AHKAF SURESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur, 35 âyettir.

1

Hâ. Mîm. Bu sûrenin adı ”Hâ. Mim" dir.

2

Kitabın Yani bu sûreyi ve diğer sûre-i celileleri kapsayan Kur'an'ın

indirilmesi azîz ve hakîm olan Allah tarafındandır. Allah'tan olan bir şey de haktır, doğrudur. Bir âyette: ”...Kim Allah'tan daha doğru sözlü olabilir?" (Nisa: 122) buyrulmaktadır. Azîz olan bir varlık tarafından gönderilen Kur'an, lâfzı ve manâsıyla bütün kitaplara üstündür. Hakîm olan Allah'ın yaptıklarında tam bir hikmet vardır. Çünkü Allah (celle celalühü) ancak, kendisinde maslahat olan şeyi yapar. Nitekim Allah (celle celalühü) şöyle buyurmuştur:

3

Biz, gökleri, yeri bunlarda bulunanları, bunlarda bulunanların parçalarını ve onlardaki düzeni

ve aralarındakileri ateş, hava, bulut, yağmur, çeşitli kuşlar ve benzeri yaratıkları

ancak hak ile sahih bir maksat ve tam bir hikmetle

ve belirli bir süre için her şeyin kendisinde son bulacağı kıyamet gününe kadar takdir edilen bir süre için

yarattık. Yeryüzünün ve göklerin mükellefler için yerleşim yeri olarak yaratılması, onların amel etmeleri ve kıyamet günü karşılığını almaları içindir. Boş yere değildir. Çünkü kâinatta ne varsa hepsi bir hikmete dayanır.

Âyet-i kerime, tüm yaratıkların ancak Allah'ı tanımaları için yaratıldıklarına işaret etmektedir. Âyet, ayrıca âlemin yok olacağına işaretle bir öğüt ve sakındırma içermektedir. Yani denilmektedir ki: ”Ey insanlar! Sizinle neyin muradedildiğine ve niçin yaratıldığınıza bakınız. Kul, ilim ve irfanı ile büyüklenmesin. Şüphesiz, her ilim sahibinin üstünde bir bilen vardır. Her sınır için, bir son vardır. İşler, vakitleri ve zamanları ile çevrelenmiştir."

İnkarcılar, Mekkeli müşrikler,

uyarıldıkları kıyamet günü ve o günün tehlikeleri ile ilgili olarak korkutuldukları

şeyden yüz çevirmektedirler. İman ve amelle ona hazırlanmayı terketmişlerdir. Âyet-i kerime, uyarıldıkları şeyden yüz çevirmelerinin küfür olduğuna işaret etmektedir. Bir kimse kardeşine ”Allah'tan kork" dediğinde, karşıdaki cevaben: ”Sen işine bak. Bunu bana sen mi söylüyorsun?" dese en büyük günahlardan birini işlemiş olur.

Rivayete göre; Harfin Reşid ordusu ile birlikte giderken bir Yahudi: ”Allah'tan kork!" demiş. Harun Reşid, Yahudinin bu sözünü duyunca, Allah'ın ismine saygı için atından inmiş ve askerleri de inmişler.

4

Azarlamak ve susturmak için kâfirlere

De ki: 'Allah'ı bırakıp da taptığınız putları, yıldızları ve başka

şeyleri görüyor musunuz? Yeryüzünde ne yaratmışlar bana göstersenize! Haber verin. Hani onlar tanrı idiler ya! Allah'tan ayrı olarak bunlar tek başlarına yeryüzünün hangi parçasını yaratabildiler? Size ne oluyor? Tanrılarınızın durumunu bana haber verin bakalım!

Yoksa onların göklerde, göklerin yaratılmasında, mülkiyet ve idaresinde, Allah'la

ortaklığı mı var? ki siz, onların ibadete ehil olduklarını zannediyorsunuz. Şüphesiz, herhangi bir şeyin varlığında hiçbir açıdan katkısı olmayan bir şeyin diri ve akıllı bile olsa, ibadete ehil olmakta hiçbir hakkı yoktur. O halde cansız varlıklar nasıl ibadete ehil olabilirler ki?

Eğer iddianızda

doğru söylüyorsanız, bundan önce indirilmiş bir kitap yani, tek Allah inancını bildiren, şirki iptal eden, dininizin sıhhatine delâlet eden, Kurandan önce -ki tüm semavî kitaplar Kur'anin dediklerini söylemektedirler-

veya öncekilerin bilgilerinden kalan, o putların ibadete müstehak olduklarına şahitlik eden

bir bilgi artığı varsa onu bana getirin. Ama, iddianızı isbat eden, aklî ve naklî bir delil yoksa sizin doğru laldan sayılmanız mümkün değildir. Çünkü onun sıhatine delâlet eden bir delil şöyle dursun; aksine delâlet eden, iddianızın asılsızlığını gösteren aklî ve naklî bir çok delil vardır.

Bu cümle, onların aklî bir delil getirmekten âciz olduklarını ortaya koyan ifadeden sonra, naklî bir delil getirmekten de âciz olduklarını beyan etmektedir. Yani, bana, iddianızı doğrulayacak ilâhî bir kitap getirin, denilmiştir.

Âyet-i kerime işaret etmektedir ki: Allah'tan başka ibadet edilen; nefis, şeytan ve başka şeylerin hiçbir şeye güçleri yetmez. Şüphesiz, yaratıcı Allah'tır. Tesir ondandır. Kalpler onun elindedir. İstediği gibi çevirir. İsterse hakta tutar, isterse bâtıla saptırır. Allah'tan başkasına ibadet için aklî ve naklî hiçbir delil yoktur. Akıl sahiplerinden hiç kimse, bunu caiz görmemiştir.

5

Allah'ı O'na duayı ve ibadeti

bırakıp da, kendisine kıyamete kadar cevap vermeyecek şeylere tapandan daha sapık kim vardır? O, tüm sapıkların en sapığıdır. Çünkü her şeyi işiten, muktedir olan, dualara karşılık veren, her şeyden haberdar olan yaratıcılarına ibadeti bırakıp; kendi yaptıkları, işitemeyen, gücü yetmeyen, karşılık vermeyen putlara tapıyorlar.

Oysa onlar, o putlar

bunların tapmalarından, duâ eden müşriklerin duâ ve tapınmalarından

habersizdirler. Çünkü onlar, aklı olmayan cansız varlıklardır. Nasıl karşılık versinler ki?! Onların tapındıkları şeylerin, melekler gibi canlılar oldukları farzedilirse, o zaman bu cümle şöyle anlaşılır: ”Onlar, itaat eden boyun eğen kullardır. Kendi halleriyle meşguldürler." Putlar, cansız varlıklar oldukları halde, onlar için aklı olan varlıklara ait zamirler kullanılmıştır. Çünkü onlar, karşılık vermemek, gafil olmak gibi nitelemelerle akıllılar gibi telâkki edilmişlerdir.

6

insanlar kıyamet koptuğunda

haşrolundııkları zaman...

"Haşr", bir araya toplanmak demektir. İnsanları sığınaklarından çıkartıp, onları savaşa veya başka bir şeye zorlamak anlamına geldiği de söylenmektedir. Bu kelime, sadece topluluklar için kullanılır. Kıyamete, ba's günü, neşir günü denildiği gibi haşr günü de denilir.

(Putlar) onlara, kendilerine tapanlara

düşman kesilirler. Onlara fayda değil zarar verirler.

Onların kendilerine tapınmalarını da inkâr ederler. O putlar, kendilerine tapanların tapındığını, lisânı halleri ile veya sözle yalanlarlar. Rivayete göre, Allah (celle celalühü) putlara hayat verir. Onlar, o putperestlerin ibadetinden uzak dururlar ve ”Onlar aslında kendi nefis ve nevalarına taptılar," derler. Çünkü Allah'a ortak koşmayı nefisleri emretmiştir. Bunun bir benzeri de şu âyettir: ”Ve onların ortakları:'Siz bize ibadet etmiyorsunuz,' diyecekler." (Yunus: 28)

7

Onlara, kâfirlere; harama, helâle, haşre ve neşre delâletleri

âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, o küfredenler, kendilerine hak gelince yani ilk geldiğinde hiç düşünmeden

onun için: 'Bu apaçık bir büyüdür' derler. Onun aslı olmayıp, bâtıl bir sihir olduğunu söylerler. Kur'an'ı bir sihir saydıklarına göre, onun haber verdiği; öldükten sonra dirilme, hesap ve cezayı da inkâr etmiş olurlar. Böylece eşekten daha cahil bir hale düşerler. Çünkü, Allah korusun, küfür, cehaletten kaynaklanır.

8

Veya: 'Onu kendisi uydurdu' derler? Yoksa o Kur'an'ı Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) uydurdu da, yalan olarak Allah'a mı isnad etti diyorlar? Onların bu sözleri kabul edilemez ve şaşılacak bir şeydir. Çünkü Kur'an mucizedir, beşer takatinin sınırı dışındadır. O halde onu, Allah Rasûlü nasıl söyleyip uydurabilir?

Biliniz ki, her türlü sihir ve iftira, küfürdür. Ama Allah'a iftira sihirden daha beterdir.

De ki: Faraza:

'Eğer onu ben uydurdumsa, Allah'tan bana (gelecek şey için) sizin hiç gücünüz yetmez. Yani Allah'ın azabını benden savmaya muktedir olamazsınız. Çünkü o zaman Allah'ın beni cezalandıracağında hiç şüphe yoktur. Öyleyse yalan yere Allah'a nasıl iftira edebilirim? Kendimi, kurtuluşu olmayan cezaya nasıl atabilirim?

O, sizin yaptığınız taşkınlıkları, Kur'an'ı ve âyetlerini küçümseyip zemmetmelerinizi

çok iyi bilir. Kurana dil uzatmak, onu bazan sihir, hazan iftira (uydurma) olarak isimlendirmektir.

Benimle sizin aranızda şahit olarak O yeter. Benim doğrularıma ve tebliğ ettiğime, sizin ise yalanlayıp inkâr ettiğinize şahitlik eder. Bu ifade, onların taşkınlıklarına karşılık cezaî bir tehdittir.

O, bağışlayıcı ve esirgeyicidir. Bu, iman edip tövbekar olanlar için bağışlanma ve rahmetle vaaddir. Onların cüretlerinin büyüklüğüne rağmen

Allah'ın onlara karşı yumuşaklığının ifadesidir.

