HUCURAT SURESİMedine devrinde nazil olmuştur, 18 âyettir. 1Ey iman edenler! Söze nida ile başlamak, muhataplara, gelecek hükme daha çok dikkat etmelerini ve onu kabullenip gözetmeye daha çok özen göstermelerini tenbih içindir. Muhatapların iman ile nitelendirilmesinde -ki hikmet de, onları gayrete getirmek ve bu özzelliğin, istenileni yapmayı onu ihlâlden kaçınmayı gerektiren bir şey olduğunu bildirmektir. Herhangi bir işte Allah'ın ve Rasûlünün huzurunda öne geçmeyin. Allah ve Rasûlü hükmetmeden veya izin vermeden önce hüküm vermeyin. Böylece ya vahiyle amel etmiş veya Rasûlüllah'a uymuş olursunuz. Yaptığınız ve terkettiğiniz tüm söz ve fiillerde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah sözlerinizi hakkıyla işiten, yaptıklarınızı da hakkıyla bilendir. O halde korkulmak ve gözetilmek O'nun hakkıdır. Âyet, tüm söz ve fiilleri kapsar. Bu yüzden ”öne geçmeyin" fiilinin mefıılü (tümleci) zikredilmemiştir. Böylece âyeti dinleyen, bu hükmün öne geçirilmesi mümkün olan her yerde geçerli olduğunu anlar. Âyet, Allah'ın kullarına karşı şefkatini beyan etmektedir. Çünkü tüm günahkârlıklarına rağmen onları mü'minler diye isimlendirmiştir. ”Ey isyan edenler!" dememiş, ”Ey iman edenler!" demiştir. Bu, bir övgü seslenişidir. 2Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinden daha fazla yükseltmeyin. Mücerred söz ve fiille haddi aşma yasaklandıktan sonra, Rasûlüllah'ın huzurunda sözle haddi aşmanın keyfiyeti açıklanarak, bundan sakınılması vurgulanmıştır. ”Seslerinizi Rasûlüllah'ın sesinin ulaştığı sınırın ötesine ulaştırmayın" mânâsı kastedilmiştir. Abdullah b. Zübeyr'den rivayet edildiğine göre âyetin iniş sebebi şudur: Benî Temîm'den Akra' b. Habis Rasûlüllah'ın yanına geldi. Hazret-i Ebû Bekir, Rasûlüllah'tan o zatı kabilesine reis yapmasını istedi. Orada bulunan Hazret-i Ömer: ”Yâ Rasûlellah! Onu değil, Ka'ka' b. Ma'bed'i yap," dedi. Ebû Bekir ve Ömer Hazret-i Peygamberin yanında yüksek sesle konuşmaya başladılar. Ebû Bekir Ömer'e: ”Sen sırf bana muhalefet olsun diye söyledin," dedi. Ömer: ” Hayır, maksadım sana muhalefet değil," dedi. Bu olay üzerine bu âyet indi. Bundan sonra Hazret-i Ömer, Rasûlüllah'ın yanında konuşurken sesini ancak anlaşılabilecek kadar çıkarırdı. Hazret-i Ebû Bekir de: ”Kendi kendime Rasûlüllah'la ebediyyen ancak sırdaş bir arkadaşımla konuştuğum gibi konuşacağıma yemin ettim," demiştir. Onunla konuştuğunuzda ona, birbirinize bağırdığınız gibi yüksek sesle bağırmayın. ”Bağırmak" diye terceme ettiğimiz ”cehr" bir şeyin görülmesi veya duyulması için iyice ortaya çıkması demektir. ”Onu apaçık gördüm" anlamında ”raeytühû cenaren" denilir. Bir âyette: ”Sizden sözü gizleyenle onu açığa vuran, geceleyin gizlenenle gündüzün yürüyen (O'nun ilminde) eşittir." (Ra'd: 10) buyurulmaktadır. Âyetin anlamı şudur: ”Seslerinizi kendi aranızda olduğu gibi yükseltmeyin. Sesinizi onun sesinden daha alçak tutun. Ona hitabederken, ulu, heybetli biri ile konuşurken olduğu gibi, fısıltıya yakın bir şekilde hafif konuşun. Peygamberliğin vakarını koruyun." Aksi halde siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider. Sanki şöyle denilmiştir: Amellerinizin boşa gitmesi endişesiyle yasaklandığınız şeyi yapmayın. Bu, ”...Şaşırmamamz için Allah size açıklama yapar." (Nisa: 176) âyetine benzer. Âyette yasaklanan sesi yükseltmekten maksat, küçümsemeden veya umursamadan dolayı yükseltmek değildir. Çünkü bu maksatla yükseltmek, küfürdür. Aynı şekilde maksat, savaşta veya inatçı bir kâfirle yapılan mücadelede ya da düşmanı korkutmak ve benzeri bir şey için yükseltmek de değildir. Çünkü bunda sakınca yoktur, çünkü Rasûlüllah bundan rahatsız olmaz. Dolayısıyla yasaklama, onu içermez. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan gelen rivayette âyet, Sabit b. Kays b. Şemmâs hakkında nazil olmuştur: O zatın kulağı ağır duyuyordu ve gür sesli idi. Bazen Rasûlüllah'la konuşurdu, Efendimiz ondan rahatsız olurdu. Enes'den gelen rivayete göre, âyet inince Sabit kayboldu. Rasûlüllah adamı soruşturdu. Durumu kendisine haber verildi. Rasûlüllah Sabit'i çağırıp, halini sordu. Sabit: ”Ya Rasûlüllah! Bu âyet sana indi. Ben gür sesli bir adamım, amelimin boşa gitmesinden korkuyorum," dedi. Hazret-i Peygamber: ”Sen öyle değilsin. Hayırla yaşar, hayırla ölürsün. Sen cennetliksin," buyurdu. Âyetin bu bölümünde insanları yasaklandıkları şeyden kaçındırmada mübalâğa vardır. Amelin boşa gitmesi, bâtıl olmasıdır. Râğıb ”hoşa gitme" diye terceme ettiğimiz ”habt" kelimesi ile ilgili olarak şöyle der: ”Habt, hayvanın haddinden fazla yem yiyip karnının şişmesi, ondan hiç bir şey çıkmayacak hâle gelmesidir." Bu âyet indikten sonra sahabiler, Hazret-i Peygamberle fısıltıya yakın bir sesle konuşurlardı. Bazı âlimler, Rasûlüllah'ın kabri şerifi yanında sesi yükseltmeyi ve selâmlarken kabre dört arşından daha fazla yaklaşmayı mekruh görmüşlerdir. Bazı âlimler de, fukaha meclisinde, onları ta'zim için, sesi yükseltmeyi mekruh görmüşlerdir. Çünkü onlar, peygamberlerin vârisleridir. Süleyman b. Harb şöyle der: ”Hammad b. Zeyd, Hazret-i Peygamber'in bir hadisini anlatırken yanındaki bir adam güldü. Hammad öfkelendi ve: ”Ben Rasûlüllah'ın vefatından sonra onun hadisi söylenirken sesi yükseltmeyi, o hayatta iken yanında sesi yükseltmek gibi görürüm," dedi. Sonra kalktı ve o gün hadis okumaktan vazgeçti. Özetle; hem hadisin hem de muhaddisin yanında sesi yükseltmek mekruhtur. Üstelik gülmek, alay ve küçümsemekten uzak olmaz. Ciddi olan meclisin ise buna tahammülü yoktur. Eğer eskiler, günümüzün va'z ve ders meclislerine girseler, gördükleri edepsizlik ve kötülüklerin çokluğundan dolayı anında çıkarlardı. Allah'tan bizi yüce ahlâk ve edeple edeplenenlerden kılmasını dileriz. 3Allah Rasûlünün yanında seslerini kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Mü'minler yasaklandıkları şeyi yapmaktan sakındırıldıktan sonra, onu bırakmaya teşvik edilmektedir. İşte edebe riayet arzusu ve yasağa muhalefet korkusuyla Rasûlüllah'ın yanında sesini alçaltanlara bu mükâfat vardır. Kalplerin takva ile imtihan edilmesinden maksat, onları takva ile doldurmaktır. Altını eritip, iyisini kötüsünden ayırmaya ”imtihânü'z-zeheb" denilir. el-Esas adındaki eserde: 'mehane'l-edîme' cümlesi, deriyi gerip genişletti anlamındadır," denilmektedir. ”Allah onları kalplerini imtihan etti" ifadesinin anlamı kalplerini açtı ve genişletti demektir. Hazret-i Ömer'den bunun; ”Ondan şehvetleri giderdi, yani şehvetlerin sevgisini alıp, kötü ahlâkın kirlerinden temizledi, güzel ahlâkla süsledi," anlamında olduğu rivayet edilmiştir. Onlar için âhiret günahlarından bağışlanma ve büyük mükâfat vardır. Onu ne seslerini kısmaları ne de diğer taatleri karşılamaz. 