CÂSİYE SÛRESİMekke devrinde nazil olmuştur, 37 âyettir. 1Hâ. Mîm. Yani bu surenin adı Hâ. Mîm'dir. 2Kitabın içinde sûrelerin ve özellikle bu sûreyi edilenin bulunduğu Kuranın indirilişi azız ve hakîm olan Allah tarafındandır. Bu ifade gösteriyor ki kitap yani Kur'an, haktır ve gerçektir. Yine âyet metninde yer alan ”el-azîz" kelimesi Kuranın muciz olduğunu yani kimsenin benzerini getiremeyeceğini, benzerini getirme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlanacağını ifade etmektedir. ”el-Hakîm" kelimesi ise Kur'anın içinde kesin hikmetler olduğuna ve başkaları tarafından yürürlükten kaldırılmayıp aksine kendi kendisini nesh edebileceğine delâlet etmektedir. Ayrıca bazı karşıtların iddia ettiği gibi bir şiir veya kehanet ya da benzerini getirmenin mümkün olabileceği Rasûlüllah tarafından uydurulmuş bir takım sözler olmadığına işaret etmektedir. Yine bu ifade, Kur'anın Rüstern İsfendiyar ve başkalarının kıssaları gibi eskilerin uydurdukları bir takım mitolojiler, uydurma hikâyeler olmadığını göstermektedir. Şu halde insan, Kur'an'ın değerini bilmeli ve kalbini onunla doldurmalıdır. 3Şüphesiz göklerde ve yerde yani bunların yaratılışında ve yıldızlar, dağlar, denizler vb. Yüce Allah'ın kudretinin nişaneleri olan şeylerin yaratılışında inananlar için âyetler vardır. Yani tasdik eden kimseler için Yüce Allah'ın Rab olduğunu gösteren canlı deliller, tevhid ehli için ilâhî deliller vardır. Burada özellikle mü'minlerin isimlerinin anılması, bu deliller ve canlı şahitlerden onların yararlanmaları sebebi iledir. Çünkü onlar yaratılmışlara bakarak yaratıcıya ve yoktan var edilmiş olan şeylere göz atarak, bunun yapıcısına gitmekte ve onun vahdaniyetine inanmaktadırlar. Zaten bu da imamn ilk kapısı olmaktadır. Bu sebeple iman ”iykaıı"a (kesin olarak görüyormuşçasına iman) takdim edilmiş, önce getirilmiştir. Bu âyette ”muzaf"ın (tamlanan) getirilmeyerek ”göklerde ve yerde... ”şeklinde söylenmesi daha sonra gelecek âyette de bu muzafın getirilerek ”sizin yaratılışınızda..." şeklinde zikredilmesinin sebebi şudur: Gökler ve yeryüzü birer yaratılmış mahluk olsalar bile yaratıklardan hiçkimse onların yoktan var edilişlerini görmemiş, buna şahit olmamışlardır. Nitekim bu gerçeğe Yüce Allah: ”Ben onları ne göklerin ve yerin yaratılışına ne de bizzat kendilerinin yaratılışına şahit tuttum" (Kehf: 51) buyurarak işaret etmiştir. İnsanın ve onun yaratılışına dahil olan diğer canlıların yaratılışları ise böyle değildir. Çünkü bunların yaratılışları vasıtası ile ilk kez nasıl yaratıldıkları çıkarılabilir ve yine onların yaratılışları, üreyip çoğalmaları müşahade edilebilir. Şu halde bu canlılarda yaratılmış olma niteliği yer ve göklerden dalia belirgin olmaktadır. 4Sizin yaratılışınızda yani sizin nutfe (sperm)den yaratılışınızda, sonra yaratılış tamamlanıncaya kadar kan pıhtısından başlayarak çeşitli merhaleleri aşıp yaratılışınızın tamamlanmasında ve yeryüzünde yaydığı canlılarda... Bunun mânâsı şudur: Sizin yaratılışınızda ve Yüce Allah'ın yeryüzüne yayıp dağıtmış olduğu çeşit çeşit şekil ve biçimlerde sayısız olarak yaratmış olduğu hayvanlarda ibret verici işaretler vardır. Burada Yüce Allah'ın adının zikredilmeyerek zamir getirilmesi az önce yukarıda zikredilmiş olmasındandır. Eşyaya bulunduğu hal üzere bakarak Kesin olarak inanan bir toplum için ibret verici işaretler vardır. ”Yakın" marifet, dirayet ve benzeri durumlardan daha ileri derecede bir bilgi mertebesidir. ”Yakîn" ile ”iman" arasında çok fark vardır. İmanın aslı, yakîndir. Bu sebeple Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yakîni şu sözleri ile istemiştir: ”Allah'ım senden kalbimi kaplayan iman ve sonu inkâr olmayan yakîn istiyorum." Yüce Allah, yukarıdaki âyette üçüncü âyette ifade ettiği gibi ”inananlar için" demeyip tersine ”kesin olarak inanan bir toplum için" demekle birincilere göre bu ikincilerin az olduklarına işaret etmektedir, ikan mertebesinin insanların yaratılışlarına bakılarak sağlanacağı ifade edilmiştir. Çünkü ondan daha öncesi âfâkm yani dış âlemin yardımıyla iman olup bu da insanın dışındadır. Bu ikincisi ise nefislerin vasıtası ile elde edilen imandır ki, insanın iç âlemindedir. İşte bu, imanın en özel derecelerindendir. Çünkü insan, imanını âfâkî mertebede (dış dünyadaki alametlerle) tamamlayacak olursa, nefislerin müşahadesi mertebesinde bir imana yükselmiş olur. Yakînin mükemmelliği birinci mertebede değil bu son mertebede ve derecededir. Çünkü bir insanın kendi iç alemindeki gerçekleri bilmesi kendi dışındaki şeyleri bilmesinden çok daha güçlüdür. Zira bu ikinci durumda insanı yalanlayacak hiçbir şey yoktur. Bu sebeple ”zaruri bilgi" (zorunlu olarak elde edilen bilgi) istidlali, yani dış dünyadaki alâmetlerin yardımı ile elde edilen ilimden çok daha güçlüdür. Yeryüzündeki canlıların yaratılışının insanın yaratılışına katılması bütün bunların tamamının yaratık cinsi olmaktaki ortak noktaları dolayısıyladır. Alimin biri der ki: ”Her hangi bir kul, yeteneğindeki güzelliğe zahiren ve batini olarak iyice dikkat edip bakarsa ve en güzel biçimde yaratıldığını gözleyecek olursa, boyunun poşunun düzgünlüğünü, biçiminin ve gidişinin güzelliğini, aklının mükemmelliğini ve her şeyi birbirinden ayırmadaki tam yeteneğini görecek olursa ve vücut organlarında kendine mahsus özellikleri müşahade edip sonra da diğer hayvanların vücutları, organları, yünleri ve karakterleri üzerinde adamakıllı düşünecek olursa, o zaman insanoğlunun anlama, akıl, her şeyi birbirinden ayırdetme sonra da iman etme hususunda cinlerden üstün olduğunu; emaneti yüklenme, eşyanın isimlerini öğrenme ve Allah'ın yeryüzünde halifesi ve mukarrabin meleklerin secde ettiği bir yaratık olduğunu, ardından bu faziletlerin ve menkıbelerin yalnız kendine mahsus olduğunu görürse, kesin olarak anlar ki, Yüce Allah onları şerefli kılmış ve birçok yaratıktan üstün tutmuştur. 5Gecenin ve gündüzün değişmesinde yani gecenin ve gündüzün peşpeşe gelmesinde ya da onların uzunluk ve kısalık bakımından birbirinden farklı olmasında veya gecenin karanlık, gündüzün aydınlık olmasında Allah'ın gökten indirmiş olduğu rızıkta yani yağmurda ki, yağmur rızka sebebtir. Yağmur kavramının rızık kelimesi ile ifade edilmesi, yağmurun Yüce Allah'ın kudretine ve rahmetine bir delil olduğuna dikkatleri çekmek içindir. Ve ölümünden sonra yani yeryüzünün kuruyup hayat belirtilerinden uzaklaşmasında, üzerinde bitki bitirme kuvvetinin yok olmasında, meyve ağaçlarının meyvesiz kalmasından sonra yerden çeşit çeşit ekinler, meyveler ve bitkiler çıkarmak sureti ile yeri onunla diriltmesinde, rüzgârları estirmesinde aklım kullanan bir toplum için dersler vardır. Bu âyette yağmurla ıslanan yeryüzü, doğumun ve gelişmenin başlangıcı olmaları bakımından canlıların ruhuna; ayrıca bu rutubetin yok olması da ruhun gidip cesedin ölmesine benzetilmektedir. Âyette ”rüzgârın estirilmesi" demek rüzgârın bir yönden diğer yöne gönderilmesi, bir durumdan bir başka duruma çevrilmesi demektir. Çünkü rüzgârın doğudan eseni olduğu gibi batıdan, güneyden ve kuzeyden eseni vardır. Yine sıcak, soğuk faydalı ve zararlı rüzgârlar vardır. Normalde önce rüzgâr esip sonra yağmur yağdığı halde âyet metninde rüzgârın esmesinin yağmurun yağmasından daha sonra ifade edilmiş olmasının sebebi: Ya rüzgârın da başlıbaşma ayrı bir delil olduğunu vurgulamak içindir. Çünkü kâinattaki durum gözetilecek ve buna göre ifade edilecek olsa idi belki de rüzgârların estirilmesi ve ardından yağmurun yağmasının bir tek delil ve alâmet olduğu kanaati uyanabilirdi. Ya da rüzgârın esmesi, sırf yağmurun meydana gelmesi için bir delil olmadığından tersine hem yağmur ve hem de gemilerin denizlerde yol alması olayında olduğu gibi başka yararlarının da bulunmasından dolayıdır. "Dersler" şeklinde Türkçeleştirilen ”âyât" kelimesi, buraya kadar geçtiği üç yerde de elif lamsız olarak getirilmesinin sebebi, nicelik ve nitelik olarak bu ders ve ibretlerin şerefinin vurgulanması içindir. Bilgiyi kabul etmek için hazır olan yüce akıldır. İnsanın bu güç sayesinde elde ettiği bilgiye akıl denir. Bu sebeple Emiri'l-Mü'minîn Hazret-i Ali kerremallahu veçhen der ki: ”Akıl iki çeşittir: Matbu ve mesmu'. (Matbu: insanın kendisinden kaynaklanan, Mesmu' ise, duyu organları ile elde ettiği demektir.) Matbu akıl, mesmu' yoksa bir fayda sağlamaz. Tıpkı insanın gözünün nuru yoksa güneşin bir anlam ifade etmediği gibi. İşte yüce Allah'ın ”...Fakat onları ancak bilenler düşünüp anlayabilir." (Ankebût: 43) âyeti kerimesinde kastedilen bu akıldır. Kâfirlerin akılsızlıkla kınandıkları her yerde işaret olunan birinci değil ikinci akıldır. Buna karşılık aklı olmadığı için kuldan mükellefiyetin kaldırıldığı her yerde kasdedilen akıl ise birinci akıldır. Buna göre âyetin mânâsı şöyle olur: Gündüzün ve gecenin değişmesinde akıl gözleri ile bakan ve bunlardan ibret alan toplum için dersler vardır. Çünkü görülen şeyler bunları yaratan bir yaratıcının olduğuna, O'nun muazzam bir kudreti ve hikmeti olduğuna çok açık delildir. Ayette, akıllı olan kimselerin zikredilmesinin sebebi, bu delillerin, işaretlerin ve derslerin ancak akıl sayesinde kavranabileceğindendir. Her halde burada sadece aklın zikredilmesi ve iman ile ikandan sonra getirilmesinin sebebi şudur: Bu son delil, hem gökyüzünde hem yeryüzünde ve hem de bunların arasındadır. İnsanın aklının bütün bunları anlama gücü ve iman ve ikan mertebelerini elde etme fonksiyonu vardır. Bu âyette Yüce Allah'ın dinî ilimleri bir yandan kesbî kılıp deliller yardımıyla destekleneceğine, bir yandan da vehbî kılıp canlı şahitlerle tahkik edileceğine işaretler vardır. Bunlara basiret gözü ile bakmayan kimsenin ayağı, sıratı müstakimden kayar ve cehennem azabına düşer. Bu gün böyle bir kimse şaşkınlık ve taklit içinde bocalarken âhirette ebedî ceza ile tehdit edilmektedir. Yüce Allah bizi ve sizleri delil ve şahitlerden istifade edenlerden eylesin ve bizleri bütün inkarcı ve kâfirlerin körlüğünden muhafaza buyursun. Çünkü O, birdir ve tektir. 