FUSSILET SÛRESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur, 54 âyettir.

1

Hâ. Mîm. Bu ifade mahzuf (gizli) bir mübtedanm (öznenin) haberidir. (Yüklemidir.) Buna göre cümle şu şekildedir: Bu sûre Hâ. Mîm adında bir sûredir. Bu sûrede Kitap zikredilir ve Allah'ın âyetleri hakkında tartışmaya girişenlere cevap verilir. Allah'ın âyetlerine iman ve bunlar gereğince amel ve benzeri teşvikler vardır. Ya da cümlenin takdiri şu şekildedir: Bu harfler (Hâ. Mîm.), Rahman ve Rahîm olan Allah katından indirilmedir. Cebrail (aleyhisselâm) bunları Yüce Allah'ın katından indirmiştir.

2

(Bu sûre) Rahman ve Rahîm olan LİMah) katından indirilmiştir. Burada yer alan ”indirilmiştir" kelimesi yukarıdaki haberden sonra ikinci bir haber (yüklem) dir. Çünkü mastar olan ”tenzil" (indirmek) zikredilip, bununla ism-i meful (indirilmiş) kastedilmesi meşhurdur. Meselâ ”hâze'd-dirhemu darbu'l-emîri" denir ki, bunun mânâsı; bu dirhem emir tarafından basılmıştır, demek olur.

Sûrenin indirilmiş olmasının anlamı Allahü teâlâ'nın onu Levh-i

Mafûz'da yazmış olması, Cebrail'e bu kelimeleri korumasını emretmesi, sonra da Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a indirmesi ve Cebrail’in onu peygambere vermesi demektir. Bu kelimelerin mânâsının ne olduğu Cebrail’in inmesi vasıtasıyla anlaşılınca işte bu olaya ”tenzil" (indirilme) ismi verilmiştir. Burada ”Rahman ve Rahîm katından" ifadesi, ”indirilme" fiiline bağlıdır ve bu ifade, ”tenzil" kelimesinin sonundaki tenvinin (iki ötre) ifade etmiş olduğu anlam, Yüce Allah'ın zâtının azametini pekiştirmektir. İndirilme fiilinin Rahman ve Rahîme nispet olunması Kuranın dinî ve dünyevî maslahatların odak noktası olduğuna işaret etmek ve onun Rabbani rahmetin gereğine göre vâki olduğunu vurgulamak içindir. Çünkü rahmeti bol olan Allah tarafından indirilen bir Kitab'ın bütün maslahatları hayata geçiren bir Kitap olması kaçınılmazdır.

3

Âyetleri, bilen bir kavim için kendi dilleri üzere inmiş olmasından dolayı mânâlarını bilen Arap kavmi için

Arapça bir Kur'an olarak açıklanmış bir Kitap'tır. Burada yer alan ”kitaptır" ifadesi, bir diğer haberdir (yüklemdir.) Bu kelime ”keth" mastarından türeme olup mânâsı, bir araya getirmek demektir. Buna Kitap denmesi, içerisinde öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini biraraya getirmiş olmasından dolayıdır. ”Âyetleri... açıklanmış"tan maksat, âyetleri içinde emir, yasaklama, helâl, haram, vaad, tehdit, kıssalar ve tevhid beyan edilmiştir, demektir.

er-Râğıp, ”(Bu sana indirilen) hikmet sahihi (Allah) tarafından âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da açıklanmış bir Kitaptır." (Hûd: 1) âyeti hakkında der ki,; bu âyet ”...Biz bu Kitabı sana her şey için bir açıklama ve bir hidayet ve rahmet kaynağı olarak indirdik." (Nahl: 89) âyetine işaret etmektedir," der.

İnsaf edip düşünen kimse bilir ki, insanların elinde, çeşitli ilimleri içinde toplayan Kur'an gibi bir Kitap yoktur.

"Arapça Kur'an" ifadesi, medih, övgü ifade etmektedir. Yani âyetleri açıklanmış bu Kitapla ben Arapça Kur'an'ı kastediyorum, demektir. Ya da bu ifade ”Kitap" kelimesinden haldir. Bu taktirde Arapça Kur'an olarak açıklanmış bir Kitaptır demek olur. Kur'an Arapça değil, yabancı dildedir diyen kimse küfre girer. Çünkü bu ifade Yüce Allah'ın ”Arapça Kur'an" ifadesine aykırıdır. Kur'ân'ın içinde Arapça olmayan Arapçalaşmış kelimenin bulunması, onun Arapça Kur'an olma sıfatını değiştirmez. Çünkü itibar, ekseriye ve çoğadır. Meselâ ”kıstas" kelimesi böyle Arapçalaşmış yabancı bir kelimedir. Bu kelime Rumca olup mânâsı mîzan, terazi demektir. ”Siccîl" kelimesi de böyledir. Aslı Farsça olup Arapçalaştırılmıştır. Bir başka örnek ”salavât" kelimesidir. Bu kelime Arapçaya İbraniceden geçmiştir. İbranicesi ”salûtâ" dır. ”Rakım" kelimesi Rumca olup köpek manasınadır. ”Tür" ise Süryanice olup dağ manasınadır.(1)

4

(Bu Kitap) kendisini tasdik edip değerini bilene ve hakkını edâ edene cenneti

müjdeleyici ve kendisini yalanlayanı, değerini bilmeyeni ve hakkını yerine getirmeyeni cehennem ateşi ile

uyarıcıdır. Onların çoğu Kur'an kendi dillerinde inmiş olmasına rağmen onun üzerinde düşünmekten

yüzçevirmiştir... Burada ”onlar" zamiriyle işaret edilenler, Mekke'lilerdir veya Araplardır ya da müşriklerdir. İleride gelecek olan ”...Ortak koşanların (müşriklerin) vay haline!" (Fussilet: 6) âyet-i kerimesi buna delâlet etmektedir.

Artık düşünme ve tefekkür kulağıyla

dinlemezler. Dinlemezler ki, Kur'an'ın değerinin yüceliğini anlasınlar da ona iman etsinler.

Tevrat'ta Allahü teâlâ şöyle söylemektedir: ”Ey kulum! Benden utanmaz mısın? Zira sana bazı kardeşlerinden bir mektup geliyor ve sen yolda yürürken yoldan sapıyorsun. O mektubu okumak için oturuyor, okuyor ve harf harf üzerinde düşünüyorsun ki, içindeki hiçbir mânâyı kaçırmayasın diye. Bu da Benim Kitabımdır, onu sana indirdim. Kitabıma bak, orada sana nice sözler açıkladım ve nice sözleri tekrar ettim. Bunların uzunluğunu ve genişliğini düşünesin diye. Sonra sen Benim Kitabımdan yüzçeviriyorsun. Acaba Ben senin nazarında kardeşlerinin herhangi birisinden daha mı değersizim? Ey kulum! Herhangi bir kardeşin sana gelince bütün güleryüzünle ona yöneliyorsun. Söylediği söze bütün kalbinle kulak veriyorsun. Eğer biri konuşurda onu dinlemekten seni meşgul ederse, işaret ederek onu susturursun. Oysa işte Ben sana yöneliyorum, seninle konuşuyorum ve sen bütün kalbinle Benden yüzçeviriyorsun. Sen Beni kardeşlerinden herhangi birinden daha hakir mi kılıyorsun?"

5

Ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) müşrikleri imâna ve Kur'an'ın ahkâmına göre amele davet ettiği zaman onlar

dediler ki,: 'Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Burada yer alan ”ekinne" kelimesi, ”kinân" kelimesinin çoğulu olup içinde herhangi bir şeyin saklandığı, muhafaza edildiği örtü demektir. Buna göre müşrikler demiş oluyor ki,: ”Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kesif ve yoğun bir örtünün içindedirler. Bir başka ifadeyle bu örtü senin bizi davet ettiğin ve bize getirmiş olduğun şeyi anlamamıza engel oluyor." Burada müşrikler kalplerini, üzeri kendisini çepeçevre kuşatan bir örtüyle kuşanmış şeye benzetmektedirler. Artık üzeri kapalı olan bu nesneye hiçbir şey isabet edememekte ve böylece kendileri hakkı idrak etmekten ve buna inanmaktan uzaklaşmaktadırlar.

Müftî Sa'dî der ki,: ”Bu âyet-i kerimede fi kelimesi gelirken, Kehf sûresinde 'alâ' kelimesi kullanılmıştır. (2) Çünkü bu âyet-i kerimede maksat, onların kabul etmeyişleri noktasında mübalâğa yapmaktır. 'Ekinne' öyle bir örtüdür ki, kalbin üzerini kuşatıp örttüğü zaman tıpkı bir zarfın, içindeki nesneyi kuşatması gibi sarar ve artık o nesneye herhangi bir şeyin ulaşması mümkün olmaz. İşte bu mübalağa 'alâ' kelimesinde yoktur. Sonra Kehf sûresinde ifade, azameti vurgulamak için sevkedilmiştir. Buna uygun olan da isti'lâ edatı olan 'ala harfinin getirilmesidir. ”

2- Müfessir, bu ifadesiyle, Kehf süresindeki şu âyet-i kerimeye işaret etmektedir: ”...Biz onların kalplerine, bunu anlamalarına engel olan bir ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik. Sen onları hidayete çağırsan da artık ebediyyen hidayete eremeyeceklerdir." (Kehf: 57)

Kulaklarımızda da bir ağırlık, sağırlık

vardır. el-Kâmus'ta denir ki,: ”Arapçada 'vakr', kulaktaki ağrılık ve işitme duyusunun tamamen gitmesi demektir." Müşrikler kendi işitmelerini ve kulak vermelerini sağır olan bir kulakla işitmeye benzetmişlerdir. Şu açıdan ki, kulakları hakkı kabul etmeyip dışarı atmakta ve hakkı işitmeye meyletmemektedir.

Bizimle senin aranda büyük ve kalın

bir perde, örtü

bulunmaktadır. Bu perde ve kaim örtü bizim sana ulaşmamıza ve anlaşmamıza engel olmaktadır. Müşrikler burada kendilerinin Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile olan durumlarını, aralarında büyük bir perde bulunan iki şeyin haline benzetmişlerdir. Bu perde o iki şeyden birinin diğerine bitişmesine, onu görmesine ve ona uyumlu olmasına mani olmaktadır. Müşrikler burada sadece üç azalarından sözetmektedir. Bunlar kalp, kulak ve gözdür. Bunlardan ”kalp" marifetin, bilginin yatağıdır. ”Kulak" ve ”göz" bilgi elde etmeye araç olan nesnelerin en güçlüsüdür. Bu üç organ şayet perdeliyse bu, perdenin bulunmasından daha güçlüdür. Böyle bir durumdan Allah'a sığınırız.

O halde sen dinine uygun olarak istediğini

yap, çünkü" biz de dinimiz gereğince

yapıyoruz.'

6

De ki,: 'Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor. Bir başka ifadeyle; sizin bir tek ilâhınız vardır. Ondan başka ilâhınız yoktur. Bu ifade müşriklerin söylemiş oldukları sözlere cevabı telkin etmektedir. Bir başka ifadeyle Rasûlüllah'a şöyle cevap vermesi bildirilmektedir: Ben sizin cinsinizden başka bir cinsten değilim ki, benimle aranızda bir perde ve uzaklık olsun ve bu uzaklık da sizin ”O halde sen istediğini yap, çünkü biz de yapıyoruz" ifadenizin işaret ettiği üzere amellerimizin ve dinlerimizin birbirinden ayrı olmasına yolaçsın. Tam tersine ben de sizin gibi bir insanım. Size emrolunan neyse bana da emrolunan aynı şeydir. Nitekim hepimize birden tevhid inancı haber verilmiştir.

Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) der ki,: ”Allahü teâlâ Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, ”Ben de ancak sizin gibi bir insanım" ifadesiyle tevazuyu (alçak gönüllülüğü) öğretmektedir. Bu sebeple Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hastaları ziyaret eder, cenazeye katılır, merkebe biner, kölenin davetini kabul eder giderdi. Kureyza ve Nadîr oğulları muharebesinde yuları ve semeri liften yapılmış bir merkebe binmişti."

Artık O'na yönelin. Bu cümle de Rasûlüllah'a telkin edilen cümlelerdendir. Cümlenin başındaki ”fa kelimesi daha önce geçen ve vahdaniyeti ifade eden cümleden sonra bu tavsiyenin getirilmesi arasında bir sıralamayı ifade etmektedir. Çünkü vahdaniyet onların tevhid ve amellerinde ihlâsla Allah'a yönelmelerini gerektirir. Ayetin deyimiyle ”istikamet" bir tek cihet üzerinde devam etmek demektir.

Taşıdığınız kötü inanç ve yaptığınız amellerden dolayı

O'ndan mağfiret dileyin. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurur ki,: ”Dosdoğru olunuz, fakat bunu asla başaramayacaksınız." (3) Yani her şeyde sapmamacasma asla doğru olamazsınız. Ve yine: ”Beni Hûd ve benzeri sûreler kocattı." (4) buyurmuştur. Çünkü bu sûrede ”dosdoğru ol" emri vardır.

Ortak koşanların vay haline!' Âyette geçen ”veyi" şiddetli azap demektir. Bu ifade, onları tevhide teşvik ettikten sonra şirkten kaçmdırmakta ve uzaklaştırmaktadır.

7

Onlar zekâtı vermezler. Zekâtın farz olduğuna iman etmezler ve onu vermezler.

Âhireti öldükten sonra dirilmeyi, sevabı ve cezayı

inkâr edenler de onlardır. Burada ”hum" (onlar) zamirinin bir cümlede iki kez ifade edilmesi te'kid, pekiştirme içindir. Bu son cümle, ”vermezler" fiili üzerine matuf olup, müşriklerin ikinci sıfatları olmaktadır. Birinci cümlenin fiil cümlesi, ikincisinin isim cümlesi olması zekât vermemenin durmadan yenilenmesinden, kâfirliğin de sürekli olmasından dolayıdır. (3)

Şâfiîler derler ki,: ”Müşrikin müşrik olması ve zekâtı vermemesi dolayısıyla tehdit edilmesi gösteriyor ki, müşrik o haldeyken zekât verme emrine muhataptır. Çünkü muhatap olmasaydı zekât vermediği için âyette yer alan tehdide muhatap olmazdı. Madem ki, zekât verme emrine muhataptır, o halde müşrik İslamın diğer fer'î emirlerine de muhataptır. Çünkü müşriklerin sadece zekât vermeye muhatap olduklarını, diğer fürû ahkâmdan mes'ui olmadıklarını söyleyen âlim yoktur. Şu halde bütün fürû ahkâmı yapmadıkları için azap görürler."

Bizim Irak'lı mezhep imamlarımız da (Hanefiler) bu kanaattedirler.

Bu iki mezhebin dışında diğer âlimler müşriklerin bu gibi emirlerin vacip oluşuna itikadla muhatap oldukları, fürû ile ilgili ahkâmı uygulama vücûbiyeti altında olmadıkları kanaatine varmışlardır. Şu halde bu âlimlere göre onlar usul kitaplarında ayrıntılarıyla açıklandığı üzere farziyete inanmadıkları için azap göreceklerdir.

Bizim mezhep âlimlerimizden, müşrikler önce Müslüman olmak şartıyla fürû ahkâmdan da sorumludur. Tıpkı bir Müslümanın önce abdest alarak namaz kılmaktan mes'ui olduğu gibi diyenler olmuştur.

Ebussuûd tefsirinde der ki,: ”Yüce Allah müşrikleri, zekâtı vermemekle vasıflandırmıştır. Bunu zekâtı vermeme fiilinden kaçındırmak ve korkutmak için yapmıştır. Zira zekât vermemeyi müşriklerin sıfatlarından kılmış, ayrıca bu sıfatı âhireti inkâr etme sıfatıyla yanyana zikretmiştir. Çünkü görüleceği üzere zekât vermemenin peşinden ”Âhireti inkâr edenler de onlardır," buyurmuştur. Zekât, İslâmm köprüsüdür, kim o köprüyü geçerse kurtulur, geçmezse helak olur denilmiştir."

İbnü's-Sâib der ki,: ”Müşrikler kâfir oldukları halde hac edip umre yapıyorlar, mallarının zekâtını ise vermiyorlardı."

8

Şüphesiz iman edip iyi iş yapanlar için başa kakılmayan bir mükâfat vardır. Yani kendilerinin başlarına kakılmayan bir mükâfat vardır. Bir başka ifadeyle Allah, iman edip salih amel işleyenin basma bu nimeti kakıp da onun bundan dolayı hoşnutluğunun bulanmasına yol açmaz, demektir. ”Minnet", aslında ağır bir nimet demektir. Bu nimeti veren kimse verdiği kişiden karşılığında herhangi bir ücret istemez. İşte bu kelime daha sonra başa kakma anlamında kullanılmıştır. Bir başka ifadeyle başa kakma anlamına gelen ”imtinân" nimeti saymak demektir. Yüce Allah'ın âhirette kullarına verecek olduğu bütün şeyler O'nun bir ihsanı ve ikramıdır. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat'e göre Yüce Allah'ın kullarına verecek olduğu nimetlerden hiçbirisini vermesi, üzerine vacip değildir. Verilen nimetleri başa kakmak her ne kadar sahih ise de Allahü teâlâ bunu kendisinin bir ihsanı ve ikramı olarak yapmaz.

"Gayru memnun" ifadesi, âhirette ardı arkası kesilmeyen mükâfat ve sevap anlamına da gelebilir. Ya da ”ğayru memnun" Yüce Allah'ın ”...Yalnız sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir." (Zümer: 10) âyet-i kerimesinde olduğu gibi hesapsız anlamına da gelir.

Kâmus'ta denir ki,: ”Ecrun ğayrü memnun" demek hesapsız, ya da ardı arkası kesilmeyen mükâfat demektir.

9

De ki,: 'Gerçekten siz yeri iki günde yaratanı yeryüzünün varlık âlemine gelmesini takdir edeni, bir başka ifadeyle yeryüzü varlık âleminde yer alacak diye hüküm vereni

inkâr edip O'na ortaklar mı koşuyorsunuz? Bu ifade onların inkârlarını hoş görmeme ve çirkin olduğunu vurgulamadır. Fiilin başındaki ”lâm" harfi hoş görmemeyi pekiştirme ifade etmektedir.

"İki gün" ifadesi Aynıı'l-Maânîye göre yavaş ve teenni ile hareket etmeyi öğretme amacı gütmektedir. Bunun yanında yaratılmış olan nesnelerin zayıf olabilecekleri yolundaki şüpheyi gidermeyi de amaçlamaktadır. Bu yaratılan şeyler, yokluktan varlık âlemine çıktıkları esnada meleklerin, bunların haber verilmesi esnasında da kulların ibret alması içindir. Oysa bütün mahlûkatı hiç süre geçmeksizin bir anda yaratması mümkündür.

