KAF SURESİ1Kaf. Bu sûreye ”Kaf denilmiştir. Kafin anlamı konusunda farklı görüşler vardır. Bunlar: İbn Abbas'ın dediğine göre kasemdir, Allah'ın isimlerinden birisidir. Muhammed b. Ka'b'a göre, Allah'ın; kadir, kadir, kadîm, kahir, kahhâr, karîb, kâbıd, kâdî, kudclûs ve kayyımı gibi isimlerinin anahtarı (baş harfi) dır. O zaman mânâ; ”Ben kadirim, kahhârım vb." olur. Kuranın isimlerinden birisidir. Allah'ın kendisi ile yemin ettiği bir kasem edatıdır. Buna göre mânâ: ”Adalette sabit olanın hakkı için" olur. "Ya Muhammed! Şerefli Kur'an'a yemin ederim ki" de. Ya Muhammed! Peygamberlik görevini ifâ üzere dur, emrimize yasağımıza uy, onları öte geçme. Araplar bazen bir kelimeyi kısaltarak harf halinde kullanırlar. Mesela bir şâir şöyle der: Bir kadına: ”Ona kıfî (dur) dedim. O da 'ka' (durdum) dedi." Peşinden gitti anlamındaki kafâ fiilinin müfâale babından emridir. ”Kuranla amel et ve ona uy," demektir. ”Hâ. Mîm" de dedikleri gibi ”İşe ve olana hükmetti," anlamınadır. Bu harf, Kur'an'ı Levhi Mahfuz'da ve mushaflarda yazan kalem hakkı için demektir. Şerefli Kur'an'a yemin olsun ki... Kur'an'a ”mecîd" denilmesinin sebebi, diğer kitaplara karşı şerefli ve üstün olduğu için veya Mecîd olan Allah'ın kelâmı olduğu için ya da, Kur'ân'ın mânâlarını bilen ve içindekilerle amel eden kişi, Allah katında ve insanların nezdinde üstün ve şerefli olduğu içindir. İmam Gazalî rahimehullah şöyle der: ”Mecîd; zâtı şerefli, işleri güzel, ihsan ve keremi bol demektir. Zâtı şerefli olana bir de iş güzelliği eklenince artık o mecîd adını alır. Buna mâcid de denilir ama mecîd daha çok mübalâğaya işaret eder." 2Kureyş'in Firavunları ve azgınları olan kâfirler kendilerinden bir uyarıcının gelmiş olmasına şaştılar da: Onların şaşkınlıkları uyarıcının melek cinsinden değil de kendi cinslerinden gelmiş olmasındandır. Yani onlar, o uyarıcı hakkında şüpheye düştüler, hatta şüphe ve tereddütle yetinmeyip, kesin bir şekilde ona muhalefet ettiler ve bunu şaşırtıcı şeylerden saydılar. 'Bu şaşırtıcı bir şey' dediler. Bu ifade, onların şaşkınlıklarının tefsiri ve o şaşkınlığın, inkârın doruk noktasına vardığının ifadesidir. Bu da, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Kur'an'ı Kerimle uyarıcı olduğuna işarettir. Sanki onlar diyorlar ki: ”Uyarıcının bizden olması, risaletin bizden başkalarına tahsis edilmesi demektir. Uyardığı şeyin her şey öldükten sonra diriltilecek oluşu, onun normal şeklinden çıkması demektir." Bu düşünce, onların cehaletlerinin koyuluğundandır. Çünkü onlar, bir taraftan tanrının taştan olmasını gerekli görürken, diğer taraftan peygamberin insan olmasına şaşırıyorlar! Kainatta bir çok benzeri olduğu halde, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ediyorlar. Oysa, gece ve gündüzün, geçmesinden sonra tekrar dönmesi, toprağın kuruduktan sonra tekrar yeşertilmesi, bitki, ağaç ve meyvelerin çıkartılması hep öldükten sonra dirilmeye misâldir. 