FETİH SURESİ

Medine devrinde nazil olmuştur, 29 âyettir.

Fetih sûresi yirmi dokuz âyettir. İhtilafsız Medine'de nazil olmuştur. Hudeybiye senesinde, Rasûlüllah Mekke'den dönerken inmiştir.

Medine'de inmemişse nasıl Medenî olur? şeklinde bir itiraz gelirse şu cevabı veririz: Medenî; terim olarak Hicretten sonra inen sûrelere denir. İster Medine'de insin, ister başka bir yerde insin farketmez. Hicretten önce inen sûrelere de Mekkî denilir.

1

Doğrusu Biz sana apaçık durumu açık veya hak ile bâtılı ayıran

bir fetih ihsan ettik. Bir yeri fethetmek, zorla veya sulh yoluyla ele geçirmektir. Buradaki fetihten maksat, Mekke'nin fethidir. Bu Hazret-i Enes'den rivayet edilmiştir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hudeybiye'den ayrıldığında bu fetihle müjdelenmiştir. Henüz gerçekleşmemiş olan fetihten, sanki olmuş gibi geçmiş zaman kipi ile bahsedilmesi, müjdeyi kuvvetlendirmek ve onun kesinlikle meydana geleceğini vurgulamak içindir. Ayrıca bu, haberi veren Allahü teâlâ 'nın şanının yüceliğine de işarettir.

Râğıb el-Isfahânî bu âyetle ilgili olarak şöyle der: ”Biz sana fetih ihsan ettik" ifadesi, kimi âlimlere göre Mekke fethine hastır, kimilerine göre ise Rasûlüllah'a müyesser olan bütün ilim ve hidayetler içindir. Bu hidayet ve ilimler, günahların bağışlanmasına sebep olan sevaplara ve onun makam-ı mahmud'una vesiledir."

Bazı âlimler de, buradaki apaçık fetihten maksadın, Hudeybiye'de Kureyş'le yapılan sulh anlaşması olduğunu söylemişlerdir.

Bu anlaşma, bir memleketin ele geçirilmesi olmadığına göre örfen fetih değildir. Kapalı bir şeyin açılması olmadığına göre dil açısından da fetih değildir. Üstelik Müslümanlar Hudeybiye'de, Mekke'ye gitmekten alıkondular, orada kurban kesip tıraş olarak ihramdan çıktılar. Öyleyse bu nasıl zafer diye isimlendirilebilir? şeklinde itirazlar varid olmuştur. Bu itirazın cevabı şudur: Müşriklerle yapılan anlaşma sözlük anlamı itibariyle bir fetihtir. Çünkü bu anlaşma, Müslümanlar Hudeybiye'ye vardıkları zaman kapalı ve imkânsızdı. Ne zaman ki iş, Rıdvan biatına geldi ve müşrikler Müslümanların birliğini, cihad ve savaştaki kararlılıklarını anladılar, işte o zaman zaafa düştüler, korktular ve anlaşma istemek zorunda kaldılar. Böylece, Müslümanların onlara karşı üstünlüğü tahakkuk etmiş oldu. Bununla birlikte bu sulh, daha önce kapalı olan birtakım şeylerin de açığa çıkmasına sebep oldu. Meselâ, müşrikler, bu sulh sebebiyle Müslümanlarla bir araya geldiler, onların sözlerini duydular. Gönüllerinde İslâm yeşermeye başladı. Çok kısa bir süre zarfında bir çok insan Müslüman oldu, Müslümanların sayısı arttı. Hatta denildiğine göre, o sene içerisinde, daha önce Müslüman olanların sayısı kadar, belkide daha fazla insan İslama girdi. Bu sulh sayesinde, Hazret-i Peygamber diğer Araplarla ilgilenme fırsatı buldu. Onlarla savaştı. Bir çok yeri fethetti. Hayber'in fethi özellikle kayda değer. Müslümanlar ganimetler elde ettiler. O sene, Rumlarla İranlılar arasında büyük bir savaş oldu. Bu savaşta Rumlar, İranlıları mağlup ettiler. Bu, Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)'in peygamberliğinin delillerindendir. Çünkü daha önce Efendimiz, bu galebenin bir kaç sene -üç ile dokuz sene arası- içerisinde meydana geleceğini vaadetmişti.

Sonuç, Rasûlüllah'ın vaadettiği gibi oldu ve onun dediği gibi çıktı. Efendimizin ve müminlerin ehl-i kitabın mecûsilere karşı zafer kazanmalarından dolayı sevinmeleri de bir nevi fetihtir. Bunların dışında, Allah'ın bir takım yüce fetihleri ve büyük nimetleri olmuştur.

2

Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarım bağışlar.

Rasûlüllah'ın günahlarının bağışlanması, fethin sonucudur. Çünkü fetih, Rasûlüllah'ın Allah'ın ismini yüceltmek uğrunda savaşın meşakkatlerine göğüs germesi ve savaşın tehlikelerini göze alması neticesinde meydana gelmiştir.

Rasûlüllah'ın gelmiş ve gelecek günahlarından maksat, terki evlâ olan şeyleri yapmasıdır. Bunların ”günah" diye isimlendirilmesi, Efendimizin yüce makamına göredir. Çünkü iyilerin hasenatı, Allah dostları için seyyiât sayılır. Peygamberlerin istiğfarları, bizim günahlarımız gibi, gerçek günahlardan dolayı olmaz. Onlar bizim aklımıza göre çok basit olan şeylerden dolayı istiğfarda bulunurlar. Çünkü bizim, onların makamını anlamamız mümkün değildir. O halde, onların günahlarını, kendi günahlarımız gibi değerlendirmemiz caiz değildir. Allah'ın kullarını dünyada ve âhirette muahaze etmesi, onlar için bir nevi temizlik ve rahmettir. Peygamberler açısındansa bu koruma ve muhafazadır.

Sana olan nimetini tamamlar. Bu, dini yüceltip hakim kılmakla ve Rasûlüne verdiği diğer dünyevî ve uhrevî nimetlerle olur.

Ve seni doğru yola iletir. Aslında hak yol, doğru yol fetihten önce de var idiyse de, daha sonra hak yolların açıklığı ve melodi arının doğruluğu, eskiden olmadığı şekilde ortaya çıktı.

3

Ve Allah sana şanlı bir zaferle yardım eder. Yani o yardımda şan ve güç vardır.

Fethu'r-Rahman adındaki eserde şöyle denilmektedir: ”Şanlı yardım, düşmana galebe çalınan, ona hakim olunan yardım ve zaferdir. Şanlı olmayan yardım ve zafer ise, Müslümanların korunduğu ve düşmanın sadece kovulduğu yardım ve zaferdir."

Bu âyetteki yardımdan maksat, elde edilen zaferdir. O da Mekke fethinden sonra gelen, Hevâzin kabilesi ve diğerlerine karşı Rasûlüllah'ın elde ettiği zaferler ile, Kisrâlara ve Kayserlere karşı ümmetinin elde ettiği zaferlerdir.

4

O, imanları kat kat artsın diye, yani akidedeki derinlik ve nefislerindeki tam güvenden ibaret olan kesin imanları daha da kesinleşsin ve kuvvetlensin diye...

Mü'minlerin kalplerine güven indirendir. Bu, Allah'ın mü'minlere fetihten önce vermiş olduğu huzur ve sebatın ifadesidir. Onlar, umre için yola çıkmış az bir topluluk oldukları için, sulhtan önce korku içinde idiler. Düşman ise, güçlü ve savaşa hazırlıklı idi. Buna rağmen müminler sebat ettiler ve Allah'ın fazlı ile ölüme biat ettiler.

Âyeti kerimenin ”imanları kat kat ..." diye terceme edilen bölümünde ”imanları ile birlekte ..." anlamına gelecek bir ”mea: birlikte" kelimesi vardır. Burada, anılan kelimenin gerçek anlamı olan ”beraber, birlikte" kastedilmemiştir. Çünkü gerçekte olan, kesin imanı, kesin imana eklemek değildir. Zira birbirinin aynı değerde olan iki şeyin yanyana bulunması anlamsızdır. Doğrusu, yakîn (kesin) imanın bir önceki duruma göre daha kuvvetli hâle gelmesidir.

Asıl güven (sekînet). Allah'ın birliğine ve âhirete olan imanlarına ilâveten, imanlarının artması için Peygamberin getirdiği şeriatın tamamına inanmalarıdır.

İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre: ”Rasûlüllah'ın ilk getirdiği, tek Allah inancı, sonra namaz, sonra zekât, sonra hac daha sonra da cihaddır. Nihayet ”...Bu gün size dininizi ikmal ettim..." (Mâide: 3) âyeti ile şeriat tamamlanmış ve imanları kat kat artmıştır. Çünkü o zaman imanın artması, ahkâmın artması ile oluyordu. Bu gün ise, imanın kendisi azalıp eksilmez. Çok amel işlemekle nuru artar ve kuvvetlenir."

Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. ”Ordu": savaş için hazırlanan topluluktur. Âlemin tüm orduları sadece Allah'a aittir. Dilediği şekilde işlerini yönetir. Bazen birbirine musallat eder, bazen de aralarında barış meydana getirir. Bunları, hikmet ve maslahatlara dayanarak dilemesinin gereğine göre yapar. Âyetin izahı şöyledir: Müşriklerin, Rasûlüllah’ı umre yapmaktan men etmeleri, Allah'ın ordularının azlığından ve ona yardım etmemesinden değildir. Allah'ın bildiği ve dilediği bir sebepten dolayıdır.

Fethu'r-Rahmân'da şöyle denilmektedir: ”Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Eğer dinine, sizin dışınızda birileriyle yardım etmek istese, bunu yapar. O halde Allah'a güvenmek gerekir. Allah her zayıfın yardımındadır, her âcize yeter."

Bir başka bilgin de şöyle demiştir: ”Allah sana ne musallat ederse, O'nun ordulanndandır; nefsini musallat ederse, seni kendi nefsinle helak etmiş demektir. Organlarını musallat ederse, organlarını yine kendi organlarınla helak eder. Eğer nefsini kalbine musallat ederse, kalbin seni faydasız arzularına ve şeytana tabi olmaya götürür. Kalbini nefsine ve organlarına musallat ederse, nefsi edeble kınar ve taate mecbur eder. Onu kullukta ihlâsla süsler."

Allah her şeyi bilendir, takdir ve tedbirinde

hüküm ve hikmet sahibidir. Bu âyetteki ”kâne" kelimesi, süreklilik bildiren ”mâzâle" anlamındadır. Allah'ın bu özelliklerinin geçmişteki muayyen bir vakte has olmayıp, tüm zamanlarda sürekli olduğuna işaret etmektedir.

5

(Bu lütuflar) mü'min erkeklerle mü'min kadınları, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetlere koymak... Bu cümleler, daha önce geçen Allah'ın tedbir ve tasarrufunun işaret ettiği mânâya bağlıdır. Bu durumda denilen şudur: Allahü teâlâ : Mü'minler Allah'ın nimetini bilsinler ve O'na şükretsinler de cennete girsinler diye, onları kâfirlere musallat etti.

Ve onların günahlarını örtmek içindir. Bu, ikinci âyetteki, ”böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar" cümlesinin mukabilidir. Yani Allah günahları, müminleri cennete sokmadan önce örtülü tutar, açığa çıkarmaz. Taki onlar cennete günahlardan temizlenmiş bir vaziyette girsinler...

İşte bu, cennete sokma ve günahları gizleme

Allah katında büyük bir kurtuluştur. ”Kurtuluş" diye terceme ettiğimiz ”fevz" kurtuluşla beraber zafer anlamındadır. ”Allah katında" sözünün anlamı da O'nun ilmi ve takdirinde demektir.

6

(Ayrıca bunlar) Allah hakkında kötü zan besleyen -bu, aşağıdaki her iki grubun da özelliğidir-

münafık erkeklere ve münafık kadınlara, Allah'a ortak koşan erkeklere ve Allah'a ortak koşan kadınlara azap etmek içindir. Münafıklar Medinelilerden, Allah'a ortak koşanlar da Mekkelilerdendir.

Bu grupların Allah hakkında kötü zan beslemeleri; Rasûlüne Allah'ın yardım etmemesi, onların Mekke'ye fatih olarak, Medine'ye de salimen döneni iyecekleri tarzındaki düşünceleridir. Bu, 12. âyette gelecek olan ”Aslında siz, Peygamberin ve mü'minlerin ailelerine bir daha dönemiyeceklerini zannetmiştiniz. ” sözüne benzer.

Bu münafık ve kâfirlerin çarptırıldıkları azap: Mü'minlere yardım edilmek suretiyle onların başına gelen öfke musibetidir.

