ŞURA SURESİ1Hâ. Mîm. 2Ayn. Sîn. Kâf. Hâ. Mîm. Ayn. Sîn. Kâf. Bu iki blok harf grubu (Hâ. Mîm. Ayn. Sın. Kâf.) sûrenin ismidir. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim’in âyetlerinin yazılışı esnasında araları açılmış ve bunlar, (Hâ. Mîm.) birinci âyet, (Ayn. Sîn. Kâf.) ikinci âyet sayılmışlardır. Oysa ”Kâf. Hâ. Yâ. Ayn. Sâd.", ”Elif. Lâm. Mîm. Sâd.", ”Elif. Lâm. Mîm. Râ." âyetlerinde durum böyle değildir. Çünkü bu üç âyet grubu da bir âyettirler. 3Aziz ve hakîm olan Allah sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder. Yani bu sûredeki manalar gibi azîz ve hakîm olan Allah, diğer sûrelerde de sana vahyeder, senden önceki peygamberlere de kendi kitaplarında vahyeder. Seninle önceki peygamberler arasındaki benzerlik noktası tevhid prensibine davet ve insanlara hakkı göstermek, hem bu dünyada ve hem de öbür âlemde onların yararlarına olan şeyi göstermektir. Âyeti bu şekilde anlamak mümkün olduğu gibi şu şekilde anlamak da mümkündür. Bu sûrenin vahyedilişi gibi azîz ve hakîm olan Allah, sana diğer sûreleri ve öteki peygamberlere kendi kitaplarını da aynı şekilde vahyeder, yoksa başka bir vahiy şekli tercih etmez. Bu durumda Hazret-i Peygamber ile öteki peygamberler arasındaki benzerlik vahyin melek vasıtasıyla gelmiş olmasıdır. Âyet-i kerimenin metninde vahyetme fiili şimdiki zaman kipiyle ifade edilmiştir. Oysa söylenmesi gereken dili geçmiş zaman idi. Çünkü Hazret-i Peygamber'den öncekilere vahiy geçmişte kalmıştır. O halde bunun zorunlu sonucu olarak dili geçmiş zaman kipi kullanılmalı idi. Ancak şimdiki zaman kipinin kullanılması vahyin sürdüğüne ve zaman zaman yenilendiğine delâlet etme ve o vahyin aynısının yapılmasının, Yüce Allah'ın âdeti olduğunu vurgulamaktır. 4Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Ulvî ve süflî âlemde neler varsa bunların yaratılması, mülkiyet hakkı ve bilgisi Allahu teâlâ'ya mahsustur. O şanı yücedir, uludur. Mülkü, kudreti ve hikmeti uludur. Ya da O, insanların akıllarının alamayacağı şekilde yücedir. Çünkü O'nun zâtı gibi hiçbir zât, sıfatları gibi hiçbir sıfat, ismi gibi hiçbir isim, fiili gibi hiçbir fiil yoktur. O, o kadar uludur ki, kendisinden başka her şeyin vasfı, adı anılınca çok küçük kalır. Bütün kullardan, peygamberlerden ve onlara varis olan âlimlerden uludur ve yücedir. 5Neredeyse yukarılarından gökler çatlayacak. Allah'ın azametinden, O'ndan korkularından ve tazimlerinden neredeyse gökler çatlayacak. Bu husus şu âyet-i kerimede de dile getirilmiştir: ”Eğer Biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik muhakkak ki, onu Allah korkusundan baş eğerek parça parça olmuş görürdün..." (Haşr: 21) ”Yukarılarından" ifadesi, göklerin çatlama noktasının o göklerin yukarısı cihetinden başlayarak onun altındaki tabakalara doğru devanı etmesini ifade eder. Burada söz konusu ifadenin özellikle getirilmesi mucizelerin en büyüğünün ve Allahu teâlâ'nın azametine, celâline en çok delâlet eden mucizenin gösterilen o yönden geliyor olmasından dolayıdır. O büyük mucizeler arştan, kürsîden, arşın etrafında tesbih, tahmîd, tekbir ve tehlilde bulunan meleklerin saflarından gelmektedir ve ayrıca o yönden mahiyetini ancak Allahu teâlâ'nın bildiği O'nun en büyük hükümranlığının izleri oradadır. Uygun olanı göklerin çatlamasının önce göklerin en yukarısından başlayarak bu yönden olmasıdır. Sonra semalar peşpeşe çatkıya çatlaya en aşağı tabakaya sıranın gelmesi gökte ne kadar sema varsa hepsinin birbirinin üstüne düşmesidir. Bazı âlimlere göre âyetin manası; gökler müşriklerin Yüce Allah'ın oğlu olduğu iddialarından dolayı neredeyse çatlayacaktır. Bu yaklaşımı Meryem süresindeki şu âyet-i kerime desteklemektedir: ”Bundan dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir. Rahmana çocuk isnadında bulunmaları yüzünden." (Meryem: 90-91) Yukarıdaki âyette özellikle göklerin çatlayacağının ifade edilmesi, semaların alt tabakadan itibaren de haydi haydi çatlayacağına işaret etmek içindir. Çünkü yeryüzünde müşriklerin ağızlarından çıkan Yüce Allah'a çirkin saldırı semaları yukarıdan çatlattığına göre, bunları en alt tabakadan da haydi haydi çatlatır. Bazı âlimlere göre semanın yukarıdan çatlaması oradan azabın inmesi içindir. Melekler de Rablerini hamd ile tesbih ediyorlar Allahu teâlâ'yı kendisine lâyık olmayan şirkten, çocuk isnadından ve diğer cisimlerin sıfatlarından hamdederek tenzih ediyorlar ve yerdekiler için mü'minlere şefaat için mağfiret diliyorlar. Bu tefsiri ”Arşı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar Rablerini hamd ile tesbih ederler, O'na iman ederler, müminlerin de bağışlanmasını isterler..." (Mü'min: 7) âyet-i kerimesi desteklemektedir. Bu sûrenin anlamı mutlak olan bu âyeti, Mü'min süresindeki mukayyed olan âyete hamledilir, bir başka ifadeyle o âyetin manası gibi anlaşılır. Ya da mü'min ve kâfir için bağışlanmalarına yol açacak şefaat, ilham ve tâata yaklaştıracak vesileleri hazırlama gibi bağışlanmalarına vesile olacak çabayı göstererek onlar için mağfiret diliyorlar. Kâfirin iman etmesine, fasıkın tevbe etmesine tamah ederek cezalarının geri ertelenmesi duasında bulunuyorlar. Bu yaklaşım meleklerin bir başka yönden kâfirlere lanet etmesiyle çelişmez. Nitekim meleklerin kâfirlere lanet ettiklerini Bakara sûresinin şu âyetinde görmekteyiz: ”(Âyetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların laneti onların üzerinedir." (Bakara: 161) Bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Orada dört parmak büyüklüğünde bir yer yoktur ki, bir melek alnını koyup Allah'a secde etmiş olmasın."(1) Onlar, Rablerine hamd ederler ve yerdekiler için mağfiret dilerler. Bu ifade gösteriyor ki, âyet-i kerimede meleklerden maksat, bütün semalardaki meleklerin hepsidir. 1- Bu ifade Buhârî ve Tirmizî'nin tahric ettikleri hadisin bir parçasıdır. Hadis-i şerif şu ifadelerle başlar: ”Eğer sizler benim bildiklerimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız..." Bkz. Câmiu'l-Usûl, 4/13. ; Mukâtil'e göre bu melekler, hamele-i arş (arşı taşıyan melekler) dir. Mukâtil’in bu tefsiri yaparken dayandığı delil Mü'min Sûresi'nin baş tarafındaki şu âyet-i kerimedir: ”Arşı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler) Rablerini hamd ile tesbih ederler, O'na iman ederler, mü'minlerin de bağışlanmasını isterler. ” (Mü'min: 7) Bizce Mü'min süresindeki âyette iman edenler için arşın meleklerinin mağfiret dileyen melek olarak özellikle ifade edilmeleri, diğer meleklerin de mağfiret dilemeleriyle çelişmez. Çünkü bu sûredeki âyet-i kerime bütün melekler hakkında ve onların mağfiret dilemeleri hususunda mutlak bir âyet-i kerimedir. İyi bilin ki, Allah kendisine yönelenlerin günahlarını çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Allahü teâlâ onlara cennetini ve yakınlığını nasip edecek kadar rahmet sahibidir. Rahmetiyle Ademoğullarının bu kadar çok isyanı olmasına rağmen onlar için meleklerine mağfiret dilemelerini emretmektedir. Şirki ve büyük günahları işleyen kâfirlere her ne kadar âhirette azab etmek istese de bu dünyada azıklarını kesmemekte, sıhhatlerine ve dünyadan faydalanmalarına engel olmamaktadır. Acizane diyebiliriz ki,: Melekler her ne kadar mü'minler için mağfiret diliyorlarsa da mü'minler de onlara selâm vermektedirler. Namazda her teşehhüdde ”esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhi's-sâlihîn" demekteyiz. Çünkü melekler, Yüce Allah'ın kendilerine emrettiğine karşı gelmezler ve kendilerine emrolunanı yaparlar. O halde asıl minnet her halükârda Yüce Allah'adır. 6Allah'tan başka dost, ortak ve eş edinenleri ibadet esnasında Allah'ın yanında bunları da ortak koşanları Allah daima gözetlemektedir. Onların ahvalini ve amellerini gözetlemekte, bunların hakkında bilgi sahibi olmaktadır. Allahu teâlâ bütün bunlardan habersiz değildir. Dolayısıyla onlara yaptıklarının karşılığını verecektir. Onların üzerine sadece bir olan Allahü teâlâ gözetçidir. Sen onlara vekil değilsin. Onların işi sana havale edilmiş değildir ki, sen onlardan sorumlu olasın ve onlar yüzünden ceza göresin. Senin bütün vazifen uyarmak ve ahkâmı tebliğ etmektir. Bu âyet-i kerime işaret ediyor ki, hevâ ve hevesine göre amel eden, kasten Allahu teâlâ'yı bırakan, ya da O'na verdiği ahdini bozan herkes şeytanı kendine dost edinmiştir. Çünkü o, onların emirlerini yerine getirmektedir ve onların fiilleri kendi tabiatlerine uygundur. ”Allah daima onları gözetlemektedir." Onların gizli ve aşikâr yaptıkları her hareketi gözetlemektedir. Dilerse onlara azap eder, dilerse bağışlar. Sen onların yaptıkları hareketlere engel olman için kendilerine vekil değilsin. Akıllı insana gerekli olan Allahu teâlâ dışında dostlar edinmemektir. Aksine tek başına Allah'ın sevgisi ve dostluğu ile yetinmelidir. 7Şehirlerin anası ve onun çevresinde bulunan Arap lan uyarman, Mekke halkını eğer inkâra devam ederlerse Allah'ın azabıyla korkutman için sana böyle Arapça bir Kur'an vahy et tik. Araplar her şeyin aslına ve özüne, âyetin ifadesiyle, ”um" (ana) derler. Mekke'ye ”Ummu'l-Kurâ" (şehirlerin anası) diye isim verilmesi, içinde Beyt-i muazzam ve Makam-ı İbrahim’in bulunmasından dolayı o beldeyi şereflendirmek ve yüceltmek içindir. İkinci bir neden de şu rivayetin varlığıdır: Yeryüzü, Mekke'nin altından itibaren yayılmaya başlamış ve böylece diğer şehirler bir anneye göre kızları gibi Mekke'nin etrafına doğru yayılmışlardır. Burada uyarma görevinin, şehirlerin anası Mekke ve Araplara yapılacağının ifade edilmesi, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Peygamberliğinin herkese genel oluşuna aykırı değildir. Çünkü özel olarak bir şeyi zikretmek ve o şey hakkında hüküm vermek, bunun dışındakiler için o hükmün geçersiz olmasını gerektirmez. Bazı âlimlere göre ”Mekke'nin çevresi" nden maksat, bütün yeryüzü halkının tamamıdır. el-Bağavî âyeti bu şekilde tefsir etmiş ve Mekke'nin çevresinden maksat, yeryüzündeki bütün beldeler ve şehirlerdir, demiştir. Ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle, kıyamet günüyle ve o günkü azapla onları Mekkelileri ve Mekke çevresindekileri korkutman için sana böyle Arapça bir Kur'an vahyettik. Yani böylesine parlak, apaçık ve anlaşılan bir vahiy ile Kur'an'ı vahyettik. Ya da sana öyle vahyettik ki, bunda ne senin için, ne de kavmin için bir karışıklık yoktur. Burada kıyamet gününe ”toplanma günü" denmesinin sebebi, o günde öncekilerin, sonrakilerin, gök ve yer ehlinin, ruhların ve cesetlerin, amellerin ve bu amelleri yapanların bir araya geleceğinden dolayıdır. ”Asla şüphe olmayan toplanma günü" ifadesinden maksat, geleceğinde asla şüphe olmayan gün demektir. Bu, öyle bir gündür ki, nefsi ve zâtı asla şüpheli değildir. Çünkü uyarılmış olan ve bundan sonra amel eden kimselerin yaptıklarına mutlaka bir karşılık vermek şarttır. Cennetlik ve cehennemliklere, yaptıklarının karşılığını vermek kaçınılmazdır. Kâfirlerin bugünün geleceği üzerine şüphe duymalarına itibar olunmaz, ya da o gün, toplanma ve biraraya gelme konusunda hiç kuşku yoktur. Çünkü o gün, mutlaka toplanılacak ve bu gerçekleşecektir. (İnsanların) bir bölümü cennette, bunlar müminlerdir, bir bölümü de çılgın alevli cehennemdedir. Bunlar da kâfirlerdir. Burada cehenneme âyetin deyimiyle ”saîr" denmesi, alevlerinin tutuşmuş olmasından dolayıdır. Bu da onların mahşerde toplanmalarından sonra olacaktır. Çünkü insanlar önce mahşerde toplanacaklar, ardından hesaba çekildikten sonra dağılacaklardır. Bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem); ”Allahu teâlâ cennet için yaratıklar yaratmıştır ve bunları, daha babalarının sulbünde iken cennet için yaratmıştır," buyurmaktadır. (2) Abdullah b. Amr b. el-Âs (radıyallahü anh) naklediyor: ”Birgün Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) elinde iki kitap olduğu halde bizim yanımıza çıktı. -Bir rivayete göre Rasûlüllah iki avcunu kapatmış ve yanında iki kitap olduğu halde çıkageldi.-'Bu iki kitabın ne kitabı olduğunu biliyor musunuz?' diye sordu. Bizler: Hayır yâ Rasûlüllah deyince Rasûlüllah sağ elindeki kitap için: 'Bu, âlemlerin Rabbinden gelen bir kitaptır. İçinde cennetliklerin, onların babalarının ve kabilelerinin ismi vardır. Bu isimlerden sonra cennetliklerin tamamı bu kitapta en son ferdine kadar yazılmıştır. Artık bunlara bir tek şahıs asla eklenmez ve eksiltilmez.' Sonra sol elindeki kitap için: 'Bu da âlemlerin Rabbinden gelen bir kitaptır. İçinde cehennemliklerin, onların babalarının ve kabilelerinin ismi vardır. Ardından da en son ferde kadar bütün cehennemlikler yazılıdır. Artık bunların arasına da ne bir ekleme, ne de bir eksiltme yapılmaz buyurdu. Sahabîlerden birisi dedi ki,: O zaman amel etmenin ne değeri kaldı yâ Rasûlallah? Rasûlüllah: 'Âmel ediniz, doğru yolu gösteriniz ve mutedil davranınız. Çünkü cennetlik bir kimse için cennet ehlinin ameli yazılmıştır. O, hangi ameli işlerse işlesin. Cehennemlik için de hangi ameli işlerse işlesin cehennemliklerin ameli yazılmıştır,' buyurdu. 'Sonra Rabbiniz kullarının işini bitirdi, diyerek ”Bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgın alevli cehenmdedir" âyet-i kerimesini okudu." (3) Şu hadis-i şerif aynen buna benzer: ”Bu din, kolay bir dindir. Kim dinini kolaylaşttrmaz, zorlaştırılsa mutlaka dini ona baskın gelir."(4) Hadisin manası şudur: Bu din, kolay amelleri içermektedir. Her kim tekellüfe kalkışır, ibadetlerinde ve üzerine aldıklarında daima zor olanları üstlenirse olabilir ki, bunları yapamayabilir ve üstlendiği bu ameller kendine baskın gelir. Orta yol, cennete giden yoldur ve insan kendinin cennetlik olduğunu bilse bile orta yolu bırakmamalıdır. 3- Hadisi Tirmizî Kader bölümünde 2142 no'da, Ahmed b. Hanbel Müsned’inde 2/167'de rivayet ederler. Hadisin isnadı hasendir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 10/108. 