3'Biz öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı (diriltileceğiz)? derler. Yani ölüp de ruhlarımız bedenlerimizden ayrıldığı, bedenlerimizin toprak olup, yeryüzünün toprağından farksız olduğumuz zaman mı diriltilip eski halimize döndürüleceğiz? Bizimle o zamanki hayat arasındaki büyük farklılığa rağmen biz, uyarıcının haber verdiği gibi mi olacağız? Bu âyeti kerimenin başındaki ”hemze" inkâr içindir. ”Biz döndürülmeyiz, diriltilmeyiz," demektir. Bu, (ihtimalden) çok uzak bir dönüştür.' dediler. Buradaki uzaklıktan maksat, vehimden, âdetten, imkândan ve doğruluktan uzak olması olabilir. Yani, bizim toprağımızı diğer topraktan ayırmak mümkün olmadığı için, diriltilme olayı gerçekleşecek değildir, anlamınadır. 4Biz toprağın onlardan neleri (yeyip) eksilttiğini muhakkak bilmekteyiz. Bu, onların tekrar dirilmeyi yadırgayıp uzak görmelerini red etmektir. Yani Bizim bunu yapmaya tam anlamıyla gücümüz yeter. Çünkü bilgisi ve lütfü; toprağın, ölülerin cesetlerinden neleri eksilttiğini, onların et ve kemiklerinden neleri yediğini kapsayan birisinin, onları eskiden oldukları gibi diriler olarak tekrar hayata döndüreceği nasıl yadırganıyor? Hayret. Âyeti kerimede: ”Toprağın onları eksilttiği" değil de, ”toprağın onlardan neyi eksilttiği.." denildi. Çünkü toprak, kuyruk kemiğini çürütmez. O insanların bedenleri için tohum gibidir. Bir hadisi şerifte: ”Kuyruk kemiği hariç her insan çürür. İnsan o kemikten yaratılmıştır, tekrar onda birleştirilip diriltilecektir," buyurulmaktadır.0' Bu hadiste, ”kuyruk kemiği" diye terceme ettiğimiz ”acb" kelimesi, sözlükte kuyruğun kökü ve her şeyin sonu anlamındadır. Burada, içinde boşluk olmayan zerre veya hardal tanesi kadar olup, bedenden kalan, çürümeyen kemik anlamında kullanılmıştır. Allah (celle celalühü) insanları tekrar diriltmeyi dilediği zaman bu küçük kemik üzerinde terkib edecektir. Ancak bu ameliye; peygamberlerin, sıddiklerin ve şahitlerin dışındaki insanların bedenleri için söz konusudur. Çünkü onların vücutları, sahih haberlerde belirtildiğine göre çürümez ve bozulmaz. İbn Atıyye: ”Anılan zatların bünyelerinin, toprağın eksilttiği şeylerden korunması, kıyamet günü aynı vücutların dönmesi içindir," der ki bu doğrudur. Bazı usulcüler, diriltilen cesetlerin, öncekilerden farklı olmasının caiz olduğu görüşündedirler. Ancak İbn Atıyye bu görüşe karşı çıkarak şöyle demektedir: ”Bana göre bu görüş, Kur'an'ı Kerim'deki hükmün zahirine aykırıdır. Eğer iade edilen vücut, öncekilerden başkası olursa o zaman; deriler, eller ve ayaklar kâfirler aleyhine nasıl şahitlik edecekler? Bu ve benzeri hükümler, âhirette iade edilecek bedenlerin, dünyadakilerin aynısı olmasını gerektirir. Şeyhu'l-İslâm İbn Hacer'e: ”Cesetler çürüyüp yok olduğunda, Yüce Allah onları iade etmek istediği zaman aynen önceden olduğu gibi mi olacak? Allah önceki bedenleri aynen iade mi eder? Yoksa öncekilerden ayrı bedenler mi yaratır?" diye soruldu. O da şu cevabı verdi: ”Allah'ın iade edeceği bedenler, öncekilerin ta kendisidir, başkası değildir." Doğru olanı işte budur. Bundan başka bir görüş ileri sürenler bana göre hata etmişlerdir, çünkü Kur'an ve hadisin zahirine aykırıdır. Rivayete göre ulemadan bazıları da der ki -bu görüş esas olarak nitelenmektedir-: Gökyüzünden meniye benzer yağmur yağacak ve bundan yeniden dirilme meydana gelecektir. Nitekim dünyadaki yaratılış da hayat denizinden babaların sulblerine, oradan da annelerin rahimlerine inen bir noktadan teşekkül etmiştir. Biliyoruz ki ilk yaratmayı Allahü teâlâ önünde geçmiş hiçbir örnek olmadan sağlamıştır. Onu, dilediği şekilde terkib etmiştir. Son yaratılış da aynen böyle olacaktır. Allahü teâlâ bunu, daha önceden bilindiğinde şüphe olmasa da geçmiş bir örneğe dayanmadan halkedecektir. Yüce Allah âhirerdeki dirilişi, dünya bedeninden kalan ve onun aslı olan kuyruktaki kemik üzerine bina edecektir. Yani âhiretdeki diriliş onun üzerinde terekküp edecektir. "...