ZUHRUF SÛRESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur, 89 âyettir.

1

Hâ, Mîm. Sûre, bu harflerle isimlendirilmiştir.

2

Apaçık Kitab'a, Kur'ân'a

yemin olsun ki, kendilerine indirilenlere, dilleri ve kullandıkları üsluplarla indirildiğinden apaçıktır. Yahut da ”mühîn" kelimesi, açıklayan anlamında olup mana: ”Sapık yollardan, hidayet yolunu seçip gösteren, din hususunda da ihtiyaç duyulan her şeyi açıklayan bir kitaptır," şeklinde olur. İçinde birçok faydalar bulunan kitaptaki nimetini yüceltmek için O'na yemin etmiştir.

3

Biz, anlayıp düşünmeniz için onu Arapça bir Kur'an kıldık. Biz bu kitabı Arap dili ve lügatıyla indirip Arapça bir Kur'an kıldık. Yabancı bir lisanla indirmedik. Arapça Kur'an'ı anlamanız, içindeki ince düzeni ve yüksek manayı kavramanız, kapsadığı beşerin gücünü aşan canlı örneklere vakıf olmanız ve O'nun içinde bulunan nimetin hakkını bilerek, bütünüyle özürleriniz kesilsin diye onu Arapça yaptık. Eğer onu Arap lügatından başka bir dille indirseydik O'nu anlamazdınız.

4

O, şu kitap

katımızda bulunan Ana Kitap'ta Levh-i Mahfuzda

mevcut tur. O Levh-i Mahfuz semavî kitapların aslıdır. Zira semavî kitapların hepsi Levh-i Mahfuz'da, peygamberlerin yanında olduğu gibi sabit olup, oradan alınarak çoğaltılmıştır.

Yüce, kitaplar arasında yüksek değeri, şerefi vardır

ve hikmet dolu bir kitaptır. Çok hikmetlidir, yahut muhkem olup başka bir kitapla nesh ve değişikliğe uğratılamaz.

5

Siz, haddi aşan kimseler oldunuz diye, sizi Kur'an’la uyarmaktan vaz mı geçelim? Yüce Kur'an'ın büyüklüğünü açıkladıktan, ve onu düşünüp, iman etmeleri ve gereğince amel etmeleri için, onların kendi dilleriyle indirildiğini vurguladıktan sonra, durumun bunun aksine olabileceğini reddettikten sonra ”sizi Kuranla uyarmaktan vaz mı geçelim?" yani sizi ihmal edip Kur'an'ı sizden uzaklaştıracak mıyız? Emri, nehyi, vaadi ve tehdidi terk mi edeceğiz? Günahlara aşırı olarak ısrarlı bir şekilde daldığınız için, bu haliniz her ne kadar küfür ve delâlet üzerinde ölünceye kadar başı boş bırakılmanızı, sonra da ebedî azapta kalmanızı gerektirse de, biz rahmetimizin genişliğinden böyle yapmayız. Aksine sizi, güvenilir bir peygamber göndermek, apaçık bir kitap indirmek suretiyle hakka hidayet ederiz.

Katâde şöyle dedi: ”Allah'a yemin olsun ki, şayet Kur'an, bu ümmetin öncekileri O'nu inkâr ettikleri zaman kaldırılmış olsaydı helak olurlardı. Fakat Allahü teâlâ rahmetiyle muamele etti ve Kurân-ı Kerîm’i yirmi küsur sene içerisinde indirmeye devam etti."

6

Daha önceki milletlere nice peygamberler göndermiştik. Geçmiş asırlarda önceki ümmetlere birçok peygamberler gönderdik.

7

Onlar, kendilerine gelen her peygamberi mutlaka alaya alırlardı. Kendilerini hak dine davet eden peygamberlere karşı ümmetlerin tutumu daima; yalanlamak, alaya almak olmuştur. Onun için kavminin seni yalanlamasından ve alaya almasından etkilenip üzülmen gerekmez. Çünkü musibet yaygınlaştığında hafifler.

8

Onun için Biz, kuvvetçe bunlardan daha güçlü olanları da helak ettik. Bu aşırı giden kavimden, Kureyşlilerden daha güçlüleri de yok ettik. Bu, peygamber (aleyhisselâm) için bir vaad, onlar için de öncekilerin başına gelenle tehdittir. Önceki ümmetleri ”daha çok güçlü"lükle vasfetmesi, onlar bu haldeyken verilen helak cezasının, bunlar için evleviyetle olabileceğini bildirmek içindir.

Nitekim öncekilerde örneği geçmiştir. Kur'an'da birçok kere onların örnek olabilecek kıssaları zikredilmiştir. Bunlar: Nuh, Âd, Semûd kavimleri ve diğerleridir. Âyette, insan nefsinin zalimliği ve cahilliğinin aşırılığına, Allah'ın da (celle celalühü) lütuf ve kereminin kemaline, Rabliğinin faziletine işaret vardır. Çünkü onlar her ne kadar kötü özelliklerini açığa vurmada, peygamberlerini alaya alıp küçümsemekle çirkin ahlâklarını göstermede aşırı gitseler, hatta onları yalanlayıp öldürmek için seferber olsalar da yine onlar gibi her asırda yaşayan kitlelerde, kendilerine nasihat eden, Allah'a davet eden, onları hidayete yönelten peygamberlerin vârisleri olan muttaki âlimlere karşı aynı şekilde öncekilerin yaptığı gibi yapsalar da Allahü teâlâ onlardan lütuf ve keremle rahmetini kesmemiş, peygamberler gördermiş, kitaplar indirmiş, onları katına çağırmış af ve mağfiretle nimetlendirmiştir. Allahü teâlâ, lütfunun büyüklüğünden kullarını edeplendirmek ve korkutmak için, bâtılda ısrarla devam eden bazı zorbaları da, sonradan gelen insanlar onlardan ibret alsınlar diye helak etmiştir.

9

Ey Rasûlüm!

Yemin olsun ki, onlara: Kavmin olan Kureyşe:

'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye yani yükseklerdeki ve alt tabakalarda ki, cisimleri, kim yarattı diye

sorsan; yaratıcıyı itiraf ederek:

'Onları şüphesiz hükmünde ve mülkünde çok

güçlü olan, yarattıklarının bütün hallerini

her şeyi çok iyi bilen Allah yarattı' derler.

10

O Allah,

size yeri beşik kılmış, yeryüzünde yerleşmeniz için onu size beşik gibi yaymıştır.

Ve

doğru gidesiniz diye o yolları tutarak maksatlarınıza ulaşmanız için veya o yollar üzerinde düşünerek, gerçek hedef olan tevhide ulaşabilesiniz diye

yeryüzünde size yollar yaratmıştır. Din ve dünya işlermiz için yaptığınız seferlerde gideceğiniz yolları yaratmıştır.

11

Gökten bir ölçüye göre suyu indiren O'dur. Bu suyu kullara ve ülkelere faydalı olup zararlı olmayacak bir ölçü ve miktarda indirmiştir.

Biz onunla, bu suyla

ölü memlekete hayat veririz, bütünüyle bitki ve üremeden boş olan, yeri diriltiriz. Memlekette üremenin yok olması, bedenden hayatın yok olmasına benzetilmiştir.

Burada Cenab-ı Hakkın ”Ben" demeyip de ”Biz diriltiriz" demesi, diriltme işinin son derece önemli bir şey olduğunu ortaya koymakta ve bu işin büyüklüğüne işaret etmektedir.

İşte siz de böylece gerçekte yerden bitkinin çıkartılması olan bu diriltme örneği gibi

çıkarılacaksınız. Kabirlerinizden diri olarak çıkarılacaksınız. İnsanların diriltilmesinin ölü bir memleketin diriltilmesine benzetilmesi, mutlak olarak Allahü teâlâ'nın gücüne ve hikmetine delâlet ettiği gibi, aynı şekilde O'nun kıyamete ve diriltmeye de kadir olduğuna delâlet etmektedir.

Yerden bitkileri çıkarmayı diriltme ile, diriltmeyi de çıkarma ile ifade etmek bitkilerin durumunun büyüklüğüne, diriltme işininde basitliğine işaret vardır. Bu da delillendirmenin doğruluğuna hükmedilmesi içindir.

12

O bütün çiftleri yaratmış yani her çeşit mahlukatı yaratmıştır. Hiçbir şey O'nun yaratmasından ve yoktan var etmesinden dışarıda kalmaz.

İbn Abbas (radıyallahü anhümâ)'dan rivayet olunduğuna göre: ”Çiftler: sınıflar, nevilerdir: Tatlı-ekşi, beyaz-siyah, erkek-dişi gibi şeylerdir."

Denildi ki,: ”Allah'ın (celle celalühü) dışındaki her şey çifttir: Üst-alt, sağ-sol, ön-arka, geçmiş-gelecek gibi."

Ve sizin için, karada ve denizde

bineceğiniz gemiler, denizde yüzen gemiler

ve hayvanlar develer ve dört ayaklı hayvanlar

varetmiştir ki, onların sırtına binesiniz, gemilerin ve hayvanların sırtlarına, üzerlerine çıkasmız

sonra da üzerlerine yerleşince Rabbinizin üzerinizde olan

nimetini hatırlayarak: Bineklerin üzerine çıktıktan sonra, nimeti itiraf edip büyüklüğünü düşünerek kalplerinizle Rabbinizin nimetini anlarsınız, sonra da dillerinizle o nimetler için hamdedersiniz. Buna hayret ederek şöyle derdiniz:

'Bunu bizim hizmetimize vereni tesbih ve takdis ederiz, yoksa biz bunlara güç yetiremezdik. Bunlara boyun eğdirmeye güç yetiremezdik. Bizim bu hayvana ve gemiye yaklaşıp onları zaptetmeye güç ve kuvvetimiz yoktur. Kudretiyle, hikmetiyle bunu bizim hizmetimize boyun eğdireni noksan sıfatlardan tenzih, kemal sıfatlarla muttasıf olarak tesbih ederiz. İşte bu, Allahü teâlâ'nın nimetlerini hatırlamanın kemalidir. Zira kendisine nimet verilen kimse, nimeti elde etmekteki acziyetiyle beraber, nimeti itraf etmezse onun değerini, nimet verinin de hakkını bilmez.

13

Bak. Âyet 12.

14

Şüphesiz ki, biz Rabbimize döneceğiz,' diyesiniz. Ölümle döneceğiz demektir. Burada, sefer halindeyken yolcunun temas halinde bulunduğu şeyi düşünmesinin, üzerinde bir hak olduğunu hatırlatma vardır. Böylece yolcu bundan, Allahü teâlâ katına intikal olan büyük yolculuğu hatırlar ve bütün işlerini bu yolculuktaki yaptığı gözlem üzerine bina eder. Başka bir şey düşünmez ve ona ters düşen şeyleri terk eder.

Yolculuğun zaruretinden olarak; bir vasıtaya binip yola çıkmasının hac, akrabayı ziyaret, ilim talebi gibi meşru bir iş için olması gerekir. Aynı zamanda yolculuğun bazı tehlikeleri ve korkulu yönleri de vardır. Hayvana binen yolcunun, hayvanın tökezlemesi veya azgınlaşıp, hırçınlaşmasından emin olmayıp bu şekilde helak olması; gemiye binenin de, geminin parçalanmasından, alabora olmasından, dolayısıyla boğulup ölmesinden emin olmaması gibi. Bundan dolayı yolcunun bir lâhza da olsa Allah (celle celalühü)'dan gafil olmayıp, O'nun huzuruna çıkmaya hazırlıklı olması gerektiği gibi, ölümün kendisine terliğinin bağından daha yakın olduğunu ve teneffüs ettiği her nefesinin de son nefes olabileceğinin idrakinde olması gerekir.