"Ortak koşma" fiili, inkâr etme fiiline atfedilmekte, aynı azarlama ve hoşgörmeme hükmüne dahil edilmektedir. ”Endâd' (ortaklar) kelimesinin çoğul yapılması gerçek hayattaki durum böyle olduğu içindir. Yoksa Allahü teâlâ'nın kınamasının sebebi ortakların birden çok olması dolayısıyla olduğundan değildir. ”O'na ortaklar mı koşuyorsunuz?" ifadesi Allah'a ilâhlardan birtakım ortaklar, benzerler vasfediyorsunuz. Oysa O'nun ortaklar bir yana bir tek ortağı bile yoktur, demek olur.

Allahü teâlâ Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklerin yaptıklarını iki noktadan hoş görmemesini emretmektedir:

Birincisi, Allahü teâlâ'nın zâtını ve sıfatlarını tanımamaları sebebiyle inkâr etmeleridir. Nitekim onlar Allah'ı bir cisim gibi tasavvur ederek, karısı ve çocuğu olduğunu söyleyerek, ölüleri diriltemeyeceğini, insanlardan peygamber göndermeyeceğini ifade ederek inkâr etmişlerdir.

İkincisi, Allahü teâlâ'nın ortakları ve benzerleri olduğunu söylemişlerdir. Ayette önce Allah'ın inkâr edilip, daha sonra O'na ortaklar koşmaya çalışmak bir çelişkidir. Aynı şekilde birinin diğerine zorunlu olarak atfedilmesi de aykırıdır.

O, yeryüzünü iki günde yaratan azîmü'ş-şân

âlemlerin Rabbidir.' Sadece yeryüzünün değil, bütün varlıkların yaratıcısı ve idare edicisidir. O halde yamuklarının içinde en değersizi nasıl olur da O'nun ortağı ve eşi olabilir?

10

O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi, Burada yer alan ”revâsiye", sabit dağlar demektir. ”Min fevkihâ" ifadesi yeryüzünde sabit ve yükselen dağlar anlamında ”dağ" kelimesinin sıfatıdır. Dağlar yeryüzünde yükseltilmiştir ki, faydaları bunu araştıranlar için belli olsun ve onlara bakan, içlerindeki ilâhî kudrete delâlet yönlerini görebilsin. Çünkü aslında yeryüzünde sabit olan dağlar yeryüzünü bir tarafa meyletmekten korumazlardı. Eğer bunlar yerin altında herhangi bir odanın ortasındaki sütun, ya da yere çakılmış bir çivi gibi olsalardı ancak o zaman yeryüzünü meyletmekten korurlardı.

Orada yeryüzünde hayrını çoğaltmak suretiyle

bereketler yarattı. Çeşitli canlıları ve; onların yararlandığı çeşit çeşit bitkileri tohumdan veya başka yolla üretmek suretiyle yeryüzünün hayrını çoğalttı.

Ve orada tam dört günde yerzünün

gıdalarını takdir etti. Bu, soranlar için bir açıklamadır. Burada yer alan ”ekvât" kelimesi, ”kut" kelimesinin çoğuludur. Kût, insanı ölmekten koruyan ve vücudunu hayatta tutan rızık anlamınadır. Bu kelimeden türeme ”mukît" herkese rızkım verebilecek güçte plan demektir.

Zemahşerî'nin belagatında: ”İzâ hassaltuki yâ kütü, hâne aleyye'd-dürrü ve’l-yâkutu" denmektedir. Mânâsı;

Sen oldun mu ey kût (azık), Önemsiz bana inci ve yakut.

Bu açıklamalara göre âyetin mânâsı şudur: Allahü teâlâ gelecekte yeryüzünde yaşayan çeşitli varlıkların kendilerine uygun olan rızıklarını hikmetinin gereğine uygun biçimde ve belirli bir miktarda var etmeye hükmetmiştir. Âyette yer alan ”akvâtehâ" (yeryüzünün azıkları) ifadesi, yeryüzünde yaşayanların rızıkları demektir. Bir başka ifadeyle Allahü teâlâ yeryüzünde yaşayanların rızıklarını takdir etti demek olur.

Bazı âlimlere göre, Allah katında her mahlûkatın kendine mahsus bir rızkı vardır. Bu rızıklar Yüce Allah'ın katından inerek yeryüzünde mahlûkatın önüne çıkar. Bu öyle bir yerküredir ki, itaatkârlara mabed, gafillere de uyuklama yeri olarak yaratılmıştır.

"Dört gün" ifadesi, yukarıda zikrolunan yeryüzüne dağları yerleştirme ve mahlûkatın rızkını takdir etme fiilleri ile ilgilidir. Yüce Allah yeryüzünün vücuda gelmesini -ileride geleceği üzere- iki günde, Salı ve Çarşamba günlerinde takdir etmiştir. ”Dört gün" denmesi yukarıda sayılan şeylerin tamamının dört gün içerisinde yaratıldığını belirtmek için söylenmiştir. Çünkü daha önce geçen iki günle sayı dört güne çıkmaktadır.

Burada sanki şöyle söylenmektedir: Dağların dikilmesi, rızıkların takdir edilmesi ve yeryüzünde birtakım hayırların çoğaltılması, yeryüzünün iki günde yaratılmasından sonra kalan iki günde takdir olunmuştur. Yoksa bu sözü zahiri üzere yorumlamak mümkün değildir. Bir başka ifadeyle yeryüzünün iki günde yaratıldığını ve içindekilerin de dört günde meydana getirildiğini, böylece yaratılışın toplam olarak altı gün aldığını söylemek mümkün değildir. Çünkü sabittir ki, semalar da iki günde yaratılmıştır. O zaman bu hesaba göre yeryüzünün, içindekilerin ve semaların yaratılışının sekiz günü aldığını söylemek icab edecektir. Oysa gerçek bu değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de tekrar tekrar ifade olunduğu üzere bunların hepsi altı günde yaratılmıştır. ”Sevâen" kelimesi de katıldığında âyetin mânâsı; eksiği ve fazlası olmadan tam dört günde yeryüzünü yarattı ve gıdalarını takdir etti, demek olur.

"Soranlar için" kelimesi gizli bir soruya bağlıdır. Yani yeryüzü ve içindekiler kaç günde yaratıldı diye yeryüzünün yaratılış süresini soranlar için, demektir. Buradaki ”soru", bilinmeyen bir şeyi sorup öğrenerek bilmeyi ifade etmektedir. Kelimenin başındaki ”lâm" ise beyan ifade etmektedir, ya da ”soranlar için" kelimesi, ”takdir etti" fiiliyle ilgilidir. Buna göre mânâ: ”Orada tam dört günde yeryüzünün gıdalarını soranlar için takdir etti," şeklinde olur.

11

Sonra duman halinde olan göğe yöneldi. Yüce Allah gıdaların takdirinin nasıl olduğunu beyan ettikten sonra bu noktadan itibaren yaratmanın nasıllığım beyana başlıyor. Önce yeryüzünün ve içinde bulunan canlıların beyan edilmesi, Yüce Allah'ın emrine muhatap olan kişilere itina göstermesinin ve kendileri daha yaratılmadan önce geçim vasıtalarının takdir edilmesinin kendilerini imana sevkedeceğinden ve inkârdan, azgınlıktan alıkoyacağından olsa gerektir.

Âyetin deyimiyle ”istiva" eğriliğin zıddıdır. Arapçada ”istevâ el-ûdu" denir ki, odun dosdoğru oldu demektir. Ancak âyetin içinde yer alan bu kelime, burada yönelme anlamınadır. Buna göre âyetin mânâsı: Allah sonra iradesi ve dilemesiyle dosdoğru semaya yöneldi, onların yaratılışına benzeyen başka bir şeyi yaratma iradesi olmaksızın doğrudan doğruya semaya yöneldi demek olur. Arapçada herhangi bir kimse başka bir hedefe sapmaksızın doğrudan doğruya bir noktaya yöneldiğinde ”İstevâ ilâ mekâni keza ke's-sehmi'l-mursel" (Filan mekâna yayından çıkmış ok gibi yöneldi) derler. Burada ”sümme-sonra" ifadesiyle yukarımızda bulunan nesneleri yoktan var etmeye Yüce Allah'ın ne kadar önem verdiği de ortaya çıkmaktadır. ”Duman halinde olan" demek, sema duman halinde iken demektir. Âyette yer alan ”duhân" kelimesi hararetle birlikte havaya yükselen lâtif yeryüzü parçacıkları demektir.

el-Müfredat'ta ”duhân" ateş alevine eşlik eden buhar ve duman demektir. ”Buhar", suların sathından yükselen ışık zerreleriyle birlikte havaya çıkan rutubetli su parçacıkları demektir. Buna göre âyetin mânâsı; sonra o duman halinde olan göğe yöneldi, demek olur. Bir başka ifadeyle ateşten yükselen duman gibi sayılan karanlık göğe yöneldi, demektir. Bu ifade teşbîh-i beliğ kabilinden bir ifadedir. Dumana sema denmesi, daha sonra alacak olduğu şekil itibariyledir.

er-Râğıb, ”Duman halinde gök" ifadesi hakkında şöyle der: ”Sema tıpkı duman gibiydi. Böylece Yüce Allah işaret ediyor ki, sema henüz birbirini tutan dinamiklere kavuşmamıştı. Semanın ilk oluşumu kapkaranlık olunca ona duman ismi verilmesi uygun düşmüştür. Bu isim verilirken sema parçacıklarının birbirine bitişik olmaması ve duman gibi ışıksız ve darmadağınık parçalara sahip olması açısından dumana benzediği içindir. Çünkü dumanın da henüz terkip halinde bir biçimi yoktur."

Bazı âlimlere göre: ”Duman halinde olan gök" tabirinden maksat, sudan yükselen duman, yani gök, duman gibi su buharıdır, demektir.

Ona semaya

ve yoktan varoluşunu ve içindekilerin varlık dünyasına gelişini takdir ettiği

yerküreye: 'İsteyerek veya istemeyerek gelin,' dedi. Her biriniz muayyen bir şekilde takdir edilmiş bir vakitte bir tek oluşla meydana geliniz, dedi. Bu oluş Yüce Allah'ın iradesinin, onların meydana gelişlerine fiilî bir bağlantıyla ilgilenmesinden ibarettir. Âyet metninde yer alan ”tavan, kerhen" (isteyerek, istemeyerek) kelimeleri hal makamında olup mastardırlar. ”Tav"' isteyerek boyun eğmek demek olup ”kerh" ise bunun zıddıdır. Buna göre Yüce Allah onlara demiş oluyor ki,; ya boyun eğerek ve isteyerek, ya da istemeyerek gelin. Bir başka ifadeyle, bunu ister isteyin, isterseniz istemeyin demektir. Bu ifade Allahü teâlâ'nın kudretinin kesin oluşunu ve yer ile göğün bundan kaçınmalarının imkânsızlığını temsil yoluyla anlatan bir ifadedir. İşte Yüce Allah'ın kudretinin kesinliği ve yeryüzüyle göğün bundan kaçınamayacakları kendilerine istemek ve istememek şeklinde bir muhayyerlik verilerek ifade edilmiştir. Aslmda bu muhayyerlik, iradesi, seçimi ve tercihi olan akıllıların vasıflarındandır. Yeryüzü ve gökyüzü, iradesi ve tercihi olmayan cansız varlıklar kabilindendir.

İkisi de: 'İstiyerek geldik' dediler. Bu ifadede yeryüzüyle gökyüzünün ilahî kudretten ne derece etkilendiklerini, kendilerine emrolunan emir gereğince ne kadar mükemmel meydana geldiklerini vurgulamaktadır. Ve yine bu ifade yeryüzüyle gökyüzünün mevcut durumlarının büyük ilâhî hikmete göre olduğunu anlatmaktadır. Çünkü ”tav"' (isteyerek) kelimesi bunu vurgulamakta, 'kerh" (istemeyerek) kelimesi de aksini işaret etmektedir.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir. ”Tâiîn" kelimesi erkek ve akıllı olan varlıkların çoğul yapıldığı bir siğadır (kiptir.) Acaba âyet-i kerimede neden lâfız göz önüne alınarak ”Tâiateyni" ya da mânâ dikkate alınarak ”Tâiâtin" denmemiştir. Çünkü burada kastolunan ”semâvat" (gökler) ve ”aradûne" (yeryüzleri) dir. Bu soruya cevabımız şöyledir: Yeryüzü ve gökyüzü bu âyette hitap ve cevap makamında gelmektedirler. Bunlar akıllı olan kimselerin vasıflarıyla vasfedilince kendilerine aklı başında kimselere yapılan muamele yapılmış ve mânâları birden çok olduğu için çoğul yapılmıştır. Bunun benzeri Yusuf (aleyhisselâm)'un hikayesinde yer alan ve onun ağzından çıkan ”sâcidîne" ifadesidir. Nitekim Yusuf (aleyhisselâm) orada şöyle demekteydi: ”Bir zamanlar Yusuf, babasına demişti ki,: Babacığım! Ben (rüyamda) on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederlerken (sâcidîne) gördüm." (Yûsuf: 4)

et-Te'vîlât en-Necmiyye'de şu ifadeler yer alır: ”Burada Yüce Allah işaret ediyor ki, mükemmel kudreti sayesinde malum olan gökyüzünü ve mâdûm (yok) olan yeryüzünü dile getirip konuşturmuştur. Bunu onlara yapmış olduğu: ”İsteyerek veya istemeyerek gelin" şeklindeki hitabını onlara işittirdikten sonra yapmış ve kendilerine ”İsteyerek geldik," cevabını verdirmiştir. Bu kelimelerin başta müennes lafzıyla zikredilmeleri müennes ve mâdûm (yok) oluşlarından, sonunda da müzekker lafzıyla ifade edilmeleri Yüce Allah'ın kendilerini diriltmesinden, onlara yok oldukları halde akıl vermesinden ve tıpkı akıllılar gibi ”İsteyerek geldik," sözleriyle cevap verdirmesinden dolayıdır."

12

Böylece onları iki günde yedi gök olarak yarattı. Bu âyet-i kerime, bir önceki âyette mücmel (özet) olarak belirtilen semanın yoktan varedilişini tefsir etmekte ve ayrıntısıyla açıklamaktadır. Görüleceği üzere bir önceki âyette bu mücmellik kendilerine emir verilmesi ve onların da cevabı şeklinde ifade olunmuştu. Buna göre âyetin mânâsı, Allahü teâlâ onları yedi sema halinde yarattı, demek olur. Ya da yedi sema cihetinden benzersiz bir yaratışla yarattı ve yaratılışlarını hikmetinin gereği olarak herhangi bir noksan olmaksızın ve deliksiz bir biçimde sapasağlam yaptı demek olur. ”İki gün" ifadesiyle kastedilen, iki gün ile takdir olunan vakitte demektir. Bu iki gün, Perşembe ve Cuma günleridir. Allahü teâlâ semaları Perşembe günü, semalardaki ayı, güneşi ve yıldızları Cuma günü yaratmıştır.

Yüce Allah yeryüzünün ne kadar zamanda yaratıldığını ve yeryüzündeki varlıkların ne kadar zamanda yoktan var edildiğini, onların takdir edildiğini ifade ederken belirtmiştir. Şu halde tamamının yaratılışı Kur'an-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde işaret olunduğu üzere altı gündür.

Ve her göğe görevini vahyetti. Bu cümle yukarıda geçen yarattı fiili üzerine atfedilmiştir. ”İyhâ" (vahyetmek), emir gibi yaratmaktan ibarettir. Önce geçen, yarattı fiili, nasıl vakitle kayıtlıysa bu da öyle kayıtlıdır. Buna göre âyetin mânâsı; Allahü teâlâ herbirinde mevcut olan melekleri, yıldızları ve diğer sayısını ancak Allah'ın bilebileceği cisimleri yarattı, dilediğini ortaya çıkardı ve herb irindeki canlılara emirlerini verdi. Kendilerine uygun olan mükellefiyetle onları mükellef kıldı, demek olur.

Ve Biz yakın semayı kandillerle kandil gibi geceleyin ısıtan yıldızlarla

donattık. Bakan kimse bütün bunların en alçak semada parladıklarını görecektir. Burada ”mesâbîh" kelimesinden maksat. Yüce Allah'ın semalarda sabit ve gezegen olarak yaratmış olduğu ışık veren bütün yıldızlardır. Çünkü biz bütün yıldızları tutuşturulmuş birer kandil gibi görmekteyiz. Bazılarına göre her semada ışık veren yıldızlar vardır. Bazılarına göre ise yıldızlar sadece dünya semasına mahsustur.

Ve bozulmaktan da koruduk. Yani dünya semasını âfetlerden ve kulak hırsızlığı yapanlardan koruduk, demek olur. Kulak hırsızlığı yapanlardan maksat, bir şeyler dinleyip kaçmak üzere semaya yükselen şeytanlardır. Bunların ardından yıldızların ateşinden oluşan ve onlardan kopan alev atılır. Yoksa şeytanlara bizzat yıldızların kendisi fırlatılmaz. Çünkü yıldızlar kendi yörüngelerinde sabit cisimlerdir. Şeytanların ardından fırlatılanlar ise ateşten koparılmış birer alev parçasından ibarettir. Oysa geride kalan ateş kütlesi kendi hali üzere durmakta, miktarından hiçbir şey eksilmemektedir.

İşte ayrıntılarıyla anlatılanlar

bu azîz ve alîm olan kudreti sonsuz

Allah'ın takdiridir. Çünkü Yüce Allah'ın her mahlûkat üzerinde sonsuz kudreti vardır. O'nun ilmi de sonsuzdur, her şeyi kuşatacak sonsuz bir ilme sahiptir. Âyet-i kerimede yeryüzünün yaratılmasıyla gökyüzünün yaratılması arasında bir tertip (sıralama) olduğuna dair bir işaret yoktur. Tertip sadece ”takdir" (gıdaları takdir etme) ile ”icâd" (yoktan var etme) fiili arasında vardır.

"Yaratma" ve onun üzerine atfedilen üç fiil (dağların yerleştirilmesi, yeryüzündekilerin rızıklarının takdiri, sonra semaya yönelme) zahirî mânâlarına alınacak olursa bu taktirde önce yeryüzü ve içindekiler, sonra da gökyüzü ve içindekiler yaratılmış olur ve buna göre arada tertip (sıralama) mümkündür. Müfessirlerin ekserisi de bu görüşü benimsemişlerdir. Bakara süresindeki ”O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı, sonra semaya yöneldi..." (Bakara: 29) âyet-i kerimesi de bu görüşü desteklemektedir.

Bazılarına göre yeryüzünün yaratılması semaların yaratılmasından daha öncedir. Fakat yeryüzünün elips haline getirilmesi ve içinde bulunanların yaratılması daha sonradır. Zira Yüce Allah: ”...Ondan sonra da yerküreyi döşedi (elips haline getirdi.)" (Nâziât: 30) buyurmaktadır. Tabi bu anlam, âyette geçen ”sümme" kelimesinin zaman açısından sonralık ifade etmesi takdirine göredir. Buna karşılık aynı kelime zaman açısından aralığı değil de daha aşağıdan daha yukarıya doğru bir yükselmeyi ve mertebe farklılığını ifade eder denecek olursa bu taktirde semaların yaratılışı yeryüzünün ve içinde bulunanların yaratılışından daha önce olmuş olur. Nitekim müfessirlerin ekserisi bu görüşe meyletmişlerdir. Bu durumda birinci şekilde olduğu gibi âyet-i kerimede bu iki unsurun yaratılışı arasında bir tertip olduğuna dair herhangi bir işaret yoktur.