İlkin sizi O yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz." (A'râf: 29) âyetine gelince; bilinmekle birlikte ilk yaratmada olduğu gibi, geçmiş bir örneğin bulunmayışı anlamındadır. Yanımızda (her şeyi) muhafaza eden bir kitap vardır. Çeşitli şeyleri korumada son derece üstün bir kitap, ya da değişmekten korunmuş manasınadır. (2) Maksat: Ya Allah'ın küllî ve cüz'î her şeyi bilmesinin yanında her şeyi kapsayan bir kitap bulunup da istediğini ondan alanın bilgisi ile temsilidir. Ya da her şey onun katında Levh-u Mahfuz'da sabit olması hasebiyle Allah'ın bilgisini tekittir. 5Aksine onlar hak kendilerine gelince, onu yalanladılar. Bu ifade, onların geçen rezilliklerini beyan ettikten sonra daha çirkin olan diğer bir rezilliklerinin açıklanmasına geçiştir. O da açık mucizelerle kuvvetlendirilmiş olan peygamberliği yalanlamalarıdır. Bunun öncekine nisbetle daha çirkin oluşu, sabit olan bir şeyi, düşünmeden yalanlamalarıdır. Önceki ise böyle değildir, o bir şaşkınlıktan ibarettir. Onlar hakkı, düşünmeden babalarını taklit ederek, düşündükten sonra da inat ve azgınlıkla yalanladılar. Allahü teâlâ âyeti kerimede, vukuu beklenen hallerde kullanılan ”lemma" edatını getirdi. Böylece kâfirlerin, o hakkı, şanının yüceliğini ve hakikatına şahit oları icazını bile bile sırf kıskançlık ve azgınlık olarak yalanladıklarına işaret etti. Şimdi onlar kararsız bir haldedirler. Kararsız şaşkındırlar, hakkı bulamazlar. Bunudan ötürü Hazret-i Peygamber için bazen ”şâirdir" bazen ”sihirbazdır", bazen ”kâhindir" bazen de ”iftiracıdır" derler. Belirli bir şeyde sebat edemiyorlar. Bu hal, onların açık bir şekilde Hazret-i Peygamber hakkında, zımnen de Kur'an hakkındaki kararsızlıklarıdır. Çünkü Rasûlüllah'ı şairliğe ve benzerlerine nisbet etmeleri, Kur'an sebebiyledir. 6Üstlerindeki gökyüzüne bakmadılar mı? Öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenler, her an görüp durdukları şeye, yani Allah'ın âlemi yarat madaki ve yokluktan varlığa çıkarmadaki kudretinin eserine bakmayıp da gafil mi oldular? Onu nasıl bina ettik? Direksiz olarak nasıl yükselttik? Eşsiz bir şekilde nasıl süsledik? Her türlü ayıplardan ve eksiklerden salim olması hasebiyle onun hiç bir gediği yok. Nitekim bir başka âyette ”...(Orada) bir bozukluk görebiliyor musun? (Göremezsin)" (Mülk: 3) buyurulmuştur. Bu, gökyüzünde bir takım kapıların, varlığı gerçeğine ters düşmez, Çünkü onlar ayıp ve eksiklik kabilinden şeyler değillerdir. 7Yeryüzünü de döşedik ve ona sabit dağlar koyduk. O dağlarla yeryüzü tesbit edilir. Çünkü dağlar olmasaydı sarsılır, çeşitli yönlere eğilirdi. Orada gönül açan her tür bitkiden çiftler bitirdik. ”...Çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık. ” (Tâhâ: 53) âyetinden maksat, birbirine benzemeyen çiftlerdir. ”Behîc"den maksat, meyvelerden, bitkilerden ve ağaçlardan hoş güzel şeyler, demektir. Nitekim bir başka yerde de ”zate behcetin" (Neml: 60) denilmektedir. Behcet, renk güzelliği ve ondaki sürür anlamındadır. Güzelliğinden dolayı neşe duyulan demektir. 