Ebu Rabiâ'nın oğlu Ali'den rivayet olunduğuna göre: ”O Ali (radıyallahü anh)'yi binerken gördü, Ali (radıyallahü anh), binmek için ayağını koyduğunda: ”Bismillah (Allah'ın adıyla)" dedi. Bineğe çıkıp yerleştiğinde: ”Elhamdülillah (Bütün hamdler Allah'adır)" dedi. Sonra da: ”Bunu bizim hizmetimize vereni tesbih ve takdis edriz. Yoksa biz buna güç yetiremezdik. Şüphesiz ki, biz Rahibimize döneceğiz." ( Zuhruf: 13-14) dedi. Sonra üç defa hamdetti, üç defa tekbir getirdi, sonra: ”Sen'den başka ibadete lâyık yoktur. Ben nefsime zulmettim, beni affet! Zira Sen'den başka günahları affedici yoktur." dedi ve sonra güldü. Kendisine: ”Ey mü'minlerin emiri! Seni ne güldürüyor?" denildiğinde şöyle dedi: ”Ben Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizi böyle yaptığım gibi yaptığını ve söylediğim gibi söylediğini, sonra da güldüğünü gördüm." Biz de: ”Ey Allah'ın peygamberi! Niçin güldün?" diye sorduğumuzda şöyle buyurdu: ”Rabbimiz azze ve celle kulu: ”Senden başka ibadete lâyık yoktur. Ben nefsime zulmettim, beni affet, zira Senden başka günahları affedici yoktur," dediğinde sevinir ve şöyle buyurur: ”Kulum Benden başka hiçbir varlığın günahları affedemeyeceğini bildi." (1)

15

Onlar, Allah'ın

kullarından bir kısmını, O'nun bir parçası kıldılar. Bunu yapanlar. Araplardan bir takım kabilelerdir. Şöyle dediler: ”Allah (celle celalühü) cinlerle evlendi ve melekler doğdu." Bazıları da şöyle dedi: ”Âyet Benî Muleyh'e reddiyedir. Zira onlar, 'melekler Allah'ın kızlarıdır,' dediler. Mü leyli Huzâa kabilesinden bir kolun adıdır." Burada ”kılmak"; bir şeyle hükmetmek ve ona inanmak anlamındadır. ”Kullar"dan kasdolunan ise, meleklerdir.

Müşrikler, melekleri dişi kabul edip, Allah'a ait bir parça saydılar. Bunu da kızlar olarak tefsir ettiler.

Carullah der ki,: ”Parçayı, 'dişi' diye tefsir etmek, tefsirlerin ortaya koyduğu bidatlardandır. Arapçada böyle bir mana olduğunu iddia etmek ise uydurulmuş bir yalandır..."

Bu fakir de der ki,: ”Cüz yani parça aslında dişi manasına gelmez. Ancak lügatçılar bunu âyetten alarak söylemişlerdir. Çünkü bu, âyette 'dişi' diye tefsir edilen 'çocuk' manasınadır. Çocuğa parça denmesi ise onun, babasından bir cüz olmasından dolayıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz: 'Fâtima bendendir' yani benden bir parçadır, buyurmuştur."

Âyetin manası ise: Müşrikler inanıp hükmettiler. Allahü teâlâ'ya çocuk isnad ettiler. Bu çocuk Allah'ın kullarından olan meleklerden dediler. Yine melekler Allah'ın kızlarıdır dediler. Bunu dilleriyle itiraf edip, kalpleriyle de göklerin ve yerin yaratıcısının Allah olduğuna inandıktan sonra, nasıl oluyor da O'nun çocuğu olduğunu söylüyorlar. Doğum ancak cisim özelliklerindendir, Allah (celle celalühü) ise bütün cisimlerin yaratıcısıdır.

Bu âyette, onların cahilliklerine hayret edilmekte ve onların akıllarının eksikliğine dikkat çekilmektedir. Zira onlar Allah'ı (celle celalühü) yaratıkların özellikleriyle vasfetmişlerdir. Âyette bir diğer işaret de çocuğun babasının kulu olmayacağına, meleklerin ise Allah'ın kulları olduğunadır. Böyleyken kızlar nasıl oluyor da kul olabiliyorlar?!

Gerçekten insan apaçık bir nankördür. Nankörlüğü açık olup çok aşırı gider veya nankörlüğünü çekinmeden ortaya koyar. Bunun için de bunları söylerler. Allahü teâlâ'yı onların vasfettiklerinden tenzih ve takdis ederiz.

16

Yoksa Allah,

yarattıklarından kızları kendisine alıp da oğulları size mi ayırıp seçti? Yoksa Allah (celle celalühü) yarattıklarından iki sınıfın en aşağısı olan kızları kendisi için alıp da, iki sınıfın en üstünü olan erkekleri size mi seçti? Farzedin ki, siz çocuk cinsini, ondan münezzeh olan Allahü teâlâ'ya uzaklığı ve imkânsızlığı açık olmakla beraber isnat etmeye cesaret ettiniz; sizde biraz akıl, bir nebze olsun haya yok mudur ki, Allahü teâlâ'nın iki sınıftan en üstün ve hayırlısında, kendisi yerine sizi tercih ederek size verdiğini, kendisine ise en kötü ve alçağını bıraktığını iddia etmeye cesaret edebiliyorsunuz. Bu şekilde ifade edilmesinin sebebi; onlara göre kızlar çocukların en kötüleriydi, bunun için de onları diri diri toprağa gömüyorlardı. Eğer Allah (celle celalühü) kızları kendisine alıp erkekleri kullarına vermiş olsaydı, kulun durumunun Allah'tan (celle celalühü) daha kâmil ve üstün olması gerekirdi ki,; bunu normal akıl kabul etmemektedir.

17

Onlardan biri, Rahmân'a isnad ettiği kız çocuğuyla müjdelenince, o müşriklerden birisine, Allahü teâlâ'ya denk ve uygun görerek isnat ettiği çocuğun doğumu haber verildiğinde,

hiddetlenerek gam ve kederle dolu olduğu hade

yüzü simsiyah kesilir. Müjdelendiği şeyden dolayı yüzü simsiyah oluverir. Yüz siyahlığının, istememeyi ifade için olması da mümkündür. İşte bu müşriklerin özelliklerindendir. Onlar Allah'ı tanımazlar, O'nun lütfunun, gözüken kahrının altında gizli olduğundan gafildirler. Tevhid ehli ise; müjdeyi nasıl olursa olsun Allah'tan geldiği gibi alır, kabullenirler.

18

Süs içinde yetiştirilen, durumu, süs içinde terbiye olunmak olup, kendi işini tek başına yüklenmekten âciz olan kızları mı isnat ediyorlar?

Müftü Sa'dî şöyle dedi: ”Sanırım takdir, böyle büyük bir iş yapmaya cüret edip isnat ettiler."

Fakat, çekişme ve savaşta genellikle insanın uzaklaşamadığı tartışmada, mücadelede, hasımlaştığı kimseye karşı

yetersiz kalan(kızlar)ı mı (Allah'a isnat ediyorlar?) Onlar erkeğin kadir olduğu gibi, aklının noksanlığından, görüşünün zayıflığından dolayı delilini göstermeye ve iddiasını isbat etmeye güç yetiremez. Bu genelde böyledir, yoksa kadınlardan erkekten daha üstün fesahat sahibi kimseler de vardır.

Ahnef şöyle dedi: ”Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), Hazret-i Osman (radıyallahü anh), Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin sözlerini tam olarak dinledim. Ancak Allah'a (celle celalühü) yemin ederim ki, Hazret-i Âişe'den (radıyallahü anha) daha güzel konuşanını görmedim."

19

Onlar Rahmân'ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Onların önceden bahsi geçen küfürlerinin, başka bir küfrü de içerdiğini beyan ederek onları korkutmaktadır. O diğer küfürleri de; Allah (celle celalühü) katında en değerli olan ve kulların en üstünlerinden sayılan, varlıkları görüş yönünden en noksan, sınıf olarak da en hasis varlıklara benzetmeleridir. Halbuki çocuk, babasının kulu olamaz. Onun için burada, onların ”melekler Allah'ın kızlarıdır" sözünü yalanlama vardır.

Acaba meleklerin yaratılışlarını mı görmüşler? Allahü teâlâ onları yaratırken hazır bulunup dişiliklerine şahit mi oldular da, onların dişiliğine hükmediyorlar? Bu ancak görmekle bilinebilir.

Burada cahillikleri vurgulanıp onlarla alay edilmektedir. Onlar bunu sadece babalarından işitmişlerdir, onlar da yalancı cahillerdir.

Âyet müneccimleri ve birçok işlerde göz boyayan hikmetçileri de yalanlamaktadır. Çünkü onlar kısır akıllarıyla gayba hükmetmeye yeltenmişlerdir.

Katip İ'mad şöyle dedi: ”582. hicri senesinde bütün ülkelerdeki müneccimler Şaban ayında 6 yıldızın terazi burcunda toplanmasıyla fırtına felâketi olup dünyanın yok olacağı üzerinde birleşerek bununla Rum ve Acem krallarını korkuttular. Onlar da mağaralar kazmaya başlayıp oralarda su ve erzak depolayarak hazırlandılar. Müneccimlerin Âd kavmini helak eden fırtına gibi rüzgârın olacağını tayin ettikleri gece gelince biz sultanın yanında oturuyorduk, mumlar da yanıyor hiç hareket etmiyordu. Biz o gece kadar durgun bir gece görmedik."

Onların bu şahitlikleri yazılacak bu şahitlikleri amel defterlerinde bulunacaktır. Melek, onların melekler aleyhindeki şahitliğini yazacaktır.

Ve sorguya çekileceklerdir. Kıyamet gününde şehadetlerinden sorgulanacaklardır. Bu bir tehdittir.

Müftü Sa'dî şöyle dedi: ”Müstakbel ifadesinin kullanılması, onların söylediklerinin yazılmasından önce tevbe etmeye yönelmelerini sağlamak içindir."

Âyette, Allahü teâlâ'nın kullarına mühlet verdiğine, affın ihsanın O'nun için yok etmekten, intikam almaktan daha sevimli olduğunu kullarının görmeleri, küfür ve isyanlarından tevbe edip dönmeleri için dünyadayken ansızın onları yok etmediğine işaret vardır.

20

Ve dediler ki,: 'Rahman dileseydi biz onlara tapmazdık.' Onların küfürlerinden başka bir türü beyan etmektedir. Meleklere tapan müşrikler şöyle dediler: ”Eğer Rahman, bizim meleklere tapmamızı istememiş olsaydı bizi onlara tapmaktan menederdi, biz de tapmazdık." Bu söyledikleriyle, yaptıklarının hak olup Allahü teâlâ tarafından razı olunduğunu ve onların bunu, kötülüğünü kabul etmekle beraber Allah'ın dilemesiyle yaptıklarını vurgulamak istiyorlar. Onların bu bâtıl sözleri iki temele dayanıyor: Birincisi, meleklere tapmaları Allah'ın dilemesiyle olmaktadır. İkincisi, Allah tarafından razı olunduğuna göre tapmak gerekmektedir. Onlar ikincide hata etmişlerdir. Şöyle ki,; dilemenin ne olursa olsun her iki taraf için de olması mümkün olan şeyler arasında rızaya ve kızmaya itibar etmeksizin tercih yapmaktan ibaret olduğunu bilememişlerdir. Bunun için Allah'ın şu sözüyle cahillikleri ortaya konmuştur:

Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onların bunu, mutlak dileme ile değil, razı olma dilemesiyle yaptıklarını söylemelerinin bir dayanağı yoktur. Zira her şeyin mutlak iradeye bağlı olduğunu ifade eden sayılamayacak kadar çok âyetler vardır.

Onlar sadece yalan söylüyorlar.

Fakir (müellif) şöyle söylüyor: ”Dilemenin" Allah'a isnadı mü'minden sadır olursa iman ve tevhiddir. Yoksa küfür ve şirktir. Çünkü bu isnad inattan, asabiyetten ve işin hakikatini bilmemezlikten kaynaklanmış olur ki, buna itibar edilmez."