Şeyh Nîsâbûrî der ki,: ”Yüce Allah yeryüzünden önce semayı yarattı ki, kendi fiilinin mahlûkatın fiillerine benzemediği ve onların fiillerinin aksine olduğu bilinsin. Çünkü O, önce tavanı, sonra temeli yaratmıştır. Semayı kudretine ve mükemmel yaratmasına delâlet etsin diye direksiz yaratmıştır."

Rivayete göre Allahü teâlâ Pazar ve Pazartesi günü yeryüzünün kütlesini yaratmış, Salı ve Çarşamba günü de dünyayı elips haline getirmiş ve içinde bulunanları yoktan var etmiştir. Gökteki ve içindekileri Perşembe günü yaratmıştır. Cuma günü ise günün en son anında Âdem’i yaratmıştır. Bu öyle bir andır ki, kıyamet de o anda kopacaktır. Cuma gününe bu ismin verilmesi mahlûkatın biraraya gelmesinden ve tamamlanmasından dolayıdır. Allahü teâlâ Cumartesi günü hiçbir şey yaratmayınca İsrail oğulları o gün İbnü'ş-Şeyh’in Havâşiye'sinde işaret olunduğu üzere çalışmayı bırakmışlardır. Bu açıklamayla Müftî Sadî'nin söylemiş olduğu: ”Burada bir kapalılık vardır. Çünkü o gün, belirli bir gün değildir," sözüne cevap verilmiş olur.

İbn Atıyye der ki,: ”Kıssalardan ortaya çıkan şudur ki, Âdem’in yaratılmış olduğu Cuma gününden önce çok günler ve Cumalar geçmiştir. Yüce Allah'ın mahlûkatı yaratmış olduğu bugünler, günlerin ilkidir. Çünkü yeryüzünün, semanın ve güneşin yaratılmasıyla gün vücuda gelmiştir. Cuma gününün yaratılması konusunda bir hadis-i şerifte şu ifade yer alır: 'Cuma günü Yahudilere ve Hristiyanlara farzolunmuş bir gündür. Ancak onlar bugünü kaybetmişler, Allahü teâlâ sizlere Cuma gününü göstermiştir.' (6) Allah'ın Yahudilere ve

Hristiyanlara farz kılması demek, şu demektir: Onlara Cuma gününe tazim etmek ve o günde kendilerini ibadete vermek emrolunmuştur. Fakat Yahudiler kendiliklerinden Cuma yerine Cumartesiyi tercih etmişlerdir. Çünkü onlar Yüce Allah'ın gökleri, yeri ve bu ikisi içindeki yaratıkları yaratmasından dolayı istirahate çekildiği yedinci gün olduğunu iddia etmişlerdir. Onlara göre Cumartesinin yedinci gün olması haftanın ilk gününün Pazar günü olması ve bugünün yaratılışın başlangıcı olmasından dolayıdır. Tercih edilen görüşe göre yaratılışın başlangıcı Pazar günüdür. Bazılarına göre haftanın ilk günü lügat itibariyle Pazar günüdür. Fakat örfe göre ilk gün Cumartesidir. Yani Fıkıh bilginlerinin yemin konusunda ve başka bölümlerdeki örflerine göre ilk gün Cumartesidir. Hristiyânlar kendi kafalarından Cuma gününe bedel olarak Pazar gününü seçmişlerdir. Onlar da Pazar gününün Yüce Allah'ın mahlûkatı yaratmaya başladığı ilk gün olmasına binaen böyle söylemişlerdir. Bu görüş daha uygundur. Bir merfû hadiste şu ifade yer alır: 'Cuma günü günlerin efendisidir ve Allah katında en büyüğüdür. Bugün, diğer günlere göre Ramazan ayının öbür aylara olan fazileti gibidir. (Cuma gününde bir an vardır ki, o anda dualar kabul edilir.) Cuma günü içinde duanın kabul buyrulduğu an, Ramazan ayındaki Kadir gecesi gibidir.'“ (7)

Bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar: '"Leyletu'z-Zehrâ'da ve 'yevmu'l-Eğar'da (Zehra gecesi ve Eğar günü) bana çok salevât getiriniz. Çünkü salât-u selâmınız bana arzolunur ve ben de size duâ ederim, sizin için istiğfarda bulunurum ” (8) ”Leyletu'z-Zehrâ" tabirinden maksat Cuma gecesi, ”Yevmu'l-Eğar" teriminden maksat da Cuma günüdür.

13

Eğer onlar, Kureyş kâfirleri, bu beyandan yani göklerin, yeryüzünün, onların içinde bulunan cisimlerin yaratıldığına dair olan beyandan sonra imandan

yüzçevirirlerse onlara

de ki,: 'İşte sizi Âd ve Semûd'un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyarıyorum' ve korkutuyorum. Âyet metninde dili geçmiş zamanın kullanılması (uyardım), uyarının gerçekleştiğine delâlet etmek içindir. Bu uyarı, uyarıcının varlığını göstermektedir.

Âyet metninde yer alan ”saika" (yıldırım), yıldırım gibi etkisi çok şiddetli korkunç bir azap demektir. ”Saika" aslında gökten yere inen ve düştüğü yeri yakan ateş parçası (yıldırım) demektir. Burada istiare sanatıyla şiddetli azap anlamında kullanılmıştır. Şiddetli azapla yıldırım arasındaki benzerlik de şiddet ve korkunçluktur. Burada Yüce Allah şöyle demiş olmaktadır: Onlara de ki,: İşte sizi Ad ve Semûd'un başına gelen yıldırım benzeri bir yıldırıma karşı uyarıyorum. Artık sizin hakkınızda üzerinize azabın indirilmesinden başka herhangi bir çare kalmamıştır. Bu öyle bir azaptır ki, sizden önce inatçılık eden ve bunda direnen, bunun yanında Yüce Allah'tan onu ve rızasını talep etmekten yüzçeviren kimselere inen azaptır. Onlar yalanlamada, inkârda ve inatçılıkta sizlerin selefinizdir. Sizler onların yoluna girdiniz ve helak olmakta da onlar gibi olacaksınız.

Mukâtil der ki,: ”Âd ve Semûd kavmi amca çocukları idi. Mûsa ve Karun da amca çocukları idi. İlyas ve Elyesâ amca çocukları, İsa ve Yahya ise teyze oğulları idiler. Bu iki kabilenin burada özellikle zikredilmesi, Kureyşlilerin yazın ve kışın yaptıkları yolculuklarında geçtikleri yol üzerinde olmaları ve onların helaklerine dair izleri görmelerindendir."

14

Peygamberler onlara, önlerinden ve arkalarından gelerek: 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin,' dedikleri zaman: Onları hafife alarak:

'Rabbimiz peygamberler göndermeyi

dileseydi elbette melekler indirirdi. Onun için biz sizinle, sizin zannınıza göre

gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz' size ve getirdiklerinize inanmıyoruz

demişlerdi. Âyet-i kerimede ”rusül" (peygamberler) şeklinde çoğul ifade edildiğine göre zahir olan odur ki, bu ifade, tesniye (ikil) kelime yerine çoğul kullanılması kabilindendir. Çünkü Ad kavmine gelen Hûd, Semûd kavmine gelen de Salih (aleyhisselâm)'dir.

"Önlerinden ve arkalarından gelerek" ifadesi ile kastedilen her taraflarından gelerek demektir. Çünkü bu peygamberler her türlü irşad ve nasihat metoduyla bunları irşad etmeye çaba sarfetmişler bazan yumuşak, bazan şiddetli olmuşlar, zaman zaman teşvik etmişler, zaman zaman onları korkutmuşlardır. Burada ”önlerinden ve arkalarından" ifadesinden maddî ciheti ve kendilerini her yönden kuşatan mekânları anlamamak gerekir. Ya da geçmiş zamanda kâfirlerin başına gelen olaylardan uyarıyı, gelecek zamanda da âhirette kendilerine hazırlanan cezadan kaçınmayı anlamak mümkündür. Bu ibare ile çokluk da kastedilmiş olabilir. Nitekim Nahl süresindeki: ”...Ona rızkı her yerden hol hol gelirdi..." (Nahl: 112) âyet, bunun benzeridir. Bu açıklamaya göre âyet-i kerimedeki ”rusül" (peygamberler) kelimesiyle, önce geçmiş ve sonra gelen peygamberler kastedilmiş olur. Ya da peygamberlerin etrafa göndermiş oldukları elçiler de kastedilmiş olabilir. Çünkü az önce de işaret olduğu üzere gelen peygamber sadece iki peygamberdir ve iki sayısında da çokluk özelliği yoktur. Bu peygamberler: ”Ey insanlar topluluğu! Allah'tan başkasına ibadet ve kulluk etmeyin," demişler, onlara bir olan Allah'a ibadeti emretmişlerdir. Onlar da ”Rabbimiz dileseydi elbette melekler indirirdi." Yani sizin yerinize melekleri gönderirdi ve bizi gelenler hakkında şüpheye düşürmezdi, bizde kendilerine iman ederdik, demişlerdir. Meleklerin peygamber olarak gönderilmeleri, indirilme yoluyla olduğu için âyet-i kerimede ”indirirdi" fiili kullanılmıştır.

Rivayet olunduğuna göre Ebû Cehil, Kureyşin ileri gelenlerinin önünde açıktan açığa şöyle demiştir: ”Muhammed’in işi bizim kafamızı karıştırdı. Bize şiiri, kâhinliği ve büyücülüğü bilen bir adam bulun da onunla konuşsun, sonra Muhammed’in asıl iç yüzünü bize getirsin," demiştir. Bunun üzerine Utbe b. Rabîa der ki,: ”Vallahi ben şiir dinledim, kâhin ve sihirbaz da gördüm ve bu konuda bir bilgi sahibi oldum. Dolayısıyla bu mesele benim bilgim dışında olamaz. Ona beni gönderiniz." Bu tekliften sonra Utbe b. Rabîa Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelir ve der ki,: ”Ey Rasûlüm Muhammed! Sen mi daha hayırlısın, Haşim mi? Sen mi daha hayırlısın, yoksa Abdu'l-Muttalib mi? Sen mi daha hayırlısın, yoksa baban Abdullah mı? O halde neden bizim ilâhlarımıza kötü söylüyor, bizi sapıtıyorsun? Eğer başkanlık istiyorsan sana bir sancak verelim bizim başkanımız ol. Eğer evlenmek istiyorsan sana Kureyş kızlarından seçecek olduğun on tane kadın verelim, nikahlan. Eğer malda gözün varsa sana yetecek kadar mal toplayalım," der. O bunları söylerken Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sessiz ve dinlemektedir. Utbe sözünü bitirince Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ey Ehu'l-Velîd! Sözün bitti mi?" diye sorar. Utbe; ”Evet" deyince Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”O halde dinle. Bismillâhirrahmânirrahîm ”Hâ. Mîm" diye Fussilet sûresini okumaya başlar ve Rasûlüllah birinci âyetten ”Eğer onlar yüzçevirirlerse de ki,: 'İşte sizi Âd ve Semûd'un başına gelen yıldırım benzeri bir yıldırıma karşı uyarıyorum'" âyet-i kerimesine kadar okur. Utbe elini Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ağzına koyarak ondan yakınları hakkı için susmasını diler ve sonra Rasûlüllah'ın görevi hakkında şaşkın bir vaziyette evine geri döner. Kureyşin yanına gitmez. Oysa Kureyşliler ondan gelecek haberi beklemektedirler. Utbe yanlarına gelmeyince derler ki,: ”Utbe'yi göremediğimize göre mutlaka dinini değiştirmiştir." Kalkıp Utbe'ye giderler ve derler ki,: ”Ey Utbe! Seni bizim yanımıza gelmekten alıkoyan şey, dinini değiştirmiş olmandır. Sen mutlaka dinini değiştirdin." Utbe bu söze çok kızar ve sonra şöyle söyler: ”Vallahi onunla konuştum. Bana öyle bir şeyle cevap verdi ki, Allah'a kasem ederim bu şiir değil, kâhinlik değil ve sihir değil. Âd ve Semûd kavminin başına gelen yıldırım ve ceza âyetine gelince ağzını tuttum ve yakınları hakkı için, daha okumamasını diledim. Bildiğiniz üzere Muhammed herhangi bir şey söyledi mi yalanlanmaz. İşte bundan dolayı başınıza azap geleceğinden korktum," der. Ancak orada toplananlar Bedir Savaşı'nda öldürülünceye kadar inkârlarında ısrarlı olurlar. Allahü teâlâ da nurunu tamamlamaktan ve dinini galip kılmaktan geri durmaz. Neticede onların istedikleri değil, Yüce Allah'ın istediği oldu.

15

Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar. Buradan itibaren gelecek olan tafsilat yukarıda kısaca ifade edilen olayların sonucu olunca âyetin başına ”fâ-i sebebiyye" getirilmiştir. Âd kavmi yeryüzünde büyüklük taslamış, insanlara büyüklük taslamaya hakları olmadığı halde böbürlenmiş, kendi nefislerinin kuvvetine meyletmişlerdir.

Ve iri cüsselerinden kaynaklanan bu kuvvete aldanarak:

'Bizden daha kuvvetli kim var?' dediler. Âd kavminin her bir ferdinin uzunlusu on sekiz arşın idi. O derece kuvvetli idiler ki, içlerinden herhangi biri dağdan bir kaya parçası söküp onu istediği yere koyabiliyordu. Zannediyorlardı ki, bu güç ve kuvvetleri sayesinde azabı defedebilirler. Ancak bu kuvvetleri, başlarına belâları geldiğinde kendilerini hayal kırıklığına uğratmıştır. Allahü teâlâ kendilerine şu şekilde cevap vermektedir:

Onlar kendilerini ve bütün eşyayı özellikle de gökler, dağlar ve benzeri kocaman cisimleri

yaratan Allah'ın onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Yani onlar gafil mi oldular da müşahade ve ayan beyan görmeye benzer bilgiyle açıkça kendilerini yaratan Allah'ın onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Bu âyet-i kerimede göklerin ve yeryüzünün değil de onların yaratılışlarının vurgulanması, kendilerinin güçlü ve kuvvetli oldukları yolundaki iddialarından dolayıdır. Yaratıcının kudreti, mahlûkatın gücünden ve kudretinden daha fazladır. Bu kaçınılmaz bir husustur.

Onlar Bizim peygamberlere indirilen

âyetlerimizi inkâr ediyorlardı. ”Cuhûd", bile bile inkâr etmek demektir. Buna göre âyet-i kerimede, onlar âyetlerimizin hakikatini ve gerçekliğini tıpkı emanet bırakılan kişinin kendine bırakılan emaneti inkâr etmesi gibi bile bile inkâr ediyorlardı, denmiş olmaktadır. Bu ifade onların çirkin sözlerine bir cevap olarak söylenmektedir. Buna göre âyetin mânâsı; onlar kendilerinde iki özelliği birarada bulunduruyorlardı. Bir yandan yeryüzünde böbürlenmeyi ve üstünlüğü arzu ediyorlardı. Bu, yaratıklara iyiliği terkederek, itaat çizgisinden çıkmak ve fasıklıktır. Öte yandan da Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. Bu da küfürdür, hakka tazimi bir yana bırakmaktır. Böylece onlar hem fâsık ve hem de kâfir oluyorlardı. Bu iki sıfat bütün kötü sıfatların ana cevheri olunca şüphesiz Allahü teâlâ âyetinde buyurduğu üzere kendilerine azabını vermiştir.

16

Bundan dolayı Biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde onların köklerini kazımak üzere

soğuk bir rüzgâr gönderdik. Bu soğuk rüzgâr, soğukluğunun şiddetinden onları helak edip yakmıştır. Tıpkı ateşin sıcaklığıyla yakıp kavurması gibi. Arapçada ”sırr" soğuk demektir. Âyet-i kerimeyi, estiği zaman ses çıkaran rüzgâr şeklinde anlamak da mümkündür. ”Uğursuz günler" ifadesinde yer alan ”nahisât", ”nahise" kelimesinin çoğuludur. Mânâsı ”saide" (mutlu oldu) kelimesinin zıddıdır.

Dahhâk der ki,: ”Allahü teâlâ Âd kavminden üç yıl yağmuru kesmiş ve yağmursuz olarak rüzgâr estirmiştir."

Cabir (radıyallahü anh) der ki,: ”Allahü teâlâ herhangi bir kavme iyilik diledi mi onlara yağmur gönderir ve çok rüzgâr estirmez. Bir kavme de kötülük diledi mi onların yağmurunu keser, başlarına çok rüzgârı musallat eder."

Buna göre âyetin mânâsı; içinde hayır namına hiçbir şey olmayan o uğursuz günde demektir. Bugünün uğursuzluğu şöyle olmuştur: Allahu teâlâ bu rüzgârları aynı biçimde ve aynı şekilde hiç gevşemeksizin ve ardı arası kesilmeksizin estirmiş ve Âd kavmini helak etmiştir. Yoksa müneccimlerin iddia ettikleri gibi bazı günler hattı zâtında uğursuz, bazıları da uğurlu demek değildir. Müneccimler iddialarını bu âyet-i kerimeye dayandırmışlardır. Oysa bu doğru değildir. Çünkü zamanın parçaları hattı zâtında birbirine eşittir. Parçalar arasında hiçbir fark yoktur. Fark sadece o parça ve dilimde meydana gelen itaat ve günahlara göredir. Cuma günü itaatkâr bir kimse açısmdan mutlu bir gün, hattı zâtında mutlu olsa bile isyankar açısmdan uğursuz bir gündür.

Adamın biri el-Asmaî'nin yanında zamanın bozulduğundan söz eder. el-Asmaî der ki,:

Uzayıp kısalsa da zaman Bozulmaz asla, bozulan insan!

Şâirin biri de:

Zamanı kötüleriz, oysa ayıp bizde Zamana bak, onda ayıp yok, ayıp bizde! der.

Bu âyette ”azap" kelimesinin ”hızy" kelimesine izafe edilmesi (zillet azabı denilmesi), mevsûfun sıfata izafeti kabilindendir. Böylece mübalâğa mânâsı elde edilmek için mastarla tavsif yapılmıştır. Bir başka ifadeyle söylenmek istenen alçak ve değersiz azap demektir. Çünkü aslında zelil ve değersiz olan azaba uğrayanlardır. Yoksa azabın kendisi değildir.

Âhiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir, yani daha zelil kılıcıdır ve dünya azabından daha fazladır. Burada aslında rüsvay olan âhiret azabı değildir, bu sıfat o azabı gören kişinin sıfatıdır. Azabın rüsvay sıfatıyla sıfatlanması rüsvaylığm o sebeple meydana gelmesinden dolayıdır ve mecazîdir.

Onlara hiçbir biçimde ne dünyada, ne âhirette azapları kaldırılmak suretiyle

yardım da edilmez. Çünkü onlar Allahü teâlâ'ya ve dinine yardım etmemişlerdir.

Müzminlere gelince onlar her ne kadar zayıf olsalar da Allahu teâlâ kendilerine yardım etmiştir. Çünkü onlar Allah'a ve dinine yardımcı olmuşlardır. Zayıfın yanında kuvvetlinin olması, kuvvetin yanında da zayıflığın olması ne kadar hayret vericidir! Bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: ”Sizlere ancak içinizdeki zayıflar yüzünden yardım olunur" (9) Hadisin mânâsı; sizlere yardım edilmesi için duâ eden zayıflar yüzünden yardım olunur, demektir.

Ad kavmine soğuk rüzgârla azap olunmasının sebebi, onların boylarının uzunluğu, vücutlarının iriliği, kuvvetlerinin fazlalığına güvenip de aldanmaları yüzündendir. Çünkü onlar zannetmişlerdi ki, insanın vücudu bu derece kuvvetli ve bu derece ağır olursa o kişi yerinde sabit kalır ve onu hiçbir belâ bastığı yerden söküp uçuramaz. İşte bu aldanıştan sonra Allahü teâlâ onların üzerine bir rüzgâr göndermiş, başlarına musallat etmiştir. Vücutları havadaki tüy gibi uçmuştur. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) rüzgâr eserken iki dizi üzerine yere çöker ve şöyle derdi: ”Yâ Rabbi! Bu rüzgârı bize rahmet kıl, azap kılma. Allahım, onu bize ”riyâh" (rahmet) kıl, ”rıh" (azap) kılma." (lü) Rasûlüllah ”rıh" kelimesini tekil olarak kullanmakla Kur'anda geçen ”rıh" kelimelerinin ekserisinin azap mânâsına geldiğini ifade etmek istemiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: ”... O uğursuz günlerde soğuk bir rüzgâr (rıh) gönderdik." (Fussilet: 16) ve yine Yüce Allah: ”Âd kavminde de (ibretler vardır.) Onlara kasıp kavuran rüzgârı (rıh) göndermiştik." (Zâriyât: 41) buyurmaktadır. Ancak kelime bazan de rahmet mânâsına gelir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: ”...Hatta siz gemilerde bulunduğunuz o günlerde içindekileri tatlı bir rüzgârla (rıh) alıp götürdükleri ... zaman..." (Yûnus: 22) ”Rüzgârlar" anlamına ”riyâh" şeklinde çoğul gelen her yerde bu kelime sadece rahmet anlamınadır. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) rüzgâr estiğinde, bir ses işittiğinde, gök gürültüsü duyup şimşek çaktığını gördüğünde şöyle duâ ederdi: ”Allahım! Bizi gazabınla katletme, azabınla helak etme. Bundan önce bize afiyet ver." Bir başka hadis-i şerifte de Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Rîh" (rüzgâr)a kötü söz söylemeyiniz. Hoşlanmadığınız bir durum gördüğünüzde deyiniz ki,: Yâ Rabbi! Senden bu rüzgârın hayrını ve içinde bulunan hayrı ona emrolunan emrin hayırlısını dileriz. Bu rüzgârın kötülüğünden, içinde bulunan kötülükten ve kendisine emrolunan kötü şeyden sana sığınırız."(12)

17

Semûd'a gelince, onlara doğru yolu gösterdik, Semûd ya kabile ismidir, ya da bir adam ismi olup bu adam Semûd kabilesinin en üst dereceden dedeleridir. Doğru yolu gösterdik anlamına olan ”hidayet" burada insanı arzulamış olduğu şeye ulaştıran unsuru göstermek anlamınadır. Bunun sonucunda ister arzulanan şey elde edilmiş olsun, ister elde edilmemiş olsun farketmez. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: ”...Şüphesiz ki, sen doğru bir yolu göstermektesin." (Şûra: 52) Diğer taraftan hidayetin, insanı arzuladığı şeye kavuşturması her zaman şart değildir. Bir örnek vermek gerekirse Yüce Allah şöyle buyurur: ”...Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez." (Tevbe: 37)

Bu açıklamaların ışığı altında âyet-i kerimenin mânâsı; Biz onlara tekvînî (yaratılışa dair) âyetler (alâmetler) getirmek, peygamberler göndermek ve âyet-i şerifeler indirmek suretiyle hakkı gösterdik.

Ama onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler. Tercih ettiler anlamına gelen ”istihbâb", insanın herhangi bir şey uğrunda çaba sarfetmesi, onu sevmesi demektir. Bu fiilin mef ûlüne ”alâ" kelimesiyle bağlanarak geçişli yapılması; tercih etmek, seçmek anlamına gelir. Buna göre denmiş olmaktadır ki, onlar basiret körlüğü demek olan dalâleti, hidayete; küfrü, imana; günahı da itaata tercih ettiler.

Böylece yapmakta oldukları kötülükler yüzünden sapıklığı, küfrü ve inkârı işlemeleri yüzünden

alçaltıcı azabın yıldırımı onları çarptı.

Âyet metninde yer alan ”hım" mastar olup değersizlik ve zillet anlamınadır. Azabın bununla vasıflandırılması mübalâğa mânâsı elde etmek içindir. Buna göre âyette Yüce Allah şöyle demiş olmaktadır: Onları alçaklığın bizatihi kendisi gibi olan alçaltıcı bir azabın belâsı ve felâketi çarpmıştır. Bu azaptan maksat Cebrail (aleyhisselâm)’in çığlığıdır. Burada yer alan ”saika" kelimesi alçaltıcı azaptır. Azabın yıldırıma benzetilmesi yukarıda beyan edildiği üzere şiddetinden ve korkunçluğundandır.

Bazı âlimlere göre, buradaki ”saika" kelimesi, gökten inen yıldırım demektir. Buna göre âyet-i kerimede; böylece yapmakta oldukları kötülükler yüzünden gökten inen bir yıldırım, yani ateş onları çarptı, helak etti ve yaktı demek olur. Böylece bir çeşidin cinse izafeti (tamlaması) kabilinden bir izafet olur ki, alçaltıcı azap cinsinden bir yıldırım çarptı demek olur. Bu öyle bir azap ki, azap görene alçaltıcılığın bizatihi kendisine rastlamış duygusu verir. Semûd kavminin Cebrail’in çığlığıyla cezalanması ise hakkı dinlememelerinden dolayıdır.

18

İnananları bu azaptan

kurtardık, bunlar yani inananlar yüz on kişi idiler.

Onlar Allah'a karşı gelmekten, şirkten veya Sâlih (aleyhisselâm)’in devesini kesmekten

sakınıyorlardı. Âyet-i kerime işaret ediyor ki, cehennem ateşinden kurtuluşun sebebi, iman ve takvadır. Ve bunlar kalbin sıfatlarındandır. Kâfirin ise üzerine azap melekleri iner. Mü'mine gelince melekler onunla el sıkışırlar.

19

Allah'ın düşmanları ateşe hesap yerine

sürülmek üzere toplandıkları gün hepsi biraraya getirilirler. Önceden âhirete intikal edenleri, sonradan gelenleri yetişsin, birbirlerine kavuşsunlar diye tutulurlar. Bu ifade cehennemliklerin çok olduklarını kinaye sanatıyla anlatmaktadır ve bu âyette, biraraya getirilme ve hapsolunmanın onlara ceza için yapılacağına dair işaret vardır. Âyet metninde yer alan ”haşr", herhangi bir topluluğu, bulundukları yerden çıkarmak, savaşa veya başka bir hedefe sevketmek üzere oradan ayırmaktır. Bu kelime, sadece topluluk hakkında kullanılır. Bu açıklamaya göre âyet-i kerimede: Ey Rasûlüm Muhammed! Ad ve Semûd kavminden yukarıda zikri geçen Allah düşmanlarının biraraya getirilip toplancakları günü, kavmine hatırlat, denmiş olmaktadır. Bir başka ifadeyle onlar o gün ateşe sürülmek üzere biraraya getirileceklerdir. Tıpkı: ”De ki,: Hem öncekiler, hem de sonrakiler belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır." (Vakıa: 49-50) âyet-i kerimesinde olduğu gibi. Bu mânâyı biraz sonra gelecek olan ”Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinler ve insanlar için azap, onlara da gerekli olmuştur." (Fussılet: 25) âyet-i kerimesi de, desteklemektedir. ”A'dâ" (düşmanlar) ifadesi onları kötülemek ve başlarına gelecek olan çeşit çeşit azabın sebebini ifade etmek için getirilmiştir.

İşte Allah düşmanları hesap yerine sevkolunacaklardır. Çünkü biraz sonra işaret edilecek olan kulaklarının, gözlerinin, derilerinin, aleyhlerine şahitliği hesap yerinde olacaktır. Yoksa sorguya çekildikten, bunlara cevap verdikten ve cehenneme sevkedildikten sonra değil. ”Hesap yeri’nin ”nâr" (ateş) kelimesiyle ifade edilmiş olmasının iki ihtimali vardır. Bu ifadenin seçilmiş olması ya ateşin, onların mahşere gelmelerinin sonucu olduğuna ve ateşe girmek üzere bulunduklarına işaret etmek içindir, ya da onların hesaba çekilmeleri ateşin kenarında olacağındandır.

Bu âyet-i kerimede Allah'ın emirlerine sarılmayan, yasaklarından kaçınmayan ve peygamberlerine uymayan kimsenin Allah'a iman ediyor ve O'nun vahdaniyetini ikrar ediyor olsa bile Allah düşmanı olduğuna işaret vardır.

20

Nihayet hepsi birden

oraya ateşe

geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri dünyada

işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir. Kulakları aleyhlerine şahitlik edecektir. Çünkü onları kendi seçimleri ve istekleri olmaksızın Allah'a günah yolunda kullanmışlardır ve kulakları da işitmiş olduğu kötülüğe şahitlik edecektir. Âyet metninde, kulak kelimesinin tekil getirilmesi, bu kelimenin aslında mastar oluşundan dolayıdır. Gözleri, baktıkları harama; derileri de meşru olmayan şeye dokunmalarına şahitlik edecektir.

Alimler derler ki,: ”Her organ, sahibinin yapmış olduğu fiili haber verecektir. Çünkü organlardan herbiri sadece kendi bildiği kötülükleri haber verecektir. Âyet metninde yer alan ”işledikleri şey", onların bütün kötü amellerinin ve çeşit çeşit inkârlarının, günahlarının tamamından ibarettir. Bu organların şahitliği Yüce Allah'ın, dili konuşturduğu gibi onları da dile getirmesi suretiyle olacaktır. Çünkü aklen düşünülecek olursa bu organların dile gelip konuşması insanın ağzındaki dilin konuşmasından çok daha fazla garip değildir. Nitekim Yüce Allah peygamberini desteklemek için ağacı, kızartılmış ve zehirlenmiş koyunu konuşturmuştur. Üstelik bu organlar kudret ve irade sıfatıyla birlikte hakikat, gerçek neyse onu konuşacaklardır."

Rivayete göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün azı dişleri görülünceye dek güler, sonra sorar: ”Neden güldüğümü öğrenmek istemez misiniz?" Sahabe: ”Neden güldünüz ey Allah'ın Rasûlü", der. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Kulun kıyamet günü Rabbiyle mücadelesine hayret ettim, kul: 'Yâ Rabbi! Bana zulmetmeyeceğin vaadinde bulunmamış miydin der. Allahü teâlâ: 'Evet sana böyle vaadettim', buyurur. Kul: 'Ben kendi nefsimden başka şahit kabul etmem' deyince Allahü teâlâ: 'Ben ve Kirâmen Kâtibin melekleri şahit olarak yeterli değil miyiz,' buyurur. Kul: 'Yâ Rabbi! Sen beni zulümden kurtardın. Ben kendi aleyhime nefsimden başka şahit asla kabul etmem,' der. Yüce Allah bunun üzerine kulun ağızına bir mühür vurur ve artık organları dünyada yapmış olduğu fiilleri söylemeye başlar." Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) der ki,: ”Kul organlarına; 'kahrolasınız, geberesiniz, ben sizin namınıza mücadele ediyordum' der." (13) Bu rivayete göre derilerden maksat, organlardır.

13-Hadisi Müslim, Nesâî, Bezzâr rivayet ederler. Bkz. Sâbûnî, Muhtasaru Tefsiri İbn Kesîr, 2/260.

21

Derilerine: Azarlamak üzere:

'Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?' derler. Derilere hitap edilirken akıllı olanlara ait çoğul kalıbının getirilmesi, bunların akıllılara mahsus olan soru ve cevap yerinde gelmesinden dolayıdır.

İbn Abbas (radıyallahü anhüma) bu âyeti şöyle tefsir eder: ”Derilerin şahitliğinden maksat, cinsel organların şahitliğidir. Çünkü bu organlar deriden hâlî değildir. Allahü teâlâ haya sahibidir. Bunu açıkça değil, kinaye yoluyla ifade etmiştir. ”Derilerine niçin aleyhimize şahitlik ettiniz, derler" ifadesinde sorunun cinsel organa değil de deriye sorulması en uygun olanıdır. Onlar da bizim şahitlik ettiğimiz zina olayı en çirkin, en büyük suç ve rezaleti en çok getiren fiildir. Kulağın ve gözün şahitlik edeceği suçlar da neticede cinsel duygularla ilgilidir."

Onlar da: 'Her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu. derler. Yani bizi O konuşturdu. İşlenen cinayeti beyana O muktedir kıldı. Biz de bizim vasıtamızla işlemiş olduğunuz kötü fiile şahitlik ettik ve onu gizleyemedik, derler.

İlk defa sizi O yaratmıştır, yine O'na döndürülüyorsunuz,' derler. Çünkü sizi yeniden diriltmeye ve cezasına çarptırmaya kadir olan bir varlığın organlarınızı konuşturmasına şaşmamak gerekir.

Celâleyn Tefsiri'nde, ”Sizi O yaratmıştır" ifadesi hakkında bunun, onların derilerine ait bir söz olmayıp Yüce Allah'ın haber vermesi olduğu, yazılıdır. Çünkü Allahü teâlâ bütün duyu organlarını özel bazı nesneleri kavramak için yaratmıştır. Meselâ kulağı, sesleri işitmek; tatma duyusunu, yenecek nesnelerin tatlarına bakmak; koklama duyusunu da, kokuların tadını almak için yaratmıştır. Fakat bu idrak ve kavrayış duyguların en ufak bir etkisi olmaksızın sırf Yüce Allah'ın algılama yeteneğini yaratması sebebiyledir. Dış dünyada bilfiil olmasa bile meselâ görme organının herhangi bir nesneye çevrilmesinden sonra Yüce Allah'ın bu organa ses işitme yeteneğini vermesi imkânsız bir olay değildir. Dil içinde aynı şeyleri söylemek mümkündür. Dil konuşmayı sağlamak için yaratılmıştır. Fakat Allahü teâlâ dilerse insanın bütün bedeni dil haline gelebilir. Bir hadis-i şerifte şu ifadeler yer alır: ”Müezzinin sesini işiten yaş ve kuru her şey kıyamet günü kendisine şahitlik edecektir." (14) Burada söz konusu olan şahitlik, sadece konuşma kabilindendir. Yoksa herhangi bir ilme ve şuura dayanmamaktadır. Kul, organlarının şahitliğinden çekinsin, ayrıca mekânın ve zamanın da aleyhine şahit olacağını gözden ırak tutmasın.

14-Hadisi Ebû Dâvud ve Nesâî rivayet ederler. Nesâî'nin lâfzı şöyledir: ”Müezzine sesinin ulaştığı yer kadar mağfiret olunur, yaş ve kuru her şey ona şahitlik eder." Nesâî rivayetine şunu da ekler: ”Onun kendisiyle birlikte namaz kılanların sevabı kadar sevabı olur." Bkz. Câmiu'l-Usûl, 9/384.

Alâ b. Ziyad'dan rivayet olunuyor. Der ki,: ”Dünya günlerinden gelen hiçbir gün yoktur ki, dile gelip de şöyle söylemesin: 'Ey insanlar! Ben yepyeni bir günüm ve ben kendi sürem içinde yapılan her şeye şahidim. Bugün benim güneşim batarsa kıyamete kadar bir daha size dönmeyeceğim."'

22

Siz ne kulaklarınızın, ne gözlerinizin, ne de derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz. Âyette iki yerde geçen ”lâ" harfi olumsuz mânâyı pekiştirmek için zâid olarak getirilmiştir. Bu söz o gün Allahü teâlâ tarafından düşmanlara, azarlama ve kınama yollu bir ifade olup derilerinin verecek olduğu cevaba binaen söylenecektir. Buna göre şöyle söylenmiş olmaktadır: ”Sizler dünyada iken hayâsızlıkları işlerken organlarınız buna şahitlik eder korkusuyla fiillerinizden kaçınmıyordunuz. Çünkü organlarınız konuşmayan ve sessiz duran birer cisimlerden ibaretti. Sizler ileride nelerle karşılaşacağınızı hiç hesap etmiyordunuz. Oysa insanların gözünde rezil kepaze olmak korkusuyla duvarlar örüp, perdeler çekip gecenin karanlıklarına sığmıyordunuz. Dahası organların şahitliği bir yana öldükten sonra dirilmeyi ve amellere karşılık cezayı temelinden inkâr ediyordunuz."

Burada mü'mine bir uyarı vardır. Mü'min bilmelidir ki, hangi halde ve durumda olursa olsun mutlaka bir gözetleyeni vardır ve nerede bulunursa bulunsun Allahü teâlâ onunla beraberdir.

Âlimin biri şöyle der: ”Günah işlerken organlarının aleyhine şahitlik edeceğini hatırlamayan kimse günaha cüret eder. Buna karşılık o fiili işlerken bunu hatırlayan kimseye belki Yüce Allah'ın koruması ve yardımı yetişir de onu günah işlemekten ahkoyarlar."

Gizli günahlara dair

yaptıklarınızdan çoğunu gizli gizli işlerken

Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. Âhirette Yüce Allah'ın bunları ortaya çıkarmayacağını düşünüyordunuz. İşte bu sebeple yaptıklarınıza cüret ettiniz.

Yüce Allah'ın ”çoğunu" ifadesini getirmesinin sebebi onların Allah hakkındaki besledikleri zandan dolayıdır. Çünkü onlar Allah'ın gizli değil, açık günahları bileceğini iddia ediyorlardı.