Bu ifadeler gösteriyor ki, kişi, içini ve dışını her türlü kir ve pisliklerden temizlemelidir. Bunun yolu da, insanların en hayırlısı olan Hazret-i Peygamber'e uymaktır. Sihirle kerametin arası, ancak bu uyumla ayırdedilebilir.

Nitekim bir bilgin şöyle demiştir: ”Sihir: Fasıklarm, zındıkların ve şer'î hükümleri kabullenmeye, sünnete uymaya yanaşmayan kâfirlerin ellerinde görünür. Veliler ise, sünnete, ahkâm-ı şer'iyyeye ve onun adabına uymakta en üst derecelere ulaşanlardır."

9

De ki: 'Ben peygamberlerin ilki değilim. ”İlk" diye tercüme ettiğimiz, ”bid" kelimesi, ”benzeri görülmeyen şey" anlamındadır. Kâfirler, Hazret-i Peygamber'den acâip mucizeler istiyorlar, sırf inat ve kibir olsun diye, gayba ait sorular soruyorlardı. Bunun üzerine Rasûlüllah onlara: ”Ben peygamberlerin ilki değilim." Yani ”beşere gönderilen ilk peygamber değilim," demekle emrolundu. Rasûlüllah sanki şöyle diyordu:"Allah (celle celalühü) benden önce birçok peygamber gönderdi. Onların hepsi; Allah'ın kullarını, Rablerini birlemeye ve O'na itaata çağırmak konusunda ittifak halindeydiler. Ben, onların davet ettikleri şeyden başka bir şeye çağırmıyorum. Aksine ben, ihlâsla Allah'ı birlemeye ve sadâkatle ona kulluğa çağırıyorum. Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim. Ben, onların yapamadıklarını yapma gücüne sahip değilim ki, sizin her istediğinizi yapayım. Sizin gaybe ait sorduğunuz her soruya cevap vereyim. Benden önceki peygamberler, ancak Allah'ın kendilerine verdiği mucizeleri gösterebiliyorlardı. Kavimlerine ancak Allah'ın vahyettiği şeyleri haber veriyorlardı. Öyleyse sizi, benden önceki peygamberlerin davet ettikleri şeye çağırdım diye beni niçin yadırgıyor, inkâr ediyorsunuz? Allah'ın bana vermediği şeyleri benden yapmamı nasıl bekliyorsunuz?"

Bana ve size ne yapılacağını bilmem. İleride başımıza ne geleceğini, dünyada benim ve sizin işlerinizin sonunun ne olacağını bilmem. Peygamberlerin kimi, meşakkatlerden uzak olmuş, kimi vatandan hicret etmekle imtihan edilmiş, kimi de çeşitli fitnelere mâruz kalmıştır. Milletler de aynıdır. Onlardan kimi yere batırılarak, kimi üzerlerine taş yağdırılarak, kimi hayvan suretine çevrilerek, kimi rüzgârla, kimi gürültü ile, kimi denizde boğularak, kimi de başka şekillerde helak edilmişlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); kendisine ve onlara bu suretlerden hangisinin uygulanacağını, kendisinden ve onlardan kimin yardıma uğrayıp üstün geleceğini bilmediğini ifade etmiştir. Daha sonra Allah (celle celalühü) Rasûlüne vahyederek, onun ve müşriklerin durumunu haber verdi. Ona hicret etmesini emretti. Ona cihadı emretti, dininin bütün dinlere üstün geleceğini haber verdi. Onun, düşmanlarına hakim olacağım ve düşmanların kökünü kazıyacağını bildirdi.

Denildi ki; Hazret-i Peygamber'in bilmediğini söylediği şey, detay bilgilerdir. Yani şöyle demiştir: ”Ben, dünyada ve âhirette size ve bana ne yapılacağını detaylı olarak bilmiyorum. Çünkü ben gaybı bilmem." Genel anlamda ne olacağını ise biliyordu. Çünkü Allah'ın ordusu üstündür. İyilerin dönüp varacakları yer cennet, kâfirlerinki ise cehennemdir.

Ebussuud şöyle der: ”Bu konuda söylenilenlerin en uygunu ve açığı şudur: Ayetin başındaki olumsuzluk edatı olan 'ma ; peygamberliğe ait görevlerden, dünyevî olaylardan bilgisi dışında olanlardır. Âhirette olacak olanlar değildir. Çünkü âhirete ait şeyleri bilmek, peygamberlik görevlerindendir. O konuda, her iki tarafa da ne yapılacağını ayrıntılı bir şekilde bildiren vahiy gelmiştir."

Âyeti kerime, kaderiyecilerin ve bâtıl mezheplere mensup olanların görüşlerinin yanlış olduğuna işaret etmektedir. Çünkü onlar, Allah'ın iyileri incitmesi aklen mümkün değil derler. Ama bu caiz değildir. Eğer bu caiz olsaydı, iyilerin en büyüğü olan Allah Rasûlü: ”Kesinlikle biliyorum ki ben, Allah'ın Rasûlüyüm. Günahtan masumum. Şüphesiz o beni bağışlar," derdi. Oysa o böyle dememiş, ”Bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum," demiştir. Böylece, emrin Allah'ın emri, hükmün de O'nun hükmü olduğu, O'nun kullarına dilediğini yapabileceği ve yaptığından dolayı sorumlu olmadığı bilinsin istemiştir. Âyetin gerçek anlamı, gayba ait bilgiye sahip olmadığını ifade etmektedir.

Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Yani ben, ancak bana vahyolunanı yaparım. Bu söz, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yaptıklarının sadece kendisine vahyolunan şeyler olduğu anlamındadır.

Ben apaçık bir uyarıcıdan başka birisi değilim.' Bana vahyedilene göre, sizi Allah'ın azabından, açık mucizelerle korkuturum.

Bu ifade işaret ediyor ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir tebliğci olarak gönderilmiştir. O hidayete erdirici değildir. Hidayete ancak Allah, dilediklerini ulaştırır. Gaybı bilmek de sadece Allah'a mahsustur. Peygamberlerin ve velîlerin bunları haber vermesi ise vahiy, ilham ve Allah'ın öğretmesiyledir. Hazret-i Peygamberin kıyamet alâmetlerini, âhir zamanda olacak olan olayları, bidat ve yanlış fikirlerin yayılacağını, bazı şahısların durumlarını haber vermesi de yine bu kâbildender. Meselâ, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün: ”Şu kapıdan ilk girecek olan kişi cennetlik biridir," buyurmuş, o esnada Abdullah b. Selâm girmiş. Rasûlüllah'ın ashabından insanlar hemen kalkıp durumu ona haber vermişler. ”Bize, cennete girmeyi umduğun en sağlam amelini söyle," demişler. O da: ”Ben zayıfım. Cenneti umabileceğim en sağlam amelim, kalp temizliği ve beni ilgilendirmeyen şeyleri terketmemdir," demiştir.

10

De ki: Ey kavmim!

'Bana haber veriniz; şayet bu bana vahyedilen Kur'an gerçekten

Allah katındansa sizin iddia ettiğiniz gibi sihir veya uydurma değilse...

Keşfu'l-Esrar'da denildiğine göre: ”Buradaki şayet anlamındaki 'in' şüphe ifadesi için değildir. Şuayb (aleyhisselâm)in kendisine; 'Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden çıkaracağız,' demelerine karşılık; 'Şayet biz istemesek de mi?' (Araf: 88) demesi de böyledir. Buradaki, 'şayet' anlamındaki 'lev' de şüphe için değildir. Cümle içerisinde bir bağlama edatıdır."

Ve siz onu inkâr ediyorsanız Allah'ın hâline ve kendilerine gelen Tevrat sebebiyle vahyin sırlarına vakıf olan

İsrâiloğullarından şanı yüce

bir şahit, onun Tevrat'taki mevcut mânâları içeren Kuranın

bir benzerine... Bunlar, Tevrat'taki, Kur'an'a uygun olan; tek Allah inancı, cennet vaadi, cehennem tehdidi ve benzeri şeylerdir. Bu konular Tevrat'ta aynen Kurandaki gibidir. Nitekim Allah (celle celalühü): ”O şüphesiz daha öncekilerin kitaplarında da vardır. ” (Şuarâ: 196) buyurmuştur.

Buradaki ”benzer" diye tercüme ettiğimiz, ”misi" kelimesinin, sıla olduğunu söyleyenler de vardır. O zaman anlam: ”Bir şahit onun Allah katından olduğuna şahitlik etti," şeklinde olur.

Şahitlik edip iman etmiş olduğu halde ”iman etti" kelimesinin başındaki ”fâ" harfi, İsrâiloğullarından olan şahidin, Kur'an'a imâna koştuğuna işaret etmektedir. Âyetin anlamı şu şekilde birleştirilir: Kur'an'ın, Hakk'ı haber veren vahiy olduğu, beşer kelâmı olmadığı bilinince

siz kibirinize yediremiyorsanız... Âyette, şartın cevabı düşmüştür. Âyetin anlamı şu şekildedir: ”Bana haber veriniz! Eğer o, Allah katındansa, buna İsrâiloğullarının en bilgini şahitlik etmiş ve tereddüt etmeden inanmışsa, buna rağmen siz iman etmeyip kibirlilik gösterirseniz, sizden daha sapık kim olabilir?" Şu âyet-i kerime, bu anlayışa işaret etmektedir: ”De ki: Haber veriniz. Eğer O (Kur'an) Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr ederseniz, o zaman (haktan) uzak bir ayrığı lığa düşenden daha sapık kim olabilir?" (Fussilet: 52)

Şüphesiz Allah gerçekleri kabul ve teslim edeceği yerde, inkâr eden

zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.' Onların zalimlikle nitelenmesi, hükmün gerekçesine işaret etmesi içindir. Allah'ın onları hidayete erdirmemesi, açık delillere rağmen onların inat etmeleri ve zulümleri sebebiyledir. Bu ifade, onlar için hiçbir mazeretin söz konusu olmadığına işaret etmektedir. Çünkü bir iddianın doğruluğuna şahit bulunduğu zaman, husûmet son bulur, dava sonuçlanır.

Âyette adı geçen şahit, Abdullah b. Selâm'dır. Yahudilerden Tevrat'ı en iyi bilendi. Asıl adı, 'Husayn'dı. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine Abdullah ismini verdi. Bu zat, Hazret-i Peygamberin Medine'yi teşriflerini duyunca ona geldi, mübarek yüzüne baktı. Onun, bir yalancı yüzü olmadığını anladı. Düşündü ve onun beklenen peygamber olduğuna kanaat getirdi. Efendimize: ”Sana üç şey soracağım, onları ancak bir peygamber bilebilir," dedi ve şunları sordu:

1- Kıyamet alâmetlerinin ilki nedir?

