15İşte onun için yani zikrolunan tefrika ve derin şüphe dolayısıyla, dosdoğru olan ve yarışanların uğrunda yarışmasına lâyık bulunan dinin kendileri için kılınması dolayısıyla sen bütün insanları dine ve gereğince amel etmeye davet et. Çünkü onların tefrikaya düşmeleri, derin bir şüphe içinde olmaları, bu dinin Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dili üzerine onlar için din olarak kılınması, O'na davete ve bu dinin ayakta tutulması emrine sebeptir. Burada hevâ ve hevesine uyanlarla, bid'atçilerin yetmiş küsur fırkaya ayrılacaklarına ve onların mezheplerini ortadan kaldırmak için sırât-ı müstakime davet edileceklerine işaret vardır. el-Bezzâziye'de denir ki,: ”Rivayet olunduğuna göre Îbnü'l-Mübarek, rüyada görülür. Kendisine sorulur: 'Rabbin sana nasıl muamele etti?' İbnu'l-Mübarek der ki,: 'Rabbim beni azarladı ve bana çıkıştı. Beni otuz sene durdurdu. Sebebi, birgün bid'atçinin birine hoşgörü ile bakmıştım. Bu sebeple Yüce Allah beni, sen din uğrunda Benim düşmanıma düşmanlık yapmadın diye kınadı,' der. O halde öğüt geldikten sonra zalimler güruhu ile oturanların hali acaba ne olacak?" Ve emrolunduğun, Yüce Allah katından sana vahy olunduğu gibi dinde ve Ona davette doğru oi. Buradaki ”doğru ol" ifadesinden maksat, dinde ve Ona davette sebatkâr ve devamlı ol demektir. Çünkü Rasûlüllah zaten, dinde doğru idi. Bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ”Hûd sûresi ve benzerleri beni kocattı" buyurur.(6) Buradaki hitap, dindeki küveti ve gücüne göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'adır. O, ümmetine zayıflıklarını dikkate alarak: ”Dosdoğru olunuz fakat buna gücünüz yetmez, ”(7) buyurmuştur. Yani siz bana emrolunan ”istikamete" güç yetiremezsiniz. Çünkü gerçek istikamete peygamberlerden başkasının gücü yetmez. Çünkü istikamet, insanın alışık olduğu âdetlerini terketmesi ve dosdoğru olarak Hakk'ın huzurunda durmasıdır. Onların yani müşriklerin çeşitli bâtıl heveslerine uyma. Müşrikler, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, ilâhlarını tazim etmesini arzuluyorlardı. Bir haberde şu ifadeler yeralır: ”Her şeyin bir âfeti vardır. Dinin âfeti de hevâ ve hevestir. ”(H) Ve de ki,: 'Ben Allah'ın indirdiği Kitab'a inandım, semadan indirilmiş kitaplara inandım, onların bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr edenler gibi değil. Ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. İleri gelenleriniz ve zayıflarınız arasında şeriatlerin ve ahkâmın tebliğ noktasında adaleti gerçekleştirmekle, mahkemelerde ve bana gelen uyuşmazlıklarda hüküm verirken aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Ya da ileri gelenlerinizle, zayıflarınız arasını eşit tutmakla emrolundum. Bu sebeple herhangi birinize özel bir emir, ya da yasaklama getirmem. Rivayet olunduğuna göre Davud (aleyhisselâm) şöyle der: ”Üç özellik vardır ki, kimde bulunursa o kurtulmuştur: Zenginken ve fakirken mutedil davranmak, hoşnut ve kızgınlık anında âdil olmak, gerek aşikare, gerek tek başına iken Allah'tan korkmak. Üç özellik de vardır ki, her kimde bulunursa onu mahveder: İnsana hakim olan cimrilik, ardından gidilen heves ve insanın kendi nefsini beğenmesi. Dört özellik vardır ki, kime verilmişse o kimseye dünya ve âhiret hayrı verilmiş demektir: Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden ve mü'min olan kadın." et-Te'vîlât en-Necmiyye'de: ”'Aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum' ifadesi, şöyle açıklanmıştır. Hevâ ve hevesine uyanlarla Ehl-i Sünneti, bid'atı terkederek kitap ve sünnete sarılmak hususunda bir çizgiye getirmekle emrolundum. Böylece tefrika ortadan kalksın, ümmet bir noktada biraraya gelsin." Allah, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Yani; Allah hepimizin yaratıcısı, işlerimizi üstüne alandır. Yoksa putlar, hevâ ve hevesler değildir. Bizim işlediklerimiz bize, ister sevap, ister ceza, amellerimizin karşılığı bize aittir, sizin işledikleriniz de sizedir. Biz sizin iyiliklerinizden istifade etmez, kötülüklerinizden de zarar görmeyiz. Sizinle bizim aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Burada yer alan ”hüccet", aslında burhan ve delil demektir. Âyetin ifadesiyle ”lâ hüccete beynenâ ve beynekum" demek, aramızda herhangi bir delil getirmeye gerek yoktur, demek olur. Bununla maksat, aramızda herhangi bir husumet yoktur demektir. Bilindiği üzere anlaşmazlığa düşen iki tarafın dava görmek için delil getirmeleri gerekir. İşte bu anlayış, lâzımın zikri melzûmun kastedilmesi kabilindendir. Buna göre âyetin manası: Bizim aramızda karşılıklı delil ileri sürmek ve tartışılabilecek herhangi bir konu yoktur, demek olur. Çünkü hak zuhur etmiş, ortaya çıkmıştır. Şu halde delil getirmeye hacet kalmamıştır. O halde yapılan muhalefet kuru bir inattan başka bir şey değildir. Kıyamet günü Allah hepimizi biraraya toplar. Dönüş de O'nadır.' Hükmünü vermesi için herkesin dönüşü O'nadır. İşte orada bizlerin de, sizlerin de hali ortaya çıkar. Bu âyet-i kerime sözlü delil getirmeye ihtiyaç kalmadığı için sözlü bir mütarekeye delâlet etmektedir. Çünkü müşrikler deliller vasıtasıyla onun doğruluğunu anlamışlardır. Onlar, hak ortaya çıktıktan sonra sırf inat olsun diye kâfirlik yapmaktadırlar. Dolayısıyla delil yönünden mağlup olmuşlardır. Artık bu aşamadan sonra ya kılıçtan geçirilecekler, ya da Müslüman olacaklardır. Bundan sonra zaten katlolunmuşlardır. Kula düşen, hak ortaya çıktıktan sonra onu kabul etmek ve Hakk'ın nuru ile aydınlanmış nasihatin arkasında yürümektir. Çünkü dönüş Allah'adır. Dünya gelip geçme yurdudur. Asıl biraraya gelinecek yer âhirettir. Dünya ayrılma ve yorulma yurdudur. Ölüm için hazırlık yapmak şarttır. Bu sebeple şu beyitleri söylemişlerdir: Allah'ın akıllı kulları var, bakarlar nazar-ı ibretten Boşv erdiler dünyaya, korktular fitneden. Bakınca dünyaya Midiler elbet, Dünya olmaz hiçbir canlıya memleket. Gördüler dünyayı, azgın derya - deniz Dediler: ”Kurtuluş gemisi salih amelimiz. ” |
﴾ 15 ﴿