayda verecektir ve onlar Yüce Allah'ın rahmetine ve güzel yurda erişeceklerdir. Burada ”kötü yurt" denmesi cehennemin hararetinin çok şiddetli ve dibinin çok derin, zînet eşyasının demir, içeceğinin irin ve ağzından çıkacak olan sözün de ”...Daha var mı?" (Kâf: 30) olmasındandır. Zalimlerin en kötüsü de Yüce Allah'ın Lokman (aleyhisselâm)'dan hikâye ederken anlattığı gibi müşriklerdir. Zira Lokman (aleyhisselâm) şöyle der: ”...Doğrusu şirk büyük bir zulümdür.. ."(Lokman: 13) Müşriklerin içinde de en kötüleri münafıklardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: ”Şüphe yok ki, münafıklar cehennemin en alt katındadırlar." (Nisa: 145) Çünkü onlar mü'minleri alaya alan kimselerdir.

Şu halde aklı başında olan kişi zulümden kaçınmalıdır. Bunu ister Allah'a ortak koşmak ve günah işlemek suretiyle kendine yapmış olsun, isterse şeref ve haysiyete dokunmak, mal çalmak ve benzeri şekilde başkalarına yapmış olsun farketmez. İnsan zalimlerin ”Rabbimiz, bizi çıkar. (Önce) yaptığımızın yerine iyi işler yapalım..." (Fâtır: 37) diyecek oldukları ve Yüce Allah'ın da ”...Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi? Şimdi tadın (azabı!). Zalimlerin yardımcısı yoktur." (Fâtır: 37) diye cevap verecek olduğu o günden sakınmalıdır.

Rivayete göre cehennemlikler o kadar şiddetli ağlarlar ki, sonunda göz yaşı yerine kan ağlamaya başlarlar. Bunun üzerine cehennem meleği Malik sorar: ”Bu ağlama ne kadar güzel bir ağlama, ama keşke dünyada olsaydı." Buradan anlaşılacak ki, özür dileme ve ağlamanın âhirette hiçbir faydası olmayacaktır.

Şu halde aklı başında kimse dünyada iken pişmanlık duyarak durumunu düzeltip takvaya sarılarak âhirette rahat etmesi için dünyadaki kusurlarını telâfi etmeye baksın ve böylece peygamberler, sıddîkler, şehitler ve sâlihlerle birlikte yüce derecelere ulaşmış olsun. Kim bu sıralanan kişilerin zümresine dahil olmak isterse, durumunu onların durumuna, yaşantısını da yaşantılarına uydursun. Çünkü Allah dünyalarında ve anketlerinde onlara yardım eder. Zira Allah'a ve peygambere itaat, kulu meramına ve duasını kabul edilen dualar sınıfına ulaştırır.

Rivayete göre sahabilerden biri Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle sorar: ”Ya Rasûlallah! Sen cennette yüce derecelerde olacağına göre seni orada nasıl göreceğiz?" Bu soru üzerine Yüce Allah şu âyet-i kerimeyi indirir: ”Kim Allah'a ve Rasûle itaat ederse işte onlar Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehitler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır." (Nisa: 69) Şu halde mutlaka Allah'a itaat şarttır. Şayet bu emre aykırı davranılmışsa tevbe kapısı da açıktır.

53

Yemin olsun ki, Biz Mûsa'ya, Mûsa b. Imrân'a sırf ihsanımızla

hidayeti, kendisiyle doğru yolu bulacak olduğu mucizeleri veya sahifeleri ve şeriatleri

verdik ve İsrail oğullarına, akıl sahipleri için, aklı sağlam olanlar ve bu akla göre amel edenler için, -yoksa akletmeyenler için değil. -

bir öğüt, hatırlatma ve nasihat olarak

ve doğruluk rehberi olan hidayet ve sapıklığı beyan eden

kitabı miras bıraktık.

Âyet metninde ”miras bırakma" fiili kullanılmaktadır. Gerçek miras bırakma, ancak mal ile ilgili olduğundan kelimeyi gerçek manasına almak imkânsızdır. Şu halde miras bırakma fiilinden mecazen verme manası kastedilmiş olmaktadır ve böylece işaret edilmektedir ki, peygamberlerin mirası ancak ve ancak ilimdir ve din konusunda hidayete götüren kitaptır. Buna göre âyetin manası şu şekilde olur: Biz Mûsa'dan sonra İsrailoğullarma Tevrat'ı bıraktık. Zira din ile ilgili olarak hidayet rehberi olan diğer şeylerin hepsi Mûsa (aleyhisselâm)'nın vefaatıyla yürürlükten kaldırılmışlardır.

Âyet metninde yer alan ”hüdâ" (doğruluk rehberi), ”zikrâ" (öğüt) kelimeleri arasında fark vardır. Çünkü ”hüdâ", başka bir şeye delil ve rehber olan şey demektir. Bir şeyin hidayet rehberi olabilmesi için bilinen, sonra da unutulan bir şeyin zikredilmesi şart değildir. Buna karşılık ”zikrâ" böyle değildir. Tezekkür (hatırlama), tedebbür (iyiden iyiye düşünme) böyle değildir. Peygamberlerin kitapları içinde bu iki kısmın ikisi de vardır. Çünkü bazıları doğrudan doğruya bizzat kendileri doğruluk rehberidirler. Bazıları da daha önce geçen ilâhî kitaplardaki birtakım öğütleri ihtiva etmektedir.

54

Bak. Âyet 53.

55

Şimdi sen sabret. Sanki şöyle denilmiş olmaktadır: Peygamberlere yardım edileceğine dair Rabbinin vaadini ve Mûsa (aleyhisselâm)'ya yaptıklarımızı işitip duyduğuna göre artık sen müşriklerden görmüş olduğun eziyetlere sabret.

Bu âyet-i kerime, cihada izin veren âyetle nesih olunmuş (yürürlükten kaldırılmış) değildir. Çünkü sabır her zaman hoşgörülen bir şeydir.

Çünkü Allah'ın yardım edeceğine, İslâm dinini bütün dinlere üstün kılacağına, Mekke'nin fethine ve benzerlerine dair yardım

vaadi gerçektir.

Bundan dönülmesine asla ihtimal yoktur. Bazı zamanlar daha evlâ ve uygun olanı terketme biçiminde işlemiş olduğun birtakım ihmalleri telâfi etmek için

Günahının bağışlanmasını iste. Çünkü Allahü teâlâ senin dinine yardımda ve onu bütün dinlere hakim kılmada sana yeter. Bazı âlimler âyeti böyle anlamamışlardır. Onlara göre Yüce Allah'ın bu emri, Peygamberinin derecesini artırmak ve kendisinden sonra gelen ümmetine bir örnek olması için yapılmış olan ibadete ve kulluğa çağrıdır.

Başka bazı âlimlere göre âyetin manası öyle de değildir. Asıl mana şudur: Sen ümmetinin günahlarının bağışlanmasını iste. Ancak zahir olan şu ki, Yüce Allah, bu âyet-i kerimede neyi murad etmişse onu söylemektedir. Bizlerin peygamberler günah işlemekten masum oldukları için Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Zenb (günah) isnadında bulunmamız her ne kadar caiz değilse de Yüce Allah burada neyi söylemeyi murad etmişse onu söylemektedir.

Akşam-sabah Rabbini hamd ile tesbih et. Allah'a hamdederek O'nu tesbih etmeye devam et, ya da ” Sübhânellâhi ve bihamdihî" sözünü tekrarlamaya devam et. Âyet metninde yer alan ”aşiyy ve ibkâr" (sabah, akşam) kelimeleriyle sadece bu iki vakit değil, bütün vakitlerde Alllah'ı tesbihe devam edilmesi kastolunmaktadır. Çünkü ”ibkâr" günün ilk saatlerinden yarısına kadar olan zamanı, ”aşiyy" kelimesi de günün yarısından ertesi günün ilk saatlerine kadar olan yarıyı ifade etmektedir. Böylece aşiyy ve ibkârın içine bütün vakitler dahil olmuş olur.

56

Allahü teâlâ katından

kendilerine gelmiş kesin bir delil olmaksızın Allah'ın âyetleri hakkında münakaşa edenler ve bunları inkâr edenler

var ya! Allah'tan gelen kesin bir delil ile mücadele -bunu getirmek imkansız olmakla birlikte- ifade ediyor ki, din konusunda söz söyleyebilmek için mutlaka kesin ve net delillere dayanmak gerekir.

Hiç şüphe yok ki, onların kalplerinde asla yetişemeyecekleri bir büyüklükten başka bir şey yoktur. Bu âyet-i kerimede göğüs anlamına gelen ”sudur" kelimesi ile kalp ifade olunmuştur. Çünkü göğüs kalbin bulunduğu yerdir. Hasr yoluyla ifade edilmesinden anlaşılmaktadır ki, onların kalpleri, kibirden başka her şeyden mahrumdur. Bir başka ifadeyle onların kalplerinde ancak Hakka uymayıp böbürlenmek, fikir ve öğrenmekten büyüklenmek vardır. Ya da kalplerinde başkanlık, peygamber ve mü'minlerden önde olma düşüncesi vardır. Ya da onların kalplerinde haset ve zulümlerinden dolayı Ey Rasûlüm Muhammed, peygamberliğin sana değil, onlardan birisine gelmesi isteği vardır. Bu sebeple peygamberlik hususunda mücadele ediyorlar. Çünkü tartışma konusu odur. Ancak bunlar kibirlerinin gereği olan âyetleri defetme amaçlarına, asla ulaşamayacaklar. Çünkü Ben, o âyetlerin nurlarını bütün âleme yayıyorum. Ve senin değerini ve kadrini bütün yaratıkların üstüne çıkarıyorum. Ve sana senin için takdir etmiş olduğum önderliği ve peygamberliği veriyorum.

Sen Allah'a sığın, O'na, kıskananların hilesinden ve sana zulmedenlerin zulmündan kurtuluşa ermek için sığın.

Şüphesiz O, sizin sözlerinizi

işiten ve fiillerinizi

görendir.

Bazı âlimlere göre münakaşa eden bu kimseler Yahudilerdir. Onlar, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle diyorlardı: ”Sen Tevrat'ta adı geçen bizim peygamberimiz değilsin. Tam tersine o, el-Mesîh b. Dâvud'dur ve Rasûlüllah'ın ortaya çıkan bir deccal (yalancı) olduğunu söylüyorlardı. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: ”Kıyamet, yalancı deccaller ortaya çıkmadıkça kopmayacaktır. Bunların sayısı otuza yakın olup hepsi de kendilerinin, Allah'ın elçileri olduklarını iddia edeceklerdir" (19) Bu kişiler insanları sapıtan önderlerdir. Deccallerden ve saptıran her türlü fitneden Yüce Allah'a sığınırız.

