DUHAN SURESİ1Hâ. Mîm. ile yemin ederim -ki, ”Hâ. Mîm"den maksat, bu sûre veya Kur'ân'ın tamamıdır. 2Apaçık olan Kitab'a... Bu kitap Araplara, kendi dil ve üsluplarıyla indirildiği için, onlara anlamları apaçık olan Kur'an'a ki, yahut dalâlet yolları arasından hidayet yolunu aydınlatan, din konusunda ihtiyaç duyulan her şeyi açıklayan kitaba yemin olsun ki,... 3Biz onu, apaçık kitap olan Kur'an'ı mübarek bir gecede indirdik. Bu gece Kadir gecesidir. Allahü teâlâ Kur'an'ı Levh-i Mahfuz'dan birinci kat semada bulunan Beytü'l-İzze'ye Ramazan ayı içindeki Kadir gecesinde bir defada topluca indirdi. Sonra da yirmi üç yıl içinde parça parça Peygambere indirildi. Kur'ân'ın Peygamber Efendimize de Kadir gecesinde indirilmeye başlandığı anlaşılmaktadır. Kur'ân'ın geceleyin indirilmesinin hikmeti ise; gecenin gizli yakarışlar zamanı, bağışların indiği, rahmanî tecellilerin açığa çıktığı, kerametlerin görüldüğü zaman olmasından dolayıdır. Geceleyin kalbler Allah'ın zikri için boşalır. Bu geceyi bereketle vasıflandırması; Kur'an'ın inişinin dinî ve dünyevî bütün faydaları beraberinde getirmesinden, yahut o gecede meleklerin ve rahmetin inmesinden, duaların da kabul edilmesinden dolayıdır. Yoksa zaman birimleri, nicelik ve nitelikleri yönünden birbirlerine benzerler. Hangi birimlerinin, aynı özelliğe sahip olan diğer birimlerine üstün ve şerefli olduğunu bilip ayırmak zordur. Buna aynı şekilde mekânların üstünlüğünü de kıyaslayabilirsin. Üstünlük ancak zatmdaki daha sonra olan bir özellikten olabilir. Şeyh Sadrettin şöyle dedi: ”Zamanların ve mekânların, kötülüklerin yok olmasında, iyilik tarafının ağır basmasında, etkili olmasında, günahların affolunup, sevapların katlanmasında büyük rolü vardır. Nitekim bir hadiste: Allah Arafat'taki insanların günahlarını bağışlamış, onların hayır ve serlerine kefil olmuştur. Bunun için arefe günü Allah dünya semasına mekândan münezzeh olarak tecellî eder' buyurmuştur. Bunun gibi Ramazan ayının, Zilhicce'nin onuncu gününün, Şaban ayının yarısındaki gecenin faziletleri üzerine, Mescid-i Haram'daki namazın yüz bin kere, Mescid-i Nebevî'deki namazın bin kere, Mescid-i Aksâ'da kılınan namazın ise beş yüz kere daha faziletli olduğuna delâlet eden hadisler varid olmuştur. Bütün bunlar, zamanların ve mekânların üstün olduğuna delâlet etmektedir." Denildi ki,: ”Allahü teâlâ peygamberleri ve ümmetleri birbirlerine karşı üstün yaptığı gibi ayları, günleri ve vakitleri de birbirinin arasında üstün yarattı. Böylece nefisler ve kalpler onlara saygıda, hürmet için harekete geçip yarışsınlar. Ruhlar o vakitleri ibadetle ihya etmek için şevklensin ve bütün yaratılmışlar onların faziletinden elde etmeyi arzulasın. Ancak sevapların bunların bazısında daha çok katlanması ise sırf Rabbinin lütuflarındandır: '...Bu Allah'ın dilediğine verdiği lütfudur...'" (Mâide: 54) Şüphesiz Biz uyarıcıyızdır. Onu indirmemiz, Bizim azaptan korkutucu ve uyarıcı olmamızdandır. 4Her hikmetli iş, hikmetimiz gereğince katımızdan verilmiş bir emir ile o gecede ayrılır. Bu geceden, gelecek senedeki aynı geceye kadar, bedbahtlık ve saadet dışında, kulların rızıkları, ecelleri, bütün işleri sağlam ve muhkem bir şekilde ayrıntılı olarak yazılır. Denildi ki,; ”Bu işlerin yazılmasına Levh-i Mahfuz'da Berat gecesinde başlanır ve Kadir gecesinde bitirilir. Sonra rızıkların yazıldığı dosya Hazret-i Mîkâil (aleyhisselâm)'e; savaşlar, depremler, yıldırımlar, yere batırıp garketmelerle ilgili dosya Hazret-i Cebrail (aleyhisselâm)'e; musibetlerle ilgili dosya da ölüm meleğine teslim edilir. Öyle ki, adamın birisi çarşıda gezer, diğeri evlenir, çocuğu olur ama ismi ölecek kimseler arasına alınmıştır. O ise başına geleceklerden habersizdir." Nitekim bir hadiste: ”Muhakkak ki, benim rahmetim öfkemi geçmiştir," buyurulmaktadır. İşte bu gecede gökten hikmetle verilen her emirde sene boyunca olacak olan olayların ayırımı; hayır-şer, sıkıntılar-rahatlıklar, zafer-yenilgi, bolluk-kuraklık şeklinde ayrıntılı bir şekilde yapılmaktadır. 5Bak. Âyet 4. 6Rabbinden bir rahmet olarak Biz peygamberler göndermekteyiz. Biz Kur'an'ı indirdik, çünkü âdetimiz, rahmetimizi onların üzerine yaymak için peygamberleri kullara kitaplarla göndermektir. Şüphesiz ki, O, işitendir, hakkıyla bilendir. Duyulabilecek her şeyi işitir. Bilinebilecek her şeyi de hakkıyla bilir. O'na kulların sözlerinden, yaptıklarından ve hallerinden hiçbir şey gizli kalmaz. Bu O'nun Rabliğini tasdik etmektir. Zira ”Rablik", bu yüce özellikler kimde varsa O'nun hakkıdır. 7Eğer kesin olarak inanıyorsanız... Eğer siz bir şeye inanıyorsanız bu, aşırı derecede açık olmasından inanmanıza daha lâyıktır. Yahut eğer siz gerçeği istiyorsanız bilin ki, Allah göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. 8O'ndan başka ilâh yoktur. Çünkü O'ndan başka yaratan yoktur. Hem diriltir, hem öldürür. Gözlemlendiği gibi kudretiyle cansızlarda hayatı oluşturur. Canlılarda da ölümü yaratır. Yani bu, gözle görmeye benzeyen apaçık bir bilgiyle bilinir. Görülen o ki,; gözlem sonuçla alâkalıdır. Zira bilinen, diriltme ve öldürmedir. Gözlenen ise, diride hayatın belirtisi, ölüde de ölümün belirtisidir. Sizin de Rabbiniz... O, sizin Rabbiniz, yaratıcınız ve rızıklandırıcınızdır. Önceki atalarınızın da Rabbidir. "et-Te'vîlâtü'n-Necmiyye"de denir ki,: ”Bunun mânâsı, O, Hazret-i Adem’in, çocuklarının ve yukarıdaki ataların Rabbidir." Denildi ki,: ”Babamız olan Hazret-i Âdem'den önce bin Âdem'den fazla kimse geçti." 9Fakat onlar, şüphe içinde Allahü teâlâ hakkında anlatılanlara, O'nun göklerin, yerin ve ikisi arasındaki bulunanların Rabbi olduğunu kabullenmelerinde inançlı olmayıp eğlenip duruyorlar. Söylediklerini kabullenerek ciddi bir şekilde söylemezler. Aksine alay ve eğlenceyle karışık söylerler. Bazıları şöyle dedi: ”Şüphe edenleri ve münafıkları eğlenmekle vasfetmesi, onların tereddütlerinden, din hususundaki şaşkınlıklarından, dünya ile meşgul olup onun süsüne aldanmalarından dolayıdır." Şeyh Fethu'l-Mevsılî de şöyle dedi: ”Çölde daha buluğ çağına ermemiş dudaklarını hareket ettirerek yürüyen bir çocuk gördüm ve ona selâm verdim. Selâmımı aldı. Ona: 'Ey çocuk nereye gidiyorsun?' dedim. O da: 'Allah'ın Beytu'l-Harâm'ına.' diye cevap verdi. 'Dudaklarını neden hareket ettiriyorsun?' dedim. 'Kur'an okuyorum' dedi. Ben de: 'Sen daha mükellef kılınmadın. ' dedim. 'Ölümün yaşça benden daha küçük olanları alıp götürdüğünü gördüm.' diye cevap verdi. 'Adımların kısa yolun ise uzundur' dedim. Şöyle dedi: 'Benim üzerime düşen adımlarımı atmak, Allah'a ise ulaştırmaktır.' Ben: 'Senin azığın ve bineğin nerede?' dedim. 'Azığım inancımdır, bineğim de ayaklarımdır.' diye cevap verdi." 