8(Biz bütün bunları) Rabbine dönen her kulun gönül gözünü açmak ve ibret vermek için (yaptık). Yani bütün bu yaptıklarımızı, Rabbine yönelen, onun yaptıklarının mükemmelliğini düşünen bütün kullarının gönül gözünü açmak ve ibret vermek için yaptık. Bu ifade biçiminde, ”tebsıra" (gönül gözünü açmak) ve ”zikrâ" (ibret vermek) makamına ermenin, ancak ubûdiyyet ve imtisal ile olacağına işaret vardır. 9Gökten de insanlar, hayvanlar ve ölü topraklar için hayat olan menfaati bol, bereketli su indirdik de onunla, bu su ile birçok bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik. ”Biçilecek" diye terceme ettiğimiz ”hasîd" kelimesi, temel gıda maddesi sayılan ve hasad edilir mahiyette olan buğday, arpa ve benzeri ziraî tanelerdir. Tane kelimesinin özellikle anılması, onun bizatihi gaye oluşundandır. 10Kullara rızık olması için, birbiri üzerine binmiş tomurcukları olan... Bu cümle, bitirdik, yetiştirdik anlamlarına gelen ”fe enbetnâ" fiilinin sebebidir. Bu, kula gerekli olan şeylerle faydalanmasının düşünme yoluyla olmasına dikkat çekmektir. Bir şeye ibretle bakmak, ondan rızık olarak faydalanmaktan daha mühimdir. Hurma tomurcuklarının birbirleri üzerine binmesinden maksat, ya gerçek anlamındadır veya ondaki meyve çokluğundan kinayedir. Uzun hurma ağaçları yetiştirdik. Göğe doğru uzanan, yaratılışı insanı hayrete düşüren hurma ağaçları yetiştirdik. Hurma ağacının ”basikât, uzayan" kelimesi ile nitelenmesinin sebebi: Fidanlar ilk dikildiğinde kısa olduğu halde, sonra uzamasıdır. Bu kelimenin, ”yüklü" anlamında kullanılmış olması da muhtemeldir. ”Bahçe" kelimesinin şümulü altına girmesine rağmen, hurma ağacının özellikle anılması onun diğer ağaçlara üstünlüğünü belirtmek içindir. ”Bahçeler" ile ”hurma ağaçları" arasında ”tane" kelimesinin sokulması âyetler arasındaki fasılaları gözetmenin yanısıra, hurma ağacının diğerlerine olan imtiyaz ve istiklâlini kuvvetlendirmek içindir. 11Biz bu su ile, ölü bir beldeye hayat verdik. Âyetteki ”ölü" anlamına gelen ”meyten" kelimesi, müennes olan ”heldeten" kelimesinin sıfatı olmasına rağmen, ”beled" ve ”mekân"a itibarla müzekker olarak kullanılmıştır. ”Ölü belde"den maksat, asla hiçbir şey bitmeyen kurak arazidir. Biz orasını ürün veren, çeşitli bitkiler ve çiçekler bitiren bir şekle getirmek suretiyle ihya ettik de, donuk, kurak bir halden canlı, hareketli bir hale geldi. İşte (kabirden çıkış) da böyledir. Sizin kabirlerden dirilmek suretiyle başlayacak hayatınız, işte bu hayat gibidir. Ona aykırı hiç bir şey yoktur. Rivayet edildiğine göre: Allahü teâlâ kırk gece gökyüzünden meni gibi yağmur yağdıracak, bu yağmur toprağa işleyecek ve insanların sinirleri ve kemikleri oluşacak, sonra Allah onlara can katıp toprağın altından çıkaracaktır. 