İbn Mes'ud (radıyallahü anh) anlatıyor: ”Kabe'nin örtüsüne bürünmüş duruyordum. Birden içeriye üç kişi girdi. Bunlardan ikisi Sakîf kabilesinden, birisi Kureyşliydi, ya da ikisi Kureyşli, birisi Sakîf kabilesinden idi. Göbekleri çok yağlı kalpleri idrakten az nasipli kişiler idiler. İçlerinden birisi dedi ki,: 'Görüyor musunuz, Allahü teâlâ bizim söylediklerimizi işitiyormuş.' Bir diğeri: 'Eğer açıktan söylersek işitir, fakat gizli söylersek işitmez,' dedi ve ben bunları Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a anlatınca Allahü teâlâ: 'Yaptıklarınızdan çoğunu Allah'ın bilmeyeceğini sanıyordunuz,' âyet-i kerimesini indirdi. (15) İşte o esnada anlatılan hüküm, bu şekilde inanan kâfirlere özel bir hüküm olacaktır."

15- Bu hadisi Tirmizî Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet etmiştir. Hadisi Ahmet b. Hanbel Müsned'inde ve Müslim benzer ifadelerle nakletmişlerdir. Bkz. Muhtasaru Tefsiri ibn Kesir, 3/261.

23

Ey düşmanlar!

Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan var ya! İşte sizi o mahvetti. Allah'ın işledikleri günahı bilmeyeceği yolundaki zan onların zannından ibaretti. Yoksa Allahü teâlâ bütün külliyyâtı ve cüziyyâtı bilmektedir. Allah insanların açıkça işlediklerini bildiği gibi içlerindeki duygulardan ve sırlardan haberdardır. İşte bu zan onları mahvetmiş ve cehenneme sürüklemiştir.

Ve sizi helak eden bu zannınız dolayısıyla

ziyana uğrayanlardan oldunuz. Çünkü her iki dünyanın mutluluğunu elde etmeleri için kendilerine bahşedilen akıl gücü ve belli organlar onların iki dünyada da bedbaht olmalarına sebep olmuştur. Bunların âhirette bedbahtlık sebebi olması gayet açıktır. Dünyada bedbahtlığa sebep olmalarına gelince meseleye şöyle yaklaşmak gerekir: İnsana verilen bu akıl gücü ve organlar bu kişilerin kötü tercihleri sebebiyle kendilerini Allah ve sıfatları hakkında cehl-i mürekkebe, şehvetlerinin peşinden koşmaya ve günah işlemeye sevketmiştir.

Bahru'l-Ulûm'da ”Ziyana uğrayanlardan oldunuz" ifadesi hakkında şu tefsir yapılır: ”Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan var ya, işte sizi o mahvetti ve tam hüsrana uğrayanlardan oldunuz. Çünkü Allah hakkında kötü zan beslediniz. Allah'a kötü zan beslemek dünya sevgisi gibi büyük günahların en büyüklerindendir."

Hasan-ı Basrî (rahimehullah) der ki,: ”Bazılarının arzuları ve istekleri, ilâhları olmuştur. Bunlar dünyadan göçüp gittiklerinde hiçbir iyilikleri yoktur. Bunlardan birisi diğerine, ben Rabbim hakkında iyi zan besliyorum der, fakat yalan söyler. Şayet iyi zan besleseydi iyi amel yapardı." Hasan-ı Basrî bu sözü söyledikten sonra ”Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan var ya..." âyet-i kerimesini okur.

Zan iki çeşittir. Bir zan çeşidi vardır ki, insanı kurtarır. Bu zan iyi bir itikad ve salih amelle birlikte olunca kurtarıcıdır. Bir diğer zan, da insanı helake götürür. Bu helak edici zan, iyi itikad ve iyi amele eşlik etmez. Şu halde sonuç olarak çalışmak, çabalamak şarttır.

24

Eğer ateş içerisinde azaba

dayanabilirlerse onların yeri ateştir... Ateş, içinden asla kurtuluş olmamacasma onların ebediyyen kalacakları ve ikamet edecekleri yerdir. Bu sebeple onların dayanmaları ve sabretmeleri kendilerine fayda vermez

ve eğer tekrar dönmek isterlerse memnun edilecek değillerdir. Burada yer alan ”yesta'tibû" kelimesi dönmeyi istemek demektir. Buna göre âyet-i kerimede, eğer onlar içinde bulundukları azaba dayanamadıklarından kendileri açısından sevimli olan bir şeye dönmek isterlerse, bu isteklerine cevap verilecek değildir. Şu halde onların dayanmaları ve sabırsızlıkları birbirine eşittir. Şu açıdan eşittir: Bu ikisi de onları kurtuluşa götürmeyecektir. Bunun benzeri İbrahim süresindeki şu âyet-i kerimedir: ”Şimdi sızlansak da, sabretsek de birdir. Çünkü bizim için sığınacak bir yer yoktur." (İbrahim: 21)

Kamusta utbâ kelimesi hakkında bilgi verilir. Buna göre ”utbâ", rıza ve hoşnutluk demektir. Bu kelimeden türeme ”ista'tebe" ise ona hoşnutluk verdi demek olur.

Müfredata göre ise ”a'tebtuhû" demek Kamusta olduğu gibi vermek anlamına değil, tam tersine onun rızasını ve hoşnutluğunu elinden aldım demektir.

25

Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de yani Biz dünyada kâfirlere insan ve cin şeytanlarından birtakım arkadaşları musallat ettik ve bunu takdir ettik ve o arkadaşlar kabuğun yumurtayı kuşattığı gibi kâfirleri kuşatmış, onlara hakim olmuştur.

Onlar önlerinde, dünya işlerine ve şehvete uymaya dair

ve arkalarında âhirete dair

ne varsa hepsini bunlara süslü gösterdiler. Süslü gösterdiler, çünkü onlara öldükten sonra dirilme, hesaba çekilme ve kötü şeylerle karşılaşma olmayacağı yolunda bir kanaat verdiler ve karşılarında sadece dünya hayatını gösterdiler. ”Onların önüne sofrayı serdim," cümlesinde olduğu gibi önlerine sadece dünya hayatını açtılar. Ahiret, dünya hayatından sonra geleceği için onu arkalarına almışlardır. Bu tıpkı herhangi bir şahıstan sonra gelen için ”Bu onun halefidir," cümlesine benzer. İşte varlık ve yaratılışı esas alan sıralamanın gerektirmiş olduğu anlayış budur.

Bazı âlimlere göre ”önlerinde" kelimesiyle kastedilen âhirettir. Çünkü âhiret onların önlerindedir ve onlar âhirete doğru yönelmiş gitmektedirler. ”Arkalarında" ifadesiyle kastedilen de dünyadır. Çünkü dünyayı arkalarında bırakmaktadırlar.

Cüneyt der ki,: ”İnsan nefsi hiçbir zaman hak ile barışık olmaz."

İbn Atâ da: ”Nefis şeytanın arkadaşıdır, onun dostudur, işaret ettiği noktalarda arkasından giden yaranıdır. Nefis haktan ayrılan, ona aykırı davranan, hak ile barışık olmayan ve hakka uymayan nesnedir," der.

Cinden, insandan bu kâfirlerin durumunda olduğu gibi küfür ve isyanda

kendilerinden önce gelip geçmiş ümmetler için hak olan söz, bunlar aleyhine de azap kelimesi, azabın gereği ve doğruluğu

hak olmuştur. Azabın doğruluğu ve gerçekliği: ”Mutlaka sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım." (Sâd: 85) âyet-i kerimesinde ve benzerlerinde ifade edilmektedir.

"Ümmetler için" ifadesi hakkında bir başka ihtimalden sözedebiliriz. Buna göre âyet metninde yer alan ”fi", ”mea" manasınadır. Bu ifade, daha önce geçen ”Allah düşmanları" tabirinden maksadın kimler olduğu noktasında sarih ve açıktır. Buna göre Allah düşmanları bazılarının dediği gibi önceki gelip geçen ve sonra gelen kâfirler değil, Âd ve Semûd kavmidir.

Çünkü onlar hüsrana düşenlerdi. Bu cümle onların neden azaba lâyık olduklarının sebebini bildiren bir cümledir. ”Onlar" zamiriyle işaret olunanlar öncekiler ve sonrakilerdir.

Keşfu'l-Esrâr''da şu ifadeler yer alır: ”Allahü teâlâ bir kuluna hayır murad etti mi ona hayırlı arkadaşlar verir. Bu arkadaşları kendisine itaatta yardımcı olurlar, onu itaata davet ederler. Buna karşılık Yüce Allah herhangi bir kulu hakkında kötülük diledi mi ona da kötü arkadaşlar musallat eder. Bunlar onu korkunç şeylere sevkederler ve çağırırlar. Böylesi kötü arkadaşlardan birisi de şeytandır. Şeytan insana vesvese vererek musallat olur. Şeytandan kötüsü insana kötülüğü emreden nefs-i emmâresidir. Bu nefis insanı dünya hayatında hem kendinin ve hem de kulun helak olacağı şeylere çağırır. Yarın da kulun aleyhine kendisinin çağırmış olduğu fiilleri yaptı diye şahitlik eder."

Allahü teâlâ'dan bizleri hüsrana uğrayanlardan değil de kazançlı çıkanlardan eylemesini, nefsimize, İblis'e ve diğer şeytanlara karşı bizlere yardım etmesini dileriz.

26

Müşriklerin başkanlarından olup da

inkâr edenler: Kendi yandaşlarına ya da birbirlerine:

'Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Onu dinlemeye gitmeyin.

Okunurken gürültü yapın dediler. Burada geçen ”lağv", önemi ve değeri olmayan sözdür. Böylesi söz herhangi bir düşünce ve fikre dayanmaz. İnsanın ağzından ”lağâ" gibi çıkıverir. ”Lağâ", serçe ve benzeri kuş sesine denir. Bu açıklamaya göre onlar; Kur'an hakkında herhangi bir faydası olmayan boş sözler söyleyin ve hurafelerle yani abuk sabuk konuşmalarla, aslı astarı olmayan Rüstern ve İsfendiyar kıssaları gibi sözlerle karşı koyun, şiir söyleyerek ve alkış tutup ıslık çalarak Kur'an'ın sesini bastırmaya çalışın. Bunlarla sesinizi yükselterek Kur'an okuyanları şaşırtın, okumuş olduğu şeyi sasırsın.

Umulur ki, onun okunuşunu

bastırırsınız,' dediler. Böylece Kur'an okuyan okumasını bırakır, ona kulak veren de işitemez dediler. Onlar bu ifadeleriyle eziyet olsun diye okuyanı şaşırtmayı ve aklını karıştırmayı hedeflemişlerdir. Öte yandan eğer Kur'an'ı insanlar duyarsa buna iman ederler diye de korkuyorlardı. Bu duygu, Ebû Cehil ve arkadaşlarında baskın olan kanaat idi.

27

İnkâr edenlere elbette hiç kimsenin benzerini yapamayacağı

şiddetli bir azabı tattıracağız yani Allah'a yemin olsun ki, bu lâfı söyleyenlere ve gürültü yapanlara, ya da bütün kâfirlere -ki, Kur'an okunurken gürültü yapanlar öncelikle buna dahildirler- şiddetli bir azabı tattıracağız. Hiç kimsenin benzerini yapamayacağı şiddetli azaba, âyet metninde kelimenin elif lamsız getirilmesi ve bir de sıfat eklenmesi delâlet etmektedir. Bu söz şiddetli bir tehdidi ifade etmektedir. Çünkü ”zevk" (tatmak) kelimesi az olan bir şeyi tatmak için kullanılır ve tadına bakılan şeyi deneme amacı güdülür. Az miktarda bir şey tadıldığmda bundan şiddetli bir azap duyulacaksa bundan ötesini bu az şeye kıyas etmek mümkündür.

Ve onları yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız. Yani bizatihi en kötü olan amellerininin en kötüsüyle onları cezalandıracağız. Amelleri en kötü olunca bu amellerin cezası da cezaların en kötüsü olacaktır.

İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre bu âyet-i kerimede yer alan ”şiddetli azap"tan maksat Bedir savaşı günüdür. ”Yaptıklarının en kötüsü" ise âhirette alacakları cezadır.

28

İşte bu zikrolunan ceza,

Allah düşmanlarının cezası, ateştir.

Burada yer alan ”nâr" (ateş) kelimesi önce geçen ceza kelimesinin atf-ı beyanıdır, yani onu açıklamaktadır. Ya da bu kelime gizli bir mübtedanın (öznenin) haberidir (yüklemidir.) Bu taktirde âyetin mânâsı; zikrolunan bu ceza Allah düşmanlarının cezasıdır ve bu da ateştir, demek olur.

Âyetlerimizi inkâr etmelerinden dolayı orada onlara ceza olarak ebedî kalacakları yurt vardır. Oradan asla başka bir yere intikal etmeleri söz konusu değildir. Bundan maksat içinde çeşitli tabakalar olan ateşte onlara özel bir kalacak yer vardır ve onlar ateşin içinde ebediyyen kalacaklardır, demektir ve onlar gerçek olan bizim âyetlerimizi inkâr ettiklerinden, ya da âyetlerimiz okunurken gürültü yaptıklarından dolayı ceza olarak bu ateşin içinde ebedî kalacaklardır. Burada ”cühûd" (inkâr) kelimesinin zikredilmesi, bunun gürültü yapmaya sebep olmasından dolayıdır.

29

Kâfirler zikrolunan azaptan dolayı

cehennemde: 'Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan bizi saptıranları bize göster de bizleri kışkırtarak yaptıklarımızı süslü göstermek suretiyle sapıklığa sevkeden cin ve insan şeytanlarını bize göster de onları, ayaklarımızın altına alalım, diyecekler. Çünkü şeytan kelimesi cin ve insana söylenebilir. Zira Yüce Allah En'am sûresinde şöyle buyurur: ”Böylece Biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık..." (En'am: 112) Ve yine Yüce Allah: ”Pusuya çekilen cin ve insan şeytanının şerrinden ... insanların ilâhına sığınırım." (Nâs: 6) buyurmaktadır.

İnsan cinsinden şeytan Âdem’in oğlu Kabil'dir. O, haksız yere adam öldürme çığırım açmıştır. Cinlerden olan şeytan ise inkâr ve şirk çığırını açmıştır. ”Bizi saptıranlar" ifadesinin mânâsı bizim için inkâr ve günah çığırını açanlar demektir. Bu anlamı merfû olan şu hadis-i şerif de desteklemektedir: ”Zulmen öldürülen hiçbir Müslüman yoktur ki, onun kanından Ademoğlu Kabil'e de bir pay çıkmış olmasın. Çünkü adam öldürme çığırını ilk açan odur." (16)

16-Hadisi Tirmizî, Nesâî, ibn Mâce ve Ahmed b. Hanbel Müsned'inde (1/383) rivayet ederler. Hadisin aslı Sahihayn'dadır.

Aşağılanmalardan hakir ve zelil

olsunlar, diye onları ayaklarımızın altına alalım', kendilerinden intikam için onları ayağımızın altında çiğneyelim

diyecekler. ”Aşağılanmalardan olsunlar" ifadesi onları cehennemin alt tabakasına indirelim, böylece kendilerinden intikam için en aşağı tabakada ve en şiddetli azabın içinde olsunlar şeklinde de anlaşılabilir.

30

Şüphesiz Allah'ın Rabliğini itiraf etmek, vahdaniyetini ikrar etmek için

'Rabbimiz Allah'tır' deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine Allahü teâlâ katından

melekler iner. Bunlar karşılarına çıkan dinî ve dünyevî işlerde kalplerine ferahlık verirler. Duyacakları korkuyu ve üzüntüyü gönüllerine verecekleri ilhamla kendilerinden savuştururlar. Tıpkı kâfirlere kötü arkadaşlar musallat ederek kötü fiilleri süsledikleri gibi. Bu melekler yine ölüm esnasında, kabirde, tekrar dirilip kabirlerinden doğrulduklarında kendilerine müjdelerle inerler.

Burada ”Rabbimiz Allah'tır," ifadesi ”Arkadaşım Zeyd'dir" cümlesinde olduğu gibi hasr ifade etmektedir. Yani Rabbimiz sadece Allah'tır demiş olmaktadırlar. ”Sonra dosdoğru yolda yürümeleri"nden maksat da Rabbimiz Allah'tır şeklindeki ikrarlarında sabit ve devamlı olmak, bu ikrarın gereği olarak ayaklarıyla ubudiyet yolunda kalben ve kalıp olarak yürümek, bu yolun dışma çıkmamaktır.

Bu ”istikamet" kavramı içine, bütün ibadetlere ve itikada ölünceye kadar devamlı bir şekilde sarılmak da dahildir. İnsanın istikameti demek, doğru yoldan ayrılmaması demektir. Kişinin bütün faydanın ve zararın sadece Allah'tan geldiğini görmesi, Allah'tan başka hiç kimseden bir şey ummaması, O'ndan başka hiçbir şeyden korkmaması da istikamettendir.

Süfyan b. Abdullah es-Sakafî'den rivayet olunur: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dedim ki,: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bana yapışacak olduğum bir şey söyler misiniz?' Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: 'De ki,: Rabbim Allah'tır, sonra dosdoğru ol.' Rasûlüllah'a tekrar sordum: 'Benim hakkımda korkmuş olduğunuz en kötü şey nedir?' Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendi dilini tuttu ve: 'Budur.' buyurdu." (17)

17- Hadisi Ahmed b. Hanbel, Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce rivayet ederler. İbn Mâce'nin lâfzı şöyledir: ”De ki,: İman ettim, sonra dosdoğru ol." Bkz. el-Fethu’l-Kebîr, 2/300.

Hasan-ı Basrî bu âyet-i kerimeyi okuduğunda derdi ki,: ”Ya Rabbi! Sen bizim Rabbimizsin, bize istikameti nasip eyle."

Onlara: Âhirette karşılaşacağınız şeylerden

'korkmayın, onları kötü görmeyin. Çünkü korku, bir üzüntü olup istenmeyen bir şeyin beklentisi içinde olmakla insana gelir. Geriye bıraktığınız aile fertleriniz ve çocuklarınız hakkında

üzülmeyin, Çünkü Allahu teâlâ onların yerine bedel olarak size daha hayırlısını nasip eder ve cennette bundan daha çoğunu ve güzelini verir. Sizleri Müslüman olan aile fertleriniz ve çocuklarınızla biraraya getirir. Dünyada iken peygamberlerin diliyle

size vaadolunan cennetle sevinin' derler. Bu müjde, onların üç noktada verecekleri müjdelerden birisidir.

Sabit der ki,: ”Bize anlatıldığına göre kıyamet günü yeryüzü yarılıp da insanoğlu dirildiğinde mü'min, başucunda dikilmiş olan iki koruyucu meleğe bakacaktır. Bunlar kendisine: 'Korkma, üzülme, sana vaadolunan cennetle sevin. Çünkü bugün sen, benzerini asla göremeyeceğin şeyler göreceksin. Bugün asla korkma, çünkü bu korkunç şeyler senden başkası için murad olunmuştur,' diyeceklerdir."