2- Cennet ehli ilk önce hangi yemeği yiyecektir?

3- Çocuk, annesine mi yoksa babasına mı benzer?

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) soruları şöyle cevapladı:

- ”Kıyamet alâmetlerinin ilki, insanları, doğudan batıya toplayacak olan bir ateştir.

- Cennet ehlinin ilk yiyeceği yemek balık ciğerinin fazla kısmıdır.

- Çocuk, eğer erkeğin menisi üstün olursa babaya, kadınınki üstün olursa anneye benzer. ”

Abdullah bu cevaplan alınca: ”Şehâdet ederim ki, sen hak peygambersin," dedi. Ayağa kalktı ve ekledi: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Şüphesiz Yahudiler iftiracı bir kavimdir. Eğer sen beni onlara sormadan önce benim Müslüman olduğumu duyarlarsa, senin yanında bana iftira edip, kötülerler."

Rasûlüllah o zatı bir yere sakladı. Sonra Yahudiler Rasûlüllah'a geldiler. Efendimiz onlara: ”Size göre Abdullah nasıl bir adamdır?" dedi. ”O, en hayırlımızdır ve en hayırlımızın oğludur. Efendimizdir ve efendimizin oğludur. En bilginimizdir ve en bilginimizin oğludur," dediler. Rasûlüllah: ”Eğer Abdullah Müslüman olursa ne dersiniz?" buyurdu. ”Onu böyle bir şey yapmasından Allah'a sığındırırız," dediler. Bunun üzerine Abdullah çıkıp: ”Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûlüh" dedi. Bu sefer Yahudiler: ”En kötümüz ve en kötümüzün oğlu" deyip onu küçümsediler. Abdullah: ”İşte benim korktuğum bu, Yâ Rasûlüllah! Onlardan sakın," dedi.

Sa'd b. Ebî Vakkas (radıyallahü anh) şöyle der: ”Ben, Rasûlüllah'ın yer yüzünde hiçbir kimse hakkında 'o cennetliktir' dediğini duymadım. Abdullah b. Selâm bundan istisnadır. ”Bir şahit şahitlik etti," âyeti onun hakkında indi." (1)

1- Hadisi Buhârî ve Müslim, ”Abdullah b. Selâmın faziletleri" babında tahrîc ettiler. Bu eserlerde hadisin başka rivayetleri de vardır. Bunlarda Abdullah b. Selâmla ilgili uzun bir kıssa vardır. Bkz. Camiu'l-Usûl, 9/81.

Âyet-i kerime, hem genel hem de özel Allah'ın lütfü bir başarıya işaret etmektedir. Genel başarı Allah'a, Rasûlü'ne ve onun getirdiklerine imana muvaffak olmak, özel başarı da meşru olan bilgi ile amel etmeye muvaffak olmaktır. O ilim, Allah'ın seni öğrenmeye teşvik ettiği ilimdir. Amel, ister farz olsun ister nafile olsun eşittir. Amelin, mücâhedenin ve riyâzâtm hedefi kalbi temizlemek, ilâhî ahlâkla ahiâklanmak ve ilmin zevkine ulaşmaktır. İnkâr ve kibirlilik, rüsvaylık ve mahrumiyetin aslı olduğu gibi, Allah'a ve peygamberlere iman da asılların aslıdır. İnkarcıların en hafif cezası bereketten mahrumiyettir.

Ebû Türâb en-Nahşebî şöyle der: ”Kalp, Allah'tan uzak kalmaya alıştığı zaman ona sertlik arkadaş olur."

11

İnkâr edenler, Mekkeli kâfirler aşırı kibirliliklerinden dolayı

inananlar için dediler ki: Bu söz karşılıklı konuşma şeklinde değildir. Nitekim ”ona ulaşmada onlar bizi geçemezlerdi" denilmiştir.

'Eğer o Hazret-i Muhammed'in getirdiği Kur'an ve din

hayır hak

olsaydı, ona ulaşmada onlar bizi geçemezlerdi.' Şüphesiz yüce işler, düşük kişilerin ellerinin ulaşabileceği şeyler değillerdir. Onlar, fakirler, yabancılar ve çobanlardır. Onlar bu sözü, dînî liderliğin, dünyevî sebeplerle ulaşılabilen şeylerden olduğu zannıyla söylemişlerdir. Oysa o, nefsânî kemâlât ve rûhânî melekelerle elde edilir. Kaynağı da, aşağılık dünyanın yaldızlarından yüz çevirmek, tümüyle âhirete yönelmektir. Şüphesiz onu elde eden, tümüyle elde eder. Mahrum olan için de, ondan hiçbir nasip yoktur.

Ben fakir derim ki: Böyle bir yerde en uygunu şöyle denilmesidir: ”Şüphesiz dînî liderlik Allah'ın fazlıdır. Onu dilediğine, Metsiz ve sebepsiz, verir. Kabiliyet de Allah'ın bir vergi sidir."

Onlar bununla, Kur'an'la, iman ehlinin hidayet bulduğu gibi

hidayeti kabul etmedikleri için dediklerini dediler. Müslümanların hayırlı olamıyacaklarını söylemekle yetinmeyecekler:

'Bu Kur'an

eski bir yalandır' diyecekler. Nitekim onun için ”bu eskilerin uydurmasıdır" (En'am:25) da diyorlardı. Onlar Kuranın özünü bilemediler ve O'na düşman kesildiler. Çünkü insanlar, bilmediklerine düşmandırlar. Hasta olan tatlı suya, acı der. Şüphesiz onların bu tavrı, katıksız bir sapıklık ve cehalettir. Böyle diyeceklerine, hidayet veren Allah'tan hidayet istemeliydiler.

12

Ondan, Kurandan

önce de Allah'ın dininde, uyulan

bir rehber ve ona inanıp gereğince amel edenler için

rahmet olarak Mûsa'nın kitabı vardı. Bu söz. Kur'an için dedikleri: ”Bu eski bir yalandır" sözünü red ve onun asılsızlığının ifadesidir. Kur'ân'ın, Mûsa'nın kitabını doğrulayıcı oluşu, kesinlikle gerçekliğinin ifadesidir. Mânâ şöyle anlaşılır: Onlar Mûsa'nın kitabına inananları ehli ilim ve bu Peygamberi sözüne uyulacak bir hakem kabul ettikleri halde, nasıl oluyor da, onu ve diğer ilâhî kitapları doğrulayan bu kitap hakkında böyle diyebiliyorlar?

Hakkında ileri geri konuştukları

Bu Kur'an

da zalimleri korkutmak için, iyilik yapanlara da müjde olarak, indiği milletin Arap olmasından dolayı

Arap diliyle indirilmiş rehber ve rahmet olan Mûsa'nın kitabını veya kendisinden önceki tüm ilâhî kitapları

doğrulayıcı bir kitaptır.

Yahudiler ve Hristiyanlar da zalimlerdendir. Çünkü Yahudiler: ”Üzeyr, Allah'ın oğludur", Hristiyanlar da: ”îsâ Allah'ın oğludur" dediler. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Tevrat'taki ve İncirdeki anılan niteliklerini değiştirdiler. Sözleri yerlerinden oynattılar. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) onlar için bir uyarıcı, tüm peygamberleri ve ilâhî kitapları kabul edenleri de müjdeleyicidir. Korkutma, cehennem ve ebedî ayrılıkla; müjde de, cennet ve sonsuz vuslatladır. Bu yüzden âyette müjdenin ”iyilik edenler için" olduğu belirtilmiştir. Aslında ihsan: Allah'a, O'nu görürcesine ibâdet etmektir. Görme (şühûd) tahakkuk edince, erme (vasi) da tahakkuk eder. Aynı şey aksi için de söz konusudur. Allah'ın fazlından biz onu istiyoruz.

Akıllı olan kişinin, şühûd mutluluğuna ermesi ve müjde ehlinden olması için hak yolda çalışması gerekir. İhlâslı âlimlerin ve Allah'ın sâlih kullarının hareket tarzı böyle olmuştur.

13

'Rabbimiz Allah'tır' deyip, sonra da dosdoğru yaşayanlara yani ilmin hülâsası olan tevhidle, amelin son noktası olan dînî konularda istikametin arasını birleştirenlere

korku yoktur. Âyetteki ”sümme" (sonra) kelimesi amelin derecesindeki tedriciliğe ve hidayetin tevhide bağlı olduğuna işaret eder. İbnü Tâhir bu cümle ile ilgili olarak şöyle der: ”Daha önce ikrar etmiş oldukları tevhid inancı üzere devam eden, Allah'tan başka nimet sahibi görmeyen, O'na başkasını ortak koşmayan ve istikamet yolunda sebat edenler..."

Onlar sevdiklerinin yok olması yüzünden

üzülmeyeceklerdir de. Bundan maksat, onların üzühnemelerinin devamlılığını ifadedir.

14

Onlar, anılan iki yüce nitelikle nitelenenler

cennet ehlidirler. İlmî ve amelî iyiliklerinden

yapmakta olduklarına karşılık olarak orada ebediyyen kalacaklardır.

Te'vîlâtu'n-Necmiyye adındaki eserde şöyle denilmektedir: ”Bu âyet işaret ediyor ki; onlar, gönüllerinde imanın istikamet bulmasından sonra, ”Rabbimiz Allah'tır" derler. Sonra organları ile şeriat erkânı üzere, nefislerini de tezkiye ve hak ahlâkı ile ahlâklanmakla tarikat adabı üzere eğiterek istikamet buldular. Önce imanın istikameti ile 'Rabbimiz Allah'tır' dediler, sonra da nef isleriyle rükünleri edaya istikamet buldular."

15

Biz insana, ana ve babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Onları gözetmesini emrettik.

Annesi onu zahmetle taşıdı. -Bebek ana kanımda kaldıkça ağırlığı arttı.-

ve zahmetle doğurdu. Onun taşınması karnında taşıma süresi

ile sütten kesilmesi otuz aydır. -burada maksat azamî emzirme süresidir.- Onun için birçok sıkıntılara katlandı.

Bu ifade, hamileliğin asgarî sûresinin altı ay olduğuna delildir. Çünkü: ”Emzirmeyi tamamlamak isteyen için, anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler." (Bakara: 233) âyeti gereğince, anılan otuz aydan, iki yılı emzirme için çıkınca hamilelik için geriye altı ay kalır. Doktorların, hamileliğin asgari haddi için öngördükleri süre de budur. Emzirme süresi iki yıldır. Bu, Ebû Yusuf ve Muhammed'in görüşüdür. Bir çocuk, doğmundan sonraki iki yıl içerisinde bir kadının memesini emse, o kadın, çocuğun süt annesi olur. O esnadaki kocası da süt babasıdır.