10Artık sen, Ey Rasûlüm Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! Mekke kâfirleri için bekle, göğün apaçık bir duman getireceği günü gözetle. Açık olup şüphe duyulmayan bir dumanı, yahut o günde gelecek olan Allah'ın vaadini gözetleyip bekle. Şiddetli kuraklık olup, açlığın yaygınlaşması ”duman" ismiyle ifade edildi. Buna göre anlam; onlar için açlığın şiddetleneceği günü bekle. Öyle ki, aç olan kimse, kendisiyle gök arasında ya gözünün zayıflığından veya kuraklık zamanında yağmurların az, tozların çok olmasından dolayı hava karardığından dumana benzer bir şey görür. Nitekim bunun için kurak seneye, kül yılı (âmu'r remâde) dedikleri gibi tozlu yıla da (es-senetü'l-gabrâ') denir. Anlaşıldığı üzere tozlu yıl, toprakta hiçbir bitkinin bitmediği ve rüzgâr estiğinde kül gibi toprak saçtığı yıla denilmektedir. Yahut Arapların bir şeyi sebebine nispet ettikleri şeyle adlandırıldıklarından böyle denilmiştir. Kureyş peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yaptıkları işkencede aşırı gidince onlara beddua edip şöyle buyurdu: ”Allah'ım! Mudar kabilesine karşı cezanı şiddetlendir ve onlara Yusuf (aleyhisselâm)'un seneleri gibi kıtlık seneleri göster." Yusuf (aleyhisselâm)'un senelerinden maksat yedi kıtlık senesidir. Allahü teâlâ da onun duasını kabul etti ve onları kuraklık felâketine çarptırdı. Hatta o derece ki, İaşeleri, derileri, kemikleri, kan ve deve tüyü karışımı olan şeyleri ateşte kızartarak yiyorlardı. Adam açlıktan gökyüzü ile yer arasında duman görüyordu. Biri ile konuşuyor, onun sözünü işitiyor, ama dumandan gözünün önündeki perdeden onu göremiyordu. 11O duman bütün insanları saracaktır. Bu duman onları saracak ve bütün yönlerden onları kuşatacaktır. Bu elem verici bir azaptır. Bu açlığın ve dumanın elem verici bir azap olduğunu söyleyerek Ebû Süfyan ve onunla beraber bir grup Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gittiler ve Allahü teâlâ'ya ve akrabalığa and vererek şöyle dediler: ”Ey Rasûlüm Muhammed! Senden Allah hakkı ve yakınların hürmetine bizim için yağmur dilemeni istiyoruz." Onlar için duâ edip bu azap onlardan kaldırıldığı taktirde ona iman edeceklerine söz verdiler. Aşağıdaki âyet bu hususu belirtir: 12(Onlar): 'Rabbimiz bizden azabı kaldır. Açlığı veya duman azabını Doğrusu biz artık inanıyoruz' (derler.) 13Nerede onlarda öğüt almak? Onların sözüne ve azabın kaldırılmasını istemelerine bir cevap olup, onları, inanma vaadlerinde yalanlamaktadır. Kastolunan ise onlar nasıl öğüt alırlar? Veya nereden öğüt alırlar da azabın onlardan kaldırılması halinde inanacakları vaadiyle konuşurlar? Yani onlar öğüt alıp inanmazlar. Oysa kendilerine gerçeği açıklayan bir elçi gelmişti. Onlar bundan daha büyük, öğüt almayı ibret almayı gerektiren delilleri görmüşlerdi. Öyle ki, onlara çok büyük mevkiye sahip bir elçi gelmiş, sağır ve sert dağları harekete geçirecek şekilde apaçık olan delilleri ve etkili mucizeleri göstererek onlara hak yollarını açıklamıştı. 14Sonra ondan yüzçevirdiler ve: Kendisine yönelip inanmalarını gerektiren büyük şeyleri gördükten sonra o elçiden yüzçevirdiler ve bununla da yetinmeyerek onun hakkında: 'Bu öğretilmiş bir delidir,' dediler. Bazen Sekîf kabilesinden birinin kölesi olan ve ismi Addas veya Ebû Fekhe veya Cebr yahut Yesar olan A-rap olmayan birinin ona öğrettiğini söylediler, bazen de ona delidir dediler. Yahut onlardan bazıları ”öğretilmiş" diyorlardı, öbürleri de ”delidir" diyorlardı. Vasıfları bu olan bir kavmin öğüt ve nasihatten etkilenmesi beklenebilir mi? Ancak onların misâli, acıktığında havlayan, inleyen, doyduğunda azgınlaşan bir köpek gibidir. 15Muhakkak ki, Biz azabı, şüphesiz ki, Biz Peygamberin duâsıyla üzerinizdeki azabı, yağmur yağdırarak birazcık kaldıracağız. Bu (az kaldırmak) onların tabiatlarının ne kadar çok kötü olduğuna delildir. Onlar kendilerinden azabın biraz kaldırılmasıyla küfre dönerlerse, bütün olarak kaldırılması halinde daha aşırı olarak inkâra yöneleceklerini göstermektedir. Yahut âyetin mânâsı; ömürlerinden geriye kalan az bir zaman zarfinda onlardan azabı kaldıracağız. Ama siz yine (eski halinize) döneceksiniz. Bunun peşinden hemen içinde bulunduğunuz kibir, haddi aşma, küfürde ısrar etme halinize dönersiniz ve bu durumunuzu unutursunuz. Gerçekten de böyle olmuştur. Allahü teâlâ peygamberin duâsıyla onlardan azabı kaldırmış, onlar da hemen daha önceki kibir ve inatlarına dönmüşlerdi. Çünkü huylarının bozukluğu ve tabiatlarının eğriliği, hemen vaatlerine muhalefet etmelerini, ahitlerini bozmalarım -Allahü teâlâ'nın gemiye binenkimseyi karaya ulaştırıp kurtardığında takındığı tavrı açıkladığı örnekte olduğu gibi- engel kalktığında şirk koşmaya dönmesini gerektirmektedir. 16Fakat Biz büyük bir şiddetle yakalayacağımız gün, kıyamet günü kesinlikle intikamımızı alırız. Çünkü Allahü teâlâ onları dünyada açlık ve dumanla cezalandırmış, sonra Bedir savaşı gününde onlara ölümü ve esirliği tattırmıştı. Bütün bunlar basit azaptır. Büyük azap ise, kıyamet günü geldiğinde onları şiddetle yakalayıp almakla başlayacak ve dünyadakine benzemeyecektir. Allahü teâlâ'dan bizi azabından ve cehenneminden korumasını, rızasına ve nimetine kavuşturacak yola ulaştırmasını diliyoruz. Bazı müfessirler şöyle demişlerdir: ”Dumandan murad, kıyamet alâmetlerinden olup, kıyamet kopmadan önce gökten gelecek. Kâfirlerin kulaklarından girip başlarını, kebap olmuş, kızartılmış baş haline çevirecek; mü'min ise bu durumdan sadece nezle olacaktır. Bütün yeryüzü, içinde ateş tutuşturulmuş ancak dumanın çıkacağı bir deliğin bulunmadığı ev gibi olacaktır." Bir hadiste: ”Kıyamet alâmetlerinin ilki, duman, Isa (aleyhisselâm)'nın inmesi ve Aden çukurundan çıkıp insanları mahşere, yani Şam ve Kudüs'e sürükleyecek olan ateştir," buyurulmuştur. Huzeyfe (radıyallahü anh) dumandan bahsederken âyeti okudu ve şöyle dedi: ”Doğu ile batı arasını kaplayıp, kırk gün kırk gece kalacaktır. Mümine nezle gibi bir şey olacak, kâfir ise sarhoş gibi olup burun deliklerinden, kulaklarından ve dübüründen duman çıkacaktır." Huzeyfe b. Üseyd el-Gıfârî (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Biz aramızda konuşurken Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizi gördü ve: 'Ne konuşuyorsunuz?' dedi. Biz de: 'Kıyameti konuşuyoruz' dedik. Bunun üzerine şöyle buyurdu: 'Kıyamet, kendisinden önce birtakım alâmetler görülmedikçe kopmayacaktır. Ve dumanı, deccalı, dâbbe'yi, güneşin batıdan doğmasını, Meryem oğlu Isa (aleyhisselâm)'nın inmesini, Ye'cüc ve Me'cüc'ü, doğuda, batıda ve Arap yarımadasında olmak üzere üç yerde yer batmasını, sonuncu olarak da Yemen'den, insanları mahşere kovalayacak olan ateşin çıkmasını zikretti.'"(2) 2- Hadisi Müslim, Ebû Dâvud ve Tirmizî rivayet etti. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 10/405. Bu alâmetler, gerçek olarak peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in haber verdiği gibi gözükecektir. Müfessirlerin bu sözüne göre kıyamet alâmetlerinden olan dumanın; ”Rabbimiz bizden azabı kaldır..." âyetinden: ”Muhakkak ki, biz azabı birazcık kaldıracağız" âyetine kadar olan kısmın yorumu şöyledir; Duman geldiğinde onunla azaba uğratılan kâfirler ve münafıklar acı içinde kıvranıp feryad ederek şöyle derler: ”Rabbimiz, bizden azabı kaldır. Doğrusu biz artık inanıyoruz." Allah da kırk gün sonra onlardan azabı kaldırır. Azap kalkar kalkmaz da hemen beklemeksizin gerisin geriye dönerler. Kıyamet alâmetlerinin gözükmesi, teklifin kesilmesini gerektirmediği gibi inanmanın sıhhatine de zarar vermez. Kıyamet alâmetinin sürekli olması da gerekmez. Bazı müfessirler şöyle dedi: ”Dumandan maksat; kıyamet gününde onlar kabirlerinden çıktıklarında olacak olandır." Buna göre ondan, gerçek mânâsı ve o mânânın gerektirdiği şeylerin kastolunduğu da ihtimal dahilindedir. Çünkü kıyamet korkusunun dehşetinden göz kararır. Öyle ki, hiçbir şeyi göremez, ancak üzerine karanlığın çöktüğü, her tarafına dumanın dolduğu halde gözlerini dolaştırır. Buna göre mânâ şöyle olur: Onlar ”Ey Rabbimiz azabı üzerimizden kaldır." Yani bizi döndür de salih ameller işleyim, derler. Allah da ”Biz azabı kaldıracağız." Yani eğer Biz azabı kaldırır, sizi oraya döndürürsek, yapmakta olduğunuz küfür ve yalanlamaya tekrar dönersiniz. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurdu: ”Eğer (dünyaya) geri gönderilseler yine kendilerine yasak edilen şeylere döneceklerdir." (En'âm: 28) Bu üç tefsirden ilk tefsir, âyetin siyak ve sibakına daha uygundur. 17Yemin olsun ki, onlardan Mekke kâfirlerinden önce Firavun'un kavmini de imtihan ettik. Kıptîleri de denedik. Yani imtihan eden kimsenin yaptığı gibi Biz de onlara Mûsa (aleyhisselâm)'yı, bakalım iman edecekler mi diye gönderdik ki, böylece gizli halleri açığa çıksın. Onlar da inanma yerine küfrü seçtiler. Yahut onlara mühlet vermekle, rızıklarını bollaştırmakla onları fitneye düşürdük. Ve onlara kerim bir peygamber gelmişti. Allahü teâlâ katında değerli olan Mûsa (aleyhisselâm) gelmişti. Yani o Allah katında birçok ikramlara müstehak oldu. Veya mü'miniar nazarında kerim olan, yahut kendi zatında kerim vasfı taşıyan bir peygamber gelmişti. Çünkü Allahü teâlâ'nın gönderdiği her peygamber nesep olarak en üstün, soy olarak da en şereflidir. Buna göre, kerim; sevilen, medhedilen özellik anlamındadır. Bazıları da: ”Mûsa (aleyhisselâm) Allah'la konuştuğu ve O'nun sözünü vasıtasız olarak duyduğu için ”kerim" denilmiştir," dedi. Âyette Allah'ın, Firavun ve kavmini, içine düştükleri felâketle, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine ders kıldığına, bu ümmetin onlardan ibret alıp, onların inkârlarında ısrar ettikleri gibi ısrar etmemeleri, doğru yola dönmeleri, Peygamberlerinin çağrısına yönelerek getirmiş olduğu her şeye, inanmaları gerektiğine ve böylece onların başına gelen felâketin kerim bir elçi kendilerine geldikten sonra onlara da isabet etmemesi için verilmiş bir örnek olduğuna işaret vardır. 18(Onlara dedi ki,:) 'Allah'ın kullarını bana bırakın. İsrail oğullarını bana bırakıp teslim edin ve onları atalarının vatanı olan Şam'a götürmem için benimle gönderin. Onları köleleştirip işkence etmeyin. Yani ben size Allah'tan, Allah'ın kullarını bana bırakmanız ve teslim etmenizi istemek için geldim. Buna göre teslim etmek inanmaktan sonra gelmektedir. Nitekim diğer bir âyette şöyle demişlerdi: ”... Mutlaka sana inanacağız ve muhakkak Israiloğullarını seninle göndereceğiz." (A'raf: 134) Yine bunun gibi Nuh (aleyhisselâm) oğluna: ”Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma." (Hûd: 42) demişti. Yani inan ve bin. Zira binen ancak inanan kimseydi, binmek imandan kaynaklanmaktaydı. Bazı müfessirlere göre de âyetin mânâsı: ”Ey Allah'ın kulları! Davetimi kabul edip iman ettikten sonra bana gelin," şeklindedir. Çünkü ben sizin için güvenilir bir elçiyim. Vahyinde, elçiliğinde güvenilir, mucize davasında doğru birisiyim. Burada İsrail oğullarımn Firavun ve kavminin elinde Allah'ın bir emaneti olduğuna işaret vardır. Öyleyse onların Mûsa (aleyhisselâm)'ya güvenilir olduğu için teslim edilmeleri gerekirdi. Ancak onlar bu emanete hıyanet ettiler. Allah da onları bundan dolayı azabıyla yakalayıp aldı. 19Allah'a karşı ululuk taslamayın. Allah'a karşı, vahyini ve elçisini küçümsemek, kullarını da zelil kılıp hafife almak suretiyle böbürlenmeyin. Çünkü ben size O'nun katından apaçık bir delil getiriyorum. İnkâr edilmesine yol bulunmayan, açık delil mahiyetinde mucizeler getiriyorum. 20Ben, beni taşlamanızdan, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a sığındım. O'na dayandım, O'na iltica ettim. Zira sizin şerrinizden, beni taşlamanızdan koruyacak O'dur. Yahut bana vurmak suretiyle veya o sihirbazdır gibi sözlerle sövüp ezada bulunmanızdan, yahut beni öldürmenizden O'na sığındım. Denildi ki,: ”Mûsa (aleyhisselâm) onlara: 'Allah'a karşı ululuk taslamayın,' dediğinde onu öldürmekle tehdit ettiler. O da böyle söyledi." 21Eğer bana inanmazsanız, hiç değilse benden ayrılın.' Aklın gereğine karşı büyükleniyor, beni doğru lamıy orsanız hiç olmazsa benden uzakdurun, benim aleyhimde de, lehimde de olmayın. Bana elle olsun, dille olsun bir eza ve kötülükte bulunmayın. Bu, sizi davet eden kimseden size bir karşılık ve hüküm değildir. "Ayrılmak" terkedip uzaklaşmaktan kinayedir. Yoksa bundan bedenle ayrılmak kastedilmemiştir. Mutezilenin son dönem büyüklerinden Kâdî Abdu'l-Cebbar şöyle dedi: ”Kur'an'da 'ayrılma' (îtizal) lâfzının zikredildiği her yerde kasdolunan bâtıldan ayrılmaktır. Böylece 'ayrılmak' ismi bizim için bir medih olmuştur." Ancak bu iddia, Allah'ın şu sözüyle bozulmaktadır: ”Eğer bana inanmazsanız, hiç değilse benden ayrılın." Çünkü buradaki ayrılmaktan kasıt, inanmaktan uzaklaşmaktır. Yoksa küfür ve bâtıldan uzaklaşmak değil. Allahü teâlâ bu âyette zıtlardan uzaklaşmanın vacip olduğunu haber vermektedir. Öyleyse kişinin haktan değil, ne tür olursa olsun bâtıldan uzaklaşması gerekir. 22Nihayet o (Mûsa) Rabbine: Onu yalanlamalarından sonra: 'Bunlar, bu kiptiler suç işleyen toplumdur.' Onlar küfürlerinde ve nevalarının peşinde gitmekte ısrar eden bir topluluktur. Sen onların durumunu daha iyi bilmektesin, öyleyse onlara lâyık oldukları muameleyi yap diye niyazda bulundu. 23(Allah): 'O halde kullarımı geceleyin yola çıkar. Allahü teâlâ onun bu duasını kabul ederek: Ey Mûsa! İsrail oğullarıyla geceleyin, düşman uyurken, Mısır'dan yola çıkıp gidin. Çünkü takip edileceksiniz' (buyurdu.) Firavun ve ordusu, geceleyin çıkıp gittiğinizi öğrendiklerinde, sizi öldürmek için takip edecekler. 24'Denizi, Kızıldenizi, -meşhur olan, anlaşılan budur.- Veya Nil nehrini açık durgun halde bırak. Onu açılmış olduğu halde bırak, Firavun ve kavminin senin peşinden geleceklerinden korkma. Yahut denizi geçtikten sonra, kapanması için ona sopan ile vurmadan olduğu şekilde sakin, durgun olarak, halini değiştirmeden bırak ki, kiptiler girsinler ve sonrada Allah onu onların üzerine kapatıversin. Çünkü onlar boğulacak bir ordudur.' Firavun, nehirlerin, köşkünün altından akmasıyla ve bahçelerinin ağaçlarıyla övündüğünden, cezası da yaptığı işin cinsinden aynı olarak başına geldi. İşte bunun için Allahu teâlâ Mûsa'ya (aleyhisselâm) kara tarafına değil de deniz tarafına yürümesini emretmişti. Yoksa bütün noksanlıklardan münezzeh olan Allah (celle celalühü) düşmanı karadada, kıptîlerden önce gelmiş birçok kâfirlere yaptığı gibi, yok etmeye kadirdir. 25Onlar geride nice, Mısır'da çok şeyler bıraktılar; bahçeler, Râşid'den Asvan'a kadar uzanan bir mesafede çok ağaçlı bahçeler bırakmışlardı ki,; bu iki yer arasındaki mesafe yirmi günlük yürüyüş olarak takdir ediliyordu. Mûsa (aleyhisselâm) Allah'ın emriyle denizi durgun bırakmıştı. Böylece Firavun ve kavmi arkasından denize girip boğulmuş ve arkalarında birçok bahçeler bırakmışlardı. Ve pınarlar bırakmışlardı. Su kaynayıp çıkan pınarlar. Belki bundan kasdolunan; Nil'den ayrılıp akan ırmak kolları olabilir. Zira Mısır'da su kuyuları ve pınarları bulunmamaktadır. 