19- Hadisi Tirmizî Fiten bölümünde 2219 numarada, Ebû Dâvud, Melâhirn bölümünde rivayet ederler. Tirmizî bu hadis için Hasen, Sahih hadistir, der. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 10/390.

Müfessirler derler ki,: ”Kendilerine gelmiş kesin bir delil olmaksızın Allah'ın âyetleri hakkında münakaşa edenler... ” âyet-i kerimesi her ne kadar Mekke müşrikleri hakkında inmiş ise de, âyetin manası geneldir ve bâtıl yere mücadele eden herkesi kapsamaktadır. Çünkü itibar, lafzın hususî iniş sebebine değil, kapsamış olduğu genel manayadır.

57

Elbette göklerin ve yerin yaratılması, -bu ifade hakkı ispat için getirilmiş bir ifadedir ve âyet-i kerime, onların mücadele ettikleri en meşhur konuyu yani öldükten sonra dirilmeyi açıklamaktadır.-

insanların ikinci defa

yaratılmasından daha büyük bir şeydir. Kudret açısından daha büyük bir göstergedir. Daha büyük ve zor olanı herhangi bir ana cevher ve madde olmaksızın yaratmaya kadir olan kimsenin, ondan daha hafifini yaratmaya da gücünün yetmesi gerekir. Mevcut unsur ve maddeden daha zayıf ve daha hakirini yaratmak haydi haydi mümkündür. O halde nasıl oluyor da Yüce Allah'ın, gökleri ve yeri yaratmış olduğunu itiraf ediyorlar; ama öldükten sonra dirilme günü yeniden yaratmayı inkâr ediyorlar.

Fakat insanların çoğu kâfirler, yeniden yaratmanın, ilk yaratmadan daha kolay olduğunu

bilmezler. Çünkü bakışlarında ve düşüncelerinde noksanlık vardır. Zira aşırı derecede gaflete gömülmüşler ve heva ve heveslerine uymuşlardır.

58

Körle gören, gafil ile basiret gözü açık olan... Âyetin metninde geçen ”âmâ" (kör) kelimesiyle, kalbi kör olup âyetleri göremeyen ve bunların vasıtasıyla hüküm çıkaramayan kimseler kastolunmaktadır. Yine âyetin ifadesiyle ”basîr" (gören) kelimesi ile de âyetleri görebilen ve bunlardan gerekli sonuçları çıkarabilen kimse kastedilmiştir. Nitekim şâir şöyle der:

Ey Ülker yıldızı ile Süheyl’i evlendiren Bu nasıl nikâh Allah aşkına! Süheyl-i Yemânî gider Yemen'e Ülker doğrulur dosdoğru Şam'a.

Yani nasıl ki, Ülker yıldızı ile Süheyl-i Yemânî birbirine eşit değildir, işte mü'minle kâfir, âlimle cahil de birbirlerine denk değillerdir.

İnanıp iyi amellerde bulunanla Yüce Allah bu son ifadeyi bir önceki âyetin son kelimesi olan ”hasır" (gören) kelimesine yakın olduğu için öncelikle getirmiştir. Bu da belagat sanatının bölümlerinden birini teşkil eder. Bu ifadeyle kastolunanlar ise iyi olan kişilerdir,

kötülük yapan bir olmaz. Buna göre âyetin manası: İyi amel işleyenle kötülük yapan, bir başka ifadeyle sâlih kul ile sâlih olmayan kimse bir değildir. Şu halde bu iki zümrenin birbirinden farkını ortaya koyacak farklı durumlarının olması şarttır. İşte bu farklı durum yeniden dirildikten sonra meydana gelecektir.

Bu ifade, dirilmenin ve cezanın gerçek olduğuna dair bir başka delili teşkil etmektedir. Âyet metninde kötülük yapan kimse kelimesinin başına fazladan ”lâ" getirilmesi, söz uzayıp gittiği için iki zümrenin bir olmayacağına dair ifade edilen olumsuzluğu pekiştirmek içindir. Çünkü maksat kötü kimsenin iyi amel işleyenle bir olmayacağını ifade etmektir. Zira nasıl ki, iyi amel işleyen kimse kötü ile bir değildir, kötülerin layık olduğu hakirlik ve zavallılık da iyi amel işleyenler için söz konusu değildir. Aynen bunun gibi kötü olan kimse de iyi amel işleyen gibi değildir. İyi amel işleyenin lâyık olduğu fazilet ve keramet açısından ona denk değildir.

Ne kadar az düşünüyorsunuz! Ey mücadele eden kâfirler! Sizler her ne kadar iyice düşünmenin gafletten daha hayırlı olduğunu ve bunların birbirine denk olmadığını, ayrıca iyi amelin, fasid ve bozuk amelden daha iyi olduğunu biliyorsunuz da yine de çok az düşünüyorsunuz, ya da hiç düşünmüyorsunuz. Âyet, hiç düşünmüyorsunuz anlamına da gelebilir. Çünkü bazen bir şeyin yokluğu, o şeyin azlığı söylenerek ifade olunabilir.

59

Kıyamet günü mutlaka gelecektir... Burada âyet, kıyametin gelmesini ”lam" harfiyle ”mutlaka" şeklinde pekiştirmektedir. Çünkü hitab edilen zümre kâfirlerdir.

Bunda kıyametin gelişinde deliller ve alâmetler açık olduğu için

hiç şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu yani kâfirler buna

inanmazlar. Bir şeyin hakikatine değil de sadece dış yüzüne baktıklarından dolayı bakış açılarının eksikliği ve maddî şeyleri anlama güçlerinin noksanlığı sebebiyle buna inanmazlar. Bu söz konusu inkâr ve yalanlama Yüce Allah'ın korumuş olduğu ve kalbine inayet nazarıyla baktığı kimseler bir yana, bütün nefislerin yapısı ve karakteridir.

Rivayete göre sırat yedi köprüdür. Birinci köprüde yani köprülerin en zorunda kula, imanı sorulur. Bu köprü, köprülerin en önemlisi ve üzerinde durulamayacak en kayganıdır. Kul, eğer imanı getirebilmişse bu köprüden geçer. Buna karşılık getirememişse Esfel-i Sâfilîn'e yuvarlanır. İkinci köprüdeyse namazı sorulur. Üçüncüde zekâtı, dördüncüde de Ramazan orucu, beşinci köprüde haccı, altıncıda iyiliği emredip etmediği, yedincide de kötülüğü yasaklayıp yasaklamadığı sorulur. Eğer kul, bütün bunlara cevap verebilirse kurtulur. Veremezse cehenneme yuvarlanır.

Dinin temeli, iman ve tevhiddir. Ardından bu temel üzerine öteki vacipler bina olunur.

Malik b. Dinar (rahimehullah) der ki,: ”Basra'da bir topluluk gördüm.

Cenaze taşıyorlardı, fakat aralarında cenazeyi teşyi eden hiç kimse yoktu. Kendilerine cenazenin durumunu sordum. Dediler ki,: 'Bu adam büyük günahkârlardandı.' Malik b. Dinar sözüne şöyle devam etti: ”Cenazenin namazını kıldım. Onu kabre indirdim. Sonra bir gölgeye çekildim, uykuya dalmışım. Rüyamda iki melek gördüm, semadan indiler, ölünün kabrini yardılar ve meleklerden birisi kabre indi. Sonra: 'Bunu, cehennemliklerden yaz. Çünkü organlarından hiçbirisi günahtan uzak kalmamış,' dedi. Diğer melek: 'Acele etme,' dedi. Sonra o da indi ve arkadaşına şöyle dedi: 'Ben bu kişinin kalbini yokladım ve onu imanla dopdolu buldum. Bu adamı kendisine rahmet olunanlardan yaz.'"

İnsanın kalbi tevhid, Allah'a ve âhiret gününe imanla sâlih ve düzgün olunca Yüce Allah'ın, o kişinin işlemiş olduğu günahları bağışlayacağı umulur. Kıyamet günü hakkında şüpheye düşenler, bunun delilleri ve alâmetleri gayet net olduğu halde şüpheye düşüyorlar. Ama iman ve ıyân (yakîn) ehli olan kimseler ise kıyameti sanki önlerinde hazırmış gibi görüyorlar. ”Rivayet olunduğuna göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hârise'ye sorar: ”Ey Harise nasıl sabahladın?" Harise cevap verir: 'Gerçekten mü'min olarak sabahladım.' Rasûlüllah sorar: ”Ey Harise! Her sözün bir gerçeği vardır. Senin imanının gerçeği nedir?" Harise der ki,: 'Nefsimi dünyadan çektim, aldım. Dünyanın gündüzlerini susuz, gecelerini uykusuz geçiriyorum. Benim katımda dünyanın taşıyla altını bir oldu. Sanki ben cennetliklere bakıyorum. Onlar birbirlerini ziyaretle meşguller. Cehennem ehline bakıyorum. Bağıra bağıra ağlıyorlar ve Rabbimin arşına bakıyorum. Önümde sanki durmaktadır.' Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Sen hakikati öğrenmişsin. Bundan ayrılma."(20)

Yüce Allah'tan bizleri dünyada ve âhirette arzularına nail olan ve iyi amel işleyen sâlihlerden eylemesini dileriz.

60

Rabbiniz şöyle buyurdu: Ey insanlar!

'Bana duâ edin, Benim bir olduğuma inanın, Bana ibadet edin

kabul edeyim. Size sevap vereyim. Burada ”kabul edeyim" kelimesini, size sevap vereyim şeklinde tefsir etmemiz, âyetin bundan sonra devamında gelen ”Çünkü Bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar aşağılanarak cehenneme gireceklerdir" ifadesine dayanmaktadır.

Çünkü Bana ibadeti bırakıp büyüklük taslayanlar Bana itaat etmeyip böbürlenenler

aşağılanarak cehenneme gireceklerdir.'

Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat Yüce Allah'ın subûtî sıfatları olduğunu kabul ederler ve Allahu teâlâ'yı lâyık olmadığı şeylerden tenzih ederler. Onlar, Yüce Allah'a duâ ederler. Hiçbir mü'min yoktur ki, Allahü teâlâ'ya duâ etsin ve O'ndan herhangi bir şey istesin de Allahü teâlâ da ona, ya dünya da ya da âhirette vermesin. Bazen, duaların karşılığını âhirette verir. Yüce Allah, duâ eden kuluna şöyle söyler: ”Bu, senin dünyada iken talep ettiğin şeydi ve Ben onu senin için muhafaza ettim." Kul, karşılaşmış olduğu bu sevabı görünce, keşke Yüce Allah bana dünyada hiçbir şey vermeseydi, diye temenni eder.