6İşte sana gerçek olarak Cebrail vasıtası ile okuduğumuz bunlar, sûrenin başından beri okuduğumuz Kur'an âyetleri, kâinatın yaratılışına dair alâmetlere ve delillere işaret eden Allah'ın âyetleridir. "Bunlar" şeklinde tercüme edilen" tilke" kelimesinin yukarıda zikredilen delillere işaret etmesi mümkündür. Buna göre mana şöyle olur: Yüce Allah'ın Vallığına, birliğine, kudretine, ilimine ve hikmetine işaret eden bu delilleri sana okuyoruz. Yani onlara delâlet eden ilâhî nazmı okuyoruz. Artık Allah'tan ve O'nun âyetlerinden sonra âyette önce Allahü teâlâ 'nın adının zikredilmesi O'na tazim içindir. Arapçada buna benzer örnekler vardır. Meselâ: Zeyd ve onun cömertliği hoşuma gitti, şeklinde kurulan cümlede asıl maksat, Zeyd'in cömertliği hoşuma gitti, demektir. Ancak isminin açıkça zikredilmesi ona saygı içindir. Bir örnek de âyetten vermek gerekirse: ”Bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Rasûlü'ne, onun akrabalarına...aittir." (Enfâl: 41) Bu âyette de Yüce Allah'ın isminin zikredilmiş olması tıpkı yukarıdaki gibi O'na tazim içindir. Hangi söze ve hangi habere inanacaklar? Yani semavî kitapların arasında Kur'an-ı Kerim, muciz ve gözkamaştırıcı bir kitaptır. Bu kitaba inanmadıklarına göre ondan sonra hangi kitaba inanacaklardır? Yani bu kitaptan başka bir kitaba inanmazlar. Bazıları demişlerdir ki; âyetin mânâsı şudur: Kur'an Yüce Allah'ın en son kitabı, Hazret-i Muhammed de peygamberlerinin sonuncusudur. Eğer ona iman etmezlerse, Kur'andan sonra bir başka kitap ve bir başka peygamber gelmeyeceğine göre hangi kitaba inanacaklardır? Bu âyeti kerimede işaret ediliyor ki, imanın kalbte doğması, ancak Allah'ın yardımıyla, onu kalblerde yazması ile ve müminlere delilleri işaretleri göstermesi ile mümkündür. Eğer bunlar olmayacak olursa mantıkî ve aklî bir takım delillerle imanın kalbte doğması mümkün değildir. İbn Abbas'ın rivayet ettiğine göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sahabelere sorar: ”Mahlukatın içinde imam en hayret verici olan size göre kimdir?" Sahabe cevap verir: ”Meleklerdir." Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Melekler her şeyi açık seçik gördüklerine göre neden iman etmesinler?" Sahabe: ”Peygamberlerdir" der. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Peygamberlere Cebrail gökten emirleri indirip dururken nasıl olurda iman etmezler?" Sahabe: ”O halde senin sahabelerindir," derler. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Sahabelerim bunca gördükleri gerçekler dururken nasıl olur da iman etmezler? Bence imanı en hayret uyandıran insanlar benden sonra gelip beni görmedikleri halde bana iman eden, beni görmedikleri halde tasdik eden kimselerdir. İşte onlar benim kardeşler imdir," buyurur.(1) Bu hadisi şerifte işaret olunuyor ki kalpte doğan bir takım delil ve şahitlere dayalı olan iman dış dünyadaki bazı delillere dayalı olan imandan daha üstündür. Her birinin makamı ve mertebesine göre bir üstünlüğü vardır. İman ve tevhid ehli mutlak olarak bağışlanmıştır. 7Vay haline, her yalancı... Âyetin orjinal metninde yer alan ”effak" kelimesi yalancı demektir. ”ifk" bulunması gerektiği (gerçek) biçimden başka şekle çevrilmiş her şeye denir. Ve günahkâr kişinin! ”Esim" kelimesi, günahı çok olan demektir. Tıpkı Arapçada ”âlim" kelimesinin ilmi çok anlamına gelmesi gibi. 8O, Allah'ın kendisine okunan âyetlerini işitir de... Bu cümle, yukarıda geçen yalancı kişinin bir diğer sıfatıdır. ”Allah'ın âyetleri"naen maksat Kur'an âyetleridir. Çünkü dinleme olayı onlar için söz konusudur. ”Okunan âyetler" ifadesindeki okumadan maksat da yine Kur'an âyetleridir. Sonra işitmiş olduğu Allah'ın âyetlerine iman etmekten, onların dile getirmiş olduğu hak ve gerçeklerle alay ederek, kendi kafasındaki bâtıl inanışları beğenerek boyun eğmekten büyüklük taslayarak sanki hiç onları duymamış gibi direnir. İnkârına kararlı olarak devam eder. Bir başka ifade ile durumu, onları hiç duymamış kimselerin durumuna benzer. Söz konusu kimse, o âyetleri kabul etmemesi, bunlardan yararlanmaması noktasında bunları hiç duymamış kimseye benzetilmiş olmaktadır. En-Nadr b. el-Hâris b. Abduddâr -ki daha sonra katledilmişti- Rüstern ve İsfendiyar hikâyeleri gibi Acem hikâyeleri ve kıssaları satın alır ve bunlar vasıtası ile insanların Kuranı dinlemelerine engel olurdu. İşte bu âyet kendisini ve kendi yolunda giden kimseleri, içinde bulundukları kötülük ve fesat dolayısıyla uyarmak için gelmiştir. Âyetin mânâsının, bütün şer ve fesat üzere olanları kuşattığını da anlamaktayız. Âyet metnindeki ”sonra" kelimesi, bütün herkesin boyun büküp baş eğmesi gereken âyetleri duyup işittikten sonra bu ısrarlı oluş ve büyüklük taslamanın, bütün bunlardan sonra artık olmaması gerektiğini vurgulamak içindir. Onu acı bir azap ile müjdele! Yani onu, direnmesi ve büyüklük taslaması sebebi ile acı bir azap ile müjdele, demektir. Burada azap kelimesinin müjde fiili ile kullanılması, bir istiare sanatı yapıldığına delildir. Haber verilen şey hakkında bir sevinç uyandıran olayı bildirmek anlamına gelen müjdeleme kelimesi, istiare sanatıyla bunun tam zıddı olan azabın bildirilmesi için kullanılmıştır. Böylece uyarı, müjdeleme kavramına alay etmek ve küçümsemek kabilinden katılmıştır. Bu yaptığımız açıklama, müjdeleme kavramından bilinen sevinçli bir haberi verme manasına alınırsa geçerlidir. Buna karşılık kelimeyi asli mânâsında almak da mümkündür. Müjdeleme kelimesi Arapçada sözlük açısından işittiği zaman insanın yüzünde değişiklik meydana getiren herhangi bir haber demektir. Bu durumda haber, sevinçli bir haber, olabileceği gibi üzüntü verici haber de olabilir. 9O, âyetlerimizden bir şey öğrendiği zaman yani Bizim âyetlerimizden herhangi bir kısmı ona ulaştığı ve bunların âyetlerimizden olduğunu öğrendiği zaman... Yoksa ”âyetlerimizi nasılsa o şekliyle bilip öğrendiği zaman" demek değildir. Çünkü o, bu ifadeden uzaktır. Onlarla, âyetlerin tamamı ile alay eder. Yani sadece iş itmemekle kalmaz, tersine onları alaya alınacak birer nesne yerine koyar. Nitekim en-Nadr b. el-Hâris böyle idi. O, âyetleri alaya almış Acemlerin hikâye ve kıssaları ile onların karşısına dikilmişti. Bundan amacı sade insanlara bu âyetlerin herhangi bir hakikati ve gerçekliği olmadığını göstermekti. Nitekim Ebû Cehil de böyleydi. O, halka tereyağı ve hurma yedirmiş ardından: ”Buyrunuz! Zakkum yeyiniz. Muhammed'in sizi tehdit etmiş olduğu zakkum işte budur" demiş. Kuranda yer alan zakkumu tereyağı ve hurma olarak almıştı. Yukarıda belirtilen günahları sebebi ile onlar için... Burada ”onlar" zamiri ile bütün yalancılara işaret olunmaktadır. Çünkü onların tamamı yukarıda zikredilen çirkin hareketleri taşıyarak aynı niteliktedirler. İfadenin çoğul olarak getirilmesi bütün yalancıların bu kavrama girmeleri sebebi iledir. Nitekim daha önceki zamirler, her bir kişi tek tek kastedildiği için tekil olarak getirilmişti. Alçaltıcı bir azap vardır. Onları zelil kılacak, kuvvetlerini ve izzetlerini yok edecek bir azap vardır. Burada azap kelimesinin ”alçaltına" sıfatı ile sıfatlanması Allah'ın âyetlerini alaya almaları, büyüklük taslamaları fiiline karşılıktır. 10Önlerinde de cehennem vardır. Yani cehennem önlerindedir. Çünkü onlar kendilerine hazırlanmış olan şeye doğru yönelmişlerdir. Âyeti ”cehennem arkalarındadır" şeklinde anlamak da mümkündür. Çünkü onlar cehennemden yüzçevirmekte, dünyaya yönelmektedirler. Âyetin orjinal metninde yer alan ve ”ön", ”arka" şeklinde Türkçeye çevrilen ”vera" kelimesi insanın önden ya da arkadan örttüğü, kapattığı yön demektir. Kazandıkları şeyler de yani malları ve çocukları Allah'ı bırakıp edindikleri dostlar da yani Allah'ı bırakıp taptıkları putlar da onlara hiçbir fayda vermez. Yani onlardan hiçbir azabı savmaz. Âyeti şu şekilde anlamak da mümkündür: Kazandıkları mallar ve çocuklar onlardan azabı savmada en küçük bir yarar sağlamazlar. Burada Allah'ı bırakıp edindikleri dostlar yani putlar kısmı, kazandıkları mal ve evlât kısmına atfedilmekte ve araya ”nefiy" yani ” olumsuzluk" edatı getirilmektedir. Oysa putların faydasızlığı, malların ve çocukların faydasızlığından çok daha belirgin ve açıktır. Buna rağmen bu ifadenin başına olumsuzluk edatının getirilmesi, onların yanlış ve bozuk inançlarından dolayıdır. Zira onlar putların kendilerine şefaat edeceğini umuyorlardı. İşte bu ifadede kendilerine bir alay söz konusudur. Nasıl ve nice olduğu bilinmeyen büyük azap önlerindeki cehennem de onlaradır. 