Bundan sonra onların nakil cihetinden de hiçbir dayanaklarının olmadığını isbata geçilerek şöyle denildi:

21

Yoksa Biz onlara bundan önce bir kitap verdik de... Kur'an veya Rasûlden önce yahut iddialarından önce onların Allah'tan başkasına tapma ve meleklerin de O'nun kızları olduğuna dair olan iddialarının doğruluğunu belirten bir kitap verdik de

ona mı sarılıyorlar, dayanıyorlar?

22

Hayır! Onlar: 'Sadece biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, etrafında birleşilmiş bir din üzerinde bulduk.

Biz de onların izinde gidiyoruz,' derler. Aklî ve naklî bir delil getiremediler. Aksine kendileri gibi cahil olan babalarını taklit etmekten başka dayanaklarının olmadığını itiraf ettiler.

Burada ”delilsiz olarak başkasının sözünü kabul etmek" demek olan taklit, kötülenmektedir.

23

İşte böyle! Senden önce hangi memlekete uyarıcı göndermişsek delil getirmedeki acziyetlerinde, taklide sarılmalarında olduğu gibi onlara Allah'ın azabından kavmini korkutan bir peygamber gönderdiğimizde

mutlaka oranın varlıklıları, zorbaları:

'Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine, yollarına ve yaptıklarına

uyarız,' derlerdi. Âyet, taklidin onlar arasında eski bir sapıklık olduğunu, geçmişlerinin de ondan başka bir dayanaklarının olmadığını açıklıyor.

Âyetteki sözü, sadece varlıklılara tahsis etmesi, refah içinde yaşamanın ve serbestlikten hoşlanmanın onların araştırmayı bırkakıp taklide yönelmelerine sebep olduğunu izah içindir. Varlıklılardan kastolunan; zenginler dünyadaki nimetin ve yaşama genişliğinin kendilerini azdırıp âhiret nimetini unutturduğu liderlerdir. Bunların içine, şehvetlere dalan, dinin gereksinimlerinden olan düstur ve kanunlardan nefret duyanların hepsi girer.

Akıllı kimsenin doğruluk üzerine olanların izlerini takip etmesi ve kesin ilim erbabı gibi anketini kazanması gerekir.

24

Babalarını taklit hastalığına kapıldıklarında ümmetlerine uyarıcı olarak gönderilenlerden her biri:

'Ben size babalarınızı üzerinde bulduğunuz doğruluktan hiçbir nasibi olmayan sapıklık içinde bulduğunuz halden,

dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da mı yine babalarınızla olursunuz?

deyince dediler ki,: 'Doğrusu biz seninle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz.' Her millet kendi uyarıcısına: ”Biz, seninle gönderilen şeyi, bizim üzerinde bulunduğumuz dinden daha doğru olsa da inkâr ediyoruz. Babalarımızın dininde sebat edeceğiz, ayrılmayacağız" dediler.

Burada, inkâr ve sapıklıkta babalarını taklit etmekte ısrarlı olduklarını itiraf, uyarıcının da onların bu hususta düşünüp araştırma yapmalarından ümidini kesmesini, tespit vardır.

25

Biz de onlardan intikam aldık. Çünkü onların esaslı bir özürü kalmamıştır.

Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu? Bahsedilen milletlerden yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bak ve kavminin seni yalanlamasından dolayı üzülme. Çünkü Allah onlardan ”intikam alıcı", ”kahredici", ”yakalayıcı" isimleriyle öç alacaktır.

Ali (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Mutlu kimse başkasından ibret alandır."

26

Bir zaman İbrahim..., Ey Rasûlüm Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! İbrahim’in ateşten çıktıktan sonra söylediği sözün zamanını kavmin olan Kureyşe hatırlat ki, Azer ismiyle meşhur olup put yapan

babasına ve kavmine şöyle demişti: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Kavmi, delil kullanma yolunu tutsunlar diye veya illa taklit etmeleri gerekiyorsa genelde delil peşinden gitmeleri için, o sağlam delile sarılmıştır. Ayetin manası; ben sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağım, demektir.

27

Ancak beni yaratan müstesnadır. Fakat beni yaratandan uzaklaşmam. Ben yalnız O'na ibadet ederim.

O, beni doğru yola iletecektir.'

O, beni doğru yol üzerinde daima sabit tutacaktır.

28

O bu sözü, İbrahim (aleyhisselâm): ”Ben sizin taptıklarınızdan uzağım Ancak beni yaratan müstesnadır. O, beni doğru yola iletecektir." sözünü bir ifade olarak bıraktı. Zira bu, Allah'tan başka ibadete lâyık ilâh yoktur, demektir.

Ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, bu sözü, Allahü teâlâ'nın haber verdiği gibi zürriyetine vasiyet ederek bırakmıştı. ”Bunu İbrahim de kendi oğullarına vasiyet etti, Yakup da..." (Bakara: 132)

Bahsedilen söz, ateşten çıktıktan sonra söylediği sözdür. Bu miras bırakma çocuklar büyüdükten sonra olmuş, onlar arasında her nesilde Allah'ı birleyen bulunmuş, kıyamete kadar da O'nun birliğine ve tekliğine çağrı devam edecektir.

Belki dönerler. Bu sözü, ardından geleceklere ve ona tabi olacaklara devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, onlardan şirk koşmakta olanlar Allah'ı bir kabul edenlerin duasının bereketiyle bu hak dine dönerler.

29

Doğrusu bunları da, umduğu olmadı ama ben bunlardan yani Mekkelilerden peygamberle aynı zamanda yaşayanları da

atalarını da ömürlerini uzatmak ve nimet vermek suretiyle geçindirdim. Onlar da bu verilen mühlete aldanarak şehvetler içine gömüldüler ve tevhid sözünü unuttular.

Kendilerine hak Kur'an-ı Kerim

ve onu açıklayan bir peygamber peygamberliği açık olan, onu parlak mucizelerle destekleyen yahut tevhidi apaçık deliller ve âyetlerle izah eden bir peygamber

gelinceye kadar geçindirdim.

30

Fakat kendilerine hak gelince: Yani kendilerini içinde bulundukları gafletten uyandırmak ve tevhide çıkarmak için hak gelince inkârlarım arttırıp azdılar ve önceki küfürlerine hakkı inkâr edip onunla alay etmeyi de ekleyerek şöyle dediler:

'Bu hak ve Kur'an

bir büyüdür. ”Büyü"; bâtılı hak suretinde göstermektir.

Biz onu tanımıyoruz,' dediler. Kur'an'a büyüdür diyerek inkâr ettiler.

31

Ve Mekkeliler

dediler ki,: 'Bu Kur'an iki şehirden yani Mekke'de Mahzum kabilesinden Velid b. Muğîre, Taifte Sakif kabilesinden Urve b. Mes'ud gibi makam ve mal yönünden

bir büyük adama indirilseydi olmaz mıydı?' Onlar bu ağır sözü, onun Kur'an oluşunu itiraf ettikten sonra adı geçen liderlerine değil de Peygamber Efendimize indirilmesini çekemediklerinden söylemediler. Aksine onun Kur'an olmadığını vurgulamak için söylediler. Onlara göre, eğer Kur'an olsaydı bu iki adamdan birine inmesi gerekirdi. Zira itikatlarına göre peygamberlik yüce bir makam olduğundan ona ancak mevki ve mal yönünden yüksek bir yere sahip olan kimse lâyık olabilirdi. Fakat onlar büyüğün, ancak Allah'ın büyülttüğü, dünya ve âhirette kadrini yücelttiği kimse olabileceğini, yoksa insanların büyülttüğü kimsenin olamayacağını idrak edemediler. Onlara göre nice büyük kimse vardır ki, Allah katında hakirdir. Aksi de aynı şekilde onlara göre nice hakir kimse vardır ki, o da Allah katında büyüktür. Allahü teâlâ rahmetini dilediğine tahsis eder, peygamberliğini de kime vereceğini ancak O, bilir.

32

Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Bu itirazda onların cahillikleri vurgulanarak tutarsızca hükmetmelerinden hayret edilmektedir. Rahmetten, peygamberlik kastedilmiştir. Yoksa peygamberlik ve elçi gönderme anahtarları onların elinde de onu diledikleri kimseye onlar mı veriyorlar?

Dünya hayatında birtakım maslahatlara ve hikmetlere dayanan irademizin getirdiği paylaştırmayı yaptık. Onların paylaştırma işini düzenlemekten âciz kalacaklarını, Bizim için ise bunun kolay olduğunu bildiğimizden dolayı bu işi onlara yüklemedik ve

onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık. Onların geçim sebeplerini Biz paylaştırdık. Geçimlik, insanın gıdalanması, bedenini sağlıklı olarak ayakta tutmasını sağlayarak yaşadığı şeydir. Geçim, canlılara özel bir yaşam olup bu da hem helâli hem de haramı kapsar. Hulâsa onların rızıklarını aralarında Biz paylaştırdık. Peygamberlikten daha kolay olmasına rağmen onlara bırakmadık, kaldı ki, din işini onlara bırakalım. Rızık meselesinden daha üstün ve büyük olan peygamberlik seçimini nasıl olur da onlara bırakabiliriz?

Birbirlerine iş gördürmeleri için birtakım ihtiyaçlarında birbirlerini kullanmaları için zenginler servetleriyle ücret vermek, fakirler de çalışmak suretiyle işlerini gördürürler. Böylece biri malıyla, diğeri de çalışmasıyla birbirlerine geçimlik sebebi olurlar ve dünyanın düzeni tamamlanır. Bu şekil paylaştırma, servet sahibinin kemalinden sıkıntılının da eksikliğinden dolayı değildir.

Kimini ötekine derecelerle hikmetinin gerektirdiği şekilde zayıf-kuvvetli, fakir-zengin, hizmetçi-efendi, lider-halk gibi farklı derecelerle rızıkta ve diğer yaşam koşullarında

üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, peygamberlik ve onu takip eden dünya ve âhiret saadeti,

onların biriktirdikleri şeylerden, o inkarcıların toplamakta oldukları geçici dünya metamdan

daha hayırlıdır. Büyük, bu yüce rahmetle rızıklandırılan kimsedir, yoksa büyüklük, zannettikleri gibi hakir ve alçak şeyleri toplamakta değildir.

33

Şayet insanların küfürde birleşmiş bir tek ümmet olma (tehlikesi) bulunmasaydı, eğer kâfirleri dünya sevgisiyle nimet ve genişlik içinde görüp bunu onlarda bir üstünlük sanarak insanların birleşip küfürde tek bir ümmet olmayı arzulamaya meyletmeleri endişesi olmasaydı

Rahmân'ı inkâr edenlerin Allahü teâlâ'nın diğer bir âyette: ”...İşte onlar yaratılmışların en şerlisidir." (Beyyine: 6) buyurduğu gibi onlar da yaratılmışların en kötüsü ve alçağı olduklarından

evlerinin gecelemek için yapılmış girişi tek taraftan olan binalarının

tavanlarını ve çıkacakları, yükseklere ve terasa çıkabilecekleri

merdivenleri gümüşten yapardık.

34

Evlerinin... Evlerini tekrar zikretmesi, konunun daha çok açıklık kazanması içindir.

Kapılarını ve üzerine yaslanacakları, dayanacakları

koltukları da üzerine oturulan her şeyi

(hep gümüşten yapardık.)

35

Ve onları zinetlere boğardık. Yani her türden değerli, nakışlı süslere ki, altın da şu âyette geçtiği gibi zînettir: ”...Yahut senin altından bir evin olsaydı..." (İsrâ: 93)

Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçimliğidir. Detaylı özellikleri anlatılan bütün bu evler ancak dünya hayatında faydalanılan macera ve pişmanlıktan başka hiçbir sürekliliği olmayacak olan şeylerdir.

Âhiret ise, hiçbir açıklamanın yeterli olamayacağı çok çeşitli nimetleriyle beraber

Rabbinin katında, Allah'ın azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur. Küfür ve isyanlardan sakınanlar içindir.