Âyette, münafıkların müşriklerden daha önce anılmalarının sebebi, onların azaba daha çok müstehak olduklarına delâlet etmesi içindir. Münafıklardan çoğuna, Hazret-i Peygamberle birlikte savaşa gitmek ağır gelmiş ve savaşa gitmemişlerdir. Daha sonra, kalben samimi olmadıkları halde dilleri ile özür dilemişlerdir.

Kötülük onların üzerine inmiştir. Yani Müslümanlar hakkında zannettikleri ve onlar için bekledikleri şey kendilerini kuşatacak ve onları çevreleyecektir. Bir başkasına gelecek değildir. Allah onların zanlarının yalan olduğunu ortaya koymuş ve mü'minler için zannettikleri şeyi kendilerine çevirmiştir. Öyleki ondan kaçınmaları ve bir daha zafer yüzü görmeleri mümkün değildir. Bu, şu âyeti kerimede belirtilen hususa benzemektedir: ”Bedevilerden öylesi var ki, harcayacağım angarya sayar ve sizin başınıza belâların gelmesini bekler. Oysa o kötülük kendi başlarınadır." (Tevbe: 98)

Ebussuüd, ”kötülük onların üzerine inmiştir" âyetinin, Müslümanlar hakkında istediklerinin, kendileri için olmasını isteyen bir beddua olduğunu, bunun Yahudilerin sözlerinden sonra gelen: ”Hay, dediği yüzünden eli bağlanası..!" (Mâide: 64) âyetine benzediğini söyler.

Âyette ”inmiştir" diye terceme ettiğimiz ”dâire" kelimesi aslında merkezi kuşatan çizgi demektir. Sonra bir musibete uğrayan kişiyi kuşatan belâ anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Buna göre âyetin mânâsı şöyle olmaktadır: ”Kötülük onları, dairenin bir şeyi veya bir kimseyi kuşattığı gibi çepe çevre kuşatır, artık ondan kurtulmanın çaresi yoktur."

Allah onlara gazabetmiş, lanetlemiş ve kendilerine cehennemi hazırlamıştır. Allah'ın onlara olan gazabı: onlar için âhirette ceza dilemesi, dünyada da şirk ve nifak üzere olmalarıdır. Allah'ın laneti de; rahmetinden kovmasıdır.

Son iki fiil arasında ”vav" harfinin kullanılışı, bunların her birinin müstakil birer tehdit olup, birbirine tâbi olmadıklarım göstermektedir. Yani Allah'ın onları lanetlemesi, kendileri için cehennemi hazırlaması değildir. Bunların her biri, ayrı ayrı cezalardır.

Orası yani cehennem

ne kötü dönüş yeridir.

7

Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah azizdir. Çok güçlü ve kuvvetlidir. Her şeye gücü yeter.

Hüküm ve hikmet sahibidir. Yaptığını sadece hikmet ve iyiliğin gereği olarak yapar.

Burhanü'l-Kur'an adındaki eserde şöyle denmektedir: ”Daha önce (4. âyette) 'Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir diye geçmişti. Bunun, Allah'ın güven indirmesi ve mü'minlerin imanlarının artması ile ilgili olduğu, konunun ilim ve hikmet konusu olduğu, bu yüzden 'her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi' şeklinde ifade ettiği, burasının ise azap ve öfke ile ilgili olduğu için makama uygun olarak güç, kuvvet, galebe ve hikmet ile ifadelendirilmiştir."

Allahü teâlâ  cennetteki her bir dereceye mukabil, cehennemde de yüz dereke (kötülükte derece) yaratmıştır. Her bir tabakada özel bir grup vardır. Onlar için Allah'ın gazabından özel acılar vardır. Bu işle görevli melekler vasıtasıyla kendilerine ulaşır.

Allah'ın öfkesinden ve azabından kendisine sığınırız, ondan nimetlerini ve sevabını isteriz.

8

Şüphesiz Biz seni ümmetine yani tasdik edenin tasdikine, yalanlayanın da yalanlamasına şehadet eden, âdil şahidin sözünün makbul olduğu gibi kıyamet günü Allah katında, ister lehlerine olsun, ister aleyhlerine sözü makbul olan

bir şahit, -"Rasülün de sizin üzerinizde şahit olması için.. (Bakara: 143) âyeti bu anlama işaret etmektedir.- taatı karşılığında sevabı ve cenneti

bir müjdeleyici ve günahtan dolayı da azap ve ateşle

bir uyarıcı olarak gönderdik.

Hazret-i Peygamber'in özellikleriyle ilgili olarak Tevrat'ta şöyle denilmiştir: ”Ey Peygamber! Şüphesiz Biz seni bir şahid, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik." (Ahzâb: 45) Yani sen Benim kulumsun. Peygamberimsin. Ben seni mütevekkil (güvenen) diye adlandırdım. Sen kötü kalpli, kaba, yolda sokakta bağırıp çağıran, iyiliğe kötülükle mukabele eden birisi değilsin. Aksine sen affeden, bağışlayan birisin.

Allahü teâlâ  onun vasıtasıyla sapık milletleri ”La ilahe illallah" diyerek düzeltinceye, o sözle kör gözleri, sağır kulakları ve kapalı kalpleri açıncaya kadar Rasûlünün ruhunu kabzetmeyecektir.(1)

9

Allah'a ve Rasûlüne iman edesiniz. Hitap, Hazret-i Peygamber'e ve ümmetinedir. Önce sadece Hazret-i Peygamber'e iken sonra genelleştirilmiş ve ümmete de tevcih edilmiştir. Çünkü önce geçen, ”seni... gönderdik" hitabı sadece Rasûlüllah'a yöneliktir. Bu: ”Ey Peygamber! Kadınları boyadığınız zaman." (Talâk: 1) âyetindeki hitaba benzemektedir. Burada da önce Hazret-i Peygamber'e hitab edilmiş, daha sonra da müminlere şamil olacak şekilde genelleştirilmiştir.

Bu âyet, Hazret-i Peygamberin de kendi peygamberliğini tasdik etmesinin gerekliliğine işaret etmektedir. Nitekim Rasûlüllah'ın: ”Ben, Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğuma şahitlik ederim," buyurduğunu bildiren bir çok haber vardır.

Âyetteki hitabın sadece ümmete yönelik olması da caizdir. Önceki hitap Rasûlüllah'a hasken, sonrakinin nasıl ümmete yönelik olabileceği sorulursa şöyle cevap verilebilir: Bir toplumun liderine yöneltilen hitap, o toplumun tümüne yöneltilmiş sayılır. O halde, sadece Peygamber'e seslenilerek tüm tâbilerine hitap edilmiş olması caizdir. Çünkü maksat onların işitmesidir.

O'na destek olasınız, yani dinine ve Rasûlüne destek olmak suretiyle, Allah'a destek olunuz.

Müfredat'id, destek olmak diye terceme ettiğimiz ”ta'zir" kelimesinin, saygıdan dolayı yardım anlamında olduğu söylenmektedir.

Bazı âlimler ise bunun, ”men etmek, korumak" mânâsında olduğunu söylerler. Buna göre âyetin mânâsı şöyle olur: Onlar, Allah'ın dinini ve Rasûlünü korurlar da düşmanlar ona karşı güç bulamazlar.

O'na saygı gösteresiniz... O'nun tüm kemal sıfatları ile muttasıf ve tüm noksanlıklardan münezzeh olduğu inancıyla O'nu büyük sayıp, saygı gösteresiniz

ve sabah akşam günün başında ve sonunda veya devamlı olarak

O'nu tesbih edesiniz diye. Allah'ı lâyık olmayan şeylerden tenzih edesiniz. Allah'a ortak, çocuk ve yaratıkların diğer özelliklerini nisbet etmek caiz değildir. Ya da buradaki tesbihten maksat duâ ve nafile namazdır. Kamus'da tesbihin, namaz anlamında olduğu, belirtilir ve: ”Eğer Allah'ı tesbih edenlerden (namaz kılanlardan) olmasaydı..." (Saffât: 143) âyetinde de tesbihin namaz mânâsına geldiği söylenir.

İbn Abbas'tan, buradaki ”sabah akşam" dan maksadın; sabah, öğle ve ikindi namazı olduğu rivayet edilmiştir.

Aynü'l-Meânî adındaki eserde de ”sabah" diye terceme ettiğimiz ”bükraten" in sabah namazı, akşam diye terceme ettiğimiz ”asilen" in de diğer dört vakit namaz olduğu söylenmektedir. Bu durumda âyet, farz namazların hepsine şamil olmaktadır.

Bazı tefsir âlimleri, ”O'na destek olasınız ve O'na saygı gösteresiniz" cümlesindeki ”O" nun, Hazret-i Peygamber olmasının caiz olduğunu söylerler. Ancak bu delilsiz bir iddiadır. Çünkü ”O'nu tesbih edesiniz" cümlesindeki ”O" kesinlikle Allah'tır. Bu iddiaya göre, zamirlerin mercileri farklı olur. Söz konusu görüşün sıhhati farzedilirse; Hazret-i Peygamber'e destek olma ve saygı göstermeden maksat, açıkta ve gizlide sünnetine uymak olur.

10

Muhakkak sana biat edenler, Ağacın altında, Kureyş'lilerle savaşmak üzere seninle ahidleşenler. Âyette ahidleşme, ”mubayaa" şeklinde ifadelendirilmiştir. Bu, mâlî mübadeleye, yani malı mala değiştirmeye benzetilerek söylenmiştir. Çünkü bu işlerden her ikisi de karşılıklı bir değişimi içermektedir. Bu biatta Müslümanlar, müşriklerle savaşmak üzere Rasûlüllah'a taat ve sebatı kabullenmişler, Hazret-i Peygamber de onlara sevap ve Allah'ın rızasını vaadetmiştir.

Ensardan bazıları Akabe biatında: ”Konuş ya Rasûlüllah! Kendin ve Rabbin için istediğini al," dediler. Buna karşı Rasûlüllah: ”Rabbim için, O'na ibadet etmenizi ve hiçbir şeyi kendisine eş koşmamanızı; kendim için de, canlarınızı, oğullarınızı ve karılarınızı savunduğunuz gibi beni savunmanızı şart koşuyorum," buyurdu. İbn Revâha: ”Bunu yaparsak bize ne var?" dedi. Rasûlüllah: ”Sizin için cennet var," karşılığını verdi. Bunun üzerine Ensar: ”Satış kâr etti. Artık biz bu satışı bozmayız ve bozulmasına razı olmayız," dediler.

Ancak Allah'a biat etmiş olurlar. Yani sana biat edenler, Allah'a biat etmiş gibidirler. Sanki onlar canlarını cennet karşılığında Allah'a satmışlardır. Nitekim bir âyette Allahü teâlâ  şöyle buyurmaktadır: ”Allah müminlerden mallarını ve canlarını onlara cenneti (vermek) karşılığında satın almıştır. ” (Tevbe: 111) Çünkü Rasûlüllah'a biat etmekten maksat, Allah'ın rızasıdır, O'nun emir ve yasaklarına uyacaklarına dair verdikleri sözü kuvvetlendirmedir.

Allah'ın eli onların elleri üzerindedir. Yani sanki biat anında Allah'ın eli onların elleri üzerindedir. Te'kidde mübalağa için, benzetme edatı hazfedilrniştir. Burada ”el"in anılması, biat esnasında Müslümanların Hazret-i Peygamber'in elini tutmuş olmalarından dolayıdır. Çünkü Araplar sözleşme ve ahidlcşmelerde böyle yaparlardı.

Bu ifadede mü'minlerin ellerinin üstünde olan Rasûlüllah'ın elini tazim vardır. Zira onun eli, Allah'ın eli şeklinde ifadelendirilmiştir. Nitekim, Hazret-i Peygamber orada olmayan Hazret-i Osman için, biat ettiği zaman onun şanını yüceltmek için, kendi sağ elini sol elinin üstüne koymuştur. Çünkü Rasûlüllah'ın eli Hazret-i Osman'ın yerine konulmuştur. Bu yüce mevkiye ashab içinden, başka hiç kimse ulaşamamıştır. Bu olayda Hazret-i Osman'ın bulunmaması, kendisi için bulunmasından daha hayırlı olmuştur. Şu kudsi hadis bunu desteklemektedir: ”Kulum Bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder. Nihayet Ben onu severim. Onu sevdiğimde de işittiği kulağı, tuttuğu eli olurum." (2)

Âyetin anlamı: ”Allah'ın kuvveti ve yardımı, onların kuvvet ve yardımlarının üstündedir," şeklinde de anlaşılmıştır. (3)

Sanki şöyle denilmiştir: Ey Rasûlüm Muhammed! Allah'ın sana olan yardımına güven. Ashabının yardımına ve sana yardım ve sebat konusundaki biati arına değil.