4Odaların arkasından seni çağıranların... Odaların arkasından maksat, önü olsun, aidi olsun, odaların dışıdır. Çünkü, odanın arkası, hangi tarafta olursa olsun kişiye odanın gizli kaldığı yerdir. Bu cihetin mutlaka dışarıda olması gerekir. Çünkü içi, oradaki kişiye gizli değildir. Odalardan maksat, Hazret-i Peygamber'in hanımlarının odalarıdır. Onların her birinin bir odası vardı ve toplam dokuz tene idi. Odaya, kişiyi, duvar veya başka bir şeyle koruduğu, başkasının ona ortaklığına mani olduğu için, ”hacr" kelimesinden türeme olan ”hücre" denilmiştir. Sahabilerin odaların arkasından ünlemeleri, ya odalara gelip teker teker her birinin arkasından, her bir odaya ya da birer birer dağılıp Peygamberi çağırmalarıdır. Çünkü onlar, Rasûlüllah'ın nerede olduğunu tam bilemiyorlar, kimi su odaların kimi de öteki odaların arkalarına gidip çağırmışlardı. Denildiğine göre Rasûlüllah'ı çağıran, Ekra' b. Habis idi. Bu zat Benî Temîm kabilesinin şairi idi. Rasûlüllah'a gelen yetmiş kişilik bir heyetin içinde idiler. Öğle vakti. Peygamber uyurken gelip ”Ey Muhammed! Bizim yanımıza çık. Biz, övmesi süs, yermesi leke olanlarız," dediler. Çoğu aklı ermez kimselerdir. Çünkü onların aklı olsaydı bu derece düşük bir mertebeye cesaret edemezlerdi. Aksine, şu aşağıdaki âyette belirtildiği gibi, kapının önünde oturup onu çıkıncaya kadar beklemek nezaketi gösterirlerdi. 5Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, yani sen çıkıncaya kadar bekleselerdi elbette kendileri için acele etmelerinden daha iyi olurdu. Çünkü o sevap ve övgüyü gerektiren, Rasûlüllah'a saygı ve güzel edebe riayettir. İbn Abbas bu âyet konusunda şu bilgiyi vermektedir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Benü'l-Anber kabilesine bir seriyye (birlik) gönderdi. Birliğin başına Uyeyne b. Husayn'ı geçirdi. Benü'l-Anber'liler, kendilerine doğru gelen birliği haber alınca, ailelerini bırakıp kaçtılar. Uyeyne de onları esir edip, Rasûlüllah'a getirdi. Bundan sonra onların erkekleri, çocuklarını kurtarmak için öğle vakti Medine'ye geldiler. O esnada Hazret-i Peygamber ailesinin yanında uyumakta idi.1" Çocuklar babalarını görünce ağlayarak sızlandılar. Rasûlüllah'ın her bir hanımı için bir oda vardı. Adamlar, ”Ey Muhammed! Bize çık," diye bağırmaya başladılar ve Hazret-i Peygamberi uyandırdılar. Rasûlüllah onların yanına çıktı. ”Ey Muhammed! Ailelerimizi bize ver" dediler. Bunun üzerine Cebrail inip: ”Allah sana, seninle onlar arasında birisini tayin etmeni emrediyor," dedi. Rasûlüllah onlara: ”Sabre b. Amr'ın benimle sizin aranızda hakem olmasına razı mısınız? O sizin dininizde," dedi. ”Evet" dediler. Sabre: ”Ben onların yarısını serbest bırakmanı, yarısını köleleştirmeni uygun görüyorum," dedi. Hazret-i Peygamber: ”Ben razıyım" buyurup, yarısını serbest bıraktı, yarısını köleleştirdi. Mukâtil: ” 'Bu, onlar için daha iyi olurdu.' Çünkü sen hepsini karşılıksız salıverecektin." dedi. Buradaki uyku, öğle vaktinde uyumak anlamında olan ”kaylûle" kelimesi ile ifadelendirilmiştir. ”Nice memleketler var ki Biz onları helak ettik. Azabımız onlara geceleyin yahut gündüz istirahat ederlerken geldi." (A'raf: 4) âyetindeki gündüz istirahatından maksat da kaylûle denilen gündüz uykusudur. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Bağışlaması bol, rahmeti geniştir. O'nun sahası, tevbe edip durumlarını düzeltirse bu terbiyesizleri almayacak değildir. Burada işaret edilmesi gereken birkaç nokta var: 1. Âyet, Hazret-i Peygamber'in mertebesine ve her halükârda ona karşı edepli olmanın gerekliliğine dikkat çekmektedir. Onlar, Efendimizin kıymetini takdir edecek akıldan yoksun oldukları için böyle çağırmışlardır. Eğer onun değerini bilselerdi, kapısını tırnaklarıyla çalarlardı. Rasülüllah'la birlikte iken edep gerekli olduğu gibi, ilmiyle amel eden âlimler gibi onun izinde gidenlere karşı da edepli olunmalıdır. Bilginlerden bir grup, diğerlerinin kapısı önünde otururlar, o bir ihtiyacı için çıkıncaya kadar, saygılarından dolayı kapısını çalmazlardı. Ebû Ubeyde Kasım b. Sellâm şöyle demiştir: ”Eğer onlar sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi..." âyetinden dolayı hiç bir âlimin kapısını çalmadım. Dışarı çıkıncaya kadar sabrederdim. Bir hadiste: ”Rabbim beni terbiye etti, terbiyemi güzel yaptı,'" buyurulmaktadır. (2) 2- Hadisi İbnü's-Sem'anî, Edebu'l-İmlâ da İbni Mes'ud'dan merfû olarak rivayet etmiştir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 1/59. Büyüklerden birisi şöyle demiştir: ”Büyüğe saygılı, küçüğe merhametli, insanlara yumuşak davranmak hikmetin eseridir. Eğer dostun senden üstünse, ona saygılı, denginse vefalı, senden aşağı ise merhametli davran. Âlimse saygı ve hizmetle, cahilse siyasetle, zenginse minnetsiz, fakirse cömert davran." Hikmet sahiplerinden birisi de şöyle demiştir: ”İnsanlara öyle davranın ki, ölürseniz ağlasınlar, kaybolursanız özlesinler." 2. Cehaleti yermek, akıl ve ilmi övmek. Aklın şerefi; akıl, ilim ve güzellikle anlaşılır. Öyleki en iri ve en kuvvetli hayvan, insanı görünce ondan korkar ve çekinir. Çünkü hilesiyle kendisine üstün geleceğini hisseder. Büyüklerden birisi şöyle der: ”Akıllı, sözü kalbinin arkasında olan kişidir. Konuşmak istediği zaman onu kalbine sorar ve bakar. Eğer menfaatine ise söyler, zararına ise tutar, söylemez. Ahmağın sözü, dilinin kenarında aklı kucağındadır, kalktığı zaman düşer." Hazret-i Ali de şöyle demiştir: ”Akıllının dili kalbinde, ahmağın kalbi ağzındadır. Edep, aklın suretidir. Kötü edeple, şeref olmaz. Cehaletten daha kötü hastalık yoktur. Akıl tam olunca, söz eksik olur. İnsanların cehenneme yüzü koyun atılmaları ancak dilleri yüzündendir." (3) 3- Bu son cümle, Tirmîzî'nin İman'da, İbn Mâce'nin Fiten'de ve Ahmedin Müsned'de rivayet ettikleri hadisin bir bölümüdür. Müsned, 5/231. 3. ”Eğer onlar sabretselerdi..." âyetinin iniş sebebine bakmanın inceliğini düşün. Âhirette şefkat kapısının açılmasını bekle. Kıyamet günü şefaatçi o Peygamberdir. Kıyamet günü, insanların peygamberlere sığınacakları haktır. Bu, Hazret-i Muhammed'e ulaşıncaya kadar devam edecektir. Onun yanında olmadan muratlarına ermeleri katiyyen mümkün değildir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: ”Âdemoğulları dirildiklerinde, (kabrinden) ilk çıkacak olan benim. Bir heyet olduklarında reisleri ve sözcüleri benim. Umutlarını yitirdiklerinde müjdeleyicileri, haşr olunduklarında şefaatçileri benim. Livaü'l-Hamd (hamd sancağı) benim. Rabbim katında, Âdem'in en saygın kulu benim, Bu bir öğünme değildir. ” (4) 4- Hadisi Tirmizi, Menakıb'da rivayet etmiş, ”hasen" demiştir. Bkz. Camiu'l-Usûl,8/527. 