4- Hadisi Buhârî Rikâk: bölümünde (11/121) rivayet ederler. Bkz. Câmiu l-Usûl, 1/308. 8Allah dileseydi onları dünyada bir tek millet, hidayete ermiş, ya da sapıklığa düşmüş bir tek fırka ve cemaat yapardı. Âyet metninde yer alan ”onlar" zamiri, daha önceki âyette ”iki fırka" şeklinde işaret olunan bütün insanlardır. Fakat O, dilediğini rahmetine ve cennetine kavuşturur. Dilediğini de azabına ve intikamına çarptırır. Allahu teâlâ'nın, gerek cennete ve gerek cehenneme koyma dilemesi her iki zümrenin bunu hak etmesine tabidir. Rahmetin ve azabın farklı oluşunun zorunlu sonucu her iki yere girenlerin hallerinin de farklı olmasını gerektirir. Allahu teâlâ bütün insanları bir tek ümmet yapmayı dikmemiştir. Tam tersine onları iki fırka yapmıştır. Zalimlerin, müşriklerin ise işlerini üstlenecek, kendilerine fayda ve menfaat sağlayacak hiçbir dostu ve kendilerinden azabı savacak ve onları azaptan kurtaracak yardımcısı yoktur. Burada işaret olunuyor ki, azaba konuluş, Yüce Allah'ın tarafından değil, buna girenlerin kötü tercihleri gereğidir. Yüce Allah âyetin az öncesinde: ”O, dilediğini rahmetine kavuşturur" buyururken bunun tam karşıtı olarak ”Dilediğini de azabına koyar" demiyor. Tam tersine bu ifadeyi bir yana bırakıp ”Zalimlerin ise hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur," buyuruyor. Böylece tehditte mübalâğa unsuru canlandırılmış oluyor. Çünkü zalimlerin dostlarının olmayacağının ve kendilerine gelecek azabı savuşturacak bir yardımcılarının bulunmayacağının vurgulanması gösteriyor ki, onların azapta olacakları, malum ve bitirilmiş bir iştir. Öte yandan rahmet açısından aslî sebep zikrediliyor ve böylece insanların şükretmeye çaba göstermeleri hedefleniyor. Azap açısından ise zahirî sebep zikredilerek insanların inkârdan kaçınmaları sağlanmış oluyor. 9Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler? Yani bu şu demektir. Onlar, Allahu teâlâ'yı da aşarak putlardan ve başkalarından dostlar mı edindiler? Halbuki dost yalnız Allah'tır. Eğer onlar gerçek bir dost istiyorlarsa dost edinilmesi gereken gerçek dost Allah'tır. O'ndan başka hiçbir dost yoktur. O, hayır, şer; fayda, zarar her şeyi üstlenen dosttur. O, ölüleri diriltir, Yani ölüleri diriltmek O'nun şanındandır. Gökte ve yerde O'ndan başka ölüleri diriltebilecek mabud yoktur. Bu söz aslında İbrahim (aleyhisselâm)’in sözüdür: ”..İşte o zaman ibrahim: Rabbim hayat veren ve öldürendir, demişti..." (Bakara: 258) ve O, her şeye kadirdir. O, dost edinilmeye lâyıktır. Şu halde hiçbir şeye kadir olamayanları değil, sadece O'nu dost edinsinler. 10Ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyde dinî konulardan herhangi birinde kâfirler size muhalefet eder de birbirinizle anlaşmazlığa düşerseniz hüküm vermek Allah'a mahsustur. Allah'ın hükmü de haklı olanlara sevap yazmak, batıl fikri savunanlara ceza vermektir. Buradaki hükümden maksat, bir meselenin eğrisini doğrusundan ayırmak ve yapılanlara karşılığını vermektir. Buna göre müctehidler arasındaki ihtilâfı, bu âyetin hükmüne katmak caiz değildir. Çünkü Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatta iken ictihad etmek caiz değildir. et-Te'vîlâtün-Necmiyye'de şu ifadeler yer almaktadır: ”Burada Yüce Allah işaret ediyor ki, şer'î ve ilâhî konulardan herhangi birisinde âlimlerin ihtilâf etmesi durumunda hüküm Allah'ın kitabına, O'nun Peygamberi Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetine, icmâ-ı ümmet'e ve kıyastan elde edilen şeylere başvurularak bulunacaktır. Ya da ilim ehline sorulacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: ”...Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun." (Nahl: 43) Şu halde onlar vehim ve hayal afetiyle karışmış ve sakatlanmış akıllara başvuramazlar. Çünkü böyle bir akılda nefsin ve şeytanın birtakım şüpheler katarak payları vardır. Tevhid noktasında en küçük bir şüphe, küfrü gerektirir. Hevâ ve hevesine uyanların, bid'atçılarm ve felsefecilerin Sırât-ı müstakimden ve bu derece dosdoğru olan dinden ayakları kayıp gitmiştir." İşte bu hâkim ve azîmu'ş-şan olan Allah, benim Rabbimdir ve mâlikimdir. Bütün işlerimde ve bu arada din düşmanlarının hilelerini savuşturmak konusunda başkalarına değil, sadece O'na dayandım ve O'ndan başka hiç kimseye değil, sadece O'na yönelirim. Önüme çıkan bütün zor işlerde O'na başvururum. Kâfirlerin kötülüklerine karşı korunmak ve onlara karşı bana yardım gibi meseleler işte bu zor işlerden bazılarıdır. Allah'a tevekkül, sürekli olan ve bir tek olgu olduğu için ”O'na dayandım" şeklinde dili geçmiş zaman kipi kullanmış, buna karşılık O'na dönme ise çeşitli ve durmadan manasının yenilenmesine göre yenilendiği için ”Ona yönelirim" şeklinde şimdiki zaman kipi getirilmiştir. 11O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Ulvî ve süfli kâinatın bütün ufuklarını yaratandır. Size kendinizden, cinsinizden eşler, kadınlar hayvanlardan da (kendilerine) kendi cinslerinden eşler yaratmıştır. Âyetin manası bu şekilde olabileceği gibi şöyle anlamak da mümkündür: O, hayvanlardan faydalanmanız için sizlere ikram olsun diye onları sınıf sınıf, cins cins yaratandır. Çünkü Arapçada, âyet-i kerimede yer alan ”zevç" kelimesi, sınıf manasına da kullanılır. Nitekim şu âyet buna örnektir: ”Ve sizlerde üç sınıf olduğunuz zaman." (Vakıa: 7) Bu âyet-i kerimeyi bir üçüncü ihtimal olarak şöyle de anlamak mümkündür: ... Hayvanlardan da dişili erkekli kendilerine eşler yaratmıştır. Çünkü dişi ve erkekten oluşan çifte, ”zevç" denir. Zevç, tek anlamına gelen ferdin zıddıdır. Ey insanlar! Bu suretle, bu tedbir (plânlama) sayesinde sizi çoğaltıyor. Hayvanlar da bu şekilde çoğalıyor. Âyetin ifadesiyle ”zer'", saçmak anlamına gelir. Zürriyyet ise insan ve cin nesline denir. Yüce Allah'ın seçmiş olduğu bu tedbir ve plânlama, insanları ve hayvanları, aralarında üreme olması için dişili ve erkekli yaratmaktır. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. Âyetteki ”misi", zâttan kinayedir. Araplar şöyle söylerler: ”Mislüke lâ yef alü keza" (Senin gibi birisi böyle yapmaz.) Bunu, söz konusu fiilin yapılmayacağını mübalâğa yoluyla ifade etmek için söylerler. Çünkü onun gibi birisinden böyle bir hareketin çıkamayacağını ifade edince, kendi zâtından gelemeyeceğini haydi haydi ifade etmiş olur. Bu cümlenin ifade edilmesi için o kimsenin dış dünyada herhangi bir benzerinin olması gerekmez. Tam tersine bir benzerin varsayılması yeterlidir. İşte bu ifade ve anlayış hiçbir benzeri olmayan hakkında da kullanılmıştır. Âyetin metninde yer alan ”şey"; mevcut demektir. Sîbeveyh'e göre ”şey", gerek mevcut, gerek mevcut olmayan bilgiye konu olabilen ve kendisinden haber vermek mümkün olan nesne ve kavramdır. Buna göre âyetin manası: Bu eşsiz plânlamanın da arasında bulunduğu işlerden herhangi birini gerçekleştirecek O'nun zâtı gibi bir zât yoktur. Çünkü O'nun zâtı, hiçbir açıdan kimsenin zâtına benzemez ve O'nun ismi gibi hiçbir isim yoktur. Nitekim bu konuda Yüce Allah: ”...O'nun bir adaşı (benzeri) olduğunu biliyor musun? (Asla benzeri yoktur.)" (Meryem: 65) buyurmaktadır. Yüce Allah'ın sıfatı gibi hiçbir sıfat da yoktur. Ancak ortada olanlar sadece bir söz uygunluğundan ibarettir. O işitendir, görendir. Öyle bir işitendir ki, her varlık, O'nun işitme sıfatıyla ortaya çıkar. Her işitilen şeyin sözlerini ve diğer şeylerini idrak eder. Öyle bir görendir ki, görmesiyle her varlığı idrak eder. İmam Gazâlî der ki,: ”Allah hakkında 'sem'" (işitme) bir sıfattan ibarettir. Bu sıfatla, işitilen şeylerin sıfatlarının kemâli, mükemmelliği açığa çıkar. O'nun hakında 'basar' (görmek) bir vasıftan ibarettir. Bu öyle bir vasıftır ki, kendisiyle görülebilen eşyanın sıfatlarının mükemmelliği ortaya çıkar. Kulun işitmesi eksiktir. Çünkü kul, yakın olanları işitir. Kulağının işitme gücünden uzakta olanları işitemez. Hatta bazan sesin yüksekliğinden işitme duyusu dumura uğrayabilir. Bu iki duygudan kulun nasibine düşen iki noktadır: Bunlardan birincisi: Kul bilmelidir ki, Allahü teâlâ işitir ve lisanı bunu muhafaza eder. İkincisi: Kul bilmelidir ki, Allahü teâlâ kendisine işitme duygusunu, kendi kelâmım, Peygamberinin hadis-i şerifini işitsin ve bunlardan yararlanarak Yüce Allah'ın yoluna ulaşabilsin diye yaratmıştır. Kul, işitmesini ancak bu uğurda kullansın diye yaratmıştır. Dolayısıyla çalgı aletlerini dinlemek haramdır. Kasıt olmaksızın ansızın kişinin kulağına çalgı sesi gelirse bunda bir günah yoktur. Fakat ona düşen, o çalgıyı duymamaya çaba göstermektir. Çünkü Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) parmaklarını kulağının içine sokmuştur. Bir âlim der ki,: ”Çalgı âletlerini dinlemek günahtır. Bunların çalındığı yerde oturmak fısktır. Bunlardan lezzet duymak küfürdür." Bu ifade tehdit için söylenmiş bir ifadedir. Kulun gözü de yetersizdir, çünkü uzakları göremez, kendine yakın olan nesnelerin de iç yüzünü göremez. Görme olayından kulun nasibine düşen de iki tanedir. Birincisi; kul bilmelidir ki, kendisine verilen bu görme gücü, âfâkî (dış dünyaya ait) ve enfüsî (iç âleme dair) âyetlere baksın diye verilmiştir. İkinci olarak; bilmelidir ki, kendisi, Yüce Allah'ın gözünün önünde, kulağının dibindedir. Öylesine ki, kulunu hem görmekte ve hem de işitmektedir. Herhangi bir kimse, herhangi bir günahı işlemeye kalkışır da Yüce Allah'ın kendisini gördüğünü bilirse, ne kadar cesur ve ne kadar da zarardadır. Eğer Allah'ın, kendisini görmediğini zannediyorsa ne kadar küfre girmiştir." Keşfu'l-Esrârda denir ki,: ”Sonra Yüce Allah 'O, işitendir, görendir,' buyurmaktadır. Yüce Allah bu âyetin öncesinde ifade buyurduğu gibi kendisinin nasıl bir misli ve benzeri yoksa, sıfatlarının da olmadığı vehmine insanlar kapılmasınlar diye böyle buyurmuştur. Bu âyet-i kerime Allah'ın sıfatlarını ispat ederken, kendi zatının benzerinin olduğunu ortadan kaldırmaktadır. Tevhid inancının tamamı bu iki prensip arasındadır. Yani Allah'ı, herhangi bir mahlukata benzetmeksizin sıfatlarını kabul etmek ve sıfatlarını ortadan kaldırmaksızın herhangi bir mahlukata benzemediğini ifade etmek gerekir. Herhangi bir kimse Allah'ın sıfatları olmadığını söyler ve Allah'ı herhangi bir şeye benzetmekten korktuğu iddiasında bulunursa sıfatları ortadan kaldırmış olur. Yolun doğrusu Allah'ındır. Allahu teâlâ tesbihe (benzetmeye) değil, tenzihe (benzerinin olmadığını ifadeye) lâyıktır. Sıfatlarının olmadığım ve bir benzeri olduğunu söylemekle değil, sıfatlarının bulunduğunu söylemekle tarif olunur. Sınırlamaya değil, tevhide lâyıktır. Sıfatların mükemmelleriyle mevsuftur. Her türlü ayıp ve noksandan uzaktır. ” 12Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. ”Maklîd", anahtar anlamınadır. Çoğulu âyette yeraldığı gibi ”mekâlîd"dir. Burada anahtarlar kelimesiyle, kinaye sanatıyla hazineler kastedilmektedir. Buna göre; göklerin ve yerin hazinelerine kadir olan ve onları koruyan Allah'tır, demek olur. Bu ifade, söz konusu hazinelerin sadece Allah'ın elinde olduğunu ifade etmektedir. Çünkü hazinelere ancak elinde bunların anahtarını bulunduran kimseler girebilir ve onlar hakkında istediğini yapabilir. Dilediğine rızkı bol bol verir, genişletir dilediğinden de kısar daraltır. O, her şeyi bilendir. Her şeyi ilmiyle kuşatır. Yapması gereken neyse bunların hepsini yapar. Rızkı genişletmenin, kulun hayrına olduğunu bildiğinde bunu genişletir. Daraltma için de aynı şeyi söylemek mümkündür. 13'Dini ayakta tutun ve onda dinin temel prensiplerinde ayrılığa düşmeyin,' diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Mûsa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi, Allah size de din kıldı. ”Şerea", apaçık yol kıldı anlammadır. Buna göre âyetin manası: Ey Rasûlüm Muhammed ümmeti! Allahu teâlâ size tevhidi, İslâm dinini bütün şeriatlerin ve ahkâmın aslını (değişmez temel ilkelerini) bir yol olarak kıldı, demek olur. Burada yer alan ”tavsiye etmek", bir başkasına yapacak olduğu bir şeyi öğüt ve nasihatle birlikte takdim etmek demektir. Buna göre âyetin manası; ... Nuh'a emrettiğimi, sana vahyettiğimizi ... Allah size din kıldı, demek olur. Çünkü Arapçada ”tavsiye" kelimesi, bir şeyi pekiştirilmiş biçimde emretmek ve emredilen şey hakkında özen göstermek demektir. Âyet-i kerimede önce Nuh (aleyhisselâm)'un ismine yer verilmesinin sebebi, onun kendisine şeriat gelen peygamberlerin ilki olmasından dolayıdır. Çünkü Nuh (aleyhisselâm) kendisine helâl ve haramların vahyedildiği ilk peygamber, aynı şekilde analarla, kız kardeşlerle, kızlarla ve diğer mahrem olan kadınlarla evlenmenin haramlığının da vahyedildiği ilk peygamberdir. İşte bu hanımlık, Nuh (aleyhisselâm)'dan günümüze kadar gelmiştir. "Sana vahyettiğimizi" ifadesine gelecek olursak; Muhammed'e vahyettiğimizi size din kıldı demek olur. Âyet metninde diğer peygamberlerden bahsedilirken tavsiye etmek kelimesi kullanılırken Rasûlüllah hakkında ”îhâ" (vahyetmek) fiilinin kullanılması onun peygamberliğini açıkça vurgulamak içindir. Bu âyet-i kerimede beş adet peygamberin ismine yer verilmesi, onların büyük şeriat sahibi ve tabileri çok peygamberlerden oldukları içindir. Burada sanki şöyle bir soru sorulmaktadır: Bu peygamberler arasında ortak olan nokta acaba nedir? İşte bu soruya cevap olarak bu ortak nokta, Allah'ı tevhid etme, O'na itaat, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe ve insanı mü'min yapan diğer ilkelere inanmaktan ibaret olan İslâm dinini ayakta tutmaktır, denilmiş olmaktadır. Dini ayakta tutmaktan maksat, onun rükünlerini ayakta tutmak ve dini, içine herhangi bir sapıklık karışmasından muhafaza etmek, ya da dine devam etmek ve ona yönelmek demektir. Bu âyet-i kerimede: ”Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin," diye yapılan hitap Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetinedir. Bu, bütün kullara yapılmış bir tavsiyedir. Bilindiği üzere peygamberler dinin özünde ortaktırlar ve aynı şeyleri söylemişlerdir. Bütün peygamberler dini ayakta tutmuşlar, ona hizmet etmişler, insanları davet etmişler ve bu fiillerinden asla geri kalmamışlardır. İşte dinin özündeki peygamberlerin bu birliği ve aynı şeyi söylemeleri dolayısıyla Allahu teâlâ şöyle buyurur: ”Allah nezdinde hak din İslâm'dır..." (Âl-i İmran: 19) Burada Yüce Allah, peygamberden peygambere bir ayrım yapmamıştır. Onlar fürûda (detay ahkâm)da ve şer'î hükümlerde farklı şeyler söylemişlerdir. Yüce Allah şöyle buyurur: ”...