31

'Biz dünya hayatında da, sizin dostlarmızız. Bu onlara dünyada verilen müjdedir, yani dünya işlerinizde biz sizin ycirdımcılarınızız, size hakkı ilham ederiz. Hayrınıza ve menfaatinize olanı size gösteririz. Buradaki ilhamdan maksat Allah'a itaata devam eden mü'minlerin hatırına bir fikrin getirilmesinden ibarettir. Bu ilham ve irşad, Yüce Allah'ın, melekler vasıtasıyla onları muvaffak kılması ve onlara yardım etmesi şeklinde olmaktadır.

Âhirette de sizin dostlarınızız. Size şefaat ederiz. Sizleri ikramla karşılarız. Bunu kâfirlerle arkadaşları arasında meydana gelen düşmanlık ve tartışma başladığında yaparız.

Büyük günahları

çok bağışlayan küçük günahları da iyiliklere çeviren

ve itaat eden mü'minlere derecelerini ve mertebelerini artırmak suretiyle

merhameti bol olan Allah tarafından hazırlanmış bir rızık olarak orada âhirette sizin dışınızdaki düşmanlar için değil, yalnız

sizin için canlarınızın çektiği çeşit çeşit lezzette

her şey var ve istediğiniz temenni ettiğiniz

her şey orada sizin için hazırdır.'

Burada ”istediğiniz her şey" ifadesi, ”canlarınızın çektiği her şey" ifadesinden daha geniş kapsamlıdır. Çünkü istenilen her şeyin iştah çekici olması gerekmez. Meselâ hasta canının çektiği ve hastalığına zararlı olan şeyi istemez. Bütün bu açıklamaların ışığı altında sanki şöyle denilmiş olmaktadır: Sizler konaklamış misafir gibi ne temenni ediyorsanız hepsi orada size verilecektir. Asıl ikramınıza gelince bunu canınızın çekmesi, ya da temenni etmeniz bir yana, hatırınızdan geçirmeniz ve aklınıza getirmeniz bile mümkün değildir.

32

Bak. Âyet 31.

33

Allah'a O'nu tevhide ve O'na itaata

çağıran, kendisiyle Rabbi arasında

iyi iş yapan ve: Müslümanlardan olduğu için sevinç duyduğundan, ya da İslâını bir din ve bir gidiş yolu seçtiğinden:

'Ben Müslümanlardanım' diyenden kimin sözü daha güzeldir? Çünkü îslâm dini olmaksızın hiçbir itaat makbul değildir. ”Ben Müslümanlardanım" ifadesinin İslâm dinini seçmek ve onu bir din olarak benimsemek mânâsına gelmesi, Arapçada ”hazâ kavlu fulânin" dendiğinde bu Mancanın mezhebidir, gittiği yoldur, anlamına gelmesinden dolayıdır. Çünkü kişi, mezhebi neyse onu konuşur. Bu âyet-i kerime aynı zamanda ”Ben inşâallah Müslümanım" diyen görüş sahiplerine de bir cevap teşkil etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ ”inşâallah" kaydını getirmeksizin ”Ben Müslümanlardanım" demekten bahsetmektedir.

Kelâm âlimleri derler ki,: ”Herhangi bir kimse şüphe duyduğu için ”İnşâallah ben Müslümanım" derse hiç şüphesiz bir biçimde kâfir olur. Eğer bu sözü Allahü teâlâ'ya karşı bir edep ve her şeyi Allah'ın dilemesine havale etmek gayesiyle söylerse, ya da şu anda ve şu durumda değil de sonundan ve akıbetinden bir şüphe duyduğu için söylerse veya Allah'ın zikrinden bereketlenmeyi kastederek, ya da kendi nefsini temize çıkarmaktan kendi durumunu beğenmekten uzak kalmak için söylemişse bu taktirde caizdir. Fakat daha uygun olanı bu sözü söylememektir. Çünkü böyle bir söz o kişinin imanında kuşku duyduğu kanaatini uyandırır."

Âyetin hükmü, (Allah'a davet, amel etmek ve Müslümanlardanım demek) ten ibaret olan güzel hasletleri kendisinde toplayan herkese genel ve şamildir. Âyet her ne kadar Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında veya onun sahabeleri, ya da müezzinler hakkında nazil olsa da bu hasletleri kendinde toplayan herkese şamildir.

Bir rivayete göre âyet, müezzinler hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar insanları namaza çağırırlar.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: ”Bu sûre baştan sonuna kadar Mekkî (Mekke'de nazil olmuş) bir sûredir ve bunda hiçbir ihtilâf yoktur. Ezan ise Medine'de meşru kılınmıştır. O halde bu âyet nasıl olur da müezzinler hakkında nazil olmuş olabilir?" Bizce âyet-i kerime önceden indirilmiş, hükmü daha sonraya ertelenmiştir, denilebilir. Kur'an-ı Kerim'de buna benzer nice âyetler vardır. İbn Hacer ve başka bazı âlimlerin kanaati budur.

Bilindiği üzere davetin mertebeleri vardır:

Birincisi, peygamberlerin davetleridir. Onlar insanları mûcizeleriyle, burhanlarla ve kılıçla Allah'a davet ederler. Âyet-i kerime işaret ediyor ki, peygamberlerin ve velilerin söyledikleri en güzel söz, mahlûkatı Allah'a çağrı sözüdür. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu çağrı için özel olarak gönderilmişti. Nitekim Yüce Allah Ahzab sûresinde bu gerçeğe şöyle işaret etmektedir: ”Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah'ın izniyle bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik.)" (Ahzab: 45,46)

Yüce Allah bu âyette ”iyi iş yapan" buyurmaktadır. Bu şu demektir: Allah'a sözüyle çağırdığı gibi ameliyle de onlara örnek olarak çağırır.

İkinci mertebe ise, âlimlerin davetidir. Âlimler de Yüce Allah'a sadece deliller ve burhanlar ileri sürerek çağırırlar. Âlimler üç kısımdırlar: Âlimun billâh (Allah'ı bilen), Âlimun biemrillâh (Allah'ın emrini bilen), Âlimun billâh ve biemrillâh (hem Allah'ı ve hem de Allah'ın emrini bilen.)

Üçüncü mertebe ise, kılıçla davettir. Bu hükümdarların davetidir. Çünkü onlar, Allah'ın dinine girip itaat edinceye kadar kâfirlerle savaşırlar.

Dördüncü mertebe ise, müezzinlerin namaza çağrılarıdır. Bu mertebe Allah'a davet mertebeleri arasında en zayıf olanıdır. Aslında ezanı teşkil eden kelimeler her ne kadar namaza davet kelimeleri ise de müezzinler bu şerefli lâfızları mânâsını kuşatacak şekilde zikretmemektedirler ve ezan okurken insanları Allah'a çağırdıklarını düşünmemektedirler. Eğer müezzinler vakıf malına iltifat etmezler (göz dikmezler), ezanın şartlarına zahiren ve batınen riayet ederler ve bununla sahih bir hedefi kastederlerse diğer davet ehli gibi olurlar. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) müezzinler hakkında şöyle buyurur: ”Müezzinler müminlerin namazlarında, oruçlarında, kurbanlarında güvendikleri emin kimselerdir. (Namaz, oruç ve kurban kesme vakitlerinde onlara güvenirler.) Allah'tan herhangi bir şey ister istemez Allah onlara verir. Müezzinin ezan okurken sesinin ulaştığı yer kadar kendisine mağfiret olunur." (18) Başka hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Müezzinler kıyamet günü insanlar arasında boyunları en uzun olan kimseler olacaktır,(19) Bu şu demektir: İnsanlar kıyamet günü çeşitli sıkıntılar içinde kıvranırlarken müezzinler efendi olacaklar, insanların içinde en çok sevaba ya da umuda sahip olacaklardır. Müezzinler kendilerine cennete girmelerine dair izin verileceği yolunda en çok ümidi taşıyan zümre olacaklardır.

18- Bu hadis müellifin muhtelif hadislerden biraraya getirdiği bir hadistir. Hadisi Tabarânî ve Beyhakî rivayet ederler. Bkz. el-Fethu’l-Kebîr, 3/250.

19- Hadisi Müslim, Ahmed b. Hanbel ve İbn Mâce rivayet ederler. Bkz. el-Fethu’l-Kebîr, 3/250.

Fıkıh bilginleri derler ki,: ”Ezan dinleyen bir kimse eliyle, ayağıyla ve diliyle ne yapıyorsa bunlardan vazgeçer. Hatta mescid dışında Kur'an okuyorsa, Kur'an okumasına ara verir, mesciddeyse okumasını kesmez. Ezan dinleyen kimse müezzine icabet ile meşgul olur. Bunun vacip mi, müstehap mı olduğu noktasında âlimler arasında ihtilâf vardır. Bazı âlimlere göre ezan ve kamet esnasında müezzine icabet etmek vaciptir, diğerlerine göre müstchaptır. Ezanı dinleyen kimse ezandan sonra şu duayı okur: ”Allah'ım! Bu tam davetin ve kılınacak bu namazın Rabbi olan Allah'ım! Muhammed'e vesile, fazilet ve yüksek derece nasip et. Onu, vaadettiğin Makam-ı Mahmud'a yükselt." Özellikle akşam ezanından sonra ezanı duyanı kimse şöyle der: ”Ya Rabbi! Bu Senin gecenin gelişi, gündüzünün gidişi, davetçilerinin sesidir, beni bağışla."

İslâm tarihinde ezanı ilk okuyan kimse Hazret-i Bilâl el-Habeşî olmuştur. Ezan ilk kez sabah ezanı ile meşru olmuştur. Hazret-i Bilâl, hayyaalassalâh ve hayyaalelfelâh'lardan sonra sabah ezanında ”essalâtu hayrun mine'n-nevm" (Namaz uykudan daha hayırlıdır) ilâvesini yapmış ve bunu iki kere okumuştur.

Kameti ezanı okuyan kimse yapar. Onun izni olmadan başkası yapamaz.

Cuma günü okunan ezanı ilk artıran kişi, Hazret-i Osman (radıyallahü anh) olmuştur. O, çarşıda ticaret yapanlara haber verilsin ve mescide gelsinler diye ezanı ikiye çıkarmıştır. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Hazret-i Ebû Bekir’in ve Hazret-i Ömer’in zamanlarında Cuma günü ezan, hatip minbere oturduğunda bir kez okunuyordu.

İnsanlar duysun diye ezanı, yüksek sesle açıktan açığa okumak vaciptir.

Bu sebeple ezanın yüksekçe bir yerde okunması sünnet olmuştur. Herhengi bir kimse sadece kendine ezan okuyorsa sesini kısabilir.

Namazdaki tekbirlere gelince müezzin, imamdan uzakta bulunan cemaata tekbir seslerini duyurmak için sesini yükseltebilir. İmamın sesi, onlara tekbiri ulaştırmaya yeterli ise, müezzinin tekbirleri açıktan getirmesi mekruhtur.

34

İyilikle kötülük bir olmaz. Bu âyet-i kerime, kul ile Rabbi arasında cereyan eden güzel amelleri beyan etmektedir. Böylece Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklerin eziyetlerine, sabra ve kötü sözlerine iyilikle mukabelede bulunmaya teşvik edilmektedir. Buna göre âyetin mânâsı; güzel haslet ve kötü özellik, ceza ve güzel akıbet bakımından birbirine eşit olmaz, demektir. Burada Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle söylenmiş oluyor: Eğer sen onların eziyetlerine ve cahilliklerine katlanır, onlardan intikam almaz, beyinsizliklerine aldırmazsan dünyada tazimi, âhirette de sevabı hakedersin. Onlar ise bunun tam tersini elde ederler. Onların bu kötülüğe atılmaları senin bu güzel sıfatlarla meşgul olmana engel değildir.

Şayet burada yer alan ”hasene" (iyilik), ve ”seyyie" (kötülük) kelimeleri, iyilik ve kötülük cinsi olarak tefsir edilecek olursa âyetin mânâsı, iyilikler kendi arasında birbirine, kötülükler de kendi içinde yine birbirine eşit değildir, demek olur. Gerçekten de iyilikler kendi içinde tıpkı en düşüğü yoldaki zararlı maddeyi kaldırıp atmak olan imanın mertebelerine benzer. Kötülükler de yine büyük, küçük olmak bakımından kendi içinde derece derecedir. Bu âyette yer alan ikinci ”lâ" olumsuzluğu pekiştirmek için getirilmiştir.

Sen kötülüğü en güzel bir şekilde önle. Bu âyeti kerime, iyiliğin güzel akıbetini beyan etmektedir. Burada denmiş oluyor ki, senin bazı düşmanların tarafından karşılaşmış olduğun bir kötülüğü savuşturulması en güzel olan iyilikle savuştur. Meselâ sana kötülük edene iyilik ederek savuştur. Çünkü kötülük yapana iyilik etmek onu bağışlamaktan daha güzeldir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyururdu: ”Senden ilişkisini kesenle sen ilişki kur. Sana zulmedeni bağışla, sana kötülük edene de iyilikle mukabelede bulun." Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kötülüğü iyilikle savuşturma konusunda önce kendisi bunu tatbik etmeden başka birisine emretmemiştir. Çünkü kötülüğü en güzeliyle savuşturan kimseye bundan daha aşağı bir araçla onu önlemek önemsiz ve hafif gelir.

O zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur. Bu âyet-i kerime kötülüğü iyilikle savuşturmanın sonucunu beyan etmektedir. Buna göre burada denmiş oluyor ki, eğer böyle yaparsan karşına dikilen düşmanın sana şefkatle yaklaşan dostun gibi olur.

Rivayete göre bu âyet-i kerime, Ebû Süfyan b. Harb hakkında nazil olmuştur. Ebû Süfyan ilk zamanlar Müslümanlara şiddetli bir düşmandı. Daha sonra Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'la arasında kurulan hısımlık nedeniyle bu düşmanlık yumuşadı, sonra da İslama girdi ve Müslüman olduğu için iyi bir dost ve akrabalık nedeniyle sıcak bir arkadaş haline geldi.

el-Bakî der ki,: ”Burada Allahü teâlâ güzel ahlâkın kötü ahlâkla bir olmadığını beyan ediyor. Bizlere kötü ahlâkı bırakıp, iyi ahlâka sarılmamızı emrediyor. Ahlâkın en güzeli hilim sahibi olmaktır. Çünkü ancak bu sayede düşman, dost ve uzak, yakın olur. Kişi gazabını hilmi ile savuşturur, zulmü bağışlayarak, kötülüğünü de keremiyle önlerse bu taktirde karşısındaki düşmanı kazanır.

35

Buna, ancak sabredenler kavuşturulur. Bu özelliğe ve bu ahlâka bir başka ifadeyle kötülüğe iyilikle mukabele etmeye şanı sabır olan kimseler kavuşturulur. Çünkü bu mukabele huyu ve özelliği, insanı intikamdan alıkoyar.

Buna, ancak nefsanî faziletlerden ve rûhânî kuvvetlerden

büyük nasibi olan kimse kavuşturulur. Çünkü intikamla meşgul olmak ancak nefiste duyulan bir zaaftan kaynaklanır.

Kısaca ifade etmek gerekirse bu, nefsi temizlemeyi gerektirir. Âyet-i kerimede sabreden kimseler bundan dolayı methedilmektedir. Burada yer alan ”haz" takdir edilmiş nasip demektir.

36

Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa hemen onun şerrinden

Allah'a sığın. Ona boyun eğme.

Çünkü O, senin sığınmanı

işitendir, niyetini

bilendir. Âyet metninde yer alan ”nezğ" kelimesi ”nelıs" gibidir. Şeytanın vesvesesi herhangi bir hayvanı dürtmeye benzetilmiştir. Çünkü vesvese insanı kötülüğe sevkeder ve yapılmaması gereken şeyi yapmaya teşvik eder. Buna göre âyet-i kerimenin mânâsı eğer şeytandan sadır olan kötü bir düşünce seni dürtecek olursa ... demektir. Ya da şeytan sana vesvese verir ve kötülüğü iyilikle savuşturma yolunda sana verilen tavsiyeden seni çevirmeye kalkışır ve aksini yapmaya çağrıda bulunursa bu taktirde onun şerrinden kaçın, şeklindeki mânâya da ihtimal vardır. Kötülüğü iyilikle savuşturmayısın şeytanın dürtülerinden gösterilmesi, ifadeye daha bir uyarı ve daha fazla bir kaçındırma mânâsı katmaktadır.

Bu âyet-i kerime işaret ediyor ki, velî olan kimsenin Allahü teâlâ'nın melerinden (cezasından) emin olmaması gerekir. Tam tersine şeytanın dürtülerinden daima kaçınma duygulan içinde olması gerekir. Böyle bir kimse, şeytanın vesveselerinden Allah'a sığınmak, o vesvesenin kalbine girmesine müsade etmemelidir. Kul, şeytanın dürtülerinden ve vesveselerinden ancak Allah'a samimi bir biçimde sığınmakla ve kulluğunda ihlâslı olmakla yakasını kurtarabilir. Allahü teâlâ şeytan için şöyle buyurur: ”Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur." (Hicr: 42) Kul, kendi gücü ve kuvvetinden ne kadar uzaklaşırsa Yüce Allah'ın huzurunda yakarmasıyla ve sığınmasıyla ne kadar samimi olursa Allahü teâlâ o oranda onu korumayı artırır ve şeytanı ondan o nispette uzak kılar.

Bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Sizden, cinden ve meleklerden arkadaşı olmayan hiç kimse yoktur." Bu sözü duyan sahabe: ”Ya sizin ya Resûlallah" diye sorar. Rasûlüllah: ”Benim de, buyurur. Fakat Allahu teâlâ ona karşı bana yardımcı oldu ve o Müslüman oldu. Artık bana hayırdan başka bir şey emretmez buyurdu." (21)

Bu hadis, Rasûlüllah'ın yanında bulunan cinnin Müslüman olduğunu ifade etmektedir.

37

Gece ve gündüz, güneş ve ay O'nun âyetlerindendir.

İmam el-Merzûkî der ki,: ”Arapçada 'nehâr' ın zıddı deyi' (gece) dir. 'Yevm' in zıddı da 'leyle' dir. (Bu da gece anlammadır.) Burada denmiş oluyor ki, mahlukatın menfaatleri ve maslahatlarına sebep olacak biçimde gecenin ve gündüzün birbirini izlemesi, güneşin ve ayın da kendilerinden arzulanan biçimde Allah'ın emirlerine boyun eğmeleri, Allahü teâlâ'nın varlığına, vahdaniyetine, ilminin mükemmelliğine ve hikmetinin tamlığma delâlet eden en açık alâmetlerdendir. ”

Eğer başkasına değil,

Allah'a ibadet etmek istiyorsanız, güneşe de, aya da secde etmeyin. Çünkü onların ikisi de aynen sizin gibi Allah'ın emirlerine boyun eğdirilmiş yaratıkları arasındadır.