Kimi âlimler de ”el"in iki yerde ihsan ve iyilik anlamında olduğunu, buna göre âyetin: ”Allah'ın imana ve Rıdvan biatına hidayet konusunda olan nimeti, onların yaptıkları biattan daha üstündür," mânâsına geldiğini söylerler. Nitekim bir âyette şöyle buyurulmaktadır: ”Aksine sizi imana muvaffak kıldığı için Allah sizi minnet altında bırakır." (Hucurât: 17)

Süddî'de şöyle der: ”Onlar Rasûlüllah'ın elini alıp ona biat ederler. Allah'ın eli, yani bu biati bozulmaktan koruması da onların ellerini üstündedir. Nitekim iki kişi alım satım akdi yapmak için birbirlerine ellerini uzattıkları zaman üçüncü birisi aralarına girer ve elini onların elleri üzerine koyup, akid tamam oluncaya kadar ellerini tutmaya devam eder. Taraflardan birisinin elini kendine çekipde akid tamamlanmadan ayrılmasına engel olur, İşte üçüncü şahsın elini öbürlerinin elleri üzerine koyması, bu satım sözleşmesini korumaya sebep olur. Bunun için Allahü teâlâ : Allah'ın eli onların elleri üzerindedir,' buyurmuştur. Yani onları korur ve aracının alış veriş yapanların sözleşmeyi bozmalarını engellediği gibi biat edenlerin biati bozmalarım engeller."

O halde kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur.

"Ahdi bozmak" diye terecme ettiğimiz ”neks" kelimesi, aslında ip ve benzeri bir şeyi çözmek anlamındadır. Ahdi bozmak anlamında istiare yoluyla kullanılmıştır. Yani: Kim ahdini ve biatini bozar, onun kesinliğini ve sağlamlığım yok ederse zararı kendisine döner. Çünük ahdi bozan başkası değil, kendisidir.

Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir ecir verecektir. O ecir, cennet, cennette Allah'ın rızası ve O'nun cemalini görmektir. Ahdi bozmaktan maksadın, başlangıçda ahid yapmamak ve yapıldıktan sonra bozmak olması da muhtemeldir. Câbir (radıyallahü anh)'den rivayet edilen şu haber bu anlayışı desteklemektir: ”Biz Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'la ağacın altında, ölümüne ve kaçmamak üzere, Rıdvan biatini yaptık. İçimizden sadece Cidd b. Kays bîat etmedi. O, münafıktı. Devesinin koltuğu altına gizlendi, biata çağrıldığında insanlarla birlikte yürümedi."

Abdurrahman b. Avf b. Mâlik el-Eşcaî (radıyallahü anh) şöyle der: ”Biz, yedi veya sekiz ya da dokuz kişi Rasûlüllah'ın yanında idik. ”Rasûlüllah'a biat etmiyor musunuz?" buyurdu. Biz ona daha yeni biat etmiştik. ”Ya Rasûlüllah! Biz sana biat etmiştik," dedik. Efendimiz tekrar: ”Rasûlüllah'a biat etmiyor musunuz?" dedi. Bunun üzerine ellerimizi uzatıp: ”Sana ne üzere biat edeceğiz?" dedik. ”Allah'a kulluk etmeye, O'na hiç bir şeyi ortak koşmamaya, beş vakit namazı kılmaya, itaat etmeye -bu arada bir kelimeyi gizlice söyledi- ve insanlardan istememeye," dedi. Bilâhare o gruptan bazılarını gördüm; birisinin kamçısı düşerdi de kendisine vermesi için kimseden istemezdi.(4)

Ubade b. Sâmit'ten gelen bir rivayet de şöyledir: ”Babam, babasından naklen şöyle haber verdi: Rasûlüllah'a darlıkta ve bollukta, hoşlandığımız ve hoşlanmadığımız her şeyde tam itaat etmek, işlerde mücadele etmemek, nerede olursak olalım hakkı söylemek ve Allah yolunda kınayanın kınamasından korkmamak üzere biat ettik."(5)

Biat, el tutmak suretiyle olur. Bu, erkeklere nisbetledir, kadınlara değil. Çünkü bir rivayette şöyle denilmektedir: ”Kadınlar Resûlülahin yanında toplandılar ve el tutarak ona ahid yapmak istediler. Hazret-i Peygamber: ”Ben kadınlarla tokalaşmam. Ama benim bir kadına sözüm yüz kadına sözüm gibidir, buyurdu ve onlara sözle biat etti." (6)

Akabe gecesinde yetmiş iki erkek ve iki kadın Rasûlüllah'a biat ettiler. Kadınlarla biatta tokalaşılmadı. Onlar elini tutmak isteyince buna mani oldu ve: ”Gidiniz, sizinle biat ettim" dedi.

Bir hadiste: ”Hacer-i esved yer yüzünde Allah'ın sağ elidir, ” buyurulmaktadır. (7)

Diğer bir rivayet şu şekildedir: ”Kabe'nin rüknü, Allah'ın yer yüzündeki sağ elidir. Onunla, sizden birinizin kardeşiyle tokalaştığı gibi, kullarıyla tokalaşır. ”

es-Sehâvî şöyle der: ”Hacca ve umreye giden kişi için Hacer-i esvedi öpmek gerekince, o sanki kralın eli gibi olur. En yüce örnek Allah içindir. Aynı şekilde, kral kendisiyle tokalaşana hediye ve ahid verdiği gibi Hacerü'l-esved'e dokunana da Allah katında ahid vardır."

11

Yakında, bedevilerden geride kalmış olanlar sana diyecekler ki: Âyetin başındaki ”sin" harfi gelecek zamana delâlet eder. ”Geride kalmış olanlar" diye terceme ettiğimiz ”el-muhallefûn" aslında, geride bırakılanlar anlamına gelir. Bu kelimenin fiili olan ”hallefe" geride bıraktı, demektir. Meselâ, ”ağırlıklarını geride bıraktılar" anlamına gelmek üzere ”hallefû eskâlehüm" denilir.

"Arab", Hazret-i İsmail'in evlâdına verilen addır, ”el-e'râb" ise, çölde yaşayan insanlar için özel isim olmuştur. Kamus'da şöyle denilmektedir: ”el-Arab" kasaba ve şehirlerde oturanlardır, ”el-e'râb" ise çöllerde yaşayanlardır. Bunun çoğulu ”eârib" gelir."

Muhtaru's-Sıhah'ta da şöyle denilir: ”Arab, insanlardan bir nesildir. Bu nesle mensup olanlara Arabî denilir. Bunlar, kasaba ve şehirlerde yaşayanlardır. E'râb da bu nesilden, sırf çölde yaşayanlardır. Bunlara mensup olanlara da e'râbî denilir. E'râb, Arab'ın çoğulu değildir.

Burada söz konusu olan bedeviler: Gıfâr, Müzeyne, Cüheyne, Eşca' ve Eşlem bedevileridir. Hazret-i Peygamber, umre yapmak için Hudeybiye senesinde Mekke'ye gitmek isitediği zaman Kureyş'lilerin kendilerine saldırmalarından ve Kabe'ye sokmamalarından endişe ettiği için, Medine'deki Arapları ve bedevileri kendisi ile birlikte sefere çıkmaya çağırdı. Ama bunlar davete uymayıp, Rasûlüllah'tan geri kaldılar. Hazret-i Peygamber ihrama girdi ve savaşmak niyetinde olmadığını göstermek için yanında kurbanlık götürdü. Anılan kabileler, Rasûlüllah'la yola çıkmaktan ağır davrandılar ve: ”Onunla, Medine'de evinin dibinde savaşan ve ashabını öldüren bir kavme karşı mı gideceğiz? Onlarla mı savaşacağız?" dediler.

Allahü teâlâ  Rasûlüne. Medine'ye vardığında onların bir mazeret beyan edip

'Mallarımız ve ailelerimiz bizi alıkoydu. diyeceklerini vahyetti. Yani diyeceklerdi ki: ”Biz kimseyi korumak ve kimsenin menfaat ve maslahatı için geri kalmış değiliz."

"Mal": insanın malik olduğu her şeydir. Altın, gümüş, buğday, ekmek, hayvan, elbise, silâh ve benzeri şeylerdir. Gönüller kendisine meylettiği için bunlara mal denilmiştir.

Telvîh'de mal şöyle tarif edilmektedir: ”Mal, insanın tabiatının kendisine meylettiği ve ihtiyaç zamanı için biriktirilen şeydir." Bir başka tarif de şudur: ”İnsanoğlunun maslahatı için yaratılan ve hakkında cimri davranılan şeydir."

Buradaki ”aile"den maksat, kişinin sülâlesi ve akrabalarıdır.

Bizim bağışlanmamızı isteyiver.1 Seninle çıkamadığımız için, Allah'tan bizi bağışlamasını iste. Çünük biz senden, keyfi olarak değil bir zarurete binaen geri kaldık.

Onlar, kalplerinde olmayanı dilleriyle söylerler Bu, onların mazeret beyanlarını ve bağış istemelerinin yalan olduğunu belirtmektedir. Yani Allahü teâlâ  bu âyetle, onların sözleri altında gizli olan ”Biz de gerçek anlamda müminleriz. Günahlarımızı itiraf ediyoruz," sözlerini yalanlamakta, olanaları geride bırakan şeyin şüphe ve nifaktan başka bir şey olmadığını bildirmektedir.

Ey habibim! Onlar yalan yanlış sözlerle sana mazeret beyan ettiklerinde,

de ki: 'Allah size bir zarar gelmesini yani korumak ve bir zarar gelmesini önlemek için geri kaldığınız ailenizin helakini ve mallarınızın telef olmasını gerektiren bir zarar

dilerse veya bir fayda elde etmenizi isterse, O'na karşı kim, sizin için bir şeye güç yetirebilir?' Yani Allah sizin için bir zarar dilerse, kim sizi Allah'ın irade ve kazasından korur da menfaat verebilir? Ve Allah sizin için mallarınızı ve ailelerinizi korumak konusunda bir fayda dilerse kim size zarar verebilir? O halde, malı ve aileyi korumak bahanesiyle Peygamber'den geri kalmaya ne hacet?

Hayır Allah yapmakta olduğunuz her şeyden haberdardır. Yani mesele, dediğiniz gibi değil. Allah yaptığınız tüm amelleri bilir. Rasûlüllah'tan geri kalmanız da bu kabildendir.

Her kim Allah'ın emrine itaat etmez, Rasûlüne uymayı terkeder ve rahat isteyerek oturursa, bu âyetin hükmü altına girer, zarar ve belâdan da kurtulamaz. Çünkü Allahü teâlâ  savaş olmadan da istenilmeyen şeyleri kullara ulaştırmaya muktedirdir. O halde kişi, sadık olamah, ihlâsla çalışmalı ve Allah'a güvenmelidir. Çünkü kurtuluş bundadır.

12

Ey geride kalmış olanlar!

Aslında siz, Rasûlüllah'ın ve onunla birlikte olan ve sayıları bin dört yüz olan

mü'minlerin, müşrikler tümüyle köklerini kazıyıp da

ailelerine bir daha asla dönmeyeceklerini sanmıştınız. Onlarla birlikte olduğunuz taktirde, onların başına gelenin sizinde başınıza geleceğinden korkmuştunuz. İşte sizin geri kalmanız, ileri sürdüğünüz asılsız mazeretlerden dolayı değil, bundan dolayı idi.

Bu sizin gönüllerinize hoş göründü de yani onu kabullendiniz, onları umursamadan kendi durumunuzla ilgilendiniz.

Kötü zanda bulundunuz. Bu zandan maksat, ya önceki zandır. Onları kötülemek ve kötülüklerini tescil etmek için tekrarlanmıştır. Çünkü aksi halde, bir şeyin yine kendisine atfedilmesi olur. Ya da önceki ve başkası tüm kötü zanlara şamildir. Rasûlüllah'ın peygamberliğinin sahih olamadığı yolundaki zan da bu cümledendir. Çünkü onun sıhhatine kesin inanan kişi, onun öldürülmesi v.s. gibi düşüncelerin yanına yaklaşmaz. Zannı bu şekilde genellendirdiğimiz zaman, tekrar endişesi kalmaz.

Ve helake mahkum bir topluluk oldunuz. Yani Allah'ın azabına ve gazabına müstehak oldunuz. Buna göre âyetteki ”bur" helak olan anlamında ”bâir" kelimesinin çoğuludur. Ya da âyetin mânâsı; siz içiniz ve kalbiniz bozulmuş bir topluluk oldunuz, şeklinde olur.

Müfredat'da denir ki: ”Bevâr, aşırı kesâd manasınadır. Aşırı kesâd, fesada yani bozulmaya götürünce, 'bevâr', helak anlamında kullanılmıştır.