12Onlardan, Mekkelilerden önce Nuh kavmi, Ress halkı Ress, Aden'de Semûd'dan sonra yaşayan bir millete ait bir kuyu idi. Onların Alis denilen iyi, dürüst, âdil bir kralları vardı. Anılan kuyu tüm şehri ve çevresindeki kırsal kesimi, oradaki koyun, sığır vb. hayvanların su ihtiyaçlarını karşılıyordu. Çünkü üzerine konulmuş bir çok makaralar, sulama işini üstlenen bir sürü insan ve mermerden yalaklar vardı. Bu yalaklardan birisine insanlar, diğerine binek hayvanları, bir başkasına da sığır ve koyunlar için su doldurulur, gece gündüz sırayla onlardan su içerlerdi. Onların zaten başka suyu yoktu. Kralın ömrü uzadıkça uzadı. Nihayet ölüm gelip çatınca, sureti değişmeden eskisi gibi kalsın diye yağladılar. Onlar, kendilerine karşı iyiliği dokunan birisi öldüğünde böyle yaparlardı. Kralın ölümü bunlara ağır geldi. İşlerinin bozulduğunu görüp hep birden feryadü figana başladılar. Şeytan bunu ganimet bilip, ölümünden günlerce sonra kralın kılığına girdi ve onlara: ”Ben ölmedim, benden sonra ne yapacağınızı görmek için bir süre kayboldum," dedi. Halk buna son derece sevindi. Şeytan has adamlarına kendisi ile onlar arasına bir perde koymalarını emretti. Üzerinde ölümün izinin bilinmemesi için, onlarla perdenin arkasından konuşacağını söyledi. Onu, perdenin arkasına, yemeyen, içmeyen bir put şeklinde diktiler. Halka, ebediyyen ölmeyeceğini ve kendileri için tanrı olduğunu söyledi. Şeytan sürekli o kralın dili ile söylüyordu. İnsanlardan çoğu onu tasdik etti, bir kısmı da yalanladı. Yalanlayan mü'minler azınlıkta idiler. Bunlardan bir öğütçü her konuştuğunda azarlanır ve hakarete maruz kalırdı. Nihayet o puta ibadette birlik oldular. Bunun üzerine Allahü teâlâ onlara bir peygamber gönderdi. Vahiy kendisine uyanıkken değil, uykuda geliyordu. Adı Hanzala b. Safvân idi. Halka, tapındıkları şeklin cansız bir put olup, şeytanın içinde olduğunu. Allah'ın kendilerini yoldan çıkardığını, O'nun yaratıklardan birisinin suretine girmeyeceğini ve kralın Allah'a ortak olamıyacağını haber verdi. Onları, yaptıklarına karşılık azapla tehdit etti, nasihat etti, Allah'ın azabına uğramalarından sakındırmaya çalıştı. Ama dinlemediler, ona eziyet ettiler, düşmanlık yapıp saldırdılar. O ise, onlara va'z ve nasihata devam etti. Nihayet onu ölrürüp kuyuya attılar. İşte bu, onların belâlarına sebep oldu. Suya kanmış bir vaziyette akşamladılar. Ama sabahleyin, suyunu çekilmiş, ipi kopmuş bir vaziyette buldular. Bunun üzerine hepsi feryad ettiler, kadınlar, çocuklar, hayvanlar susuzluktan inlediler. Bir tenesi kalmadan hepsi öldü. Arazilerini yırtıcı hayvanlar kapladı, evlerine tilkiler ve sırtlanlar yerleşti. O güzelim bahçeler dikenler ve yabanî bitkilerle kaplandı. Oralarda, geceleri duyulan cinlerin çan sesleri ve aslan kükremelerinden başka hiçbir ses duyulmuyordu. Kalırından ve azabını gerektiren şeylere devam etmekten Allah'a sığınırız. Bu olay, Mukrî'nin tefsirinden naklen, Tekmil e'de anlatılmaktadır. Ress'in, Yemame yakınlarında ve Azarbeycan'da bir kuyu ya da bir vadi olduğu tarzında da görüşler vardır. Bu konuda, Furkân Sûresinde bir nebze bilgi verilmişti, oraya da bakınız. Ve Semûd (kavmi) de yalanlamıştı. 13Âd kavmi, Hûd (aleyhisselâm)'u, Firavun ve kavmi de Mûsa (aleyhisselâm)'yı, ve Lût'un kardeşleri de. yalanladılar. Allahü teâlâ ”kardeş" kelimesi ile, Lût (aleyhisselâm)'un damatlarını ve eniştelerini murâd etmiştir. Dini yönden olmamakla birlikte, nesep açısından ortak oldukları için, kavminin kastedilmiş olması da mümkündür. Atâ der ki: ”Lût (aleyhisselâm)'dan başka bütün peygamberler, kavmi ile birlikte olmuşlardır. Lût ise tek başına kalmıştır." 