(Ey ümmetler!) Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik..." (Mâide: 48) Ümmetlerin farklılığından ve mizaçlarının değişikliğinden kaynaklanan bu ihtilâf, aynı zamanda peygamberlerin, dinin özünde aynı şeyleri söylemeleri ile çelişmez. Sonra Yüce Allah kullarına dini ayakta tutmalarını ve dinin etrafında biraraya gelmelerini emrediyor ve din hakkında ayrılığa düşmelerini yasak ediyor. Çünkü Allah'ın eli ve yardımı toplulukla birliktedir. Kurt ancak sürüden ve cemaatten ayrılıp kaçan koyunu kapar. Bilge olan kişilerden birisi ölürken oğullarına nasihatte bulunur. Onlara der ki,: ”Bana birer tane sopa getirin." Çocuklar bunu getirirler. Sopaları demet yapar ve onlara: ”Haydi bunu kırın," der. Çocuklar demetleri kiram azlar. Sonra sopaları birbirinden ayırır, der ki,: ”Sopaları alın, teker teker kırın." Bunun üzerine çocuklar onları kırarlar. Bilge kişi: ”İşte siz benden sonra böyle olacaksınız. Eğer biraraya gelirseniz sizi kimse yenemez. Şayet birbirinizden ayrılırsanız düşmanınız sizi kolaylıkla ele geçirip, helak edebilir." İşte dini ayakta tutanlar da bu uğurda biraraya gelirler ve tefrikaya düşmezlerse kendilerini hiçbir düşman altedemez. İnsan, kendi nefsinde dinini yaşarken de aynı durumdadır. Eğer bütün benliğini dini ayakta tutmaya verirse kendisini ne insan, ne de cin şeytanı vesvesesiyle yenemez. Çünkü iman ve melek, dini ayakta tutmakta kendine yardımcı olurlar. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) der ki,: ”Sakın tefrikaya düşmeyiniz. Çünkü cemaat, rahmettir, tefrika ise azaptır. Ey Allah'ın kulları! Birbirinizle kardeş olunuz." Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilmeden önce mutlak olarak kendisinden önce gelen şeriatle -Âdem’in ve başka peygamberlerin şeriatiyle-ibadet ederdi. Bazı âlimlere göre; en sahih olan görüş, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğinden önce, İbrahim (aleyhisselâm)’in şeriati üzere ibadet ettiğidir. Nihayet peygambere vahiy gelir, peygamberlik görevi verilir. Bütün imamların ittifakı ve icmâ-ı ümmet ile sabittir ki, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), kendi kavminin inançlarını taşımıyor, onların ibadetleri gibi ibadette bulunmuyordu. Fakat Ey Rasûlüm Muhammed! Tevhid inancı ve putlara ibadeti reddetmek gibi kendilerini çağırdığın şey Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Bu hüküm, onlara ağır ve zor geldi ve Peygamberin bu teklifini uzak bir ihtimal gördüler. Zira şöyle söylüyorlardı: ”Tanrıları, tek tanrı mı yaptı? Doğrusu hu tuhaf bir şeydir." (Sâd: 5) Allah dilediğini (senin davet ettiğin) şeyde (dinde) biraraya getirir. O, (dine) yöneleni de doğru yola iletir. Âyet metninde yer alan ”ictibâ", seçerek biraraya toplamak anlamınadır. Buna göre âyetin manası: Allah biraraya getirmeyi dilemiş olduğu kimseleri, senin davet etmiş olduğun şey üzerinde toplar. Allah'ın dilemiş olduğu bu kimse ise kendisine davet olunan şeye tercihini yönelten ve onu bu yönde kullanan kimsedir. Ve Yüce Allah dinine yöneleni, irşadla, tevfikıyle ve lütuflarıyla doğru yola iletir. Âyetin manası bu şekilde olabileceği gibi, burada geçen biraraya getirme fiiliyle, doğru yola iletme fiillerinin tümleç zamirleri, her iki yerde de Allah'a râcî olabilir. Buna göre âyetin manası; Allahu teâlâ kullarından dilediği kimseleri kendi yeteneklerine göre katında toplar ve kendisine yöneleni de ona yardım ederek doğru yola iletir. Allah'ın, kulunu seçmesi demek, ona ilâhî bir feyz vermesi demektir. Böylece kul, herhangi bir çaba sarfetmeksizin çeşit çeşit nimetleri elde eder. Bu, peygamberler ve onlara yakın olan sıddîkler ve şehitler içindir. Âyet metninde yer alan ”enîbû" fiilinin mastarı olan ”inâbe" (Allah'a yönelme) tevbenin sonucudur. Eğer tevbe sahih bir tevbe ise Allah'a yönelme meydana gelir. Şu halde her zaman ve her durumda insanın gücü yettiği oranda bütün ibadetleri yerine getirmesi gerekir. Mü'minin günahmda bile mutlaka bir itaat vardır. Çünkü o, günahı işlerken, bunun günah olduğuna inanmaktadır. Bir de bu itaatıyla birlikte tevbe ve istiğfar ederse o zaman itaat üzerine itaat, ibadet üstüne ibadet yapmış olur. İçine kötü amel karışan itaatin karşılığı güçlü olur. Bu itaat yukarıda da işaret olunduğu üzere günahın günah olduğuna inanmadır. İman ise ibadetlerin en güçlüsü ve Allah katında en büyüğüdür. Çünkü iman, üzerine bütün ibadetlerin bina olunduğu ana temeldir. Bir kudsî hadiste şöyle buyrulur: ”Eğer kulum Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir arşın, eğer bir arşın yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Eğer Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak gelirim."(5) Her halükârda görüldüğü üzere mü'min itaattan ve ibadetten uzak olmaz. Salih amel, hataları siler. Çünkü kul, kötülükten dönüp Yüce Allah'a yönelirse Allahu teâlâ onun durumunu ıslah eder ve kaçırmış olduğu nimetleri ona iade eder. 14Onlar kendilerine ilim geldikten sonra sadece aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Yahudiler ve Hristiyanlar, kendilerine davet olunan din hususunda sadece aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler ve hiçbir vakit arzulanan biçimde o dine inanmadılar. "İlim geldikten sonra" ifadesi, ya ilim gelirken, ya da ilmin geldiği vakit demektir. İşte bu Yahudiler ve Hristiyanlar kendi kitaplarında gördükleri üzere Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Kur'ân'a dair hakikat delilleri ışığında müşahade ettikleri bu mucizenin gerçekliğini gördükten sonra ayrılığa düştüler, ya da Rasûlüllah'ın gönderileceğine dair bilgiyi elde ettikten sonra ayrılığa düştüler. Âyet metninde yer alan ”bağy", bir şeye haksız yere düşmanlık etmek demektir. Yani bunlar dünyanın malını, riyasetini, makamını, şöhretini arzulayarak ve yanlarında geçerli bir nedene dayanan şüphe olmaksızın sırf cahiliyyet taassubuyla düşmanlık olsun diye ayrılığa düştüler. Eğer belli bir süreye kadar, Allahu teâlâ'nın nezdinde belli olan bir vakte kadar Rabbinden bir söz, cezanın tehirine dair bir vaad geçmiş olmasaydı aralarında hemen hüküm verilirdi. Aralarında işledikleri cinayetin bir karşılığı olarak köklerinin kazınmasına dair olan hüküm hemen yerine getirilirdi. Allah nezdindeki malum vakit, kıyamet günüdür, ya da onların takdir edilmiş ömürlerinin sonudur. Onlardan sonra Kitab'a varis kılınanlar da onun hakkında Kur'an hakkında derin bir şüphe içindedirler. Yani kendilerine kitap, bir başka ifadeyle Kur'an verilen müşrikler, Ehl-i Kitab'a kitapları verildikten sonra Kur'an hakkında derin bir şüphe içindedirler. Âyet-i kerimede yer alan ”şek", iki zıt kavramın insanın nezdinde eşit olması demektir. Burada yer alan ”murîb", insanı endişeye sevkeden demektir. Bu sebeple müşrikler, tıpkı Ehl-i Kitab'ın iki grubu gibi (Yahudiler ve Hristiyanlar gibi) Kur'an'ın gerçek olduğunu öğrendikten sonra sırf azgınlık ve inat uğruna Kur'ân'a inanmazlar. Arapçada ”riybe" kelimesi, ruhun endişe ve huzursuzluk duyması demektir. Kuşkuya ”riybe" denmesi onun, insanın ruhunda endişe ve huzursuzluk vermesinden, gönül huzurunu ortadan kaldırmasındandır. Büyük bir ihtimalle âyetteki ”şekkin müriybin" ifadesi tıpkı ”cedde cidduhû" (çok gayret etti,) kabilindendir. Bu taktirde söz konusu ifade, derin bir şüphe, demek olur. 15İşte onun için yani zikrolunan tefrika ve derin şüphe dolayısıyla, dosdoğru olan ve yarışanların uğrunda yarışmasına lâyık bulunan dinin kendileri için kılınması dolayısıyla sen bütün insanları dine ve gereğince amel etmeye davet et. Çünkü onların tefrikaya düşmeleri, derin bir şüphe içinde olmaları, bu dinin Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dili üzerine onlar için din olarak kılınması, O'na davete ve bu dinin ayakta tutulması emrine sebeptir. Burada hevâ ve hevesine uyanlarla, bid'atçilerin yetmiş küsur fırkaya ayrılacaklarına ve onların mezheplerini ortadan kaldırmak için sırât-ı müstakime davet edileceklerine işaret vardır. el-Bezzâziye'de denir ki,: ”Rivayet olunduğuna göre Îbnü'l-Mübarek, rüyada görülür. Kendisine sorulur: 'Rabbin sana nasıl muamele etti?' İbnu'l-Mübarek der ki,: 'Rabbim beni azarladı ve bana çıkıştı. Beni otuz sene durdurdu. Sebebi, birgün bid'atçinin birine hoşgörü ile bakmıştım. Bu sebeple Yüce Allah beni, sen din uğrunda Benim düşmanıma düşmanlık yapmadın diye kınadı,' der. O halde öğüt geldikten sonra zalimler güruhu ile oturanların hali acaba ne olacak?" Ve emrolunduğun, Yüce Allah katından sana vahy olunduğu gibi dinde ve Ona davette doğru oi. Buradaki ”doğru ol" ifadesinden maksat, dinde ve Ona davette sebatkâr ve devamlı ol demektir. Çünkü Rasûlüllah zaten, dinde doğru idi. Bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ”Hûd sûresi ve benzerleri beni kocattı" buyurur.(6) Buradaki hitap, dindeki küveti ve gücüne göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'adır. O, ümmetine zayıflıklarını dikkate alarak: ”Dosdoğru olunuz fakat buna gücünüz yetmez, ”(7) buyurmuştur. Yani siz bana emrolunan ”istikamete" güç yetiremezsiniz. Çünkü gerçek istikamete peygamberlerden başkasının gücü yetmez. Çünkü istikamet, insanın alışık olduğu âdetlerini terketmesi ve dosdoğru olarak Hakk'ın huzurunda durmasıdır. Onların yani müşriklerin çeşitli bâtıl heveslerine uyma. Müşrikler, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, ilâhlarını tazim etmesini arzuluyorlardı. Bir haberde şu ifadeler yeralır: ”Her şeyin bir âfeti vardır. Dinin âfeti de hevâ ve hevestir. ”(H) Ve de ki,: 'Ben Allah'ın indirdiği Kitab'a inandım, semadan indirilmiş kitaplara inandım, onların bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr edenler gibi değil. Ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. İleri gelenleriniz ve zayıflarınız arasında şeriatlerin ve ahkâmın tebliğ noktasında adaleti gerçekleştirmekle, mahkemelerde ve bana gelen uyuşmazlıklarda hüküm verirken aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Ya da ileri gelenlerinizle, zayıflarınız arasını eşit tutmakla emrolundum. Bu sebeple herhangi birinize özel bir emir, ya da yasaklama getirmem. Rivayet olunduğuna göre Davud (aleyhisselâm) şöyle der: ”Üç özellik vardır ki, kimde bulunursa o kurtulmuştur: Zenginken ve fakirken mutedil davranmak, hoşnut ve kızgınlık anında âdil olmak, gerek aşikare, gerek tek başına iken Allah'tan korkmak. Üç özellik de vardır ki, her kimde bulunursa onu mahveder: İnsana hakim olan cimrilik, ardından gidilen heves ve insanın kendi nefsini beğenmesi. Dört özellik vardır ki, kime verilmişse o kimseye dünya ve âhiret hayrı verilmiş demektir: Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden ve mü'min olan kadın." et-Te'vîlât en-Necmiyye'de: ”'Aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum' ifadesi, şöyle açıklanmıştır. Hevâ ve hevesine uyanlarla Ehl-i Sünneti, bid'atı terkederek kitap ve sünnete sarılmak hususunda bir çizgiye getirmekle emrolundum. Böylece tefrika ortadan kalksın, ümmet bir noktada biraraya gelsin." Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Yani; Allah hepimizin yaratıcısı, işlerimizi üstüne alandır. Yoksa putlar, hevâ ve hevesler değildir. Bizim işlediklerimiz bize, ister sevap, ister ceza, amellerimizin karşılığı bize aittir, sizin işledikleriniz de sizedir. Biz sizin iyiliklerinizden istifade etmez, kötülüklerinizden de zarar görmeyiz. Sizinle bizim aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Burada yer alan ”hüccet", aslında burhan ve delil demektir. Âyetin ifadesiyle ”lâ hüccete beynenâ ve beynekum" demek, aramızda herhangi bir delil getirmeye gerek yoktur, demek olur. Bununla maksat, aramızda herhangi bir husumet yoktur demektir. Bilindiği üzere anlaşmazlığa düşen iki tarafın dava görmek için delil getirmeleri gerekir. İşte bu anlayış, lâzımın zikri melzûmun kastedilmesi kabilindendir. Buna göre âyetin manası: Bizim aramızda karşılıklı delil ileri sürmek ve tartışılabilecek herhangi bir konu yoktur, demek olur. Çünkü hak zuhur etmiş, ortaya çıkmıştır. Şu halde delil getirmeye hacet kalmamıştır. O halde yapılan muhalefet kuru bir inattan başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah hepimizi biraraya toplar. Dönüş de O'nadır.' Hükmünü vermesi için herkesin dönüşü O'nadır. İşte orada bizlerin de, sizlerin de hali ortaya çıkar. Bu âyet-i kerime sözlü delil getirmeye ihtiyaç kalmadığı için sözlü bir mütarekeye delâlet etmektedir. Çünkü müşrikler deliller vasıtasıyla onun doğruluğunu anlamışlardır. Onlar, hak ortaya çıktıktan sonra sırf inat olsun diye kâfirlik yapmaktadırlar. Dolayısıyla delil yönünden mağlup olmuşlardır. Artık bu aşamadan sonra ya kılıçtan geçirilecekler, ya da Müslüman olacaklardır. Bundan sonra zaten katlolunmuşlardır. Kula düşen, hak ortaya çıktıktan sonra onu kabul etmek ve Hakk'ın nuru ile aydınlanmış nasihatin arkasında yürümektir. Çünkü dönüş Allah'adır. Dünya gelip geçme yurdudur. Asıl biraraya gelinecek yer âhirettir. Dünya ayrılma ve yorulma yurdudur. Ölüm için hazırlık yapmak şarttır. Bu sebeple şu beyitleri söylemişlerdir: Allah'ın akıllı kulları var, bakarlar nazar-ı ibretten Boşv erdiler dünyaya, korktular fitneden. Bakınca dünyaya Midiler elbet, Dünya olmaz hiçbir canlıya memleket. Gördüler dünyayı, azgın derya - deniz Dediler: ”Kurtuluş gemisi salih amelimiz. ” 16Daveti kabul edildikten sonra Allah hakkında, Onun dini ve peygamberi hakkında tartışmaya girenlerin delilleri Rableri katında boştur. Zaildir, bâtıldır, hatta onların aslında hiç delilleri yoktur. Burada onların asılsız sözlerine ”hüccet" (delil) denilmesi, onların bâtıl zanlarına uygun olarak söylenmiştir. ”Daveti kabul edildikten sonra" demek, insanlar Allah'ın dinine girme yönündeki çağrıyı kabul ettikten ve hücceti ortaya çıktığı, delilleri apaçık olduğu için bu dine girdikten sonra demektir. Bunun ”isticâbe" (kabul etme) tabiriyle ifade edilmesi, onların Allah'ın dinine davet edilmesi itibariyledir. Âyet-i kerime işaret ediyor ki, onlar ”mîsâk" günü, (ahid alma günü) Yüce Allah kendilerine ”Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda, ”Belâ" sözüyle O'nun davetini kabul etmişlerdi. Sonra âlem-i ervahtan (ruhlar âleminden), alem-i ecsâme (cisimler âlemine) indirildiklerinde bu ikrarlarını ve sözlerini unuttular, mücâdele ve inkâra kalkıştılar. Oysa mü'minler verdikleri sözde ve tasdiklerinde sabit kaldılar. Onlar için hak ortaya çıktıktan sonra ona karşı gelmelerinden dolayı büyük bir gazap, yine onlar için şiddetli inkârlarına ve derin sapıklıklarına karşı çetin bir azap vardır. Mahiyeti bilinmeyen bu azap cehennem azabıdır. 