6Ey iman edenler! Eğer kim olursa olsun herhangi bir fâsık size herhangi bir haber getirirse onu araştırın. Âyette, ”getirdiğinde" değil de ”getirirse" denilmesi gösteriyor ki, fâsıkların kendilerine yalan söyleme umutlarının kalmaması için mü'minlerin sürekli bu özellik üzerinde olmaları gerekir. Âyette muradedilen anlam şudur: ”Eğer size bir fâsık, kalbe tesiri büyük olan mühim bir haber getirirse, onun doğru mu yoksa yalan mı olduğunu araştırıp öğrenin. Onun sözüne hemen güvenmeyin. Çünkü genel anlamda fısktan sakınmayan, bir çeşit fısk olan yalandan da sakınmaz. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Velid b. Ukbe b. Ebî Muayt'ı zekât toplamakla görevli olarak Benî Mustalık kabilesine gönderdi. Onunla, anılan kabile arasında, cahiliyye dönemindeki bir kan davası yüzünden kin ve soğukluk vardı. Benî Mustalık'lılar Velid'in geldiğini duyunca onu, binitli olarak karşıladılar. O ise kendisi ile vuruşacaklarını zannederek, korkuyla döndü ve Hazret-i Peygamber'e: ”Onlar dinden döndüler, zekât vermeyi reddettiler ve beni öldürmek istediler," dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah o kabile ile savaşmaya niyetlendi, bunun üzerine bu âyet indi. Bir başka rivayette de denildi ki: Velid b. Ukbe döndükten sonra Hazret-i Peygamber Halid b. Velid'i bir birlikle Benî Mustalık üzerine gönderdi ve şöyle buyurdu: ”Onlara askerle birlikte gizlice var. Durumlarını araştırarak gizlice gir. Bak bakalım ezan ve benzeri İslâm şiarlarını görecek misin? Eğer görürsen mallarının zekâtını al, göremezsen onlara kâfirlere yaptığın muameleyi yap." Halid b. Velid denileni yaptı. Akşam vakti onların bölgelerine vardı. Akşam ve yatsı ezanlarını okuduklarını duydu. Onların tüm gayretleri ile Allah'ın emirlerine uymaya çalıştıklarını gördü. Zekâtlarını alıp, Rasûlüllah'a geldi ve durumu haber verdi. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da gerçek ortaya çıktıktan sonra, onlara yaptığınıza pişman olursunuz. Olmayan bir şeyden dolayı son derece üzülürsünüz. Verdiği bir haberin araştırılması emrinin, haber verenin fâsık oluşuna bağlanması, âdil olduğu taktirde tek kişinin haberinin makbul olduğuna işaret sayılmıştır. Âyet ayrıca, jurnalci, söz taşıyıcı ve gıybetçinin sözüne kulak asmayıp gerçeğin ortaya çıkması için mutlaka araştırılması gereğine de işaret etmektedir. Böylece Müslüman vebalden korunur, yalancı da deşifre olur. 7Şunu da bilin ki Allah'ın Rasûlü içinizdedir. Buradaki ”bilin" emrinin faydası şudur: Onlar, Rasûlüllah'a gereği gibi saygı göstermekte kusurlu oldukları için, onun mevkiini bilmeyenler durumuna indirilmişlerdir. Eğer o birçok işte size uysaydı mutlaka sıkıntıya düşerdiniz. ”Sıkıntı" diye terceme ettiğimiz ”anet" kelimesi, fesat, günah, helak, insanın sıkıntıya düşmesi anlamlarına gelir. Bir kimse, sonunda telef korkusu olan bir duruma düştüğü zaman ”anete fülânun" denilir. Ama Allah size imanı sevdirdi. Burada hitap, öncekilerin özelliklerinden uzak olduklarını bildirmek ve yaptıklarını övmek için Müslümanlardan bazılarına yöneltildi. Onlar, her işittikleri haberlere inanmayan kâmil mü'minlerdir. Ve onu kalplerinizde süsledi, güzel gösterdi. Öyle ki, onun aşkı kalplerinizde köklendi. Onun için siz ona lâyık olanı söylediniz ve yaptınız. Küfrü, fasıklığı ve isyanı da size çirkin gösterdi. Buradaki çirkin göstermek, sevginin zıddı olan nefret anlamındadır. Buğz, nefsin hoşlanmadığı bir şeyden nefret etmesi; sevgi de, nefsin rağbet ettiği, arzuladığı bir şeye yönelmesidir. İşte onlar ”Ama Allah size imanı sevdirdi..." sözü ile istisna edilenler doğru yolda olanlardır. Hakka ulaştıran doğru yola girenlerdir. 8Bu, Allah'tan bir lütuf ve nimettir. Allah hakkıyla bilendir. Müminlerin hallerini ve onlar arasındaki üstünlük ve seçkinliği bilir. Hüküm ve hikmet sahibidir. Her yaptığını hikmetin gereğine göre yapar. Âyet-i kerîme, mü'min olan kişinin fısk ve isyanı sevmeyeceğine delildir. Eğer birisi isyan belâsına düşerse bu, günahı sevdiğinden dolayı değil, şehvetinin baskın çıkmasından ve gafletindendir. Hatta belki de huzur halinde isyan eder. Çünkü bu Allah'ın takdirinin gerçekleşmesidir. 9Eğer mü'minlerden iki grup birbiriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. ”Düzeltmek" diye terceme ettiğimiz ”ıslah" kelimesinin kökü olan ”salâh", faydalı ve düzgün bir hâlde olmak, ”ıslah" da, bu hâli elde etmek demektir. Buna göre mânâ şudur: ”Bu iki grubun arasım öğütle ve Allah'ın hükmüne çağırarak düzeltin." İnsanların arası bozulduğu zaman, aralarını bulmak en büyük taat ve ibadetlerdendir. Mazluma yardım etmek de aynıdır. Bir hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur: Peygamber Efendimiz: ”Size orucun, namazın ve zekâtın derecesinden daha efdal bir şeyi haber vereyim mi?" buyurdu. Sahabiler: ”Evet ya Rasûlüllah" dediler. ”İki kişinin arasını düzeltmektir, ”(5) buyurdu. 5- Hadisi Tirmîzî, Ebû Davud, Ahmed ve İbni Hıbban rivayet etmişlerdir: Devamı şu şekildedir: ”Şüphesiz iki kişi arasındaki anlaşmazlık, kökten kazıyıcıdır. Saçı kazır demiyorum, dini kazır." Bkz. Camiu'l-Usûl, 6/668. Âyeti kerime, Rasûlüllah zamanında, Evs ve Hazreç kabileleri arasında çıkan, hurma dalları ve pabuçlarla yapılan bir dövüş üzerine inmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın dediğine göre kavganın sebebi şudur: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün eşeği üzerinde, ashaptan içlerinde münafık Abdullah b. Übey'in de bulunduğu bir grubun yanına uğradı. Durup onlara nasihat etti. Eşeği idrarını veya çişini yaptı. Abdullah b. Obey, burnunu tuttu. ”Eşeğinin kokusunu bizden uzaklaştır. Onun kokusuyla bize eziyet verdin. Bizden sana kim gelirse ona nasihat et," dedi. Abdullah b. Ravâha (radıyallahü anh) bunu duydu ve ”Rasûlüllah'ın eşeğine mi böyle diyorsun? Vallahi onun eşeğinin idrarı senin kokundan daha temizdir," dedi. Hazret-i Peygamber geçip gitti ama Hazreçli olan münafık Abdullah b. Übey ile, Evs'li olan Abdullah b. Revâha arasındaki tartışma uzadı. Hatta birbirlerine kötü söylediler, kavga ettiler. Evs ve Hazreç'ten her birinin taraftarları geldiler, sopalarla veya pabuçlarla ve elleriyle yada kılıçlarıyla dövüştüler. Bu olay üzerine bu âyet indi. Hazret-i Peygamber onların yanına döndü, âyeti okudu ve aralarını düzeltti. Âyetin iniş sebebi için başka olaylar da nakledilmektedir. Âyetin, nakledilen olayların tümünün sonunda inmiş olması dolayısıyla rivayetlerin hepsinin sahih olması muhtemeldir. Âyetteki şart edatı (eğer kelimesi), Müslümanlar arasında bir vuruşma olmasının gerekmediğine işarettir. Çıktığı farzedildiğinde böyle yapılacağı anlatılmaktadır. Âyetin özel bir sebepten dolayı inmesi, hükmün kıyamete kadar Müslümanlar arasında savaş çıkması halinde hepsi için genel olmasına zıt değildir. Şayet birisi ötekine saldırırsa, yani Haktan ayrılıp zulme yönelirse ve nasihat kâr etmezse Allah'ın emrine, kitabı azizinde hükmettiği hükme -o, düşmanlığı kaldırıp sulh yapmaktır- veya Allah'ın emrettiği itaata -"Allah'a itaat edin, Rasûlüme ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin..." (Nisa: 59) âyeti buna delâlet etmektedir.- dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer sizinle savaşmaktan kaçınarak Allah'ın emrine dönerse, adaletle aralarını düzeltin. Onlar arasında mücerret bir mütareke ile yetinmeyin. Öyle yaparsanız belki de başka bir vakitte yine kapışırlar. Onun için aralarını Allah'ın hükmüne göre ayırın. Âyetin baş tarafında, mü'minlerin birbirleri ile vuruşmaları durumunda aralarının düzeltilmesi emredilmiş, adalet kaydı konulmamıştı. Burada ise, aralarının, ”adaletle" düzeltilmesi özellikle vurgulanmıştır. Çünkü buradaki, vuruşmanın vukuundan sonra olduğu için zulüm endişesi söz konusudur. Çünkü vuruşma, genelde kin ve hiddet doğurur. Nitekim bu, daha sonra âyetin devamında şu şekilde te'kid edilmiştir: Ve (hep) adaletle davranın. Yani yaptığınız ve yapmadığınız her şeyde âdil olunuz. Şüphesiz ki Allah âdil davrananları yani her hak sahibine hakkını veren ve onları en iyi şekilde mükâfatlandıranları sever. Âyeti kerime işaret ediyor ki, Müslümanlara isyan eden bir Müslüman, bu saldırıdan dolayı imandan çıkmaz. Çünkü, iki grup birbirleri ile savaştıkları zaman, bunların fasık olduklarında şüphe yoktur. Buna rağmen âyet onları ”müminler" diye isimlendirmiştir. Bununla ”büyük günah işleyen dinden çıkar" diyen Mutezile ve Haricîlerin görüşlerinin bâtıl olduğu ortaya çıkmış olmaktadır. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den gelen şu rivayet de buna işaret etmektedir: ”Kendisine, Cemel vak asında ve Sıflinde savaşan âsilerin müşrik olup olmadıkları sorulmuş: ”Hayır, onlar şirkten kaçınmışlardır," demiş. Münafık olup olmadıkları sorulmuş buna da: ”Hayır, münafıklar Allah'ı çok az anarlar" demiş, ”O halde onların durumu nedir?" denildiğinde: ”Kardeşlerimiz bize isyan ettiler," cevabını vermiştir." Yine bu âyet delâlet etmektedir ki, âsi, isyanını bırakırsa takibata uğramaz. Çünkü o Allah'ın emrine dönmüştür. Kendilerine isyan edilenlere yardım etmek vaciptir. Ama önce nasihat etmek, sulh yapmaları için gayret etmek gerekir. ”Onların arasını düzeltin" emri buna işaret etmektedir. Çünkü iki grup arasında haksız anlaşmazlıklar çıktığında onlara nasihat etmek ve Allah'ın hükmüne davet etmek vacip olunca, sadece bir taraftan haksız başkaldırı olduğunda nasihat ve hakka davetin gerekliliği öncelikle sabit olur. Çünkü bu davetin ona etki etmesi daha çok umulur. Şeriat ıstılahında bâği (âsi): Âdil devlet başkanına baş kaldıran kişidir. Âsi ile ilgili hükümler, fıkıh kitaplarının ”büğât" bahsinde yer alır. 10Mü'minler ancak kardeştirler. Kardeş aslında aynı ana babada veya bunlardan birinde ya da aynı kadının sütünü emmede ortak olan kişilerdir. Bir başkası ile kabilede, dinde, sanatta, muamelede, sevgide ve başka münasebetlerde ortak olan kişiye de istiare yoluyla kardeş denilir. Bazı dilciler, soy bakımından olan kaidesin çoğulunun ilıve, dostluktan dolayı olan kardeşin çoğulunun da ihvan olduğunu söylerler. Ama bunların birbirleri yerine kullanıldıkları da vardır. Bir hadiste Hazret-i Peygamber: ”Ey Allah'ın kulları, kardeş olunuz. ”(6) buyurmuş ve kardeşleri ihvan kelimesi ile ifadelendirmiştir. Mü'minler, kan kardeşlerin, dünya hayatının sebebi ve vücudu olan asla yani babaya müntesip oldukları gibi, ebedî hayatın gereği olan asla yani imana da müntesiptirler. Âyeti kerime, hayatın sebebi olmaları bakımından imanın babaya benzetilmesi esasına dayanan, teşbihi beliğ kabilindendir. O halde iki kardeşinizin arasını düzeltin ve... Cümlenin başındaki ”fâ" harfi, din kardeşliğinin, araları ıslahı gerektirdiğine işaret etmek içindir. İki kardeşin anılması, araları bozuk olan daha fazla kişinin aralarını düzeltmenin daha öncelikli bir görev olduğunu gösterir. Çünkü daha fazla insan arasında fitne ve fesat daha çok olur. Yaptığınız ve terkettiğiniz tüm işlerinizde -emrolunduğunuz ara bulmada bunlardandır- takvanızdan dolayı sizin kardeşlerinizi esirgediğiniz gibi esirgeneceğinizi umarak Allah'tan korkun ki size rahmet edilsin. Biliniz ki, İslâm kardeşliği, soy kardeşliğinden daha güçlüdür. Çünkü İslâm kardeşliğinin bulunmaması halinde soy kardeşliğinin hiçbir değeri yoktur. Nitekim bir Müslüman ölse ve onun kâfir bir kardeşi olsa, malı o kardeşe değil İslâm kardeşlerine (Müslümanların hazinesine) kalır. Kâfir olan kardeş öldüğünde de onun malı Müslüman kardeşine kalmaz. Çünkü bunların arasını birleştiren fasit bağa itibar edilmez. Muteber olan şer'î bağdır. Nitekim aynı adamın zina mahsulü olan iki kardeş birbirlerine vâris olamazlar. Bu anlam âyetteki ”innemâ- şüphesiz" kelimesinden anlaşılmaktadır. Sanki âyette şöyle buyurulmaktadır: ”Kardeşlik ancak mü'minler arasında olur. Mü'min ve kâfir arasında kardeşlik söz konusu olamaz." Kendin için istediğini kardeşin için istemen, onu sevindiren şeyin seni de sevindirmesi, onu üzen şeyin seni de üzmesi, onu sana karşı yardım durumunda bırakmaman din kardeşliğinin gereklerindendir. Senden yardım isterse yardım et, ister zalim olsun ister mazlum, ona yardım et. Zulmünü engellemen, zalime yardım etmendir. Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: ”Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez ve onu düşman eline vermez. Her kim kardeşinin bir ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim Müslümanın bir sıkıntısını giderirse, Allah da buna karşılık onun kıyamet günü sıkıntılarından birini giderir. Her kim bir Müslümanın ayıbını örterse. Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter. ” (7) Kardeşinin durumunu öyle araştırmalısın ki, hiç bir ihtiyacı sana gizli kalmasın ve senden istemek zorunda kalmasın. Onu özür dilemek zorunda bırakma, ihtiyacını karşıla. Eğer ihtiyacının ne olduğunu bilemezsen, kendini ayıpla, Günah işlediğinde onun için tevbe et, hastalandığında ziyaret et. Bütün bunlar kardeşinin haklarındandır. 