Duâlarm kabul olunduğu bir takım yerler vardır: Arafat ve orada vakfede geçen zamanlar duanın kabul edileceğinin umulduğu anlardır. Ve yine ibadet edilen bütün yerler ve bütün itaat saatleri, duaların kabul olunacağının umulduğu saatlerdir. Çünkü Allahü teâlâ kulunu emretmiş olduğu yerde görünce ondan hoşnut olur ve duasını kabul eder.

Duanın bir takım edepleri vardır. Bunlar: Duaya başlarken tevbe etmek ve Allah'ı hamdetmek, O'nu övmek, ardından Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a salât-ü selâm getirmek ve helâl yemektir. Duanın kabulü için denenmiş panzehir budur. Ayrıca insanın kendinde güç ve kuvvet görmemesi, Allah'tan başkalarına sığınmayı terketmek, Yüce Allah'a hüsn-ü zan beslemek, bütün ilgisini O'na hasretmek, kalbinde Allahu teâlâ'yı daima hazır bulundurmak, çok duâ etmek, muhtaç olduğunu ortaya koymak da duanın kabulü için gerekli hareketlerdendir. Bütün bunlara rağmen mesele Yüce Allah'ındır. O, dilediğini yapar.

Bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Yüce Allah'tan istediğinizde, avuçlarınızın içiyle isteyiniz. Yoksa elinizin sırtı ile değil. Duanızı bitirdiğinizde elinizi yüzünüze vurunuz. Yüce Allah'tan istenen şeyler arasında, O'ndan afiyet dilemekten daha güzel bir şey istenmemiştir"(21) Müstehap olanı duâ esnasında kişinin ellerini göğsü hizasına kaldırmasıdır. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), İbn Abbas'ın rivayetine göre, o şekilde duâ ederdi. Efdal olanı iki avcunu açmak ve arasını aralık bırakmaktır. Duâ eden bir avcunu öbürünün üzerine koymaz.

21-Hadisi Ebû Davud, İbn Mâce, Taberânî ve Hakîm rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 1/118.

Yüce Allah bizleri duâ eden, kendisine ihlâsla ibadet eden kullarından eylesin.

61

İçinde gündüzün meşakkatinden ve çilesinden

dinlenesiniz diye geceyi, görmeniz için de gündüzü yaratan Allah'tır. Yüce Allah dinlenmek için geceyi yaratmıştır. Çünkü gece, serin ve rutubetli olduğu için insandaki harekete dair güçler zayıf olur. Zira gece, karanlık olduğu için duyuların sükûnuna yol açar. Böylece insanın nefsi, kuvveti, duyuları yapacak işleri azaldığı için istirahat eder. Gündüzü ise Yüce Allah, içinde her şeyin görüldüğü bir nesne olarak yaratmıştır. Ya da gören kimseler gündüz vasıtasıyla eşyayı görürler. Gündüz, hararetli ve sıcak olduğu için rızkım kazanmada insanın hareketlerini, güçlendirir. Görme fiilinin gündüze isnad olunmasında mübalağa vardır.

Bazı âlimlere göre âyetin manası şöyledir: ”Yüce Allah içinde dinlenesiniz diye geceyi karanlık, gündüzü de etrafa yaydasınız, Yüce Allah'ın ihsanından arayasınız diye görücü olarak yaratmıştır. Burada gecenin karanlık olduğu, gündüzün aydınlık olma deliliyle hazfedilirken, gündüzün ”yeryüzüne dağılma ve yayılma" bölümü gece ile ilgili âyetin karînesiyle anlaşıldığından hazf olunmuştur."

Şüphesiz Allah insanlara karşı geceyi ve gündüzü yaratmak suretiyle büyük

lütufkârdır. Hiçbir fazilet Allah'ın lütfuna eşit ve denk de değildir.

Fakat, insanların çoğu şükretmezler. Onlar, Allah'ın fazlına ve ihsanına karşı nimet vereni bilmedikleri ve nimetin bulunduğu yerlerden gafil oldukları için şükretmezler. Bir başka ifadeyle nimetin ne kadar değerli olduğunu bilmezler. Nimetin değerini onu ancak kaybettikleri zaman anlarlar. Bu tıpkı şuna benzer: -Allah korusun- Bazı kimseleri bazı zâlimler derin, kapkara bir kuyuya hapsederler. Hapse giren bu kişi temiz havanın kıymetini ve ışık nimetinin değerini işte o zaman anlar.

62

İşte O, ulûhiyeti ve Rab'lığı gerektiren fiilleri tek başına nefsinde bulunduran

her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah'tır. O'ndan başka tanrı yoktur. Burada birden çok haber (yüklem) mevcuttur. Bu yüklemlerden bir önceki, bir sonrakinin manasını tahsis etmekte (daraltmaktadır) ve bu yüklemler aynı zamanda ifade etmektedir ki, kâinatta mevcut olan her şeyi daha önce bir benzeri olmaksızın yoktan var eden Allahü teâlâ'dır.

O halde nasıl olup da döndürülüyorsunuz? Özel olarak Allahu teâlâ'ya ibadeti bırakıp da O'ndan başkasına ibadete nasıl ve neden dolayı döndürülüyorsunuz?

63

Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, işte böyle döndürülür. İşte hiçbir dayanağı ve temeli olmayan böylesi tuhaf bir döndürülüşle döndürülür. Onlardan önce ya da sonra bütün inkarcılar da Allah'a ibadetten döndürülürler.

64

Yeri sizin menfaatiniz ve ihtiyaçlarınız

için yerleşim alanı, yerleşim, sebat ve sükûn mekânı

göğü de bir bina kılan, bir başka ifadeyle sizin üzerinizde göğü de yükseltilmiş ve bina edilmiş kubbe kılan Allah'tır. Ayetin metninde yer alan ”bina" kelimesiyle aynı kökten türeme olarak Arapların büyük çadırlarına ”ebniyetü'l-arab" denmiştir. ”Göğün bina kılınması" şu sebepledir: İnsan, semaya baktığı zaman onu sanki yeryüzü boşluğunun üzerine kurulmuş bir kubbe gibi görmektedir. İşte bu görünüş gözönüne alınarak söz konusu ifade kullanılmıştır.

Size şekil verip de şekillerinizi güzel yapan... Bu ifade Yüce Allah'ın insanların nefislerine ilişkin ihsanı ve fazlını beyan etmektedir. Ayetin metninde ”feahsene" (güzel yaptı) fiilinin başındaki ”fa" harfi tefsir harfidir. Çünkü Allahü teâlâ'nın insanları belli bir şekle sokması ihsanın bizatihi kendisidir. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)Tn şu hadis-i şerifinde de ”fa" harfi, aynı şekilde tefsir harfidir: ”Yüce Allah beni terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı." (22) Burada da ”ihsan" (güzel yapmak) ”terbiye etme'nin bizatihi kendisidir. Bu açıklamaların ışığı altında âyet-i kerimenin manasını verecek olursak şu şekilde deriz: Allah sizi en güzel biçimde yaratmıştır. Zira sizleri ayakta durabilen, cildi pürüzsüz, organları ve şekli birbiriyle uyumlu, her türlü işi ve her türlü mükemmelliği yapabilecek ve gerçekleştirebilecek şekilde yetenekli yarattı.

22- Hadisi Sem'ân İbn Mes'ud'dan Edebu'l-İmla'da şu şekilde rivayet eder: ”Rabbim beni terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı." Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 1/59.

İbn Abbas (radıyallahü anh) der ki,: ”Allahü teâlâ Ademoğlunu ayakta durabilen mutedil, yiyeceğini eliyle ağzına götürebilen bir yetenekte yarattı. Âdemoğlundan başkası ise yiyeceğini eliyle değil, ağzıyla alıp, yer. Allahü teâlâ ”...şu emin beldeye yemin ederim ki, Biz, insanı en güzel biçimde yarattık." (Tîn: 4) âyet-i kerimesinde işte bu manaya işaret etmektedir."

Ve sizi lezzetli yiyecek maddelerinden

temiz ve güzel şeylerle rızıklandıran Allah'tır.

Bazı âlimler derler ki,: ”Temiz ve güzel şey" insanların hoş ve temiz buldukları değildir. Tanı tersine asıl temiz ve hoş olan Hak teâlâ'nın hoş ve güzel bulduğudur. Çünkü O, ”Temiz ve hoştur, ancak temiz ve hoş olanı kabul eder."(23) Yüce Allah'ın, kulundan kabul etmiş olduğu temiz ve hoş şey, kulun kazancından olup o da güzel sözdür. Bu söz ”Lâ ilahe illallah" sözüdür. Nitekim Yüce Allah bu konuya değinirken şöyle buyurur: ”O'na ancak güzel sözler yükselir, (ulaşır)." (Fâtır: 10)

Kısacası hoş ve güzel şeyler çeşit çeşittir: Rızıkların hoş ve güzelleri vardır. Zikirlerin ve hallerin de hoş ve güzel olanları vardır.

İşte Yüce sıfatlarla sıfatlanan ve zikrolunan

Allah sizin ibadetinize lâyık olan

Rabbinizdir. Alemlerin insan, cin ve bunların dışında diğer bütün mahlûkattan oluşan bütün âlemlerin

Rabbi olan mâliki ve yetiştiricisi olan

Allah münezzehtir. Herkes O'nun hükümranlığı altındadır. Zatında, vücudunda ve her türlü ahvalinde O'na muhtaçtır. İşte bu Allah zâtı ile kullukta kendisine herhangi bir ortağın olmasından münezzehtir ve mukaddestir. Çünkü bunca nimet arasında hiçbir şeyde O'nun şeriki ve ortağı yoktur.

65

O, daima diridir. O, zatıyla hakiki hayata sahip tek ilâhtıı;. Asla ölmez ve mahlûkatı öldürür.

O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Çünkü gerek zâtında, gerek sıfatlarında ve gerekse fiillerinde O'na benzeyen hiçbir varlık yoktur.

O halde dinde ihlâslı ve samimi kişiler olarak gerek açık, gerek kapalı şirkten uzak, itaatınızda samimi kişiler olarak

O'na duâ edin. Bütün kudret ve yaratma gücünün sadece O'nun elinde olması dolayısıyla O'na ibadet ve duâ edin.