11İşte bu Kur'an bir hidâyettir yani bu Kur'an hidâyetin zirvesindedir. Sanki bu Kur'an eşittir hidayet demektir. Hidayetin ta kendisidir. Arapçada bunun örneği vardır. Nitekim ”Zeydun adlım" denilir ki, Zeyd adeta adaletin kendisidir demek olur. Rabblerinin âyetlerini Kur'an'ı inkâr edenlere gelince onlara en kötüsünden elem verici bir azap vardır. Yani şiddetli bir azap vardır. Bu âyette bir takım işaretler mevcuttur: Bu işaretlerden birisi şudur: Bazı insanlar kendilerine okunduğu zaman zahiren Allah'ın âyetlerini işitirler, ancak batını bir kulak verme ile işitmezler. O âyetlerden gafil olduğu ve dönüp bakmadığı için sağırmış gibi olurlar. İşte böylesi kimselere hakkı kabul etmekten yüz çevirdikleri, âyetlerin gereğince amel etmedikleri için elîm, acıklı bir azap vardır. Kalp huzuru olmaksızın Allah'ın âyetlerini işitip okuyan kimseler de böyledir. Herhangi bir kimse o âyetleri hak kulağı ile dinlese, tevhidin nuru ile görmeye çalışsa, her iki dünyanın da azığını elde etmiş ve her iki makamın da izzetini ve şerefini yakalamış olur. Âyette yer alan bir başka işaret ve nükte de şudur: İslâm âlimi herhangi bir ilmî meseleyi söylediği zaman insana düşen bunu kabul etmek, inatla karşılamamak, ortada sağlam bir destek ve isnat olmaksızın o ifadeyi tevil etmeye .kalkışın amaktır. Âyetin taşıdığı bir başka nükte de şudur: Kur'an hidayettir. Fakat inkarcılara değil, kabul edenlere hidayettir. Kur'an'ı kabul eden perişan olmaktan ve cehenneme gitmekten kurtulur. İnkar eden büyük bir azaba uğrar ve o azapta hakir ve zelîl olur. 12Allah (o yüce varlıktır) ki, sizler gemilere bindiğinizde emri izni gereğince içinde gemilerin yüzmesi ve ticaret yaparak denizlerin dibine dalıp inci, mercan gibi denizin zenginliklerini elde ederek fazlım aramanız için ve şükredesiniz diye yani bunca nimetleri veren Allah'ın vahdaniyetini ikrar etmek sureti ile şükredesiniz diye... Yüzeyini düz yaratarak ahşap gibi batıcı, dibe çökücü maddeleri yüzdürerek buna karşılık suyuna ve dibe dalmayı engellemeyerek denizi sizin emrinize vermiştir. Çünkü Yüce Allah şayet denizin yüzeyini düz olmayıp da kimi yerlerini tümsek, kimi kısımlarını çukur yaratsa idi gemiler denizde yüzemiyeceklerdi. Yine suda kaldırma gücünü yaratmasa ve ahşap ve benzeri şeyler suyun üzerinde yüzemeyip dibe çöküp batsaydı yine gemilerin suda yol alması mümkün olmayacaktı. Yüce Allah denizi, dibine dalmak mümkün olmayacak şekilde yani sıvı değil de katı bir şekilde yaratmış olsa idi, bu takdirde de dibe dalmak sureti ile elde edilen zenginliklere sahip olmak mümkün olmayacaktı. 13O, göklerde ve yerde ne varsa göklerdeki ve yerdeki bütün varlıkları sizlerin menfaatlerinize sunmak sureti ile hepsini kendi katından size boyun eğdirmiştir. Göklerde ve yerde bulunan bütün bu varlıklar Allah tarafından yaratılmış ve insanların istifadesine sunulmuştur. "Fethurrahman" isimli eserde belirtildiğine göre bütün nimet verme olayları, Allah'ın fazlından ve ihsanındandır. Çünkü hiçbir kimse bu nimetleri bizzat kendisi hak edebilmiş değildir. Tam tersine Yüce Allah insanlara nimet vermeyi cömertliğinin bir sonucu olarak kendisine vacip kılmıştır. Âyet metninde yer alan ”hepsini" şeklinde tercüme edilen ”cem'an" kelimesi ya göklerde ve yerde ne varsa tüm olarak, demektir, ya da ifadeyi pekiştirmek için getirilmiştir. Elbette bunda yani zikredilen büyük olaylarda Allah'ın yaratmasındaki göz alıcı güzellikleri düşünen bir toplum için yaratıcının varlığına, sıfatlarına delâlet eden büyük ibretler vardır. Çünkü bu kimseler bütün bu gerçeklere bakarak Yüce Allah'ın nimetlerini, bunlardaki incelikleri kavrarlar, o nimetlere şükretmeye muvaffak olurlar. Bir hadisi şerifte şu ifadeler yer almaktadır: ”Şeytan sizden herhangi birinize gelir ve : 'Gökleri kim yarattı', diye sorar. Soruya muhatab olan kimse, 'Allah' diye cevap verir. Şeytan tekrar sorar: 'Yeryüzünü kim yoktan var etti?' Soruyu dinleyen kimse, 'Allah' diye cevap verir. Şeytan tekrar sorar: Allah'ı kim yarattı?' İçinizden herhangi biriniz böyle bir durumla karşılaşırsa: 'Amentü billahi ve rasûlihi yani ben Allah'a ve onun peygamberine iman ettim,' desin." (2) 2- Bu hadisi İmam Buharî rivayet etmiştir. Müslim aynı hadisi şu lâfızlarla ifade eder: ”Şeytan gelir ve sorar: 'Şunu kim yarattı, şunu kim yoktan var etti?' Bu sorularını sorup en sonunda 'Rabbini kim yarattı' der. İşte Şeytan bu soruya geldiği zaman soruya muhatab olan kimse Allah'a sığınsın ve uyanık olsun." Bu hadisin sahihayn da ve Ebû Davud'da başka rivayetleri de vardır. Bkz. Camiu'l-Ahkâm, 5/56. Bilinmeli ki tefekkür etmek ibadetlerin en üstünü ve en efdalidir. Çünkü kalbin yaptığı amel, nefsin amelinden daha yüce ve daha üstündür. Bu âyeti kerimede işaret olunuyor ki gökler, yeryüzü ve bunların içinde bulunan neler varsa tamamı insan için yaratılmıştır. Çünkü bunların varlığı insanın varlığına tâbidir. Aslında Yüce Allah'ın, meleklerini Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'e secde ettirmiş olması bu konu için yeter de artar bile. Çünkü bu her şeyin insanın emrine verildiğinin en son noktasıdır. İnsanoğlu göklerde ve yeryüzündekilerden çok daha şereflidir. Bir örnek vermek gerekirse Allahü teâlâ herhangi bir meyveyi yaratmak istediğinde onun ağacını yaratır ve o ağacı meyve vermeye elverişli kılar. İşte içindeki varlıkları ile şu âlem de bir meyve ağacı mesabesindedir. Bu ağacın meyvesi insanoğludur. Bu mananın büyüklüğünden dolayı Yüce Allah: ”Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır" ifadesini kullanmaktadır. Bunun manası şudur: Bu manalarda kalbi imanın ve irfanın nuru ile aydınlanmış olan bir toplum için insanoğlunun şerefini ve mükemmelliğini gösteren ibretler ve deliller vardır. Çünkü kalbini imanın ve irfanın nuru ile aydınlatanlar sağlam bir fikirle düşünmektedirler. 14İman edenlere söyle: 'Allah'ın günlerinin geleceğini um may anları bağışlasınlar. Ayette geçen ”yeğfirû" şimdiki zaman kipi, ”igfirû" bağışlayınız anlamınadır. Tıpkı ”iman eden kullarıma söyle: Namazlarını dosdoğru kılsınlar...." (İbrahim: 31) âyetinde olduğu gibi. Burada da ”yukîmû-namaz kılarlar" fiili ”ekîmû-namaz kılınız" anlamında kullanılmıştır. el-Keşşaf'ın müellifi ez-Zemahşerî der ki: ”Alimler şimdiki zaman kipinde olan namaz kılmak fiilinin ”namaz kılsınlar" mânâsına gelmesini caiz görmüşlerdir ve bu da 'söyle' fiilinin tümleci olur." Bazı âlimler derler ki: ”Şimdiki zaman kipinde olan fiilin basma gelen ve mânâsını emir manasına çeviren lam harfini getirmemek caizdir. Çünkü âyetin başında yer alan 'söyle" emri onun yerine geçer. Buna karşılık âyet böyle emirle başlamasa idi, ona cevap olarak gelen fiilin başında emir lamı olmaksızın şimdiki zaman kipi ile başlaması Arap grameri açısından doğru olmazdı." "Allah'ın günlerinin geleceğini ummamak" ifadesindeki ”ummak" aslında bir insanın temenni ettiği ve sevdiği bir şey hakkında kullanılır. Burada mecazen beklemek ve korkmak mânâsında kullanıldığı söylenmiştir. Bu açıklamalardan sonra âyetin mânâsı şu şekilde olur: İman edenlere söyle, Allah'ın günlerinin geleceğini beklemeyen ve o günde Cenab-ı Hakkın geçmiş ümmetler içerisindeki düşmanlarına hazırladığı azaplardan korkmayanları bağışlasınlar, hoş görsünler. Ayetin orijinal metninde yer alan ”eyyâ mu ilah-Allah'ın günleri" ifadesi, Arapların ”eyyamu'l-Arap" ifadeleri gibidir. Eyyamü'l-Arap demek Arapların büyük tarihi olayları demektir. Bazı âlimler âyette yer alan ”Allah'ın günlerini" şu şekilde anlamışlardır: İman edenlere söyle: Allah'ın müminlere sevap vermek için belirlediği ve kurtuluş günü olarak vaadettiği vakitlerin geleceğini ummayanları bağışlasınlar. Gün kavramının Allah'a izafe edilerek tamlama yapılması, ”beytullah" yani Allah'ın evi kabilindendir. Bu âyeti kerime, Müslümanlara savaş yapmaya izin veren âyetten önce nazil olmuştur. Daha sonra savaşın meşru kılınmasıyla hükmü yürürlükten kaldırılmıştır. Çünkü bu sûre bütün âlimlerin görüş birliğine göre Mekke'de nazil olmuştur. Ancak el-Maverdî bu âyeti kerimeyi istisna etmiş Mekke'de değil, Medine'de nazil olduğunu şu ifadelerle belirtmiştir: ”Bu âyet Medine'de Hazret-i Ömer hakkında nazil olmuştur." el-Maverdî bu görüşünü İbn Abbas ve Katâde (radıyallahü anh)'ye dayandırır. Bunun sebebi şudur: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e Gifar kabilesinden birisi kötü söz söyler. Hazret-i Ömer o adamı dövmeye karar verince hakkında bu âyeti kerime nazil olur. el-Kâmus'da gıfar kelimesi ile ilgili olarak şu satırları görüyoruz: Benî Gıfar yani Gıfaroğulları, Ebu Zer el-Gıfarî'nin kabilesidir. Bazı âlimlere göre âyet münafıkların başkanı Abdullah bin Ubey'in söylemiş olduğu sözler üzerine nazil olmuştur. Olay şöyle cereyan etmiştir. Müslümanlar Benî Müstalık gazvesinde bir kuyııbaşını tutarlar. Kuyuya müreysî' kuyusu denir. Abdullah ibn Ubeyy kölesini o kuyudan su çekmek üzere gönderir. Ancak köle gecikir. Daha sonra gelince Abdullah bunun sebebini sorar. Köle cevap verir: ”Ömer'in kölesi kuyunun bir tarafına oturmuştu. Peygamberin, Ebû Bekir'in ve Ömer'in su kablarını doldurmadıkça kimsenin su çekmesine izin vermedi." Bunun üzerine İbn Ubeyy bizimle bu kişilerin durumunu şu atasözü çok güzel açıklıyor: ”Köpeğini besle seni yesin" der. Bu ifadeyi Hazret-i Ömer duyunca Abdullah bin Ubey'ye hücum etmek üzere kılıcını kuşanır. İşte bunun üzerine Yüce Allah: Çünkü Allah her toplumu, yaptığına göre cezalandıracaktır âyetini indirir. Bu açıklamaya göre âyetin mânâsı şöyle olur: İman edenlerin o kimseleri bağışlamalarının emredilmesi Yüce Allah'ın kıyamet günü sadece bazı toplulukları değil, hangi topluluk olursa olsun tamamını, dünyadaki yaptıkları güzel amellerinin karşılığını onlara vereceği içindir. Bu güzel amellerin içinde kâfirlerin ve münafıkların yaptıkları eziyetlere sabretmek, öfkesini yutarak ve onlardan karşılaşmış olduğu kötü hareketlere tahammül ederek onlardan yüz çevirmek de vardır. Yukarıda âyet metninde yer alan ”toplum" kelimesi ile kâfir toplumun kastedilmiş olması da mümkündür. O takdirde ”yaptığına göre" ifadesi