Eğer şöyle denilirse: Allahü teâlâ'nın açıkladığı gibi kâfire nimetlerin kapılarını açarsa bu, insanların küfürde birleşmelerine neden olur, öyleyse insanların İslâmda toplanmalarına sebep olabilecek bu şeyi Müslümanlar için niçin yapmadı? Cevap şudur: Çünkü insanlar böyle bir durumda İslâmda sadece dünya menfaatini elde etmek gayesiyle toplanırlardı. Bu ise ancak münafıkların imanıdır. Bundan dolayıdır ki, hikmet gereği Müslümanların hali sıkıntılı kılınmıştır. Böylece İslama giren herkes delile tabi olarak, Allah'ın rızasını arzulayarak girmiştir. Böyle olduğundan sevabı büyük olmuştur. Çünkü kişinin sevabı ihlâsına ve niyetine göredir.

Terğîb şerhinde şöyle söylenmiştir: ”Eğer denilirse ki,; Allahü teâlâ'nın peygamberi için fakirliği seçmesinde ve onun da (sallallahü aleyhi ve sellem) o fakirliği şu sözünde belirttiği gibi kendisi için arzulamasındaki hikmet nedir? ”Eğer ben dileseydim Rabbime duâ ederdim, O da bana kral, Kisra ve Kaysere verdiği gibi verirdi." Cevabı birçok yönden şöyle olur:

Birincisi; o eğer zengin olsaydı birtakım topluluklar ona dünyalık arzusuyla iman ederlerdi. Onun için Allahü teâlâ ona fakirliği seçti ki, ona tabi olmak isteyen herkes âhireti arzulayarak tabi olsun.

İkincisi; denilmiştir ki, Allahü teâlâ'nın ona fakirliği seçmesi, fakirlerin gönülleri hoş olsun ve her fakir fakirliği ile zenginin lehine olan şeylerle avunduğu gibi teselli bulsun diyedir.

Üçüncüsü; denildi ki, onun fakirliği Allah katında dünyanın ne kadar basit olduğunun bir göstergesidir. Nitekim Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Eğer dünyanın Allah katında bir sivrisineğin kanadı ağırlığında değeri olsaydı hiçbir kâfire oradan bir yudum su içirmezdi."(2)

2- Tirmizî ve İbn Mâce rivayet etmiştir. Tirmizî şöyle dedi: Hasen garip hadistir.

Dünyanın Allah katında basit olmasının manası, dünyanın bizatihi gaye olması için değil asıl gayeye ulaşılmasında bir yol olarak Allahü teâlâ tarafından yaratılmış olmasıdır. Allah orasını sefer ve deneme diyarı kılmıştır. Yoksa yapılanların karşılığının verileceği ikamet diyarı yapmamıştır.

36

Rahmân'ı zikretmeyi görmezlikten gelene... ”Zikir'den murad Kur'andır. Rahmana nispet edilmesi, onun Allah'tan umuıfıî bir rahmet olduğuna işarettir. Ayetin manası, kim körlük yaparak Kur'an'dan yüzçevirirse, yahut dünya hayatının debdebesiyle aşırı bir şekilde meşgul olmak suretiyle geçici şehvetler ve saadetler içine dalarak Rahmanın zikrinden uzak durursa

yanından ayrılmayan devamlı bir şekilde ona vesvese verip aldatmaya çalışan, ona hidayet yerine körlüğü, güzellik yerine de çirkinliği süsleyen

bir şeytanı musallat ederiz. Onu, ona yakıştırırız, kabuğun yumurtayı kuşattığı gibi onu kuşatıp sarar.

37

Şüphesiz bu şeytanlar, herbiri körlük yapanlara musallat edilen bu şeytanlar

onları doğru yoldan Kur'ân'ın çağırdığı, tutulması gereken apaçık yoldan

alıkoyarlar, arkadaşlık yaptıkları kimselere engel olurlar da

onlar da kendilerinin yani şeytanların

doğru yolda olduklarını sanırlar. Yoksa onlara tabi olmazlardı. Yahut körlük yapanlar kendilerini hidayet üzere doğru yolda sanırlar. Çünkü şeytanların doğru yolda olduğuna inanmak, kendilerinin de aynı şekilde doğru yolda olduklarına inanmalarını gerektirir. Zira tuttukları yolları aynıdır.

38

Nihayet o Bize geldiğinde, şeytanlarla dostluk yaparak, yüzçevirerek, bâtıl belâsında yaşamaya devam edenler nihayet kıyamet günü herbiri arkadaşıyla Bize geldiğinde

arkadaşı şeytana hitabederek:

'Keşke benimle senin aranda dünyada

doğu ile batı arasındaki kadar uzaklık olsaydı! Doğu ile batı birbirlerinden uzaklaşsaydı da seni tanımasaydım!

Ne kötü arkadaşmışsın,' der. Sen dünyada ne kadar kötü arkadaşmış sın, bugün de ne kötü dostsun.

Ebû Saîd el-Hudrî (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Kâfir diriltildiği zaman şeytanlardan olan arkadaşıyla eşleştirilir ve meleğin cennete girinceye kadar mü'mini bırakmadığı gibi o da ateşe varıncaya kadar onu bırakmaz."

39

Zulmettiğiniz için dünyada o şeytanlara inkâr ve isyanlarda uyarak kendinize zulmettiğiniz için

bugün (pişmanlık) size hiçbir fayda vermeyecektir. Bu, o zaman Allah tarafından onlara azarlama ve serzeniş olarak söylenecek olan sözün hikâyesidir. Yani bugün onların dünyadayken sizden uzak olmalarını temenni etmeniz size hiçbir fayda vermeyecektir.

Şüphesiz ki, bu azapta ortaksınız. Çünkü sizin hakkınız, dostunuz olan şeytanlarınızla beraber dünyada sebebinde ortak olduğunuz gibi şimdi azapta da ortak olmanızdır. Şu manada olması da caizdir; sizin gibi dünyadaki dostlarınızın da azap olunması, sizin öfkenizi yatıştırmayacaktır. Her ne kadar onlara şu sözünüzle: ”Ey Rabbimiz onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov" (Ahzâb: 68) ve benzerleriyle öfkenizi yatıştırmak için beddua etseniz de yatıştıramayacaksınız.

40

(Ey Rasûlüm!)

Sağırlara sen mi işittireceksin? Kalp kulağını yitirmiş kimseye işittiremezsin.

Yahut körleri, gözlerini kaybetmişleri

ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi ileteceksin? Apaçık sapıklıkta olduğu herkese aşikâr olanı ve Allah'ın ezelî ilminde sapıklık üzerine öleceği belirlenmiş olanı sen mi doğru yola erdireceksin?

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) kavmini davette kendini yoruyordu. Onlar ise gördükleri peygamberlik nişanelerine karşı körlüklerini, Kur'an'ın açıklamalarına karşı da sağırlıklarını arttırıyorlardı. Bunun üzerine bu âyet indi. Âyet onların sapıklığa gömülmelerinden ve inkârlarında direnmelerinden sonra hâlâ onları doğru yola götürebilmeye peygamberin gücünün olabileceğini hayretle inkâr etmektedir. Öyle ki, onların hayatları, sağırlıklarına yakın bir körlük olmuştu. Peygamber de sanki onları yola getirecekmiş gibi ısrarla davet ediyordu.

41

Biz seni alıp götürsek de, senin ve müminlerin kalbindeki öfkeyi söndürmek için onlara yapacağımız azabı sana göstermeden önce senin ruhunu alarak öldürsek de

yine onlardan intikam alırız, kesinlikle dünya ve âhirette öç alırız.

42

Yahut onlara vaadettiğimiz azabı sana gösteririz. Yahut biz onlara vaadettiğimiz azabı, sana göstermek istersek gösteririz.

Çünkü Bizim onlara gücümüz yeter. Bizden kaçamazlar. Onlar bizim güç ve kuvvetimiz altındadır.

Âyette, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hayattayken veya öldükten sonra Allah'ın, onu inkâr edenlerden ve düşmanlarından intikam alacağı, O'nun onlardan Bedir'de olduğu gibi bir vasıtayla veya Ebû Bekir (radıyallahü anh) zamanında olduğu gibi vasıtasız olarak öç almaya kadir olduğu belirtilerek teselli edilmektedir. Nitekim bir hadiste: ”Allahü teâlâ bir ümmet hakkında hayır istediğinde o ümmetin peygamberini onlardan önce öldürüp alır ve onu onlar için bir öncü, faydalanılacak sevap azığı yapar. Bir ümmet için de azabı isterse peygamberi hayattayken hoşnut olması için gözünün önünde ona isyan edip yalanladıklarından onları helak ederek azaplandırır," buyurulmuştur.

Dediler ki,; ”Peygamberimizden başka bütün peygamberler ümmetlerinin azabını gördüler. Ancak Allahü teâlâ Peygamberimize ikram olsun diye ümmeti hakkında ona hoşnut olacağından başka bir şey göstermedi ve şiddetli belâlarla azabı sonraya bıraktı."

43

Sen, sana vahyedilene sımsıkı sarıl. Sen sana vaadedilen şeyi hemen versek de veya onu âhirete tehir etsek de Kur'an'a, hükümlerine riayet ederek sımsıkı sarıl.

Şüphesiz sen, doğru yoldasın. Eğriliği olmayan dosdoğru tevhid yolunda, İslâm dilimdesin.

44

Şüphesiz bu Kur'an yani sana vahyolunan Kur'an, özel olarak

sana ve, genel olarak da

kavmine yani ümmetine

bir öğüttür, büyük bir şereftir. Nitekim bir hadiste şöyle gelmiştir: ”Her şeyin öğündüğü bir şerefi vardır. Benim ümmetimin öğündüğü güzelliği ve şerefi de Kur'andır." Kavimden maksat, Mücahid’in söylediği gibi ümmettir. Bazıları da Kureyşten olan kavmine bir öğüttür, dediler. Zira şöyle denilmiştir: Bu yüce kitabı Allah onlardan bir adama indirdi, sonra da peygamberini kavmiyle beraber aynı yerde topladı ve dedi ki,:

Yakında (ondan) sorguya çekileceksiniz. Kıyamet gününde hakkını eda edip etmediğinizden, tazimde bulunup bulunmadığınızdan, onunla rızıklamp rızıklanmadığmızdan ve bütün milletler içinde sizin içinizden gönderilme hususiyetine şükredip etmediğinizden sorguya çekileceksiniz.

45

Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize sor. Anlamı, onların ümmetlerine ve din bilginlerine sor. Sorulan şeyin elçilerin ağızlarından çıkanın aynısı olduğuna, yoksa onların ümmetlerinin ve bilginlerinin kendi kendilerine söyledikleri şeyler olmadığına dikkat çekmektedir.

Rahmân'dan başka tapılacak ilâhlar yapmış mıyız? Onların milletlerinden bir millette Bizim putlara tapmaya dair bir hükmümüz geldi mi acaba? Maksat, peygamberlerin tevhid inancında birleştiğini şahit tutarak, kendisinin icad ettiği bir bid'at olmadığına dikkat çekmektedir. Ancak böyle olsaydı ona düşman olunur, yalanlanırdı. Zira bu tür sonradan icad edilip getirilen şeyler yalanlamaya ve muhalefete götüren en kuvvetli unsurlardır.

İbn Şeyh şöyle dedi: ”Sorgulama karmaşıklığı gidermek içindir. Yoksa Allah'ın Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) bundan şüphe etmiyordu. Hitap onadır ama kastolunan başkasıdır."

Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Bu âyet indiğinde Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki,: 'Onda şüphe, eden ben değilim, onu soran da ben değilim.'

46

Yemin olsun Biz Mûsa'yı âyetlerimizle Peygamberliğinin doğruluğuna delâlet eden dokuz mucizeyle

Firavun'a ve onun ileri gelen adamlarına göndermiştik de... Kavminin büyüklerine, ileri gelenlerine göndermek, alt tabakada olanlara da göndermektir. Çünkü onlar ileri gelenlere tâbi olurlar.