26Nice ekinler, birçok renkte yiyecekler ve çeşitli ürünler... Çünkü onlar bol, verimli, bereketli, sulak arazide yerleşmişlerdi. Araplar gibi değillerdi. Ve güzel konaklar. Süslenmiş çardaklar ve çok güzel evler. 27içinde zevk ve sefa sürdükleri, refah içinde zevklenerek sefasını sürdükleri nice nimetler (bırakmışlardı.) Refah içinde parlak bir hayat bırakmışlardı. Denilir ki,: ”Nice nimet sahibi vardır ki, sefasını süremez." Yani nice mal sahibi vardır ki, ona sefa olmaz. 28İşte böylece o nimetleri bu şekilde onların ellerinden çekip alarak Biz de onları başka bir topluma miras bıraktık. Bunların miras bırakılması demek; onları malik kılacak şekilde bırakılması ve onların bu nimetler üzerinde, vârisin, kendine kalan mirastaki tasarrufu gibi, tasarruf edebilme hakkına sahip olmasıdır. Yani Biz kıptîlerin mallarını onalara akraba olmayan, din veya velayet cihetinhdende onlara hiçbir yakınlığı bulunmayan bir topluluğa bıraktık. Bu topluluk da onların ellerinde köle olup, hizmetçilik yapan İsrail oğullarıydı. Allah kıptîleri helak etmiş, ülkelerini, mülklerini ve mallarını da onlara miras olarak bırakmıştı. Denildi ki,: ”Bu kendilerine miras bırakılan topluluk, İsrail oğullarından başka bir kavimdir. Çünkü onlar Mısır'a dönmemişlerdir." Katâde şöyle dedi: ”Meşhur tarihlerde onların Mısır'a döndüğü ve oraya hükmettikleri hiçbir şekilde rivayet olmamıştır." Buna cevap olarak: ”Tarih kitaplarına itibar edilemez. Zira içlerinde birçok yalan vardır. Allahü teâlâ'nın sözü daha doğrudur, denilir. Nitekim şâirlerin İsrail oğullarımn oraya mirasçı olduklarını belirten şiirleri nakledilmiştir." Müfessirler şu âyetin: ”...Umulur ki, Rabbiniz düşmanınızı helak eder ve onların yerine sizi yeryüzüne hâkim kılar..." (A'râf: 129) tefsirinde şöyle dediler: ”Sizi Mısır topraklarında veya mukaddes topraklarda hâkimler kılacaktır." Yine Allahü teâlâ'nın: ”Hor görülüp ezilmekte olan o kavmi (Yahudileri) de yerin doğu taraflarına ve batı taraflarına mirasçı kıldı..." (A'râf: 137), âyeti hakkında da şöyle dediler: Yani Şam topraklarıdır. ”Yerin doğu taraftarıyla, batı tarafları" ise, yerin doğu ve batı yönleri olup oralara Firavunlardan ve Filistin'deki zorba kavimlerden olan Amal ikadan sonra, İsrail oğulları Tih çölündeki dolaşmaları bittikten sonra mâlik oldular ve o yörelere yerleştiler. Bu konuda müfessirlerin sözleri tutarsız oldu. Bazen bu yerin, Mısır diyarı olduğunu bazen de Şam diyarı olduğunu söylediler. Ancak açık olarak gözüken ve anlaşılan ikincisinin doğru olmasıdır. Çünkü akla ilk gelen iman edenler kendilerinin oraya hâkim kılınmasıdır. Yoksa çocuklarının değil. Mısır'a ise çocukları vâris olmuştu. Çünkü orası Davud (aleyhisselâm) zamanında fethedildi. Bu yerin hem Şam diyarı, hem de Mısır diyarı olması da mümkündür. Bu halde ezilenlerden murad da onların kendisi ve çocukları olur. Çünkü oğullara, babalarına nisbet edilen şey nisbet edilir. Allah en iyi bilir. 29Gök ve yer, onların ardından ağlamadı. Araplar, içlerinden önemli ve büyük mevki sahibi birisi öldüğünde, arkasından gök ve yer ağladı, derlerdi. Yani, onun ölümünden dolayı felâketin halka yayıldığını, ardından herkesin, hatta gök ve yerin bile ağladığını kastederlerdi. Arkasından gök ve yer ağlamadı dediklerinde de; onun ardından, şeref ve mevki sahiplerine olduğu gibi hüzün ve teessürün olmadığını kastederler. Bu âyette de kâfirlerle ve onların haliyle eğlenip hafife alma ifadesi vardır. Çünkü onların bu halleri, kaybı çok büyük ve ağır olup da ardından gök ve yer ağladı denilen kişilerin hallerine aykırı düşmektedir. Bazıları da şöyle dedi: ”Bu söz; -gök ve yerin ağlaması- gerçektir. Bunu Peygamberimizden rivayet edilen şu hadis desteklemektedir. ”Her mü'min için gökte iki kapı vardır. Bir kapıdan rızık çıkar, bir kapıdan da onun ameli girer. Mü'min öldüğünde ise onu kaybetmekten ardından ağlar." Sonra şu âyeti okudu: ”Gök ve yer onların ardından ağlamadı." Diğer bir hadiste de: ”Mü'minin ardından, yeryüzünde namaz kıldığı yer, ibadet ettiği yer ve amelinin çıktığı göğe yükseldiği yer ağlar." Rivayet olundu ki,: ”Kâfir öldüğünde, bundan gök ve yer ehli, ülkeler ve kullar rahatlık duyar, ardından da yer ve gök ağlamaz." Bazıları şöyle dedi: ”Gökler ve yer âsilerin, dalâlette olanların ve egoistlerin ardından ağlamazlar. Gök kendisinden oraya hiçbir itaati, güzel ameli çıkmamış olan kimsenin ardından, yer de kendisi üzerinde Allah'a isyan eden kimsenin ardından nasıl ağlasınlar? Onlar ancak itaat eden kimselerin arkasından ağlarlar." Onlara helak vakitleri geldiğinde mühlet de verilmedi. Ek bir zaman verilmedi, veya âhirete kadar ertelenmedi. Aksine azapları dünyada hemen verildi. Birincisinin yani onlara ek bir zamanın verilmemesinin sebebi; çünkü insanın ömrü sayılı nefeslerden ibarettir. Bu nefesler tükendiğinde ertelemeye imkân kalmamış olur. İkincisinin yani âhirete kadar ertelenmemesinin sebebi ise; çünkü onlar dünya ve âhiret azabının her ikisine de müstehaktırlar. Dünya azabına müstehak olmaları, açık olarak dış görünüşleriyle davetçiye eziyet edip azabı hemen arzu etmekle meşgul olduklarından; âhiret azabına müstehak olmaları ise, iç halleriyle yalanlayarak Allah'a karşı harp ettiklerinden dolayıdır. Mü'minlerin âsîlerinin durumu ise bunun aksinedir. Çünkü onlar herhangi bir günah işlediklerinde, onlara tevbe etmeleri için mühlet verilir, amel defterlerine hemen yazılmaz ve acele olarak da dünyada cezalandırılmazlar. Çünkü Allah(celle celalühü) günahların çoğunu affeder, bazı felâketleri de günahlara keffaret kılar. Cezayı âhirete de ertelemez, onlara, Allah'a hamd olsun, geniş rahmet vardır. Fakat mü'mine, ümmetlerin akıbetlerinden ibret alıp, bütün hallerde Allah'a itaat etmesi, çamurun ıslahı için değil, dinin ihyası için çalışıp çaba göstermesi gerekir. Yardım ise Allah (celle celalühü)'tandır. 30Yemin olsun Biz, İsrail oğullarını, Kıptîleri denizde boğmak suretiyle Ya'kub'un çocuklarını O alçaltıcı azaptan kurtardık. Yani Firavun'un onları köleleştirmesinden, oğullarını öldürüp, kadınlarını ve kızlarını hizmetçi olarak kullanmasından ve onları ağır işlerde çalıştırmasından kurtardık. 31Firavun'dan. Firavun'un işkencesinden, yahut onun tarafından gelebilecek, ulaşabilecek her eziyetten. Şüphesiz ki, o aşırı gidenlerden zulüm ve düşmanlıkla kendilerine karşı hata edenlerden, küfür ve isyanda da haddi aşanlardan bir zorbaydı. Kibirli, kâfirlerin ve zorbaların, küfür ve zorbalıkta en şiddetlisiydi. Burada, Firavun ve onun gibi zorbalıkta ve haddi aşmada ileri giden Nemrud gibilerini kınama, mü'mine eziyet eden kimseyi de Allah'ın helak ve zelil kılacağını, O'nun alçalttığı kişiyi de kimsenin yükselemeyeceğine dair açıklama vardır. Düşmanın ellerinden kurtarmak, Allah'ın sevdiklerine karşı büyük nimetlerindendir. Zira; hür bir kimse için, düşmanları karşısında ezilmek dünya musibetlerinden ve zorluklarındandır. Allahu teâlâ bir kimsenin dünya ve dininde yükselmesini istediğinde onun başına belâlar verir, sonra da onu kurtarır. 