yaptığı kötülüklere göre cezalandıracaktır demek olur ki, bu kötülüklerin arasında yukarıda zikri geçen kötü sözler de mevcuttur. Âyette toplum anlamına gelen ”kavm" kelimesinin elif lamsız getirilmesi onları tahkir etmek içindir. Ayetin mânâsı şöyle de olabilir: Müminlere söyle, müşriklere ve münafıklara kötülük etmekten kaçınsınlar. Onların cezalarını bizzat kendileri vermesinler. Çünkü Allah kıyamet günü, yaptıkları kötülüğe denk ve mükemmel bir ceza ile onları cezalandıracaktır. Bu mânâya biraz sonra gelecek âyeti kerime de işaret etmektedir. Sonra Kur'an'da ”kesb" kelimesi çoğu zaman kâfirlerin kazancı anlamında kullanılmaktadır. Kelimenin bu mânâda kullanılması da âyetin yukarıdaki mânâda olduğuna bir delildir. "Allah onları cezalandıracaktır" ifadesinin mânâsı, Allah onları Bedir savaşı ve benzeri olaylarda olduğu gibi zamanı gelince cezalandıracaktır, anlamına da gelebilir. Bu âyeti kerime bize gösteriyor ki herhangi bir mümin, inkârda ısrarlı oldukları için bağışlanmaları mümkün olmayan kimselerden olsalar bile suçlu olan kimseleri bağışlayacak olursa, ilâhî ahlâk ile ardaklanmış bir mü'min olur. Sonra Yüce Allah her toplumu, yaptıkları iyilik ve kötülüğe göre ya hem dünyada ve hem de âhirette ya da sadece âhirette cezalandıracakla 15Kim iyi iş yaparsa... İyi iş anlamındaki ”amel-i sâlih", Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için yapılan şeylerdir. Faydası kendinedir. Yani bu söz konusu sâlih amelin faydası ve sevabı onu yapanadır. Ve kendisine dönecektir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Yani yaptığı kötülüğün zararı ve cezası kendinedir. Hemen hemen hiçbir amel bunu yapandan başkasına sirayet etmez. Sonra Rabbinize, başkasına değil işlerinizin malikine döndürüleceksiniz. Sonra Rabbinize ölümle döndürüleceksiniz ve O, iyi olsun, kötü olsun, yaptığınız amellerinize karşılığını verecektir. O halde O'nun huzuruna çıkmaya hazır olunuz. Bu âyeti kerime sâlih amel işlemeye teşvik etmekte ve kötü amel işlemekten kaçındırmadadır. Suçlu olan kimseleri affetmek, bağışlamak birinci grup amellerdendir. Böyle yapan kimse, Yüce Allah'ın sıfatları ile sıfatlanmış demektir. İkinci grup ameller ise günah ve zulümdür. Bu şekilde hareket eden kimse şeytanın sıfatları ile sıfatlanmış olur. İyi olan kimselerin zümresinden olan kimse cennettedir. Günahkârlar ise cehennemdedir. 16Yemin olsun ki Biz, Israiloğullarma kitap, yani Tevrat'ı verdik. Herhalde uygun olanı buradaki kitap kelimesini sadece Tevrat değil Zebur'u İncil'i de içine alması için kitap cinsi olarak anlamak daha uygundur. Zira Hazret-i Mûsa, Davud ve İsa (aleyhisselâm), İsrail oğullarına peygamber olarak gönderilmişlerdi. Hüküm Yani nazarî ve amelî hikmet, ilimde derinlemesine anlayış verdik. Ya da içlerinden birisi hükümdar olduğunda insanlar arasında uyuşmazlıkları çözme yeteneği verdik. Ve peygamberlik verdik. Başka milletlerde olmayacak kadar çok peygamber gönderdik. Çünkü İbrahim (aleyhisselâm) peygamberlik şeceresi ağacı idi. Onlara kudret helvası ve bıldırcın gibi lezzetli yiyeceklerden oluşan güzel rızıklar verdik ve onları âlemlere üstün kıldık. Çünkü onlardan başkalarına vermediğimiz denizin yarılması, bulutların onları gölgelemesi vb. şeyleri onlara ihsan ettik. Şu halde bundan onların, başkalarına dince ve sevap açısından üstün tutulmuş oldukları anlamı çıkarılamaz. Ya da ”Onları âlemlere üstün kıldık." ifadesinden maksat onların zamanındaki âlemlere üstün kıldık demektir. Çünkü onların zamanında âlemlerde Allahü teâlâ 'ya onlardan daha sevimli ve daha şerefli hiçbir kimse yoktu. 17Onlara din konusunda açık deliller ve karşısındakini âciz bırakıcı mucizeler verdik. Bazı âlimlere göre bu delillerden maksat, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamber olarak gönderileceğinin ve onun hakkında kendilerine açıklanan şeyleri bilmeleri, Hazret-i Peygamberin Tihame'den (Mekke'den) Yesrib'e hicret edeceğini bilmeleri ve yardımcılarının Yesrib halkı olacağı hakkındaki bilgileridir. Ama onlar kendilerine onun hakikati hakkındaki ilim geldikten sonra evet bu ilim geldikten sonra söz konusu bilgiyi, ihtilâli giderici bir unsur olarak kullanma yerine, ihtilâli kökleştirici olarak kullandılar. Aralarındaki çekememezlik yüzünden yani onun hakkındaki şüphelerinden dolayı değil, tersine aralarındaki düşmanlık ve kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Yani aralarında bu noktada beliren görüş ayrılığı, kendilerine ilim geldikten sonra meydana geldi. Şüphesiz Rabbin din konusunda ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü hesaba çekmek ve ceza vermek sureti ile aralarında hüküm verecektir. 18Sonra da seni din konusunda bir şeriat, yüce bir yol üzere kıldık. Sen ona, şeriatın ahkâmını kendi üzerinde ve başkaları hakkında hiçbir hükmünü aksatmaksızın uygulamak sureti ile uy. Bazı âlimler derler ki: ”Âyetin mânâsı şudur: Biz bütün peygamberlerin arasında bir takım hoş şeyleri yalnız sana ihsan ettik. Sen bunları bil, tanı. Bazı hakikatleri sırf sana özel kıldık. Bunları idrak et. Sana gidilecek yol çizdik. Buna uy. Sana şeriatler verdik, buna uy, onu bırakıp başka şeylere bakma. Senden başkasına uymaya muhtaç olma. Şayet Hazret-i Mûsa ve İsa (aleyhisselâm) sağ olsalardı onlar için sana oymaktan başkası caiz olmayacaktı." İmam Cafer es-Sadık der ki: 'Din konusunda şeriat' demek Allah'ın çizmiş olduğu sınırları aşmamak ve yardımın Yüce Allah'tan geldiğine inanmaktır." Bilmeyenlerin isteklerine uyma. Yani cahillerin görüşlerine ve şehvetlerinden kaynaklanan sapık inançlarına uyma. Bunlardan maksat Kureyş'in başkanlarıdır. Onlar Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: ”Atalarının dinine dön, çünkü onlar senden çok daha faziletli idiler," derlerdi. 19Gerçekten onlar Allah'a karşı eğer kendilerine uyarsan Allah'ın sana vermek istediği azaba karşı sana hiçbir fayda vermezler. Yani peşlerinden gidecek olursan Allah'ın senin hakkında dilemiş olduğu azaptan hiçbir zerresini senden savamazlar. Âlimlerden biri demiştir ki: ”Âyetin mânâsı şudur: Şayet Allah sana bir nimeti vermeyi murad ederse hiç kimse buna engel olamaz. Eğer bir fitneyi vermeyi isterse yine bunu da senden hiç kimse çeviremez. Şu halde düşünceni hiçbir yaratığa bağlama. Vicdanınla ve kalbinle Bizden başkasına yönelme. Bize güven ve Bize tevekkül et." Doğrusu zalimler birbirlerinin dostlarıdır. Onun için onlarla dostluk eden ve kendilerine uyan ancak onlar gibi zalim olan kişilerdir. Çünkü zalimlerin birbirlerinin dostu olması, birbirlerine katılmaları aynı kategoriden kişiler oldukları içindir. Allah da kendilerine örnek olduğun takva sahiplerinin dostudur. O halde sen bulunduğun durum üzere devam et. Takva ve seriate bağlanman, onun dışındaki şeylerden tamamen yüz çevirmen şeklindeki tutumuna devam et. Bazı âlimler derler ki; ”Yüce Allah'ın onlara 'zalim' ismini vermesinin sebebi onların, her şeyi lâyık olmadığı yere koymuş olmalarındandır. Müminlere 'muttaki' denmesinin sebebi ise onların böyle bir duruma düşmekten kaçınmış olmaları, bütün her noktada Allah'ı kendilerine dost seçmiş olmalarındandır." 20Bu Kur'an, insanlar için basiret nurları, çünkü Kur'an'da yer alan dinin ve şeriatın sembolleri kalblerdeki basiret nurları mesabesindedir. Sanki onlar ruh ve hayat mesabesindedir. Kur'an'dan uzak olan bir kimse, gözünü ve basiretini kaybetmiş demektir. Böyle bir kimse, ölü ve herhangi bir hissî hayatı olmayan cansız varlık gibidir. Basiret nurlarının Kur'an'a izafe edilmiş olması Kur'anın parçaları itibari iledir. Bunun benzeri En'âm sûresi 104. âyette de vardır. Nitekim Yüce Allah orada: ”(Doğrusu) size Rabbiniz tarafından basiretler verilmiştir" buyrulmaktadır. Bu âyetteki basiretten maksat Kur'an ve Kur'an âyetleridir. Bir başka örnek âyet de İsrâ sûresindedir. Orada, Yüce Hak, Mûsa (aleyhisselâm)'ya verilen dokuz mucizeden söz ederken şöyle buyurur: ”(Mûsa Firavuna): Pekâlâ biliyorsun ki dedi, bunları birer ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi." (İsra: 102) Âyet metninde geçen ”besair" kelimesi insanın kavramları algılamasına vasıtalık eden nurdur. Nitekim insanın gözünün de bir nuru vardır. Ve onunla eşyayı görmektedir. Biz yukarıda âyette yer alan ”bu" kelimesi ile Kur'an in kastedildiğini söylemiştik. Aynı kelime ile ”seriate uyma" nın kastedilmiş olması da mümkündür. Bu durumda insanlar için ”basiret nurları" seriate uyma kavramına yüklenmiş olmaktadır. Sanki şöyle denilmiş olmaktadır. Seriate uymanın tamamı basiret nurları ve rahmettir. Kesin olarak inanan bir toplum için yani işleri güçleri dinde yer alan gerçeklere kesin olarak inanan bir toplum için rahmettir, demek olur. Burada âyet şu mânâya da gelebilir: Bu, Kur'an veya şeriat basiret nurları vasıtası ile yakîn makamına ermeye hazır olan bir toplum için hidâyet ve rahmettir. Basiret nurları parladığı zaman onların sayesinde hak ve bâtıl ortaya çıkar. Şu halde sana düşen Kur'an âyetlerininin üzerinde iyice düşünmek ve âlimlerden olman için nuranî basiretlerden yararlanmaktır. Bu, delâlet çukurundan kurtarıcı bir hidayet ve büyük bir rahmettir. Ve Y'üce Allah'tan gelen tam ve mükemmel bir nimettir. Çünkü dünya ve âhiret mutluluklarının tamamını elde etmek ancak bununla mümkün olur. 21Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, inanıp iyi ameller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımız sandılar? Ayetin orjinal metinde yer alan ”em" kelimesi ”bel" manasınadır. Kelime, bir beyandan diğer bir beyana geçmek, yani intikal etmek