Nihayet o, olgunluk çağına erip -olgunluk yaşına ermesi; kuvvetinin, aklının ve temyiz gücünün sağlamlaştığı döneme ulaşmasıdır. Olgunluk çağı, gençlikle yaşlılık arasındaki dönemdir.-

Kırk yaşına varınca... Hiçbir peygamberin kırk yaşından önce gönderilmediği söylenmiştir, ama bu görüş zayıftır. Çünkü Hazret-i İsâ ve Hazret-i Yahya kırk yaşından önce peygamber olmuşlardı.

İbnu'l-Cevzî: '"Kırk yaşından önce hiçbir peygamber gönderilmemiştir' sözü uydurmadır. Çünkü Hazret-i İsâ peygamberdir ve gökyüzüne otuz üç yaşında iken çıkartılmıştır. Peygamberlerin en az kırk yaşında olmaları şartı asılsız bir sözdür," der.

Der ki: ”Ey Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimetine şükretmemi... Buradaki nimetten maksat, din ve İslâm nimetidir. Şüphesiz bu en büyük nimettir. Kul, kendisine verilen nimetle, ana-babasına verilenine şükrü birleştirir. Çünkü, ebeveyne nimet, evlâda nimettir.

Ve senin razı olacağın iyi amelde bulunmamı bana ilham et. İyi amel, Allah'ın kabul edeceği amellerdir. O da, beş vakit namaz ve diğer tâallerdir. ”İyi" diye tercüme ettiğimiz ”sâlih" kelimesinin sonundaki tenvin, tazim içindir. Kulun, Allah'ın razı olduğu amelleri, ancak O'nun irşad ve yardımı ile işleyebileceğine işaret etmektedir.

Neslim içerisinde benim için, iyiliği devam ettir. Yani, salâhı benim neslimde sürdür, onlar arasında köklü kıl. Âyet-i kerime, son mânâya işaret etsin diye, ”eslaha" fiili ”fî" harfi cerri ile kullanılmıştır. Aslında, o olmadan da kullanılması caizdir. ”Nitekim başka bir âyette ”fî'"siz olarak : ”ve eslahnâ le hû zevcehû: Eşini de ona (doğum yapmaya) uygun kıldık." (Enbiyâ: 90) buyurulmaktadır.

Sehl bu cümleyi şöyle açıklamıştır: ”Zürriyyetimi benim için hayırlı halef, kendin için de gerçek kul eyle."

Muhammed b. Ali'nin izahı da şu şekildedir: ”Şeytanı, nefsi ve gayri meşru arzuları ondan uzak tut."

Bu âyet işaret ediyor ki; babaların sâlih oluşları, çocuklarının da salâhına, iyi olmalarına sebep olur.

Şüphesiz ben senin razı olmadığın veya beni, seni anmaktan alıkoyan şeylerden

sana döndüm ve nefislerini sadece sana tahsis edip

sana teslim olanlardanım.'

16

İşte bunlar... Maksat, insandır. Tüm insan cinsi kastedildiği için çoğul kullanılmıştır. ”Anılan bu üstün niteliklerle nitelenenler" demektir. İster vacip olsun ister nıendûb

yaptıklarının en güzelini kabul edeceğimiz...

Mubahlar iyi olsa da bu hükmün altına girmezler, karşılığında sevap verilmez.

Bir başka görüşe göre: ”En iyi" anlamındaki ”ahsen" kelimesinin, ”yaptıkları" anlamındaki ”mâ arniliî'ye izafesi, sıfatın mevsûfuna (niteleyenin nitelenene) izafesi kabilindendir. O zaman mânâ, ”güzel amellerini kabul edeceğimiz..." şeklinde anlaşılır.

Bu ifade, kulların ”iyi amellerinin" kabul edilmeyeceğine delâlet etmez. Aksine onların tüm amellerinin Allah katında fazlı gereği ”en iyi" olduğuna işarat eder.

ve işledikleri

günahlarından tövbe etmeden

vazgeçeceğimiz... yani onlar, o günahları yüzünden cezalandırılmazlar.

Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) şöyle der: ”Günah işleyen, karşılığını görür. Bu, Allah (celle celalühü)'ın, aşağılamak istediği kişiler içindir. İkram etmek istediklerinin günahlarından ise vazgeçer."

Cennetlikler arasında olan kimselerdir. Yani onlar, cennet ehli arasında ve onların yolunda düzenlenmiş bir haldedirler.

(Bu) onların peygamberlerin diliyle

vaadolundukları dosdoğru bir söz vermedir. Bu vaad; Allah'ın, ”amellerini kabul ederiz, günahlarından vazgeçeriz..." şeklindeki vaadidir. Bu, Allah'tan onlara bir ihsan ve ikram sözüdür.

Âyet-i kerime işaret ediyor ki, ana-baba çocuğunu terbiye ettiği, besleyip büyüttüğü için, onların hakkına riayet edip saygı göstermek gerekir. Allah'ın hakkına riayet edip O'na saygı göstermek ise daha önce gelir. Çünkü Allah'ın kulu üzerindeki hakkı, Rablik (ilâhiık) hakkıdır. Onu var eden Allah'tır.

Ulemâdan birisi de şöyle demiştir: ”Âyet delâlet ediyor ki: Anne hakkı daha büyüktür. Çünkü Allah ebeveyni birlikte anmış, sonra anneyi özellikle zikretmiştir. Çocuğu sebebiyle onun katlandığı birçok meşakkati beyan etmiş, hamileliği, doğurması ve emzirmesi esnasında karşılaştığı zorlukları belirtmiştir. ”

"Fethurrahman" adındaki eserde şöyle denilmektedir: ”Allah (celle celalühü) evlâtlara, annelerinin yaptığı iyilik ve hizmetleri saymışır. Bu âyette, anne dört kez, baba ise bir defa anılmıştır. ”Ana babasına" sözünde ikisini birlikte zikretmiş sonra anneyi, çocuğu taşıma, doğurma ve emzirme -ki bunu ”sütten kesme" sözüyle ifadelendirmiştir- kelimeleri ile anmıştır."

Bu izah, Rasûlüllah'm; iyiliğin dörtte üçünün anneye, dörtte birinin babaya ayrıldığını bildirdiği hadisine uygun düşmektedir. Bir adam: ”Yâ Rasûlallah! Ben kime iyilik edeyim?" demiş. Efendimiz: ”Annene" buyurmuş. Adam: ”Sonra kime?" demiş. Rasûlüllah: ”Annene" demiş. Adam tekrar: ”Sonra kime?" demiş, Rasûlüllah yine ”Annene" buyurmuş. Adam dördüncü kez ”Sonra kime?" deyince Allah Rasûlü: ”Babana" karşılığını vermiştir. (2)

2- Hadisi, Ebû Davud ve Tirmizî tahrîc ettiler. Buradaki söz Tirmizi'nin...

Evliyadan birisi olan İbrahim el- Havvâs şöyle der: ”İsrâiloğullarının Tin denilen mıntıkasında idim. Aniden benimle birlikte yürüyen bir adam gördüm, şaşırdım. Sonra bana, onun Hızır (aleyhisselâm) olduğu ilham edildi. Kendisine: -'Allah hakkı için söyle, sen kimsin?' dedim. O: 'Ben, kardeşin Hızır'ım' dedi. Sonra: 'Sana bir şey sormak istiyorum,' dedim. O da: 'Sor,' dedi. Sonra ben: 'Şafiî hakkında ne dersin?' deyince buna cevaben: 'O, cihanın direklerindendir,' dedi. Yine ben: İmâmu's-sünne (Sünnet bilgini) Ahmed b. Hanbel hakkında ne dersin?' diye sordum. O: 'O, sıddîk bir adamdır,' dedi. Sonra ben: 'Bişr b. el-Hâris için ne dersin?' diye sorunca: 'Kendisinden sonra eşi gelmeyecek birisi,' cevabını verdi. Ben yine: 'Seni ben hangi vesileyle gördüm?' diye sordum. O: 'Annene karşı olan iyi muamelenle,' cevabını verdi."

Bir adam savaşa gitmek konusunda Hazret-i Peygamber'e danışmak için efendimiz'in yanına geldi. Efendimiz adama: ”Annen var mı?" diye sordu. Adam: ”Evet" dedi. Rasûlüllah: ”Öyleyse ondan ayrılma. Şüphesiz cennet onların ayakları altındadır," buyurdu.

17

Kendisini imana çağırdıkları zaman

ana ve babasına: Ebeveynine âsi, Allaha karşı günahkâr her kul, bu hükmün altına girer.

'Of size! ”Öf" bir kimsenin, karşıdakinin sözünü beğenmediği ve onu azarlamak istediği zaman söylediği bir sözdür.

Benden önce nice nesiller gelip geçtiği halde, benden önce birbiri peşine nesiller geçip onlardan hiçbiri tekrar diriltilmediği halde

beni (kabrimden) çıkartılmakla mı yani ölümümden sonra diriltilmekle mi

tehdit ediyorsunuz?'' diyen kimseye (karşı) onlar, Allah'a yalvarırlar Allah'tan ona yardım etmesini ve imanı nasib etmesini isterler

ve: 'Yazıklar olsun sana! Bu, aslında helak olması için bir bedduadır. Fakat burada, gerçek anlamda helak değil, onu imana teşvik muradedilmiştir.

İman et. Öldükten sonra dirilmeyi ve topraktan çıkartılmayı tasdik et.

Allah'ın öldükten sonra diriltmek konusundaki

vaadi şüphesiz gerçektir.' Onda hiçbir şüphe yoktur, derler. Çünkü vaade muhalefet bir kusurdur. Allah'ın ondan tenzih edilmesi gerekir.

O ise ana-babasını yalanlayarak:

'Bu sizin, Allah'ın vaadi dediğiniz şey,

öncekilerin kitaplarında uydurdukları asılsız

masallardan başka bir şey değildir.' Onun aslı asdarı yok

der.

18

İşte onlar, bu bâtıl sözleri söyleyenler,

cinlerden ve insanlardan, kendilerinden önce gelip geçmiş topluluklar arasında, haklarında (azapla ilgili) söz sabit olmuş kimselerdir. Bu söz: ”Cehennemi seninle ve sana uyanların hepsiyle dolduracağım," (Sâd: 85) âyetindeki tehdittir.