Âyetin bu bölümü işaret ediyor ki, savaşta öleceğini veya yaralanacağını ya da istemediği bir musibetle karşı karşıya geleceğini zanneden ve bu yüzden savaştan geri duran kişi helak olmuştur. Şeytan onun gönlünü istila etmiş, ona şehitler için hazırlanan âhiret hayatını tercih etmesin diye dünya hayatını süslü göstermiştir.

13

Kim bu geride kalanların yaptığı gibi

Allah'a ve Peygamberine inanmazsa bilsin ki Biz kâfirler için çılgın bir azap, alev alev yanan kudurmuş bir ateş

hazırlamışızdır. Çılgın azap anlamındaki ”saîr" kelimesi, korkutmak ve onun çılgınlığının ölçüsü kavranamayacak derecede şiddetli olduğuna delâlet etmesi için nekre (belirsiz) getirilmiştir.

14

Göklerin ve yerin ve oralardakilerin

mülkü Allah'ındır. Onların hepsinde dilediği gibi tasarruf eder.

O bağışlamayı

dilediğini bağışlar, -bu O'nun lütfundandır- azap etmeyi

dilediğine azap eder. Bu da O'nun adaletinin gereğidir. O'nun bağışlama ve azabının olup olmamasında kimsenin etkisi olmaz.

Bu ifade, onların Rasûlüllah'tan bağışlanmalarını istemelerinin faydasız olduğunu göstermektedir.

Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Ancak, hikmeti bağışlanmasını gerektirenlerden başkasını bağışlamaz. Onlar da kendisine ve

Rasûlüne inananlardır. Kâfirlerin bağışlanmalarını ise, asla dilemez. Bu âyet, Ahzâb sûresi'ndeki şu âyetin benzeridir: ”Çünkü Allah, sadâkat gösterenleri sadakadan sebebiyle mükâfatlandıracak, münafıklara -dilerse- azap edecek yahut da tevbelerinin kabul edecektir. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (Ahzâb: 24) Yani tevbe etmezlerse ve Allah azap etmeyi dilerse, münafıklara azap edecektir. Çünkü şirk asla bağışlanmaz. Ama tevbe ederlerse Allah tevbelerini kabul eder. Zira Allah kabul ederse, bir tek tevbe ile tüm ömrün günahlarını bağışlar. Onlardan her birine karşılık bir sevap ve hasene verir. Ebû Hureyre (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Şüphesiz Allahü teâlâ  mü'min kulunun tevbesine, binitini kaybedip sonra bulan kimsenin ve susuz kimsenin suya kavuşmasından daha çok sevinir. Bir kimse Allah'a nasûh tevbesiyle tevbe ederse, Allah onun yazıcı meleklerine ve yeryüzünde yaşadığı yere hatalarını ve günahlarını unutturur."

15

Siz ganimetleri almak için gittiğinizde geri kalanlar: 'Bırakın biz de peşinize düşelim' diyeceklerdir. Bunu siz, size vadedildiği üzere Hayber ganimetlerini almak için gittiğinizde söyleyeceklerdir. Siz, sulh yaparak Mekke'den herhangi bir ganimet almadan dönmenize mukabil, Hayber'in ganimetleri size tahsis edildi. İşte onlar sizinle Hayber'e gidip, Hayber'lilerle savaşmak isteyeceklerdir.

Onlar, Allah'ın Hudeybiye'de hazır bulunanlara tahsis ettiği Hayber ganimetine ortak olmak suretiyle

Allah'ın sözünü değiştirmek isterler.

Hazret-i Peygamber, hicretin altıncı senesi Zilhicce ayında Hudeybiye'den döndü. Altıncı yılın kalan günlerini ve yedinci yılın Muharrem'inin ilk günlerini Medine'de geçirdi. Sonra Hudeybiye'ye iştirak edenlerle birlikte Hayber savaşını yaptı ve orasını fethetti. Bir çok ganimet ele geçirdi. Onları Allah'ın emrettiği şekilde Hudeybiye'de bulunanlara verdi.

Buradaki ”Allah'ın sözü"nden maksat, Hayber ganimetinin sadece Hudeybiye'de bulunanlara ait olduğu tarzındaki vaadidir. ”...Benimle ebediyyen çıkamayacaksınız ... de" (Tevbe: 83) âyetindeki sözü değildir. Çünkü bu âyet Tebuk seferiyle ilgilidir.

De ki: 'Siz asla bizim peşimize düşemezsiniz. Yani peşimize takılmayın. Buradaki olumsuz ifade, yasaklamak içindir.

Ebu'l-Leys bu âyetin: ”Siz Hayber seferinde bizim arkamıza ancak ganimetten bir payınızın olmaması şartıyla takılabilirsiniz..." şeklinde anlaşılması gerektiğini söyler.

Allah daha önce yani siz Hudeybiye'den ayrılırken

böyle buyurmuştur.5 Bunun üzerine onlar: Bu yasaklamayı duyduklarında müminlere:

'Hayır siz bizi çekemiyorsunuz,' yani bu yasak, Allah'ın hükmü değildir. Siz, ganimette size ortak olmamızı kıskanıyorsunuz

diyeceklerdir. Aksine onlar, pek az anlayan kimselerdir. Âyette ”analama" mânâsı, ”fıkh" kelimesi ile ifade edilmiştir.

Rağıb bu kelimeyle ilgili olarak şöyle der: ”Fıkh: ğaib olanı bilmeye, şahit olan ilimle ulaşmaktır. Fıkıh, ilimden daha özeldir. Terim olarak fıkıh da, şeriatın hükümlerini bilmektir."

Onların ”az anlamaları'ndan maksat, dünya işlerindeki bilgileri ve anlayışlarıdır. Bu, aynı zamanda dinî konulardaki anlayışsızlıklarının ve koyu cehaletlerinin nitelenmesidir.

Hazret-i Ali şöyle der: ”İnsanların en değersizi, bilgisi en az olanıdır."

Bil ki ilim, ehliyle birlikte olmakla artar. Münafıklar Rasûlüllah'la beraber olmaktan ve sohbetten geri kalınca, Allah onları bilgisizlik ve anlayışsızılıkla niteledi. O halde bildikleri ile amel eden âlimlerle oturup kalkmak gerekir. Böylece dünya geri plânda kalır, âhirete rağbet artar.

Büyüklerden birisi şöyle demiştir: ”Tavaf esnasında, çok ibadet etmekten bitkin düşen orta yaşlı birisini gördüm. Elindeki bastonuna dayanarak tavaf ediyordu. Memleketini sordum: ”Horasan," dedi. Sonra bana: ”Bu yolu kaç günde alıyorsunuz?" dedi. ”İki veya üç ayda," dedim."Her yıl haccetmiyor musunuz?" diye sordu. Ben de ona: ”Sizinle Kabe arasında ne kadar mesafe var?" dedim."Beş senelik yol," diye cevap verdi. ”Vallahi bu, Allah'ın açık bir fazlıdır. Sâdık bir sevgidir," dedim. Bunun üzerine adam güldü ve şu mısraları terennüm etti:

Sana evi uzak bile olsa, onunla senin arana, Örtüler ve perdelerde girse sevdiğini ziyaret et.

Uzaklık onu ziyaretine mani olmasın. Şüphesiz seven, sevdiğini ziyaret eder.

Âyeti kerime işaret ediyor ki: Dünya kıskançlıkların olabileceği bir yerdir. Kıskançlık, nefsin en düşük işlerindendir. Bir hadiste şöyle buyurulur: ”Birbirinizi kıskanmayınız, müzayede de haksız fiyat arınmayınız, birbirinize buğzetmeyiniz, düşmanlık yapmayınız. Ey Allah'ın kulları kardeş olunuz. (8)

8- Bu, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî ve Muvattâ'da rivayet ettikleri hadisin bir bölümüdür. Hadisin baş tarafı şu şekildedir: ”Zandan kaçınınız.. Çünük zan, en yalan sözdür. Suçları araştırmayın, tecessüs etmeyin, haksız rekabet etmeyin, birbirinizi kıskanmayın..." Bkz. Câmiu'l-Usûl, 6/523.

16

Bedevilerden geride kalmış olanlara de ki: Allah onları tekrar tekrar kınamak için aynı adla anmıştır. Şüphesiz Rasûlüllah'ın sohbetinden geri durmak en büyük kabahattir.

'Siz yakında çok kuvvetli yani savaşta güçlü

bir kavme karşı savaşmaya çağrılacaksınız. Bu kavim, yalancı Müseyleme'nin kavmi olan Benû Hanife'dir. Ya da maksat, onlar ve dinden çıkan diğer kavimler veya müşriklerdir.

Ya onlarla savaşırsınız, ya da Müslüman olurlar. Bu, mukadder bir soruya cevaptır. Sanki: ”Niçin çağrılacağız?" diye bir soru sorulmuş ve: ”Bu iki şeyden yani savaşmak veya Müslüman olmalarından birisi için" denilmiştir. Arap müşrikler ve mürtedlerin dışındakiler ise, Müslüman olduklarında olduğu gibi, cizye vermeyi kabul ettiklerinde de savaştan kurtulurlar. O halde âyetteki ”çok kuvvetli kavim" den maksat, mürtedler ve ister Araplardan olsun ister yabancılardan, müşriklerdir. Çünkü anılan bu iki zümrenin dışındakiler için -ki onlar ehl-i kitap ve mecûsîlerdir- olan hüküm farklıdır. Onlarla Müslüman oluncaya kadar savaşılacak diye bir hüküm yoktur. Aksine onlardan cizye kabul edilir. Mürtedler, Arap ve acem müşrikler ise bunun hilâfınadır. Onlardan cizye kabul edilmez. Ancak bu görüş, İmam Şâfî'ye aittir.

Ebû Hânife'ye göre ise: Arap olmayan müşriklerden de, ehl-i kitap ve mecûsîlerden olduğu gibi cizye alınabilir. Müslüman olmaları veya savaşmaları dışında bir yol olmayanlar Ebû Hânife'ye göre Arapların müşrikleri ve mürted (dinden çıkan kimse)lerdir.

Âyet, Hazret-i Ebû Bekir'in halifeliğine delildir. Çünkü bu geride kalanları kuvvetli bir kavimle savaşmaya sadece Hazret-i Ebû Bekir davet etmiş, başka hiç bir halife davet etmemiştir. Allah bir kişiye kendine itaati vacip kılmışsa, o, gerçek anlamda imam (halife) olur. O halde Hazret-i Ebû Bekir gerçek imamdır.

Kuvvetli kavimlerden maksadın, İranlılar ve Romalılar olduğunu söyleyenler de olmuştur. O zaman 'Müslüman olmalarından ” maksat, boyun eğmeleridir. Çünkü Romalılar Hristiyan, İranlılar Mecûsî idiler. Dolayısıyla onlardan cizye kabul edilmesi caizdir. Bu anlayışa göre âyet, Hazret-i Ömer'in halifeliğine delil olur. Çünkü anılan ülkelerle savaşan ve insanları onlarla savaşmaya çağıran Hazret-i Ömer'dir.

Eğer itaat ederseniz Allah size güzel bir mükâfat verir. O mükâfat, dünyada ganimet, âhirette cennettir.

Ama önceden Hudeybiye'de

döndüğünüz gibi dönerseniz, davetten yüz çevirirseniz

sizi acı verici bir azapla cezalandırır.' Çünkü suçunuz katlanmış olmaktadır.

Sözlerin gelişinden anlaşılıyor ki: Rasûlüllah (aleyhisselâm) onlara: ”Bizim peşimizden gelemezsiniz" buyurduktan sonra, onlardan nifaktan dönenlerin tevbelerini kabul edildiğinin belirtilmesine ihtiyaç vardır. İşte Allahü teâlâ  Rasûlüllah'ın vefatından sonra, onları kuvvet sahibi bir kavimle savaşmaya davet edileceklerini belirtmek suretiyle, tevbe edenin tevbesinin kabul edileceğine işaret buyurulmuştur. Onlardan kim, o günün halifesinin davetine uyar ve düşmana karşı savaşırsa onun tevbesi kabul edilir ve ona güzel ecir verilir. Eğer bu imtihan olmasaydı, onlar nifaklarına devam ederlerdi.

17

Köre vebal yoktur, savaştan geride kalmasından dolayı günah yoktur. Çünkü o kanadı kırık kuş gibidir. Kendisini öldürmek isteyene karşı koyamaz. Teklif, gücün yetmesine bağlıdır.

Allahü teâlâ, savaştan geri duranlara vaadini beyan ettikten sonra, zayıflarda ve özürlülerde vebalin olmadığını bildirdi. ”Vebal" diye terceme ettiğimiz ”el-harac"m aslı, bir şeyin toplandığı yer demektir. Günaha haraç dendiği gibi sıkıntıya da haraç denilir.