için kullanılır. Hemze ise bu gibi kimselerin inanıp iyi ameller işleyen kimselerle bir tutulacaklarını sanmalarını inkâr yani hoş olmadığım göstermek içindir. Bu inkârın ifade ediliş biçimi de böyle olacağını yani bir tutulacaklarını sanmayı yadırgama, hoş görmeme ve azarlama mahiyetinde ve biçimindedir. Yoksa böyle olacağını inkâr ve bir tutulmayacaklarını ifade biçiminde değildir. ”İctirah" kelimesinin mânâsı kazanmak demektir. Bu kelimeden türeme kazanıcı özellikteki organlara ”cevarih" denmiştir. el-Müfredanâ denir ki: ”Av yapan köpeklere, parslara ve kuşlara Arapçada carina denmektedir. Bunun çoğulu da cevarih gelir. Bu hayvanlara aynı kelimeden türeme 'cevarih' denmesi iki sebebe dayanmaktadır: Ya parçalayıcı, yırtıcı olmalarından ya da kazanıcı özelliklerindendir. İnsanın kazanıcı vücud organlarına da cevarih denmesi yukarıda zikredilen iki özellikten birisi sebebiyledir." Burada işlenen ”kötülük"ten maksat inkâr ve isyanlardır. Yani durumları bu kadar kötü iken onları hüküm ve değer verme açısından güzel ameller işleyen sadık müminlerle bir mi tutacağımızı, ikram ve derecelerini yükseltme açısından aynı muameleyi mi yapacağımızı sandılar? Bu açıklamaların ışığı altında âyetin mânâsı şöyle olur: Onlar ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini o müminlerle eşit tutacağımızı mı sandılar? Asla hiç bir açıdan onlar müminlerle bir olamazlar. Çünkü müminler imanın ve itaatin izzetindedirder. Sağlıklarında imanın ve itaatin şerefini taşırlar. Ölümlerinde ise Yüce Allah'ın rahmetinde ve hoşnutluğundadırlar. Bu sebeple Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) mescitte ”Ashab-ı Sufleyi" görünce: ”Hayat, sizin hayatınızdır. Ölüm sizin ölümünüzdür" buyurmuştur.(3) 3-Meşhur ve sabit olan, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu sözü Ensar'a söylediğidir: ”Hayat sizin hayatımzdır, ölüm sizin ölümünüzdür." Bu hadisin uzunca bir hikâyesi vardır. İmam Müslim el-Cihad babında ve İmam Ahmed Müsned'inde 3 /528 zikrederler. O kötülük işleyenler ise, hayatlarında inkârın ve isyanın zilleti içindedirler. Ölümlerinde ise, Allah'ın laneti ve ebedî azabı içindedirler. Kureyş'in kâfirleri derlerdi ki: ”Kıyametin kopması durumunda âhirette bizim durumumuz müminlerden daha güzel olacaktır. Nitekim Kur'anin ifadesi ile: 'Biz malca ve evlâtça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak da değiliz (Sebe: 35) Çünkü dünyada güçlü ve kuvvetli olan âhirette de güçlüdür" demişlerdi. Bazı âlimler âyetten maksadın; kâfirlerin hayatlarında ve sağlıklarında mü'minlerle bir oldukları gibi ölümlerinde de eşit olduklarını inkârdır, demişlerdir. Çünkü kötülük işleyenlerle iyilik yapanlar hayatlarında ve sağlıklarında nzıklanmak ve sıhhat içinde olmak bakımından birdirler. Onlar asıl, ölümlerinde birbirlerinden farklı olacaktır, görüşündedirler. Ne kötü hüküm veriyorlar. Yani onların verdikleri bu hüküm ne kötüdür. Veya hüküm verdikleri şey ne kötüdür. Rivayet olunduğuna göre Temim ed-Darî bir gece makamı İbrahim'de namaz kılmaktadır. Namazdaki kıraatinde bu âyeti kerimeye gelince, ağlamaya başlar ve sabaha kadar âyeti tekrar eder. Rivayet olunduğuna göre el-Fudayl (radıyallahü anh) bu âyeti kerimeye gelince âyeti tekrar etmeye başlar, ağlar ve der ki: ”Ey Fudayl! Keşke sen, bu iki zümreden hangisi arasındasın, bir bilebilseydin? Çalışmayan kimseler amel edenlerin sevabını ummazlar. Korkaklar da kahramanların makamına tamah etmezler. Cahil, âlimin sevabını, uyuyan da geceleri ibadetle geçirenin sevabını ummaz. İnsanın çalıştığı oranda ecri ve sevabı artar, eksikliği oranında değeri düşer. ” Bazı eski kitaplarda şöyle yazılıdır: ”Yüce Allah'ın bir görevlisi vardır. Her gün şöyle seslenir: Elli yaşına gelenler hasat zamanı yaklaşmış ekindirler. Ey Altmışlıklar! Haydi hesap vermeye gelin, ey Yetmişlikler! Neleri yaptınız ve neleri yapmadınız? Ey Seksen yaşındakiler! Sizlerin herhangi bir mazeretiniz kalmamıştır. Keşke mahlukât yaratılmamış olsaydı, onlar yaratıldığı zaman keşke niçin yaratıldıklarını bilselerdi. Biraraya gelip işlediklerini hatırlasalardı. İyi bilin ki kıyamet gelmiştir. Hazırlığınızı yapınız ve tedbirinizi alınız." Denilmiştir ki: ”Yüce Allah bir kulu günahın zilletinden, taatın izzetine çıkarmak istediği zaman ona yalnızlığı sevdirir, kendisini kanaatkârlık vererek müstağni kılar, nefsinin ayıplarını kendisine gösterir. Kendisine bunlar nasip edilen kimseye dünyanın ve âhiretin bütün iyilikleri verilmiş demektir. Yüce Allah itaatkârla fâsık olanı birbirinden ayırdığı gibi itaatkârları da kendi arasında derecelere ayırmıştır. İtaat ve niyetlerde derecelendirmeler olduğu için makamlar ve dereceler de birbiri arasında farklı farklıdırlar. Bu sebeple cennetliklerden bazıları bazılarını dünyadan semadaki yıldızın görüldüğü gibi (uzaklarda) görürler." Ubeyd bin Halid (radıyallahü anh) rivayet ediyor: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) iki kişiyi birbiri ile kardeş yaptı. Bunlardan birisi Allah yolunda öldürüldü. Diğeri de ondan bir hafta veya buna yakın bir zaman sonra cuma günü, ya da benzeri bir günde öldü. Namazını kıldılar. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sordu: 'Ne dediniz?' Dediler ki: 'Yüce Allah'tan kendisini bağışlamasını, merhamet etmesini ve arkadaşına kavuşturmasını diledik, bunun için Yüce Allah'a duâ ettik.' Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: 'Onun (ilk ölenin) namazından sonra, arkadaşının (sonra ölenin) namazı nerede? Onun amellerinden sonra arkadaşının amelleri nerede?' Ya da Rasûlüllah şöyle dedi: 'Onun oruçlarından sonra arkadaşının oruçları nerede? Çünkü her ikisinin arasında yeryüzü ile gökyüzünden daha fazla uzaklık vardır.'“ (4) 4- Hadisi Ebû Davud el-Cihadda, Nesaî el-Cenâiz'de, İmam Ahmed, el-Müsned 4/500'de rivayet etmişlerdir. Bazı rivayetlerde şu ifadeler yer alır: ”Ölenler artık daha amel edemeyeceklerine üzülürler. Hatta öyle duruma gelirler ki kendilerine verilen bir selâmı almaya ve onun sevabına bile hasret kalırlar." O halde akıllı bir kimse daha öncekilerin hasretinden yani onların durumuna düşüp iç yangısından ve ayrılığın acısından sakınsın. Önce geçenlerin hasretine gelince onlar kabirlerinden doğruldu klan, itaatkâr olan kimseler en üstün nurları elde ettikleri ve Allah'a yakın olan faziletliler kendilerinden öne geçirildiğinde geride kalanlar mahrumların arasında yer alırlar. Ayrılığın acıklı oluşuna gelince bu da şu demektir: Yüce Allah yaratıklarını bir makamda topladığı zaman bir meleğe emreder. Melek şöyle seslenir: ”Ey insanlar ayrılınız. Çünkü Allah'tan korkan müttakiler kurtuluşa ermişlerdir." Nitekim Yüce Allah bunu Kuranın diliyle şöyle ifade eder: ”Ayrılın bir tarafa bugün ey günahkârlar." (Yâsîn: 59) Bu emir üzerine çocuk anne ve babasından, koca karısından, seven sevgilisinden ayrılır. Kimisi tazim olunarak nimet bahçelerine, cennete götürülürken; kimisi zincire vurulmuş olarak cehennem azabına sevk olunur. Büyüklerden birisi şöyle der: ”Vefat ettikten sonra rüyamda Ebıı İshak eş-Şîrâzî'yi gördüm. Üzerinde beyaz bir elbise, başında tac vardı. Ona sordum: 'Nedir bu beyaz?' Dedi ki: 'Bu itaatin şerefidir.' 'Peki bu tac nedir?' diye sordum. Dedi ki: 'Bu ilmin izzetidir.' Ebû Bekir el-Verrak'dan rivayet olunur ki: ”Dört şeyi taleb ettik ve bunları dört şeyin içinde bulduk: Yüce Allah'ın hoşnutluğunu ona itaatte, geçimdeki genişliği kuşluk namazında, dinde selâmeti dilimizi muhafazada, kalbin nurunu gece namazında bulduk. Şu halde vakit elden çıkıp gitmeden bunları yakalamaya bak. Çünkü zaman kesici bir kılıç gibidir. ” 22Herkes gerek iyilik gerek kötülük kazancına göre karşılık görsün diye... Şöyle ki bu âlemin yaratılışının hikmeti, amellerin karşılığının görülmesidir. Çünkü kâfirlerin dediği gibi eğer amellerin karşılığı olmasaydı itaatkâr ile isyankâr bir olurdu. Şu halde ceza yani karşılık, itaatin ve isyanın sonucudur. Bunlar âlemin varlığına bağlıdırlar. Zira mükellefiyet ancak bu dünyada gerçekleştirilebilir. Allah gökleri ve yeri hak ile yani hak sebebi ile ve hakkın ortaya çıkması için yaratmıştır. Varlık bâtılı ortadan kaldırır. Onlara yani ”herkes" ifadesi ile işaret olunan o kimselere iyilik edenin sevabında eksiklik yapmak, kötülük edenin cezasını da daha fazla arttırmak suretiyle zulmedilmez. Ehli sünnet nezdinde mevcut olan bir kurala göre bu zulüm olmadığı halde böyle bir şeye zulüm denmesi Yüce Allah'ın lütfunun genişliğinin zikredilen amellerden ne kadar münezzeh olduğunu beyan etmek, vurgulamak içindir. Bunun vurgulanması için Yüce Allah'ın fiili, kendisinden çıkması asla mümkün olmayan zulüm mesabesine indirilmiştir. Bu âyeti kerime haber veriyor ki, amellerin mükâfatı verilirken kâfirle mü'minin eşit tutulması cehalet ve beyinsizliktir. Oysa Yüce Allah âlemi hak ile yani yerli yerinde yaratmıştır. Yoksa boşuna tedbirsizce yaratmamıştır. İşte bununla itaatkâr olan âsi olanlardan ayırt edilir. Şu halde herkese yaptığı amele göre zulüme kaçmadan, cehalet olmaksızın adalet hudutları dahilinde faziletle karşılığını vermek şarttır. Öyle ise insan, ameli sâlih işlemeye koyulmalıdır. Özellikle de tevhid ve Allah'ı zikre koşmalıdır. Çünkü insanların ve cinlerin yaratılmasından hedeflenen marifet, ancak bunlarla elde edilir. Derler ki: ”Ebû Cehil Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı sadece Abdulmuttalib'in ve Ebû Talib'in yetim torunu ve yeğeni olarak görmüştür. Eğer ona Allah'ın elçisi ve âlemlerin Rabbinin sevgilisi gözüyle baksaydı bunu anlayacak ve hemen ona iman edecekti." 