Her türlü övgü, hamd

âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. Rabbinizin size olan nimetlerine ve size emretmiş olduğu bu duâ sebebiyle ihsanına hamd edin.

İbn Abbas (radıyallahü anh) der ki,: ”Her kim 'Lâ ilahe illallah' derse bunun ardından 'Elhamdü lillâhi rabbi'l-âlemin' (Hamd âlemlerin Rabbi Allah içindir.) desin."

66

Rivayete göre Kureyş kâfirleri Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: ”Ey Rasûlüm Muhammed! Baban Abdullah'ın ve deden Abdülmuttalib’in dinine neden bakmıyorsun? Neden onların dinine tabi olmuyorsun?" diye sorar. İşte bu soru üzerine Yüce Allah şöyle buyurur: Ey Rasûlüm Muhammed!

De ki,: 'Bana Rabbimden apaçık deliller gelince Rabbimden Kur'ânî âyetler gelince

sizin, Allah'ı bırakıp o taptıklarınıza, putlarınıza

kulluk etmem bana yasaklandı. Bu âyet-i kerimede ”yasaklanma", ”apaçık deliller gelince" yapılmaktadır. Çünkü Ehl-i Sünnete göre Şeriat gelmedikçe ne yasaklama ve ne de vücup vardır.

Âyeti şu şekilde açıklamak da mümkündür: Rasûlüllah Şeriatten önce de aklen o putlara ibadet etmekten yasaklı idi. Çünkü ortada Yüce Allah'ın tevhidine dair güçlü deliller vardı. İşte bu aklî yasaklık Şeriatle pekiştirilmiş olmaktadır, ya da yasaklık her ne kadar Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gibi gözüküyorsa da maksat O'nun dışmda başkalarıdır şeklinde bir açıklama yapmak da mümkündür.

Ve bana âlemlerin Rabbine kendisine boyun eğerek ve dininde O'na ihlâslı olarak

teslim olmam emredildi.'

67

Ey Âdemoğulları! Babanız Âdem’i topraktan yaratmış olması dolayısıyla

Sizi topraktan, sonra meniden, yaratan O'dur. Bir başka ifadeyle ilk babanız Âdem’i topraktan yarattıktan sonra ayrı ayrı her birinizi meniden yaratan O'dur.

Râğıb der ki,: ”Arapçada ”nutfe" saf su demektir. Bu kelimeyle erkeğin suyu, bir başka ifadeyle rahime bırakılan sırt omurgası suyu (sperm) kastolunmaktadır." Nitekim İbn Sina bir beytinde şöyle söyler:

Fazla cima yapma, dikkat!

Çünkü o, rahme akan suyudur hayat!

Bu açıklamalara göre âyetin manası: Aslınız Âdem’i topraktan, sonra da sizi nesiller boyu nutfeden (spermden) yaratan O'dur. Ya da her birinizi topraktan yaratan O'dur. Bu mana her bir insanın meniden yaratılmış olması itibariyledir. Çünkü meni kandan oluşmaktadır. Kan ise hayvani ve bitkisel gıdalardan yapılır. Hayvani gıdalar sonunda mutlaka bitkisel gıdalara varır. Aksini düşünürsek o zaman hayvanların sonsuza dek teselsül etmesi gerekir. Bu da bâtıldır. Bitkiler ise ancak sudan ve topraktan meydana gelirler. O halde sonuç olarak meniden yaratılan her bir insan, topraktan yaratılmış olur.

Sonra bir kan pıhtısından yaratan, Âyet metninde yer alan ”aleka" donmuş kan demektir. Çünkü meni ana rahmine düştükten kırk gün sonra bu şekle bürünür.(24)

Sonra bebek olarak çıkaran, O'dur. Burada yer alan ”tıfl" körpe olan çocuk demektir. Ayrıca tıfl, her şeyin veya her doğan yavrunun küçüğüne denilir. Tıfıllık çağı, çocuğun çığlık atarak dünyaya geldiği andan, altı yaşın bittiği zamana kadar geçen süredir. ”Tıfl" kelimesi çoğul değil, tekildir. Âyetin manası böyle olabileceği gibi, bir başka ihtimale göre şöyle de olabilir: Sizlerden her birinizi daha sonra peyderpey büyümek üzere bebek iken ana karnından çıkaran O'dur.

Sonra sizi güçlü kuvvetli bir çağa erişmeniz, kuvvetçe ve akılca kemale erişmeniz için sizi yaşatan O'dur. Âyet metninde geçen ”eşüdd" hakkında Kamus'ta şöyle söylenir: ”Bu kelime kuvvet anlamına olup tekildir. Bu çağ, insanın on sekiz yaşıyla otuz yaşı arasındaki dönemdir. İnsan yirmi bir yaşma girince Arapçada 'eşüddüne girdi' denilir. Çünkü bu çağda insanın kemikleri sertleşir ve organları güçlenir."

Sonra da ihtiyarlamanız için sizi yaşatan O'dur. Bir başka ifadeyle ihtiyarlık çağına erişebilmeniz için sizi yaşatan O'dur. Âyetin metninde geçen ”şüyûh" kelimesinin tekili olan ”şeyh", yaşı ilerlemiş kişiye denir. Ya da şeyh, elli veya elli bir yaşından günalan ve bu yaştan itibaren ömrünün sonuna veya seksen yaşına kadar yaşayan kimseye denir.

Keşfu' l-Esrâr'da denir ki,: ”İnsanın vücudundaki kıllar ağarınca artık o kimse yaşlanmıştır. Buna karşılık çökme ve kocama çağına girince artık şeyh olmuştur."

İçinizden kimi de daha önce eşüdd döneminden çıkıp şeyhlik çağına varmadan önce, ya da eşüdd döneminden önce

öldürülmektedir. Tüm bunlar belirlenen bir süreye ulaşasınız... Muayyen ve sınırlı bir vakte kadar sizi yaşatan O'dur. Ki siz o vakti aşamazsınız. Bu vakit ölüm zamanıdır, ya da kıyamet günüdür.

Ve aklınızı işletesiniz diyedir. Umulur ki, aklınızı kullanarak bir dönemden diğerine geçişinizde mevcut olan çeşitli hükümleri ve ibretleri aklen kavrarsınız ve bunlarla kuvvetleri ve kudretleri halkeden yaratıcının olduğu hükmüne varırsınız.

68

O, hem öldükten sonra dirilme esnasında ve rahimlerde olduğu gibi ölüleri

dirilten, hem de ecellerinin geldiğinde ve sorgu sualden sonra kabirde dirileri

öldürendir. O, herhangi bir işin olmasını dilediği zaman ol der, o da oluverir. Âyet metninde geçen ”kadâ" kelimesi takdir manasınadır. Burada ”takdir" kelimesi ile onun sonucu olan ”olmayı dileme" kasdolunmuştur. Buna göre âyet-i kerimede sanki şöyle denilmiş olmaktadır: Allahü teâlâ herhangi bir şeyi takdir edip vücuda gelmesini dilediği zaman

yalnız 'ol' der, o da meydana gelmesi için asla herhangi bir şeye dayanmaksızın

oluverir. Diriltmenin ve öldürmenin hakikati aslında yoktan varetme ile ilgilidir. Fakat yoktan var olma, hayat olunca bunu ifade eden fiile diriltme denmektedir. Varlıktan yokluğa çevirme de, öldürme olduğuna göre bunu ifade eden fiilin adı da öldürme olmaktadır. Aslında ölüm ve hayatın gerçek yaratıcısı sadece Allahü teâlâ'dır. Yüce Allah'tan başka ne öldüren ve ne de yaşatan vardır. O, hayatın yaratıcısı ve hayatını dilemiş olduğu ne kadar varlık varsa onlara bunu verendir. Ve yine O, herhangi bir sebep dolayısıyla veya sebepsiz olarak dilediği varlıkta hayatı devam ettirendir. Yine bunun gibi Allahü teâlâ ölümü yaratan ve onu canlılardan dilediğine dilediği zaman ve şekilde herhangi bir sebeple veya sebepsiz verendir.

Allahü teâlâ'nın yaşatan ve öldüren olduğunu bilen kişi hayata ve ölüme önem vermez. Tam tersine bütün her türlü durumda hayat ve ölüm elinde olan Yüce Yaratıcı'ya her şeyini havale etmiş ve O'na teslim etmiş olur.

69

Allah'ın âyetleri hakkında onları savmak ve iptal etmek uğrunda

tartışanlara bakmadın mı? Nasıl döndürülüyorlar? Ey Rasûlüm Muhammed! Bu inatçı ve Allah'ın apaçık âyetleri hakkında mücadele eden kişilere bak. Bu apaçık deliller o âyetlere imanı gerektirirler ve kendileri hakkında mücadeleyi yasak ederler. Şimdi sen onların bu feci durumlarına ve bozuk düşüncelerine hayret et. Bak ki, bu Kur'anî âyetlerden nasıl çevriliyorlar. Bu âyetleri tasdik edecekken nasıl dönüyorlar da yalanlıyorlar. Oysa onlara iman ederek yönelmeye sevkeden bunca deliller ve onlardan yüzçevirmeye götürecek bir tane delil yokken nasıl da tasdik etmeyip yalanlıyorlar!

70

Onlar, Kitabı, Kur'an'ın tamamını

ve peygamberlerimize gönderdiklerimizi, öteki kitaplarımızı

yalanlayanlardır. Onlar yakında yaptıkları tartışmanın ve yalanlamalarının iç yüzünü, cezalarını müşahede ettiklerinde

anlayacaklardır. Bu cümle de başlıbaşına bağımsız ve tehdit için getirilmiş olan bir cümledir.

71

Boyunlarında demir halkalar la sıcak suya sürüklenecekler, sonra da ateşte yakılacaklardır. Âyet metninde yer alan ”ağlâl", ”ğull" kelimesinin çoğuludur. Arapçada ”ğull" insanın elinin ayağının bağlandığı şey, kelepçe anlammadır. Arapçada ”ğulle fulanun" denilir ki, manası filancanın boynuna halka, eline kelepçe vuruldu, demek olur. Yine âyetin metninde geçen ”â'nâk", ”unuk" kelimesinin çoğuludur. Buna göre âyetin manası elleri boyunlarına kelepçeli olarak sürüklenirler demek olur.

Ve zincirler olduğu halde... Burada geçen ”selâsil", ”selsele" kelimesinin çoğuludur. Çünkü ”selsele" bir şeyi bir şeye bitiştirmek demektir. Zincir de halkaları birbirine bitişik olduğu için bu ismi almıştır.