Topala vebal yoktur. E'rac =“Topal": tek veya iki ayağı sakat demektir. İki ayağı olmayandan onları yıkama mükellefiyeti kalkınca, cihad nasıl kalkmasın?

Hastaya vebal yoktur. Çünkü onun gücü yoktur. Sayılan bütün taifelerden vebalin kaldırılışı, onların durumunu önemsemek ve ruhsat dairesini genişletmek içindir.

Kim anılan emir ve yasaklarda açıkta ve gizlide

Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, Allah onu altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de taatten

yüz çevirirse onu da miktarı bilinemeyen

acı verici bir azapla cezalandırır.

18

Yemin olsun ki Allah, o ağacın altında sana biat ederlerken...

O ağaç, ”semra" veya ”sidra"dır. Onların biatları, Kureyş'le savaşmaya ve kaçmamaya söz vermeleridir.

Mü'minlerden razı olmuştur. Kulun Allah'tan razı olması, takdirin gereği olarak meydana gelen şeylerden hoşnutsuzluk duymamasıdır. Allah'ın kuldan razı olması da, onu emrine uyar ve yasağından kaçınır halde görmesidir. Burada söz konusu olanlar, biatleri zikredilenlerdir. Bunlar, sahih kabul edilen görüşe göre 1400, diğer bir rivayete göre de 1500 kişidirler. Anılan biat, bu âyette ”Rıdvan biati" diye ismlendirilmiştir.

Kalplerindekini bilmiş, çünkü Allah'ın onlardan razı oluşu, onların Rasûlüllah'la biat ettikleri esnada, gönüllerindeki sadâkat ve samimiyeti bilmesine bağlıdır.

Kendilerine güven indirmiş yani onları yürekli kılmak suretiyle yada sulh ile huzurlu ve öz güvenli yapmıştır.

Ve onları pek yakın bir fetihle, Hayber'in fethi ile

ve elde edecekleri ganimetlerle mükafatlandırmıştır. Yani onları, Yahudilerden -memleketlerini fethetmenin yanısıra- elde edecekleri bol miktarda bahçe ve taşınmaz mallarla mükafatlandırmıştır.

Allah mutlak galiptir, hikmet sahibidir. Hükümlerinde ve yargılarında hikmetin gereğine göre davranır.

İbnu'ş-Şeyh şöyle der: ”İşinde hikmet sahibidir, mü'minler için zafere ve ganimete, Hayber'liler için de hezimet ve esarete hükmetmiştir."

19

Bak. Âyet 18.

20

Allah size, takdir edilen vakitlerinde

elde edeceğiniz daha birçok ganimetler vaadetmiştir. Bunlar, Müslümanların kıyamete kadar alacakları ganimetlerdir.

Bunu, Hayber ganimetini

şimdilik (peşin) vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir. Onlar, yetmiş bin kişi olan Hayber'liler ve Bend Esed ile Gatafanlılardır. Çünkü bu iki kabile Hayber'e yardım için gelmişlerdi. Ama bir gün Allah onların kalbine korku saldı, onlar da kaçıp gittiler.

Ta ki bu ganimetleri size peşin verişi ve ganimet elde etmeniz için, insanların ellerini sizden çekmesi

mü'minlere bir işaret olsun da, Rasûlüllah'ın, Hudeybiye'den dönelken kendilerine ganimetler vaadetmesindeki ve Mekke'nin fethi ile ilgili haberindeki sadâkatini bilsinler. Mekke'nin fethiyle ile ilgili vaadi Mescid-i Harama gitmeleridir.

Bu âyetin anlamının: ”Ganimeti peşin vermek ve insanların elini çekmek konusunda yaptıkarı, kendileri için işaret olsun diye" şeklinde anlaşılması da mümkündür.

Ve Allah sizi bu işaretlerle

doğru yola iletsin. Doğru yoldan maksat, Allah'ın fazlu keremine güvenmek, yaptıkları ve yapmadıkları her şeyde ona tevekkül etmektir.

Hayber, Medine yakınlarında meşhur bir kaledir. Burası birçok çiftlikleri, hurma bahçeleri ve kaleleri olan büyük bir şehirdir. Medine ile Hayber arası sekiz konaklık bir mesafedir. Her bir konak dört fersah, her fersah üç mildir. (Bu duruma göre Medine-Hayber arası yaklaşık 180 km. dir.)

Hazret-i Peygamber Hudeybiye'den dönünce, bir ay yani Zilhicce ayının kalanı ile, yedinci yılın Muharrem ayının bir kısmında Medine'de kaldı. Sonra, Hudeybiye'de kendisi ile birlikte olanları, beraber savaşmak üzere çağırıp. Hayber'e doğru yola çıktı. Hudeybiye seferine gitmeyip geride kalanlar, ganimet elde etme umuduyla, Rasûlüllah'a gelip onunla birlikte savaşa katılmak istediler. Bunlara Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şu karşılığı verdi: ”Benimle ancak cihad için olursa çıkınız, ganimet için çıkmayınız, yani ganimetten bir şey alamazsınız." Sonra bir tellâla emredip, bunu ilân ettirdi. Hayber savaşına. Rasûlüllah'la birlikte, hanımlarından Ümmü Seleme de katılmıştır. Rasûlüllah Hayber'e yaklaşınca -ki bu sabah vakti idi- kürekleri ve küfeleri ile çalışmaya çıkan işçilerini gördü. İşçiler: ”Muhammed ve büyük bir ordu," deyip korkuyla kalelerine kaçtılar. Aslında onlar, Rasûlüllah'ın kendileri ile savaşacağım zannetmiyorlardı.

Hazret-i Peygamber'in ordusunda on bin savaşçı vardı. Rasûlüllah: ”Al la hu ekber. Hayber'in hali harap. Biz bir kavmin sahasına indiğimiz zaman, korkutulanların sabahı kötü olur," buyurdu. Önce onların Netat kalesine saldırdı. Hurmalarının kesilmesini emretti. Müslümanlar dört yüz hurma ağacını kestiler. Sonra kesmelerini yasakladı. Hazret-i Peygamber yedi gün kaledekilerle savaştı. Bu süre zarfında sancağı verdiği kişiden geri almadı. Sonunda: ”Yarın sancağı Allah'ı ve Rasûlünü seven birisine vereceğim. Onu da Allah ve Rasûlü sever. Allah onun eliyle fethi nasibedecek," buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir. Hazret-i Ömer ve Kureyş'ten bazı sahabeler onun kendilerine verileceğini umdular. Ama Rasûlüllah, Hazret-i Ali'yi çağırdı. Onda bir göz rahatsızlığı vardı. Efendimiz Ali'nin gözlerine tükürüğünü sürdü. Sonra sancağı verdi.

Hazret-i Ali: ”Onlara karşı ne üzere savaşacağız? Ya Rasûlallah!" diye sor du. Peygamber (aleyhisselâm): ”Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve benim Allah'ın Rasûlü olduğuma şehadet etmeleri üzerine. Eğer bunu yaparlarsa kanlarını ve mallarım kurtarmışlardır," buyurdu. Ali'ye demirden olan zırhını giydirdi. Kılıcı zülfikârı beline bağladı ve kaleye çevirdi ve: ”Allah'ın senin vasıtanla bir adama hidâyet vermesi senin için kırmızı develerden daha hayıradır," buyurdu. (9) Kırmızı develerden maksat, Allah yolunda vereceği kıymetli develerdir.

Sonra Allah'ın, Rasûlü ve mü'min kulları için olan zaferi nasib oldu. Hayber kalelerinin hepsi fethedildi. Müslümanlar Hayber'lilerin ganimetlerini aldılar. Allah Rasûlü onları Hayber'den sürdü. (10)

10- Kaynaklarda belirtildiğine göre Hazret-i Peygamber Hayber'lileri sürmek isteyince onlar çiftçilikte mahir olduklarını ileri sürerek, arazileri ününün bir bölümü karşılığında işlemek üzere Hayber'de kalmayı teklif ettiler. Rasûlüllah'da bu teklifi kabul etti. Hayber'liler Hazret-i Ömer dönemine kadar böylece kaldılar. Hazret-i Ömer, Yahudileri Hayber'den sürdü ve arazileri hak sahiplerine dağıttı. Bkz. Ebû Yusuf, Haraç, 220; Buhârî, el-Hars ve'l-Müzâraa, 8/11; Müslim, Müsakât; 2/4 (Mütercim.)

21

Size, henüz güç yetiremediğiniz, ama Allah'ın sizin için kuşattığı yani takdir edip sizi malik kıldığı ya da sizin fethiniz için koruyup başkalarının almasına engel olduğu

başka ganimetler de vardır. Bu ganimetler, Huneyn savaşındaki Hevâzin ganimetleridir. Çünkü Müslümanlar, Hudeybiye senesine kadar buralara güç yetirebilmiş değillerdi. Onlara ancak Mekke'nin fethinden sonra güç yetirebildiler. Onda hezimetin tekrarı olduğu için, Allah o ganimetleri ”güç yetirebilmekle" nitelemiştir.

"Allah'ın kuşattığın"dan maksadın bir görüşe göre ”sizin fethiniz için koruduğu" olduğunu belirtmiştik. Bu anlayışa göre Müslümanların fethettiği bütün yerler bu ifadenin altına girer.

İbn Abbas (radıyallahü anh), İstanbul'un, Romanın, Amûriye'nin, Medâin'in Anadolu'nun ve Suriye'nin fethinin bunlardan olduğunu söylemiştir.

Râğıb, ”Kuşatma" diye terceme ettiğimiz ”ihatâ" kelimesinin iki mânâ ifade ettiğini söyler:

Buna göre birincisi; cisimlerde söz konusudur. ”Falan yeri kuşattım" denilmesi gibi. Bu anlamda olmak üzere, koruma karşılığında da kullanılır. ”Allah her şeyi kuşatıcıdır." (Nisa: 126) âyetinde bu mânâyadır. ”Her yönden onu koruyucudur" demektir. Yine bu anlamda ”men etmek" karşılığında da kullanılır. ”De ki; Etrafınızın kuşatılması hariç, onu hana mutlaka get ireceği neze dair..." (Yûsuf: 66) âyetinde de bu mânâyadır.

İkincisi: Bilmek anlamındadır. ”...Şüphesiz Allah her şeyi ilmen kuşatmıştır." (Talâk: 12) âyetinde bu anlamda kullanılmıştır. Bir şeyi ilmen kuşatmak: Onun varlığını, cinsini, miktarını, keyfiyetini, yapılış gayesini, yaratılmasını, onunla ve ondan olan her şeyi bilmektir. Böyle bir bilgi de sadece Allah'a aittir. Şu âyette başkalarının bunu bilemeyeceğini belirtmiştir: ”Bilakis onlar, ilmini kavrayamadıkları (ihata edemedikleri) şeyi yalanladılar..." (Yûnus: 39)

Allah her şeye muktedirdir. Çünkü Allah'ın kuvveti O'nun zatı iledir. Bazı şeylere has değildir.

22

Eğer kâfirler yani Mekke kâfirleri ya da Hayber'lilerin dostları olan Benû Esed ve Ğatafan

sizinle savaşsalardı sulh yapmasalardı,

mutlaka arkalarına dönüp de kaçacaklardı. Yani savaş olmadan hezimete uğrayacaklardı. Çünkü arkaya dönmek hezimete uğramaktan kinayedir.

Sonra da ne kendilerini koruyacak

bir dost, ne de kendilerine yardım edecek

bir yardımcı bulacaklardı.

23

Allah'ın öteden beri süregelen kanunu budur. Yani peygamberlerin galebe çalması, geçmiş ümmetlerde de cereyan eden eski bir sünnettir. Nitekim bir âyette: ”Allah cihette Ben ve elçilerim galip geleceğiz diye yazmıştır." (Mücadele: 21) buyurulmaktadır.

Allah'ın kanunun da galebenin peygamberlerden başkasına geçmesi yolunda

asla bir değişiklik bulamazsın.

24

O, sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, âdet, zafer kazananın düşmanını bırakmayıp kökünü kazımak olduğu halde

Mekke'nin ortasında onların yani Mekke kâfirlerinin

ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Onların el çekmesinden maksat, kendi memleketlerinde olmalarına ve sayılarının çokluğuna rağmen, ailelerini ve çocuklarını korumak sadedinde mü'minlerden kaçmaya; Müslümanların el çekmelerinden maksat da onları bırakıp geri dönmeye sevkedilmeleridir.

Bu âyette, Cenab-ı Allah'ın ellerini çektiğini bildirdiği müşrikler, seksen kişi idiler. Tenim tarafında, Rasûlüllah'tan haberdar oldular. Sabah namazında iken ansızın onu yakalamayı ve ashabı öldürmeyi kurdular. Fakat Hazret-i Peygamber, onları yakaladı ama hepsini serbest bıraktı.