23Hevâ ve hevesini tanrı edinen... ”Hevâ", insanın kötü nefsinin arzulamış olduğu şeye denir. eş-Şa'bî der ki: ”Nefsin isteklerine 'hevâ' denmesi, insanı cehenneme götürmesi nedeniyledir." Âyeti kerime, hidâyeti bırakıp da insanın nefsinin isteklerine boyun eğmesinin ne kadar şaşılacak ve hayret edilecek bir şey olduğunu ifade etmektedir. Nefsinin isteklerine uyan kimse, sanki onun kulu ve kölesi gibi olmuştur. Yani âyetin mânâsı şöyledir: Hevâ ve hevesini tanrı edinen kimseye baktın da onu gördün mü? İşte bu hayreti gerektirecek bir durumdur. Şâirin biri şöyle söyler: Hevânın nun'u gidince Hevâ kalır. Her hevâ'nın esiri, Hevân'ın esiridir. Beyitte geçen ”hevân" aşağılık, hakirlik demektir. Bir diğeri şöyle der: Nefsin arzularına karşı gel, onu hoşnut etme Nefsini kızdırırsan süslenirsin Arzularına daha ne kadar boyun eğeceksin. Biliyor musun düşmanını arzuluyorsun sen. Ve Allah'ın, (durumunu) bilerek saptırdığı... Âyeti iki türlü anlamak mümkündür. Birincisi: Yüce Allah'ın durumunu, sapıklığını ve aslî fıtratım değiştirdiğini bilerek saptırdığı kimseyi gördün mü? İkincisi: ”..Tevrattan bilip öğrendikleri gerçekler karşılarına dikilince onu inkâr ettiler..." (Bakara: 89) ve ”...Ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra...ayrılığa düştüler..." (Câsiye: 17) âyetlerinin ifade ettiği gibi hevâ ve hevesini tanrı edinen, hidâyet yolundan bile bile inat ederek sapan ve Allah'ın kendisini saptırdığı kimseyi gördün mü? demektir. Vaaz ve nasihatlerden etkilenmeyecek ve hakkı duymayacak şekilde kulağını ve, Allah'ın âyetleri ve yapılan uyarılar üzerinde düşünmeyecek ve hakkı anlamaz biçimde kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de görmeyi ve ibret almayı engelleyen perde çektiği kimseyi gördün mü? Âyetin orjinal metninde yer alan ”ğışâve" kelimesi, insanın gözünü perdeleyen, görmesine, idrak etmesine engel olan bir nesne demektir. Bu kelimenin âyet metninde elif lamsız getirilmesi çeşit bildirmek ve tazim ifade etmek içindir. Bazı âlimler şöyle demişlerdir: ”Yüce Allah böyle bir kimsenin kulağını mühürlemiş, kendisini hitabını işitmekten mahrum kılmıştır. Kalbini mühürlemiş muradını anlamaktan mahrum olmuştur. İki gözünü mühürlemiş yarattığı eşyada kudretinin izlerini görmesine mani olmuştur. Artık böyle bir kimse hakkı göremez. ” Şimdi onu Allah'tan sonra yani hidâyeti görmesini engellemesi ve onun da dalâlet içinde devam etmesi sebebiyle Allah'ın kendisini saptırmasından sonra kim doğru yola eriştirebilir? Yani böyle bir kimseyi hiçbir kişi hidâyete erdiremez. Hâlâ ibret almayacak mısınız? Ey insanlar bakıp da öğüt almayacak mısınız, düşünmeyecek misiniz? Hidayete Allah'tan başka hiç kimsenin mâlik olmadığını öğrenmeyecek misiniz? Ya da hâlâ öğüt almayacak mısınız? Bu âyeti kerime işaret ediyor ki, filozoflar, dehriler, tabi atçı lar ve şeriatın kanununa uymayan ilim adamlarının eğitimi sayesinde riyazat ahkâmını tam olarak yerine getirmeyen, nefsinin arzularından tümüyle soyunup çıkmayan, tam tersine küfür ve sapılığın önderlerinin peşinden giden, onların ortaya attıkları aklî şüpheler ardından gidip onları birer kesin delil kabul edenler şeytanın tuzağına düşmüştür ve şeytan onu arzularının yuları ile yakalamış, nefsinin isteklerinin çölünde saptırmıştır. Belki de onu aklını tasfiye etmek, fikrini selâmete eriştirmek adına şehvetlerini terke ve riyazata çağırır. Böylece ona hakikati idrak ettiği hissini verir ki, kendisini şüphelerin çukurunda helak etsin. Her türlü sapıklık içinde şaşırtsın, bütün uzak yollarda saptırsın. Böyle birinin zararı, kârından çok fazladır. Noksanı, elde ettiğinden daha çoktur. Onlar haktan uzak bir sapıklık içindedirler. Zannederler ki, kendileri doğru yoldadırlar. Oysa onlar sapıklıkları içinde dolaşmaktadırlar. Yularları hevâ ve heveslerinin elindedir. Onlar hilebaz kimselerdir. Hiç hissetmedikleri yerden yavaş yavaş helake götürüleceklerdir. 24Sapıklıklarında ve yoldan çıkmışlıklarında son derece ileri gitmiş olmaları sebebi ile öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden Kureyşli kâfirler ve Arapların müşrikleri dediler ki: 'Hayat yani içinde bulunduğumuz hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız yani dünya hayatında bize ölüm de gelir hayat da. Bunun ötesinde başka hiçbir hayat yoktur. Keşfu'l-Esrar isimli eserde anlatıldığına göre bu sözler, ”insanlar tıpkı ot, çerçöp gibidirler" görüşünde olan zındıkların görüşüdür. "Yaşarız" ifadesinin ”ölürüz" ifadesinden daha sonra getirilmesinin sebebi, ses uyumu bakımından bir nevi ”fasıla" gözetilmiş olmasındandır. Bir diğer sebebi de Arapçada ”vav" harfinin mutlak cem yani çoğul ifade etmesi, tertip şartının olmamasıdır. Buna göre ”ölürüz ve yaşarız. ” ifadesi, bu tertipde anlaşılmayacak, Dünyadaki gerçek duruma uygun olarak yaşarız ve ölürüz şeklinde anlaşılacaktır. Müşriklerin ”ölürüz ve yaşarız" ifadesi ile ”tenasuh'ii da kastetmiş olmaları mümkündür. Çünkü puta tapanların ekserisinin inancı tenasühtür. er-Râgıb der ki: ”Tenasüh nazariyesini kabul edenler, şeriatın ifade ettiği biçimi ile öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kimselerdir. Onlar ruhların bir vücuttan diğer vücuda sonsuza kadar yani başka vücutlara sonsuza dek intikal ettiğini iddia ederler." et-Ta'rifât'ââ şöyle söylenir: ”Tenasüh araya herhangi bir zaman dilimi girmeksizin ruhun bir cesetten ayrıldıktan sonra aralarındaki kopmaz bağ sebebi ile hemen başka bir cesede girmesinden ibarettir." Bizi ancak zaman helak eder.' Yani bizi ancak zamanın geçişi helak eder, demektir. ”Dehr": Kâinatın yaratıldığı andan yok olacağı ana kadar geçen zaman dilimi demektir. Daha sonra uzun süre ve müddetler dehr kelimesi ile ifade edilmiştir. Dehr, zamanın aksine bir mana ifade eder. Çünkü zaman, az olan süreye denilebileceği gibi uzun müddete de denir. Bizi ancak zaman helak eder diyenler, insanın helak olmasında asıl etkenin günlerin ve gecelerin geçmesi olduğunu iddia ederler. Ölüm meleğini ve Yüce Allah'ın emri ile ruhları aldığını inkâr ederlerdi. Meydana gelen olayların sebebi olarak defni ve zamanı görürlerdi. Zamana kötü söz söylerler, kınarlar ve ondan şikâyetçi olurlardı. Nitekim yazdıkları şiirler bu gerçekleri bizlere yansıtmaktadır. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Dehr'e (zaman) sövmeyiniz. Çünkü Yüce Allah, dehrdir," (5) buyurarak yasaklamıştır. ”Allah dehrdir" demek yani olayları meydana getiren zaman değil, bizzat Allah'tır, demektir. 5- Hadisi îmam Müslim Sahih'inde merfu olarak Ebu Hureyreden rivayet eder. Bazı âlimler derler ki: ”Zamana hayret eden ey âlim! Gadrinden dolayı zamanı kınama, çünkü o emir alan bir memurdur. Zaman kendisine emredene bağlıdır. Nice zengin kâfir vardır ki, bu zenginliği inkârını kat kat artırır. Bir dirheme mâlik olmayan nice mü'min de vardır ki, fakirliği imanını kat kat artırır. ” Bu hususta hayatın sadece bu dünyada olduğu, hayatın ve ölümün sebebinin zaman olduğu hususunda onların hiçbir bilgisi de yoktur ki bunu akla ya da naklî bir delile dayandırmış olsunlar. Onlar sadece zannederler. Yani onlar öyle bir toplulukturlar ki, gidebilecekleri en ileri nokta genelde sarılabilecekleri herhangi bir delil olmaksızın zannetmek ve taklit etmektir. İşte onların kendi canları hakkındaki bozuk inançları budur. Müminlere gelince onlar nasi ara sarılırlar ve yakîn yani kesin bilgi yolunu tutarlar. Zan ve tahmin ortamını aşarlar. Sûrî ve manevî haşri kabul ederler. Yani beş duyu ile hissedilebilen haşri, sıratı, cenneti, cehennemi kabul ederler. Aklen bilinenlerle, duyularla elde edilenleri bir arada bulundurmak, kudret açısından maddî nimet ve azaptan, yeme, içme, nikâh ve giymekten çok daha büyük bir kudret ister. Ve bu ilâhî mükemmellik açısından çok daha mükemmel ve tamdır. İşte peygamberlerin ve onlara inanan mü'minlerin inancı, itikadı budur. Onlar gibi itikad eden kurtuluşa erer. Böyle yapmayan helak olur. Bu inancın ve tevhidin zorunlu sonuçlarından birisi de her olayı azîz ve hamîd olan Yüce Allah'a dayandırmaktır. Çünkü her şeyde asıl müessir, etken O'dur. Bu sebeple rüzgâra sövmek yasak edilmiştir. Çünkü rüzgâr bir meleğin elindedir. Ve melek de Yüce Allah'ın elindedir. Bütün tasarruflar sonunda Yüce Allah'da düğümlenir. Anlatılır ki Haccac Abdullah es-Sakafî'yi, Enes b. Mâlik (radıyallahü anh)'e göndererek kendisini yanına çağırır. Abdullah, Enes'e: ”Mü'minlerin emiri çağırıyor, davetine uy" der. Enes: ”Allah onu zelil kılsın. Çünkü azîz, Allah'a itaati nedeniyle Allah'ın azîz kıldığı kimsedir. Zelil ise, günahı dolayısıyla zelil kıldığıdır." Sonra Enes b. Mâlik gelen elçiyle kalkar ve Haccacin yanına vardığında der ki: ”Bizi çağıran sen misin?" Haccac: ”Evet" der. Sonra: ”Neden sordun?" diye ekler. Enes b. Malik: ”Çünkü sen Rabbine âsi birisisin. Peygamberinin sünnetine aykırı hareket ediyorsun. Allah'ın düşmanlarını azîz, dostlarını zelil kılıyorsun," der. Bunun üzerine Haccac: ”Seni en kötü biçimde katlederim," der. Enes b. Mâlik: ”Bunun senin elinde olduğunu bilseydim sana tapardım" der. Sonra sözüne devam eder: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana bir duâ öğretti ve buyurdu ki: 'Kim her sabah bu duayı okursa ona hiçbir kimse zarar veremez.' Yani böyle bir kimseye ne zehir ne sihir ve ne de zalim sultan zarar veremez. Ben bu sabah bu duayı okudum" der. Haccac: ”O duayı bana öğret" der. Enes der ki: ”Sen ve ben sağ olduğumuz sürece o duayı sana öğretmekten Allah'a sığınırım." Haccac: ”Onu salıverin gitsin," der. Daha sonra Haccac'a bunun sebebini sorarlar. Der ki: ”Enes'in iki omuzunda kocaman ağızlarını açmış iki büyük aslan gördüm. ” Bu haber bize gösteriyor ki, etki ve tesir, her şeye kadir olan Yüce Allah'ın elindedir. Yoksa sultanın ve vezirin elinde değildir. Tesirin ve etkinin Allah'ın dışında sebepler ve vesilelerde görünmesi bir göz yanılmasından ibarettir. Daha sonraları Enes b. Mâlik (radıyallahü anh) öleceği sırada hizmetçisine: ”Senin benim üzerimde hizmet hakkın var," der ve duayı hizmetçisine öğretir. Şöyle söyler: ”Bismillahirrahmanirrahim, isimlerin en hayırlısı Allah'ın adı ile. Yerde ve gökte isminin yanında hiçbir şeyin zarar vermeyeceği Allah'ın adıyla. O işiten ve bilendir." (6) Enes b. Mâlik Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hizmet eden hizmetçilerden biriydi ve Rasûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) on yıl hizmet etmiş idi. Sonra Hazret-i Ömer'in halifeliği zamanında Basra'ya göçmüş birisi idi. Basra'da sahabe neslinden en son vefat eden Hazret-i Enes'tir. Vefatı Hicrî 93 tarihinde olmuştur. Öldüğünde yaşı 103 idi. Hadis rivayetinde meşhur altı sahabeden birisidir. 