11Ey iman edenler! Sizden bir grup yine sizden diğer bir grupla alay etmesin. Alay, bir insanın Müslüman kardeşini hor görüp, küçümsemelidir. Ayette bir grubun başka bir grupla alay etmesi yasaklanmıştır. Bu, ferdin fertle alay etmesinin cevazı anlamına gelmez. Çünkü, âyette topluluğun seçilmesi, olayı açıklamak içindir, ferdin fertle alay etmesinin caiz olduğunu belirtmek için değildir. Çünkü her ne kadar alay iki kişi arasında cereyan ederse de, genelde o fiile razı olan ve ona gülen bir topluluğun huzurunda olur. O zaman da bu topluluktakiler, hükmen alay edenler durumunda olurlar. İşte bu yüzden, alay etmekten yasaklandılar. Yani bir kısmının yaptığı bir işin tamamına nisbet edilmesi, genelde ona razı olmalarından veyahut da o kişinin aralarında bulunmasından dolayıdır. "Grup" diye terceme ettiğimiz ”kavm" kelimesi erkeklere hastır. Çünkü onlar kadınlar üzerinde ”kavvâm= yönetici" dirler. Bu yüzden kadınlar, işi bırakmak anlamına olan ”nesve" kelimesinden türeyen bir kelimeyle ("nisa") ile ifade edilmişlerdir. Şâir Züheyr'in şu beyti bu mânâyı desteklemektedir: Ben bilmiyorum, bileceğimi de zannetmiyorum. Hısn oğulları erkek midirler, yoksa kadın mı? Bu beyitte ”kavm" erkek mânasında kullanılmıştır. Belki onlar, kendilerinden daha iyidirler. Bu, yasağın sebebidir. Yani umulur ki onlardan alay edilenler, Allah katında alay edenlerden daha hayırlıdırlar. Mü'min kadınlar da kendilerinden olan kadınları alaya almasınlar. Allahü teâlâ, kadınlar erkekleri veya erkekler kadınları alaya almasın demedi. Bununla erkeklerle kadınların birlikte oturmalarının çirkin bir iş olduğuna işaret etti. Zira insan genelde beraber düşüp kalktığı kişiyle alay eder. Olur ki onlar alay edilen kadınlar kendilerinden alay edenlerden daha iyidirler. Çünkü her iki grupta hayırlılığın ölçüsü, insanlara görünen şekil ve durumlar veya olaya konu olan tavırlar değildir. Aksine kalplerde gizli olan şeylerdir. O halde kimse, birisini yaptığı bir işten dolayı küçümsemeye cür'et etmesin. Çünkü belki o fiil, Allah katında hayırlılık sebebidir. O zaman Allah'ın saygı değer kıldığı birisine hakaret etmekle, yücelttiği birisini küçümseyerek nefsine zulmetmiş olur. Bir hadisi şerifte Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”insanların değer vermediği, saçı başı dağınık, elbisesi tozlu nice kimse var ki, Allah'a yemin etse, Allah onu yemininde doğru çıkarır. ” (8) îbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre bu âyet Sabit b. Kays b. Şemmâs hakkında inmiştir. Sabit (radıyallahü anh)'in kulağı ağır duyardı. Rasûlüllah'ın meclisine geldiğinde gecikmiş olursa, Rasûlüllah'ın yanına oturması için ona yer açarlardı. Böylece onun konuşmasını duyardı. Bir gün sabah namazına geldiğinde birinci rekât bitmişti. Rasûlüllah namazı bitirince sahabiler yerlerini aldılar. Her biri kendi yerinde çakıldı kaldı, kimsenin kimseye yer vereceği yok gibiydi. Öyleki birisi geldiğinde yer bulamıyor, ayakta kalıyordu. Sabit namazı bitirince, cemaati yararak Rasûlüllah'ın yanına doğru yöneldi. Bir taraftan da ”açılın, açılın" diyordu. İnsanlar da açılıyorlardı. Hazret-i Peygamber'in yanına varınca, ikisi arasında bir adam vardı. Sabit o adama, ”yer ver" dedi. Adam dinlemedi. Sabit: ”Bu kim?" dedi. Adam, ”Ben filânım" dedi. Sabit, ”Yok sen falan kadının oğlusun" dedi. Bu sözüyle, cahiliye döneminde kınanan annesini kastediyordu. Bu sözden dolayı adam mahcub oldu, kafasını eğdi ve Allah bu âyeti indirdi. "Kadınlar da kadınları alaya almasınlar" bölümün de Rasûlüllah'ın kısa boylu olduğu için Ümmü Seleme'yi kınayan hanımları hakkında ya da, ”Ümmü Seleme güzel ama boyu kısa olmasa!" diyen Hazret-i Âişe hakkında inmiştir. Bir diğer görüşe göre âyet, Ebû Cehü'in oğlu Ikrime hakkında inmiştir. Ikrime Mekke fethedildikten sonra Müslüman olup Medine'ye geldiğinde Müslümanlar onu görünce: ”Bu, bu ümmetin firavununun oğludur," diyorlardı. Ikrime durumu Hazret-i Peygamber'e şikâyet etti. O da: ”Ölülere söverek dirilere eziyet etmeyin,"(9) buyurdu ve bu âyet indi. Ebu'l-Leys, âyetin daha sonra tüm erkek ve kadınlara şamil olduğunu, hiç kimsenin bir arkadaşını veya Allah'ın yarattıklarından birisini alaya almasının caiz olmadığını söyler. İbn Mes'ud'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Belâ, söze vekil edilmiştir. Ben bir köpekle alay etsem, köpeğe döndürülmekten korkarım." Ki mü'min, yaratılana değil, yaratana bakmalıdır. Çünkü güzel olma, çirkin olma ve benzeri şeylerde yaratılanın elinde hiç bir şey yoktur. Allah'tan, emrine uymamızı muvaffak kılmasını ister, kahrından O'na sığınırız. Kendi kendinizi ayıplamayın, ”Ayıplamak" diye terceme ettiğimiz ”lemz"; el, dil, göz ve başka bir şey ile kınamaktır. Sadece dille alay etmeye mahsus değildir. Bu da başka bir ayıplamadır. Bundan dolayı bir beyitte: Mızrağın açtığı yara kapanır, Dilin açtığı yara kapanmaz, denilmiştir. Âyetin anlamı şudur: ”Birbirinizi ayıplamayın. Şüphesiz mü'minler tek bir beden gibidir. Dağılmış fertler, bu bedenin organları durumundadır. Dolayısıyla birisine gelen bir musibet, hepsine gelmiş gibidir. Bir kişinin organlarından birisi rahatsız olsa, diğer organlarında da ateş ve rahatsızlık başlar. Bir mü'min başka bir mü'mini ayıpladığı zaman sanki kendisini ayıplamış demektir. Bu, ' ...Kendinizi öldürmeyiniz.' (Nisa: 29) âyetine benzer. ” Te'vilâtu'n-Necmiyye adındaki eserde ”kendi kendinizi" deniliş sebebi şu şekilde izah edilmektedir: ”Çünkü mü'minler tek bir nefis gibidirler. Birine karşı kötülük yaparlarsa kendilerine yapmış sayılırlar. Eğer birisine iyilik yaparlarsa yine kendilerine yapmış olurlar. Nitekim bir âyette şöyle buyurulmaktadır: 'Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz...'“ (İsrâ: 7) Âyetin mânâsının şu şekilde olması da mümkündür: ”Kınanacağınız şeyler yapmayınız. Her kim kınanmayı hak edeceği bir şey yaparsa, kendi kendini kınamış yani kendisinin kınanmasına sebep olmuştur. Yoksa insan, dili ile kendini ayıplamaz. Bu, müsebbebin söylenip, sebebin istenmesi kabilindendir." Sa'dî el-Müftî şöyle der: ”Mânânın şu şekilde olması, uzak bir ihtimal değildir: Başkalarını ayıplamayın. Çünkü ayıplanan kişi de sizin ayıplarınızı araştırır ve sizi kınar. Böylece siz kendi kendinizi ayıplamış olursunuz. Bu durumda âyet-i kerime, Buhârî ve Müslim'deki şu hadisin bir benzeri olur: 'Kişinin ana babasına sövmesi büyük günahlardandır.' 