Mekke'nin ortasından maksat, Hudeybiye vaadisidir. Çünkü oranın bir bölmü Harem'dendir.

Allah yaptıklarınızı savaşmanızı, onları önce hezimete uğratışınızı. Rasûlüne itaati, sonra Müslümanları korumak ve haremi şerifi ta'zim için onlardan el çekmenizi

hakkıyla görendir. Hepsini bilendir. O'na hiçbir şey gizli kalmaz, size bütün bunların karşılığını verecektir.

Ulemadan birisi şöyle demiştir: ”O sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra" âyetinden murad, fetih gününde sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, demektir.

İmam Ebû Hanîfe bu ifadeyi. Mekke'nin sulh yoluyla değil, zorla fethedildiği görüşüne delil tutmuştur. Sûrenin, fetihten önce inmiş olmasının bu iddiaya ters düşen yönü yoktur. Çünkü bu ileride olacak haberleri bildirmektedir. Nitekim sûrenin, ”Doğrusu Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik" anlamındaki bu sûrenin ilk âyeti de bu kabildendir.

İmam Ebû Hanife'nin bu iddiasına, bir yere karşı zafer elde etmenin sulhla da başka bir şeyle de mümkün olduğu söylenerek karşı çıkabilir. Nitekim Zemahşerî: Fethin, bir beldeyi sulh yoluyla veya zorla, savaşla veya savaşsız elde etmek olduğunu söylemiştir.

Bahm'l-Ulûm'da da şöyle denilmektedir: ”'Doğrusu Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik' âyeti Mekke'nin zorla fethedildiğine delildir. Çünkü fetih' kelimesi mutlak kullanıldığı zaman, ancak zorla fethedilen yerler anlaşılır."

Aynü'l-Meânî'deki konu ile ilgili ifadeler de şu şekildedir: ”Mekke Şafiî'ye göre sulh yoluyla alınmıştır. Ama biz savaşla alındığını söylüyoruz. Rasûlüllah'ın ashabına: ”Onları kılıçla ekin biçer gibi biçin" buyurması buna delildir. Çünkü bize göre Arap müşrikler ya Müslüman olurlar veya öldürülürler. Bunların dışında bir seçenek yoktur."

Mekke'nin fethi olayı özelle şöyledir: Fetih Hicretin sekizinci yılının Ramazan ayında olmuştur. Kureyş'lilerin. Rasûlüllah'la aralarındaki sulhu bozmaları fethe sebep olmuştur. Bu olay şöyledir: Benû Bekir Kabilesinden bir adam, Rasûlüllah'! hicveden bir şiir yazdı ve onu şarkı haline getirdi. Bunu, Müslüman olan Huzâa Kabilesinden bir genç duydu. Ona vurup başını yardı. Bu, iki aşiret arasına düşmanlık soktu. Kureyş, Huzâa'ya karşı Benû Bekir'e yardım etti. Onlara karşı bir gece baskını düzenleyip, yirmi kişiyi öldürdüler. Ancak bu olay, Kureyş'in reisi Ebû Süfyan'ın bilgisi dışında olmuştu. Haber kendisine ulaşınca şöyle dedi: ”Eşim Hind bana hoş olmayan bir rüya gördüğünü haber verdi. O, Hacım tarafından akıp gelen bir kan görmüş, vallahi Muhammed bizimle savaşacak."

Mekke'lilerde bundan hoşlanmadılar. Huzâa'lı Amr b. Salim kalkıp Medine'ye geldi. Olayı Rasûlüllah'a anlattı. Rasûlüllah, gözleri yaşlı bir vaziyette: ”Yardım edileceksin ey Amr b. Salim! Hüzâa bendendir, ben de onlardanım," dedi.

Hazret-i Âişe: ”Görüyor musun? Kureyş seninle kendileri arasındaki anlaşmayı bozmaya cüret ediyor," dedi.

Hazret-i Peygamber: ” Allah'ın dilediği bir şey için anlaşmayı bozuyorlar," buyurdu. Hazret-i Âişe: ” Hayırdır," dedi. Rasûlüllah: ” Hayırdır", buyurdu.

Kureyşliler, anlaşmanın bozulmasına pişman olunca, sözleşmeyi kuvvetlendirmesi .ve süreyi uzatması için Ebû Süfyan'ı gönderdiler. Ebû Süfyan Hazret-i Peygamber'e gelip, sulh konusunda onunla konuşunca, Efendimiz: ”Biz süremiz ve sulhumuz üzere duruyoruz," buyurdu. Ebû Süfyan'ın isteğini kabul etmedi. Ashabından da kimse kabul etmedi.

Ebû Süfyan Mekke'ye dönüp, hadiseyi anlattı. ”Vallahi bana yüz vermedi, ashabı da ona uydu. Kavminin Muhammed'e itaat ettiği kadar hiç bir kavmin kralına itaat ettiğini görmedim," dedi.

Öte yandan Rasûlüllah Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer'le Mekke'ye yürüme konusunda istişare etti. Meseleyi başkalarından gizledi. Hazret-i Ebû Bekir: ”Onlar senin kavmin, ya Rasûlüllah!" deyip, Mekke üzerine yürümeme taraftarı olduğuna işaret etti. Ömer ise: ”Onlar küfrün başıdırlar. Senin sihirbaz ve yalancı olduğunu iddia ettiler," dedi. Onların Rasûlüllah için söyledikleri her şeyi hatırlattı. ”Vallahi, Mekke'İller boyun eğmedikçe, Araplar boyun eğmez." dedi. Rasûlüllah'ı Mekke üzerine yürümeye teşvik etti.

Bu esnada Rasûlüllah: ”Ebû Bekir, ibrahim gibidir. Allah için o sütten daha yumuşaktır. Omer ise Nuh gibidir. O Allah yolunda taştan daha serttir. İş, Ömer'in dediğidir" dedi, sırrın gizli kalmasına işaret etti. Ashabına, hazırlanmalarını emretti. Çöldeki ve Medine'nin çevresindeki tüm Müslümanlara haber gönderdi. Onlara: ”Allah'a ve âhiret gününe inanan, Ramazanda Medine'de hazır olsun," diyordu. Müslümanlar Medine'ye gelince Rasûlüllah: ”Allah'ım! Casusları ve haberleri Kureyş'ten al. Ta ki onların memleketlerinde ansızın karşılarına dikilelim," diye niyaz etti. Ramazanın onuncu günü yola çıktı. Askerin sayısı on bin idi. Ensarın ve Muhacirlerin tamamı orduda idi. Bu yolculukta, Hazret-i Peygamber orucunu bozdu, ashabına da bozmalarını emretti. Emrine muhalefet edenlerin emrine âsi sayılacaklarını söyledi. Çünkü hava sıcaktı ve düşmanla savaşmak için güce ihtiyaçları vardı. Kadid'de Rasûlüllah bayrakları ve sancakları kabilelere verdi. Sonra Mekke'ye bir konak mesafedeki Meni Zahran'a kadar yürüdü. Allahü teâlâ  Rasûlü nün duasını kabul edip, tüm haberleri Kureyş'lilerden gizledi. Onun geldiğini bilmediler. Bu, Peygamber'in savaşa kalkışmamaları için, Kureyş'lilere karşı bir merhameti idi.

Hazret-i Peygamber'in emri ile sahabiler on bin ateş yaktılar. Muhafızlığa, Hazret-i Ömer'i tayin etti. Rasûlüllah'ın amcası Abbas kısa bir süre önce Müslüman olmuş ve ailesiyle birlikte Mekke'den ayrılmıştı. Efendimiz onunla Cuhfe'de karşılaştı. Kureyş haber toplaması için Ebû Süfyan'ı görevlendirmişti.

Kendisine: ”Eğer Muhammmed'i görürsen bizim için eman al" dediler. Ebû Süfyan, Merri Zahran'a geceleyin varınca ”Hiç bu geceki kadar ateş görmedim." dedi. Onunla Hazret-i Abbas arasında dostluk vardı. Abbas'la karşılaşınca, Abbas onun elinden tuttu, eman almak için Rasûlüllah'a götürdü. Vardıklarında Efendimiz: ”Ey Abbas! Onu çadıra götür, sabah olunca getir" buyurdu. Sabahleyin gelince, Rasûlüllah Ebû Süfyan'a Müslüman olmasını teklif etti. Ebû Süfyan bir an durakladı. Bunun üzerine Abbas: ”Vah sana! Boynun vurulmadan önce Müslüman ol, Allah'tan başka ilâh olmadığına. Muhammed'in O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehadet et," dedi. Allah kendisine hidayet verdi, o da Hakka şehadet ederek Müslüman oldu. Sonra da: ”Ya Rasûlüllah! Ne dersin Kureyş savaşınayıp, ellerini çekerlerse emniyette olurlar mı?" dedi.

Rasûlüllah: ”Evet, kim ellerini savaşmaktan çeker, evine kapanırsa o güvendedir," buyurdu. Abbas: ”Ya Rasûlüllah! Ebû Süfyan övünmeyi sever, Ona da bir paye ayır," dedi.

Rasûlüllah: ”Evet kim Ebû Süfyan'ın evine girerse güvendedir, kim mescide girerse güvendedir. Kim kapısını kapatırsa güvendedir. Kim silâhını atarsa güvendedir," buyurdu.

Hazret-i Peygamber bu emandan bir kaç kişiyi istisna etti. Kabe'nin örtüsüne sarılmış bir halde bile bulunsa onların öldürülmelerini emretti. Çünkü, Kabe asileri korumaz, kendisine had (ceza) gerekli olandan cezayı engellemez. İbn Hatal, öldürülmesi emredilenlerdendi. O ve benzerleri, Rasûlüllah'a en çok eziyet eden azgın zorbalardı. Hazret-i Peygamber onlardan Müslüman olanları affetti. Küfründe ısrar edenleri öldürttü.

Hazret-i Peygamber Abbas'a: ”Ebû Süfyan'ı, vadinin dar bir yerinde tut, ordu geçerken görsün," buyurdu. İlk geçen Benû Süleym kabilesinden Hal id b. Velid idi. Sonra her bir kabile sırayla sancaklarıyla geçtiler. Nihayet Ensar ve Muhacirlerle birlikte Hazret-i Peygamber geçti. Hazret-i Ömer: ”Ağır olun, ta ki arkanız önünüze ulaşsın," diyordu. Ebû Süfyan: ”Sübhanellah! Ey Abbas! Bunlar kim?" dedi. Abbas: ”Bu, Ensarın arasında Hazret-i Peygamberdir. Onların başında Sa'd b. Ubâde var. Bayrak onda," dedi. Ensar dört bin kişi idi. Bunların beş yüzü atlı idi.

Ebû Süfyan şöyle devam etti: ”Bunlara karşı kimsenin gücü, takati yetmez. Ey Abbas! Bu gün kardeşinin oğlunun saltanatı büyük oldu." Abbas:

"O saltanat değil peygamberliktir," karşılığını verdi.

Hazret-i Peygamber Halid b. Velide Arap kabilesinden bir grupla Mekke'nin aşağı tarafından girmesini emretti ve: ”Sizinle sav aşmayanla savaşmayınız" buyurdu. Kureyş savaşmaları için bazı insanlar toplamıştı. Halid onlarla karşılaşınca girmesini engellemek istediler ve onu oka tuttular. Halid arkadaşlarına: ”Kendinizi müdafaa ediniz ve onların oklarına karşılık veriniz", dedi. Kureyş ten öldürülen öldürüldü, kalanlar da bozguna uğradı. Halid, bu şekilde Mescid-i Haram'ın kapısına kadar geldi. O gün Hazret-i Peygamber: ”Bana Safada ulaşıncaya kadar, onları ekin biçer gibi biçin," buyurdu.

Hazret-i Peygamber Cuma günü sabahı erkenden, terkisinde Üsame b. Zeyd olduğu halde Kusvâ adındaki devesinin üzerinde Mekke'ye girdi. Başına siyah bir sarık sarmıştı. Allah'ın Mekke fethini müyesser kıldığını ve Müslümanların çokluğunu görünce, Allah için tevazu göstererek başını devesinin üzerine doğru eğmişti. Sonra şöyle dedi: ”Allah'ım! Gerçek hayat âhiret hayatıdır. ”

Âişe radıyellahu anhâdan şöyle rivayet edilmiştir: ”Rasûlüllah fetih günü Mekke'ye Kedâ denilen yerden girdi. Mekke'ye girmek için önce gusletti. Fetih sûresini okuyarak yürüdü. Kabe'nin yanına gelince devesinin üzerinde Kabe'nin etrafında yedi kez döndü. Muhammed b. Mesleme devenin yularını tutuyordu. Hizasına gelince Hacerü'l-esved'i elindeki eğri çubuk ile selâmlıyordu. Rasûlüllah, ashabına şeklini öğretmek için tavafı deve üzerinde yaptı. (Yürüyerek yapsa idi insanlar onu göremezlerdi.) Daha sonra Makam-ı İbrahim'de iki rekât namaz kıldı." O gün makam, kapının yanında Kabe'ye bitişikti. Sonra şimdiki Makam-ı İbrahim diye bilinen yere çekildi.