Sıcak suya sürüklenecekler, yani cehennem bekçileri kendilerini zincirlerle cehennem ateşiyle kızdırılmış suya sürükleyecekler demektir. Bu durumda suya sürüklenen bu kimseler sadece daha fazla hararetin şiddetini hissederler. Çünkü dünyanın ateşiyle kızdırılan şey, cehennem ateşiyle kızdırılalım yetmişte biri kadardır. Dünyanın ateşinin hararetine dayanılamadığma göre acaba cehennem ateşine nasıl dayanılacak! Âyet metninde ”hamım" (sıcak su) kelimesinin başındaki ”fi" harfi, suyun hararetinin onları her yönden kapladığına işaret etmektedir. Bu, tıpkı bir zarfın içindeki nesneleri kuşatması gibidir. Böylece onlar sanki kaynar suyun gözündedirler ve oraya sürüklenmişlerdir.

Rivayet olunduğuna göre Ferezdak'ın karısı Nüvâr vefat eder. Hanımın cenazesine Basralıların ileri gelenleri katılırlar. Aynı cenazede Hasen el-Basrî de vardır. Hasan-ı Basrî, Ferezdak'a der ki,: ”Ey Ebâ Firâz! Bugün için ne hazırladın?" Ferezdak: ”Lâ ilahe illallah kelime-i şehadetini" seksen yıldır hazırlıyorum," der. Hanımı toprağa verilince Ferezdak onun kabri başında ayağa kalkar ve şu beyitleri okur:

Bana afiyet vermezse, korkarım kahir sonrasından! Kabirden daha yakıcı ve daha dar olmasından!

Kıyamet günü gelince bir sevkeden, bana,

Sert mi sert... Herkesi sevkeder, acır mı Ferezdak'a!

Âdemoğlu, mahvoldu eğer giderse nâr'â

Ellerinde ve boynunda zincir, gözleri gömgök, o diyara!

Ferezdak bu beyitleri okuduktan sonra ağlar ve orada bulunanları da ağlatır.

Sonra da zincirlerle kaynar suya sürüklendikten sonra da

ateşte yakılacaklardır. Ateş kendilerini her yönden kuşatmış olarak onunla yakılacaklardır. Âyetin metninde yer alan ”yüscerûn", ”seçere't-tennûr" dan türemiştir. Manası; ”O, fırını yakıtla doldurdu" demek olur. Cehennem ateşinin ortasında bulunan kimseleri bu ateş her yönden kuşatacaktır ve bütün vücutlarının içi ateşle dolu hale gelecektir. Böyle olan bir kimsenin ateşle yanması kaçınılmazdır. Böylece kâfirlerin cehennemde yanmaları en beliğ bir biçimde ifade olunmuştur. Çünkü onlar ateşin ortasında yanarlarken bir yandan da içleri ateşle doldurulmuştur.

Bütün bu tasvirlerden maksat, kâfirlerin çeşitli azaplarla azap görecekleri ve bir azaptan diğer bir azaba nakledilecekleridir. İlâhî yâ Rabbî, bizi cehenneminden koru, bizler Sana sığınmaktayız.

72

Bak. Âyet 71.

73

Kâfirler cehennemde yakıldıktan

sonra onlara: Azarlama ve kınama tonu ile:

'Allah'ı bırakıp da koştuğunuz ortaklar belki şefaatçi olur ümidiyle dünyada iken Allah'a ortak koştuğunuz putlar

nerededir?' denilecek. Kâfirlere, işte bu ortaklara duâ edin de size şefaat etsinler ve yardımcı olsunlar denilecek. Bu ifade de onların görecekleri azabın bir çeşidi olmaktadır. Âyetin metninde: ”onlara... denilecek" şeklinde Türkçeye çevirdiğimiz ”Kile lehüm" kelimesinde dili geçmiş zaman kipi kullanılmaktadır. Böylece kendilerine yapılacak olan bu hitabın kesin olduğunun vurgulanması istenmiştir.

Onlar da: Ortaklar, her ne kadar buralarda iseler ve helak olmamış olsalar da:

'Bizden gözlerimizden

kayboldular. Burada âyetin iki manaya ihtimali vardır. Birinci mana budur ve bu durumda ifade ”Dalle el-mescide ve'd-dâra" (O, mescidi ve evi kaybetti, bulamadı) cümlesindeki gibi olur. Bunun manası mescid ve ev mevcut olduğu halde o, bunların bulunduğu yeri bilmiyor, demek olur. Arapçada insanın mevcudiyetini bildiği, fakat oraya gidecek yolu bilmediği her şey bu kabildendir.

Burada insanın aklına şöyle bir soru gelebilir: Kâfirler Allah'a koşmuş oldukları ortaklarla birlikte cehennemde bulunacaklarına göre nasıl olur da gözümüzden kayboldular? diyebilirler. Bu soruya cevap olarak deniliyor ki,: O ortakların, kâfirlerin gözünden kaybolmaları, cehhemde biraraya getirilmelerinden öncedir. Çünkü cehennemde çeşitli yerler, muhtelif tabakalar vardır. Bu durumda bu âyet-i kerimeyle Enbiyâ Süresindeki şu âyet arasında herhangi bir çelişki kalmaz: ”Siz ve Allah'ın dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız. Siz oraya gireceksiniz. ” (Enbiyâ: 98)

İkinci ihtimale göre ise âyetin manası: O ortaklar şu anda bizim için birer kayıptırlar. Biz onlardan beklediğimiz ve umduğumuz şeyleri göremedik ve bulamadık, demek olur. Putlar her an cehennemde müşriklerle birlikte oldukları halde onların bekledikleri faydayı sağlayamadıkları için bu müşrikler böyle söylerler.

Zaten bizim açımızdan açıkça ortaya çıktı ki,

biz önceleri dünyada iken

hiçbir şeye tapmıyormuşuz' diyecekler. Çünkü bugün bizim açımızdan ortaya çıktı ki, o ortaklar, kendilerine itibar edilecek şeyler değillermiş. Bu, tıpkı ”Onu bir şey zannetmiştim. Oysa o, hiçbir şey değilmiş" ifadesi kabilinden olur.

İşte Allah kâfirleri böyle bu feci sapıklıkta ve müşriklerin taptıkları putların kayboluşunda olduğu gibi

şaşırtır. Zira dünyada iken âhirette kendilerine fayda verecek herhangi bir amel ve inanca dair hiçbir şeye ulaşamazlar. Ya da ilâhları gözlerinden kaybolup gittiği gibi Allah, onları da putlarından uzaklaştırır. Öylesine ki, iki taraf istese bile, birisi diğerini bulamaz.

'Allah kâfirleri böyle şaşırtır"dan maksat, yasakladığı şeyler açısından onu korumaması, yardımcı olmaması, emrettiği şeyleri yapması, ya da yasakladığı hareketlerden vazgeçmesi hususunda kendisine gerekli desteği sağlamaması demektir. Ya da bu âyet-i kerime: ”Rabbimiz Allah hakkı için, biz ortak koşanlar olmadık." (En'am: 23) âyet-i kerimesi kabilindendir. Müşrikler şaşkınlıklarından ve huzursuzluklarından dolayı o gün korkup, yalan söylemeye kalkışacaklardır. Manası: İşte Allah onları başlarına gelenler hakkında böyle şaşırtır ve sonunda kendilerine fayda vermeyeceğini bile bile yalan söylemeye başvururlar.

74

Bak. Âyet 73.

75

Yüce Allah bizzat kâfirleri karşısına alarak onlara hitaben azarlamanın tonunu daha da artırmak için şöyle buyuruyor: Ey kâfirler

Bu saptırma,

sizin yeryüzünde, dünyada

haksız olarak şımarmanızdan ötürüdür. ”Haksız olarak şımarma" Allah'a şirk koşmak ve azmaktır.

Kamus'ta âyetteki ”tefrehûn" fiilinin kökü olan ”el-ferah" kelimesi için ”sürür" (sevinç), ”el-batar" (şımarma) anlamları verilmektedir. ”el-Batar", insanın azması, eşer ve nimete tahammülün azlığı demektir. ”el-Eşer" ise batar halinin daha fazlasıdır. Eşer, batardan daha ileri derecede bir şımarıklık ve azgınlığı ifade eder. ”el-Batar" ise ferahtan daha ilerideki bir sevinç halidir.

el-Müfredat'ta denir ki,: ”el-Ferah, insanın kalbinin o anda duymuş olduğu bir lezzetten dolayı açılması demektir. Böyle bir sevinç haline, ancak Yüce Allah'ın ihsanı, rahmeti ve yardımı dolayısıyla duyulan sevinçlerde ruhsat vardır. ”el-Batar" ise insanın kendisine verilen nimetin hakkını yerine getirmede kusurlu davranması ve nimeti lâyık olmadığı yere harcaması dolayısıyla insanın başına gelen bir dehşet halini ifade eder."

Ve aşırı derecede sevinip böbürlenmenizden ötürüdür. Âyetteki ”temrahûn" fiilinin aslı olan ”el-merah" kelimesi şiddetli bir sevinç, coşku ve genişlik duygusudur. Buna göre âyetin manası; sizlerin batar ve eşer durumunda çok aşırıya gitmiş olmanızdan ötürüdür, demek olur.

76

İçinde ebedî kalmak üzere âhirette, cehennemde ebedî kalışınız takdir edilmiş olarak

cehennemin sizin için taksim edilmiş olan yedi adet

kapılarından girin. Kibirlenenlerin dönüp gidecekleri yer ne kötüdür!

Haktan yüzçevirmek suretiyle böbürlenenler için cehennem ne kötü bir kalış yeridir.

Bu âyet-i kerime kibri kötülemektedir. Böyle bir hastalığın tedavisinin zıddı olan tevazu (alçak gönüllülük) ile yapılması şarttır.

Bilge kişilerden birisi der ki,: ”Bir gün çölde ağacın biriyle ot, övünme yarışına girerler. Ot, ağaca karşı övünerek: Ben ondan daha hayırlıyım. Hiçbir an olsun Allah'a karşı gelmeyen hayvanlar beni yiyip karınlarını doyururlar, der. Buna karşılık ağaç; ben senden daha hayırlıyım. Benden meyveler yetişir ve bunu mü'minler yerler deyince, şeker kamışı araya girer ve tevazu gösterir. O şöyle söyler: Bende hiçbir hayır yoktur. Ne mü'minlerin yemesine elverişliyim, ne de hayvanlar için uygunum. Şeker kamışı böylesine tevazu gösterince Yüce Allah onu yükseltir ve her şeyden daha tatlı olan şeker maddesini onun içinde yaratır. Şeker kamışı, Yüce Allah'ın kendisinde yaratmış olduğu tatlılığı görünce kibirlenir. Bunun üzerine Yüce Allah, o kamıştan kamış başı türetir ve insanlar bunu alıp kendilerine süpürge edinirler ve onunla pislikleri süpürürler."