17Kitabı, ilâhî kitapları ve hakların kendisiyle tartıldığı ve insanlar arasında adaletin sağlandığı mizanı, içindeki hükümlerde ve verdiği haberlerde hak olarak bâtıldan uzak olarak indiren Allah'tır. Ya da indirmiş olduğu inanç sistemini ve hükümleri hak olarak indiren Allah'tır. Allahu teâlâ mîzanı hak olarak indirdi ifadesini böyle anlamak mümkün olduğu gibi, ”bizatihi adaleti ve eşitliği indirdi" şeklinde anlamak da mümkündür. O, adaleti ve eşitliği, bunları ilâhî kitaplarda emrederek sağlamıştır. Bu durumda adalete mîzan isminin verilmesi herhangi bir nesneye onun aracının ve aletinin isminin verilmesi, kabilinden olur. Çünkü mîzan, adaletin aracıdır. Ne biliyorsun, belki de hak üzere konuşan kitabın, geleceğini haber verdiği kıyamet (saati) yakındır. Bu şu demektir; kıyamet gelmek üzeredir. Ey Rasûlüm Muhammed! O halde kitaba uy ve onun gereğince amel et. Amellerin tartılacak olduğu ve karşılığının verilecek olduğu o gün ansızın karşına çıkmadan önce adaleti uygulamaya devam et. Bu ifade insanların uzun emel beslemelerini yasaklamakta ve ecelin gelip çatacağı uyarısını yapmaktadır. Allahu teâlâ bizleri ve sizleri daima uyanık kılsın. Yukarıda yer alan ”Ne biliyorsun?" ifadesi, kıyametin durumu hakkında seni bilgi sahibi yapan nedir, demektir. Onun vukuu şiddetli olacaktır ve ne zaman olacağı gizlidir. Öyle bir kıyamet ki, hiç kimsenin aklı, mahiyetine erişemez. Bu ancak Bizden gelen bir vahiy ile anlaşılır. Râgıp der ki,: ”Verna edrâke" (Ne biliyorsun?) ifadelerinin Kur'an'da geçtiği her yerde ifade, şuna benzer şekilde devam etmiştir: ”Nedir o (Hâviye), bilir misin? Kızgın ateş." (Kâria: 10,11) ”Mâ yüdrîke" ifadesini, bu âyet-i kerimede olduğu gibi ”Ne biliyorsun, belki de kıyamet saati yakındır" ifadesi takip etmemiştir. 18Ona inanmayanlar, onun çabuk kopmasını isterler, bunlar, inkâr ederler ve alaya alırlar. Kıyametten korkmazlar, kıyamet ne zamanmış, derler. Keşke kopsa da hak neymiş karşımıza çıksa, hak, bizim üzerinde olduğumuz yol mu, yoksa Muhammed ve arkadaşlarının izledikleri yol mu, baksak? derler. Onlar kıyamete inanmayınca, kıyamette olacak olaylardan da korkmazlar. Onlar kıyametin kopacağını uzak gördüklerinden kopmasını talep ederler. ”Acele etmek" herhangi bir şeyi daha zamanı gelmeden önce istemek ve araştırmak demektir. Ona inananlar ise ondan korkarlar kıyamete özen göstermekle birlikte sevap beklentisi için ondan korkarlar. Çünkü mü'minler daima korku ve ümit arasında olurlar. Kıyametin çabuk kopmasını istemezler ve onun gerçek olduğunu bilirler. Kıyametin kesin bir biçimde mutlaka kopacağını bilirler. Bu âyet-i kerime de mü'minlerin ölümden sonra gelecek olan imtihan korkusuyla ölümü temenni etmeyeceklerine, söz konusu imtihana hazırlanacaklarına işaret vardır. Ama ölüm gelip çattığında da bunu kötü görmeyeceklerine de ayrıca işaret edilmektedir. Çünkü ölümü ancak cahil veya iştiyak sahibi yani Allah'a bir an önce kavuşmak için özlem duyan kimse temenni eder. İyi bilin ki, kıyamet günü hakkında tartışanlar, mücadele edenler ve şüpheden kaynaklanan bir inatla geleceğini inkâr edenler derin haktan uzak bir sapıklık içindedirler. Âyetteki ”yumarüne" kelimesi ”şüphe" anlamındaki ”mirye" kökünden gelmektedir. Şüphe tartışmaya götürdüğü için o şekilde mana verilmiştir. Âyetin sonunda ”derin, yani haktan uzak bir sapıklık" denilmiştir. Çünkü kıyametin kopması eşyanın gözle görülmeyen, gözden uzak olan kaybolmuşlarına benzer. Çünkü öldükten sonra dirilme, ölmüş olan yeryüzünü ihya etmek gibidir. Herhangi bir kimse kıyametin kopacağım aklına sığdıramıyorsa ondan daha uzağını hiç sığdıramaz. Aslında uzaklık, sapık olan kimse için söz konusudur. Çünkü yoldan uzak olan odur. Dolayısıyla onun bu fiili, kendisine bir vasıf olmuştur. Buna göre âyetin manası: Kıyamet günü hakkında tartışanlar, uzak bir sapıklık içindedirler. Çünkü sapık olan kimse, ister yakın ister uzak olsun yolunu şaşırmıştır. 19Allah kullarına lütufkârdır. Onlara ihsan sahibidir. Her türlü lütfunu onlara akıtır. Bunun ne kadar olduğunu fikirler ve zanlar asla tahmin edemezler. Burada geçen ”lâtif, mübalâğa ifade etmektedir. Ayrıca kelimenin elif lamsız olması da, ikinci bir pekiştirme ifade eder. Rızıklandırmak dilediğini dilediği gibi rızıklandırır. Allah'ın lütfü, hikmetinin gereği olarak bütün kullarına dilemesi nasıl gerektiriyorsa o şekilde şamildir. Bu durum bütün ihsanının tüm kullarına olmasıyla çelişmez. O kuvvetlidir, son derece güçlüdür. Her şeye galip olandır. Allah'ın her şeye galip oluşu, bütün kullarına lütfunun genelliğine uygundur. Aslında kuvvet, bünyenin güçlü ve şiddetli yapısı demektir. Allahü teâlâ hakkında bünye gücü ve şiddetli yapı düşünülemeyeceğine göre bu, kudrete hamlolunmuştur. Çünkü kudret, kuvvetin sonucudur, güçlüdür. Kendisine asla galip olunamayacak derecede güçlüdür. Bu sıfat da dilediği kimselere, dilediği şeyi tahsis etmesme uygundur. 20Kim âhiret kazancını istiyorsa onun kazancını artırırız. Sevabını bire ondan, yedi yüze ve daha yukarısına kadar artırırız. Âyet metninde yer alan ”hars", aslında tohumu tarlaya atmak demektir. Tohumdan meydana gelen ekine de hars denilir. Hars kelimesi, istiare yoluyla amellerin semereleri ve sonuçları anlamında kullanılır. Çünkü amellerin sonuçları dünyada çalışarak, amel ederek elde edilir. Bu sebeple ”Dünya âhiretin tarlasıdır," demişlerdir. Bu açıklamaların ışığı altında âyetin manası: Kim amelleriyle âhiret sevabını isterse, onun bu kazancını artırırız, demek olur. Kim de amelleriyle dünya metaını, hoş şeylerini istiyorsa ona da dünyadan kendisine ayırdığımız ölçüye uygun olarak bir şeyler veririz. Dünya metaını isteyen kimseden maksat, kâfirdir, ya da münafıktır. Münafıklar savaşlarda mü'minlerle birlikte bulunuyorlardı. Fakat asıl amaçları ganimet elde etmekti. Âyetin bu hükmüne, bozuk amaçlı kimselerin tamamı dahildir. Âyet-i kerime delâlet ediyor ki, dünyayı arzu eden kimse dünyada bu muradına erişemez. Bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Kimin niyeti âhiret ise Allahu teâlâ onun yakasını biraraya getirir. Gönlüne zenginlik bahşeder ve dünya boyun eğerek ona gelir. Kimin niyeti de dünyayı elde etmek ise Allahu teâlâ, onun işini darmadağın eder. Kendisini kendisine fakir gösterir. Dünyadan elde edebilecek olduğu da sadece Yüce Allah'ın kendisine yazmış olduğundan ibarettir." Fakat onun âhirette hiçbir nasibi olmaz. Çünkü böyle bir kimsenin bütün yönelişi ve düşüncesi dünyaya takılmış, kalmıştır. Herkes neye niyet etmişse onu elde eder. Dolayısıyla böyle bir kimse tamamıyla âhiret sevabından mahrum olur. İmam er-Râgıp der ki,: ”İnsan dünya hayatında ekin eken bir kimse mesabesindedir. Kişinin ameli, ekinidir; dünyası ise ekin ektiği tarlasıdır. Ölüm anı, hasat zamanıdır; âhiret, harman yeridir. Kişi ancak ektiğini biçer, neyi hasad etmişse onu ölçeğe vurabilir." Hikâye olunduğuna göre, Belh şehrinde adamın biri kölesine buğday ekmesini emreder. Köle, buğday yerine arpa eker. Köleye emreden kişi, hasad zamanı arpayı görünce sebebini sorar. Köle: ”Buğday biter zannıyla arpa ektim," deyince efendisi: ”Ahmak adam! Sen hiç arpa ekip de buğday biçeni gördün mü?" diye sorar. Bunun üzerine köle: ”O halde sen, Allah'a isyan edip de O'nun rahmetini nasıl umabiliyorsun? Salih amel işlemeyip, boş ümitlerle nasıl aklanabiliyorsun?" der ve böylece köle efendisini gafletten uyandırır ve efendi tevbe eder, Yüce Allah'a döner. Harman yerinde nasıl ölçekler ve kantarlar var ise ve nasıl bekçiler, şahitler mevcut ise, âhiret de aynen böyledir. Nasıl ki, harman savrulur, iyi tanelerle otlar ve samanlar birbirinden ayrılırsa, âhirette de böyle iyi amellerle günahlar birbirlerinden ayrılacaktır. Her kim âhireti için çalışırsa ölçeği ve tartısında bereket bulur. Bu amelinden kendisine ebediyet azığı verilir. Kim de dünyası için çalışırsa çalışması boşa gider, ameli batıl olur. Dünya amelleri ilkbahar mevsimindeki hanzal (Ebû Cehil karpuzu) ağacı gibidir. Böyle bir ağacı diken kimse, ilkbaharda taze yaprakları görür ama hasat zamanı gelince hiçbir fayda elde edemez. Hasat ettiği nesneyi harmana döktüğü zaman hiçbir şeye ulaşmış olamaz. Âhiret amelleri ise, kışın çirkin görünen üzüm asması ve hurma ağacına benzer. Hasat zamanı geldiğinde bu ağaçlar nasıl kişiye fayda veriyor, kış azığı olarak depolanıyorsa işte âhiret hayatı da böyledir. Dünyanın süsleri, dıştan bakınca güzel ama içi pistir. Yüce Allah dünya ile gururlanmayı ve aldanmayı yasak etmiştir. O, şöyle buyurur: ”Sakın kendilerini denemek için onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine gözlerini dikme! Rabbinin nimeti hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir." (Tâhâ: 131) Pislik, altın bir kap içinde bulunsa bile yine de pisliktir. Akıllı olan onu almaz. Dünya yaşlı bir koca karı gibidir. Kim onun ziynetiyle ve süsüyle övünürse ahmaktır. Akıllı olan, bakî ve salih amellerle âhireti elde etmeye bakmalıdır. Çünkü dünya ve içindekilerle birlikte her şey yok olacaktır ve fânîdir. Nitekim Arap şairi Lebid şöyle söylemiştir: Allah hariç, her şey -iyi bil- bâtıl, Her nimet bu dünyada -çaresiz- zail. 21Yoksa onların, müşriklerin şirk, öldükten sonra dirilmeyi inkâr, dünya için amel etmek ve seriate aykırı hevâ ve heveslere uygun diğer şeyler gibi Allah'ın izin vermediği şeyleri, teşvik etmek suretiyle, fasit dinden kendilerine şeriat yapan ortakları mı var? Buradaki ”ortaklar" dan maksat, onların insan ve cinlerden olan şeytanlarıdır. Yoksa onların, inkâr ve isyanda kendilerine ortak olan, amellerini süsleyerek ve teşvik ederek kendilerine yardımcı olan şeytandan ortakları mı var? Bunlar yukarıda sıralandığı üzere şirk, öldükten sonra dirilme ve benzeri kötü amellerden başkasını bilmezler. Yüce Allah böylesi hareketlere izin vermekten ve bunları emretmekten münezzehtir. Âyet-i kerimede fasit olan yola da ”din" denilmesi, ”müşâkele" (benzerlik kurma) den dolayıdır. Çünkü bunların fasit yolları Yüce Allah'ın dinine karşılık olarak zikrolunmuştur. Böyle zikrolunması, müşâkelenin yanında onları alaya almak amacıyladır. Bazı müfessirler ”ortakları" ifadesiyle, onların putlarının kastedildiğini söylemişlerdir. Âyetin başındaki hemze ”inkâr" (hoş görmeme) ifade etmektedir. Allahü teâlâ müşrikler için bu bâtıl dini yapmadığına göre, aklı olmayan cansız bir varlık nasıl din meydana getirebilir? Eğer (amellerin kıyamet günü) ayrılması sözü, azaplarının tehirine dair daha önce verilmiş hüküm, ya da amellerinin kıyamet günü ayırt edileceği vaadi olmasaydı -fasl; hak ile bâtılı birbirinden ayıran hüküm demektir.- derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zalimlere âhirette can yakıcı bir azap elemi son derece şiddetli bir azap vardır. 