Şüphesiz onlar ve sözü edilen topluluklar

hüsrana uğrayanlardır. Şeytana uymak suretiyle, aslî fıtratlarını kaybetmişlerdir.

19

Anılan iki guruptan

herkesin yaptıklarına, iyi ve kötü amellerine

göre karşılığını görecekleri

mertebeleri vardır. Aslında mertebe, mükâfat derecelerinden yüce derecelerdir.

Bu, kendilerine hiçbir haksızlık edilmeyerek sevapları eksiltilmeden ve azapları artırılmadan

Allah'ın onlara amellerinin karşılığı)nı tam ödemesi içindir.

Âyet-i kerimede, ana-babasına ”öf" diyenler kınanmaktadır. Bu, onları azarlayanların da aynı şekilde hüsran ehlinden olduğunun kanıtıdır. Hüsran, imandaki eksikliktir. Bir hadisi şerifte şöyle buyrulur: ”Cennetin kokusu beş yüz yıl uzaklıktaki bir mesafeden hissedilebilir. Ama onu, babasına itaat etmeyenler ve sılayı rahmi kesenler alamazlar. '"41

Denildiğine göre: ”Ana-babadan birisinin hakkını gözetmek diğerini üzer de, her ikisinin hakkını aynı anda gözetmek mümkün olmazsa, saygı ve ta'zim konusunda baba tercih edilir. Çünkü neseb ondandır. Hizmet ve ikram konusunda ise anneye öncelik verilir. Şöyle ki: O ikisi aynı anda içeri girseler, baba için ayağa kalkılır. Her ikisi de bir şey isterse, annenin isteği öncelikle karşılanır." Menbeu'l-Adâh adındaki eserde böyle denilmektedir.

Ana-babanın, çocuklarını, kötü muamele ve eziyet ederek itaatsizliğe itmemeleri, iyilikte onlara yardım etmeleri gerekir. Hazret-i Peygamber'in ”Allah, çocuğuna iyilik yapması için yardım eden babaya rahmet etsin," buyurduğu rivayet edelmiştir. Bunun anlamı: Onu kötü muamele ile itaatsizliğe itmeyen, demektir.

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: ”Bir kimsenin, ana-babası hayatta iken evlenmemesi onun akıllılığındandır. Çünkü olur ki onlardan birisi, eşi sebebiyle evlâdından razı olmaz. Bu yüzden o günaha girer."

20

İnkâr edenler ateşe arzolundııkları gün yani ateşle azabedildikleri gün, demektir. Arz, mecazî olarak azabetme anlamında kullanılmıştır. Meselâ, ”Esirler öldürüldüler" anlamında olmak üzere ”esirler kılıca arzolundu" denilir. Böyle olmasaydı, kendisine arzedilen şeyin his sahibi olması gerekirdi. Ateş ise his sahibi değildir. Bu cümlenin; ”ateş onlara arzolunur, onlara cehennem ve cehennemdeki yerleri arzolunur" anlamında olduğu da söylenir. Bu, insanlar cehenneme atılmadan öncedir.

Ama gerçek şu ki; âhiretin ateşi şuur ve idrak sahibidir. ”O gün cehenneme, doldun mu?' deriz. O: Daha fazla var mı? der." (Kaf: 30) âyeti buna delildir. Cehennem mü'mine: ”Ey mü'min! Geç. Senin nurun ateşimi söndürdü," der. Bu da onun idrak sahibi olduğunu gösterir.

Onlara: 'Siz bütün zevkleri dünya hayatında harcadınız. Dünya haz ve lezzetlerinden sizin için yazılanları aldınız.

Onlarla safâ sürdünüz. Artık bundan sonra ondan bir şey kalmadı. Ayetteki, ”zevkler" diye tercüme edilen ”tayyihât" kelimesinin izafesi umum ifade eder.

Bugün, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan yani, sürekli fışkınız ve kibiriniz sebebiyle Allah'ın taatinden çıkmanızdan

dolayı, alçaltıcı, içerisinde zillet ve rüsvaylık bulunan

bir azap göreceksiniz,' (denilir.)

Âyet-i kerime, zalimlere karşı gösterilen kibirde olduğu gibi, haklı olarak gösterilen kibirin kınanmayacağına delildir.

Allah (celle celalühü) âyette söz konusu edilen azabı iki sebebe bağlamıştır:

Bunlardan birincisi: Hak dini kabulde ve Muhammed (aleyhisselâm)'e imandan kibirlilik göstermektir. Bu kalbin günahıdır.

İkincisi: Emirleri terk, yasakları yapmak suretiyle olan isyan ve fısktır. Bu da, organların günahıdır. Kalbin günahı, tesir açısından, organların günafundan daha büyük olduğu için, önce anılmıştır.

Âyet bildiriyor ki: Dünyadan ve dünya zevklerinden olan hazzın tümünü almak, cehennemliklerin özeli iklerindendir. Akıl ve temyiz sahibi her mü'mill in, peygamberlerin efendisine ve onun sâlih ashabına uyarak bundan kaçınması gerekir. Onlar, âhiret sevabını umarak dünyadaki lezzetlerden uzak durdular.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre: O, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hasır üzerinde uyurken yanına girdi. Hasır onun iki yanında iz bırakmıştı. Ömer ağladı. Rasûlüllah: ”Ey Ömer! Niçin ağlıyorsun?" buyurdu. Hazret-i Ömer: ”Kisrâ'yı, Kayseri ve onların içinde bulundukları dünyayı düşündüm. Sen âlemlerin Rabbi'nin elçisisin. Hasır iki yanında iz yapmış," dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Onlar, lezzetleri dünya hayatında peşin verilmiş toplumlardır. Biz ise, lezzetimiz âhirete bırakılanlarız."(5) buyurdu.

5- Hadisi; Buhârî, Müslim ve Tirmizî tahric ettiler. Bunun, uzun bir hikâyesi var. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 2/407.

Âişe (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Muhammed ailesi, Rasûlüllah vefat edinceye kadar iki gün üst üste arpa ekmeğinden doymamıştır. Ondan sonra ihdas edilen ilk bid'at, doymaktır." (6)

6- Hadisi, Buhârî ve Müslim, bu (son) ilâve ”ondan sonra ihdas..." bölümü olmadan tahric etmişlerdir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 4/683.

Yine Hazret-i Âişe şöyle der: ”Bizim üstümüzden, bir iki ay hiç ateşimiz yanmadan geçerdi. Yediğimiz, su ve hurmadan ibaretti. Şu kadar var ki Allah bize, Ensar'ın kadınlarını ihsan etti. Onlar hayırlı kadınlardır. Bazen bize süt ikram ederlerdi." (7)

7- Hadis, Buhârî ve Müslim'de müteaddid rivayetlerle mevcuttur. Müslim'deki Âişe'den gelen bir rivayete göre; o, Urve'ye şöyle demiş: ”Ey kızkardeşimin oğlu! Biz hilâle bakardık, sonra yine hilâle yine hilâle bakardık. İki ayda üç hilâl görürdük. Rasûlüllah'ın odalarında hiç ateş yanmazdı." Urve der ki: ”Teyze, neyle yaşıyordunuz?" dedim. ”İki siyahla; su ve hurmayla. Ancak Rasûlüllah'ın Ensar'dan komşuları vardı. Onların develeri vardı. Rasûlüllah'a onların sütlerinden gönderirlerdi. Biz de onu içerdik." dedi. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 4/683.

Câbir b. Abdullah şöyle demiştir: Hazret-i Ömer, elimde bir parça et gördü. ”Bu ne ey Câbir?" dedi. ”Canım et çekti, onu satın aldım," dedim. ”Sen canının her çektiği şeyi satın alır mısın? Ey Câbir! 'Siz bütün zevklerinizi dünya hayatında harcadınız,' âyetinden korkmuyor musun?" dedi.

Ebû Hureyre (radıyallahü anh) şöyle der: ”Suffe ashabından yetmiş kişiyi gördüm.

Onların hiçbirisinin üzerinde gömlek yoktu. Ya bir peştemai ya bir örtü vardı. Onu boyunlarına bağlarlardı. O kumaştan bazısı bacaklarının yarısına, bazısı topuklarına kadar ulaşıyordu. Peştemali kısa olanlar, avret yerinin görünmesi endişesiyle, iki tarafını eliyle tutarlardı. ”

21

Ey Rasûlüm Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! Mekkeli kâfirler için, Hûd (aleyhisselâm)'un kavminin halinden ibret almaları için

Âd'ın kardeşini Hûd (aleyhisselâm)'u

hatırla. Âd'ın kardeşinden maksat, din bak imandan değil, nesep açısından onlardan biri demektir. Nitekim aynı anlamda olmak üzere; ”Ey Arabın kardeşi!" denilir.

Hani o, kendinden önce ve sonra uyarıcıların, elçilerin

gelip geçtiği sonradan gelenler, öncekilerin uyarılarına göre hareket edilmesini te'kîd ediyorlardı.

Ahkâf bölgesindeki kavmini: ”Ahkâf, bir yer adıdır. Bu kelime, ”Hıkf'ın çoğuludur. Hıkf: Uzun ve yüksek, eğri büğrü kum yığını mânâsına gelir.

Bazı âlimlere göre Âd, ilkbaharda yola çıkan direkler ashabı (göçebe, çadırları olan)'dırlar. Rüzgârlar çıkıp ağaçlar sallanmaya başladığında evlerine dönerlerdi. Onlar İrem Kabilesi'ndendi. Yemende, Umman ile Aden arasında, Şıhr denilen yerde, deniz sahilinde, denize bakan kumlar arasında oturuyorlardı. Kimileri ise onların. Umman ile Mehre arasında yaşadıklarını söylerler.

Fethurrahman'da şöyle denilmektedir: ”Bu görüşlerin sahih olanı şudur: Âd ülkesi Yemen'dedir. Onların İrem (şehrinde) sütunlar vardı. Ahkâf, hıkf ın çoğuludur. Hıkf, eğri büğrü uzunca kum dağıdır. Bu tepeler daha çok çöllerde, kumlu yerelerde olur. Çünkü bu tepeyi rüzgâr yapar."

'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Kuşkusuz ben, size büyük bir günün azabının gelmesinden korkuyorum,' diye uyarmıştı. Yani milletine; Hûd'un, milletini şirkin sonucu ve büyük azap ile korkuttuğunu söyle. Ondan önceki ve ondan sonraki peygamberler de, milletlerini aynı şekilde uyarmışlardı. Yine onlara, şirk koşmanız ve tevhidden uzaklaşmanız sebebiyle korkunç bir günün azabından korktuğunu söyle. O büyük gün, onların üzerine azabın indiği gündür.