32Yemin olsun ki, Biz onları, İsrail oğullarını bilerek, onların seçilmeye lâyık olduklarını bilerek, onların suçlarını ve işlemiş oldukları muhalefetlerini bildiğimiz halde, onları imtiyazlı kıldık. Bu halleri bizim ezelî ilmimize tesir etmedi. Çünkü işlenen günahlar korumayı, gözetlemeyi etkilemez. İşte Ya'kub (aleyhisselâm)'un oğullarının durumu bu kabildendir. Çünkü Yusuf (aleyhisselâm)'a yaptıkları kuyuya atmak ve benzeri suçlarıyla beraber, Allah (celle celalühü) onları bir kavle göre peygamberlikle görevlendirdi. ”Bilerek" ifadesinin anlamının onların bilgisinden ve üstünlüklerinden dolayı, şeklinde olması da mümkündür. Alemler üzerinde imtiyazlı kıldık. Zamanlarındaki milletlere üstün kıldık. Gerçekte bu Muhammed ümmeti, her yönden bütün ümmetlerden daha hayırlıdır. Zira; ümmetlerin daha hayırlı olması, eğer peygamberlerinin mucizelerine bakarak ise, Allahü teâlâ bizim peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) öncekilere verdiği her şeyi vermiştir. Yok eğer bir zaman zarfında ümmetlere gönderilen peygamberlerin çokluğuna göre ise, gene İsrail oğullarının peygamberleri gibi olan bizim âlimlerimiz daha çok ve fazladu-. 33Onlara içinde açık bir imtihan bulunan... Yüce bir nimet veya onların nasıl davranacaklarını görmesi için açık bir imtiyaz bulunan... Keşfu'l-Esrar'da: ”Onların imtihanı bolluk ve felâketlerle olmuş; bollukta şükretmeleri, felâkette de sabretmeleri istenmiştir", denir. Sevdiği, razı olduğu amellere muvaffak kılan ancak Allah'tır. Ayetlerden mucizelerden verdik. Denizin yarılması, bulutların gölgelendirmesi, kudret helvasının ve bıldırcın kuşunun indirilmesi v.s. gibi, onlardan başka hiçbir millette görülmeyen mucizelerin büyüklerinden verdik. 34Bunlar (müşrikler) Yani Kureyş kâfirleri, çünkü konu onlar hakkındadır. Firavun ve kavminin kıssası ise, sadece onların dalâletde ısrarla devam ettiklerine delil olması ve onların başına da, Firavun ve kavminin başına geldiği gibi azabın inmesinden sakındırmak içindir. Diyorlar ki,: 35'İlk ölümümüzden sonra bir şey yoktur. Onlara, hayatlarının sonunun ve bu sondan sonrasının iki şey yani ölüm, sonra da diriltmek olduğu haber verilince, bunu her işin ilk ölümle biteceğini söyleyerek inkâr ettiler. Yani, her işin bitişi ve sonu ancak dünya hayatını yok eden ilk ölümden ibarettir, bundan sonra herhangi bir dirilme yoktur. Biz diriltilecek değiliz. Ölümden sonra diriltecek değiliz. Bu sözden maksatları, ölülerin diriltilmesini ve kabirlerinden çıkmalarını inkâr etmektir. 36Eğer doğru söylüyorsanız... Vaadettiğiniz kıyametin kopacağı ve ölülerin diriltileceğinde doğruysanız, yani; diriltme, kabirden çıkartılma eğer mümkün ve akla uygun ise, o taktirde, vaadinizin doğruluğunu ispatlamak için bize hemen ölmüş olan atalarımızı diriltin. Denildi ki,: ”Onlar Müslümanlardan Allah'a duâ ederek Kusay b. Kilab'ı kabrinden onlara çıkarmasını istiyorlardı. Çünkü niyetleri onunla istişare etmek, ona ölüm ve sonrası hallerinden sormaktı. Bu, hayattayken önemli işlerinde ve felâketlerde kendisine danıştıkları bir kimseydi." Âyette, kendisine duyguların hakim olduğu kimsenin ancak görme duyusu organlarıyla inanabileceğine işaret vardır. Bunun için de onlar, diriltilmeyi ve kabirlerden çıkartılmayı gözleriyle görmediklerinden inkâr ettiler. Ve; atalarımızı diriltmek suretiyle geri getirin' de onları gözlerimizle görelim ve ölümden sonraki olaylar hakkında onlardan bilgi alalım, dediler. 37Bunlar mı daha hayırlı... Onların sözüne reddiye ve tehdittir. Yani; Kureyş kâfirleri, helak sebeplerine karşı savunmada kullanılan, güç ve kuvvet bakımından daha mı hayırlıdırlar, yoksa Tubba' kavmi. -Tııbba'. Kureyşlilerin tanıdığı Yemen krallarından birisidir. Onu, yakın zamanda geçmesinden dolayı zikretmiştir.- ile onlardan öncekiler mi? Yani Tubba' kavminden öncekiler mi? Öncekilerden maksat ise; Âd, Semûd ve onlar gibi, şiddetli güç sahibi inatçı her zorbadır. Âyetteki soru, bunların daha güçlü olduklarını ispat edip vurgulamak içindir. Biz onları yok ettik, Tubba' kavmini ve onlardan öncekileri, çünkü onlar suçlu idiler. Suç ve günahlara dalıp, helâka müstehak olmuşlardı. Bu onların helak edilmelerinin nedenini ortaya koymaktadır. Böylece onlar şiddet ve güçlerinin büyüklüğüne rağmen suçlarından dolayı helak edildiklerine göre, onların suçta ortakları olan, onlardan güç ve kuvvette daha zayıf bulunan Kureyş kâfirlerinin helak edilmesinin daha kolay olduğu bildirilmektedir. İyi bil ki,; Tubba', Yemen krallarına verilen unvandır. Bu unvan krala ancak, Yemen'de Hımyer ve Hadramevt bölgelerine hâkim olduğunda verilirdi. Hımyer, Yemen'de, Sana'nın batısında bir bölgedir. Hadramevt de Yemen'de bir bölge ve kabile adıdır. Tubba' cahiliyye devrinde, İslâmdaki halife mevkiinde sayılıyordu. 38Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Bunların yaratılmasında sağlam, gerçek bir hedef, övgüye şayan bir gaye olmaksızın oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. 39Biz onları ancak hak olmak üzere yarattık. Yahut, Biz onları herhangi bir sebepten dolayı değil, ancak iman, itaat, öldükten sonra diriltmek ve amellerin karşılığı olan bir hak, gerçek sebebiyle yarattık. Fakat onların çoğu, Mekke kâfirleri, gafletlerinden ve düşünmemelerinden dolayı işin bu şekilde olduğunu bilmiyorlar. Dolayısıyla öldükten sonra diriltilmeyi, amellerin karşılığının verileceğini inkâr ediyorlar. Âyet, haşrin varlığına delildir. Eğer diriltilme olmayıp, amellerin karşılığı verilmemiş olsaydı, bu yaratılanların hepsi boşuna olurdu. Çünkü Allahü teâlâ onları ve hayatlarını düzenleyecek sebepleri yaratmış, sonrada onları iman ve taatlerle mükellef kılmıştı ki, itaat eden ile isyan eden ayrılıp seçilsin. Birincisi yani itaat erenler Allah'ın lütfuna ve ihsanına mazhar olsun, ikincisi yani isyan edenler de O'nun adaleti gereği cezasına ve azabına çarptırılsın. Dünyada ise bunlar olmaz. Zira dünyada yaşama müddeti kısadır. Faydalarına da çeşitli zorluklar ve zararlar karıştığından gerekli önem verilmez. Bunun için öldükten sonra diriltme ve amellerin karşılığının verilmesi, herkesin yaptığını bulması için gereklidir. Âlemin, yaratılmasının hikmeti, yapılanların karşılığının verilmesidir. Eğer, amellerin karşılığı kâfirlerin söylediği gibi verilmemiş olsaydı, o takdirde, Allah katında mü'min ile kâfirin durumları bir olurdu ki, bu da imkânsızdır. Anlatıldığına göre adamın birisi, osurgan ve domuzlan böceği görmüş ve: ”Allah'ın bunu yaratmadaki maksadı ne acaba? Şeklinin güzelliğinden mi yoksa kokusunun hoşluğundan mı?" demiş. Bunun üzerine Allah ona bir yara vermiş. Doktorlar onu tedavi etmekten âciz kalmışlar ve sonunda tedavisinden ümidini kesip bırakmışlar. Bir gün sokak içinde bağırarak gezen falcılardan bir doktorun sesini işitti ve onu bana getirin durumuma bir baksın dedi. Oradakiler: ”En iyi doktorlar seni tedavi etmekten âciz kaldılar, sıradan bir falcıyı ne yapacak" dediler. O, onu getirin, diye ısrar edince getirdiler. Gelip yarayı gördüğünde bir domuzlan böceği getirilmesini istedi, oradakilerin hepsi güldüler. Hasta hemen daha önce söylediği sözünü hatırladı ve istediği şeyi getirin, zira o adam bilgilidir, dedi. Böcek getirildiğinde onu yakıp külünü yarasının üzerine koydu ve Allah'ın izniyle iyileşti. Bunun üzerine adam orada bulunanlara: ”Allahü teâlâ bana yaratıklarından en bayağı ve âdi olanının en kıymetli ilâç olduğunu öğretmek istedi," dedi. 40Şüphesiz ki, hüküm günü, Hakkın bâtıldan ve haklının haksızdan, ayrılacağı, yaratıklar arasında baba ile oğlu, koca ile hanımı arasında hüküm verileceği kıyamet gününde... Bazıları şöyle dedi: ”Hüküm günü; her çalışkan ile yaptığı işinin ayrılacağı, bunun ihlâslı ve doğruluğunun isteneceği gündür. Kimin niyeti ve yaptıkları doğru bulunursa, bu ondan kabul edilir ve mükâfatlandırılır. Kimin de yaptığı doğru çıkmazsa, yaptıkları onun üzerinde üzüntü olarak kalır." Hepsinin bir arada buluşacağı bir gündür. Yaratıkların buluşacağı vakittir. 