'Ya Rasûlüllah! Hiç insan anasına babasına söver mi?' dediler. Rasûlüllah, 'Evet, birisinin babasına söver, o da onun babasına söver. Birisinin annesine söver, o da onun annesine söver, buyurdu." (10) 10- Hadisi Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Ebû Dâvud rivayet etmişlerdir. Ebû Davud'un lâfzı: ”Kişinin ana babasına lanet etmesi büyük günahlardandır..." şeklindedir. Buhârî ve Müslim'deki ifade: ”Kişinin anasına, babasına sövmesi büyük günahlardandır..." şeklindedir. Ben fakir derim ki, bu anlamı ondan önce de verenler olmuştur. İmam Rağıb, Müfredat adındaki eserinde şöyle der: ”Lemz, gıybet etmek ve ayıpları araştırmak, anlamındadır. Yani başkalarının ayıplarını araştırmayın, aksi halde onlar da sizin ayıplarınızı araştırır ve kendi kendinizi ayıplamış olursunuz." Bir fâsıkı (günahkârı) haber vermek, anlatmak âyetin şümulüne girmez. Çünkü Hazret-i Peygamber: ”Günahkarın işlediği günahı söyleyin. Böylece insanlar ondan sakınır," buyurmuştur. (11) 11- Hadisi Beyhakî, ”Günahkârı, anmaktan sakınmıyor musunuz? Onu kendisindeki ile anın." lâfzı ile rivayet etmiştir. Bkz. ed-Dürru'l-Mensûr, 6/97'. Ben fakir derim ki, hadisin, incelenmesinden anlaşıldığına göre günahkârın ayıplarını anmanın caiz oluşu, insanları ondan ve yaptıklarından sakındırma maksadına yönelik olduğu zaman söz konusudur. Aksi taktirde, ses çıkarmamak gerekir. Birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın. ”Lâkap": Bir kimseye tanınması için söylenen, asıl adından ayrı olarak övmeye veya yermeye işaret eden bir ismidir. Mânâ şudur: ”Bir kısmınız, bir kısmınızı kötü lâkapla çağırmasın." Hadis bilginlerinin. Süleyman'a A'meş (gözü sulu) ve Vâsıl'a ahdeb (kambur) demeleri kötü lâkap takma değildir. Bu, tanınmaları için zaruretten kaynaklanmıştır, küçümsemek ve üzmek maksadına dayanmış değildir. Anlaşılıyor ki; Muhyiddîn, Şemseddîn, Behauddîn, gibi güzel lâkaplar mahzurlu değildir. İmandan sonra fâsıklık ne kötü addır! Buradaki ad, lâkap, künye mukabili olan isim veya gramerdeki fiil ve harfe mukabil olan isim değildir. Yaygın isim yani ”nam" anlamındadır. Meselâ falanın ismi (namı) cömertlikte veya kötülükte yayıldı, denilir. Fâsıklık, kınanılacak fiillere hastır. Buna göre cümlenin anlamı şöyle olur: ”Mü'minlerin, imana girdikten ve onunla tanındıktan sonra, fâsıklıkla anılmaları ne kötüdür." Rivayete göre âyetin iniş sebebi şudur: ”Safiyye binti Huyey (radıyallahü anh) ağlayarak Hazret-i Peygamber'e geldi ve: ”Âişe bana, ey Yahudi kızı Yahudi! dedi," diye şikâyette bulundu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: ”Benim babam Harun, amcam Mûsa, kocam da Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)'dir, deseydin ya!" buyurdu. (12) Kim yasaklandığı şeylerden dönmez, tevbe etmezse isyanı taat yerine koyduğu ve nefsi azaba arzettiği için onlar zalimlerin ta kendileridir. Zalim, fâsıktan; kâfir de zalimden daha geneldir. Bu söz gösteriyor ki, bir kimse tevbeyi terkederse zalimler güruhuna girer, öyleyse burada anılanlar başta olmak üzere tüm günah ve kabahatlardan dolayı tevbe etmek gerekir. 12Ey iman edenler! Zannın birçoğundan kaçının. Yani uzak durun. ”Zan ”; bir alâmetten dolayı insanın içinde hasıl olan düşüncedir. Eğer bu güçlenirse, bilgi olur. Çok zayıf olduğu taktirde de vehim olmaktan öte geçmez. Âyetteki ”birçok" kelimesinin mübhem (belirsiz) olması, hangi türden olduğunu bilene kadar, zannedilen her konuda düşünmenin ve ihtiyatın gerekliliğini göstermek içindir. Şüphesiz zanlar içerisinde, uyulması gerekenler vardır. Allah'a hüsnü zan beslemek bu türdendir. Nitekim bir hadiste: ”Şüphesiz hüsnü zan imandandır," buyuru lmaktadır. (13) Vitir namazı gibi hakkında kesin nass bulunmayan amellere -vitir vâhid haberle sabit olduğu için kesin değildir- vacip diyoruz. Onu inkâr eden kâfir olmaz, ama haberi vahidi reddettiği için bid'atçı ve sapık olur. Amelî farzı terkettiği için, cezaya müstehaktır. el-Eşbah adındaki eserde, vitrin ve kurbanın aslını inkâr etmenin, küfrü gerektirdiği söylenmektedir. 13- Hadisi Ebû Dâvud ve Hakim şu lâfızla rivayet etmişlerdir: ”Hüsnü zan iyi ibadettendir." Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 2/72. Allah'ın varlığı, zatı, sıfatları, lâyık olduğu kemali gibi ilâhî konularda ve nübüvvette zan haramdır. Bir kimse: ”Tüm peygamberlere iman ettim, Âdem peygamber mi, değil mi? Bilmiyorum" dese kâfir olur. Aynı şekilde bir kimse Hazret-i Muhammed'in peygamber olduğuna inanmakla birlikte, onun son peygamber olduğuna ve dininin kıyamet gününe kadar neshedilmeyeceğine inanmasa mü'min olamaz. Kesin nasslara aykırı olan zanlar da haramdır. Meselâ Rasûlüllah hakkında ”...Peygamberlerin sonuncusudur..." (Ahzâb: 40) diyen âyet ve: ”Benden sonra peygamber yoktur," diyen hadis varken, Hazret-i Hasanla, Hazret-i Hüseyin'in, diğer halifelerin veya velîlerin peygamber olduklarını zannetmek haramdır. Eğer bir kişi kesin olarak böyle olduğuna inanırsa kâfir olur. Mü'minler özellikle Rasûlüllah ve onun vârisleri olan âlimler hakkında su-i zan beslemek de haramdır. Bir âyeti kerimede şöyle buyuru lmaktadır: ”Aslında siz Peygamberin ve müminlerin ailelerine bir daha dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu, sizin gönüllerinize güzel göründü de kötü zanda bulundunuz ve helaki hak etmiş bir topluluk oldunuz." (Feth: 12) Bir hadisin meali de şu şekildedir: ”Allahü teâlâ Müslümanın ırzını, kanını ve hakkında kötü zan beslenmesini haram kıldı." (14) Irzdan maksat, insanın nefsi ve soyu gibi koruduğu ve dil uzatılmasına izin vermediği şeydir. Çünkü zannın bir kısmı günahtır, azabı gerektirir. Âyeti kerime delâlet ediyor ki, zannın çoğu günah türündendir. Çünkü şeytan nefse bir takım zanlar atar ve bir takım bozuk zanlara sahip olur. Zanların bir kısmı ise günah değildir, aksine gerçeğin ta kendisidir. Onlar nefsî değildir, doğru düşünce ve anlayışa dayanır. Kalp, yakın nuru ile gıyabında cereyan eden şeyleri görür. Bir hadisi şerifte söyle buyurulmaktadır: ”Her ümmette görüşünde isabet eden veya kendisine ilham edilenler -buradaki şüphe ravidendir- vardır. Eğer bu ümmette varsa, Ömer onlardandır. ” (15) Buhârî'de, Enes (radıyallahü anh)'den şu haber rivayet edilmiştir: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarından birisi ile konuşuyordu. Yanlarından birisi geçti. Rasûlüllah adamı çağırıp, ”Ey falan! Bu benim eşim Safiyye'dir," dedi. Safiyye Rasûlüllah'ı Ramazanın ilk onunda ziyaret etmişti. Adam: ”Ya Rasûlüllah! Başkası hakkında aklımdan geçen, senin hakkında geçmez," dedi. Hazret-i Peygamber: ”Şeytan insanoğlunun içinde kanın dolaştığı gibi dolaşır," buyurdu. (16) Bu hadisi şerif, insanların kalplerini su-i zandan, dillerini de gıybetten korumak için töhmet yerlerinden sakınmaları gerektiğine işaret etmektedir. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Yani Müslümanların kusurlarını ve ayıplarını aramayın. ”Araştırma" anlamındaki ”tecessüs" nabız ölçmek için damara basmak anlamındaki ”ces" kelimesinden türemedir. Casus da bu kelimeden türemiştir. Bu kelimenin ifade ettiği mânâ, ”his" kelimesinin ifade ettiğinden daha özeldir. Çünkü ”his" duyuların anladığı şeyi bilmek, ”ces" ise ondaki hâli bilmektir. Bir hadisi şerifte şöyle buyurulmaktadır: ”Müslümanların kusurlarını araştırmayın. Kim Müslümanların kusurlarını araştırırsa, Allah da onun kusurlarım araştırır. Öyle ki, evinin ortasında bile olsa onu rüsvay eder. ”(17) Nisâhu'l-İhtisab adındaki eserde şöyle denilmektedir: ”Muhtesib'in (zabıta görevi yapan görevli) hiç kimse tarafından hıyanetleri ihbar edilmese bile, esnafın durumunu araştırması caizdir. Eğer, bu araştırmanın, yasaklanan araştırma olduğu için caiz olmaması gerekir şeklinde bir itiraz gelirse şöyle cevap veririz: ”Tecessüs, kötülük etmek ve eza etmek için haber araştırmaktır. Emri bil mâruf ve nehyi anil münker maksadıyla haber araştırmak böyle değildir. Dolayısıyla o yasağın altına girmez." Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bir gece teftiş için dolaşıyordu. Bir kapının aralığından yanan bir kandil ışığına baktı. Bir kısım insanların içki içtiklerini gördü. Ne yapacağını bilemedi. Mescide gidip Abdurrahman b. Avf’ı aldı ve o kapıya getirip baktı ve Abdurrahman'a: ”Ne yapmamı önerirsin?" dedi. Abdurrahman: ”Vallahi bana göre biz, Allah'ın yasak ettiği bir şey yaptık. Çünkü biz, bir topluluğun gizledikleri bir kusurunu araştırdık ve gördük. Allah'ın örttüğü bir şeyi açmak bizim işimiz değil," dedi. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh): ”Senin görüşün doğru," dedi ve ayrılıp gittiler. Muhtesip insanların gizli hallerini araştıramaz, duvarlara tırmanıp bakamaz, izinsiz bir eve giremez. Eğer, ”Evlerde açıkça bid'at işleyenler" konusunda, muhtesibin oralara izinsiz girmesinin caiz olduğunu söylenmektedir diye bir itiraz gelirse şu cevabı veririz: ”Bu hüküm, görünen bid'atlarla ilgilidir. Gizli olursa giremez. Çünkü Allah'ın örttüğü bir şeyi, kulun da mutlaka örtmesi gerekir." Kiminiz kiminizi arkasından çekiştirmesin. Bu işe gıybet denilir. Yani kiminiz kiminizi gıyabında ve arkasında, kötü bir şekilde anmasın. Hazret-i Peygamber'e gıybetin ne olduğu sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: ”Bir kardeşini hoşlanmadığı bir şekilde anmandır. Eğer dediğin şey onda varsa gıybet, yoksa iftira etmiş olursun." (18) Yani ona yapmadığı bir şeyi yalan ve bühtanla isnad etmiş olursun. 18- Hadisi Ebû Dâvud ve Tirmizî rivayet ettiler. Tirmizî'deki lâfız şu şekildedir: ”Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz? Kardeşini hoşlanmadığı şekilde anmandır..." Bkz. Camiu'l-Usûl, 8/447. Özette gıybet, bir insanın, başka bir insanın, işittiği zaman üzüleceği ama gerçekten yaptığı bir kusurunu önemli hiç bir zaruret yokken gıyabında konuşmasıdır. Eğer bu söz yalansa, ona bühtan (iftira) denilir. Sizden birisi ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Gıybet yani arkadan çekiştirmek, çekiştirilenin ırzını yemeyi içerdiği için, teşbihi temsili kabilinden olmak üzere, ölü insanın etini yemeye benzetilmiştir. Çün kü bir kimse nasıl eti kesildiğinde bedenen acı çekerse, namusuna dil uzatıldığında da kalben acı çeker. Hatta ırzı, kanından ve etinden daha şereflidir. Aklı başında birisine insan eti yemek nasıl hoş görünmezse, ırzlarını yaralamak da o derece hatta daha öncelikli olarak hoş görünmez. Âyette gıybetin, tiksintinin doruğundaki ölü eti yemeye benzetilmesi onun Allah katında ne derece büyük bir günah olduğunu gösterir. Âyette Müslümanın ”ölü" olarak belirtilmesi akla gelebilecek şöyle bir şüpheyi yok etmek içindir: ”Birisinin yüzüne karşı küfretmek ona acı verir, dolayısıyla haramdır. Gıybet edilen kişi ise, hakkında konuşulanı bilmez, dolayısıyla acı duymaz. Öyleyse niye haram olsun ki?" Bu itiraza şöyle cevap verilmiştir: ”Ölen birinin etini yemek, bütün çirkinliğine rağmen o ölüye acı vermez. Buna rağmen haramdır. İşte gıybet de öyledir." İşte bundan tiksindiniz. Yani ölü eti yemekteki tiksintiniz nasıl gerçekleşti ise, onun benzeri olan gıybetten tiksintiniz de öyle gerçekleşsin. O halde uzak durmanız emredilen şeyleri terketmek, daha önce yaptıklarınızdan da pişmanlık duymak suretiyle Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah tevbeleri çok kabul edendir, çok esirgeyendir. Tevbeleri kabulde ve rahmeti yaymakta son derece ileridir. Öyleki tevbe edeni, sanki hiç günah işlememiş gibi yapar. Bu, sadece tevbe edenlere ait bir husus değildir. Günahları çok bile olsa herkese şamildir. Enes (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: ”Miraca çıkartıldığımda, bakırdan tırnaklarıyla yüzlerini ve göğüslerini tırmalayan bir topluluğa uğradım. 'Bunlar kim ey Cebrail?' dedim. 'Bunlar, insanların etlerini yiyen ve ırzlarına sövenler', dedi." Şu noktaya da dikkat edilmesi gerekir: Gıybeti dinleyen de, konuşan gibidir. O halde dinleyenin gıybete engel olması gerekir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: ”Bir kimse bir Müslüman kardeşinin ırzını korursa, Allah da kıyamet günü, ateşi onun yüzünden uzaklaştırır. ” (20) Bilginler: ”Gıybet edenle, dinleyen günaha ortaktırlar," demişlerdir. 13Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir kadından Âdem'le Havva'dan veya her birinizi bir baba ve bir anneden yarattık. Erkeğe ve kadına intisapta hepiniz eşitsiniz. O halde nesep yönüyle övünme için hiçbir sebep yok. Şâir ne güzel söylemiş: Herkes eşit birbirine, bakınca kalıba Babaları Âdem, anneleri Havva. Övünecekleri bir nesepleri varsa Baksınlar suya ve çamura Bu âyetin iniş sebebi şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'nin, fethinden sonra Hazret-i Bilâl'e ezan okumasını emretti. O da Kabe'nin üstüne çıkıp okudu. Güzel konuşan birisi olan Attâb b. Üseyd: ”Babamın ruhunu bugünü görmeden alan Allah'a hamd olsun," dedi. Haris b. Hişam da: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu kargadan başkasını bulamadı mı?" dedi. Ve birbirinizi tanımanız için soy bakımından birbirinizi tanıyasınız da, babalarınızdan başkasına nisbet etmeyesiniz diye milletlere ve kabilelere ayırdık. Babalarla ve kabilelerle öğünmeyin. Soy sopta üstünlük ve farklılık iddia etmeyin. "Millet": Bir tek asla mensup olan büyük topluluk; ”kabile" de, bu topluluktan bir şubedir. Şüphesiz Allah katında en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır. Bu cümle, soy sopla övünmenin niçin yasaklandığını belirtmektedir. Sanki şöyle denilmiştir: Allah katında en şerefli olan, Habeşli bir köle bile olsa, en müttakî olan, Allah'tan en çok korkandır. Eğer öğünecekseniz, takva ile ve Allah'ın fazlu keremi ile öğününüz. Şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır. Sizi ve amellerinizi bilir, iç hallerinizden haberi vardır. Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: ”Şüphesiz Rabbiniz birdir, babanız birdir. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Araba, kırmızının siyaha, siyahın kırmızıya üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır.'" (21) 21- Hadisi, Rasûlüllah'ın Vedâ haccındaki hutbesinin bir kısmıdır. Aslı Buhârî ve Müslim'dedir. 14Bedeviler, 'iman ettik' dediler. ”Bedevi", çölde yaşayan insanlardır. Onunla ilgili bilgi, Feth sûresinde geçmişti. Bu âyet Beni Esed Kabilesinden bir grup hakkında nazil olmuştur. Kuraklık yılında Medine'ye gelip, şehadet getirdiler. Rasûlüllah'a: ”Araplar kendileri sana hayvanlarının sırtında geldiler. Biz ise mallarımızı, eşlerimizi ve çocuklarımızı getirdik. Falanların yaptığı gibi seninle savaşmadık..." diyorlardı. Bu sözleriyle doğruluk taslıyorlar ve yaptıklarını Hazret-i Peygamber'in başına kakıyorlardı. Sen onlara cevap olarak de ki: 'İman etmediniz çünkü ”iman", kalp huzuru ile gerçek anlamda Allah'ı ve Rasûlünü tasdiktir. Bu da sizde mevcut değildir. Sizdeki, dil ile söylediğiniz ve savaşı terkten başka bir şey değildir. Ama Müslüman olduk' deyin. Müslüman olmak, ”sulha girmek" demektir. Yanı, siz kendi canınızdan korkarak barışa girdiniz ve boyun eğdiniz. ”İslam"; boyun eğmek, barışa girmek ve şehadet getirmek mânâsındadır. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Yani kalpleriniz dillerinizle uyuşmamış bir halde iken Müslüman olduk deyiniz. Âyette beklemek anlamında kullanılan ”lemmâ" kelimesi, bu şahısların sonradan iman ettikleri hissini vermektedir. Eğer samimiyetle ve münafıklığı bırakarak Allah'a ve Peygamberine itaat ederseniz, Allah işlerinizden amellerinizin ecrinden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah itaatkârların kusurlarını çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Onlara çok lütufta bulunur. Konuyu iyi araştıran âlimlerin dediklerine göre iman, kalp ile tasdiktir. Dil ile ikrar, imanın cüz'ü ve bir parçası değil, öldüğünde cenaze namazı gibi dünyadaki hükümlerin icrası için şarttır. Çünkü kalp ile tasdik gizli bir şeydir, kimse onu bilemez. Ona mutlaka bir alâmetin bulunması gerekir. Bir kimse kalbi ile tasdik eder de, diliyle ikrar etmezse Allah katında mümindir. Çünkü kalben tasdik mevcuttur. Ama şartı bulunmadığı için dünyaya ait hükümlerde mü'min sayılmaz. Dil ile ikrarı da rükün sayanlara göre ise, ikrarı terkeden Allah katında mü'min sayılmaz ve cehennemde ebedî kalmaktan kurtulamaz. Münafıkların yaptığı gibi diliyle ikrar edip, kalbiyle tasdik etmeyen kişi Allah katında mü'min değilse de, dünyevî hükümlerde mümindir. 15Mü'minler ancak, Allah'a ve Rasûlüne iman eden, sonra şüpheye düşmeyen... Yani iman eden sonra iman ettikleri şey konusunda içlerine bir şüphe düşmeyen, tasdik ettikleri kişi hakkında bir ithamda bulunmayan ve hakkın onunla birlikte olduğunu itiraf eden kimselerdir. Âyetteki ”sonra" kelimesi, şüphe etmemenin sadece iman esnasında değil, aynı zamanda ileride de şart olduğunu bildirmek için getirilmiştir. Bu, ”Şüphesiz rabbimiz Allah'tır deyip sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner..." (Fussilet: 30) ayetindeki ”sonra" kelimesi gibidir. Ve Allah yolunda bedenî, mâlî ve hac, cihad gibi hem mâlî hem de bedenî olan çeşit çeşit ibadetleri çok yaparak canlarıyla ve mallarıyla savaşanlardır, çalışanlardır. İşte onlar anılan bu güzel özellikleri taşıyanlar, iman iddiasında doğru olanlardır. Başkaları değil. 16Ey Rasûlüm Muhammed! Onlara de ki: 'Siz dininizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Yani siz müntesibi olduğunuz dininizi ”iman ettik" diyerek Allah'a mı haber veriyorsunuz? Âyette ”öğretme" kelimesinin kullanılması onların yaptıklarının ne derece çirkin olduğunu göstermek, soru da, onları kınamak ve yaptıklarını reddetmek içindir. Anlam şudur: Allah'a dininizi öğretmeye kalkmayın. Şüphesiz O, bunu bilmektedir, ona hiçbir şey gizli kalmaz. Oysa Allah göklerde ve yerde ne varsa bilir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.' Sizin haber vermenize muhtaç değildir. Bu cümle, önceki cümleyi te'kid ve ikrardır. Yani Allah'ın, içerisinde onların imanını açıkladıkları zaman gizledikleri küfür de bulunan her şeyi bildiğini fazlasıyla ifade etmesi içindir. Bu ifade ayrıca onların ne kadar cahil olduklarını göstermekte, onların durumlarını gizlemekteki gayretlerini kınamaktadır. 17Onlar İslâm'a girmelerini senin başına kakıyorlar. Yani Müslüman oluşlarını sana bir minnet sayıyorlar. Âyet-i kerîmede geçen ”minnet" kelimesi, kesmek anlamındaki ”menn" kelimesinden türemiştir. Bununla kastedilen: İhtiyaç sahiplerinin bir karşılık vermesini beklemeden, onun ihtiyaçlarını kesmek (gidermek) tir. Râğıb şöyle demektedir: ”Minnet, bol nimettir. Bu, iki açıdan söz konusudur: 1- Fiilen olur. O zaman, ”falana minnet etti yani ona bol nimet verdi" denilir. ”...Allah müminlere büyük nimet verdi..." (Âl-i İmrân: 164) âyeti bu anlamdadır. Bu mânâ gerçekte sadece Allah'a hastır. 2- Sözle olur. Bu, insanlar arasında çirkin görülür. Bundan dolayı, ”Minnet (başa kakma) iyiliği yıkar" denilmiştir. Ancak nankörlük yapana söylenirse çirkin görülmez. Nankörlük yapıldığında, minnet iyi olduğu için, ”nankörlük edildiği zaman, minnet (başa kakma) iyi olur" denilmiştir. Bu âyetteki, ”sana minnet ediyorlar (senin başına kakıyorlar)" ifadesinde minnet, onlardan sözledir. Allah'ın onlara minneti ise fiilledir. O da Allah'ın onlara hidayetidir." De ki: 'Müslüman oluşunuzu benim başıma kakmayın. Müslümanlığınızı, bana bir minnet saymayın. Aksine sizi imana erdirdiği için sizin iddianıza göre, ona erdirildiğiniz için Allah sizi minnet altında bırakır. Eğer iman iddianızda doğrıılardansanız... Siz Allah'a karşı minnettarsınız, demektir. Âyetin dizilişinde, o insanlara apaçık bir lütuf vardır. Çünkü onlar, kendilerinin durumunu ”iman" diye adlandırıp, başa kakınca, Allah onun iman olmadığını bildirip, İslâm diye adlandırdı ve: ”Aslında İslâm olan şeyi, iman diyerek senin başına kaktılar," buyurdu. Yani bu, başa kakmaya değer bir şey değildir. Çünkü şer'an bir değeri yoktur, o gibi şeyler nimet sayılmaz. Aksine eğer onların iman iddiaları gerçek olsaydı, ona erdirdiği için, onlar üzerinde Allah'ın minneti söz konusu olurdu. 18Şüphesiz Allah göklerin ve yerin görünmeyen sırlarını yani oralarda kullara görünmeyen gizli kalan şeyleri bilir. Allah açıkta ve gizlide bütün yaptıklarınızı hakkıyla görendir. O halde sizin kalplerinizdekiler ona nasıl gizli kalsın? Allah'ın Yardımıyla Hucurât Sûresi'nin tefsiri tamamlandı. |
﴾ 0 ﴿