22

Onlar: 'Sen bizi tanrılarımızdan, onlara ibadetten, kendi dinine

çevirmek için mi geldin? Bu olacak şey değil.

Haydi, vaadettiğin azabın ineceğinde

doğru söyleyenlerdensen, tehdit ettiğin şeyi büyük azabı

başımıza getir,' dediler.

23

Hûd

dedi ki: 'İlim yani azabın ineceği vakti veya içerisinde bunun da bulunduğu tüm eşyayı bilmek

ancak, sadece

Allah katındadır. Azabın ne zaman ineceğini ben bilmem. Onun gelmesinde de benim herhangi bir katkım yok. Onu sadece Allah bilir. Takdir edilen vakti geldiğinde de onu size getirir.

Ben, içerisinde şirke son vermediğiniz takdirde, hemen azabın ineceğini bildirmek de bulunan peygamberlik görevlerinden,

size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum. Ama sizi cahil bir millet olarak görüyorum.' Çünkü benden, peygamberlerin görevi olmayan azabı indirmemi ve vaktini tayin etmemi istiyorsunuz. Eğer kişinin tam bir aklı ve olgun bir bilgisi olsa nevasına tâbi olmaz, Mevlasına kulluk eder.

Bilginlerden birisi şöyle demiştir: ”Senin ilk görevin mabudu tanıman, sonra da ona kulluk etmendir. Sen, isimlerini ve zatî sıfatlarını bilmediğin, kendisi için mutlaka gerekli olanı ve imkânsız olanı bilmeyen bir varlığa nasıl ibadet edebilirsin? Olur ki onun sıfatlarından, gerçeğe aykırı bir şeye inanırsın. O zaman da ibadetin boşa gider. Aynı şekilde, emrolunduğun şekilde yapabilmen için şer'î görevlerini, terketmek için de yasakları bilmen gerekir. Yine senin, hâlleri, ahlâkı; kıskançlık, gösteriş, kendini beğenme, büyüklenme, mal ve makam sevgisi ve benzeri kötü huyları bilmen gerekir ki onlardan kaçmasın. Tevekkül, kanaat, rızâ, teslimiyet, yakînî iman ve benzeri güzel ahlâkı da bilmelisin ki onlarla bezenesin."

24

Onu vadilerine doğru yayılan bir bulut halinde gördükleri zaman: Yani vaadolundukları azap gelip de onu vadilerine yönelmiş bir vaziyette gördüklerinde... Buluta ”arız" denilmiştir. Çünkü o, ufukta veya gökyüzünde genişlemesine yayılır.

'Bu, bize yağmur yağdıracak, yağmur getirmiş

bir buluttur,' dediler.

Rivayet edildiğine göre: Âd kavmi üzerine, Muğîs denilen vadilerinden siyah bir bulut çıktı. Onlara uzun süreden beri yağmur yağmıyordu. Onu görünce sevinçle ve bir müjde kabilinden yukarıdaki sözü söylediler.

Hûd dedi ki:

'Hayır, mesele sizin zannettiğiniz gibi değil.

Bu, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. Azaptır.

O, içerisinde acı verici azap bulunan bir rüzgârdır.

25

O, Rabbinin emriyle her şeyi, onlardan müşrik olanların canlarını ve mallarını

mahveder.' Allah'ın dilemesi olmadan hiçbir şey hareket etmediği ve durmadığı için ”Rabbinin emriyle" denilmiştir. Allah her şeyin Rabbi olduğu halde, ”Rab" kelimesi, ”rüzgâr" kelimesine izafe edilmesinden maksat, onun büyüklüğüne, hareketinde Allah'ın emrine bağlı olduğuna işarettir. Yani bu, yıldızların tesiri ile değildir. Azap etmek için, daha baştan Allah'ın kudreti ile başlayan bir olgudur.

Bunun üzerine onlar, azaptan dolayı,

evlerinden başka hiçbir şev görünmez bir hâle geldiler. Yani rüzgâr aniden patladı ve onları helak etti. Onlar, evlerinin harabelerinden başka hiçbir şey göremez hale geldiler.

Biz günahkâr milleti işte böyle köklerinin kazındığı bu korkunç azap gibi bir azapla

cezalandırırız. Âyet, Hazret-i Peygamberi yalanladıkları için işledikleri suça karşılık Mekkelileri tehdit etmektedir. Allah (celle celalühü), Âd Kavmi'nin rüzgârı gibi bir rüzgarı Mekkeliler üzerine de göndermeye muktedirdir. O halde ondan kaçınmak gerekir. Hazret-i Âişe (radıyallahü anha)'den rivayet edildi ki: Hazret-i Peygamber farklı bir rüzgâr estiği zaman, yüzünün rengi değişir, içeri girer, dışarı çıkar, önünü döner, arkasını döner (yani telaşlanıldı. Bunun sebebini sorduğumda: ”Ne biliyorsunuz? Belki de o, Allah'ın 'onu bir bulut halinde gördükleri zaman...' buyurduğu rüzgârdır," dedi. Yağmur yağınca da kendisinden korku giderdi.(8)

26

Ey Mekkeliler!

Yemin olsun ki Biz onlara, Âd Kavmine,

size vermediğimiz imkânlar verdik. Zenginlik, rahatlık, uzun ömür ve diğer tasarruflarda onları muktedir ve mâlik kıldık.

Onlara kulak, gözler ve kalpler verdik. Ta ki onları yaratıldıkları maksada uygun olarak kullansınlar. Onlardan herbiriyle, nitelenen çeşitli nimetleri bilsinler. Onlarla nimet veren Allah'ın sânını takdir edebilsinler. Şürkrüne devam etsinler.

Âyette göz ve kalp çoğul kelimelerle ifade edildiği halde, kulak tekil olarak getirilmiştir. Herhalde buna sebep, onunla sadece sesin algılanabilmesi dir. Gözle ise, bir kısmı bizzat, bir kısmı vasıtalı olmak üzere çok şeyler algılanabilir. Kalp de her şeyi algılar. Kalp diye tercüme edilen ”Fuâd" kalbin daha özel bir bölümüdür. Göğüste kalp ne ise, kalpte ”Fuâd" da öyledir.

Fakat kulakları, gözleri ve kalpleri onlara hiçbir şeyde fayda vermedi. Çünkü kulaklarını, vahyi ve Rasûlüllah'ın öğüdünü dinlemekte kullanmadılar. Gözleriyle, dünya sabitelerinde dikilen kevnî âyetleri görmediler. Kalplerini, Allah'ı tanımakta kullanmadılar.

Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar, onlara inanmıyorlar

dı. ”Eğer doğru söyleyenlerdensen bize vaadettiğin şeyi getir" diyerek, alay yoluyla acele istedikleri azaptan,

Alay ettikleri şey de onları çepeçevre kuşattı.

Âyet, ibret almaları için Mekkelileri korkutmaktadır. Kulak, göz ve kalbin, tevhidi elde etme araçları olduğuna işaret etmektedir. Kalbe yönelik olan tüm teklifler kulak yoluyla olduğu için, önce kulak zikredilmiştir. İşitileni tasdike en büyük şahit olması hasebiyle ikinci olarak göz zikredildi. Ayrıca ibret alma ve tefekkür gözle olur.

Bütün dinî yükümlülüklerin hedefi, kalbin selâmetidir. Öyleyse aklı olan insan, hakkı dinlemeli, dinlediği ile ahlâklanmalı, tüm organlarıyla dinî yükümlülüklerine bağlanmalı, gücünün yettiğince mendupları yapmalı, yasaklanan haramlardan kaçınmalı, mekruhlardan sakınmalı, mubahlarda israfa dalmamalidir. Kul, hesaba çekileceği vakit gelmeden kendi kendini hesaba çeksin. Elle ve başka bir şeyle zulmetmekten kaçınması vacip olduğu gibi, zalimlere yardımdan kaçınması da vaciptir. İdarecilerden birisi, yanında tutsak olan bir bilginden, mektubu mühürlemek için mum vermesini istemiş. O da: ”Önce bana kitabı ver. İçinde ne olduğuna bakayım," demiş. Onlar, zalimlere yardımdan işte böyle kaçınırlardı.

Allah'ın haramlar ve helâllerden bahseden âyetlerini ikrar ve tasdik eden kimse, amelleri terke nasıl cüret edebilir? Onlarla nasıl alay edebilir? Allah'ı bir bilip tasdik etmek, asılların aslıdır.

27

Ey Mekkeliler!

Yemin olsun Biz çevrenizdeki, Semûd'un Hicri -Hicr, onların yurtlarıdır- ve alt üst olan Lût Kavminin şehirleri gibi

ülkeleri helak ettik. Burda maksat, o ülkelerin halkıdır. Âd Kavmi de bu hükme dahildir. Çünkü onlar da helak olmuş ve evleri yıkılmıştır.

Belki içerisinde bocalayıp durdukları küfür ve isyanlardan

dönerler, dönsünler

diye âyetleri delilleri ve muhtelif ibret vesilelerini

tekrar tekrar açıkladık. Çünkü bu âyetler tevhid ve taate dönme sebepleridir.

28

Allah'ı bırakıp da, kendilerine yakınlık sağlamak için edindikleri tanrılar, onlara yardım etselerdi ya! Yani kendileriyle, Allah'a yaklaşmayı umdukları tanrıları onlara yardım edip, azaptan kurtarsa ya onları! Çünkü müşrikler: ”...Biz onlara, ancak bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz..." (Zümer: 3) ”...Onlar, Allah katında bizim şefaatçilerimiz..." (Yunus: 18) diyorlardı. Bu ifade, onlarla bir nevi alaydır.

Ama hayır, onlar kendilerinden kayboldular. Bu ikinci bir alaydır. Yani sanki, onlara yardım etmemeleri, kayboluşları sebebiyledir. Ya da onlar yok oldular. Yani onlardan tümüyle yok oluşları ortaya çıkmıştır.

Bu, ilâhlarının yok olması ve yardım edememeleri

onların yalanları yani, onları ilâh edinmelerinin eseri ve şirk koşmalarının sonucu

ve uydurup durdukları şeydir. Yani Allah'a karşı iftiralarının veya Allah'a iftira etmekte oldukları şeyin eseridir.