O gün, Kabe'nin içinde, dışında ve üstünde 360 put vardı. Bunlardan her biri bir Arap kabilesine aitti. Hu bel putların en büyüğü idi, akikten yapılmıştı. Rasûlüllah elinde bir sopa ile geldi. Onunla putlardan her birine vurmaya başladı. Her put yüzüstü yere yıkılıyordu. Hazret-i Peygamber: ”De ki hak geldi, bâtıl yıkıldı, zaten bâtıl yıkılmaya mahkumdur." (İsrâ': 81) diyordu. Ali'ye emretti, o da Kabe'nin üstüne çıkıp oradaki putları kırdı. Bilâl'i Kabe'nin anahtarını getirmesi için Osman b. Ebî Talha'ya gönderdi. Gelince Kabe'nin içine girip iki rekât namaz kıldı ve her tarafında duâ etti. Kabe'de, içlerinde. Hazret-i İbrahim, Hazret-i İsmail, Hazret-i Meryem ve meleklere ait olanları da bulunan bir çok resim vardı. Hazret-i Peygamber'in emriyle Ömer bunların hepsini imha etti.

Fetih günü, Allah Rasûlü Safâ'ya oturdu. İnsanlardan biat aldı. Büyük küçük, kadın erkek herkes gelip Müslüman olmak üzere ona biat etti. İnsanlar grup gurup Allah'ın dinine girdiler.-Rasûlüllah yirmi yıldır kendisine eza edenleri affetti, onların bağışlanmaları için duâ etti. Şöyle buyurdu: ”Ey insanlar! Allahü teâlâ  Mekke'yi, gökleri ve yeri yarattığı günden itibaren Harem kıldı. O, kıyamete kadar da Haremdir. Allah ve âhirete inanan hiç bir kimsenin orada kan dökmesi, orada ağaç kesmesi helâl olmaz. O, benden önce kimseye helâl değildi, benden sonra da kimseye helâl olmayacak. Şu anın dışında benim için -de helâl değil.. Sizden burada olan olmayana tebliğ etsin." (11)

11-Hadisin aslı, bu rivayetin benzeri olarak Buhârî ve Müslim'dedir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 9/286.

Rasûlüllah fetihten sonra Mekke'de on sekiz veya on dokuz gün kaldı. Bu müddet zarfında namazlarını kasrederek seferi kıldı. Sonra Hevâzîn ve Sakife yürüdü. Mekke'ye yirmi bir yaşındaki Attâb b. Üseyd'i vali tayin etti. İnsanlara namaz kıldırmasını emretti. Fetihten sonra Mekke'de cemaatle namaz kıldıran ilk emir odur. Muaz b. Cebel'i de insanlara fıkıh ve sünneti öğretmesi için öğretmen olarak bıraktı. Bununla, yerine adam bırakma olayı başlamış oldu. Günümüze kadar uygulama böyle devam etmiştir.

25

Onlar, yani Kureyşliler,

inkâr edenler, sizi Mescid-i Haram'dan ve bekletilen hedy (kuban)lerin yerine ulaşmasını engelleyenlerdir. Yani sizin Mescid-i Haram'ı tavaf etmenize ve hedylerinizin yerlerine ulaşmasına mani olanlardır.

Hedy, hediyye kelimesinin çoğuludur. Mescid-i Haram'a armağan edilen hayvanların özel ismidir. En düşüğü koyun, ortası sığır, en üstünü de devedir.

Kurbanların yerlerinden maksat, kesilme malalleridir. Ebû Hanîfe bu âyetle istidlal ederek, hacca veya umreye gitmekte iken her hangi bir özre binaen yola devam edemeyen kişinin (muhsarın) göndereceği kurbanın kesilme yerinin Harem bölgesi olduğunu söylemiştir. Çünkü Hudeybiye'nin bir kısmı Harem'dedir.

Ayette murâd edilen mânâ şudur: ”O kurbanların, bilinen yerlerine ulaşmasını engelleyenler... -Kurban yerleri hacılar için Mina, ihrama girip engellenen umreciler için ise Safâ'nın yanıdır.-"

İmam Safiye göre ihsâr kurbanının (hac veya umre için ihrama girip bir mazerete binaen yola devam edilememesi halinde ihramdan çıkabilmek için kesilmesi gereken kurban) Harem'de kesilmesi şart değildir. Kişinin mahsur kaldığı yerde kesilmesi caizdir.

Âyette Allah Taâlâ Mekke kâfirlerinin cezayı üç şey sebebiyle hakettiklerini beyan etmiştir. Bunlar:

a- Kalplerindeki küfürleri,

b- Müslümanların umrelerini tamamlamalarını engellemeleri, c- Kurbanların yerlerine ulaşmasına mani olmaları.

Onlar bu çirkin işleri sebebiyle aslında öldürülmeyi veya savaşı haketmişlerdi. Ama Allahü teâlâ  Mekke'deki güçsüz Müslümanları korumak için her iki grubun elini yekdiğerinden çekmiştir. Böylece o güçsüz Müslümanlar Mekke'den çıkabilirler. Ya da, Müslümanlar Mekke'ye, oradaki mü'min erkek ve mü'min kadınlara eza vermeden oraya girebilirler. Nitekim âyetin devamındaki şu ifadeler buna delâlet etmektedir:

Eğer (Mekke'de) karışık oldukları için kendilerini

henüz tanımadığınız mü'min erkeklerle mü'min kadınları, bunlar Mekke'de yaşayan ve imanlarını gizleyen yetmiş iki Müslümandı.

Bilmeyerek, onları tanımadan

ezmek suretiyle, yani onlara hücum edip, helak etmek suretiyle... Çünkü ayaklar altında ezmek, helak etmeyi gerektirir. Rasûlüllah'ın: 'Allah'ım, tepelemeni (helak etmeni) Mudar üzerinde şiddetlendir," şeklindeki duası bu mânâdadır.

Onların yüzünden vebal onları öldürmekten dolayı keffaret veya diyetin vacip olması gibi bir sıkıntı ve zorluk ya da onlara karşı bir üzüntü ve kâfirlerin kınamasına, araştırma eksikliğinden dolayı günah

altında kalmayacak olsaydınız (Allah savaşı önlemezdi). Yani ellerinizi onlardan çekmezdi. Bu âyette şartın cevabı hazf edilmiştir. Bu hazif, Mekke kâfirlerine karşı Allah'ın gazabına delildir. Sanki şöyle denilmiştir: ”Eğer mü'minlerin hakları olmasaydı, kâfirlere anlatılmayacak derecede, benzeri olmayan şeyler yapardı."

Allah, dilediklerine rahmet etmek için... Onlar, can emniyeti dahil dünyalık rahmetten mahrum olan müminlerdir, kâfirlerin ellerinde zayıf durumda idiler. Bunlar uhrevî rahmetten tümüyle mahrum değil idiyseler de, gerektiği şekilde ibadetlerini icra edemiyorlardı. Bu yüzden ibadetlerini mükemmel bir biçimde yapmaları imkânına kavuşmaları, onların uhrevî rahmete nail olmalarıdır.

Böyle yapmıştır. Yani, ellerini onlardan çekmiştir. Ta ki, fethe götüren bu el çekme ile, engelsiz olarak hem dünyevî hem de uhrevî açıdan geniş olan rahmetine erdirsin.

Eğer onlar, iki grup

seçilip ayrılmış olsalardı, Biz onlardan küfredenleri, savaşanların öldürülmesi ve çocuklarının esir edilmesi suretiyle

muhakkak elem verici bir azaba çarptırırdık. Bu cümle, kendisinden önceki cümlenin mânâsını tasdik eden müstakil bir cümledir.

26

Mekke'li

Kâfirler kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirdikleri sırada idi ki,

Müfredat adındaki eserde: ”İnsanda gadab kuvvetinin yanılıp çoğaldığı zamanki haline ”hamiyyet (taassup)" denilmektedir. Çünkü gadap (öfke) kalpteki kanın taşması, ısınması ve galeyanıdır. ” denmektedir.

"Cahiliyye taassubu"undan maksat ya cahiliyet döneminin, yani Rasûlüllah'a peygamberlik gelmeden önceki dönemin taassubu ya da maksat, cehaletten kaynaklanan taassuptur. Çünkü cehalet, kişinin doğruyu anlamasına engel olur.

Zührî, müşriklerin taassubundan maksadın; Rasûlüllah'ın peygamberliğini kabulden ve bir işe besmele ile başlamaktan kaçınmaları veya Müslümanların Mekke'ye girmelerini engellemeleri olduğunu söyler.

Mukâtil'in bu konudaki görüşü de şöyledir: ”Mekke'liler dediler ki: 'Müslümanlar bizim çocuklarımızı ve kardeşlerimizi öldürdüler. Sonra da yanımıza giriyorlar. Araplar, onların bize rağmen girdiklerini söylerler. Lat ve Uzza'ya yemin ederiz ki onlar yanımıza (Mekkek'ye) giremiyecekler.' İşte onların gönlüne giren bu düşnceler cahilyye taassubudur."

Allah, Rasûlüne ve mü'minlere sükûnet ve güvenini yani sebat ve vakarı

indirdi. Onlar, kâfirler gibi düşünmediler. Onlarla sulh yaptılar, onlarla anlaşma metnini onların istedikleri gibi yazdılar.

Onları takva sözü yani şehadet kelimesi

üzerinde durdurdu. Bu zorlama ve baskı şeklinde bir durdurma değil, lütuf ve ikram kabilinden bir durdurmadır. Şehadet kelimesi, ”takva"yd izafe eddilmiştir. Çünkü şehadet, takvanın sebebidir. Zira kişi takva ile şirkten ve cehennemden korunur. Çünkü takvanın aslı, cehennemden korunmaktır. İşte bu kelimeye itibarla, Allahu teâlâ Kur'an'ın bir çok yerinde bu ümmeti ”müttakîler" diye nitelemiştir.

Hasenü'l-Basrî'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Takva sözü, ahde vefa demektir. Çünkü müminler, kâfirlerin ahdi bozdukları ve Müslümanların müttefikleri ile savaş yaptıkları zaman, ahidlerine vefa göstermişlerdir." Bu izaha göre mânâ: ”Onları müttakilerin sözü üzerine durdurdu" diye anlaşılacaktır. Bu durumda, ”söz": Sulhun zımmında bulunan ahid, ”onları durdurmak" da; onları sulh ve sulhe vefada durdurmak anlamında olmaktadır.

Arap dil bilimcilerinin belirttiklerine göre ”kelime-söz" bazen tek bir lâfızda kullanılır ama onunla birbiri ile irtibatlı bir çok kelâm (söz) anlamı kastedilir. Meselâ bir kasidenin tamamına, kelime denilir. İşte kelime-i şehadet bu kabildendir. Radîy şöyle demiştir: ”Mecazi olarak kaside ve cümleye kelime denilir. Meselâ bir şiir için, kelimetü şâir- şairin sözü ifadesi kullanılır. ”Rabbinin kelimesi tamam oldu..." (En'am: 115) âyetindeki kelime de bu kabildendir.

Kelime Arap dilcilerine göre, yaralamak anlamına gelen keim kökünden türemiştir. Kelime ile kökü olan keim arasmdaki ilgi, sözün kalbe etkisidir.

Buradaki ”takva sözü"nden maksat, takvanın hakikati ve keyfiyetidir. Çünkü hakikat, şahsî ve maddî eklerden soyutlanmış şeydir. Allahü teâlâ  Müslümanlara, yaratılışın aslındaki safiyete, sonradan katılan eklerden tam anlamıyla soyutlanmaya ve yakîni iman gücüne ermeleri için takvanın hakikatini yüklemiştir.

Zaten onlar buna pek lâyık ve ehil kimselerdi. Yani Allah'ın takdiri ve ilminde onlar buna fazlasıyla lâyık ve muttasıftırlar. Kâfirlerden daha çok lâyıktırlar.

Allah her şeyi hakkıyla bilendir. Yani bilinebilen türden her şeyi en iyi şekilde bilir. Her şeyin hakkını bilip hak sahiplerine verir. Müslümanların takvaya her ümmetten daha çok lâyık oldukları da Allah'ın bilgisi dahilindedir.