25Onlara yani ölümden sonra dirilmeyi inkâr edenlere açıkça âyetlerimiz okunduğu zaman: İçinde öldükten sonra dirilme gerçeği de bulunan, hakkı dile getiren ve söylediği şeylere delâleti apaçık olan âyetlerimiz okunduğu zaman, ya da onu beyan eden âyetlerimiz okunduğu zaman, demektir. Bu âyetlerimize örnek olarak: ”De ki onları ilk defa yaratmış olan diriltecek." (Yâsîn: 79) âyeti ile ”...Ona can veren, elbette ölüleri de diriltir..." (Fussilet: 39) âyetidir. Ve başka birçok âyet vardır. İşte onlara âyetlerimiz okunduğu zaman inad ederek ve bir karşı teklif olarak öldükten sonra dirileceğimiz hususunda: 'Doğru sözlü iseniz atalarımınızı getirin,' yani onları canlandırın ve kabirlerinden diriltin demelerinden başka delilleri yoktur. Yani öldükten sonra dirilme meselesine karşı koyacakları başka hiçbir delilleri yoktur. Bir başka ifade ile ancak delil olması imkânsız olan bu bâtıl ve geçersiz sözü söylemekten başka delilleri yoktur. Çünkü delil, kesinlik ifade eden şeye denilir. Âyet metninde onların böylesine geçersiz sözlerine delil denilmiş olması iki sebebe dayanabilir. Ya bu sözü delil diye ileri sürdükleri içindir ki bu durumda kendileri ile alay edilmiş olur. Ya da delil olamayacak, delilin tam zıddı olan bir sözle delil arasındaki ziddiyet bağlantısı sebebiyledir, bu durumda da bir mübalâğa yapılmış ve delil olmayacak bir şeye mübalâğa edilerek delil denilmiş olur. Arapçada bunun benzeri ”onların arasındaki selâm acı verici bir darbedir" sözüdür. Yani Yüce Allah'ın onların geçersiz sözüne delil demesi, kendilerinin asla delillerinin olamayacağını beyan etmek içindir. Çünkü bütün delili bu görüşden ibaret olan kimsenin asla hiçbir delili yok demektir. Tıpkı ilk karşılaştığında yaptığı ilk hareket, karşıdaki kimseye acı verici bir darbe olan kimsenin karşısındaki kişiyle aralarında asla selâm diye bir şeyin olmaması gibi. Böyle bir ifade üslubuyla ancak böyle bir mânâ kastedilir. Sanki şöyle denilmiş olmaktadır: Onlara apaçık âyetlerimiz, okunduğu zaman bütün yaptıkları, delil olmayan bir şeyi, delil olarak ileri sürmekten ibarettir. 26De ki: İlk başta 'Allah sizi diriltir, sonra eceliniz geldiği zaman öldürür. Yoksa sizin iddia ettiğiniz gibi sizler zamanın rolü ile yaşıyor ve ölüyor değilsiniz. Sonra dirildikten sonra sizi kıyamet gününde yaptıklarınızın karşılığını vermek için bir araya toplar. Bunda şüphe yoktur. Yani sizi biraraya toplayacağında hiçbir şüphe yoktur. Çünkü ilk başta yoktan var etmeye gücü yetenin, daha sonra yeniden bir daha diriltmeye de gücü yeter. İlâhî hikmet, herkesin yaptığının karşılığını görmesi için biraraya toplanmayı hiç kuşkusuz gerekli kılmaktadır. Mucizelerle doğrulanmış olan vaad de kesin olarak bunun olacağını göstermektedir. ”Ölmüş atalarının geri getirilmesi" teşriî hikmete aykırı olduğu için bunun yerine getirilmesi imkânsızdır. Fakat insanların çoğu bilmezler.' Fakat çoğu insanlar bilmezler. Çünkü onlar unutkan ve gafildirler. Şâir der ki: Cahillik ölümden önce ölümdür, Vücutları kabirden önce kabirdir. İlimle dirilmeyen ölüdür, Dirilme günü dirilişi yoktur. Aklı başında olan bir kişinin uyanık olması ve Rabbine kesin bir inançla inanması, kitabı ve içindeki hükümleri tasdik etmesi şarttır. Gayba iman etmenin güçlüğü nedeniyle insanların çoğu inanmama çukuruna yuvarlanmışlardır. Berzah ve yeniden dirilme kapılarının kapalı olması dolayısıyla çok münakaşalar yapılmış ve çok inkâr olmuştur. 27Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Yani göklerin ve yerin mutlak mülkü ve orada tam tasarruf Allah'ındır. Göklerle yer arasındaki her şey Yüce Allah'a aittir. Bu ifade, yukarıdaki âyette Allah'ın öldükten sonra diriltmeye dair kudretini belirttikten sonra her şeye kadir olduğunu dile getiren bir ifadedir. Kıyametin kopacağı gün var ya, işte o gün bâtıla sapanlar hüsrana uğrayacaklardır. Bu âyetin mânâsı şudur: Kıyametin kopacağı ve ölülerin dirileceği gün var ya o gün hüsrana uğrayacaklardır, demektir. Ölülerin dirilecek olduğu gün kıyametin kopacağı günün bir parçasıdır. Çünkü kıyamet günü geniş bir gündür. Onların hüsranlarının ortaya çıkması dirilecekleri gün olduğu için, kıyametin kopacağı günden maksat da budur. Ayetteki ”batıla sapmak", bâtılı işlemek, gerçeği olmayan söz söylemek demektir. Burada bundan maksat, hakkı gerçek olarak kabul etmeyenler, öldükten sonra dirilmeyi asılsız kabul edenlerdir. Bâtıla sapanların hüsrana uğramalarından maksat, hüsranlarının o gün ortaya çıkması demektir. 28Mü'mini ve kâfiri bir araya gelmiş her ümmeti o günün korkusundan ve korktuğu için sakin ve huzurlu olmayarak bizzat gözlerinle diz çökmüş görürsün. O gün herkesin diz çökmesi korkusundandır. Hiçbir kimse sorguya ve hesaba çekilirken oturmasından huzur duymayacaktır. İbn Abbas (radıyallahü anh) bu âyeti tefsir ederken ”diz çökmüş" ifadesini ”bir araya gelmiş" şeklinde anlamıştır. Yani her ümmet bir diğeri ile karışmaz demektir. Burada şöyle bir soru sorulabilir: Diz üstü çökmek, kâfirlere lâyık bir harekettir. Çünkü müminler kıyamet günü korku duymayacaklarına göre neden diz üstü çöküyorlar? Bu soruya şöyle cevap vermek mümkündür: Emniyet içinde olan kimse bu gibi durumlarda, kendisinin huzur ve emniyete hakkı olduğu ortaya çıkana kadar bâtıla sapanlarla aynı ortamı paylaşabilir. Her ümmet... ”Her ümmet" ifadesinin bir daha tekrar edilmesi, âyetin bu noktasının tehdit ve sert ifadeleri gerektiren yer olmasındandır. Kendi kitabına çağrılır: Yani her ümmet kendi amel defterine çağrılır. ”Ümmetin kitabı" ifadesi, ümmetle kitap arasındaki ilişki dolayısıyla mecazî bir ifadedir. Çünkü onların amelleri bu kitaplarda yazılıdır. Bu ifadede, kulların âciz olduklarına Allah'ın ezelde kendi haklarında yazmış olduğu hususlarda herhangi bir güç ve kuvvetlerinin olmadığına, dünyada ve âhirette insanlara ancak durumlarına göre Allah'ın takdir edip yazmış olduğu şeylerin isabet edeceğine, başlarına geleceğine işaret vardır. Şu halde onların yaptıkları fiiller ancak Allah'ın takdirine göredir. 'Bugün size yaptıklarınızın karşılığı verilecektir. Yani onlara böyle söylenir. Kimin ameli iman etmiş olmak ise, Yüce Allah onu cennetle mükâfatlandırır. Yaptığı amel şirk ve inkâr olanları ise cehennemle cezalandırır. 29Bu, size karşı gerçeği söyleyen yani sizin aleyhinize herhangi bir fazlalık ya da eksiklik olmaksızın şahitlik eden kitabımızdır. Bu cümleler de yukarıda kendilerine söylenen cümlelerin arasındadır. Her ümmetin kitabı, Yüce Allah'ın emriyle yazıldığı için kitap kelimesi isim tamlaması yapılarak Yüce Allah'a izafe edilmiş ”kitabımızdır," denilmiş, böylece kitabın ne kadar büyük bir kitap olduğu ve ne kadar korkunç olduğu vurgulanmıştır. Eğer bu nükteler gözetilmemiş olsaydı, daha önce olduğu gibi kitap kelimesi ümmet kelimesine izafe edilir ”bu ümmetin kitabıdır" denilirdi. Çünkü Biz dünyada gerek güzel, gerek kötü, gerek büyük, gerek küçük amellerinizi, yaptıklarınızı kaydediyorduk'. Bu cümle, yaptıkları amellerden hiçbir şey eksik kalmaksızın tümünün bir kitapta toplanarak onlara neden hitap edildiğinin sebebini ifade etmektedir. Yani âyetin mânâsı şu olur: Çünkü Biz meleklerden, yaptığınız amelleri yazmalarını istiyorduk. Yani meleklere amellerinizi yazmalarını ve onları sizlere isbat etmelerini emrediyorduk. Şu halde kula düşen, ecel gelmeden derhal elini çabuk tutmak, tedbirini almaktır. Çünkü ömür bitecek ve her şey altüst olacaktır. Yüce Allah bizleri ve sizleri hoşnutluğunun vesilelerine ve emri ile hidayetini kabule koşanlardan eylesin. 30Ümmetlerin içinden inanıp iyi işler yapanlara gelince... Bu ifade, daha önce geçen ifadenin ayrıntısını verme mahiyetindedir. Rabbleri onları rahmetine cennetine sokar. Çünkü ”duhûl-girme" fiili, rahmet çeşitleri arasında cennete girmede hakiki mânâda kullanılır. ”Rahmetine sokma", bir şeye bulunduğu halin ismini verme kabilinden mecazdır. Buna göre cennet rahmet mahalli olduğu için, cennete rahmet denmiş olmaktadır. İşte apaçık kurtuluş budur. Kendisinden öte başka hiçbir kurtuluşun olmadığı kurtuluş budur. Çünkü cennet çeşit çeşit rahmetin tecelli edeceği yerdir. 