41O gün, dostun, akrabalardan ve diğer dostlardan herhangi birisinin dosta hiçbir faydası olmaz. ”Mevlâ" (dost) kelimesi belirsiz olarak getirilmiş olup efendi, köle, azad edilmiş köle, arkadaş, amca oğlu vb. akrabalar, komşu, anlaşmalı müttefik kimse, oğul, amca, bir yere sonradan yerleşen, ortak, kızkardeşin oğlu, velî, Rab, yardımcı, nimet veren, kendisine nimet verilen, seven, tâbi olan ve evlilik yönünden akrabaları içerisine alır, bunların her birine ”mevlâ" denir ve bunların hiç birisinin o günde hiç bir şekilde yardımı olmaz. Dostların, birbirlerine şefaatçi olmak suretiyle azaptan kurtarmada bir faydaları olmazsa, birbirleriyle dostluğu olmayan kimselerin hiçbir faydası olmaz. Bu yalnız kâfirler için geçerlidir. Onlar yardım da görmezler. Onlara inen azabı engelleyemezler ve onlara başkasının şefaatçi olmasını da sağlayamazlar. 42Ancak Allah'ın merhamet ettiği kimseler böyle değildir. Onu affetmekle, hakkındaki şefaati kabul etmekle merhemet ettiği kimseler böyle değildir. Bunlar da müminlerdir. Şüphesiz O, üstündür. Kâfirler gibi azabını dilediği kimselere yardım etmez. Merhametlidir. Mü'minler gibi merhamet etmeyi dilediği kimselere de çok acıyıcıdır. Âyette kıyamet gününde temiz, iyi kimselerle, kötü kimselerin arasının ayrılacağına, dostun dosta, yardımcının yardımcıya, sevgilinin sevgiliye, yakının yakına, şeyhin de müridine eğer iyiliği, amel diyarı olan burada elde etmemişlerse, hiçbir şekilde faydasının olmayacağına işaret vardır. Onlar orada kötülüğü, kir ve pası defedip, iyiliği, temizliği elde etmek için hiçbir yardım göremezler. Ancak Allah'ın merhamet edip de dünyada kalbini temizlemeye muvaffak kıldığı kimse müstesnadır. Nitekim Allah (celle celalühü) şöyle buyuruyor: ”Ancak Allah'a temiz bir kalp ile gelenler o günde fayda bulur." (Şuarâ: 89) Şüphesiz ki, üstün olan O'dur, dilediğini kalp temizliği ile şerefli yapar. Çok merhametlidir, dilediğine de merhamet eder. Anlatıldığına göre iki kardeş vardı, bunlardan birisi öldüğünde diğeri onu rüyasında görür ve ona halini sorar. O da: ”Kardeşim dünyada kim kör ise âhirette de kör olmaktadır," der. İşte bu onun tevbe edip doğru yola dönmesine, hatta sâlih, kemal sahibi kimselerden olmasına neden olmuştu. İyi bil ki,; ilim ve amelden maksat, nefsi temizlemek ıslah etmektir. Bu temizlik oluştuğunda sâlih amelin sevabı, parlak güzel bir bedenin üzerinde kıymetli bir elbise gibi durur. Eğer bu temizlik olmamış ise o zaman sâlih amel, çirkin beden üzerinde bir süs gibi kalır. Kim de dünyada nefsinin çirkinliklerini yok etmek suretiyle kendini güzelleştirirse, kıyamet günü de iç ve dış güzelliklere sahip olarak güzel bir şekilde gelir. Yoksa sadece dış güzellikle gelir ki, o da yapmış olduğu sâlih amelin sevabıdır. Öyleyse şunu iyi bil ki, daha vakit varken çalışmak gerekir. 43Şüphesiz ki, zakkum ağacı. ”Zakkum" : Cehennemde biten bir ağaç olup, cehennemliklerin yiyeceğidir. Ayını'l-Meanî kitabında: ”Zakkum cehennemin altında bir ağaç olup en üstüne kadar yükselir. Ancak kökü diptedir. Tuba ağacının cennette yüksekte olduğu gibi." Keşfü'l-Esrâr'da: ”Zakkum ağacı, dünya ağaçları şeklindedir. Ancak ateştendir. Zakkum onun meyvesidir. Bu çok tiksinilerek yenilen bir meyvedir." denilmiştir. Yine denildi ki,: ”Her ağır gelen yiyeceğe zakkum denir." Lâfız burada alay etme tarzında kullanılmıştır. Nitekim: ”...Onları elem verici bir azapla müjdele." (Âl-i İmran: 21) âyetinde de tebşir (müjdelemek) onlarla alay etmek için kullanılmıştır. Çünkü elem verici azap, gerçekte müjde olmaz. Çünkü Allahü teâlâ zakkum ağacını (Saffât: 64)'de geçtiği gibi cehennemin dibinden çıkartmakla vasfetmiştir. 44Günahkârların yemeğidir. Çok günah işlemiş kimselerin. Bunların kâfirler olduğuna önceki ve somaki âyetler delâlet eder. 45Maden eriyiği gibi... Yani zeytinyağı tortusu gibidir. Yüzüne yaklaştırıldığında, yüz derisi akıverir. Maden eriyiğine benzetilmesi, siyah kalın tortu şeklinde olmasındandır. Bazıları şöyle dedi: ”Maden eriyiği, eriyinceye kadar ateşte bekletilen, demir, kurşun ve tunç gibi madenlerin eriyiği türündendir. Yiyeceğin bakır ve tunç gibi maddelerin eriyiklerine benzetilmesi sıcaklığının şiddetini ifade etmek içindir. Yoksa kaynadığını ifade etmek için değil. Bu yiyecek, kâfirlerin karınlarda kaynar. 46Sıcak suyun kaynaması gibi. Sıcaklığı son haddine ulaştığında sıcak suyun fokurdaması gibi, ki, mide bundan tiksinir, istemez. Nikekim bir hadiste: ”Ey insanlar! Allah'tan hakkıyla sakınıp korkun, zira zakkumdan bir damla yeryüzüne damlatılacak olsa, dünyadakilerin yiyeceklerini acıtır. Kaldı ki, yiyeceği zakkum olan kimsenin hali nasıldır?" (5) buyurulmaktadır. 5- Hadisi Tirmizî, Sıfatu Cehennem bölümünde rivayet etmiş ve hadisin ”hasen sahih" olduğunu söylemiştir. Bkz. Camiu'l-Usûl, 10/516. Âyette, günahkârın heva putuna kulluk edip, hırs ağacını diken, sonra da dünyada nefsin arzu ettiği şekilde tatlı nefsânî şehvet meyvelerini yetiştiren kimse olduğuna ve bunun âhiretteki yiyeceğinin, vasıfları yukarıda bilidirilen zakkum olduğuna işaret vardır. 47'Tutun onu. Bu hitap, kıyamet gününde zebanileredir. Onlara: ”Günahkârları yakalayın," denir. Hemen onları başlarından ve ayaklarından yakalarlar. Cehennemin ortasına sürükleyin. Şiddetli ve sert bir şekilde onu sürükleyerek götürün. 48Sonra başının üstüne kaynar su azabından dökün.' Dökmek yukarıdan aşağıya doğru olur, azap ise dökülmez, çünkü akıcı maddelerden değildir. Gerçekte sanki başlarının üzerinden kaynar su dökülmektedir. Ki bu da azap çeşitlerinden birisidir. 49(Ve deyin ki,:) 'Tat bakalım. Bu alçaltıcı, rüsvay edici azabı tat bakalım. Hani sen (kendince) kavminin yanında üstündün, şerefliydin! Yani ona bu sözleri, kendini üstün ve şerefli sanmasına binaen, alay edip, başına kakarak söyleyin. Ki, bunun anlamı da onun alçak ve zelil olduğudur. Nakledildiğine göre Ebû Cehil Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle dedi: ”Mekke'nin iki dağı arasında benden daha üstün ve şerefli kimse yoktur. Allah'a yemin olsun ki, senin de, Rabbinin de bana bir şey yapmaya gücü yetmez." İşte âyet ona ve onun gibilerine tehdit olarak inmiştir. Şaşılacak bir tavırdır ki,; Ebû Cehil, Allah'ı yüceltmek için O'nun adına yemin ediyor, sonra da O'nun gücünü, kudretini inkâr ediyor. Halbuki Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) O'ndan başka hiçbir ilâha duada bulunmuyordu. Söylenilen bu söz, küfrün şaşkınlığından, cahilliğin ve enaniyet taassubunun sonucundadır. Nitekim gene onlar: ”...Gökten üzerimize taş yağdır" demişlerdi. (Enfâl: 32) Ayetteki ”tat" sözcüğünde, onun dünyada da azap gördüğünü ancak gaflet uykusundan, perdenin yoğunluğundan, azabın acısını tadamadığma işaret vardır. Ama öldüğünde uyanacak, kendi nefsine yaptığı zulmün acısını tadacaktır. 