Mûsa onlara:

'Şüphesiz ki, ben âlemlerin Rabbinin size

elçisiyim' demişti.

47

Mutlu olmaları, azgınlıklarını bırakıp faydalanmaları için

onlara âyetlerimizi getirince bunlara, bu âyetlere

gülüvermişlerdi. Onlarla alay etmişler ve ilk gördükleri anda yalanlamışlar, içeriğini düşünmemişler, zulmederek, kibirlenerek: ”O büyü ve hayaldir" demişlerdi.

48

Onlara gösterdiğimiz her bir âyet, mucizelerden her biri

diğerinden daha büyüktü. Azabın daha büyük olması için, önceki mucizeden daha büyüktü. Mealde ”diğerinden" diye tercüme ettiğimiz bölüm âyette ”uhtihâ" şeklinde geçmektedir. ”Uht" kız kardeş demektir. Mucizelerden birbirinin kardeşi diye bahsedilmesi; doğrulukta birleşmeleri ve her birinin diğerine benzemesi yakını ve dostu misali olmasındandır. Maksat, onların hepsini büyüklüğün doruğu ile vasfetmektir.

(Doğru yola) dönsünler diye içinde bulundukları inkârdan dönmeleri için

onları azaba uğrattık. Onları kuraklık, tufan, çekirge, kan, vb. belâlarla cezalandırdık.

Bu âyetler Mûsa (aleyhisselâm)'nın doğruluğunu ifade eden mucizeler ve deliller, kâfirler için de kötülüklerden men ettirici bir azap olmuştur. Allah'ın kulluğuna, ancak felâket ve şiddet zincirleriyle çekilmek suretiyle gelmek, insan karakterinin cahilliğindendir.

49

Bunun üzerine Firavun ve kavmi, beşerî güçlerin azaba dayanmaktan daraldığı her defasında

dediler ki,: 'Ey büyücü! Sana verdiği ahd sebebiyle bizim için Rabbine duâ et. Onlar bu hallerinde bile, duâsıyla azabın kaldırılmasını istedikleri zaman, aşırı kibirlerinden, ahmaklıklarından veya aşırı şaşkınlıklarından, ona büyücü demeye alıştıklarından sürçü lisan ederek; ”ey büyücü" diye haykırdılar.

Hasan-ı Basrî'den rivayet olundu ki,: ”Onlar bunu alay ederek söylemişlerdir."

Ayette geçen ”ahid" esasen; tavsiye etmek, bir şeyi korumak, bir şeyi her halinde takip edip gözetmek manalarına gelir. Buradaki mana; Allah'ın sana verdiği, peygamberlik ahdiyle veya senin duanı hemen kabul edeceğine, yahut doğru yola girenlerden azabı kaldıracağına dair sözüne binaen bizden azabı kaldırması için, Rabbine duâ et, demektir.

Çünkü biz artık doğru yola gireceğiz.' Senin duanla azap bizden kaldırıldığı taktirde kesinlikle iman edeceğiz. Bu vaadlerini, duâ etmesi şartına bağladılar. Onun için de peygamberliğe, gerçek olması kaydıyla değindiler ve ”senin Rabbine" dediler, ”Rabbimize" demediler. Çünkü O, iman ettikten sonra ancak Rableri olabilir. Zira onlar Firavun'un Rab olduğunu söylemektedirler.

50

Fakat Biz onlardan Mûsa (aleyhisselâm)'nın duâsıyla

azabı kaldırınca sözlerinden dönüverdiler. Hemen gecikmeden ahdi bozuverdiler. İnkârlarına dönerek üzerinde ısrarla devam ettiler. Sözlerini bozunca da lanetlendiler. İleride geleceği gibi boğulmak, onların lanetlenmelerinin izlerindendir.

Akıllı kimsenin ahdine vefa göstermesi gerekir.

51

Firavun kendisi veya seslenmesini emrettiği biri vasıtayla

kavmine seslendi. Toplandıkları bir yerde onların arasında durarak, azabın onlardan kaldırılmasından sonra iman etmelerinden korkarak

ve kibirlenerek

şöyle dedi: 'Ey kavmim! Mısır mülkü -Mısır uzunluğu ve genişliği 40'ar fersah ölçülerinde bir yerdir, Fethu'r-Rahman isimli kitapta: ”Mısır, Nil boyunca İskenderiye'den Asvan şehrine kadar yerin ismidir." Asvan, Mısır'ın Saîd bölgesinde (güneyde Sudan sınırına yakın olan bölge) bir şehir-

ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Köşkümün altından veya emrimle akıp giden su ırmakların sahibi ben değil miyim? Hariydetü'l-Acâib isimli kitapta: ”Dünyada Nil nehrinden daha uzun bir nehir yoktur," denilmektedir.

Hâlâ bu hali

görmüyor musunuz? Bununla mülkünün büyüklüğünü kastediyordu. Firavun bu nehirleri gücüyle kendisinin akıttığını iddia ediyordu.

52

Yoksa ben, bu mülk ve genişlikle...Üstünlüğün sebeplerini ve hayırlılığının esaslarını saydıktan sonra sanki şöyle dedi: ”Sizin yanınızda benim daha hayırlı olduğum sabit oldu mu? ”

Kendisi zayıf hakir

ve neredeyse sözünü anlatamayacak, dilindeki tutukluktan dolayı sözünü açıklayamayacak

durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim? Bu halde bulunan kimse nasıl olur da peygamberliğe, elçiliğe lâyık olabilir? Firavun, bu sözüyle, Hazret-i Mûsa'nın, hükümdarlık şahsiyetinden ve sayesinde güç bulup kuvvetlendiği siyasetten yoksun olduğunu kastetmektedir. Nitekim Kureyşliler de böyle demişti: ”Bu Kur'an iki şehirden bir büyük adama indirilseydi olmaz mıydı?" (Zuhruf: 31)

Bu, hattı zatında erkeklerin vasıflandığı fasihlik ve etkili konuşma hallerine işarettir. Peygamberlerin hepsi fasih ve etkili konuşma kabiliyetine sahipti. Firavun bu sözünü Mûsa'ya, dilinde küçükken ateş korunun değmesi sonucu oluşan tutukluktan dolayı onu insanların gözünden düşürmek için iftira olarak söylemiştir. Bu tutukluk da Mûsa (aleyhisselâm)'dan kaybolmuştur. Nitekim ”Ey Mûsa! Muhakkak ki, istediğin sana verildi." (Tâhâ: 36) âyeti buna delildir.

Konumuz olan âyet, kim Allah'tan başka bir şeyle şereflenme yoluna gittiyse onun ölümü ve helakinin onunla olduğuna işaret ediyor. Nitekim Firavun da Mısır'ın hükümdarlığı ve Nil ırmağının emriyle aktığını söyleyerek üstünlük taslamasından dolayı helaki bunda olmuştur. Aynı şekilde kim bir kimseyi küçük gördüyse o, ona musallat edilmiştir. Nitekim Firavun, Mûsa'yı küçümsemiş; onu konuşması, fakirliği ve dilinin tutukluğuyla ayıplayarak ben daha hayırlı değil miyim demesinden dolayı Allahu teâlâ Mûsa'yı ona musallat edip helakini onun ellerinden yapmıştı.

53

Ona altın bilezikler verilmeli madem ki, Mûsa (aleyhisselâm) elçilik sözünde doğru, niçin onu benim halimden daha hayırlı kılacak olan mülkün anahtarlarını Allah ona atıp vermedi? Altın bileziklerin atılıp verilmesi, anahtar gibi olan mülkün yani hükümdarlığın sebeplerinin verilmesinden kinayedir. Zira onlar bir adamı emir yaptıklarında liderliğinin bilinmesi ve hükümdarlığına alâmet olsun diye onu altın bileziklerle süsleyip boynuna da altından bir kolye geçirirlerdi.

Veya yanında ona yardımcı melekler gelmeli değil miydi?' Mûsa'nın yanında devamlı onunla beraber olup görevinde ona yardım edecek, destekleyecek, onu tasdik edip doğruluğuna şahitlik yapacak melekler bulunmalı değil miydi?

54

İşte böylece Firavun kavmini hafife aldı, sözle onları hafife alıp onlardan itaatına hafiflikle devam etmelerini istedi. Firavunun karmaşık, hakla batılı birbirine karıştıran bu söylediklerinden maksadı, selim akıl sahiplerinin kabul edip boyun eğmediği hususlarda hafif akla sahip olan bunların ona boyun eğmesidir. O onların kendi emirlerini yerine getirirken cisimlerinin ağır olduğunu kastetmemişti. Veya ozonların hülyalarım hafife aldı. Yani batıl karmaşık birtakım şeylerle iftira edebilecek kadar hülyalarını hafife aldı.

Onlar da ona boyun eğdiler. Aşırı sapıklıklarından ve cahilliklerinden onlara emrettiği şeyde hemen itaat ettiler.

Çünkü onlar yoldan çıkmış kimselerdi. Bunun için de hemen bu azgın fasığa boyun eğdiler.

55

Böylece Bizi öfkelendirdiklerinde Firavun ve kavmi isyan ve inatta aşırı giderek Bizi çok fena kızdırdıklarında -Allah'ın kızması, rızasının aksidir veya intikam almayı dilemesi yahut tehdidini yerine getirmesi veya acıklı şekilde cezalandırması, şiddetle yakalaması, yahut nimeti kaldırarak azaplandırmasıdır.-

Onlardan intikam aldık, onlara intikamımızı ve azabımızı çabuklaştırmayı istedik.

Keşfü'l-Esrâr kitabında, ”onlara cezamızı, azabımızı indirdik," denilir.

Ve hepsini suda boğduk. Kendisine itaat edileni, boyun eğenlerin de hepsini, hiçbirini sağ bırakmaksızın denizde boğarak helak ettik.

56

Onları, sonradan gelecekler için bir ibret ve örnek kıldık. Onları kendilerinden sonra gelecek ve onların yoluna girecek kâfirler için de bir ibret ve öğüt yaptık. İbret almazlarsa onların da başına bu tür azap gel ir. Yahut onlardan ”sizin örneğiniz Firavun ve kavminin misali gibi" denilerek örnekler verilecek acayip bir hikâye yaptık.

57

Meryemoğlu İsa, bir misal olarak anlatılınca... Bu misâli, Abdullah b. Zib'arî Sehmî vermişti. Bu, Kureyşli şair sahabi Abdullah'ın babası Müslüman olmadan önce Kureyşlilerin azgınlarındandı. Bunu Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ”Siz ve sizin Allah'tan başka idabet ettiklerinizin hepsi cehennem odunudur." (Enbiya: 98) söylemesini iptal etmek gayesiyle bir ölçü ve örnek kullanmak için vermiştir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti Kureyşe okuduğunda onlar bundan çok gücenmişler, onlara ağır gelmiş, sinirlenmişler ve İbn Zib'arî tartışmak gayesiyle şöyle demişti:

"Bu hüküm sadece bizim ilâhlarımız için mi, yoksa bütün ümmetler için de geçerli mi?" Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurdu:

"Bu siz ve sizin batıl ilâhlarınız ve bütün ümmetlerin batıl ilâhları için geçerlidir." Bunun üzerine İbn Zib'arî şöyle dedi:

"Kabe hakkı için ben seninle mücadele ediyorum, Hristiyanlar Mesih'e, Yahudiler Uzeyr'e, Benî Melih kabilesi de meleklere ibadet etmiyorlar mı? Eğer onlar da ateşe atılacaklarsa biz de ilâhlarımızla onlarla beraber ateşte olmaya razıyız."

Bunun üzerine onun kavmi sevinip güldüler ve sesleri yükselmeye başladı.

Senin kavmin hemen bu misâlden dolayı

bağrışmaya başladılar. Rasûlüllah'ın bu örnek karşısında tutulup kaldığını zannederek sevinçlerinden, hoşnutluklarından şamata ve gürültüleri yükseldi ve onlar:

58

'Bizim mabutlarımız mı hayırlı, yani sana göre, zira onlara göre ilâhları İsa'dan daha hayırlıdır.