Bilindiği üzere Firavun yeryüzünde azmış ve sonra Rab olduğunu iddia etmişti. Yüce Allah, bunun üzerine âyetin diliyle; ”Allah onu, (herkese ibret olarak) dünya ve âhiret azabıyla cezalandırdı." (Nâziât: 25) Yani dünyada suya garkedip boğarak, âhirette de yakarak cezalandırmıştır. Karun da mal çokluğuyla aynı şekilde azdı. Yüce Allah onu ve yurdunu yerin dibine geçirdi. Aynı şekilde İblis böbürlendi, Âdem'e secde etmekten kaçınınca Allah'ın laneti ebedî olarak onun üzerine tecelli etti. Kureyş kabilesi de mü'minlere karşı aynı şekilde azgınlık gösterdiler. Nihayet öldürüldüler ve leşleri zelil ve hakir bir biçimde bir kuyuya dolduruldu. İşte haksız yere böbürlenip kibirlenen bütün azgınların akıbeti kıyamete kadar böyle olacaktır. Çünkü böbürlenip kibirlenenlerden hiç kimse bu zamana kadar kurtulmamıştır ve kurtulamayacaktır.

77

Ey Rasûlüm Muhammed!

Onun için sen kavminin bu mücadeleler ve diğerleri sebebiyle sana yaptıkları eziyetlere, onlar kendilerine hazırlanan azaba kavuşuncaya kadar

sabret. Şüphesiz Allah'ın onlara azap vereceğine dair olan

vaadi gerçektir. Haktır ve mutlaka gerçekleşecektir.

Onlara söz verdiğimiz azabın, katlin ve esir düşmenin

bir kısmını ya sana gösteririz, yahut seni o azabı görmeden

daha önce vefat ettiririz. Nasıl olsa onlar Bize döndürüleceklerdir. ”Nasıl olsa onlar Bize döndürüleceklerdir" ifadesi az yukarıda yer alan: ”Seni daha önce vefat ettiririz" ifadesinin cevabıdır. Buna göre âyetin manası: Onlar azabı görmeden önce seni vefat ettirsek bile nasıl olsa onlar kıyamet günü Bizden başkasına değil, sadece Bize döneceklerdir ve Biz de onları, amellerine karşılık cezalandırırız.

78

Rivayete göre Allah'ın âyetleri hakkında tartışanlar, Yüce Allah'ın Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ortaya koymuş olduğu mucizelere ek olarak, yerden su kaynağı fışkırtmak, bahçeler çıkarmak, göğe yükselmek ve benzeri başka mucizeler getirmesini teklif ederler. Oysa Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın elinde zuhur eden mucizeler, O'nun doğru söylediğine delâlet etmekte yeterlidir. İşte bu teklif üzerine Yüce Allah, bu âyet-i kerimeyi indirir:

Yemin olsun senden önce de Ey Rasûlüm Muhammed! Senin peygamber olarak gönderilmenden önce de, ya da senin içinde yaşadığın zamandan önce de kavimlerine birçok

peygamberler gönderdik. Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var, yani bunların arasında kıssalarını beyan ettiğimiz, isimlerini Kur'an'da sana verdiğimiz ve senin de tanıdığın kimseler var,

sana bildirmediğimiz kimseler de var. Sana isimlerini vermediğimiz ve haberlerini iletmediğimiz kimseler de var. Kısacası hikâyeleri zikredilen peygamberler belirli sayıdadırlar.

Bazı âlimlere göre peygamberlerin sayısı yüz yirmi dört bindir.

Ebû Zer el-Gıfârî anlatıyor: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sordum: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Gönderilen nebilerin (Peygamberlerin) sayısı kaçtır?' Rasûlüllah cevap verdi: 'Yüz yirmi dört bindir.' Ben: Rasûl olanlar kaçtır,' deyince Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle cevap verdiler: 'Hepsi üç yüz on üç.,"(25)

25- Hadisi Ahmed b. Hanbel Müsned'inde 5/178'de rivayet eder.

Mevlâ Muhammed er-Rûmî, el-Mecâlis isimli eserinde der ki,: ”İmanın şartlarından birisi de peygamberlere iman etmektir. Peygamberlere imandan maksat, onların Yüce Allah'tandır diye haber verdikleri şeylerde doğru söylediklerini bilmek demektir. Çünkü Yüce Allah onları, kendi emrini, yasaklamasını ve tehdidini kullarına tebliğ etsinler diye göndermiştir ve onların doğru söylediklerine delâlet eden mucizelerle kendilerini desteklemiştir. Peygamberlerin ilki Âdem (aleyhisselâm) ve sonuncusu da Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)'dır. Herhangi bir kimse geçmişteki peygamberlere iman ederse buradan anlaşılır ki, o kişi, onların şu anda değil, geçmişte peygamber olduklarına inanıyor demektir. Çünkü o peygamberlerin getirmiş olduğu şeriatler bakî değildir. Buna karşılık bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem)'ya imana gelince, O'nun şu anda peygamber olduğuna ve rasûllerin, nebilerin en sonuncusu olduğuna iman etmek gerekir. Herhangi bir kimse Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)Tn rasûl olduğuna iman eder de buna karşılık onun peygamberlerin sonuncusu olduğuna ve dininin kıyamete kadar yürürlükten kaldırılmayacağına iman etmezse böyle bir kimse mü'min olmaz. Öte yandan Kur'an-ı Kerim'de peygamberlerin sayılarının kaç olduğu belirtilmemiştir. Kur'an'da sadece bazı müfessirlerin ifade ettiklerine göre yirmi beş peygamberin adı zikrolunmuştur. Bunlar: 'Âdem, Nûh, İdris, Sâlih, Hûd, İbrahim, İsmail, İshak, Yusuf, Lût, Yakup, Mûsa, Harun, Şuayb, Zekeriyya, Yahya, İsa, Davud, Süleyman, İlyas, Elyesa, Zülkifl, Eyyûb, Yunus ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir." (26)

26- Bkz. Eserimiz ”Peygamberlik ve Peygamberler" Bu eserimizde peygamber aleyhimü's-selâm efendilerimiz hakkında gayet açık ayrıntılar vardır.

Peygamber olmayan bir kimsenin peygamber olduğuna, peygamberlerden birisi olan bir kişinin de peygamber olmadığına itikad etmek küfürdür. Ancak bu hüküm o kişinin peygamberliği, ya da olmadığı noktasında âlimler arasında görüş birliği varsa söz konusudur. Buna karşılık şayet söz konusu kişinin peygamber olduğu, ya da olmadığı noktasında ihtilâf varsa bu taktirde onun, peygamber olduğuna inanmayan veya peygamber olduğunu iddia eden kişi kâfir olmaz.

Hakîm (bilge)lerden birisi der ki,: ”Mü'min olan bir kişinin, çocuklarına, hanımlarına ve hizmetçisine Yüce Allah'ın Kitabında zikretmiş olduğu peygamberlerin isimlerini öğretmesi gerekir ki, onlar böylece bu peygamberlere iman etsinler ve hepsini tasdik etsinler. Ayrıca kendilerine vacip olanın sadece Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman olduğunu zannetmesinler. Çünkü isimleri ister Kur'anda zikrolunsun, ister olunmasın bütün peygamberlere iman, mükellef olan kişiye vaciptir. Bu peygamberlerin arasında ismi anılarak belirtilen peygamberlere tafsili imanla, adı bilinmeyenlere de icmâlî imanla iman etmek şarttır. Peygamberlerin ilki Âdem, sonuncusu da Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır.

Gerçek olan şudur ki, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir. İsa (aleyhisselâm)'ya gelince her ne kadar Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra inse bile o, Hazret-i peygamberden önce mevcuttu ve semadan indirilinceye kadar da sağ ve diridir. İsa (aleyhisselâm) gökten indiğinde Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)Tn şeriatine tâbi olup o şeriat üzerine çarpışacaktır. Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan sonra hiçbir peygamber yaratılmayacaktır ve O'nun şeriati yeni bir peygamber gönderilerek yenilenmeyecektir. ”Ondan sonra hiçbir peygamber olmayacaktır." sözü işte bu yaklaşıma göre doğru bir sözdür. Şemail kitabında ve başka kitaplarda Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)Tn isimleri zikrolunurken ”el-âkıb" diye bir isim zikrolunur. Bunun anlamı kendisinden sonra hiçbir peygamber gelmeyen kişidir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ”el-âkıb; kendisinden sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceği kişidir" hadisindeki ”el-âkıb" dan maksat şeriati neshedilip, yürürlükten kaldırılmak suretiyle kendisinden sonra hiçbir peygamber gönderilmeyecek demek olur. ”O, ... peygamberlerin sonuncusudur." (Ahzâb: 40) âyet-i kerimesinin manası da budur. Yani O, kendisiyle peygamberlik ve risaletin mühürlendiği, son bulduğu kişidir. Çünkü İsa (aleyhisselâm)'nın peygamberliği O'ndan öncedir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliği, peygamberlikleri mühürlemiş, getirmiş olduğu şeriat de diğer şeriatleri sona erdirmiştir.

Hiçbir peygamber Allah'ın izni olmaksızın kendisine teklif olunan

herhangi bir mucizeyi kendiliğinden getiremez. Yani hiçbir peygamberin kendisine teklif olunan herhangi bir mucize getirmesi de doğru değildir, uygun da değildir. Çünkü mucizeler çeşit çeşit ve kol koldur ve bütün mucizeler Yüce Allah'tan birer hediye olup Allahü teâlâ kendi dilemesi nasıl gerektiriyorsa buna uygun olarak o mucizeleri peygamberler arasında bölüştürmüştür ve bunlar diğer taksim edilen şeylerde olduğu gibi büyük hikmetlere dayalıdır. Peygamberlerin bu mucizeler arasında herhangi birini tercih etme yetkileri yoktur ve kendilerine teklif olunan mucizeyi kendi başlarına getirmeleri mümkün değildir.