Âyet işaret ediyor ki, sebepler ve vesileler iki çeşittir:

1- Allah'ın, kulun kendisine ulaşmaya vesile edinmesine izin verdiği şeyler: Peygamberlerin getirdikleri vahiyler ve taatler bu kabildendir. Bunlar, hidayet sebepleridir. Nitekim Allah (celle celalühü) bir âyette ”O'na vesile arayınız." (Mâide: 35) bir başka âyette de: ”Sadıklarla birlikte olunuz." (Tevbe: 119) buyurmuştur.

2- Allah'ın izin vermediği vesileler: Putlara tapmak ve benzeri şeyler de bu kabildendir. Bunlar, âyetlerin bildirdikleri üzere hevâ ve hevesin sebepleridir. Ayrıca Allah (celle celalühü), kul; tesirin sebeplerle değil, kendisinden olduğunu bilsin de yakınlaşsın diye sebepler dolayısıyla değil, sebeplerin yanında yapar.

29

Kavmine hatırlat.

Hani Biz, bir vakit

cinlerden Kur'an dinlemeleri takdir edilmiş olan

bir gurubu, Kur'an dinlemeleri için sana yöneltmiştik. ”Gurup" diye Türkçeye çevirdiğimiz ”nefer" kelimesi, ” on kişiden daha az olan topluluk" demektir. Râğıb, bu kelimenin: ”Savaşa çıkma gücüne sahip olan erkekler topluluğu" anlamında olduğunu söyler.

Cin, bize görünmeyen yaratıklardandır. Onlar, üç çeşittir:

1- Hayırlılar; bunlar meleklerdir.

2- Şerliler; onlar şeytanlardır.

3- Ortada olanlar; bunlar da cinlerdir. İçlerinde iyi olanlar da, kötü olanlar da vardır.

Onlar, onun okunması esnasında Kuranın

huzuruna geldiklerinde birbirlerine: 'Susun' konuşmayı kesip onu dinleyin

dediler. Bu söz; cinlerin de, insanlar gibi boş ve fuzuli şeylerle de meşgul olduklarına işaret etmektedir.

Kur'an'ın okunması bitince, uyarıcı olarak kavimlerine döndüler.

Yani, Kur'an'a inandılar, duyduklarını kabul ettiler ve uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler. Onların bu nitelikle dönmeleri, Hazret-i Peygamberin elçileri olmalarını gerektirmez. Çünkü bir şahsın peygamber veya birisi tarafından elçi olmadan da uyarıcı olması caizdir. Cinler açısından uyarıcılık, peygamberlik dışında bir niteliktir.

Rivayet edildi ki: Cinler kulak hırsızlığı yaparlardı. (Gizlice dinlerlerdi.) Gökyüzü onlara kapatılıp, alevlerle taşlandıklarında: ”Bu, yeni bir olaydan ötürü oluyor," dediler. Nusaybin cinlerinin ileri gelenlerinden yedi veya altı kişilik bir gurup, liderleri ile birlikte kalkıp yola çıktı. -Nusaybin, Rabia mıntıkasında bir yerdir. Orasınm Suriye'de veya Yemen'de bir yer olduğu da söylenmiştir.- Tihâme'ye kadar vardılar. Sonra, Ukâz Panayırı'nın yanındaki, Nah le Vadisine geçtiler. Orada, Rasulüllah'la karşılaştılar. Onu gece yarısı kalkmış namaz kılar bir vaziyette buldular. O tek başına idi veya yanında sadece azatlı kölesi Zeyd b. Harise vardı.

Bir başka rivayete göre Rasûlüllah sabah namazı kılıyordu. Çünkü o zaman Hazret-i Peygamber iki rekât yatsı, iki rekât de sabahleyin namaz kılmakla memurdu. Bu sabah namazı. Miraç Gecesi farz kılınan beş vaktin birisi olan sabah namazı değildi. Çünkü, alevler atılarak cinlerin gökyüzünden haberler almasına engel olmak, vahyin ilk yıllarında idi. Miraç gecesi ise bu olaydan yıllarca sonradır.

Cinler anılan gecede, Rasûlüllah'ın okuduğu Kur'an'ı dinlediler. Efendimiz, ”Tâhâ" sûresini okuyordu. Bu olay, Hazret-i Peygamber, İslâm'a yardımlarını ve muhaliflerine karşı koymalarını istemek için gittiği ama olumlu cevap alamadığı, üstelik ayak takımlarım üzerine salıp şiddetli acılar verdikleri, ayakları kan revân içinde kalıncaya kadar taşlattıkları Tâif Seferi'nden sonra olmuştu. Hazret-i Peygamber, Tâif te bir ay on gün kaldı. Onları İslâm'a davet etti. Sonra bir kaç gün de Nahle'de kaldı. Mekke'ye girmek istediğinde Zeyd: ”Kureyş seni çıkarmışken, yani senin çıkmana sebep olmuşken -sen onlardan yardım istedin, yardım etmediler- onların yanına nasıl gidersin?" dedi.

Rasûlüllah: ”Ey Zeyd! Allah, gördüğün şey için bir çıkış ve ferahlık verecektir. Şüphesiz Allah, dinine yardım edecek ve onu üstün kılacaktır" buyurup, Hirâ Dağına doğru yürüdü. Bedir Savaşı'ndan yedi ay kadar önce, Müslüman olmadan ölen, Mut'ım b. Adiye haber gönderdi. Ona: ”Ben senin emanınla Mekke'ye girmek istiyorum," dedi. O şahıs, Rasûlüllah'ın bu isteğini kabul etti. Efendimiz de Mekke'ye yöneldi. Sonra Mut'ım ve oğulları -ki onlar altı veya yedi kişi idiler- silâhlanıp çıktılar. Mescid-i Harâm'a geldiler. Mut'ım hayvanının üzerinde ayağa kalkıp: ”Ey Kureyş! Ben Muhammed'e eman verdim. Kimse ona eziyet etmesin," diye bağırdı. Sonra Rasûlüllah'a haber gönderip, girmesini söyledi. O da girip, Mescid'e gitti. Mescid'i tavaf edip namaz kıldı. Sonra evine yöneldi. Mut'ım ve oğullan da, Hazret-i Peygamberle birlikte, tavaf ettiler. Eman verdikleri kişiyi korumak, Arapların âdeti idi. Bu yüzden Ebû Süfyan: ”Senin eman verdiğine, biz de eman verdik?" demişti.

Cinlerin o gece Rasûlüllah'a uğrayıp Kur'anı kerim dinlemelerini Hazret-i Peygamber hissetmedi. Allah (celle celalühü) onların Kur'an dinlediklerini haber verdi. Rasulüllah'la Mekke'de defalarca bir araya geldiklerini bildirdi. İşte bu bir araya gelmelerden birisi de şu olaydır: Cinlerden yedi kişilik bir grup Nahle denilen yerden, davetçiler olarak kavimlerinin yanına geldiler. Sonra, kavimlerinden yüz veya on iki bin kişilik bir toplluk halinde Mekke'ye Hazret-i Peygamber'in yanına uğradılar. Mekke kabristanının bulunduğu Hacun'a kadar vardılar. Bu gruptan birisi Rasûlüllah'a gelip; ”Kavmim Hacım'a geldi. Seninle görüşmek istiyorlar" dedi. Rasûlüllah gecenin bir saatinde görüşmek üzere onlara randevu verdi. Ashabına dönerek: ”Ben, bu gece cinlere Kur'an okumak ve onları uyarmakla emrolundum. Kim benim peşimden gelir?" dedi. Bu sözü üç kez tekrarladı. Abdullah b. Mesûd'un dışında herkes başını önüne eğip sustu. Abdullah ise Hazret-i Peygamber'le birlikte kalktı.

Hadisenin devamını Abdullah şöyle anlatır: ”Hacûn mevkiine, Mekke'nin en yüksek yerine kadar gittik. Efendimiz ayağıyla benim önüme bir çizgi çizdi. ”Ben dönünceye kadar buradan çıkma. Çıkarsan kıyamet gününe kadar beni bir daha göremezsin," dedi. - Bir rivayete göre: ”bazılarının seni alıp götürmeyeceklerinden emin olamam" dedi.- Sonra oturup, cinlere ”Ikra' bismi rabbike" veya ”Rahman" Sûresini okudu. Bir ara şiddetli bir gürültü duydum. Efendimizin başına bir şey gelmesinden korktum. Sonra Rasûlüllah bana: ”Bir şey gördünmü?" diye sordu. ”Evet, Sûdan'lı Zuttî'ler gibi kara kara adamlar gördüm" dedim. ”Onlar Nusaybin cinleridir" buyurdu. ”O ara şiddetli bir gürültü duydum. Senin, bastonunla yere vurup 'oturun dediğini duyana kadar, başına bir şey gelmiş olmasından korktum," dedim. Rasûlüllah: ”Cinler, içlerinde öldürülen birisi hakkında beni hakem tayin ettiler. Ben de aralarında adaletle hükmettim" buyurdu.

30

Kavimlerine döndüklerinde:

Şöyle dediler: 'Ey Kavmimiz! Kuşkusuz biz, Mûsa'dan sonra indirilen ve kendisinden öncekileri tasdik eden, yani tevhide ve tasdike davette, peygamberlik ve âhıretin hakikatinde, ahlâkı temizlemek ve benzerî şeylerde Tevrat'a ve diğer ilâhî kitaplara tıpa tıp uyan

hakka doğru inançlara

ve doğru yola ileten hiçbir eğri yönü olmayan -ki o şerîat ve sâlih amellerdir-

bir kitap dinledik.

Âyette cinlerin: ” Mûsa'dan sonra" demeleri; onların önce Yahûdî iken sonra Müslüman olmalarından dolayıdır.

Denilmiştir ki, bu, Varaka b. Nevfel'in Cebrail için: ”Bu, Allah'ın Mûsa'ya indirdiği namustur," demesine benzer. Doğru izanda budur.

Varaka hakkında şöyle demişlerdir: ”O Hristiyan olduğu halde Hazret-i Mûsa'yı andı. Buna sebep, Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini kesin bir dille ifade etme isteğidir. Çünkü Cebrail'in Hazret-i Mûsa'ya indiği konusunda Yahudiler ile Hristiyanlar arasında görüş birliği vardır. Hazret-i İsa'ya indiği konusunda ise aynı ittifak mevcut değildir. Çünkü Yahudiler onun peygamberliğini kabul etmiyorlardı. Varakanın böyle demesinin sebebi olarak şu ihtimal de ileri sürülmüştür: Hristiyanlar, Tevrat hükümlerine tâbi oluyorlar, ona müracat ediyorlardı. Ya da, Hazret-i İsa'nın şeriatı, Hazret-i Mûsa'nın şeriatını tasdik edici idi, onu neshedici değildi.