Yoksa o mu?' dediler. Her halükârda o ateşte olduğuna göre bizim de ilâhlarımızla beraber ateşte olmamızda bir beis yoktur.

Rivayet olunduğuna göre Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Abdullah b. Zib'arî'ye şöyle cevap vermiştir: ”Hayret kavminin lügatini nasıl bilmezsin?! Sen ”mâ" nın akılsız varlıklar için kullanıldığını anlamadın mı?" Bu hadis-i şerifte ”mâ'nın akılsız varlıklar için kullanıldığı açıklanmaktadır. (Enbiya sûresinin 98. âyetindeki ”ve mâ ta'budûne: ”Sizin taptıklarınız" dan maksat da putlardır.)

Bunu sana ancak tartışmak için söylediler. ”Cede! = Tartışmak"; hasmı maksadından, kendi sözünün doğruluğunu ispat, başkasınınkini iptal ederek vazgeçirmektir. Bu, insafla hakkı ortaya koymak için yapılırsa, ittifakla caizdir. Onlar bu misali sana sadece tartışmak, münakaşa etmek için vermişlerdir. Yoksa hakkı aramak, açıklaman ile de ortaya çıktıktan sonra ona boyun eğmek için vermemişlerdir.

Büyüklerden biri şöyle dedi: ”Eğer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) 'sizin ilâhlarınız İsa'dan daha hayırlı' demiş olsaydı, putlarınızın ibadete lâyık olduğunu kabul etmiş olacaktı. Eğer, 'İsâ (aleyhisselâm) sizin ilâhlarınızdan daha hayırlıdır', deseydi, İsa'ya ibadetin caiz olacağını söylemiş olurdu. Eğer 'onlardan hiçbiri hayırlı değil' deseydi İsa (aleyhisselâm)'dan hayrı kaldırmış olacaktı. Onlar bu soruyu, onunla mücadele etmek için ortaya atmışlardı, yoksa öğrenip faydalanmak için sormamışlardı. Nitekim Allah da onların tartışmasının faydalanmak için olmadığını ancak insan nefsinin mücadelesi için olduğunu beyan etmiştir."

Doğrusu onlar kavgacı bir toplumdur. Batılda şiddetle mücadele eden, husumet, tartışma ve muhalefet etme karakteriyle yaratılmışlardır. Çünkü onlar Allah'ın şu sözünden: ”Allah'tan başka ibadet eddikleriniz de..." (Enbiyâ: 98) maksadın, durumun da göstermesiyle putlar olduğunu biliyorlardı. Fakat İbn Zib'arî sözün zahirinden umumîlik ifade edebileceğini görünce tartışmaya meydan buldu. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifte : ”Hidayet üzerinde bulunan bir kavim, ancak kendilerine tartışma (kabiliyeti) verildikten sonra saptı" buyurdu, sonra şu âyeti okudu: ”Bunu sana ancak tartışmak için söylediler."

59

O, sadece Meryem’in oğlu İsa (aleyhisselâm) ancak

kendisine nimet verdiğimiz ikramımızla kendisine peygamberlik verdiğimiz veya babasız yaratmakla ninıetlendirdiğimizdir. Yoksa o, Allah'ın oğlu değildir. Zira kul, putlar gibi efendi ve ilâh olamaz.

Ye İsrailoğullarma örnek kıldığımız bir kuldur. Yaygın misâller gibi onun zikrinin de haklı olarak yayılması acaip bir iştir.

Bazı büyükler ”Ve İsrail oğullarına örnek kıldığımız bir kuldur" âyetinin tefsirinde şöyle demiştir: ”Bizim kendilerini de nimetlendirmemizi arzulayarak kulluğumuza koşmaları için ibret alacakları bir öğüttür."

60

Biz eğer dileseydik, eğer biz dileyip taktir etmiş olsaydık

elbette sizden Havva'nın Âdem (aleyhisselâm)'den, İsa'nın da babasız olarak yaratıldığı gibi âdet olmadığı ve doğurma özelliğine sahip olmayan insan türünün erkekleri olmanızla beraber sizden

yeryüzünde yerinize geçecek, sizden sonra gelen, bıraktığınız çocuklarınız gibi yerinizi alıp halifeler olacak

melekler yaratırdık. Onların vazifeleri gökte tesbih ve takdis etmekle beraber, sizin yapmakta olduğunuz işleri de görmeye başlarlardı. Ancak Rabbani gücün karşısında, durumları bu mesabede olanların ibadet olunmaya lâyık oldukları, yahut Allah'a doğum yoluyla bağlılıkları nasıl düşünülebilir? Yani melekler sizin gibi cisim ve cisim olduklarından dolayı doğum yoluyla yaratılmaları muhtemeldir. Zira cisimler birbirlerine benzerler. Öyleyse bir asla dayanmadan yaratılmaları mümkün olduğu gibi, cisimlerden herbiri için caiz ve mümkün olan şey diğerleri için de mümkündür. Kadîm sıfatıyla muttasıf her şeyi yaratan Allah, bu gibi uygunsuzluk nisbetlerden yücedir. Allah'ın ”Biz eğer dileseydik" sözü, İsa (aleyhisselâm) örneği şeylerin, Allah'ın gücünü gösteren, hiç olmamış yeni tür işlerden olmadığını, Allahü teâlâ'nın bundan daha ilginç, eşsiz; meleklerin erkeklerden doğurulması gibi işleri de yapmaya kadir olduğunu tesbit etmek içindir. Âyet, aynı zamanda meleklerin mabutluk derecesinden aşağıda bulunduklarına dikkat çekiyor.

61

Şüphesiz ki, o, İsa (aleyhisselâm) son zamanda inmesiyle

kıyametin ne zaman kopacağının ilmidir. Kıyametin kopmasının alâmetlerinden biri olup, onun belirmesiyle kıyametin kopmasının yakın olduğu bilinir. İlim olarak isimlendirilmesi; ilmin onunla meydana gelmesinden dolayıdır. Sanki o kıyametin yakınlaşmış olduğu bilgisinin bizzat kendisidir. Yahut İsa (aleyhisselâm)'nın babasız olarak yaratılması veya kıyamette olacak olan olaylardan kâfirlerin en çok inkâr ettiği öldükten sonra diriltilmeyi teşkil eden, onun ölüleri diriltmesi de kıyametin ne zaman kopacağının bilgisi olabilir. Nitekim bir hadiste: ”İsa (aleyhisselâm) Havran ile Gür arasında Kudüs'te bir tepe üzerinde, üzerinde hafif kırmızı iki elbise, saçları yağlanmış elinde bir mızrak olduğu halde iner. Ve o mızrakla deccali öldürür. Sonra da, insanlar sabah namazındayken -bir rivayette de ikindi namazındayken- Beytü'l-Makdis'e gelir, imam geri çekilir.

Ama İsa (aleyhisselâm) onu öne geçirir ve arkasında Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şeriatı üzererine namaz kılar, sonra da domuzu öldürür, haçı kırar, sinagogları- kiliseleri yıkar ve kendisine inananlar dışındaki Hristiyanları öldürür."

Bir hadiste de: ”Peygamberler inanç esaslarında bir, şeriatlarında ise farklı, kardeştirler. Ben İsa (aleyhisselâm)'ya sahip çıkmada başkasından daha lâyıkım, benimle onun arasında hiçbir peygamber yoktur. Ve o indiğinde ilk olarak haçı kıracak, domuzu öldürecek, İslâm uğrunda savaşacak ve sinagoklarla kiliseleri yıkacaktır. ” (5)

5- Hadisin bir kısmını Seyhan (Buharî ve Müslim) tahric etti. Bkz. Camiul-Usûl, 8/523.

Diğer bir hadiste de: ”Sizin içinizde Meryem’in oğlunun âdil bir hakim olarak inmesi yaklaştı. O haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak ve zamanında İslâmdan başka bütün dinler yok olacaktır. ” (6)

6- Buharî ve Müslim tahric etti. Bkz. Camiu'l-Usûl, 10/327.

Hadisin sonundaki cizyeyi kaldırmaktan murad, kâfirlerden onun alınmasının kaldırılıp, İslâmdan başka hiç bir şeyin kabul edilmemesidir. Nevevî böyle açıklamıştır.

Artık ondan hiç şüphe etmeyin, onun vuku bulacağından hiç şüphe etmeyin

ve Bana uyun. Benim doğru yoluma, şeriatime ve elçime tabi olun.

Bu sizi kendisine çağırdığım

dosdoğru bir yoldur. Doğruya ulaştırıcı yoldur.

62

Sakın şeytan sizi yoldan çevirmesin. Şeytan sizi Benim yoluma tabi olmaktan engelleyip çevirmesin.

Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır. Düşmanlığı açıktır. Zira sizin babanızı cennetten çıkarıp, belâya hedef yapmıştır.

63

İsa, açık delillerle, açık mucizelerle veya İncil âyederiyle yahut şeriat hükümleriyle

geldiği zaman demişti ki,: 'Ben size hikmet getirdim, size öğretmek için İncil veya şeriatı getirdim

ve ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını din işleriyle alâkalı şeyleri

size açıklamak için geldim. Öyleyse bana muhalefet etme hususunda

Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Allah'tan getirdiğim hususlarda bana boyun eğin. Zira bana itaat, Hakka itaattir. Allahü teâlâ buyurdu ki,: Kim elçiye itaat ederse muhakkak ki, Allah'a itaat etmiş olur..." (Nisa: 80)

64

Muhakkak ki, Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na ibadet edin, öyleyse ibadeti ve tevhidi sadece O'na tahsis edin. Bu, İsa (aleyhisselâm)'nın onlara itaat etmeleri için emretmekte olduğu tevhid inancı ve şeriat hükümleri ile kulluk etmeleri hususlarının açıklamasıdır.

İşte bu tevhid ve şeriat hükümleri ile amel edip kulluk etmek,

doğru yoldur.' Bu yolu tutan sapıtmaz.

65

Ama aralarından kendilerine gönderildiği Yahudiler ve Hristiyânlar arasından

çıkan gruplar, birbirleriyle ihtilâfa düştüler. ”Hizip = Grup"; insan topluluğu demektir. Gruplaşan topluluklar ihtilâfa düştüler. Bu ihtilâftan murad, onların İsa (aleyhisselâm)'dan 300 sene sonraki ihtilâfıdır. Yoksa hayattayken olan ihtilâf değildir. Çünkü onlar bunu, İsa göğe kaldırıldıktan sonra ihdas ettiler. Yahudiler ve Hristiyânlar İsa (aleyhisselâm) hakkında gruplaştılar ve Yahudiler şöyle dediler: ”Annesi zina etti, o da zina çocuğudur." Bazı Hristiyânlar: ”İsa Allah'tır," bazıları ise ”Allah'ın oğludur," diğer bazıları da ”Allah, İsa ve annesi ilâhtırlar ve üçün üçüncüsüdür," dediler. Allah, zalimlerin söylediklerinden yücedir. Başka bir grup da ona küfredip peygamberliğini inkâr etmiş, iftirada bulunup onu öldürmek istemişlerdi.

Zalim müşrikler hakkında Allahü teâlâ şöyle buyurdu:

Acı bir günün azabı karşısında vay o zulmedenlerin haline! O, kıyamet günü olup, azabı acı olan gündür.

66

Onlar farkında değillerken bütün insanların amellerine göre cezalandırılacağı

kıyamet gününün kendilerine ansızın dünya işleriyle meşgul oldukları ve o kıyameti inkâr eder oldukları halde beklemedikleri, hazırlıklı olmadıkları bir zamanda

gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? Kıyamet kesin olarak onlara geleceğinden sanki onlar onu bekliyor haldeydiler. ”Bağteten" kelimesi, bir şeyin hesap etmedikleri bir yerden kendilerine ansızın gelmesini ifade eder. Âyette ”Onlar farkında değillerken" diye vurgulaması, ”ansızın" sözünün tam olarak bu ifadeyi içermemesindendir. Çünkü bir şeyin ansızın gelmesi onun vuku bulacağının farkına varılması ve hazırlıklı olunmasıyla beraber olabilir. Ama bu vurgulama yapıldıktan sonra ihtimal ortadan kalkmış oluyor, kastolunan da budur.