Âyet-i kerime Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli etmektedir. Sanki Rasûlüllah'a şöyle söylenmiş olmaktadır: İsimleri ister zikrolunmuş olsun, ister zikredilmesin senden önce hiçbir peygamber yoktur ki, Yüce Allah kendisine âyetler ve mucizeler versin de kavmi bunların hakkında kendisiyle tartışmamış, inatla ve böbürlenerek onu yalanlamamış olsunlar da o peygamberler de sabredip sonunda zaferi kazanmamış bulunsunlar. O halde o peygamberler nasıl sabretmişse sen de sabret ve onlar nasıl zafere ulaşmışlarsa sen de öylece onu el-, de edersin.

Allah' in dünyada ve âhirette azap

emri gelince de peygamberlerle onları yalanlayanlar arasında

hak ile hükmolunur haklı olanın üstün tutulması, şereflendirilmesi ile ve bâtılı savunanın helak edilip, azaplandırılmasıyla hükmolunur

ve o zaman, Allah'ın emrinin geldiği vakit

bâtılı seçenler, mutlak olarak bâtıla sarılanlar

hüsrana uğrarlar. Helak olurlar, ya da onların hüsrana uğradığı açığa çıkar ve gerçekleşir.

Âyet metninde yer alan ”hünâlike" aslında mekân ve yer bildiren bir kelimedir. Ancak burada istiare sanatı yapılarak kelime zaman için kullanılmıştır. ”Mubtılûn" kelimesi ise bâtıla sarılan kimseler demektir. İnat edenler ve peygambere birtakım mucizeler getirmesini teklif edenler bunların içerisine öncelikle girerler. Âyet-i kerimede Yüce Allah ”Ve o zaman kâfirler hüsrana uğrayacaklardır" dememiş, daha yukarıda bâtılın zıddı olan ”Hak" kelimesi geçtiği için bundan dolayı bâtılı seçenler ifadesi kullanılmıştır. Nitekim Burhânu' l-Kur'ân isimli eserde bu şekilde açıklanmıştır.

Âyet-i kerime işaret ediyor ki, Yüce Allah'ın, ölüm ve azaba dair kazası ve emri gelmeden önce Allah'a dönmek gerekir. Çünkü O'nun azaba ve ölüme dair kazasıyla emri gelince artık sadece hüzünlenmek ve üzülmek olacaktır.

79

Allah kimine binesiniz, kimini yiyesiniz diye sizin için hayvanları yaratandır. Yani Yüce Allah, sizin için ve sizin maslahatınız için deveyi yaratandır. Âyetin metninde yer alan ”min" harficeri ibtidâu'l-gâye (başlangıç noktası) ifade etmek içindir. Buna göre âyetin manası: Allah başlangıçta binesiniz ve yiyesiniz diye sizin için hayvanları yaratandır, demek olur. Bu durumda hem binme, hem de yeme fiili hayvanların bütünü için geçerli olur. Ya da buradaki ”min" teb'îz (kısım bildirme) içindir. Bu taktirde de âyetin manası: Allah kimine binesiniz, kimini yiyesiniz diye sizin için hayvanları yaratandır, demek olur. Çünkü hayvanların yaratılmasındaki asıl maksat onlardan yararlanmadır. Hayvanlara binmek de yararlanmayla ilgilidir. Hayvanların etlerinin yenmesinin de menfaatlerden olması bu anlayışla çelişmez. Bu sebeple Yüce Allah bir başka âyet-i kerimede şöyle buyurur: ”İçinden taze et (balık) yemeniz ve takındığınız süs eşyasını çıkarmanız için denizi emrinize veren O'dur." (Nahl: 14)

80

Onlarda sizin için binmenin ve etini yemenin dışında, sütleri, tüyleri ve derileri gibi başka

daha nice faydalar vardır. Gönüllerinizdeki arzulara onlara binerek ulaşırsınız. Yani onların sırtında yüklerinizi bir beldeden diğerine taşıma hususunda kalbinizdeki ihtiyacınızı elde etmeniz için hayvanları yaratandır.

Hem onların karada develerin

ve hem denizde

gemilerin üstünde taşınırsınız. Bu âyet-i kerimenin bir benzeri;

"Onları (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık," (îsrâ: 70) âyet-i kerimesidir.

el-İrşad'da denir ki,: ”Herhalde bu âyet-i kerimede maksat, kadınların ve çocukların, develerin üstüne konulan hevdec (portatif çadır) ile taşınmasıdır. Herhalde develerin, hayvanlara binme özelliğinden ayrıca bir daha ayrılarak ifade edilmesinin sırrı bu olsa gerektir. Develerle gemilerin birarada ifade edilmesi, her iki binitin aralarında tam bir münasebetin olmasından dolayıdır. İşte bu ilişkiden dolayıdır ki, develere kara gemileri denmiştir. Yüce Allah burada ”alel-fulki" buyurmuş, ”... aileni ve iman edenleri gemiye yükle." (Hûd: 40) âyetinde olduğu gibi ”fi'l-fulki" dememiştir. Bunun sebebi ”aleT-fulki" ifadesinin, daha yukarıda geçen ”aleyhâ" ifadesiyle uygun olması ve birbirine denk düşmesi içindir. Çünkü hayvanlara yüklenen yükler, onların üzerindedir. Dolayısıyla gemi anlamına gelen ”fulk" kelimesinin başına da ”isti'lâ" kelimesi olan, ”alâ" harficeri getirilmiştir. Böylece üzerine yük vurulan develerle, üzerine yük yüklenen gemiler arasında bir ”müşâkele" (benzerlik) kurulmuştur."

Müfessirlerden bazıları demişlerdir ki,: ”Burada ”enam" kelimesinden maksat, sekiz çift hayvandır. Bunlar; deve, sığır, koyun ve keçidir. Bu dört cins hayvanın sekize çıkarılması erkekli ve dişili olmaları itibariyledir. Bu sekiz sınıf hayvana binilmesinin ve bunların yenilmesinin manası, ”binme ve yeme" fiillerinin bunlara fert fert değil de, bütün olarak ilgili bulunmasıdır. Bu demek değildir ki, her iki fiil bu sekiz sınıf hayvanın her biri için geçerlidir. Tam tersine bazıları -koyunda olduğu gibi- sadece yenir, bazıları da -devede ve sığırda olduğu gibi- hem yenilir ve hem de binilir. ”Menfaat" bu hayvanların hepsinden elde edilir. Bunların üzerinde ihtiyaca ulaşılması hem sığır ve hem de deve açısından geçerlidir."

81

Allah size âyetlerini kudretinin kemalini, rahmetinin bolluğunu gösteren delillerini

gösteriyor. Şimdi Allah'ın âyetlerinden hangisini inkâr edersiniz? Çünkü bütün âyetleri o kadar ortadadır ki, aklı olan bir kimsenin bunları toptan inkâr etmeye asla cesareti olamaz. ”Âyet" kelimesinin, Yüce Allah'ın ismine izafe edilmesi âyetlere ve delillere heybet kazandırmak ve bunları inkâr eden kişiye korku salmak içindir.

HüccetüT-İslâm İmam Gazali der ki,: ”Çok tuhaf! Zengin bir adamın evine girersin, evini çeşit çeşit ziynetlerle süslenmiş görürsün. Oraya olan hayretin bitip tükenmez. Bütün ömrün boyu bu süsü ve ziyneti anlatır, güzelliginden bahsedersin. Buna karşılık (âlem) diye benzeri asla yaratılmamış büyük bir ev gözünün önünde durur, ondan bahsetmezsin. Kalbinle yönelmezsin ve içindeki acaiplikleri asla düşünmezsin. İşte bu hareket görmeyi engelleyen kalp körlüğünden ileri gelir."

82

Onlar yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, Kureyşliler yerlerinde oturdular da yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki,

kendilerinden öncekilerin helak edilmiş milletlerin

sonu nasıl olmuş bir baksınlar? Ve ibret alsınlar. Yani Kureyşliler yeryüzünün orasına burasına gitmişler. Şam ve Yemen taraflarına ticaret için sefere çıkmışlar ve oralarda daha önceki yalanlayan milletlerin akıbetlerini ve bunların izlerini müşahede etmişlerdir. O halde onların azabının aynısının kendi başlarına gelmesinden sakınsınlar ve Ey Rasûlüm Muhammed seni yalanlamasınlar!

Bundan sonra Yüce Allah, önce geçen milletlerin başlangıçta nasıl olduklarını ve akıbetlerinin nereye vardığını beyan etmekte ve şöyle buyurmaktadır:

Onlar bu helak olan milletler

bunlardan, senin kavminden sayıca

daha çoktu, bedensel ve sayısal yönden

kuvvetçe ve yeryüzündeki kendilerinden sonra geri kalan bina, köşk ve çalışma yerleri gibi

eserleri bakımından da daha sağlam idiler. Fakat kazandıkları şeyler onlara asla fayda vermemiştir. ”Kazandıkları şeyler ”den maksat, çalışıp çabalamaları, ya da mal, evlât ve asker biriktirme gibi çabalayarak elde ettikleri kazançlardır. İşte bu büyük güç kendilerine fayda vermek yerine sadece hayal kırıklığı ve hasar getirdiğine göre acaba bu fakir ve zavallı olan Kureyşlilerin durumu nasıl olacaktır?

83

Peygamberleri onlara apaçık belgeler, mucizeler ve apaçık deliller

getirince onlar kendilerinde bulunan ilim ile ferahlayıp sunardılar. Onlar ”Kendilerinde bulunan ilim ile fer anlamışlar dır," âyetiyle anlatılan tıpkı: ”Her fırka kendilerinde olan ile böbürlenmektedir." (Rûm: 32) âyet-i kerimesi ile belirtilen anlamdır. Yani onlar bununla ferah ve sevinç gösterdiler. Peygamberlerin ilimlerini hakir gördüler. Burada ”ilim" den maksat, o kişilerin sapık inançları ve bâtıl şüpheleridir. ”Öldükten sonra dirilmeyeceğiz, bize azap edilmeyecek, kıyametin kopacağını zannetmiyoruz vb." gibi sözler onların sapık inançlarından sadece bazılarıdır. Bu bâtıl ve sapık inançlara, gerçeğe uymadığı halde ve ”cehalet" denilmesi daha uygun iken ”ilim" denilmesi kendileriyle alay etmek içindir. Çünkü bu sözler onların zanııma göre gerçekte birer ilimdir.

Ya da onların ilimlerinden maksat birtakım el sanatları, yıldızlara bakma ve insanların karakter ve mizaçlarına dair olan ilimdir. Onlar, peygamberlerin ilimlerini küçük görürler ve akıl vasıtasıyla elde ettikleri ile yetinirlerdi. Sonra da şöyle söylerlerdi: ”Bizler doğru yolu bulmuş insanlarız. Bize doğru yolu gösterecek kimselere ihtiyacımız yoktur."