22Ey gözü kıyamet günü görebilen kişi! O gün yaptıkları şeylerin vebali ve cezası, ister korksunlar, ister korkmasınlar şüphesiz bir şekilde başlarına gelirken, zalimlerin müşriklerin dünyada işlemiş oldukları kötü amelleri sebebiyle korkudan titrediklerini göreceksin. Müfti Sâdî der ki,: ”Âhirette durum, dünyadakinin tersi olacaktır. Dünyada emniyet ve güven içinde olanlar, âhirette korkacaklardır. Dünyada korkanlar da âhirette güven içinde olacaklardır." İman edip iyi işler yapanlar da şeriatın mükellefiyetini yerine getirenler de cennet bahçelerindedirler. Cennetin en hoş köşesinde ve en nezih yerindedirler. Çünkü ”Ravdâtu'l-Cennât"', cennetin en hoş köşesi demektir. ”Ravda", reyhan ve öteki çiçeklerle bezeli, hoş, geniş bir bahçe demektir. Rablerinin yanında onlara diledikleri çeşit çeşit lezzetli arzu ettikleri her şey vardır. İşte karşısında müminlerden başkasına verilmiş olan her türlü nimetin küçük kaldığı, ya da başından sonuna kadar bütün dünyanın hakir kaldığı büyük lütuf budur. Buradaki ifade, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmeti hakkındadır. Onun bizatihi kendisine gelince o, büyük nimete erecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: ”... Allah'ın lütfü sana gerçekten büyük olmuştur." (Nisa: 113) 23İşte bu, büyük lütuf Allah'ın iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği sevap dir. Yani Allahu teâlâ onlara Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'İn dilinde işte bunları müjdelemektedir. De ki,: 'Ben buna karşılık sizden, akrabalık sevgisinden başka bir ücret, bir fayda istemiyorum.' Rivayete göre müşrikler birgün toplantı yerlerinde biraraya gelirler. İçlerinden birisi: Görüyor musunuz, Muhammed yaptığı şeye karşılık bir ücret istiyor deyince bu âyet-i kerime nazil olur. Buna göre âyetin manası; De ki,: Benden önceki peygamberlerin, ümmetlerinden herhangi bir ücret istemedikleri gibi ben de sizlere yapmış olduğum tebliğ ve müjdelemeye karşılık herhangi bir ücret istemiyorum. Âyet metninde yer alan ”mevedde", Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sevgisi demektir. Yine burada geçen ”kurbâ", mastardır, manası akrabalık demektir. Rasûlüllah'a karşı sevgi, ona eziyeti bırakmak akrabalık gereğine göre davranmak demektir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) burada sevgiyi ücret olarak isimlendirmekte ve bu ücretten sevgiyi tıpkı ücretmiş gibi istisna etmektedir. Böyle bir istisna, Arapçadaki ifade edilen şu şiir kabilindendir: Onların hiç ayıbı yok, ayıpları tek; Kılıçlarının ağzı kırık, sebep; düşman öldürmek. (10) 10- Yani onlar öyle iyi kimseler ki, hiçbir kusurları yok, sadece bir kusurları var o da çok düşman öldürmekten dolayı kılıçlarının ağzı kırılmıştır. Bu da bir kusur değil kahramanlıktır. (Mütercim). Böyle bir açıklama yapmamızın sebebi, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yapmış olduğu peygamberlik tebliğme karşı cinsi ve çeşidi ne olursa olsun herhangi bir ücret talep etmesinin caiz olmayışıdır. Çünkü peygamberler ücret talep etmemişlerdir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise haydi haydi etmez. Çünkü o daha üstündür ve çünkü o, ücret talep etmeyeceğini şu ifadesinde açıkça belirtmiştir: ”Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum." (Sâd: 86) Çünkü tebliğ etmek, Yüce Allah'ın ”Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et..." (Mâide: 67) âyet-i kerimesi gereğince vacipti. Üzerine vacip olan bir görev için ücret talep etmek yakışmaz. Çünkü dünya metâı en değersiz şeylerdendir. O halde en değerli bir şey olan ilâhî bir vahyin tebliği karşılığında nasıl olur da ücret talep olunur. Çünkü ücret talep etmek, şaibe uyandırır. Bu da kesinlikle peygamberliğe aykırı bir husustur. Buna göre âyetin manası: Ben tebliğ görevim karşılığında sizden asla ücret istemem. Ancak sizden istediğim, akraba olmamız dolayısıyla beni sevmeniz ve bu sebeple eziyetten vazgeçip, düşmanlık etmemenizdir. Her nekadar bu, bana özel bir ücret ise de aslında ücret değildir. Çünkü ey Kureyş kabilesi! Aramızda akrabalık olmayan hiçbir kabile boyu yoktur. Madem ki, benim akrabalığım, sizin akrabalığınızdır; bu akrabalığımın gözetilmesi ve bana yapılan eziyetten vazgeçilmesi, hem şeriat açısından, hem örf ve âdet açısından ve hem de insanlık bakımından gereklidir. Ben, daha önce ister tebliğ yapmış olayım, isterse yapmayayım farketmez. Sizler sıla-i rahim âdetinizle ve akrabaları kötülüklerden korumakla övünüyordunuz. O halde aramızda akrabalık bağı, yukarıda zikredildiği gibi olduğuna göre neden bana eziyet ediyorsunuz? Âyetin manası bu şekilde olabileceği gibi, ”kurbâ" kelimesiyle Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sevgi bakımından yakın olanlar da kastedilmiş olabilir. Buna göre âyetin manası; ben sizden tebliğime karşı herhangi bir ücret istemiyorum. Bütün istediğim, bana sevgi bağlarıyla yakın olan kimseleri, sabit ve sağlam bir sevgiyle sevmenizdir. Rivayet olunduğuna göre bu âyet-i kerime nazil olduğu zaman Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a; sevmemiz gereken yakınların kimlerdir, diye sorulmuş. O da: ”Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin (radıyallahu anhüm) dir," demiştir. Kim bir iyilik işlerse Biz onun bu hususta, bu iyilik hususunda güzelliğini artırırız. Öyle bir iyilik daha yapmasına fırsat veririz ve bunda ihlâslı olmasını sağlarız. Güzelliğini öyle bir arttırırız ki, kul, kendi beşer gücüyle öyle bir iyiliğe asla ulaşamaz. Âyet metninde yer alan ”yakterif" kelimeşinin kökü olan ”karf" ve ”iktirâf", ağacın kabuğunu soymak, deve yavrusunun derisini yüzmek anlammadır. Daha sonra ”iktirâf kelimesi; gerek iyi, gerek kötü, herhangi bir şeyi kazanmak anlamına istiare sanatıyla kullanılmıştır. Ancak kelime daha çok kötülük kazanmakta kullanılır. Şüphesiz Allah günah işleyeni bağışlayan, itaat edenin yaptığı şükrün karşılığını sevap lütfederek ve daha fazlasını ihsan ederek, verendir. 24Yoksa onlar:, Mekke kâfirleri: 'Muhammed Allah'a karşı peygamberlik iddiasıyla ve Kur'an okuyarak yalan uydurdu' mu, derler? Burada sanki şöyle denilmiştir: Onlar Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi birisine, Allah'a iftira ettiğini mi söylüyorlar? Oysa bu, günahların en büyüğü ve en çirkinidir. Allah dilerse senin kalbini de mühürler Bu ifade, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), şayet Allahü teâlâ'ya iftira etseydi Yüce Allah kesinlikle onu bundan menederdi, şeklindeki bir beyanla onların iddialarının bâtıllığma ve asılsızlığına bir delil mahiyetindedir. Şöyle ki,: Kur'an-ı Kerim’in Allahü teâlâ'ya iftira olduğu iddiası, onların, Yüce Allah'ın, Kur'an'ın Peygamberden ortaya çıkmasını dilemediği, tam tersine çıkmamasını arzu ettiği şeklindeki sözleridir. Böyle bir iddianın zorunlu sonucu da Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Peygamber’i bundan menetmesidir. Sanki şöyle denilmiş olmaktadır: Şayet Kur'an-ı Kerim, Allahü teâlâ'ya iftira ise Yüce Allah, Kur'an'ın Peygamber tarafından tebliğ edilmemesini dilerdi ve O, şayet bunu dileseydi senin kalbini mühürlerdi de Kur'an'daki manalardan hiçbirisi senin hatırına gelmezdi. Ve Kurandaki harflerden bir tek harfi bile sen söyleyemezdin. Madem ki, meselenin içyüzü böyle değildir, tam tersine zaman aralıklarıyla vahiy gelmektedir. O halde buradan ortaya çıkıyor ki, Kur'an, Yüce Allah'ın kalındandır ve Allah bâtılı yok eder, sözleriyle hakkı ortaya koyar. Bu cümle başlıbaşına yeni bir cümle olup, daha önce geçen ”mühürler" fiiline matuf değildir. Rasûlüllah'ın, Yüce Allah'a iftira etmediğini ifade eden yeni bir cümledir. Nitekim âyet metninde açıkça yer alan Yüce Allah'ın ismi, bu cümlenin bir öncekine matuf olmadığına işaret etmektedir. Muzari sîgası (şimdiki zaman kipi), süreklilik ifade eder. Buna göre âyetin manası şöyledir: Yüce Allah'ın, bâtılı yok etmek, hakkı, vahyi ile ya da kazası ile ortaya koymak âdetindendir. Şayet Kur'an, onların iddia ettikleri gibi Yüce Allah'a bir iftira olsaydı O, Kur'an'ı yok eder ve ortadan kaldırırdı. Bu son âyet-i kerime, böyle anlaşılacağı gibi bunun, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a verilmiş bir vaad olması da mümkündür. Bu vaade göre Yüce Allah onların yürümüş oldukları, içinde bühtan ve yalanlamanın da bulunduğu bâtıl yolu ortadan kaldırır, Kur'an'ın üzerinde bulunduğu hakkı baki kılar. Ya da Yüce Allah bâtılı, müminlere yardımı hususunda engel olunamaz hükmüyle ortadan kaldırır. Şüphesiz O, kalplerde olanı bilendir. Bilir de onlara uygun olan ahkâmı ile, bâtılı silerek hakkı ortaya koyarak karşılık verir. Burada Yüce Allah ”zevâtu's-sudûr" buyurmamıştır. Çünkü kalpler kelimesiyle kalp cinsini kastetmiştir. ”Zât" kelimesi burada ”zf" kelimesinin müennesi olup, sahip anlamınadır. Buna göre âyetin manası, şüphesiz O, kalplerde yer eden ve gizli bulunan şeyleri bilendir, demek olur. Kalplerde bulunan ise, insanı birtakım şeyleri yapmaya sevkeden ve birtakım şeyleri yapmaktan da alıkoyan nişlerdir. Kalplerde bulunan duygular ve hislere ”sâhibetü's-sudûr" (kalplerin arkadaşı) denmesi, bunların kalplerden ayrılmamalarından ve oraya yerleşmiş bulunmalarmdandır. 25O, kullarının tevbesini neye tevbe etmişlerse bunu bağışlayarak kabul eden... Çünkü şayet tevbeyi kabul etmezse bu, kulları günaha teşvik anlamına gelir. İbn Abbas (radıyallahü anhüma) der ki,: ”Bu âyet-i kerimedeki hüküm mü'mine, kâfire, dosta ve düşmana herkese şamil ve geneldir. Bunların arasından her kim tevbe ederse Allahu teâlâ tevbesini kabul eder. ”Tevbe": Günahlardan pişman olmak suretiyle dönmek, ya da bir daha asla o günahlara dönmemeye azmetmek demektir." Şeyh Bûşencî der ki,: ”Tevbe, insanın, günah zikredildiği zaman kalbinde onun tadını almaması demektir." Kötülükleri şirk hariç büyük ve küçük günahları tevbe etmeseler bile sırf rahmetinin bir tecellisi ile veya bir şefaatçinin şefaati ile dilediği kimseler için bağışlayan -ki, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat mezhebi bu kanaattedir - ve yaptıklarınızı gerek hayır, gerek şer bilendir ve tevbe edene tevbesinin karşılığını veren, tevbe etmeyen kimseye ise hikmetlere ve maslahatlara dayalı dilemesinin gereğine göre hesap sormayandır. 26Allah, iman edip iyi işler yapanların dualarını kabul eder, Allah, kendisine duâ ettiklerinde salih mü'minlerin dualarını kabul eder, itaatlarına karşılık âhirette kendilerine sevap verir, lütfundan onlara kendisinden bir ihsan ve ikram olmak üzere istediklerinden fazlasını verir. Burada yer alan ”kabul etme" fiilinin faili yukarıda mana verildiği üzere Allah olabileceği gibi, iman edip salih amel işleyenler de olabilir. Bu durumda ”isticâbe", Allah'ın değil, onların fiili olur. Buna göre âyetin manası; onlar itaat etmek suretiyle Allahu teâlâ'ya uyarlar, O'nun çağrısını kabul ederler ve Allah da kendisinden bir ihsan olmak üzere onların hak ettikleri sevabı daha da artırır, demek olur. Allahu teâlâ, kulu kendisinden bir şey talep etmediği zaman onu mahrum eder. İsteklerine cevap vermez ve ona gazap eder. Ebû Hureyre (radıyallahü anh) der ki,: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Allahu teâlâ kendisinden bir şey talep etmeyen kimseye gazap eder, Allah'tan başka hiç kimse böyle bir davranışta bulunamaz" Bu nakil Bahru'l-Ulûm 'dan alınmıştır. Âcizane kanaatimiz: Buraya kadar söylenenlerin tamamı kabule şayandır, makbuldür. Çünkü bunlar gösteriyor ki, itaatkâr mü'minin Rabbine yapacak olduğu duası her halükârda makbuldür, fakat bundan her mü'minin yapacak olduğu duânm mutlaka kabul olunacağı sonucunu çıkarmamak gerekir. Çünkü bazı günahlar vardır ki, duânm kabulüne engel olur ve duânm reddine sebep olur. Meselâ insanın giydiği ve içtiği haram olduğunda, kalbinin gafil ve eğlence ile oyalanması halinde, duâ edenin başkalarına zulmetmiş olması ve üzerinde kul haklarının bulunması vb. durumlarda durum böyledir. Bizim bu görüşümüze Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Sa'd b. Ebî Vakkas'a vermiş olduğu şu cevap örnektir: Sa'd der ki,: Ya Rasûlüllah! Allahu teâlâ'ya duâ buyur da beni kurtulan kullarından eylesin. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Vücudunu helâlle besle, duan kabul olsun. Çünkü hangi karın olursa olsun içine haram bir lokma girdi mi, o kimsenin duası kırk gün kabul olunmaz" buyurmuştur. Yine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisi de bizim görüşümüze delildir: ”İnsan uzun bir yolculuk yapar, saçı başı toztoprak içindedir. Elini yâ Rab, yâ Rab diyerek semaya kaldırır. Fakat yediği haram, içtiği haramdır, haramla beslenmiştir. Böyle bir kimsenin duası nasıl kabul olunsun?" Bu âyet-i kerimede yer alan ”fazlanın verilmesi" kavramı, cehenneme girmesi vacip olan kimseler açısından şefaatle ve Allahu teâlâ'nın cemalini görmekle tefsir olunmuştur. Çünkü cennet ve nimetleri mahluktur ve kendisi gibi bir mahluka mükâfat olarak verilecektir. Bu mahluk da, kulun amelidir. Allah'ın cemalini görmek ise ezelî ve kadîm olan Allah ile ilgilidir ve ancak kadîmin mukabelesi ile olur. O da Allah'ın ilâhî fazlıdır. Mü'minlere sevap ve fazlanın verilmesine karşılık kâfirlere gelince, onlara da çetin bir azap vardır. 27Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, rızıklarını geniş tutsaydı yeryüzünde azarlardı. İsyana kalkışırlardı. İnsanı frenleyen ve engelleyen unsurlardan birisi de istediğini bulamamasıdır. Âyet-i kerimenin manası böyle olabileceği gibi, Allah kullarına rızkı bol bol verseydi bir kısmı, diğer kısmına zulmederdi şeklinde olması da mümkündür. Çünkü zenginlik insanı azdıran ve şımartan bir unsurdur. Bir üçüncü mana olarak âyette yer alan ”bağy" kelimesini kibir şeklinde almak ve böylece manayı fesattan kinaye olarak düşünmek de mümkündür. Buna göre âyetin manası; Allah kullarına ... verseydi, yeryüzünde fesat çıkarırlardı, demek olur. İbn Abbas (radıyallahü anhüma) der ki,: ”İnsanların yeryüzünde azmaları demek, derece üstüne derece, binek üstüne binek, elbise üstüne elbise arzu etmeleri demektir. ” Âlimin biri der ki,: ”Allahu teâlâ çalışma olmaksızın kullarına rızık verseydi, onlar bütün güçlerini ve kuvvetlerini yeryüzünde fesat çıkarmaya yoğunlaştırırlardı. Bu sebeple Allahu teâlâ onları kazanç peşinde koşmakla meşgul etmiş ve böylece fesada yönelmelerini engellemiştir." Şâir ne güzel söyler: Gençlik, zenginlik, çalışmamak insanı ifsad eder, if sad. Rızkın geniş verilmesinin sonucunda azgınlaşmak, çoğunlukla meydana gelen bir durumdur. Bazan fakir de zalim veya kibirli olabilir. Ancak fakirlikle azgınlığın birlikte bulunması daha azdır. Çünkü fakirlik, çoğunlukla uysallık ve tevazuya yol açar. Zenginlik ile birlikte ise azgınlık daha çok bulunur. Çünkü zenginlik ekseriyette azgınlığa yolaçar. Bütün kulların rızıkları genişleyecek olursa o zaman azgınlık her yanı sarar, şu andaki mevcut olan durum, tersyüz olurdu. Fakat O, dilemesi neyi gerektiriyorsa onu dilediği ölçüde, ezelî takdire göre indirir, çünkü O, kullarından haberdardır, onları görendir. Onların gizlice çevirdikleri ve alenî işledikleri şeyleri ilmiyle kuşatandır ve bunun sonucu olarak onlardan herbirine, geçirdikleri her vakte karşılık olarak ne lâyıksa onu takdir edendir. Buna göre Allahu teâlâ ya fakir kılar, ya zengin kılar; ya vermez, ya verir; ya rızkı tutar, ya da yayar. Bütün bunlar O'nun ilâhî hikmetine göredir. Allahu teâlâ şayet onların hepsini zengin kılarsa onlar azarlar. Eğer hepsini fakir ederse helak olup giderler. 