Onları yaratan Allah'a secde edin. Buradaki ”onlar" zamiri yukarıda geçen gece, gündüz, güneş ve aya işaret etmektedir. İşte Allah'a ibadet etmek isteyenler sadece O'na secde edeceklerdir. Çünkü secde, ibadetin mertebeleri arasında en uç noktadır. Şu halde bunun sadece Allahü teâlâ'ya tahsis edilmesi şarttır. Her halde Arapların arasında yıldızlara ibadet eden Sâbiîler gibi güneşe ve aya secde edenler vardı ve bunlar onlara yaptıkları secde ile Allah'a secde ettikleri iddiasında idiler. İşte güneşin ve ayın Allah'a secdeye aracı kılınması yasaklanmıştır ve onlara sadece her türlü nesneyi yaratan Allah'a secde etmeleri emrolunmuştur.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Acaba insanlar secde ederlerken neden güneşin, onların kıblesi olması caiz değildir? Bu soruya cevabımız şöyledir: Çünkü güneş ışık veren, mertebesi yüksek bir cevherdir. Güneş yaratıkların durumlarının düzelmesinde yararı olan bir nesnedir. Eğer namazda kıble olmasına izin verilecek olsaydı, namaz kılanların ona yönelmeleri, onun bulunduğu tarafa doğru rükû edip secde etmelerine müsade edilecek olsaydı bazı kimseler bu rükû ve secdenin Allah'a değil, güneşe yapıldığı vehmine kapılırlardı. Belirli bazı taşlarda bu durum yoktur. Çünkü bu taşların kıble kılınması kendilerinin ilâh tanındığı kanaatini uyandırmaz.

38

Onlar eğer büyüklük taslarlarsa Allah'tan başkasına secde etmeme yolundaki verdiğin emre sarılmayarak büyüklük taslarlar ve bundan yüzçevirirler ve vasıta edinmeye kalkarlarsa...Bu ifade, Allah'a samimiyetle ve ihlâsla ibadet edenlerin sayısının az olduğunu göstermez.

(Bilsinler ki,) Rabbinin yanında bulunanlar, Allah katındaki mukarreb melekler

hiç usanmadan gece gündüz ve her vakit

O'nu tesbih ederler. Onu şeriki ve ortağı olmaktan ve kendisine lâyık olmayan diğer şeylerden tenzih ederler. Meleklerin yanında Allah'a ihlâsla ibadet eden başka varlıklar olduğu halde sadece onların isminin ifade edilmesi çoklukları nedeniyledir.

Ayette yer alan usanma fiilinin mastarı olan ”seâme" bıkıp usanmak demektir. İşte melekler Allah'a ibadet etmekten ve O'nu tespih etmekten usanmazlar ve bir an geri durmazlar. Çünkü meleklerin tesbihleri insanların solunum yapmaları gibidir.

39

Senin yeryüzünü kupkuru, hiç bitkisiz

görmen de Allah'ın âyetlerindendir ve O'nun kudretine delâlet eden şeylerdendir. Burada yer alan ”hâşia" kelimesi istiare sanatıyla ”tezellül" (zelil olma) mânâsına kullanılmıştır. Yeryüzünün kuruluğu, hayır ve bereketten hâli oluşu, korkan, zelil olan, çırılçıplak ve zavallı vaziyette olduğu için kendisine değer verilmeyen bir şahsa benzetilmiştir.

Biz onun üstüne suyu indirdiğimiz zaman bitkilerle

harekete geçip kabarır ve şişer. Çünkü bitki topraktan çıkmaya yaklaştığı ve yeryüzüne yükseldiğinde şişer, sonra yarılır.

Yeryüzü ölü halde iken zikrolunan nesnelerle

ona can veren elbette ölüleri de öldükten sonra

diriltir. Yeryüzünün canlandırılması demek, çeşitli bitkilerle güzelleştirilmesi demektir.

O, her şeye kadirdir sonsuz kudret sahibidir; diriltmeye de kadirdir. Madem ki, bunları vaadetmiştir, o halde mutlaka yerine getirecektir. Can vermenin hikmeti, yapılanlara ceza ve mükâfat vermektir.

40

Âyetlerimiz hakkında onların yalan olduğunu veya sihir, ya da şiir olduğunu söyleyerek ileri geri konuşmak suretiyle onları tahrif ederek, bâtıl şekilde yorumlayarak

doğruluktan ayrılıp eğriliğe sapanlar Bize gizli kalmaz ve Biz onları bu sapmaları nedeniyle cezalandırırız. Burada yer alan ”ilhâd' aslında mutlak olarak meyletmek, sapmak anlamınadır. Bu kelimeden türeme ”lahd" kelimesi içinde de bu mânâ gizlidir. Çünkü lahd, kabrin bir yanında bulunmaktadır. Sonra dil örfünde hakkı bırakıp bâtıla meyletmek anlanmında kullanılmıştır. Buna göre âyetin anlamı; âyetlerimiz hakkında doğruluğu bırakıp eğriliğe meyledenler, demektir.

Bu beyandan sonra Yüce Allah onlara verilecek cezanın nasıllığı hakkında dikkatlerini çekmekte ve şöyle buyurmaktadır:

O halde yüzükoyun

ateşin içine atılan mı daha iyidir, bunlar bütün çeşitleriyle kâfirlerdir

yoksa kıyamet günü ateşten

güvenle gelen mi? Bunlar da bütün tabakalarıyla mü'minlerdir. Mü'minlerin ateşe atılmaları mümkün iken kıyamet günü güven içerisinde gelmelerinin ifade edilmesi, onların kıyamet günü her türlü korkudan emin olacaklarını mübalâğalı bir şekilde vurgulamaktadır.

Dilediğinizi yapın! İster yukarıda zikredilen ve sizi cehenneme sürükleyen ameli yapın, ister kıyamet günü güvenle gelmenize sebep olacak ameli yapın. Hangisini istiyorsanız onu seçin. Çünkü siz ancak kendi nefsinize zarar verirsiniz. Bu âyet-i kerime şiddetli bir tehdidi içermektedir.

Şüphesiz O, yaptıklarınızı görmektedir ve size amelinize uygun olarak karşılığını verecektir.

41

Onlar, kendilerine zikir, Kur'an

geldiğinde onu inkâr edcnlerdir. Bu Kur'an onlara geldiğinde, onu geldiği ilk anda üzerinde kafa yormaksızın ve düşünmeksizin küfür ve inkârla karşılamışlar, ince ince düşünmeden, tevilini öğrenmeden, hiç kafa yormaksızın açıkça belli olan gerçekleri yalanlamışlardır.

Halbuki o zikir

eşsiz bir Kitap'tır. Faydası çok, benzersiz bir kitaptır. Âyet metninde yer alan ”azız" kelimesi, zilletin zıddı olan ”ız" kelimesinden türemedir. Azîz bu mânâya geldiği gibi karşı konulması, iptali ve tahrifi imkânsız anlamına da gelir. Bu taktirde kelime ”galebe" mânâsına ”izzet" kökünden gelmiş olur. Kur'an-ı Kerim, her ne kadar kendisine sataşanların bâtıl sataşmalarından ve iptalcilerin fasid tevilinden uzak değilse de ona muhafaza garantisi getirilmiştir. Kur'an için her çağda kendini koruyan koruyucular takdir olmuştur. Bu koruyucular sapık görüşlü kimselerin görüşlerini gidermişler, fasid tevillerine cevap vermişlerdir. Bu Kur'an, Allahü teâlâ'nın kendisini koruması ile galiptir, kendine kötülük yapmaya kalkışanlara karşı koruyucusu çoktur.

İbn Atâ der ki,: ”Kur'an azizdir, çünkü hiç kimse onun hakkının hakikatine erişemez. Zira Kur'an hem kendisi azizdir, hem kendisine indirilen Peygamber azizdir ve hem de buna muhatap olan Peygamber dostları ve seçkin dostları azizdirler.

42

Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. Yani Kur'ân'a bâtıl denilen nesne girmeye yol bulamaz. Hiçbir yönden Kur'ân'a erişmek için kendine yol bulamaz. Burada kitap, bâtılın hiçbir yönden kendisine girmeye imkân bulamaması açısından galip ve güçlü olan birinin koruması ile korunmuş olan kimseye benzetilmiştir. Onu koruyan kimse herhangi bir yönden düşmanının onun karşısına çıkmasına engel olur.

Âyet metninde yer alan ”bâtıl" dan maksat ya da şeytandır. Şeytan Kur'ân'a bir eklenti yaparak, ya da bir eksiltmede bulunarak onu değiştiremez. Ya da daha önce geçen kitaplardan onu yalanlayacak bir şey gelmez. Kur'an'dan sonra da onun hükmünü iptal edecek, ya da yürürlükten kaldıracak herhangi bir kitap gelecek değildir.

O, hikmet sahibi, mânâlarını değiştirmeye mani olan Rab,

çok övülen Allah'tan indirilmiştir. Çok övülen demek, övülmeye lâyık olan her türlü mahlûkun her yerde lisan-ı hâl ve makâl ile (hâl dili, söz dili) övmüş olduğu bir Rabdır.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'dan rivayet olunuyor: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken işittim: ”Haberiniz olsun, ileride birtakım fitneler kopacaktır." Bu sözü duyunca Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a; o fitneden kurtuluş yolu nedir ey Allah'ın Rasûlü, diye sordum. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Allah'ın kitabıdır. Onun içinde sizden öncekilerin ve sonrakilerin haberi vardır. Aranızdaki çekişmelerin hükmü vardır. O, hak ile bâtılı ayıran bir sözdür. Asla bir şaka değildir, Kim Kur'an'ı böbürlenerek terkederse Allahü teâlâ onu mahveder, kim Kur'ân'ın dışında hidayet ararsa Allahü teâlâ onu saptırır. Kur'an Yüce Allah'ın sağlam ipidir. O, zikr-i hakimdir. O, sırât-ı müstakimdir. Bu yol (sırât-ı müstakim) sayesinde heva ve heves insanı sapıtmaz, diller Kur'an sayesinde karışmaz, âlimler ondan doymazlar ve Kur'an çok okunmakla eskimez. İçindeki acaip ve olağanüstü mucizeler bitmez. O öyle bir Kur'an'dır ki, cinler işittiklerinde ondan vazgeçemediler ve : ”...Gerçekten biz, doğru yola ileten harikulade güzel bir Kur'an dinledik de ona iman ettik." (Cin: 1-2) dediler. Kim bunu söylerse doğru söylemiş, kim de Kur'an'la amel ederse doğru yolu bulmuş ve kim de Kur'an'a göre hüküm verirse âdil olmuş, kim de Kur'an'a çağırırsa kendisine sırât-ı müstakim gösterilmiş olur. ”(22)

43

Sana söylenen senden önceki peygamberlere söylenmiş olandan başka bir şey değildir. Bu ifade Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşılaşmış olduğu kâfirlerin eziyetinden dolayı bir teselli ifadesidir. Burada Yüce Allah demiş oluyor ki,: Senin kavmine mensup kâfirlerce senin hakkında ve sana indirilen Kur'an hakkında söylenen sözler, senden önce geçen peygamberler ve semavî kitaplar hakkında da söylenmiştir. Onlar için de büyücü, kâhin, mecnun, mitoloji ve benzeri yakıştırmalar yapılmıştır.

Elbette senin Rabbin hem peygamberlerine ve onlara iman edenlere

mağfiret sahibi, hem de onlara ve kendilerine indirilen kitaba iman etmeyen peygamber düşmanlarına karşı

acı bir azap sahibidir. Allahü teâlâ senden önce geçen peygamberlere yardımcı olmuş, onların düşmanlarından intikam almıştır. Aynısını senin düşmanlarına da yapacaktır. Bir âyet-i kerimede Yüce Allah şöyle buyurur: ”Yemin olsun ki, senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Onlar yalanlamalarına ve eziyet edilmelerine rağmen sabrettiler, son unda yardımımız onlara yetişti..." (En'âm: 34)

Bu âyet-i kerime gösteriyor ki, insanların birbirlerine karşı dillerini kesmek hikmetten değildir. Görüldüğü üzere Allahü teâlâ insanların dilini kendi zâtı hakkında ileri geri konuşmaktan alıkoymamıştır, hatta Allahü teâlâ hakkında onlar O'nun karısı, çocuğu vardır gibi ve benzeri ifadeler kullanmışlardır. Allah hakkında böyle söylerlerse diğer peygamberler, Rasûller, Allah dostları ve ona yakın veliler hakkında neler söyleyebileceklerini hesap etmek gayet kolaydır.

44

Eğer Biz onu, zikri

yabancı dilden bir Kur'an yabancıların dilinde yazılmış, onların anlayabileceği bir Kur'an

kılsaydık Kureyş kâfirleri

diyeceklerdi ki,: 'Âyetleri tafsilâtlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Âyetleri tercüman olmaksızın bizim anlayacağımız bir dilde açıklanmalı değil miydi?

Âyet metninde yer alan ”a'cemi", Arap bile olsa kendi diliyle maksadını fasih bir biçimde dile getiremeyen kişi demektir. Burada ”a'cemi" kelimesi yabancıların dilinde tertip edilmiş söz demektir. Böyle bir söz Araplar tarafından anlaşılmayan bir sözdür. Âyetteki bu ifade Kureyşin sırf inat olsun diye ”Kur'an yabancıların dilinde indirilmeli değil miydi" şeklindeki sözlerine cevap teşkil etmektedir. Burada yer alan ”levlâ" harfi, teşvik harfidir. Teşvik ifade eden harf -burada olduğu gibi- dili geçmiş zamanlı fiilin başına geldiğinde herhangi bir fiilin yapılmaması dolayısıyla kınamayı ve azarlamayı ifade eder.

Arab'a yabancı dilden (Kitap) olur mu?' Âyetin mânâsı; eğer Biz onu yabancı dilden bir Kur'an kılsaydık hoş görmeyecekler ve yabancı dille bir söz, Arap kavmine nasıl gönderilir? diyeceklerdi ve bu durum onların daha çok yalanlamalarına yol açacaktı. İndirilen Kitabın tamamını yabancı dilden kılsaydık bunun âyetleri ayrılmalı değil miydi, bir kısmı yabancıların anlaması için yabancı dilde, bir kısmı da Arapların anlaması için Arapça olarak ayrılmalı değil miydi diyeceklerdir, demektir. Bundan maksat, Allah'ın âyetleri onlara hangi şekilde gelirse gelsin mutlaka inatlarından dolayı takılacakları bir nokta bulacaklardır. Çünkü onlar hakkı aramıyorlar, onlar sadece heva ve heveslerine uyuyorlar, demektir.

De ki,: 'O, zikir yani Kur'an

inananlar için doğru yolu gösteren, onlara hakkı işaret eden

bir kılavuzdur ve gönüilerdeki şek ve şüpheye

şifadır, ya da gönül darlığına şifadır. Çünkü Kur'an'da, okunmak suretiyle faydalanma, üzerinde düşünerek lezzet alma vardır. Ya da Kur'an, içinde bulunan hoş vaadler dolayısıyla kalplere şifadır.

İnanmayanlara gelince onların kulaklarında bir ağırlık ve sağırlık

vardır. O Kur'an,

bunlara, inatçı kâfirlere

karşı bir körlüktür. Bunun sebebi onların Kur'an'ı dinlemeye karşı sağır gibi davranmalarından, kendilerine göstermiş olduğu âyetlere kör tavrı almalarındandır.

(Sanki) onlar, bu uzak kalanlar ve hakka karşı sağır, müşahade ettikleri apaçık âyetlere karşı kör gibi davrananlar

uzak bir yerden çağrılıyorlardır.' Bu ifade onların Kur'an'ı kabul etmemelerini ve dinlememelerini canlandıran bir ifadedir. Burada onlar uzak mesafeden kendisine çağrılan ve bağrılan bir kişi gibi canlandırılmalardır. Bu kişi öyle bir yerdedir ki, onun bulunduğu yerdeki kimse o çağırıyı hemen hemen hiç duymaz.

Dahhâk bu âyeti şöyle tefsir eder: ”Kıyamet günü onlara uzak bir mekândan en çirkin isimleriyle çağrılır. Bir başka ifadeyle onlara: Ey fâsık, ey münafık, diye hitap olunur ve bu onları azarlamak ve aşağılamak için en şiddetli bir ifade olur."

45

Yemin olsun Biz Mûsa'ya Kitabı verdik. Onda da ayrılığa düşüldü. Yani Allah'a yemin olsun ki, Biz ona Tevrat'ı verdik, onun hakkında ihtilâfa düşüldü. Tevrat'ı tasdik edenler olduğu gibi yalanlayanlar oldu. İşte sana vermiş olduğumuz Kur'an hakkında senin kavminin tutumu da böyledir. Aralarında Kur'ân'a inanan vardır, inanmayan mevcuttur. Kitaplar hakkındaki bu ihtilâf sadece senin kavmine mahsus olmayıp eski bir âdettir. Bu ifade Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı teselli etmek için getirilmiştir.

Eğer Rabbinden yalanlayan senin ümmetin hakkında

bir söz onların azabının tehir edileceğine ve aralarındaki hükmün kıyamet günü verileceğine dair vaad

geçmiş olmasaydı aralarında dünyada geçmiş ümmetlerin inkarcılarına yapıldığı gibi bu yalanlayanların kökü kazınacak diye

derhal hükmedilirdi. Nitekim Yüce Allah bu ümmetin cezasının tehir edileceğine dair şöyle buyurur: ”Bilakis kıyamet onlara vaadedilen asıl saattir..." (Kamer: 46) Bir başka âyet-i kerime ise şöyledir: ”Eğer Allah insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor..." (Nahl: 61)

İnkarcıların dünyada cezalarının hemen verilmemesi, ya yukarıda işaret olunduğu gibi bu konudaki bir vaadden dolayıdır, ya da onların köklerinin kazınmamasının sebebi Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın rahmet peygamberi olmasındandır. Çünkü Mekke, peygamberlerin ve rasûllerin hicret yatağı, mukarreb meleklerin indikleri yerdir. Eğer böyle bir yerde inkarcıların kökü hemen kazınsaydı orası Âd ve Semûd kavminin diyarı gibi olurdu ve insanların kalplerinin hoşlanmadığı bir belde haline gelirdi. Oysa İbrahim (aleyhisselâm) Mekke hakkında şöyle duâ etmiştir: ”...Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl..." (İbrahim: 37) İşte bu mübarek ve güvenli haremin kötülerin köklerinin kazındığı bir yer olmaması ve onları gazabının sonuçlarından koruması Yüce Allah'ın hikmetinin bir gereğidir.

Onlar, senin kavminin kâfirleri,

onun, Kuranın

hakkında derin bir şüphe, huzursuzluk doğuran ve kuşkuya düşüren bir şüphe

içindedirler.

46

Kim kitaplara iman ederek ve onların gereğine göre amel ederek

iyi bir iş yaparsa bu kendi lehinedir. Bu ameli ya da amelinden doğacak fayda başkasına değil, kendi nefsinedir.