Akıllı kimseye, azabı acı birgün olan ölüm günü gelmeden önce bütün günahları bırakıp hepsinden tevbe etmesi gerekir. Çünkü bu günde azap melekleri zalimlerin üzerlerine inerler ve onların pis ruhları bedenlerinden çıkıncaya kadar çok şiddetli bir şekilde onlara azap ederler.

67

O gün, kıyametin onlara geldiği günde

Allah'a karşı gelmekten sakınanlar dışında, çünkü dünyada onların dostlukları Allah rızası için olduğundan aynı şekilde kalır. Hatta dostluğun neticesi olarak sevabı ve yüksek dereceleri gördüklerinde aralarındaki dostluk daha da artar. Birbirlerine, doğruluktan, ciddiyetten ve çalışkanlıktan gördükleri eser miktarınca yardım eder, beraber olup destekçi olurlar. Onda Allah'ın razı olmayacağı bir şey gördüğünde o da dostunda onun bulunmasından razı olmaz. Ondan hoşnut görünmez, aksine ona yumuşaklıkla güzel bir şekilde nasihat eder. Yapmakta olduğu yanlışı bırakıp doğruya döndüğünde de ona karşı olan güzel dostluğunu ve gerçek sevgisini göstermeye devam eder.

Dost olanlar, mutlak olarak dünyada veya dünya işlerinde birbirlerini sevenler bile

birbirlerine düşman kesilirler. Aralarındaki dostluğu ve sevgiyi sağlayan bağlantıların kesilip bunların azaba sebep olduğunu anladıktan sonra düşman olurlar.

68

Ey âyetlerimize inanan ve Müslüman olan, yüzlerini samimiyetle Bize yönelten, kendilerini bütünüyle Bizim itaatımıza teslim eden

kullarım! ”Kul" sözcüğünün ”kullarım" şeklinde Allah'a izafe edilmesi, bunun sadece muttaki mü'minlere mahsus olduğunu ifade eder. Kıyamet gününde müttakilere, gönüllerini hoşnut etmek ve şereflendirmek için ”Ey kullarım" denilir.

Mukâtil'den rivayet olunduğuna göre: ”Allah (celle celalühü) insanları tekrar dirilttiği zaman, herkes korku içerisinde olur. Bu esnada birisi: ”Ey kullarım!" diyerek haykırır ve bütün yaratıklar ümitle başlarını kaldırırlar. Sonra ”inanan" sözünü eklediğinde batıl dinlerin tabileri başlarını zilletle aşağı eğerler."

Bugün size korku yoktur, kötü şeylerle karşılaşmadan dolayı,

sizler üzülmeyeceksiniz de. Müttakî olmayanların üzülüp korktukları gibi siz fırsatların elden gitmesinden dolayı üzülmeyeceksiniz.

69

Bak. Âyet 68.

70

Siz ve inanmış

eşlerinizle

ağırlanmış olarak cennete giriniz. Yüzlerinizde eseri gözüken bir memnuniyetle veya süslendirilerek giriniz.

71

Onların etrafında, inanan kulların etraflarında cennete girmelerinden sonra, çocukların ve genç hizmetçilerin elleriyle

altın tepsiler dolaştırılır.

"Sıhaf geniş kaplar, tepsi demektir. Mücahid şöyle dedi: ”Ağızlan yuvarlak kaplar." Süddî de bunun: ”Kulpları olmayan kaplar olduğunu söyledi."

Kasdolıman yiyeceklerle dolu tepsilerdir.

Ve kadehler dolaştırılır. İçinde çok çeşitli içecekler bulunan altından kadehler dolaştırılır.

Orada cennette

canların istediği, yemek, içmek, evlenmek, giyinmek ve binmek gibi canın çekip arzuladığı çok çeşitli lezzetler vardır.

"el-Es’lletü'l-Mukhame" isimli bir kitapta şöyle dendi: ”Allah cennet ehline canlarının çekip arzuladığı, istedikleri bütün her şeyi verecek mi? Canları şeriatın yasakladığı şeylerden birini arzu etese durum nasıl olur?" Cevap âyetin manasıdır. Çünkü cennet nimetinin hepsi, canların çekip arzu ettiği şeylerdir. Orada canların çekip arzulamadığı, ulaşamadığı şeyler yoktur." Ancak denildi ki,: ”Allah cennet ehlini, yasaklanmış veya alçak şehvetten muhafaza buyurur."

Gözlerin hoşlandığı her şey vardır. Gözlerin bakmakla lezzet duyduğu, görmekle parladığı şeyler vardır.

Müftü Sadî şöyle dedi: ”Gözlerin lezzet aldığı şeylerden biri de Cenab-ı Hakkın yüzüne bakmaktır."

Cafer şöyle dedi: ”Gözlerin hoşlanıp, lezze duyduğu şeylerle, canların çekip arzuladığı şeyler arasında çok büyük fark vardır. Zira cennette bulunan nimet, arzulanan şeyler, lezzetler, gözlerin hoşlanıp lezzetlendiği şeylerin yanında denize batırılan bir parmak mesabesindedir. Çünkü cennetin şehvetleri yaratılmış olduğu için onun sonu ve sınırı vardır, ancak ebedîlik yurdunda gözlerin lezzetleri böyle değildir. Çünkü gözler, sonu ve sınırı olmayan bakî yaratıcının vechine bakarak lezzetlenirler."

Keşfü'l-Esrâr'dıı şöyle denilmiştir: ”Bu, Kur'ân'ın öz ifadeli çok manalar içeren sözlerindendir. Çünkü o bu iki sözcükte, yaratılmışların hepsi o iki lâfızdaki manayı tafsilâtlı olarak cem etmek için toplanmış olsaydılar yine de bu mânâyı ifade edemezlerdi."

(Ey mü'minler!) Siz orada ebedî kalacaksınız. Bu iltifat şereflendirmek içindir. Ölümsüz olarak, çıkmaksızın daima orada kalacaksınız. Eğer kalıcılık ve süreklilik olmasaydı, yaşantı gamlı, sevinç, arzu ve lezzet eksik olurdu. Nimetlerden tam bir istifade olmadığı gibi, korku ve hasretler de yok olmazdı. Nitekim dünya bunun aksine fâni olduğundan, yaşantısı kederle karışık, faydası da zararla içiçedir.

72

İşte bu, bahsedilen cennet,

yaptıklarınıza karşılık dünyada yaptığınız sâlih amellerden dolayı

size miras olarak verilen cennettir. Ona mirasçı kılındınız ve bu şekilde size verildi. Bundan maksat; cennete girmenin sırf Allahü teâlâ'nın lütfü, keremi ve rahmetiyle olduğu, derecelerin paylaştırılmasının ise yapılan güzel ameller sebebiyle, oradaki ebedîliğin de kötü işler yapmamaya göre olduğudur. Burada amelin karşılığı mirasa benzetildi; çünkü çalışan kimse, işin karşılığını hak etmiş, iş bitmiştir, karşılığı ise çalışanla beraber kalmıştır. Sanki iş, miras bırakan; karşılığı-ücreti ise, bırakılan miras gibi olmuştur.

73

Orada sizin için cennette yiyecek ve içeceklerden başka

bol bol meyveler vardır. Çeşitlerine ve sınıflarına göre çok bol meyveler vardır. Meyveler insanın en çok hoşuna giden, en çok lezzet aldığı, tabiatına ve cismine en uygun besin maddeleri olduğu için özellikle zikredilmiştir.

Onlardan yersiniz. Çokluğundan dolayı bazısını fırsat buldukça yersiniz. Geri kalanları ise devamlı ağaçların üzerinde bulunurlar. Cennette meyvesiz bir ağaç görülmez. Cennetteki ağaçlar sürekli olarak meyvelerle süslenmiş vaziyettedirler. Nitekim bir hadiste: ”Bir kimse cennet meyvelerinden birini koparırsa onun yerinde aynısı biter," buyrulmuştur.

Burada, meyve olarak yedikleri her şeyin gıdalanmak için olmadığına işaret vardır. Orada tuvalete gitme ihtiyacı olmadığı için gıda alma ihtiyacı da yoktur. Nimetlenmenin, yiyeceklerle, içeceklerle ve giyeceklerle geniş bir şekilde, Kur'an'da çok yerde tekrarlaması, insanların yokluk ve sıkıntılı bir yaşama içinde olmalarından dolayıdır. Böylece onların arzuları hareketlendirilip, şevklenmeleri hedeflenmiştir.

74

Şüphesiz ki, suçlular, suçta kökleşmiş kimseler ki, âyetlerde, inananlardan bahsedildikten sonra zikredilmeleri onların kâfirler olduğunu belirtiyor.

Cehennem azabında ebedî kalacaklardır. Mü'minlerin âsilerinin azabı, cehenneme girmeleri halinde sürekli devam etmeyip, kesilecektir, ancak kâfirlerin cehennemdeki azapları kesilmez.

75

Onlardan azap hafifletilmeyecektir. Onlardan azap kaldırılmadığı gibi azaltılmaz da.

Onlar orada, azapta

tamamen ümitsizdirler.

Kurtulmaktan, rahattan ve cezaların hafifletilmesinden ümitlerini kesmişlerdir. Ayetteki ”Müblisûn" kelimesinin mastarı olan îblâs, şiddetli ümitsizlikten dolayı insanda meydana gelen üzüntüdür.

76

Bu azabı vermekle

Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar zalim kimselerdi. İnkâr ve isyan etmekle onlar kendilerini ebedî azaba çarptırmış oldular.

77

Onlar (cehennem bekçisine): 'Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi (ölümle) bitirsin' diye seslenirler. Yani bizi öldürsün de rahata kavuşalım. Rabbine bizi yok etmesi için duâ et, derler.

Mâlik de: Onlar Mâlike seslendiklerinde o da onları zelil ve alçak kılmak için bin sene sonra onlara cevap verir. Zira cevabı geç vermek onlar için daha üzüntü vericidir.

'Siz böyle kalacaksınız' der. Ebedî olarak azapta kalacaksınız, ölmek suretiyle veya başka bir şekilde size kurtuluş yoktur. Bundan sonra eşek anırması gibi bağırırlar.

78

Yemin olsun ki, Biz size hakkı getirdik. Dünyada elçiler göndermek ve kitaplar indirmek suretiyle hakkı getirdik. Bu, Allah (celle celalühü) tarafından Mâlik’in cevabını te'yid edici ve onların orada kalma sebeplerini açıklayıcı olarak onlara azarlama ve kınama hitabıdır.

Fakat çoğunuz haktan ne tür hak olursa olsun

hoşlanmıyorsunuz. Kabul etmiyorsunuz. Ona sarılıp tâbi olmada nefsi ve azaları yormak olduğu için ondan kaçıyorsunuz. Haktan maksat, ya bilinen hak olup tevhiddir veya Kur'an'dır. Hepsi kerih görüyorlar, ondan hoşlanmıyorlardı.

79

Yoksa,(müşrikler) bir işe kesin karar mı verdiler? Yoksa Mekkeli müşrikler Allah’ın rasûlüni aldatma ve ona tuzak kurmak hususunda işlerini sağlam tutup karar mı aldılar?

Doğrusu Biz de kararlıyız. Bizim hilemiz gerçektir, hayal değil veya onlar hilelerini şekil olarak sağlamlaştırdıkları gibi Biz de gerçek olarak onlara karşı karar alırız. Allah'ın (celle celalühü) diğer bir âyette de buyurduğu gibi: ”Yahut bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl tuzağa düşecek olanlar inkâr edenlerdir. ” (Tûr: 42) Onlar, meclislerinde birbirleriyle gizli konuşuyor, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında istişarede bulunuyorlardı.