50İşte bu azap, o şüphelenip durduğunuz şeydir.' Dünyada, şüphelenip durduğunuz veya hakkında boş yere tartıştığınız şeydir. Bu şüphe ancak şeytanın vesveselerinden, nefsin fısıltılarından olup, bunların defedilip, gönül sıfatı olan yakîn ile vasıflanılması gerekir. Gene şunlar da bu şüphe türündendir: Kur'an'ın bazı hükümlerini ve emirlerini inkâr edip, önemsemeden günahlarda ısrar etmektir. Eğer bir kimse kasden namazı terkeder, kaza etmeye de yellenmezse ve Allah'ın cezasından korkmazsa kâfir olur. Çünkü Allah'ın cezasından emin olmak küfürdür. 51{Müttakîler ise hakikaten} küfreden ve isyanlardan sakınan, mü'minler ve itaat edenler güvenilir bir makamdadırlar. Kalınacak bir yerdedirler. ”Makam" aslında ayakta durma yeri demektir. Daha sonra mutlak olarak yer anlamında kullanılmıştır. Hatta oturulan yere de makam denilir. Burada kalan, âfetlerden ve bırakılıp gitmekten emniyettedir. Güven, korkunun zıddıdır. ”Emin" de güvenilir kimse demektir. Zemahşerî başka bir yöne işaret etmiştir. O da, emîn kelimesi, hiyânetin zıddı olan emanet kökünden gelmektedir. Aslında emîn (güvenilir) kelimesi yerin sıfatı değil, o yerde bulunanın sıfatıdır. Yani emin olan yer değil, o yerde bulunandır. Burada istiare sanatı yoluyla sanki korkulu bir yerde kalan kimsenin karşılaşacağı zorluklardan dolayı hüzünlü olacağı anlatılmak istenmiştir. Yahut bu bir kinayedir. Çünkü vasıf, kalanın yeri için sabit olunca, onun için de geçerli olmuş olur. Nitekim şöyle demişlerdir: ”İzzet elbiselerinin arasında, cömertlik de abasının altındadır." 52Bahçelerde ve pınar başlarındadırlar. Bunlar, kalınacak güveni lir yerlerin şerefine, içinde bulunan hoş yiyeceklere ve içeceklere delâlet etmesi için zikredilir. Pınarlardan maksat, akıp giden nehirlerdir. 53İnce ipekten ve parlak atlastan giyerek... Atlas; ipek çeşitlerinin en değerli sidir. Gerçekte ipek iki çeşittir. Bir çeşidi; ipek ne kadar ince olursa o kadar iyi ve nefis olur. Diğer çeşidi ise; ne kadar ağır ve ibrişimi çok olursa o kadar nefis ve güzel olur. ”Sündüs" ince ipek, ”istebrak" ise kaim olan ipektir. Bana göre; ipek Allah'a yakın kılınanların giyeceği, atlas ise iyilerin giyeceğidir. Bunu, yakın kılınanların içeceğinin cennette saf bir pınar olan ”tesnim" olması, iyilerin içeceğinin ise, bir kokuyla karışımı yapılmış halis bir içecek olması göstermektedir. Atlas anlamındaki ”istebrak" lâfzı, Arapçalaşmış yabancı bir terimdir. Yabancı bir terimin, Arapça olan Kurana gelmesi caizdir. Çünkü bu türden olan terim, Arapça terimler gibi kullanılarak Arapçalaştığında yabancı olmaktan çıkmış olur. Bunun üzerine kim, ”Kur'an yabancı bir dildendir" derse kâfir olur. Çünkü bu Allah (celle celalühü)'ın şu sözlerine ters düşer: ”Biz onu Arapça bir Kuran olarak indirdik." (Yusuf: 2) Ancak Kur'an'da yabancı kelimeler vardır diyenin durumuna bakılır. Eğer Kur'an'da Arapçalaştırılmak yoluyla yabancı kelimenin bulunduğunu söylerse doğrudur. Ama Arapçalaştırılmadan vardır derse yanlış olur. Karşılıklı otururlar. Birbirlerine ısınmak, ünsiyet kurmak için meclislerde birbirlerinin yüzlerini görecek şekilde karşılıklı otururlar. Oturdukları divanlar onlarla beraber döndüklerinden birbirlerinin ensesine bakamazlar. Bu şekilde olması aralarında ünsiyetin tam oluşması içindir. Bazıları şöyle dedi: ”Birbirlerine öfke ve hasedlikle sırt çevirmeden, sevgiyle yönelerek otururlar. Çünkü Allah, cennete girdiklerinde göğüslerinden kini söküp almıştır." 54İşte böyle! Bunun yanısıra, durumları böyleyken Biz onları iri gözlü hurilerle eşlendiririz. Böylece bazen dostlarının ünsiyeti ve karşılaşmasıyla, bazen de iri gözlü hurilerden olan kadınlarla beraber olup oynaşmakla zevklenirler. el-Müfredât’da denildi ki: ”Kur'an'da 'zevvecnâ hüm huran' (Onları hurilerle evlendiririz.) lâfzı gelmedi. Çünkü orada bu dünyadaki gibi nikâh yoktur." Bunun sebebi de söyle açıklanmıştır: Cennette evlilik akdi yoktur. Çünkü bunun faydası helâl kılmak içindir. Cennet ise haram ve helâl, mükellef kılma diyarı değildir. ”Hûr", beyaz anlamındaki ”havra" kelimesinin çoğuludur, ”îyn" ise ”ayna" kelimesinin çoğulu olup iri gözlü demektir. Buna göre Huri, bembeyaz, tertemiz kadınlar olup, beyazlıklarından, renklerinin safiliğinden gözler hayran kalır. İri, güzel gözlüdürler. Gözlerinin beyazı çok beyaz, siyahıda çok siyahtır. Kiprikleri ince olup gözleri ceylan gözüne benzer. Ceylan gözü Âdemoğullarında yoktur, ama istiare sanatıyla bazı gözler benzetilir. Hurilerin, dünya kadınları veya başka kadınlar olduğu hususunda ihtilâf edildi. Hasan (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Onlar dünya kadınları olup Allah (celle celalühü) onları tekrar değişik bir surette yaratır." Ebû Hureyre (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Onlar dünya kadınlarından değildirler." 55Orada güven içinde (canlarının çektiği) her meyveyi isterler. Ne olursa olsun, onları üzecek her şeyden, özellikle bu meyvelerin tükenip kesilmesinden, çok almaktan zarar vermesi ve kalbin perdelenip körelmesinden emindirler. Meyvelerden canlarının çekip arzu ettiklerinin getirilmesini emredip isterler. Bu meyvelerden hiçbiri, bir mekâna veya zamana özel değildir. Dünyada ise böyle birarada bulunmazlar. Yani dünya meyveleri her yerde her zaman bulunmaz, onlar için belirli zamanlar vardır ki bu zamanlardan önce veya sonra bulunmazlar. Görünüşte iri güzel gözlü hurilerle beraber olup, canlarının çektiği nimetlerle'zevklenirler. Ama kalpleriyle de Allah'a (celle celalühü) yönelmiş olurlar. 56İlk tattıkları ölüm dışında, orada, cennette, artık ölüm tatmazlar. Ancak ilk ölüm ki, onu da cennete girmeden önce tatmışlardır. Onların razı olunan hayatları, ebedî hayatla iç içedir. Cehennem ehlinin ise rızaya uygun bir hayatı yoktur, onlar cehennemde ölmeyeceklerdir. Dirlik yüzüde görmeyeceklerdir. Denilmiştir ki; ”Cennette on şey yoktur: İhtiyarlık, uyku, ölüm, korku, gece, gündüz, karanlık, sıcaklık, soğuk, çıkmak." Ayetteki istisnanın, bitişik, muttasıl istisna olması da mümkündür. O zaman maksat, ölümü tatmanın kesinlikle olmayacağını belirtmek olur. Sanki şöyle denmiştir: Onlar, cennette ölümü tatmayacaklardır. Ancak ilk ölümün tadım ileride tatmak hariç önceki ölümün tadını sonra tatmak ise mümkün değildir. Özellikle yaşama yurdu olan cennette hiç olmaz. Öyleyse bu, bir şeyi, muhal olan bir şeye bağlamak kabilindendir. Bu ifade tarzı şu âyetteki ifade gibidir: ”Geçmişte olanlar bir yana, babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin." (Nisa: 22) Anlatılmak istenen; onlar cennette kesinlikle ölümü tatmayacaklardır. Aynı bunun gibi, babalarının geçmişte evlendikieriyle kesinlikle evlenmezler. Allah oniarı cehennem azabından korur. Yani onları ateşten korur, onu onlardan uzaklaştırır. 