Kim de kötülük yaparsa onun zararı başkasına değil onun

kendi aleyhinedir. Rabbin kullara zulmedici değildir. Ki onlara yapmaması gereken şeyi yapsın. Tam tersine O, âdildir, ihsan sahibidir. Herkese ameline göre karşılık verir. Bir başka ifadeyle O, zulmetmekten münezzehtir. Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur: ”...Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez." (Kehf: 49) Bir kudsî hadiste Yüce Allah şöyle buyurur: ”Ben kendime zulmü haram kıldım, o halde siz de birbirinize zulmetmeyiniz." (23) Zulüm, başkasının mülkünde tasarruf etmek demektir, ya da zulüm, düşmanlıkta haddi aşmak demektir. Bu da Allah hakkında muhaldir. Çünkü bütün âlem Yüce Allah'ın zaten mülküdür. Bir hadis-i şerifte Rasûlüllah şöyle buyurur: ”Herhangi bir kimse zalimin zalim olduğunu bile bile ona yardım etmek üzere kendisiyle birlikte yürürse İslâmdan çıkar. ”(24) ”İslâmdan çıkar" sözünden maksat, dinden irtidad (dönmek) değildir. Asıl çıkmaktan maksat, Allah'a ve O'nun Peygamberine itaat etmemek demektir. Bunun bir örneği de ”Aldatan bizden değildir," hadis-i şerifidir.

23- Bu hadisi Müslim Sahih'inde şu lâfızla rivayet eder: ”Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım. Onu aranızda da haram ettim, o halde birbirinize zulmetmeyiniz..."

24- Bu hadisi Taberânî el-Kebîr'inde Evs b. Şurahbil'den rivayet eder. Bkz. el-Fethu’l-Kebîr, 3/241.

Aklı başında olan kimseye düşen, daima amel-i salih işlemeye koşmaktır. Özellikle zulmün ve fesadın yayıldığı, heva ve hevesin ruhlara ve nefislere baskın geldiği zamanda. Çünkü böyle zamanlarda hak üzere daim olmak daha efdal ve daha büyüktür.

47

Kıyamet gününün, kıyametin vaktinin

bilgisi başkasına değil sadece

O'na havale edilir. Çünkü o vakti Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Kıyamet geldiği zaman iyi amel işleyenle kötülük yapan arasında hükmünü vererek birini cennete, diğerini cehenneme koyar.

O'nun bilgisi dışında hiçbir meyve kabuğunu yarıp çıkamaz. Hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. Burada yer alan ”ekmâm", meyvenin yarılmadan önceki kabuğu demektir. Bazılarına göre ceviz, badem, fıstık ve benzeri meyvelerin dış kabuğu demektir. Kelime, ”kim" kelimesinin çoğulu olup meyveyi örten dış zarı ve kabuğu demektir. İnsanın elini kapatıp örten gömlek ve benzeri şeyin koluna da ”kümm" denir. Burada, meyvenin kabuğundan çıkması, herhangi bir kadının hamile kalması ve çocuğunu dünyaya getirmesi gibi hiçbir olay yoktur ki, Allah'ın her şeyi kuşatan ilmi, bu olayla birlikte bulunmasın. Allah'ın kuşatıcı ilmi, o olaya nasıl belirmişse, bu olay o şekilde meydana gelir. O, meyvenin kabuğundan çıkacağı anı, sayısını ve ne zaman olgunlaşacağını veya olgunlaşmadan bozulup çürüyeceğini, kadının hamile kaldığı vakti, hamilelik günlerinin sayısını, saatlerini, karnındaki yavrunun durumunu, organlarının eksik veya tam olacağını, erkek veya dişi, güzel veya çirkin olacağını ve bunun dışında başka özellikleri bilir. Çocuğun dünyaya geleceği zamanı ve buna ilişkin öteki ayrıntıları da bilir. Bir başka ifadeyle Allahü teâlâ kıyametin ne zaman kopacağım bilir. Herhangi bir kimseye kıyametin vakti sorulduğunda, bunun ilmini Allah'a havale etmeli ve Allah bilir, demelidir. Nitekim meyveye, bitkiye ve başka şeylere dair gelecek olayların bütün bilgisi, Allah'a havale olunur.

Rivayete göre Mansur Devânikî ömrünün ne kadar olacağı meselesi üzerinde kafa yormaya başlar. Bir gece rüyasında bir şahıs görür. Bu şahıs elini denizden çıkarmış, ona beş parmağıyla işaret etmektedir. Mansur bu rüyasını âlimlere danışır. Ona ömründen ya beş yıl, ya beş ay kaldığını söylerler, ya da başka bir tevilde bulunurlar. Ebû Hanife ise der ki,: ”Bu rüyanın tabiri, Mefâtîhu'l-ğayb (bilinmezlerin anahtarı) beştir. Bunları Allah'tan başkası bilmez. Eğer sen bunları öğrenmek istersen öğrenmen mümkün değildir. Ebû Hanife bu görüşünü Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ”Mefâtîhu'l-ğayb beştir" sözünden almıştır ve sonra şu âyet-i kerimeyi okur: ”Kıyamet vakti hakkındaki bilgi ancak Allah'ın katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez..." (Lokman: 34)(25)

Bu noktadan kıyametin ne zaman kopacağını bilmekle meyvelerin çıkmasına dair bilginin neden birarada ifade edildiği ortaya çıkmış oldu. Çünkü meyvelerin çıkması yağmurların yağdırılması olayına dahildir. Zira yağmurla ve rüzgârlarla bitkiler biterler ve meyveler ortaya çıkarlar.

Ey Rasûlüm Muhammed! Kavmine hatırlat

Allah onlara: Sizin iddianıza göre:

'Ortaklarım nerede?' diye seslendiği gün: Bir başka âyette onların bu temelsiz iddialarına şöyle değinilmektedir: ”...Benim ortaklarım olduklarını iddia ettikleriniz hani nerede?" (Kasas: 62) Onlar

'(Buna dair) bizden hiçbir şahit olmadığını sana arzederiz' derler. Sana haber verir, bildiririz çünkü bizler durumu gördüğümüzde onlardan uzaklaştık, diye cevap verirler. Allahü teâlâ'nın kendisine ortak koşulanları sorması azarlama içindir. Burada yer alan ”şehîd" kelimesi, ”şehadet" mastarından türemedir.

48

Böylece önceden yalvarıp durdukları onlardan uzaklaşmıştır.

Yani böylece müşriklerden dünyada iken ibadet ettikleri ilâhları uzaklaşmıştır, ya da onların faydasızlığı ortaya çıkmıştır. Artık onların ortada olmasıyla gözönünde olmaması bir hale gelmiştir.

Kendilerinin kaçacak yerleri olmadığını anlamışlardır. Burada yer alan ”malus" kaçacak yer anlamınadır.

49

İnsan hayır istemekten, nimette genişlik talep etmekten, geçim sebeplerinde bolluk istemekten

usanmaz. Âyetin mânâsı; insanoğlu kendisine hayır gelirken buna bir sınır koyup da ondan daha fazlasını istememezlik etmez. Asla onu talep etmekten bıkıp usanmaz.

Bu âyet-i kerime işaret ediyor ki, insanoğlu hayır talep etme karakteri üzerine yaratılmıştır. Bu konuda ona usanma diye bir şey gelmez. Bu vasıf insan cinsine ait bir vasıf olup onların fertlerinin ekserisinin vasfıdır. Çünkü Allah'ın rahmetinden ümitsizlik ancak kâfirin yapacağı bir iştir ve Yüce Allah onu açıkça ifade edecektir.

Fakat kendisine bir şer zorluk ve sıkıntı

dokunursa hemen ümitsizliğe düşer, üzülüverir. Allah'ın ihsanından ve rahmetinden aşırı biçimde ümidini keser. ”Kanûd" aşırı bir ümitsizlik demektir. Böyle bir ümitsizlik içinde olanın hal ve durumundan belli olur. Kişi zayıflar ve bitkin hale gelir.

50

Yemin olsun ki, kendisine dokunan bir zarardan sonra Biz ona hastalıktan ve sıkıntıdan kurtarmak gibi

katımızdan bir rahmet sıhhat ve geçim bolluğu

tattırırsak: 'Bu benim hakkımdır, bu hayır bana, kendimde bulunan bir fazilet ve üstünlükten dolayı hak ettiğim için gelmiştir. Bunlar ebediyyen benim elimden çıkıp gidecek değildir. O, böyle söyler. Allahü teâlâ'nın o nimeti, kendisine şükür mü edecek, yoksa nankörlükte mi bulunacak diye denemek için verdiğini bilmez ve yine Allah isterse onu artık vermeyeceğinden gafil olur. Muhammed’in iddia ettiği gibi

kıyametin kopacağını sanmıyorum, kıyametin kopması ve benim dirilmem gerçek olsa bile bu taktirde

Rabbime döndürülmüş olsam bile muhakkak O'nun katında benim için daha güzel şeyler vardır' der. Yani kıyamet kopsa ve ben yeniden diri İsem bile yine kendim lâyık olduğum için iyi bir halde olurum. Ben inanıyorum ki, dünyada bana verilen nimetler, onlara lâyık olduğumdandır, âhiret nimetleri de böyledir. Çünkü âhirette bu nimetlerin veriliş sebebi yine mevcuttur.

Bazı müfessirler: ”Rabbime döndürülmüş olsam bile muhakkak O'nun katında benim için daha güzel şeyler vardır, cümlesindeki ”daha güzel şey" ifadesini cennet olarak tefsir etmişlerdir ve bunu söyleyen kişi alay olsun diye söylemektedir," demişlerdir.

Biz, inkâr edenlere yaptıklarını mutlaka haber vereceğiz onların amellerini gerçek biçimleriyle ortaya çıkardığımız zaman bunların gerçek yüzünü onlara bildireceğiz ve onlar bu amellerin çirkin amel olduğunu ve bunların zillet doğuracağını yoksa kişinin ikram görmesine sebep olacak güzel ameller olmadığını göreceklerdir

ve muhakkak onlara mahiyetini hiç kimsenin bilemeyeceği ve hiç kimsenin asla kurtulamayacağı

ağır azaptan tattıracağız. Bu azap o kadar ağır bir azaptır ki, onları dört bir taraflarından kuşatır. Bu kimse, dünyada iken Allah'ın rahmetinden kovulma ve uzaklaşma azabı ile azap görüyordu. Fakat azabın tadını ve elemini almadığından Allahü teâlâ, gaflet uykusundan uyandıktan sonra yani öldükten sonra ona azabın tadını tattıracaktır. Nitekim dünya hayatının bir uykudan ibaret olduğunu Hazret-i Ali (kerremallahu veçhen) şöyle ifade eder: ”İnsanlar dünyada uykudadırlar, öldüklerinde uyanacaklardır."

Bu âyet-i kerimede şöyle denmiş olmaktadır: O kâfirlerin Allah'tan ikram ve izzet göreceklerine dair itikadlarma ve inançlarına bedel olarak Yemin olsun ki, Biz onlara alçaltıcı büyük bir azap tattıracağız. Buradaki azap kelimesinin büyüklük ile vasıflanması azap görecek olan kimsenin bedeninin büyüklüğünden dolayı demek de mümkündür.

51

İnsana bir nimet verdiğimiz zaman o nimetin verilmesine şükretmekten

yüz çevirir bu da kâfirin azgınlığının bir başka çeşididir. Allahü teâlâ ona bir nimet verdiğinde sanki daha önce hiçbir sıkıntıyla karşılaşmamış gibi bu nimet onu şımartır ve azdırır. Artık o, nimeti vereni unutur ve O'nun nimetine şükrü terketmek suretiyle nankörlük eder

ve yan çizer, yani bir yanıyla değil, bütün benliğiyle şükürden uzaklaşır. Kibirlenmekten ve böbürlenmekten dolayı şükre ve itaate asla meyletmez.

Fakat ona bir şer dokunduğu zaman da yani şükürden yüzçeviren ve kibirlenen insana belâ ve sıkıntı gibi bir şer dokunduğu zaman

artık o, geniş bir duâ sahibidir. Artık o çok duâ eder durur.

52

De ki,: 'Bana haber veriniz, eğer o Kur'an

Allah tarafından ise siz de onu düşünmeden, delillerini araştırmadan, iman etmeyi gerektiren birçok deliller varolduğu halde

inkâr etmişseniz o zaman uzak bir ayrılığa düşenden daha sapık kim vardır?' Sizden daha sapık kim vardır? Çünkü Allah'ın katından indirilmiş olan bir şeyi bu öncekilerin hikâyeleridir, mitolojileridir gibi sözler söyleyerek ve benzeri iftiralar atarak inkâr eden kimse, Allah'a düşman olmuştur. Bir başka ifadeyle bu kimse Allah'ın düşmanı ve O'na muhaliftir. Hem de barışmamacasına uzak bir muhalif, dostluktan tamamen ayrı bir düşmandır. Şüphesiz böyle olan bir kimse son derece sapıktır.

Bu âyet-i kerimede işaret olunuyor ki, kulun başına gelen bütün belâlar, sıkıntılar, zararlar ve sevinçler Allah kalındandır. Eğer kul bunları teslimiyet ve hoşnutlukla kabul eder, sıkıntı ve rahatlıkta, bollukta ve darlıkta mevlâsma şükrederek sabrederse işte bu kişi Allah'a yakın olan hidayete ermişlerden olur. Buna karşılık bu belâları inkârla ve bana yardım edilmedi diye sabırsızlıkla karşılarsa bu da Allah'tan uzaklaştırılmış, yolunu şaşırmış bedbahtlardan olur. Nasıl ki, ateş, odundan hiçbir parçayı geri bırakmaz, yakar kül ederse belâlar da vücuda zarar veren hiçbir şeyi geride bırakmaz.

Aklı başında olan bir kimse, acaba dünyada rahatlığı nasıl umabilir? Dünya sıkıntı yurdudur, bir haberde ”Dünya müminin hapishanesidir ” denmiştir. Mü'min dünyada rahat edemez. Dünya hayatı azlıktan veya bir hastalıktan ya da zilletten uzak değildir. İnsanın en büyük rahatı âhirettedir. Kâfir dünyada ve âhirette kaybetmiştir. Kula düşen, doğru yol üzere yürümek, ayağının kaymasından ve Allahü teâlânın mekrinden her zaman korkmaktır.

53

Onlara, Kureyş kâfirlerine

ufuklarda ve kendi nefislerinde Kur'an'ın hakikatine ve Allah katından indirildiğine dair

âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun, Kur'an'ın veya Allah'ın, ya da tevhidin

gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Açık ve seçik bir biçimde ortaya çıksın. Çünkü bu Kur'an şeriklerin ve ortakların yanından değil, Rahmanın katından indirilmiş hak bir kitaptır.

Âyet-i kerimede yer alan ”âfâk", ”ufuk" kelimesinin çoğuludur. Âfâk, İnsanın dışındaki dış âleme denir. Âfâk denince bunun içine en küçük maddeden, arşa kadar bütün nesneler girerler. ”Enfüs" ise, insanın küçük âlem olan iç âlemidir ve bu küçük âlem her bir insanın kendi içinde mevcuttur. Âfâka dair âyetlerden maksat, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın onlara haber verdiği ileride olacak olan Bizanslıların birkaç yıl içinde Acemlere galip geleceği gibi haberlerdir ve yine tarihçilerin tespit ettiği biçime uygun olarak geçmiş milletlerin başına gelen belâlardır. Bu olayları tarih kitapları kaydetmektedir ama

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmî olup okumamış, yazmamış ve hiç kimseden ilim öğrenmemiştir. Allahü teâlâ'nın Rasûlüllah'a ve halifelerine bahşetmiş olduğu fetihler dünyanın her bir yanını ele geçirme, doğuda ve batıdaki beldeleri istila etme, harikulade bir olaydır. Çünkü böylesi bir fetih ve galibiyet onlardan önce yeryüzünde bulunan hiçkimseye nasip olmamıştır.

"Nefişlerindeki âyet"o, gelince, Mekkelilerin arasında meydana çıkan kıtlık, korkudur. Bedir savaşı günü başlarına gelen yenilgi fetih günü uğradıkları kati ve mağlubiyettir. Mekke'nin Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan önce herhangi bir kimse tarafından fethedildiği haberi bize ulaşmamıştır ve yine Mekkelilerin öldürüldüklerini ve esir alındıklarını da duymuş değiliz.

"Ufuklarda âyetlerimiz" ifadesi hakkında bazı müfessirler, göklerde ve yeryüzünde bulunan güneş, ay, yıldızlar ve bunların sebep olduğu gece, gündüz, ışık, gölge, bitkiler, ağaçlar ve nehirlerdir, demişlerdir.

"Nefislerindeki âyetler" ise; Allahü teâlâ'nın insan vücudundaki çok hassas sanatı, göz kamaştırıcı hikmetidir. Ayrıca rahimlerin karanhklarındaki ceninin yaratılması, acaip organların meydana gelmesi ve birbiriyle birleşmesi de nef islerdeki delillerdendir. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur: ”Kendi nefislerinizde de öyle, görmüyor musunuz?" (Zâriyât: 21)

Ufuklarda ve insanın nefsindeki bu âyetler daha önce meydana geldiği halde âyetin başında gelecek zaman ifade eden ”sın" harfinin getirilmesi, Allahü teâlâ'nın bu âyetleri insanlara peyderpey göstereceğinden ve bunların iç yüzleri hakkında onlara gün be gün daha fazla bilgi vereceğindendir. (26)

Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? Rabbinin, Kuranın hakikatini beyan eden vaadettiği âyetleri göstermesi onlara yetmez mi? Allahu teâlâ'nın bütün eşyaya şahit olduğu onlara yetmiyor mu? Bu cümle onları azarlamak için getirilmiş yeni bir cümledir. Burada Allahü teâlâ onları Kur'an hakkındaki tereddütlerinden, Kur'ân'ın gerçek olduğuna dair inatla delil istemelerinden Allahü teâlâ'nın verdiği haberlerle yenilmemelerinden dolayı onları azarlamakta ve Rabbinin verdiği haber onlara yetmiyor mu diye onları kınamaktadır.

54

Dikkat edin. Onlar Mekke kâfirleri dirilerek ceza görmek için

Rablerine kavuşma konusunda büyük ve şiddetli

şüphe içindedirler.

Çünkü onlar ölülerin vücutları parça parça, azaları ve organları darmadağın olduktan sonra yeniden dirileceklerini uzak bir ihtimal olarak görüyorlardı.

Bilesiniz ki, O, her şeyi kuşatmıştır. Burada yer alan ”ihata", bir şeyi kemaliyle idrak etmek, kavramak demektir. Buna göre âyet-i kerimede denmiş oluyor ki,; bilesiniz ki, O, bütün her şeyi toptan ve en ince ayrıntısına kadar, zahirini ve batınını bilmektedir. O'na hiçbir şey gizli kalmaz ve O, kâfirleri inkârlarına ve kuşkularına karşılık hiç şüphesiz cezalandıracaktır.

Allah'ın yardımıyla Fussılet Sûresi'nin tefsiri sona erdi.

0 ﴿