Fethu'r-Rahman'da şöyle denilmiştir: ”Darun-Nedve'de toplanıp Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in öldürülmesi işini görüştükleri gibi..."

80

Yoksa onlar, Bizim kendilerinin sırlarını -burada sırdan maksat, birbirlerine anlattıkları tuzaklarıdır, çünkü onlar hakkı açık olarak yalanlıyorlardı-

ve gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Aralarında övünerek ve istişare şekiinde yaptıkları konuşmalarını duymadığımızı mı sanıyorlar?

Hayır öyle değil, Biz bunları görüyoruz ve işitiyoruz.

Yanlarındaki elçilerimiz, onların yaptıkları işleri kontrol altında bulunduran, her gittikleri! yerde onlarla beraber olan elçilerimiz

yazmaktadır. Onlardan sadır olan | bütün işleri ve sözleri ki,; onların sırlı, gizli konuşmaları da bunların içinde yazılmaktadır. Sonra kıyamet gününde bunlar onlara gösterilecektir. Onların gizledikleri meleklere gizli kalmıyorsa, sırrı, fısıltıyı ve her şeyi bilen Allah'a ; nasıl gizli kalabilir?

Yahya b. Muaz er-Razî (radıyallahü anh)'den rivayet olundu: ”Kim insanlardan günahlarını gizleyip, onları, göklerde ve yerde kendisine hiç bir şeyin gizli kalmadığı Allah'a gösterirse, muhakkak ki, O'nu, görenlerin en basiti yapmış olur ki, bu da münafıklık alâmetlerindendir. ”

81

Kâfirlere

de ki,: 'Eğer Rahmân'ın bir çocuğu olsaydı, melekler Allah'ın kızlarıdır, dediğiniz gibi faraza bir çocuğu olsaydı

elbette ben ona kulluk edenlerin ilki olurdum.' Bu çocuğa kulluk edenlerin, onu yüceltenlerin ve ona itaat edenlerin ilki olurdum. Çünkü peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'ı insanlar arasında en çok tanıyan, O'nun hakkında caiz olanı ve olmayanı en iyi bilen, O'nun hukukuna en iyi riâyet edendir. Sizin sandığınız gibi eğer kesin bir delille Allah'ın çocuğu olsaydı, Allah'ı yüceltmek açısından ona ilk ta'zim ve itaatta bulunan ben olurdum. Çünkü O'na itaata ve tazime çağıran, bu hususta ilk olur, önde bulunur.

82

Göklerin ve yerin Rabbi, Rabbin isiminin, cisimlerin en büyüğü ve kuvvetlisi olan ve yere göklere nisbet edilmesi, bunların ve içindeki bütün yaratılmışların nerede olurlarsa olsunlar Allah'ın hükümdarlığının ve Rabliğinin altında olduğuna dikkat çekmek içindir. Hal böyleyken bunlardan bir şeyin nasıl olur da yüce olan Allah'ın bir parçası olduğu zannedilebilir?

Arş'ın da Rabbi olan Allah, onların vasıflandırmalarından yücedir, münezzehtir. Onların vasfettiği çocuktan münezzehtir. Öyleyse bu büyük cisimlerin Rabbini tesbih edin. Çünkü böyle bir Rablik, bütün yaratılmışlara tesbihini gerektirir ve O Rabbi, kâfirlerin vasfettiği cisimlerin özelliklerinden olan bütün vasıflardan tenzih edin.

83

Sen bırak onları, apaçık olan bu delili dinledikten sonra hakka boyun eğmeyen o kâfirleri bırak.

Kendilerine söz verilen güne, senin dilinle söz verilen kıyamet gününe

kavuşuncaya kadar gözleriyle görünceye kadar yalanlarına,

batıla dalsınlar. Oynaya dursunlar. Dünyalarında oynasınlar. Çünkü onların söyledikleri sözler ve yaptıkları işler cahillikten olup bir oyundan ibarettir. Âyetteki ”yehûdû" kelimesinin mastarı olan ”havd"suya dalmak demektir. İstiare yoluyla bir işe girişmek anlamında kullanılır. Bu kelime Kur'an'da genelllikle kötü görülen bir işe girişmek anlamında kullanılmıştır. ”Laib" ise maksatsız yapılan işler demektir.

Dediler ki,: ”Lezzet, tat olmayan her oyun batıl, abes; tat ve lezzet var ise oyundur."

İnkâr edenler kıyamet günü gelince yaptıklarını ve kendilerine yapılacak olanı bilirler. Çünkü onların inkâr ettikleri, ölüm günü değildir. Çünkü onlar ölüm gününde şüphe etmiyorlardı. Ancak ölüm günü, seleften bazılarından: ”Kim ölürse muhakkak ki, onun kıyameti kopmuştur," şeklinde rivayet edildiği gibi, kıyamet ile bağlantılı olduğundan, onların batıla dalmalarına ve oynamalarına kıyamet günüyle sqn verilecektir.

Âyette onların Allah'ın kalplerini mühürlediği kimselerden olduğu ve ebedî olarak bulundukları halden dönmeyecekleri belirtilmektedir. Yine âyette Allah'ın mahlukatı çeşitli sınıflarda yarattığına işaret vardır ki, onlardan bir kısmını cennet için yaratmış olup, cennete iman etmekle, sâlih amel işlemekle, seriate boyun eğmekle ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tâbi olmakla hazırlanırlar. Bir kısmını da cehennem için yaratmış olup, onlarda ateşe, daveti reddetmekle, inkârla, bildikleri halde küfretmekle hazırlanırlar. Bu ateşi, oyuna, eğlenceye meyleden, kendisine faydası olmayan işlere dalan, hayvanlaşmış nefis tabiatı için uygun görmüştür.

Behlül'den nakledildiğine göre şöyle dedi: ”Bir gün ben Basra sokaklarında dolaşırken bir gurup çocuğun ceviz ve fıstıklarla oynadığını, başka bir çocuğun da onlara bakarak ağladığım farkettim ve kendime: Bu çocuk, çocukların ellerinde bulunan oyuncaklardan, kendisinin de oynayacağı bir şeyin bulunmamasının hasretini çekiyor olmalı diyerek ona şöyle dedim: 'Çocuğum seni ne ağlatıyor, sana da ben çocuklarla oynayacağın ceviz ve fıstıklar alayım, sen de oyna.' Çocuk başını kaldırıp şöyle dedi: 'Ey aklı kıt olan, biz oyun için yaratılmadık.' Ben de: 'Ey çocuğum! Öyleyse niçin yaratıldık?' dedim. O da: 'İlim öğrenmek ve ibadet etmek için,' diye cevap verdi. Sonra ben: 'Allah seni mübarek kılsın. Bunları nereden öğrendin?' dedim. Şöyle dedi: 'Allahü teâlâ'nın şu sözünden: ”Sizi sadece bos yarattığımızı ve sizin gerçekten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" (Mü'minûn: 115)

84

Gökteki ilâh da, meleklerin kendisine ibadet ettiği, göğün O'nunla ayakta durduğu, ancak kendisi o göğün içinde bir mekânda bulunmayan ilâh da,

yerde ki, ilâh da O'dur. İnsanların ve cinlerin yeryüzünde kendisine ibadet ettiği, bütün tanrıların ilâhı da O'dur. Yeryüzü ehlinin ihtiyaçlarını O'ndan başka karşılayacak yoktur. Yeryüzü O'nunla kâimdir. Ama O'nun içinde bir yerde bulunmamaktadır. Gerçek ibadete lâyık ilâh O'dur. En'am sûresinde, üçüncü âyetteki Allah (celle celalühü)'ın sözü de böyledir: ”O, göklerde ve yerde tek Allah'tır..." Yani O, varlığı vacip olan göklerde ve yerde ibadete lâyık tek ilâhtır.

O, her işi hikmetiyle yapan, her şeyi bilendir. Çünkü O, hikmetin ve ilmin kemali ile muttasıf, il anlığa sadece kendisinin lâyık olduğu ilâhtır. O dünya ve içindekilerin işlerini hikmetle gören, ezelden ebediyete kadar bütün hallerini çok iyi bilendir.

85

Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü kendisine ait olan Allah ne yücedir! Çocuktan ve ortaktan yücedir. Yok olmaktan ve bir yerden bir yere intikal etmekten de münezzehtir. O'nu zikretmek berekete, şükretmek de nimetin artmasına sebep olur. Göklerle yerin arasındakilerden maksat, ya hava gibi devamlı olarak bulunan şeyler, ya da kuşlar ve bulutlar gibi bazı vakitler bulunan varlıklar kastedilmiştir.

Kıyamet saatini bilmek de O'na mahsustur. Kıyametin kopacağı vakti de O'ndan başka hiç bir kimse bilmez.

Yaptıklarınızın karşılığı verilmesi için

siz O'na döndürüleceksiniz. Öyleyse onu karşılama hazırlığına önem verin.

Bazı büyükler şöyle dedi: ”Siz İsteyerek ve zorunlu olarak O'na döndürüleceksiniz; saadet ehli O'na isteyerek, arzu ederek, sevgi ve kulluk mütevaziliği ile dönecekler. Bedbahtlar ise ölümle, zincirlerle, kelepçelerle yüzleri üzerine zorunlu olarak döndürüleceklerdir. ”

86

İnkâr edenlerin

Allah'ı bırakıp da taptıkları putlar şefaat edemezler. Sandıkları gibi Allah katında şefaata güçleri yetmez.

Ancak bilerek Hak'ka, Tevhide basiretle, iyi bilerek, ihlâsla

şahitlik edenler müstesna.

87

Yemin olsun, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan, putlara tapanlara ve tapılanlara kendilerini kimin yarattığım, yokluktan varlığa kimin çıkardığını sorsan

elbette: 'Allah' diyecekler. Çok aşikâr olmasından, inkâr edilmesinin zorluğundan böyle diyeceklerdir. Çünkü insan Allah'ı tanıması için yaratılmış, tabiatı buna göre düzenlenmiştir. Bu Allah'ı tanımasından dolayı, Allahü teâlâ ona ikramda bulunmuştur. Diğer şeylerin bilinmesindeki durum ise, peygamberlerinin davetini kabulüyle onlara tâbi olmada muvaffak olunmalarıyla ve onların ahlâklarıyla ahlâklanmalarıyla doğru orantılıdır.

O halde (Allah'a ibadetten) nasıl çevriliyorlar? Bütün her şeyin Allah (celle celalühü) tarafından yaratıldığını itiraf etmekle beraber, o Allah'a ibadet etmek yerine başkalarına tapmaya nasıl döndürülüyorlar? Onların fıtratında Allah'ı tanıma duygusu olduğu halde inkâr etmelerinden hayret duyulduğu belirtilmektedir.

88

(Allah) kıyametin ne zaman kopacağını da bilir

onun (Hazret-i Muhammed’in): 'Ey Rabbim, muhakkak ki, onlar yani Kureyş senin onlara getirmiş olduğun dine

iman etmezler,' dediğini de (bilir).

89

(Ey Rasûlüm!) Şimdilik sen onlardan yüz çevir. Onları davet etmekten yüz çevir ve onların iman etmesinden ümidini kes

ve '(size) selâm olsun' de. Benim işim sizden ve dininizden kurtulmak, uzak olup terketmektir. Burada emrolunan onlara selâm ve tahıyyede bulunmak değildir. Aksine onların şeytanî işlerinden uzaklaşıp İbrahim (aleyhisselâm)’in sözü gibi ültimatom vermektir: ”ibrahim, selâm sana dedi, Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim..." (Meryem: 47)

Yakında onlar bilecekler. Gecikse de elbette hallerini öğrenecekler. Bu onlar için bir tehdit, Allah'ın Rasûlü için de bir tesellidir.

Akıllı kimseye, ölüm vaktinin gelmesiyle fırsat kaçmadan önce halini düzeltmesi, davete bir an evvel icabet etmesi gerekir. İşte kurtuluş ve başarı da bundadır.

Allah'ın yardımıyla Zuhruf Sûresi'nin tefsiri tamamlandı.

0 ﴿