28O, (insanlar) umutlarını kestikten sonra, ümitsiz bir duruma geldikten sonra yağmuru yağdıran ve rahmetini, yağmurun bereketlerini ve her şeyde tecelli eden menfaatlerini her tarafa dağlara, ovalara, bitkilere ve hayvanlara yayandır. Âyetin deyimiyle ”ğays", insanları kuraklıktan kurtaran yağmur demektir. Bu sebeple yağmurun sadece faydalı olanına ”ğays" denmiştir. Çünkü yine yağmur manasına gelen ”matar", bazan zararlı olabilir, bazan vaktinde yağmayabilir. Allahu teâlâ, yağmuru insanlar ümitlerini kesmeden de yağdırabilir. Bunun ”insanlar umutlarını kestikten sonra" şeklinde bir kayıt getirilmesi nimetin mükemmelliğini kullara hatırlatmak içindir. Çünkü ümidin tamamen kesilmesinden ve bir belâya dûçâr olunduktan sonra nimetin elde edilmesi, çok daha fazla bir ferahlanma vesilesidir. O halde bu, şükre daha çok lâyık olan bir durumdur. Fethu'r-Rahmân'da denir ki,: ”Allah, rahmetini yayar ifadesindeki rahmet, güneştir. Çünkü buradaki rahmet, birinci sırada sayılan yağmur rahmetinden başka bir şeydir. Şöyle ki,; bütün ümitler kesildikten sonra yağmurun gelmesi, güzel ve yerindedir. Ama yağmur devam edecek olursa usanç verir. İşte onun arkasından güneşin çıkması büyük bir nimettir. ” O, hakiki dosttur, övülmeye lâyık olandır. Maliktir, kullarına lütfunu vermeyi, rahmetini yaymayı üstüne alan yüce bir zattır. 29Gökleri, yeri böylesine yaratılışın harikalarını yansıtır biçimde yaratması ve bunların içine yayıp ürettiği canlıları yaratması da O'nun delillerindendir. Yani O'nun kudret delillerindendir. Çünkü yeryüzü ve semaların bizzat kendileri, ya da sıfatlarıyla Yüce Allah'ın muazzam eseririe delâlet etmektedir. Âyet metninde yer alan ”besse", yaymak demektir. Bu ifade Yüce Allah'ın mevcut olmayan bir şeyi yoktan var ettiğine ve onu ortaya çıkardığına işaret etmektedir. Âyetin metninde yer alan ”dâbhe", canlı demektir ve bu canlı kavramına melekler de dahildir. Çünkü melekler de hareket ederler. Herne kadar yeryüzünde yürümüyor olsalar da semada uçarlar. Âyetteki ”dâbhe" kelimesinin manasının, yeryüzünde debelenen şeklinde olması da mümkündür. Çünkü birbirine komşu iki şeyden birisine sahip olana o iki şeyi nispet etmek mümkündür. Bir örnek vermek gerekirse Yüce Allah Kur'an-ı Kerim’inde ”İkisinden de inci ve mercan çıkar." (Rahman: 22) buyurmaktadır. Oysa inci ve mercan sadece tuzlu sudan çıkar. Meleklerin uçma özellikleri yanında, yürüme özelliklerinin olduğu da mümkün görülmüştür. Bu taktirde meleklerin de dâbhe olarak vasıflandırılmaları mümkündür. O, dilediği zaman ne zaman dilerse bunları hesaba çekmek üzere diri klikten sonra cesetleri hasretmeye biraraya toplamaya da kadirdir. Buna gücü yeter. 30Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Kazanmış olduğunuz günahlar yüzündendir. Burada ”eller" kelimesinin zikredilmesi, amellerin ekserisinin bunlarla yapılmış olmasındandır. Hayatta karşılaşılan bütün sıkıntılar, daha önce işlenmiş bir günah sebebiyledir. Bunun en asgarisi de taksirdir (ihmaldir.) Buradaki musibetten kasıt, hangi musibet olursa olsun farketmez. İster elem, ister hastalık, ister kıtlık, ister korku olsun, farketmez. Hatta herhangi bir ağaç parçasının tırmalaması, ayak kayması, bir damar seyirmesi ve bedendeki başka rahatsızlıklar hep musibettir. Musibet sadece bununla da kalmaz, insanın malında, aile efradında, çocuklarında da olabilir. İşlenen günahlara karşı uygulanan had cezası da bu kavrama dahildir. Nitekim âyetin devamındaki Allah çoğunu affeder. hükmünün içerisine, karşılığında had cezası koyulmayan şeyler de dahildir. Bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar: ”Allahu teâlâ'nın kazası ancak duâ ile çevrilebilir, insanın ömrünü ancak iyilik artırır. Bir insan işlemiş olduğu bir günah sebebiyle rızıktan mahrum olur." (11) Duâ, belâların define, rahmetin celbine sebeptir. Tıpkı kalkanın, silahı defetmeye; suyun, yerden bitkileri çıkarmaya sebep olduğu gibi. 11-Hadisi Tirmizî ve Hâkim rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 3/361. Dahhâk der ki,: ”Herhangi bir kimsenin Kur'an'ı öğrendikten sonra unutması ancak işlemiş olduğu bir günahı sebebiyle olur. Kur'an'ı unutmaktan daha çirkin acaba hangi günah vardır?" Bunu söyledikten sonra ”Allah (günahlardan) çoğunu affeder" âyetini okumuştur. Evet Allah günahlardan bir çoğunu affeder ve bunlara ceza vermez. Yüce Allah'ın affı ve günahları bağışlaması olmasa, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmaz. Âyet-i kerime ibadet eden ve musibete uğrayan kimselerin kalbine teselli vermektedir. Yüce Allah sanki şöyle buyurmaktadır: Uhrevî ve ebedî cezaları gerektiren günahlar ve masiyetler yüzünden size musibet gelecek olursa Biz bunları dünyevî ve fânî musibetler vererek telâfi ederiz. Böylece sizin işlemiş olduğunuz kötü şeylere karşılık olsun, kirlenmiş olduğunuz günahlardan sizleri temizlemiş bulunsun. Kula gelecek belâların sebepleri çoğalıp da kulun üstüne peşpeşe geldiği zaman kul, işlemiş olduğu kötü fiilleri üzerinde neden bunları işlediğine dair düşünsün ki, böylece birçokları affolmakla birlikte yaptıklarının karşılığını görmüş olsun. İşte o zaman isyanının ve günahlarının çokluğunu buna karşılık da Rabbinin kerem ve gufranını bildiği için üzüntü, kederi ve utanması artar. 31Yeryüzünde (O'nu) âciz bırakamazsınız, yeryüzünün istediğiniz köşesine kaçabildiğiniz kadar kaçsanız da hakkınızda takdir buyurmuş olduğu musibetlerden kendinizi kurtaramazsınız. Bir başka ifadeyle Allahu teâlâ sizi, bir belâ vererek denemek ve cezalandırmak istediğinde nerede olursanız olun, bundan kurtulamazsınız ve önüne geçemezsiniz. Kendinize gelecek azabı menetmeye gücünüz yetmez. Her şeyi azameti, büyüklüğü ve izzetiyle kuşatan Allah'tan başka bir dostunuz, sizleri musibetlerden koruyacak ve başlıbaşına işlerinizi üstüne alacak bir dostunuz ve sizden musibetleri savacak bir yardımcınız da yoktur. Bu âyet-i kerime, herkesi musîbet esnasında nereden geldi? diye nefis muhasebesi yapmaya ve bunun sonucu olarak nefsini helak olmaktan kurtarmak için hemen tevbeye koyulmaya davet etmektedir. İmam el-Vâhidî (rahimehullah) der ki,: ”Bu âyet-i kerime, Allah'ın Kitab'ındaki en umut verici âyettir. Çünkü Allahu teâlâ mü'minin günahını ikiye ayırmaktadır. Bir grubunu, kendilerine musîbet vererek bu musibeti günahlarına kefaret kılmakta, bir grubunu da dünyada affetmektedir. O, kerimdir, âhirette affından geri dönecek değildir. İşte bu, Yüce Allah'ın müminlere karşı âdetidir." 32Denizde dağlar gibi akıp giden gemi ler de O'nun (varlığının), vahdetinin, kudretinin, azametinin ve hikmetinin delillerindendir. Burada geçen ”a'lâm" kelimesi, ”alem" kelimesinin çoğulu olup dağ demektir. Alem, dağlar gibi yüksek olan her şeye mutlak olarak söylenir. Yoksa sadece yol bulmak üzere üzerine ateş yakılan dağa alem deniyor değildir. 33Dilerse O Allah, gemileri yürüten rüzgârı durdurur da onun üstünde kalakalırlar. Arapçada ”rekedeti's-sefînetü" denilir ki, manası, gemi kalakaldı ve durdu demektir. Buna göre âyetin manası; hoş rüzgârlarla denizlerde akıp giden gemiler, rüzgâr kesilince denizin yüzünde kalakalırlar ve artık yürüyemezler, hareket edemezler. Elbette bunda bazan yüzen, bazan da Yüce Allah'ın dilemesine göre denizin yüzünde kalakalan gemilerde, Allah'a itaat uğrunda belâlara karşı çok sabreden, Allah'ın nimetlerine bütün organlarını yaratılış amaçlarına uygun olarak kullanmak suretiyle çok şükreden herkes için büyük ve sayısız Allah'ın işlerine delâlet eden ibretler vardır. 34Yahut yaptıkları yüzünden onları helak eder, yani Allahu teâlâ dilerse rüzgârı durdurur, gemiler kalakalır, ya da rüzgârı estirir, bazılarını adaleti gereği batırır, bazı gemileri de yani içinde bulunan kimseleri de helak eder. Burada geminin içinde bulunanları değil de, gemilerin helak edilmesi şeklindeki ifade bir mübalâğa ve korkutma ifade etmek içindir. Bir başka ifadeyle burada gemilerin helak edilmesinden maksat, içinde bulunan kişilerin kazandıkları günahlar ve helak vesileleri dolayısıyla helak edilmeleridir. Bir çoğunu da affeder. Bir çoğunun da mallarını helak etmez. Çünkü âyetin manası; rüzgârı salıverir, bazı insanları helak eder, bir kısmını da kurtarır demektir. 35Böylece âyetlerimiz üzerinde tartışanlar kendilerine azaptan kaçacak bir yer olmadığını bilsinler. Bu âyet-i kerime mukadder bir illet (sebep) üzerine atfedilmektedir. Meselâ; böylece âyetlerimiz üzerinde tartışanlardan intikamını alsın ve Kur'an'ı yalanlayanlar, onu yeryüzünden silmek ve iptal etmek uğrunda çaba gösterenler kendilerine kaçacak bir yer olmadığını bilsinler. Buna göre âyetin manası; Allah dilerse bir kavmi helak eder, bir kavmi kurtarır ve bir kavmi de uyarır. Burada yer alan ”mahîs" kaçacak yer anlamınadır. Nasıl ki, gemiler durduğunda, ya da fırtına estiğinde onların kaçacak yerleri yoktur. Aynen bunun gibi öldükten sonra dirilmenin ardından da O'nun azabından kaçacak yerleri yoktur. O halde Allah'tan başka zarar verici ve fayda vericinin olmadığını itiraf etmekten başka çare yoktur. İnsanın başına gelen ne varsa mutlaka O'nun tesiriyle gelir. 36Ey insanlar! Arzu ettiğiniz ve uğrunda yarıştığınız mal, geçim araçları ve evlât gibi size verilen şey, yalnızca dünya hayatının geçimliğidir. Bunlar dünya hayatının faydalanmış olduğunuz metâı ve menfaatidir. Siz bunlardan kısacık hayatınız boyunca faydalanırsınız, sonra bunlar ortadan yok olur ve kaybolur. Allah'ın yanında bulunanlar ise, âhiret sevabı ise, iman edenler, imanda samimi olanlar ve başkasına değil, Rablerine dayanıp güvenenler için sırf fayda verdiği için zâtı itibariyle daha iyi ve insanların ellerinde bulunanların aksine fânî ve zail olmadığı için zaman açısından daha süreklidir. Burada dünya rahatının birtakım rahatsızlıklardan uzak olmayacağına, bazı kimseler için böyle bir durum olmasa bile herkes açısından birtakım kederlerden uzak olmayacağına işaret vardır. Çünkü dünya rahatı çok çabuk zail olur ve kısa zamanda elden çıkar. Yüce Allah'ın katındaki vaad olunan sevap ise daha iyi ve bu az olan dünya nimetinden daha kalıcıdır. el-Havâşî es-Sadiyye'de der ki,: ”Bu âyet-i kerimede geçen lam harfi, beyan içindir. Yani daha iyi ve daha kalıcı söz konusu nimetlerin kim için olduğunu beyan ifade eden bir lam'dır." Bu gerçeği Ebu'l-Lelys tefsirinde şöyle açıklar: ”Allahu teâlâ âhiret sevabını açıkladıktan sonra bu sevabın kimlere verileceğini beyan ediyor ve buyuruyor ki,; ”iman edenler ve Rablerine dayanıp güvenenler içindir." Rablerine güvenmekten maksat, başlarına gelen herhangi bir hususta sadece Rablerine tevekkül edenler, işlerini sadece O'na isnad edenler ve sadece O'na itimad edip dayananlardır." Hazret-i Ali der ki,: ”Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) bütün malını tasadduk etmişti. Müslümanlardan bazıları bu tasadduk üzerine onu kınadılar. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Burada Yüce Allah âhiret sevabının, dünyadakinden daha hayırlı ve daha kalıcı olduğunu beyan etmekle birlikte bu sevabın birtakım sıfatlarla sıfatlanmış olan kimselere verileceğini beyan etmiştir ve bunları, iman ve tevekkül olarak burada zikretmiştir. Bunlardan sonra zikredilenlere gelince mü'min ve kâfir dünya metâmda eşittirler ve bundan faydalanırlar. Âhirete gittiklerinde Yüce Allah'ın katında olan şeyler mü'min için daha hayırlıdır. Dünya metâının fânî olduğunu bilen ve Yüce Allah'ın katındakinin daha hayırlı ve daha kalıcı olduğuna kesin olarak inanan kimse, dünyayı terkeder, âhireti tercih eder. İşte bu, Yüce Allah'ın, dilemiş olduğu kimseye verdiği ihsanıdır. ” 37Onlar, büyük günahlardan ve hayasızlıktan çirkinliklerden, ya da çok çirkin olan şeylerden kaçınırlar... Kâmus'îa, âyet metninde geçen ”fahişe" kelimesi için, bunun zina ve çok çirkin olan günahlar olduğu yazılıdır. Buna göre ”fevâhiş" (hayasızlıklar) kelimesinin, ”kebâir" (büyük günahlar) kelimesine atfedilmesi bir parçanın bir bütüne atfı kabilindendir. İşte böylece hayasızlığın ne kadar iğrenç ve çirkin olduğu vurgulanmış olur. Keşfu'l-Esrârd'a denir ki,: ”Bu âyet-i kerimede ”kebâir" kelimesi, ”ism" kelimesine muzâf (tamlanan) kılınmıştır. Çünkü insan büyük günahlardan kaçındığında küçük günahları bağışlanır. Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur: ”Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız küçük günahlarınızı örteriz." (Nisa: 31) Ragıp der ki,: ”Onlar büyük günahlardan ... kaçınırlar" âyetiyle, ”Eğer yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız" (Nisa: 31) âyet-i kerimesinde geçen büyük günahlardan maksadın, şirk olduğu söylenmiştir. Bunu söylerken ”...Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür." (Lokman: 13) âyet-i kerimesini delil olarak almışlardır. İbn Abbas der ki,: ”Büyük günah şirktir." İmam Râzî ise: ”Bu görüş bence zayıftır, çünkü âyette yer alan iman kelimesi bu ihtimali ortadan kaldırmaktadır," demiştir. Acizane kanaatimize gelince, iman kelimesi söz konusu ihtimali ortadan kaldırmaz. Çünkü imanla açık ve gizli şirkin ikisine de şamil olan mutlak şirkten kaçınma sağlanamaz. Tam tersine sadece açık şirkten kaçınma olur. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) riyaya şirk demiştir. Zira o; ”Küçük şirkten sakınınız,11 buyurmuştur. Kızdıkları zaman da bağışlarlar. Burada yer alan ”ğadab" kelimesi, kalbin kanının harekete geçmesi ve intikam isteğidir. ”Mağfiret" ise burada bağışlamak, üzerinde durmamak, yapılana tahammül etmek ve öfkesini yutmaktır. Buna göre âyetin manası; onlar birisine öfkelendikleri zaman onu bağışlarlar, üzerinde durmazlar, yapılana tahammül ederler ve öfkelerini yutarlar, demektir. 38Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar. Bu âyet-i kerime ensar hakkında nazil olmuştur. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onları imana davet etmiş, onlar da samimi bir kalple Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın davetine uymuşlardır. Burada sadece namaz kılma fiilinin zikredilip meselâ zekât vermek, oruç tutmak gibi namaz dışındaki ibadetlerin zikredilmemesinin sebebi, kul ile iman arasındaki tek rabıtanın namaz kılma olmasından dolayıdır. Nitekim yine kul ile inkâr arasındaki tek bağlantı da namazı terketmektir. Bir kimse namazı kıldığı zaman iman etmiş ve dini ayakta tutmuş olur. Onu terkedince de inkâr etmiş, dinini yıkmış olur. Bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Kıyamet günü kulun hesaba çekilecek olduğu ilk şey namazıdır. Eğer namazı salih ise kurtuluşa ve felaha ermiştir. Şayet fasid ise hüsrana uğramış ve kaybetmiştir." Onların işleri, aralarında danışma iledir. Âyette yer alan ”şûra" kelimesi, danışma ve istişare etme demektir. Kelimenin aslı ”şûr" dur. Şûr, çıkarmak anlamına gelir. Şûraya bu ismin verilmesi herhangi bir meselede danışmaya katılan her bir kişinin, karşısındaki arkadaşına düşündüklerini çıkarıp ortaya koymasından dolayıdır. Buna göre âyetin manası; onların işleri danışma iledir. Onlar herhangi bir görüşü yalnız başlarına benimsemezler, o konuda müşavere ederler, biraraya gelirler, demektir. Hicretten önce ve sonra Müslümanlar böyle idiler. Herhangi bir mesele ile karşılaştıklarında biraraya gelir, birbirlerine danışırlardı. Bu onların, meselelerin akıbetini iyice düşünmelerinden ve derinlemesine kavramalarından ileri gelmekteydi. Bazı âlimlere göre bu âyet-i kerime, ifade ettiği genellik üzeredir. Yani onlar, hakkında vahiy olmayan dînî meselelerde kendi görüşleriyle amel etmezler, tam tersine fıkıh bilginleriyle müşavere ederler, demektir. Bazı âlimlere göre, onlar karşılaştıkları her meselede birbirlerine danışırlar, demektir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) der ki,: ”Müşavere ve danışma ne güzel bir muvâzene ve dengedir. Danışmadan kendi görüşüne göre hareket etmek ise ne kötü bir huydur." Demişlerdir ki,: ”Herhangi bir işe istihare ile başlayan, ardmdanda istişare yapan kimse alacağı kararda yolunu şaşırmaz." Kendilerine verdiğimiz rızıktan da, mallarından da hayır yolunda harcarlar. Kâfirin nifakının (harcamasının) herhangi bir değeri yoktur. Çünkü o, iman ederek ve itaatta bulunarak Rabbinin davetine uymamıştır. Onun yapacak olduğu hayır, kâfir oluşundan dolayı boşa gitmiştir. Sonra infak, sadece malda harcama yapmakla olmaz. Tanı tersine her türlü iyiliğe ve ihsana şamildir. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Her iyilik sadakadır." (13) Hadiste yer alan ”maruf" kelimesi, Allahu teâlâ'nın, harcanmasına razı olduğu mal, hoşnutluğunun kazanıldığı söz ve fiillerdir. 13-Hadisi Ahmed b. Hanbel ve Tirmizî rivayet etmişlerdir. Hadisin son kısmı şöyledir: ”Kardeşini güler yüzle karşılaman da iyiliklerdendir." Bkz. el-Fethu’l-Kebîr, 2/329. 39Bir haksızlığa uğradıkları zaman yardımlaşırlar. Burada geçen ”bağy", zulüm, haddi aşmak demektir. Yine âyette geçen ”intişâr", yardım talep etmek demektir. Buna göre âyetin manası, onlar bir zulme ya da zalim tarafından düşmanlığa uğradıkları zaman ondan intikam alırlar. Yüce Allah'ın, kendilerine gösterdiği ve izin verdiği şekilde, zulmedenden kısasen haklarını alırlar, bu muayyen sınırı, mislîliği gözetme ilkesini aşmazlar. Oysa onların dışındakiler böyle değildir. İşte burada ”Onlar yardımlaşır" şeklindeki tahsisin manası budur. Âyetin bu ifadesi, onların cesaretle vasıflanmalarını ifade etmektedir. Bundan önce dînî ana faziletlerle uyanık kalmak, hilim ve cömertlik ile vasıflanmışlardı. Meseleyi biraz daha açarsak, zulüm onlara güçlü ve kuvvetli kişiler tarafından gelmektedir. Müslümanlar bu zalimlerden meşru biçimde intikam aldıklarında cesaretleri sabit olacak ve Allah'ın dini uğrunda sertlikleri ortaya çıkacaktır. Onlar meşru biçimde aldıkları bu intikamı fasıkların kendilerine hücumları dolayısıyla zillete düşmemek ve caniyi zayıflara cüret etmekten alıkoymak için alırlar. en-Nehâî (rahimehullah) bu âyet-i kerimeyi okuduğu zaman şöyle derdi: ”Onlar kendilerini zillete düşürüp de sefih ve değersiz kişilerin, üzerlerine atılmasından nefret ederlerdi." Şâir der ki,: Gelen zulme boyun eğmeyiz biz, ancak; Hariçtir köyün eşeği ve yere çakılı kazık Razı olur buna çürük iple bağlı hakir eşek Bir de başına balyoz yiyen kimsesiz kazık. Şiirin manası şudur: ”Kendisine yapılan zulme son derece hakir iki zavallıdan başka hiç kimse sabredemez. Bunlar da çürük iple boynu bağlı eşek ve başına durmadan vurulan, kimsenin merhamet etmediği kazık." Âyet metninde yer alan ”intişâr" (yardımlaşma ve intikam alma) mü'minlerin bağışlayıcı olma vasıflarıyla çelişmez. Çünkü hem bu, hem diğer vasıf insanın kendi nefsi açısından bir fazilettir. Arkadaşının açısından ise bu, kötü ve yasaklanmış bir şeydir. Af iki kısımdır: Birisi fitnenin yatıştırılmasma, caninin zulmünü bırakmasına sebep olan aftır. Afla ilgili âyet işte bu kısma ait bir aftır. Bu şekildeki bir tefsirle aradaki tenakuz ve çelişme ortadan kalkar. Herhangi bir kimse, Allah'ın emrine aykırı olmaksızın zalimden hakkını alırsa o kimse, itaat eden bir kimse olmuş olur. 40Bir kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür. Bu ifade yardımlaşmanın neden güzel hasletlerden olduğunu ortaya koymaktadır. Âyet metninde iki kez ”seyyie" (kötülük) ifadesi yer almaktadır. Oysa ikinci kötülük şer'an izin verilmiş meşru bir cezadır. İzin verilen her şey de kötü değil, tam tersine güzeldir. Şu halde meşru olan bu fiile kötülük denmesi, fiilin muhatab olan kimseyi üzmesinden dolayıdır, ya da meşru olan ikinci fiile kötülük denmesi müşâkele sanatı dolayısıyladır. Bu tıpkı Nahl Süresindeki şu âyette olduğu gibidir: ”Eğer ceza veresekseniz size yapılan işkencenin misliyle ceza verin..." (Nahl: 126) Bu takdirde âyette geçen ”seyyie" (kötülük), ”kasene" (iyilik) kelimesinin karşılığı ve zıddı olmuş olur. Âyet-i kerimenin manasına gelince; eğer sana bir kötülük yapılırsa yapılan kötülüğü aşmaksızm misliyle mukabele etmen gerekir, demektir. Hasan-ı Basrî der ki,: ”Herhangi bir kimse sana: 'Allah sana lanet etsin, ya da Allah seni rezil rüsvay etsin,' derse sen de ona 'Allah seni rezil rüsvay etsin, ya da Allah sana lanet etsin,' diyebilirsin. Bir kimse sana kötü lâf söylerse sen de ona zina kelimesi gibi had cezasını gerektirmeyecek biçimde kötü söz söyleyebilirsin, ya da hoş olmayan bir söz söyleyebilirsin. Yalan, iftira fiillerinde mukabele ve mislîlik cereyan etmez. Yani birisi sana karşı yalan ve iftirada bulunursa, sen de ona karşı yalan ve iftirada bulunamazsın." et-Tenvîr'de denir ki,: ”Birisi ey zinakâr der de karşısındaki muhatap, hayır zinakâr sensin derse her ikisine de had cezası (İffete iftira cezası) uygulanır. Buna karşılık birisi diğerine -meselâ- pis adam dese, karşıdaki muhatap da asıl sen pissin dese mislîlik cereyan etmiş olur." Kim kendine karşı suç işleyeni bağışlar kısası terketer ve kendisine saldıranı affeder ve yaptıklarına katlanarak barışı sağlarsa onun mükâfatı Allah'a aittir. Yani cezalarda gerekli olan, aşırılığa kaçmaksızın mislîliği gözetmektir. Bu da gerçekten zordur. Şu halde daha uygun olanı bağışlamak ve zulümde ısrarlı olmayarak aralarını düzeltmek, mümkünse barışı sağlamaktır. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar: ”Allahu teâlâ kendisine kötülük edeni bağışlayan kulunun ancak izzetini artırır." “Onun mükâfatı Allah'a aittir," ifadesi müphem olup vaadedilen şeyin ne kadar büyük bir vaad olduğunu haber vermekte, bilinen ve alışılagelen vaadi erden başka bir şey olduğunu vurgulamaktadır. Doğrusu O, kötülüğe ilk başlayan, intikam uğrunda aşırıya kaçan zalimleri sevmez. Kötülüğe misliyle mukabelede bulunmak meşru kılınmış, eşitlik şart koşulmuştur. Çünkü Cenab-ı Hak zalimleri sevmez. Rivayete göre Hazret-i Ebû Bekir, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında bulunurken münafıklardan birisi ona kötü söz söylemeye başlar. Hazret-i Ebû Bekir adama cevap vermez. Rasûlüllah sessiz bir biçimde gülümsemektedir. Sonra Hazret-i Ebû Bekir adama cevap verir. Bunun üzerine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ayağa kalkar ve çeker gider. Hazret-i Ebû Bekir: ”Yâ Rasûlallah! Adam bana kötü söz söylediği sürece siz oturmakta idiniz. Adama cevap verdiğimde yerinizden niçin kalktınız?" diye sorar. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurur ki,: ”Bir melek senin namına o adama cevap veriyordu. Sen cevap vermeye başlayınca melek uzaklaştı, şeytan geldi. Ben ise şeytanın bulunduğu bir mecliste bulunamam," buyurdu ve bunun üzerine: ”Kim bağışlar ve barışı sağlarsa onun mükâfatı Allah'a aittir" âyet-i kerimesi nazil oldu. Bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar: ”Kıyamet günü olduğunda bir münâdi şöyle seslenir: insanları affedenler nerededirler? Şimdi Rabbinize geliniz ve mükâfatlarınızı alınız. Affeden her Müslüman için Allah'ın kendisini cennete koyması bir haktır.," 41Kim zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, zalimin kendine zulmünden sonra malî haklarında intikamını alır ve kısasen hakkını da alırsa artık onlara hakkını alanlara, kınamak ya da ceza vermek suretiyle yapılacak bir şey yoktur. Çünkü onlar kendilerine mubah olan haklarını alma fiilini kullanmışlardır. 42Ancak insanlara zulmedenlere, onlara zarar vermeye ilk kalkışanlara ya da intikam esnasında zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere orada büyüklenerek ve bozgunculuk çıkararak kibirlene kibirlene gezenlere ceza vardır. İşte zikrolunan bu zulmü ve haksız tecavüzü kendilerine sıfat edinen kimselere, zulümleri ve tecavüzleri sebebiyle acıklı azap vardır. O azap bunlaradır. 43Kim eziyete sabreder ve kendine zulmedeni affederse ondan intikam almaya kalkışmaz ve onu Allahu teâlâ'ya havale ederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer işlerdendir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) der ki,: ”Sabırsız olmak, sabırdan daha yorucudur." İşte bu haslet Allah katında iyi işlerden olması nedeniyle kulun, kendi nefsinde gerçekleştirmesi gereken hasletlerdendir. Burada geçen ”azm" kelimesi, insanın kalbinin herhangi bir şeyi yapmaya karar vermesidir. Âyet-i kerime, işaret olunduğu üzere bağışlamanın herhangi bir kötülüğe yol açmadığı yerlerle ilgilidir. Çünkü bağışlama mendup bir harekettir. Bazı durumlarda mesele tersine dönebilir. Bu taktirde bağışlamamak mendup olur. Böyle bir durum daha ziyade bir zulmü önlemeye ve eziyeti kökünden kazımaya ihtiyaç duyulan yerlerde söz konusudur. Rivayet olunur ki, adamın biri birisine el-Hasen (rahimehullah) 'ın meclisinde kötü söz söyler. Bu söze muhatap olan kişi öfkesini yutar, ter döker. Sonra ayağa kalkar ve bu âyet-i kerimeyi okur. el-Hasen der ki,: ”Bu adam âyeti vallahi iyi anlamış ve kavramış. Cahiller ise bu anlayış ve kavrayıştan yoksundurlar." 44Allah kimi saptırırsa, kimde hevâ ve hevesine uymaktan dolayı dalâleti, sapıklığı yaratırsa, ya da insanlara zulmetmek üzere onu serbest bırakırsa bundan sonra, onu yardımsız bıraktıktan sonra artık onun yardımını üstüne alacak hiçbir dostu yoktur. Azabı gördüklerinde zalimlerin: 'Dönecek bir yol var mı?' Dünyaya dönüş var mı? dediklerini görürsün. Burada ”görürsün" ifadesiyle hitab herkesedir. Zalimlerden maksat ise müşrikler ve Allah'a karşı gelenlerdir. İşte azabı görünce onlar, Allah'a itaat etmek amacıyla dünyaya dönüşü talep ederler, fakat bu istekleri kabul olunmaz. 45Ey bu manzarayı gören kişi! Ateşe arz olunurlarken onların, zilletten başlarını öne eğerek göz ucuyla gizli gizli baktıklarını göreceksin. Kendilerine gelen zillet ve değersizlik sebebiyle hakir bir biçimde başlarını öne eğmiş, gizli gizli baktıklarını göreceksin. Âyet metninde yer alan ”tarf kelimesi, göz kapağını hareket ettirmek demektir. Bu ifadeyle kastedilen ”bakış"tır. Çünkü göz kapağı hareket ediyorsa bundan bakma sonucu çıkar. Buna göre âyetin manası şöyle olur: Ateşe arz olunurlarken onların zilletten başlarını öne eğerek ateşten korkularından dolayı ona gizli gizli baktıklarını görürsün. İstenmeyen kötü şeylere bakan kişinin bakışı bu şekildedir. Sevmediği o şeye göz kapaklarını açarak bakamaz. Hoş ve sevimli bir şeye bakarken yaptığı gibi o nesneyi doya doya seyredemez. İnananlar ve Allah yolunda hakkıyla cihad edip Rablerinin hoşnutluğunu kazananlar da: 'İşte asıl ziyana uğrayanlar kıyamet günü kendilerini ve ailelerini ebedî azaba maruz kılarak ziyana sokanlardır,' diyecekler. Burada yer alan ”hüsran" kelimesi, sermayenin eksikliği anlamınadır. Bu kelime hem insana, hem fiile nispet olunur. Sağlık, selâmet, akıl, iman ve sevap gibi değerli olan şeylere de hüsran nispet olunabilir. Hüsrana uğrayan kişi; Yüce Allah'ın apaçık hüsranı kendisine yazmış olduğu kişidir. Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah'ın zikretmiş olduğu bütün hüsran, bu son manayadır. Yoksa dünyevî işlerde ve insanların birbirleriyle ticaretlerinde uğradiktan hüsran değildir. İşte iman edenler, hüsrana uğrayanları bu durumda gördükleri zaman âyette geçen ifadeyi söylerler. Âyet metninde yer alan ”ehr kelimesi, karı-koca, çocuklar, köleler, cariyeler, akrabalar ve eş-dost olarak tefsir olunmuştur. Kesinlikle biliniz ki, zalimler, müşrikler âhirette ebediyete kadar sürekli bir azap içindedirler. 46Onların dünyada umdukları üzere kendilerinden azabı savmak için Allah'tan başka kendilerine yardım edecek hiçbir dostları yoktur. Allah kimi saptırırsa artık onun kurtuluşa çıkan bir yolu yoktur. 47Allah'tan geri çevrilmesi imkânsız bir gün gelmeden önce, sizi peygamberinin dili ile imana çağırdığı zaman Rabbinize uyun. Çünkü o gün hiçbiriniz azaptan sığınacak bir yer bulamazsınız, azaptan kurtulacak bir yer de bulamazsınız. Yaptıklarınızı inkâr da edemezsiniz. Çünkü yaptıklarınız amel defterlerinizde yazılıdır. Organlarınız da aleyhinize şahitlik edecektir. Buradaki ”inkâr" dan maksat, onları azaptan kurtarmaya yarayacak inkâr demek olsa gerektir. Yoksa onlar, ”Rabbimiz Allah hakkı için biz ortak koşanlar olmadık." (Enam: 23) diyeceklerdir. İşte bu sebeple organları kendi aleyhlerine şahitlik edecektir. 