31Ama inkâr edenlere gelince onlara: 'Ayetlerim size okunmuş, yani azarlama ve hiddetle paylama kabilinden onlara denilirki: Size peygamberlerim gelmedi mi? Size âyetlerim okunmadı mı? Siz de iman etmekten büyüklenip suçlu bir toplum yani işi gücü suç işlemek olan bir toplum olmuştunuz değil mi?' (denir.) Kendisine peygamberlerin hitabı ulaşmayan kimse, sırf aklı olduğu için mükellef değildir. Böyle bir kimse inanmamış olsa mazur olur. İtikad etmekten gafil olup nihayet bu hal üzere ölse yahut şirke itikat etse kendisine herhangi bir davet ulaşmamışsa mazurdur. Çünkü itibar edilecek asıl ölçü, akıl değil, daveti işitmedir. Sonra dâr'ul-harpde yaşayan dâr'ul-İslâma hicret etmemiş bir Müslümanın ahkâmı bilmemesi mazerettir. Buna göre daru'l-harpte yaşayan böylesi bir Müslüman belli bir süre namaz kılmamış, oruç tutmamışsa ve herhangi bir daveti işitmemiş ise bu namazım ve orucunu kaza etmesi gerekmez. Çünkü daru'l-harp, İslâm ahkâmının bilinmesine ve yayılmasına elverişli bir yer değildir. Daru'l-İslamda Müslüman olan zımmî böyle değildir. Onun kılmadığı namazları farz olduğunu bilmese bile kaza etmesi gerekir. Çünkü daru'l-İslâmda yaşayan böylesi bir zımmî İslâm ahkâmını sorabilme imkânına sahiptir. Bu imkânı kullanmayıp sormaması kendi eksikliğidir, mazeret sayılmaz. 32'Allah'ın vaadi aşağıda gelecek olan meselelere dair vaadi gerçektir, mutlaka olacaktır. Kıyamet gününde yani Allah'ın vaadettiklerinin en meşhuru olan kıyamet gününde, bu günün meydana geleceği hususunda şüphe yoktur.' Çünkü bu günü, doğru sözlü kimse haber vermektedir ve çünkü bu günün geleceğine dair bir çok delil vardır, dendiği zaman: Ey öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kâfir ve zındıklar! İnkârınızın aşırılığından: 'Kıyametin ne olduğunu bilmiyoruz yani bunu garip karşılayarak kıyamet de neymiş, sadece zan ve tahminde bulunuyoruz demiştiniz. Bu ifadenin dış görünüşüne bakılırsa bir şey yine kendisinden istisna edilmektedir. "Fethurrahman" isimli eserde buranın tefsiri yapılırken şöyle söylenir: ”Bizim şüphe ve zandan başka itikadımız yoktur." Kıyametin olabileceği hakkında kesin bir bilgi elde etmiş değiliz,' demiştiniz. Her halde bunlar ”hayat ancak hu dünyada yaşadığı mı zdır..." (Câsiye: 24) diyen kimseler değildir. Bunların arasında yeniden dirilme ve kıyameti kabul etmeyenler de vardı. İşte daha önceki Câsiye sûresinin 24. âyetinde zikredilenler bunlardır. Yine aralarında bu konuda Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)dan kıyametin kopacağının doğruluğuna dair işitmiş oldukları birçok delilden dolayı şüphe içinde olanlar vardı. İşte onlar da bu âyette zikredilenlerdir. Aklı başında olan kimseye düşen, Yüce Allah'ın haber verdiği meselelerde şüpheyi zihninden temizlemek ve kesin olarak bunlara inanmaktır. Şüphesiz, sözü Allah'tan daha doğru olan hiçbir kimse yoktur. Allah'ın, gönülden kabul eden ve inanan mü'minlere olan vaadi, felah ve sevinç kaynağıdır. Müminler her ne kadar kıyametten ve kıyametin korkulu anlarından korkuyorlarsa da Allah'ın geniş rahmetini ummaktadırlar. Allah'ın bu rahmetinin mükemmelliğini ancak kıyametin kopmasıyla göreceklerdir. Çünkü cennete girme, cennetin derecelerini ve nimetlerini elde etme hep kıyametin kopmasına bağlıdır. Yakîn yani kesin bilginin dereceleri vardır. Anlaşılır ki, tasdik ne kadar güçlü olur, emirlere uyma ne kadar tavizsiz olursa yaklaşma o oranda gerçekleşir. Buradan kâfirlerin ve inkarcıların ne kadar uzak ve ne kadar Allah'a ayrı düştükleri anlaşılmış olur. Bu durumdan yaratıcı olan Allah'a sığınırız. 33Yaptıklarının kötülükleri yani kötü amelleri, çirkin ve korkunç şekliyle onlara yani âhirette kâfirlere görünmüş, onlar amellerini çirkin ve korkunç suretiyle görmüşler ve akıbetinin vahimliğini müşahade etmişlerdir. Bundan maksat, şirk ve nefislerin meyletmiş olduğu, arzuladığı, güzel gördüğü günahlardır. İşte bu şirk ve günahlar kıyamet günü çeşitli amellere göre çirkin bir biçimde ortaya çıkacaktır. Âhirette onlar için meyve verecek olan her şey dünya tarlasına kötü amelleri ile ekmiş oldukları ekinlerdir. ”Yaptıkları kötü ameller" den bunların cezalarının kastedilmiş olması da mümkündür. Çünkü kötülüğün karşılığı kötülüktür. Şu halde, cezaya, sebebi olan amelin ismi mecazen verilmiş olmaktadır. Karşılık ve cezadan alay edip durdukları şey onları kuşatmıştır, onları kuşatmış başlarına gelmiştir. Âyetin orjinal metninde geçen kuşatma anlamına gelen ”hâka" fiili kötü şeylerde kullanılır. Aynı kelimeden türeme ”hayk", insanı kuşatan kötü fiilleri demektir. 34Hak katından denilir ki: Dünyada: 'Bugüne kavuşacağınızı unuttuğunuz gibi yani bugüne hazırlanmayı terk ettiğiniz ve buna aldırmadığınız gibi...demektir. Bundan kasıt, iman ve sâlih amel işlemektir. "Kavuşmak" fiilinin ”bugün" kelimesine izafe edilmesi, mastarın zarfına izafesi demektir. Buna göre mânâ şöyle olur: Sizler bu gününüzde Allah'a kavuşmayı ve yaptıklarınızın karşılığını vermesini unuttunuz. Bu ifade ile onların dünya tarlasında unutma tohumunu ektikleri âhirette de unutulma meyvesini toplayacaklarına işaret edilmiş olur. Biz de bugün yani kıyamet günü sizi unuturuz. Sizleri, unutulmuş kimselerin terk edildiği gibi azapta bırakır, terk ederiz. ”Sizi" mânâsını ifade eden zamirde, onlar, azapta bırakılmaları durumlarına aldırış edilmemesi şeklinde unutulmuş bir şeye benzetilerek istiare-i mekniyye yolu ile istiare sanatı yapılmıştır. İstiare yapıldığının kanıtı ise unutmadır. Yeriniz varıp döneceğiniz yer ve mekânınız ateştir, cehennemdir. Yardımcılarınız da yoktur. Yani içinizde hiçbirinizin sizi cehennemden kurtaracak bir tek yardımcısı yoktur. 35Bunun, bu azabın sebebi, sizin Allah'ın âyetlerini alaya almanız onlara, düşünmek ve kabul etmek suretiyle kulak vermemeniz ve dünya hayatının sizi aldatmasıdır.' Sizler dünya hayatından başka hiçbir hayat olmadığını zannettiniz. Artık bu gün oradan çıkarılmayacaklardır. Yani ateşten çıkarılmayacaklardır. Buraya kadar ”siz" şeklinde hitap edilirken burada ”onlar" şeklinde ifadenin değiştirilmesi, artık kendilerinin durumlarının değersizliği nedeniyle hitap mertebesinden düşürüldükleri içindir. Ya da hitap makamından nakledilerek ateşe götürülmelerindendir. Ve onların Rablerini hoşnut etmeleri de istenmeyecektir. Yani onlardan zamanı geçirdikleri için itaat ederek Rabblerini hoşnut etmeleri istenmeyecektir. Bu ifade işaret ediyor ki, Yüce Allah samimi kullarına bazı âyetlerini göstermiştir. İnkarcılar bu âyetleri gördükleri zaman, her zaman âdetleri olduğu üzere onları alaya almışlardır ve dünya hayatı kendilerini aldatmıştır. Zira Yüce Allah'ın nasihatini kabul etmemişlerdir. Çünkü Allah ”...Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın..." (Lokman: 33) buyurmuştu. Bugün onlar cehennemden çıkarılmayacaktır. Çünkü hırs ve şehvet adımlarıyla girmişlerdir ve onlardan iman ve ameli sâlih adımlarıyla cennete dönmeleri hususunda Allah'ı hoşnut etmeleri de istenmeyecektir. 36Hamd, özel olarak göklerin Rabbi, yerin Rabbi, bütün âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Yani hamd, ruh, vücut, zat ve sıfat gibi bütün âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Şu halde .hanide O'ndan başka hiç kimse lâyık değildir. Bu âyette ”Rab" kelimesinin tekrar edilmesi pekiştirme ve bütün bu unsurlar bakımından Yüce Allah'ın Rab oluşunun asıl olduğuna işaret etmek içindir. 37Göklerde ve yerde ululuk yalnız O'nundur. Yani azamet, kudret, saltanat ve izzet izleri, alâmetleri ve ahkâmı yerde ve gökte ortaya çıktığı için yalnız O'nundur. ”Gök ve yer" kelimeleri zamirle ifade edilecekken bunların kendilerinin getirilmesi Yüce Allah'ın ululuğunu tazim etmek içindir. O, yenilmeyen azizdir, takdir ettiği ve belirlediği her hususta hakimdir. O halde O'na hamd ediniz. Bir başka ifade ile, çünkü hamd O'na mahsustur ve O'nu büyük tanıyınız, çünkü ululuk O'na aittir. O'na itaat ediniz çünkü O, her şeye galiptir. Yaptığı bütün şeylerde muazzam bir hikmet vardır. Kim Allah'tan başkasına güvenerek kendini güçlü görürse Allah onu zelil kılar. Yüce Allah'ın: ”(Ve deyin ki:) Tat bakalım hani sen kendince üstündün, şerfliydin!" (Duhân: 49) âyetinde ifade edilen anlam da budur. Kim kibirlenir, büyüklenirse Yüce Allah'la çekişiyor demektir. Yüce Allah şöyle buyurur: ”Benimle çekişen bir kimseyi cennete koymam gerekmez." İnsanlara merhamet edene Allah merhamet eder. İşte Allah'ın yapacağı budur. Bir kutsi hadiste Yüce Allah şöyle buyurur: ”Kibriya benim ridamdır, azamet izanındır. Kim bu ikisi hususunda Benimle çekişirse onu cehenneme atarım" (7) Bu son iki âyette, ”hamd etmek" ifadesinin ”kibriyâ" yani ululuktan önce getirilmesi işaret ediyor ki, hamd edenler, Allah'a hamdettikleri zaman bilmeleri gerekir ki, Yüce Allah verdiği nimetlere lâyık olarak onların dilleriyle zikretmiş oldukları hamdden çok yüce ve çok uludur. Hatta o hamd edenlerin hamdlerinden çok ulu ve yücedir. Yüce Allah, sıfatları hususunda her hangi bir kimsenin kendisine ortak olmasından münezzehtir. O'ndan başka hiçkimsenin azameti olmadığına göre bu nasıl tasavvur olunabilir? Tam tersine O'ndan başkalarının şiarı, azamet ve kibriyâ ile sıfatlı olmak bir yana tam tersine son derece küçük olmak ve O'na muhtaç bulunmaktır. Yüce Allah'ın dışındakiler bakımından kibir, yasaklanmış kötü ahlâkın en çirkinidir. Yüce Allah, mahlukatı bakımından kötü olan sıfatlar bir yana, onlar için mükemmel olan sıfatta kullarına ortak olmaktan çok yüce ve münezzehtir. Yüce Allah bakımından ”daha âlim daha kadir" şeklindeki üstünlük bildirme (ism-i tafdil) kipi bir kıyaslama değil, aşırı mübalâğa, hiçkimsenin kendisine ortak olmasının tasavvur olunamayacağı mutlak mükemmellik durumuna işaret eder. Allah'ın yardımıyla Câsiye Sûresi'nin tefsiri bitti. |
﴾ 0 ﴿