Tevrat, kendisinden önceki kitapların aksine, kanunlar ve hükümler içeren ilk kitaptır. Öncekilerse sadece Allah'a imanı ve onu bir tanımayı içermekte idiler. Bu yüzden onlara ”suhuf=sahifeler" denilmiştir. Onlara ”kitap" denilmesi mecaz yoluyladır. Kur'an-ı Kerim de ahkâm ve kanunları içerdiğine göre, ilâhî kitapların tümü bu iki kitabın; Kur'an ve Tevrat'ın hükmünde oldular. Bu yüzden, Hazret-i Mûsa'yı özellikle zikrettiler. Bu ifadede, iki kitabın şeref ve yüceliğine işaret edilmiştir.

31

Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun. ”Davetçi" den maksat, Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)'dir. Ya da, Kitap'tan dinledikleri şeyi kasdetmişlerdir. Çünkü o Kitap doğruya iletici olduğu gibi, Allah'a çağırıcıdır da.

O'na iman edin. Ta ki, Allah günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın. Onlar, sırf Allah hakkı olan günahlardır. Kul hakları ise, imanla bağışlanmaz. Ancak, hak sahiplerinin rızaları ile bağışlanır. Bir zımmî (gayri muslini tebea) Müslüman olsa, Müslüman olmakla onun kul hakları bağışlanmaz. Aynı şekilde, hak mâlî ise, Harbî (gayri mü slim olan yabancı) Müslüman olunca o hak bağışlanmaz.

Kâfire ve hayvanlara zulmetmenin günahı daha şiddetlidir. Çünkü, zulmeden, Müslümana ettiği zulme karşılık, ya hakkı nisbetinde hasmının günahını yüklenir. Ya da onun iyiliklerinden alınıp hak sahibine verilir. Kâfire iyilik verilmez, hayvanın alınacak günahı yoktur. İyilikleri alınıp kendisine verilmesine de ehil değildir. Öyle olunca, bunlara zulmeden kişi için, ceza görmekten başka yol yoktur.

Ve sizi kâfirler için hazırlanan

acı bir azaptan korusun.' O, cehennem azabıdır.

32

Kim Allah'ın davetçisine uymazsa (bilsin ki) yeryüzünde kaçıp kurtularak

(Allah'ı) âciz bırakacak değildir. Yeryüzünün köşelerine kaçsa, çukurlarına girse bile kurtulamaz.

Onun, Allah'tan başka dostları yoktur. Bu, kendi kendine kurtuluşunun imkânsızlığının belirtilmesinden sonra, başkaları vasıtasıyla kurtulmanın da imkânsız olduğunun beyanıdır.

Onlar davetçiye uymamakla nitelenenler,

apaçık bir sapıklık içindedirler. Sapıklık içinde oldukları, kimseye gizli değildir. Çünkü, durumu böyle olanı kabulden imtina etmişlerdir. Bir hadisi şerifte şöyle buyrulur: ”Dün gece, benimle melekler arasında geçeni size haber vereyim mi? Benim başımın ve ayaklarımın yanında,-sağımda solumda durup hatırımı sordular. Dediler ki: 'Ey Muhammed! Gözlerin uyuyor, kalbin uyumuyor. Dediğimizi anla.' Birisi: 'Muhammed için bir temsil getirin, dedi. Bir başkası şu temsili getirdi: 'Muhammed'in durumu, ev yapıp, davet edecek davetçi gönderen bir adama benzer. Kim davetçiye uyarsa eve girer, oradakilerden yer. Davetçiye uymayan, eve girmez ve evdekilerden yemez, işte Muhammed davetcidir. Kim ona uyarsa cennete girer. Uymayansa cennete giremez ve oradakilerden yiyemez." (9)

9- Bu, Tirmizî'nin ”emsal" de rivayet ettiği uzunca bir hadisin bir bölümüdür. Ahmed b. Hanbel de Müsnedde, 3788 numarada tahric etmiştir. Buhârî'deki lâfzı şöyledir: ”Rasûlüllah uyurken, melekler kendisine geldiler. Bir kısım 'O uyuyor' dedi. Bir kısmı, 'gözler uyuyor, kalp uyanık' dedi..." Bkz. Câmiu'l-Usûl, 8/541.

Âyet açıkça işaret etmektedir ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tüm insanlara ve cinlere gönderilmiştir. Ondan önce hiçbir peygamber bu iki guruba gönderilmemişti. Süleyman (aleyhisselâm) da cinlere gönderilmemişti. Ama cinler onun emrine verilmişlerdi.

Sahih olan şu ki, sevap işleme ve cezalandırılma bakımından cinler de aynen insanlar gibidirler. Çünkü onlar gibi mükelleftirler. Bu sûredeki: ”Herkesin yaptıklarına göre mertebeleri vardır,"(Ahkâf: 19) lâfzı celîli buna delâlet eder.

33

Onlar görmediler mi ki... Buradaki görmek, kalp gözüyle görmektir. Yani düşünmediler mi ve ayan beyan görüldüğü gibi bilmediler mi ki, hiçbir örnek almadan ilk defa

gökleri ve yeri yaratan, onları yaratırken yorulmayan ya da ondan âciz olmayan

Allah, ölüleri diriltmeye de kadirdir.

Rivayete göre, ilerlemiş yaşına rağmen Kisâî'yi nahiv (Arap grameri) öğrenmeye sevkeden olay şudur: Kisâî bir gün yoruluncaya kadar yürür. İstirahat etmek için bir gurubun yanına oturur ve başına hemze getirmeden ”Uyyîtü=yoruldum" der. Oradakiler: ”Sen hatalı konuşuyorsun, bizimle oturma ” derler. Kisâî: ”Peki 'yoruldum' demek için nasıl söylemek lâzım?" der. Oradakiler, başına hemze getirerek: ”U'yîtü" derler ve eklerler, ”Ama eğer bir işte çaresiz ve âciz kaldığını ifade etmek istersen, uyîtü dersin." Kisâî hemen kalkar ve kendisine nahiv öğretecek birisini sorar. Ona Muâz'ı tavsiye ederler. Muâz'ın tüm bildiklerini öğreninceye kadar hiç yanından ayrılmaz.

Sonra da Basra'ya Halil b. Ahmed'in yanına gider.

Evet, şüphesiz O'nun her şeye gücü yeter. Bu, Allah'ın genel anlamda kudretinin tasdikidir. Aynı zamanda, buradaki özel hüküm için de delildir. Allah'ın her şeye gücü yettiğine göre ölüleri diriltmeye de gücü yeter. Çünkü ölüleri diriltmek de ”her şey" kavramına dahildir. Allah'ın gücü sadece bazı şeylere münhasır değildir.

34

Kâfirler ateşe arzolunacakları gün, yani ateşle azabolunacakları gün kendilerine:

'Bu görmekte olduğunuz azap

gerçek değil miymiş?' siz onu yalanlıyordunuz

(denir.) Bu, onları susturma ve dünyada iken Allah'ın vaad ve tehdidi ile alay ettikleri, ”biz azabedilecek değiliz" dedikleri için onları kınamadır.

Onlar da: 'Rabbimiz hakkı için evet, o gerçekmiş' derler. Buradaki Rab, Allah'tır. Dünyadaki gibi, onu itiraf edince kurtulacaklarını ümit ettikleri için, cevaplarını yeminle kuvvetlendirirler.

Allah (celle celalühü) veya cehennemin bekçisi:

'O halde dünyadaki

küfrünüz sebebiyle (şimdi) azabı tadın.' Yani bir yiyeceğin tadına bakanın onu hissettiği gibi hissedin

buyurur. Buradaki emir, onları küçümsemek ve Allah'ın vaad ve tehdidini dünyada inkâr ettikleri için azarlamak için kullanılmıştır.

Biliniz ki: Ölüm nasıl hiç kimsenin şüphe etmediği biçimde gerçekse, ölümden sonraki hayat da öyledir. İnkâr edenin inkârına itibar edilmez. Çünkü o, cehaletten dolayıdır. Allah onu, uykudan sonra uyanmaya benzetmiştir.

35

(Ey Habibimî) Azim sahibi peygamberlerin sabrettikleri gibi sen de sabret. Kâfirlerin işinin sonu, bu anılan olduğuna göre, karar ve sebat sahibi peygamberlerin sabrettikleri gibi, kâfirler tarafından sana gelen belâlara sabret. Çünkü sen de o peygamberlerdensin.

Ülüi-Azm peygamberler: Yerleştirmek için çaba harcadıkları şeriatı olan, meşakkatlere katlanmakta ve onları kınayanlara düşmanlıkta sabredenlerdir. Onların meşhurları: Nuh, İbrahim, Mûsa, İsa ve Muhammed aleyhimüsselâmdır. Birisi, onları nazım halinde şöyle dile getirmiştir:

Ulü'l-Azm peygamberler: Nuh, Azer'in oğlu Halil (ibrahim), Mûsa, İsa ve sevgili Muhammed (aleyhisselâm)'dir.

Onlar, Mekke kâfirleri

için azap konusunda

acele etme. Şüphesiz azap, onların başına inmek üzeredir. Hayvani arzularının tatmini ile, büyük azaba hazırlanmaları için, onlara mühlet ver. Çünkü Ben onlara biraz mühlet veriyorum. Sanki Rasûlüllah biraz rahatsızlık duydu da, onlardan imana gelmeyenlere azabın inmesini istedi. Bu yüzden sabretmek ve aceleciliği bırakmakla emrolundu.

Sanki onlar, kendilerine vaadedilen azabı gördükleri gün, (dünyada) ancak gündüzün bir saati, kısa bir müddet

kadar kaldıklarını ve nimetlerinden o kadarcık yararlandıklarını

sanırlar. Azabın şiddetini ve sürenin uzunluğunu görünce, başlarına gelen şeyin korkusu onların dünyadaki kalış sürelerini unutturur. Ayrıca, geçmiş zaman uzun zaman olsa bile çok kısa görünür. Hatta hiç yok gibi gelir.

Bu size verilen öğüt,

bir tebliğdir. Köle sopayla dövülür, hüre işaret yeter.

Hiç fâsıklar güruhundan, öğüt dinlemeyenlerden veya taâte yanaşmayıp yoldan çıkanlardan

başkası helak edilir mi?

Bu terimler, sırf birer tehdit ve açık bir uyarmadır. Allah'tan bizi muhafaza etmesini ve selâmet istiyoruz.

Allah'ın yardımıyla Ahkâf Sûresi'nin tefsiri sona erdi.

0 ﴿