48Eğer yüzçevirirlerse, Biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Bu ifade doğrudan doğruya Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yöneltilmiş bir ifadedir. Yani, onlar senin davetine uymazlar ve bundan yüzçevirirlerse Biz seni onların üzerine gözetleyici, onları hesaba çekici, amellerini muhafaza altına alıcı olarak göndermedik, demektir. Âyet-i kerime Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a teselli vermektedir. Sana düşen sadece duyurmaktır. Sana Peygamberlik görevini tebliğden başka vacip olan bir şey yoktur ve sen bunu yapmış bulunuyorsun. Onların yüzçevirmeleri artık seni üzmesin. Biz insana katımızdan bir rahmet sağlık, zenginlik ve güven, gibi nimetleri tattırdığımız zaman ona sevinir. Bu nimetler nedeniyle şımarır. el-Kâşifî der ki,: ”Şurası gerçektir ki, Allah'ın nimeti dünyada her ne kadar muazzam ise de âhiret saadetine kıyasla, denize oranla bir damla gibidir. Bu sebeple dünyada nimet verme ifade edilirken ”izâka" (tattırma) fiili kullanılmıştır. İnsanoğlu böylesine değersiz ve düşük miktarda dünya nimeti elde ettiğinde buna sevinir, kendini beğenmişlik ve kibre kapdır. Zanneder ki, bütün arzu ve isteklerini elde etmiştir. Bu sebeple âhiret mutluluklarına dair inancı zayıflar. Zayıflamasaydı insan, bakî olanı fânî olana tercih ederdi. Çünkü fânî olan, hem az ve hem de topraktan yapılmış tuğla, kiremit gibidir. Bakî olan ise hem çok ve hem de altın gibidir." Ama elleriyle yaptıkları yüzünden Allah'ın nimetlerine bizzat yaptıkları nankörlük ve isyan yüzünden başlarına bir kötülük hastalık, fakirlik ve kendilerini üzen korku gibi bir belâ gelirse işte o zaman insan pek nankördür. Nimete nankörlük eder. Nimete nankörlük; şükrünü eda etmeyerek onu örtmek demektir. En büyük nankörlük ise vahdaniyeti veya peygamberliği, ya da şeriati inkâr nankörlüğüdür. Buna göre âyetin manası şöyledir: İnsan son derece nankördür. Nimeti tamamıyla unutur, belâyı hatırlar, gözünde büyütür, sebebini düşünmez. Tam tersine bu belânın kendisine hak etmediği halde geldiği iddiasında bulunur. "Nimete nankörlük" özelliğinin insanların arasında günahkârlara ait bir özellik olmasına rağmen insan cinsine isnad edilmesi, nankörlük edenlerin çoğunlukta olmasındandır. Yani insan cinsi hakkında nimete nankörlük hükmünün verilmesi, fertlerinin ekserisinin bu sıfatı taşımasından dolayıdır. Âyet metninde ”ilâha" (tattırma) fiilinin nûnu, nûnu'l-azama (Biz) zamirine isnadıyla birlikte âyetin en başına ”izâ" getirilmesi, nimetin insanlara verileceğinin kesinliğine ve çokluğuna işaret etmek, dikkat çekmek içindir. Belâdan bahseden âyetin başına ”in" kelimesinin getirilmesi ve ”isabet" fiilinin, nimet verme fiilinde olduğu gibi Allah'a değil de kötülüğe isnad edilmesi ve belânın insanların amellerinin sonucu olduğu şeklinde bir açıklama yapılması belânın nadiren vukuuna işaret etmek içindir. 49Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Bütün âlemin mülkü sadece Allah'a aittir. O'ndan başka hiç kimse bu mülke malik olamaz. Burada tasarruf, nimeti taksim etme ve içinde yaşayanlara belâ verme sadece O'na aittir. Burada hayat sürenlerin nimete şükretme, belâlara sabretme, ezelî ahkâma teslim olma ve ondan hoşnut olma yükümlülükleri vardır. O, onların bildikleri ve bilmediklerinden dilediğini dilediği surette yaratır, dilediğine evlâtlardan kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder. Dilediğine kız çocukları verir, onların yanında erkek evlât vermez. Tıpkı Şuayb ve Lût (aleyhisselâm)'lara verdiği gibi. Âyette yer alan ”yehebu" kelimesinin mastarı ”hibe"; bir insanın mülkünü bir başkasına herhangi bir karşılık almaksızın vermesi demektir. ”Vehhâb" Allahu teâlâ'dır. Çünkü O, herkese kendi hakettiği oranda verir ve verdiklerine herhangi bir bedel istemez. Bu âyet-i kerimede Allahu teâlâ öncelikle kız çocuklarından sözetmiştir. Çünkü onlar neslin çoğaltılması için daha fazladırlar, ya da kız babalarının gönüllerini hoş tutmak için onlara öncelik verilmiştir. Çünkü kızların önce ifade edilmesi onlara bir şeref vermekte ve kalpleri kızlara alıştırmaktadır. Bu sebeple kızlar Yüce Allah'ın bağışlarından bir nesne olarak kılınmıştır. el-Kevâşi'de denir ki,: ”Bu âyet-i kerimede kızlara öncelik verilmesi onları toprağa gömenleri azarlamak içindir. Elif lamsız olarak nekre getirilmesi, onların zayıflıklarına işaret etmek ve böylece kendilerine merhamet olunmasını temin etmek ve kendilerine ihsanda, iyilikte bulunmak içindir." eş-Şir'a'da denir ki,: ”Ve kişi cahiliyyet ehline muhalefet etmek için kız çocuklarıyla ferahlık duyar. Çünkü cahiliyyet döneminde insanlar kız çocuklarını sevmiyorlardır. Bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem); 'İlkin kız çocuğunun dünyaya gelmesi, kadının bereketindendir. (16) Yani herhangi bir kadının dünyaya getirdiği ilk çocuğu kız olursa bu, o kadının bereketindendir. Bir başka hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: 'Herhangi bir kimse bu kız çocuklarından çocuğu olmak suretiyle (ilâhî) imtihana tabi tutulursa ve kızlarına hoş davranırsa bu kızlar cehennem ateşine karşı ona perde olurlar.' (17) Yine Allahu teâlâ hiçbir kimsenin rolü ve müdahalesi olmaksızın dilediğine de erkek çocuğu bahşeder." 16- Hadisi İbn Asâkir, Vasile'den rivayet eder. Lâfzı şöyledir: ”Kadının ilkin kız çocuğu doğurması bereketindendir." Bkz. el-Fethu’l-Kebîr, 3/141. 50Yahut onları hem erkek, hem de kız çocukları olmak üzere çift verir. Âyet metninde yer alan ”zükrân", ”zeker" (erkek) kelimesinin çoğuludur. Buna göre âyetin manası; Allah o kişiye kız ve erkek çocukları bahşederek her iki sınıftan da çocuk verir, demektir. Dilediğini de kısır kılar da kadın çocuk doğuramaz, erkeğin de çocuğu olmaz. O, her şeyi bilendir, ilmi, olan ve olacak olan her şeyi kuşatmıştır. Her şeye gücü yetendir. Kudreti her şeyin üstündedir ve O, hükmü ne ise ve maslahat hangi noktadaysa onu yapar. Bilindiği üzere insanın ya hiç çocuğu olmaz veya erkek çocuğu, ya da kız çocuğu veyahut da erkek ve kız karışık çocukları olur. Âyet-i kerimede bütün bu kısımlara yer verilmiştir. Buna göre âyetin manası; Allahu teâlâ kendi dilemesinin bir gereği olarak kullarının durumunu evlâtları açısından çeşitli kılmıştır. Dolayısıyla O, insanlardan bir kısmına erkek veya kızdan sadece birini verir. Bir kısmına her ikisini verir. Bir kısmını da kısır kılar, onlara asla çocuk vermez. Gerek erkek olsun, gerek kız çocuklar Yüce Allah'ın vermiş olduğu bağışlardan ve ihsanlardandır. 51Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yani Ey Rasûlüm Muhammed! İster peygamber olsun, ister olmasın beşer cinsinden birisiyle Yüce Allah vahyin dışında veya perde arkasından ya da bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyetmesinin haricinde konuşması mümkün değildir. Asıl itibariyle ”vahiy" hızlı bir işaretlemektir. Vahye ”vahiy" denmesi, süratinden dolayıdır.!; er-Râgıb der ki,: ”Allah'ın Peygamberlerine verilen ilâhî kelimelere vahiy denir." Vahiy ya kalbe vahyetmek suretiyle olur. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ”Rûhu'l-Kudüs benim kalbime üfledi" dediği rivayet olunmuştur. Ya ilhamla olur, nitekim Kasas sûresinin: ”Mûsa'nın anasına onu emzir... diye vahyettik (bildirdik.)" (Kasas: 7) âyet-i kerimesi buna örnektir. Ya da emrine amade kılmakla olur. Nitekim; ”Rabbin bal arısına dağlardan, ağaçlardan... kendine evler edin... diye vahyetti. (ilham etti.)..." (Nahl: 68) âyeti buna delildir. Ya da uykuda yapılır. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Vahiy sona ermiş, arkası kesilmiştir. Artık geriye birtakım müjdeler, müminin rüyası kalmıştır. ” İşte bu çeşitlere, Yüce Allah'ın ”vahiy yoluyla" ifadesi işaret etmektedir. Bunun manası; Allah ona vahyeder ve ilham eder, kalbine Mûsa'nın annesine ilham ettiği gibi, İbrahim (aleyhisselâm)'e oğlunu boğazlamasını, Zebur'u da Davud'un kalbine ilham ettiği gibi ilham eder. Bu tefsir Mücahid'e aittir. Yüce Allah'ın perde arkasından vahyi, Peygamberin, kendisiyle konuşanı gömleksizin onun kelâmını işitmesi tarzındadır. Nitekim Allahu teâlâ Tuvâ vadisinde ve Tûr dağında Mûsa (aleyhisselâm) ile böyle konuşmuştur. Yahut bir elçi, meleklerden Cebrail veya başka bir melek gönderip izniyle emriyle ve buna imkân sağlamasıyla ona vahyetmeyi dilediğini vahyeder. Yani bu elçi gönderilmiş olduğu peygambere Allah'ın emriyle vahyetmeyi dilediğini vahyeder. İşte Allahu teâlâ ile peygamberleri arasında her zaman cereyan eden konuşma âdeti budur. Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) der ki,: el-Haris b. Hişam (radıyallahü anh) Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sordu: ”Vahiy size nasıl geliyor?" Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle cevap verdiler: ”Bazan bana zil sesi gibi gelir, bu hana en ağır gelen vahiydir. Cibril benden ayrılınca bana söylemiş olduklarının hepsini kalbimde ezberlemiş olurum. Bazan melek bir adam kılığına girer, benimle konuşur, söylediklerinin tamamını ezberlerim." Hazret-i Âişe der ki,: ”Ben çok şiddetli bir soğuk günde Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a vahiy geldiğini gördüm, vahiy sona erince kendine geldiğinde alnından ter fışkırırdı."(18) 18- Hadisi Buhârî, Sahih’inde Bed'ül-Vahy bölümünde rivayet eder. Bkz. Fethu'l-Bârî, 1/18. O, yücedir, mahlukların sıfatlarından yücedir. Allahu teâlâ ile kulları arasında yukarıda zikredilen şekillerin dışında herhangi bir görüşme cereyan etmez. Hakimdir. Allah'ın fiilleri hikmete göre cereyan eder. Bazan bir vasıta ile konuşur, bazan vasıtasız ya ilhanı yoluyla, ya da hitap ederek konuşur. 52İşte böylece diğer peygamberlerimize vahyettiğimiz gibi sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Bu ruh, insanların kalplerine, bedenlerdeki ruh mesabesinde olan, Kur'an'dır. Çünkü Kur'an kalpleri diriltir. Bir başka ifadeyle kalpler Kur'an vasıtasıyla hayat mesabesinde olan faydalı ilmi elde eder. Bu ilim, ölüm mesabesinde olan cehaleti yok eder. er-Râgıb der ki,: ”Kur'an-ı Kerime ruh denmesi, uhrevî hayata sebep olmasından dolayıdır. Bu hayat '...Âhiret yurduna (oradaki hayata) gelince işte asıl yaşama odur.' (Ankebut: 64) âyet-i kerimesinde anlatılan ve vasfedilen hayattır. 'Emrimizden' kelimesinin manası, Bizim emrimizden kaynaklanan ve doğan ruh demektir." Bazı âlimlere göre bundan maksat Cebrail'dir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a vahyetmenin mânâsı Cebrail’i vahiy ile ona göndermek demektir. Sen vahiy gelmeden önce kırk yaşına kadar kitap nedir, iman nedir bilmezdin, Kitabda tafsilatıyla zikredilen imana dair ayrıntıları insanların aklı bilemez. Çünkü iman aklın ve düşüncenin tek başına bilebileceği bir husus değildir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın imanı bilmesi, üzerinde kesinlikle kuşku olmayan hususlardandır. Âlimler, peygamberlerin kendilerine vahiy gelmeden önce mü'min oldukları, Peygamberlikten önce kâfir olmaları bir yana, büyük günahlardan ve insanların nefretine yol açan küçük günahlardan masum oldukları noktasında, görüş birliği içindedirler. İbn Kuteybe der ki,: ”Araplar İsmail (aleyhisselâm)’in dininden kalma haccetme, sünnet olma, nikahlanma ya da eşini boşama, cünüplükten gusletme, akrabalık ve musaheret (damatlık ilişkisi) ile evlenilmesi haram olan kadınların haramlığı gibi birtakım ahkâmın kalıntılarını uygulamakta idiler. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu ahkâmda onların yaptıklarını tatbik ediyor, Allah'a tevhid inancıyla inanıyor, Lât ve Uzza'dan nefret ediyordu." Fakat Biz onu, sana vahyettiğimiz ruhu kullarımızdan kabul etmesini ve üzerinde düşünmesini sağlayarak hidayetini dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. İşte doğru yola eriştirdiğimiz kişi tercihini ve seçimini Kur'an ile hidayete ermeye sarfeden kimsedir. Şüphesiz ki, sen doğru bir yolu, İs lamı diğer şeriatleri ve ahkâmı göstermektesin. Bu ifade Allahu teâlâ'nın hidayetini ve bunun nasıllığını belirtmektedir. Yani; sen bu nur ile hidayetini dilediğimiz kişilere o yolu göstermekte, onları hidayete erdirmektesin, demek olur. Burada yer alan ”sırâf (yol), eğriliği büğrülüğü olmayan, tam tersine doğru olan yol demektir. 53(O yol) yaratılışça ve mülkiyetçe göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Yol kelimesinin Allah'a izafe edilmesi ve ardından da ”göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yolu" diye vasıflanması, bu yolun önemini belirtmek, doğru olduğunu ifade etmek ve üzerinde yürünmesinin vacip olduğunu pekiştirmek içindir. Çünkü gökte ve yerdeki bütün mevcudatın yaratılışı, mülkiyeti ve onların üzerindeki tasarrufun tamamı Allahü teâlâ'ya ait olunca işte bu aidiyet o yolda yürünmesini en mükemmel bir biçimde vacip kılar. Dikkat edin! Burada yer alan ”ela kelimesi, bir şeye bakmak için hatırlatma ya da bir delile dikkat çekme ifade eder. Bütün işler yerde ve gökteki bütün işler kıyamet günü vasıtaların ve her türlü ilişkinin ortadan kaldırılması suretiyle sonunda başkasına değil Allah'a döner. Bu ifade, Sırât-ı Müstakîm'e girenlere bir vaad, ondan sapanlara da gizli ve kapalı olmaksızın açık bir tehdittir. Bahru'l-Ulûm’da denir ki,: ”Dünyada ve âhirette bütün yaratıkların işi Allah'a döner. Bütün bunca mahlûkatın işini sadece O, çekip çevirir. Hiçbir iş Allahü teâlâ'nın kazasının dışında yer alamaz. O, kıyamet günü kullarının arasında âdil bir hikmet ve kesin hükmüyle hüküm verir. ” Allah'ın yardımıyla Şûra Sûresinin tefsiri sona erdi. |
﴾ 0 ﴿