57(Bunlar) Rabbinden bir lütuftur. Müttaıkîlere, zikredilen cennet nimetlerinden verilmesi ve cehennem azabından kurtarılması, Allahu teâlâ'dan bir lütuf ve bahşiştir. Yoksa eksik, sakat amellerinin karşılığı değildir. Ehl-i sünnet, kulun cehennemden kurtularak, cenneti ve nimetlerini kazanmasının hepsinin ancak Allah'ın (celle celalühü) lütfü ve ihsanı ile olabileceğine bu âyeti delil göstermektedir. Bunlardan hiçbirini yapmak O'na vacip değildir. Söz konusu nimetlere kavuşmak Allah'ın lütfuyia olduğuna göre, istihkak sahibi olmak da kalkmış olur. Öyleyse bütün iyilikler, müttakîlere Allah (celle celalühü)'tan bir lütuftur. Zira onları başta lütfuyia yaratmış, kazanma sebeplerinden de çıkarmıştır. Çünkü kazanmak bile bir lütuftur; eğer olgunlukların kazanılması, kerametlerin elde edilmesi için güç yaratılmamış olsaydı, kul bunlara ulaşmaya yol bulamazdı. Nitekim bir hadiste: ”Sizden hiç bir kimseyi ameli cennete sokamaz, ateşten de koruyamaz. Hatta beni bile, ancak Allah'ın rahmetiyle olursa müstesna." (6) Yani bende cennete ancak Allah'ın rahmetiyle girebilirim. Yoksa amelimle değil. Bundan maksat, amelin değerini küçümsemek değil, aksine onunla gururlanmaktan sakındırmak ve onun ancak Allah'ın lütfuyia tamamlanabileceğini izah etmektir. 6- Hadisi burada manâsıyla nakletmiştir. Metni ise; ”Sizden hiçbiriniz ameli ile cennete giremez. Sende mi? denildiğinde: Evet ben de, ancak Allah beni rahmetiyle ve lütfuyia bürüyüp kuşatmıştır." Müslim, Camiu'l-U'sûl, 1/307. İbn-i Melek şöyle dedi: ”Hadiste ehl-i sünnetin mezhebinin doğruluğuna delâlet; Mu'tezilenin, cennete sadece amel ile girilebilir tarzındaki inançlarının yanlışlığına da delil vardır." Allahü teâlâ 'nın şu sözü: ”Yapmış oluduğumız iyi işlere karşılık cennete girin." (Nahl: 32) ve benzerleri ise hadisin mânâsına ters değildir. Çünkü âyet, amelin cennete girmeye sebep olduğunu açıklamaktadır. Hadiste nefyedilcn ise amelin bizzat neden ve gerektiriri âmil olmasıdır. Denildi ki: ”Cennete girmek Allah'ın rahmetiyle, derecelerin paylaştırılması yapılan güzel amellerle, ebedî kalmak da niyetlerle olur. Bu üç makamdır. Bedbahtların diyarına yani cehenneme girmek de aynı şekilde Allah'ın adaletiyle, azap tabakasına yapılan kötü amellerle, orada ebedî olmak da niyetlerle olur. Gerçekte, ebedî olan bu azabı muhalefetlerinden, başkaldırmalarından dolayı haketmişlerdir. Nitekim, ebedî saadet de hakka muvafakat edip kabul etmekle kazanılmıştır. Eğer ateşe giren âsiler emirlere muhalefet etmeselerdi Allah da onlara şeriatın hükmüne göre azap etmezdi." Allah'tan bize, bütün Müslümanlara sâlih amelleri yapmaya muvaffak kılmasını ve bize hayayı ihsan etmesini niyaz ediyoruz. İşte büyük kurtuluş budur. Bunun ötesinde kurtuluş yoktur. Çünkü bu bütün serlerden pak olup, her isteğe nail olmaktır. Müfredat'da belirtildiği gibi ”fevz", selâmetle zafere ulaşmaktır. Fakîr (müellif) de şöyle der: ”Ölüm de bu kurtuluşa vesile ve kapı olduğundan: 'Ölüm mü'mine hediyedir.' buyrulmuştur. Ölüm her ne kadar bir yönden yok olmak olsa da, diğer yönden kurtuluştur. Bunun için denilmiştir ki: Ölüm herkes için hayırlıdır; mü'mine hayırlı olması; onun sebebiyle, bulunduğu hapisten kurtulup cennet bahçelerindeki daimî nimetlere ulaşmasındandır. Âsi kimseye hayırlı olması ise; dünyada ona mühlet verilmesidir. Bu mühlet verme onların isyanlarının ve günahlarının artmasına sebep olur. Nitekim bunu Allah şöyle bildiriyor: '...Onlara ancak günahlarını artırmaları için fırsat veriyoruz...' (Âl-i İmran: 178) Bu da azabın artmasına neden olur." 58Biz onu (Kur'an'ı) senin dilinle kolaylaştırdık, senin dilinle indirmekle apaçık olan Kitabın anlaşılmasını kolaylaştırdık ki düşünüp ibret alsınlar. Kavmin onu anlayıp düşünsünler ve gereğince amel etsinler diye. Bunu yapmadıkları taktirde: 59Artık sen gözetle. Artık sen onların başına gelecek olan kaderlerini bekle. Çünkü bunları görmekte inananlara ibret, müttakîlere öğüt vardır. Şüphesiz onlar da gözetlemektedirler. Onlar senin başına felâketlerin gelmesini beklemektedirler. Fakat bu sana zarar vermez. Çok yakında sennin ümitlerin tahakkuk edecek, onların ümitleri ise boşa çıkacaktır. Yahut, sen sevabı bekle, onlar ise cezayı beklemektedirler. Çünkü kötülük eden işlediği kötülüğün cezasını bekler. Âyette birçok faydalar vardır: Bunlardan birincisi; Allahü teâlâ 'nın Kuranın kolaylaştırıldığını açıklamasıdır. Kolaylaştırma zorlaştırmanın tersidir. Diğer bir âyette şöyle buyurulmuştur: ”Doğrusu biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz. ” (Müzzemmil: 5) İki âyetin arasında görünüşte tezatlık vardır. Cevabı şöyledir: Kur'an diller için kolay, mükelleflere zor gelen sorumluluklar kapsaması açısından ağırdır. Şüphesiz ki dille okumak, yaşamaktan daha kolaydır. Bununla ilgili bir espiri anlatılır: Zenginlerden birisinin oğlu hastalanır. Ona; kurban kes, böylece belki Allah oğluna şifa verir, derler. O da: Hayır, Kur'an okuyacağım, der. Bazı arifler bunun üzerine şöyle der: ”Kur'an'ı seçmesi onun dilinde olmasından, kurbanı kesmekten yüz çevirmesi de kalbinde olmasındandır. Çünkü mal sevgisi kalpte yerleşmiş olup çıkartılması zordur. İkinci fayda: Allahu teâlâ ”senin dilinle" buyurdu. Bununla sözünü onlara eğer vasıtasız olarak duyursaydı, dayanamayıp hepsinin öleceğine işaret etmiştir. Cafer es-Sıddık (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Eğer kolaylaştırılmasaydı, yaratıklardan hiçbiri, Kur'an'dan bir harfi bile okumaya güç yetiremezlerdi. Zira o ezelî ve ebedî olan Allah'ın kelâmıdır, buna nasıl güç yetirebilsinler?" İbn-i A'ta'da şöyle dedi: ”Kullarından dilediğinin diline okunması kolaylaştırılmış olup, bir an bile onu okumaktan usanmazlar, kullarından dilediğine de onu okuma kapısı kapatılmış olup, bir an bile onu hatırlayamazlar." Üçüncü fayda: Bazı Mu'tezilîler ”düşünüp ibret alsınlar" sözünü, Allah'ın bütün herkesten imanı istediğine, hiçbir kimseden küfrü istemediğine delil olarak kullanmışlardır. Kendilerine şöyle cevap verilmiştir: ”Düşünüp ibret alsınlar" sözü sebep ifade etmektedir. Mânâ: Kavmin onu anlayıp ibret almasını istedi, olur. Veya düşünüp ibret almaları, öğüt almaları sonra da onlardan azap kaldırıldıktan sonra vaad ettikleri imanı yerine getirmeleri için kolaylaştırılmıştır. Mutezilenin yaptığı gibi dilemek şeklinde mânâ verilmesi yanlıştır. Çünkü dilemek, kesinlikle dilenen şeyin olmasını gerektirir. Dördüncü fayda: Hadiste vârid olduğu gibi, ferahlığı, kurtuluşu beklemek ibadettir. Çünkü bu imandandır. Bu sûrenin fazileti hakkında sahih hadisler gelmiştir. Peygamberimiz şöyle buyuruyor: ”Kim Cuma gecesi Hâ. Mîm. Duhân sûresini okursa affolunmuş olarak sabahlar."0' Gene Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Kim bir gecede Duhân suresini okursa, yetmiş bin melek sabaha kadar onun için af diler, ”(8) buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu iki hadisi Ebû Hureyre (radıyallahü anh) rivayet etmiştir. Birincisini Tirmizî nakletmiştir. Ebû Ümâme (radıyallahü anh) şöyle dedi: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle söylediğini işittim: ”Kim Hâ, Mîm, Duhân'ı Cuma gecesi veya Cuma günü okursa Allah ona cennette bir ev bina eder." Ev, geceleyin insanın sığınağı olduğundan, Kuran okumakta da genellikle istirahatı terkederek gecenin ihyası gerçekleştiğinden, sanki cennette evin bina edilmesi, istirahatı terketme pahasına geceleyin yapılan okumanın karşılığı olmuştur. Böylece mükâfatda yapılan amelin cinsinden verilmiş olmaktadır. Hadiste geçen ”Cuma günü okumak" geceye yorumlanmıştır. Rızasını kazanmaya, âyetlerini okumaya, beyanatlarının hakikati ile amel etmeye muvaffak kılan ancak Allah'tır. İnayetine lâyık olanlara yardım eden de O'dur. Allahu teâlâ'nın yardımıyla Duhân Sûresi'nin tefsiri tamamlanmıştır. |
﴾ 0 ﴿