27

Yemin olsun ki Allah, Rasûlünün rüyasını doğru çıkardı. Yani ona doğru rüyalar gösterdi. Bu rüyadan maksat, sûrenin başında geçen, Rasûlüllah'ın Hudeybiye'ye çıkmadan önce gördüğü rüyadır. O rüyaya göre Hazret-i Peygamber ve ashabı, başlarını traş etmiş veya kısaltmış vaziyette güven içerisinde Mekke'ye girdiler. Rasûlüllah bu rüyayı ashabına anlattı. Onlar sevindiler, neşelendiler ve o yıl içerisinde Mekke'ye gireceklerini zannettiler. Fakat giriş gecikince bazı münafıklar: ”Vallahi traş olmadık, saçlarımızı kısaltmadık, Mescid-i Haram'ı da görmedik" dediler. Bunun üzerine bu âyet indi.

Âyet, rüyanın hak olduğunun, mutezile ve kelâmcıların cumhurunun zannettikleri gibi bâtıl olmadığının delilidir. Bir hadis-i şerifte: ”Sâlih rüya peygamberliğin kırk altı cüzünden bir cüzdür," (12) buyurulmaktadır.

Âyetteki ”hak" yani rüyanın doğru çıkmasından maksat, sahih maksada ve imanda samimi olanlarla mütereddit olanların arasını ayırmaktaki hikmete uygun olmasıdır. Ya da, bu rüyanın karışık hiçbir aslı esası olmayan rüyalardan olmadığı kastedilmektedir. Çünkü Rasûlüllah'ın gördüğü, Allah'ın takdir ettiği vakitte mutlaka gerçekleşir. Bunda hiçbir şüphe yoktur. O vakitte ertesi yıldır.

Âyetteki ”hak" kelimesinin Allah'ın isimlerinden olan ”Hak" veya bâtılın zıddı olan ”hak" olup yemin anlamında kullanıldığı, sonraki cümlenin de, yeminin cevabı olduğu da caiz görülmüştür.

İnşaallah siz düşmanlardan

güven içinde, başlarınızı yani saçınızın tamamını

traş etmiş ve saçınızın bir kısmını

kısaltmış olarak, yani bazınız saçını traş etmiş, geri kalanlarınız da kısaltmış olarak. Âyette traş, saçların uçlarının kesilmesi anlamındaki kısaltmadan önce anılmıştır. Çünkü ihramdan çıkarken, traş olmak, kısaltmaktan daha efdaldir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mina'da başını traş etmiş, bir tarafının saçlarını Enes b. Mâlik'in annesi olan Ümmü Süleym'in kocası Ebû Talha'ya vermiştir. Enes'in sülâlesi, aralarında saçları hediye olarak birbirlerine verirlerdi. Kadınların başlarını traş etmeleri ise müsledir,(13) haramdır. Erkeklerin sakallarını traş etmelerine benzer.

13- Müsle, insanın kulak, burun ve benzeri yerlerini keserek cezalandırmak, işkence etmektir. (Mütercim.)

Korkusuzca yani ondan sonra kimseden korkmadan

mutlaka Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Bu cümle mahzuf bir yemine cevaptır. ”Vallahi ertesi yıl, Mescid-i Harama gireceksiniz," takdirindedir.

Âyeti kerimede Allahü teâlâ  Müslümanların Mescid-i Harama girecekleri vaadini kendi dilemesine bağlamıştır. Yani ”inşallah" demiştir. Bunu, vaadlerinde böyle demelerini kullarına öğretmek için yapmıştır, Allah, vaadinin tahakkukundan şüphe ettiği için değil. Zira O, bu tür şeylerden münezzehtir. Bu izah, Sa'lebinin şu sözleri ile aynı mânâdadır: ”İnsanlar bilmedikleri konularda inşallah desinler diye, Allahü teâlâ  bildiği şeylerde inşallah demiştir."

Bu ifadede ayrıca, onların Mekke'ye girmelerinin kendi güç ve kuvvetlerinden dolayı değil, Allah'ın dilemesine bağlı olduğuna işaret vardır. Ya da maksat, bazı müminlerin ölüm, başka yerde olma ve benzeri sebeplerden dolayı oraya giremeyeceklerine işaret vardır.

Haddâdî'de şöyle der: ”Bazen teberrüken gerçeği ifade için de inşallah denilir. 'Allah inşallah seni bağışladı' sözü bu kabildendir. İnşaallah ben mü-'minim' demeyi doğru bulan kimse için bu âyet delil olmaz. Çünkü bu sözle, halihazırda olan imanından haber verilmektedir. Burada, inşallah demek muhaldir." Aynü'l-Meânıde de böyle denilmektedir.

Rivayet edilir ki Hazret-i Peygamber, kabristana girdiği zaman, ”Esselâmu aleyküm ey kabir ahalisi! İnşallah biz ele sizlere katılacağız," derdi. Dirilerin ölülere katılacakları kesin olmasına rağmen, teberrüken inşallah dedi. Bir görüşe göre de Rasûlüllah iman üzere ölerek size katılacağız anlamında böyle demiştir.

Allah sizin bilmediğinizi bildi de yani gösterdiği doğru rüyanın peşinde, onun doğruluğuna şehadet eden şeyi yapmayı gerektiren, sizin bilmediğiniz hikmeti fiilen bildi. O yüzden

bundan önce yani Mescid-i Haram'a girme konusunda gösterdiği şeyin tahakkukundan önce

size yakın bir fetih nasibetti. O, Hayber'in fethidir. Rasûlüllah'ın rüyasından on beş gece sonra gerçekleşmiştir. Bu fethin gerçekleşmesinin gelecek zaman için kullanılan edatlara bağlı kalınmadan ifadelendirilişi, Rasûlüllah'ın rüyasının aynen dediği gibi doğru olduğuna delâlet etmesi ve müminler için bir alâmet olması içindir.

28

O, Allahu teâlâ,

bütün dinlerden üstün kılmak için, yani hak olanlardan zamanın değişmesi ile değişen bazı hükümleri neshetmek, bâtıl olanların bâtıl olduğunu göstermek ya da Müslümanları, diğer din mensupları üzerinde üstün kılmak suretiyle hak dini diğer muhtelif dinlere galip ve üstün kılmak için

Peygamber'ini hidayetle yani Allah'tan başka ilâh olmadığı inancından ibaret olan tevhidle

ve hak din ile İslâmla

gönderendir. ”Hak"; sabit, diğer dinleri nesneden ve ortadan kaldıran, anlamındadır.

Allahü teâlâ  vaadini yerine getirdi. İslâm dini karşısında mağlup olmadık hiç bir din bırakmadı. O bölgede Müslüman veya Müslümanların zimmetinde olmayan hiç bir fert kalmadı. Sen nice kalabalık ülkelerin fethedildiğini, güçlü kralların altedildiğini görüyorsun ki bunlarla, Allah'ın gücünü kuvvetini anlarsın.

Âyeti kerimede, vaadolunan fetih ve mü'minlerin nefislerine, daha başka ülkeleri de fethedeceklerini, daha başka bölgelere de galip geleceklerini yerleştirmek konusunda başka bir te'kid de vardır. Az önce de işaret edildiği üzere, Allah bu vaadini gerçekleştirmiştir.

Vaadettiği şeylerin kesin olarak gerçekleşeceğine veya mucizeler göstermek suretiyle Hazret-i Muhammed'in peygamberliğine -kâfirler şehadet etmese de-

şahit olarak Allah yeter.

İbn Abbas'ın (radıyallahü anh) şöyle dediği rivayet olunmuştur: Allahu teâlâ'nın şu âyetle Hazret-i Muhammed'in peygamberliğine şahitlik etmiştir.

29

Muhammed Allah'ın Rasûlüdür. Yani hidayet ve hak dini ile gönderilen bu peygamber, Allah'ın Rasûlü Muhammed'dir.

Onunla yani Rasûlüllah'la

birlikte olanlar da kâfirlere karşı aslanın avına karşı olduğu gibi

çetin, kendi aralarında ise babanın evlâdına olduğu gibi

merhametlidirler. Onlar dinlerine karşı çıkanlara şiddet ve salâbet, dinlerine muvafakat gösterenlere de yumuşaklık ve merhamet gösterirler. Nitekim bir başka âyette de: ”Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönse de (bilinsin ki) yakında Allah öyle bir topluluk gönderir ki Allah onları, onlar da Allah'ı severler; müminlere karsı alçak gönüllü, kâfirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler," (Maide: 54) buyurulmaktadır.

Eğer âyet-i kerimede sadece ”kâfirlere karşı çetin" ibaresi ile yetinilse idi, Müslümanların kötü kalpli katı varlıklar oldukları hissi verilebilirdi. Bu yüzden peşinden ”kendi aralarında merhametlidirler" cümlesi getirildi.

Onları rükûya varırken, secde ederken görürsün. Namaza devam ettikleri için sen onları rükû ve secde ederlerken görürsün.

Onlar Allah'tan lütuf ve rızasını yani sevap ve rızasını

isterler. Onların secde izinden nişanları alâmetleri

yüzlerinde sabit

dir. Bir şeyin eseri (izi), varlığına delâlet eden şeydir. Müfredat'ta böyle tarif edilmektedir.

İşte bu, üstün özellikler

onların Tevrat'taki vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Mü’minlerin özellikleri, farklılıklarını te'kid ve iyice anlaşılması için tekrar edilmiştir. Tevrat, Hazret-i Mûsa'nın kitabıdır. İncil ise Hazret-i İsa'nın kitabıdır. Din ortadan kalkıp kaybolduktan sonra, yeniden ortaya çıkdığı için bu ad verilmiştir.

Onlar, filizini yani dallarını

yarıp çıkarmış, git gide onu o filizi

kuvvetlendirerek kalınlaşmış, ince iken kalın hale gelmiş

gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler Tohumdan ilk çıkan ekin anne, ondan dallanıp ayrılan da evlât ve filiz yerindedir.

"Filiz" diye terceme ettiğimiz ”şat'ehû" kelimesi için Müfredat'da ”Ekinin dalları, ondan çıkıp, iki tarafından ayrılan şeyler" denilmektidir

ki bu, ekincilerin de hoşuna gider. Yani kuvvetli oluşu, kesafeti, kalınlığı, güzel görüntüsü ve uzun boyu ile onları sevindirir.

Allahü teâlâ  bu benzetmeyi, îslâmın ilk günlerinde azken günbegün insanları şaşırtacak derecede çoğalan, güçlenen, işleri günbegün ivme kazanan Müslümanlar için yapmıştır.

"Allahü teâlâ  Peygamber'in ashabını, nasıl filizini çıkaran bir ekine benzetti? Niçin onları atlara ve meyve veren büyük ağaçlara benzetmedi?" gibi gereksiz sorular variddir. Bu sorulara şöyle cevap verilir: Çünkü Rasûlüllah'ın ashabı, zayıf olarak çıkan sonra büyüyüp filiz veren ve çoğalan ekin gibi, ilk başta gayet azdılar. Sonra artıp, çoğalmaya başladılar. Zira ekin ekilir ve hasat edilir. Müslümanlar da aynıdır. Onlardan bazıları ölür, sonra yerlerine başkaları gelir. Büyük ağaçlar ise böyle değiller. Onlar uzun seneler oldukları halde kalırlar. Ayrıca bir tek tohumdan bir sürü başak çıkar. Ekinin dışında böyle bir şey yoktur.

İnsanların amelleri gelişip çoğaldığı gibi, bedenleri de çoğalır. Meselâ Hazret-i Hüseyin'le birlikte tüm ailesi öldürülmüştü. Sadece küçük olduğu için, oğlu Zeynelâbidin Ali (radıyallahü anh) kurtulmuştu. Allahü teâlâ  onun sulbünden bir çok pâk, temiz nesil meydana getirdi.

(Bu benzetme), onlarla kâfirleri öfkelendirmek içindir. ”Öfkelendirmek" diye terceme ettiğimiz ”ğayz" kelimesi en şiddetli öfke anlamındadır. O, kalpteki kanın kaynamasından dolayı insanın hissettiği hararet, diye ifade edilmektedir. Yani Allah Mekke müşriklerini Arap olan ve Arap olmayan kâfirleri öfkelendirmek için onları büyüyen ve kuvvetlenen ekin gibi yaptı.

Allah, onlardan inanıp iyi amel işleyenlere mağfiret ve büyük mükâfat vaadetmiştir. Kâfirler, Müslümanların dünyadaki izzet ve şereflerinin yanısıra, onlar için âhirette hazırlanan şeyleri işitince, son derece öfkelendiler.

Ben fakir derim ki: Kâfirlerin bakış açıları, mücadele ettikleri ve kıskançlık duydukları dünyalıklara hastır. İnanmadıkları âhiret gününde mü'minler için hazırlanan şeyler onları nasıl öfkelendirmez?

Allah'ın yardımıyla Fetih Sûresi sona erdi.

0 ﴿