Bir üçüncü ihtimal, buradaki ilimden maksat onlara gönderilen peygamberlerin ilmi olabilir. Bu taktirde ilim, onların peygamberlerinin ortaya koymuş olduğu ilim olur. Bu taktirde kâfirlerin yanlarında bulunan ilim ile ferahlayıp şımarmaları, peygamberlerin ilmine gülmeleri ve bunu alaya almaları demek olur. Bu son manayı âyetin

Alaya aldıkları şey onları çepeçevre kuşatmıştır bölümü desteklemektedir. Yani onları alaya almalarının ve suçlarının akıbeti kuşatmış, başlarına gelmiştir, demek olur.

er-Ravda da denir ki,: ”Haccac, Said b. Müseyyeb’in yanında namaz kılar. İbnu'l-Müseyyeb, Haccac'ın imamdan önce rükûdan başını kaldırdığını ve ondan önce secde yaptığını görür. Selâm verince Haccac namazını ve duasını bitirdiğinde onu elbisesinden çeker, sonra Haccac'a elini kaldırır ve der ki,: ”Ey hırsız ve ey ham! Sen namazı böyle kılıyorsun, öyle mi? Senin yüzüne vurmaya karar vermiştim!" Bu olay olduğunda Haccac hac yapıyordu. Daha sonra Şam'a döner ve Medine'ye vali olarak geri gelir. Medine'ye girer girmez derhal Said b. el-Müseyyeb’in ilim meclisine yönelerek doğruca mescide girer ve İbnu'l-Müseyyeb'e der ki,: 'Filanca günü o sözleri söyleyen sen miydin?' İbnu'l-Müseyyeb: 'O sözleri ben söylemiştim,' der. Haccac: 'İyi bir öğretmen ve terbiyeci olarak Allahü teâlâ sana hayır yazsın. O olaydan sonra her kıldığım namazda mutlaka senin o sözünü hatırlamışımdır.

Şu halde mutlaka bilginin gereği neyse ona göre amel etmek gerekir.

84

Geçmiş ve peygamberlerini yalanlayan o milletler

artık dünyada

o çetin azabımızı gördükleri ve hayal kırıklığının zilletine düştükleri

zaman: Mecburen ve ister istemez:

'Allah'a inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyleri yani putları

inkâr ettik' derler. Ayetin başında yer alan ”fâ" sırf takip için gelmiş bir harftir. Çünkü bir önceki âyet olan ”Peygamberleri onlara apaçık belgeler getirince ... ferahlayıp sunardılar.

Alaya aldıkları şey onları çepeçevre kuşatacaktır" âyet-i kerimesinin manası, onların inkâr ettikleridir. Bu taktirde her iki âyetin toplam olarak manası şu olur: Onlar inkâr ettiler, kâfir oldular. Sonra bizim çetin azabımızı görünce iman ettiler.

85

Fakat çetin azabımızı gördükleri zaman ve ona düştüklerinde

imanları artık normalde kabul olunması imkânsız olduğu için

kendilerine bir fayda vermeyecektir. İmanlarının kabulü şunun için imkânsız hale gelmiştir: Çünkü onlar emredilen vakitte iman etmemişlerdir. Bu sebeple âyet-i kerimede ”lern yeku" denmiştir. Bunun manası imanları geçerli ve doğru olmadı demektir. Arapça dilbilgisi kuralları bakımından bu ifade ”imanlarının kendilerine bir fayda vermeyeceği"ni ifade eden ”lern yenfa'hüm iymânühüm" ifadesinden daha açık ve daha ileridir. Çünkü faydalı olan, insanın aksini yapmaya gücü ve kudreti varken, bunu yapmayıp da kendi tercihi ve isteğiyle sahip olmuş olduğu imandır. İnsan, azabın geldiğini açık seçik görünce artık imanın aksini yapmaya gücü ve kudreti kalmaz. Dolayısıyla bu andan itibaren sahip olduğu iman kendisine fayda vermez. Ye's halindeki imanın dünyada iken fayda vermemesi, bunun âhirette de fayda vermeyeceğine delildir.

Allah'ın, kulları hakkında âdeti budur. İnsan azabı gördüğü ve açık seçik olarak onunla yüzyüze geldiğinde yapacak olduğu imanın kabul edilmeyişi, Yüce Allah'ın koymuş olduğu kanunu ve kulları hakkında geçerli olan âdetidir. Bu âdet tamamı inkarcı olan eski milletler hakkında Yüce Allah'ın âdetidir. Bir başka manaya göre Allah'ın eskiden beri yalanlayan milletler hakkında değişmez olan âdetinden, kanunundan kaçınınız demek olur. Ayette yer alan ”sünnet" kelimesi, metod, âdet, kanun ve tutum anlamına gelmektedir. Buna göre ”Allah'ın sünneti" demek, onun hikmetinin gerçekleşme biçimi demektir.

İşte o zaman kâfirler hüsrana uğrayacaklardır. İbn Abbas'ın ifadesine göre âyetin manası: Allah'ın vahdaniyetine inanmayan ve ileride O'nun azabını göreceklerini yalanlayan kâfirler helak olmuştur.

Zeccâc der ki,: ”Kafir her zaman hüsrana uğramıştır. Ancak kendileri, hüsrana uğradıklarını, azabı gördüklerinde farkedeceklerdir. O zaman onların kurtuluşları umulmayacaktır. Yeis halinde olan kimsenin imanı kabul olunmaz."

Nitekim el-Cevhere'de şöyle denir:

Azabı görünce kabul olmaz iman!

Emre sarılmak gerekir, o zaman nasıl sarılsın insan.

Yukarıdaki beyitte yer alan ”be's" kelimesinin aslı şiddet ve zarar demektir, be's hali ise azabın ayan beyan göründüğü ve ilâhî haberlerde yer alan vaadin ve tehdidin gerçekliğinin ortaya çıktığı zaman demektir. Ye's hali ise canın boğaza gelip insanın can çekiştiği, artık âhiret yurduna dair ahkâmın görüldüğü vakittir. Bu esnada insanın hissî kuvvetleri artık çalışmaz olur. Be's halinde iman ve tevbe birbirine eşittir. Çünkü Yüce Allah bu âyette: ”Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir" buyurmaktadır. Rahmet ümidi vaktinde olur. Buna karşılık ilahî tehdit açıkça ortaya çıkınca söz konusu vakit elden uçup gider. Artık bu durumda Allah'ın emirlerine sarılma tasavvur olunamaz ve o esnadaki iman insanın kendi iradesi ve seçimiyle olan iman olmaktan çıkar ve zorunlu iman haline gelir. Nitekim güneş batıdan doğunca insanların imanı kabul olunmayacaktır. Çünkü bu andaki iman da zarurî (zorunlu) bir iman olur. O bakımdan kendisine itibar olunmaz. Çünkü darda kalan kimsenin imanının, o sıkıntıdan ve helâktan kurtuluş gayesiyle yapılan bir iman olması mümkündür. Öylesine ki, söz konusu kişi o sıkıntıdan şayet kurtulsaydı eski alışkanlıklarına geri dönerdi.

Âlimler derler ki,: ”İman ve itaati istemek, söz konusu isteğin mevcut olduğu anda fayda verebilir. Çünkü ancak o zaman bu iman, iman ve tâat olur. Dolayısıyla dünyevî bir tehdidin ortaya çıktığı andaki, iman ve pişmanlık âhirete dair tehdidin varlığı vaktinde olan iman ve pişmanlık gibidir. Bunların arasında hiçbir fark yoktur. Nasıl ki, birincisi fayda vermiyorsa, ikincisi de böyle fayda vermez. Boğulma esnasında Firavun'un ve benzerlerinin imanı yukarıda zikredilen zorunlu iman kabilindendir. Be's hali, aralarında hiç fark olmaksızın can çekişme hali gibidir. Can çekişme esnasında nasıl ki, iman kabul olmaz, be's halinde de işte durum budur. Meselâ Firavun'u ele alalım. Onun imanı boğulma esnasında kabul edilmemiştir. Çünkü bu iman, her ne kadar can çekişme durumundan önce bile olsa be's (şiddet, sıkıntı, azap) esnasında yapılmış bir imandı. Bu noktayı iyi anlamak gerekir. Çünkü insanın şaşırabileceği, ayağının kayabilecek olduğu hassas noktalardandır. Ruhun cesetten çekilip alındığı esnaya gelince fetva kitapları bu esnadaki imanın makbul olmadığını söylerler. Ye's halindeki tevbe ise bunun tam tersine tercih edilen görüşe göre makbuldür. Ye's halindeki iman tıpkı ağacın büyümesinin mümkün olmadığı anda dikilmiş ağaca benzer. Ye's halindeki tevbe ise iyi bir hava olduğunda kış mevsiminde meyve veren yere dikili ağaç gibidir. Tevbenin mutlak olarak kabul edildiğine delil: ”O, kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir." (Şûra: 25) âyet-i kelimesidir. Tevbe, mutlak olarak kabul olunur diyen âlimlerin bu görüşleri şu âyet-i kerimeyle çelişmektedir: ”Yoksa kötülükleri yapıp da, içlerinden birine ölüm gelip çatınca 'Ben şimdi tevbe ettim diyenler ile, kâfir olarak ölenler için (kabul edilecek) tevbe yoktur.' (Nisa: 18)

Bağavî tefsirinde der ki,: ”Âsinin tevbesi ve kâfirin imanı ölümle burun buruna geldiklerinde kabul olunmaz."

Bağavî'nin bu ifadeden maksadı, insanın ölümle yüzyüze gelmesi ve artık can çekişme durumuna geçmesidir. Yoksa meseleyi tahkik eden âlimlerin dediği gibi ölüm, tevbenin kabul edilmesine engel değildir. Tam tersine tevbenin kabulüne engel olan zorunlu bir biçimde Allah'a dair bilginin hasıl olduğu o ahvali müşahede anıdır.

Yüce Allah'tan bizleri iman gücü ile desteklemesini, akıllarımızı Kur'an'ın nuru ile aydınlatmasını, hepimizin akıbetini hayırlara erdirmesini, bizlere hoşnutluğunu müjdeleyerek cümlemizi selâmet yurdu olan cennete dahil eylemesini dilerim. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'adır.

Allah'ın yardımıyla Mü'min Sûresi'nin tefsiri sona erdi.

0 ﴿