14Eyke halkı. Bunlar, Şuayb (aleyhisselâm)'ın kendilerine peygamber olarak gönderildiği halktır. Medyen'lilerden ayrıldılar. Eyke'de eğleşirlerdi. Eyke, sidr ve erâk bitkilerinin yetiştiği bir vahadır. Daha önce Hicr sûresinde geçmişti. Ve Tübba' kavmi de (yalanladılar.) Tübba', Yemen kralı Hımyerî olup bunların durumları ile ilgili malumat Duhân sûresinde geçti. Bunların hepsi peygamberleri yalanladılar da, yani kendilerine şeriatler getiren peygamberleri yalanladılar. Hepsinin yalanlamakta ittifak ettikleri, öldükten sonra dirilme olayıdn. Tehdidim gerçekleşti. Yani azabım kendilerine gerekli oldu ve indi. ”Tehdit" diye terceme ettiğimiz ”vâid" kelimesi, özellikle serde kullanılır. ”Vaad" ise hem hayırda, hem de serde kullanılabilir. Âyeti kerime Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli etmektedir. Yani şöyle demektedir: ”Kâfirlerin seni yalanlamalarına üzülme, çünkü sen yalanlanan ilk peygamber değilsin. Her millet peygamberini yalanladı. Önceki peygamberlerin sabrettikleri gibi kâfirlerin ezalarına sen de sabret. Böylece onlar murada erdikleri gibi, sen de erersin." Âyette Mekke'liler de tehdit edilmekte ve sanki şöyle denilmektedir: ”Ey Mekkeliler! Eski ümmetlerin başına gelen azabın benzerinin sizin de başınıza gelmesinden sakının. Allah Rasûlünü yalanlamayın. Çünkü aynı işi yapmak, aynı cezayı hak etmeyi gerektirir." 15İlk yaratmada acze mi düştük? Buradaki soru edatı, inkâr içindir. Âyetin mânâsı: İlk defa yaratmayı -ki, o, olmayan bir şeyi ortaya koymaktır- kasdettik de âciz mi kaldık ki, tekrarlamaktan ibaret olan ikinci kez yaratmaktan âciz olduğumuz vehimine kapılmıyor. Hayır, onlar yeni bir yaratmadan şüphe içindeler. Bu, ikinci yaratılışa işarettir. Sanki şöyle dinilmektedir: ”Onlar bizim ilk kez yaratmaya gücümüzün yettiğini inkâr etmiyorlar. Aksine, âdete muhalif olduğu için tekrar yaratmadan şüphe ediyorlar. Çünkü bu dünyada, ölenin tekrar yaratılması şeklinde bir âdet cereyan etmemektedir. Şüphesiz bu, fasit bir benzetmedir. 16Yemin olsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin kendisine ne vesveseler fısıldadığını biliriz. Nefsin fısıldadığı şey, akla gelendir. Vesvese, gizli ses ve bayağı düşüncedir. Biz ona şah damarından daha yakınız. Biz o insanın durumunu, kendisine şah damarından daha yakın olan birisinden iyi biliriz. Burada Allahü teâlâ bilginin yakınlığını mecazi olarak, zatın yakınlığı ile ifade etti. ”Şah damarı" aşırı derecede yakınlık bildirir. Bu ifade. Arapların yakınlık bildirmek için söyledikleri ”o bana peştamal bağı gibidir" sözüne benzer. Âyette geçen ”habl" kelimesi (ki bu sözlükte ip anlamındadır), şekil açısından ipe benzeyen bir damardır. ”Vendan" da boynun iki tarafını saran önde kalpteki atar damara bağlı olan, kesildiğinde insanın ölümüne yol açan iki damardır. Müfredat'id,: ”Verîd, ciğere ve kalbe bitişen damardır. O halde, ”hi: ona şah damarından daha yakınız" sözü, ruhundan daha yakınız demektir," denilmektedir. 17İnsanın sağında ve solunda oturan yani ondan hiç ayrılmayan melekler. ”Kaîd" (Oturan)"kelimesi hem sağındaki, hem de solundaki melek için bir kez kullanılmış, tekrar edilmemiştir. Çünkü sonradan zikredilmiş olan bu kelime, öncekinde de hükmen yar olduğuna delildir. Ayrıca ”kaîd" kelimesinin kalıbı olan ”fail" hem tek hem de müteaddid şeyler için kullanılır. Nitekim bir âyette ”Ve'l-melâiketü hade zâlike zahir: Bunların ardından melekler de yardımcıdır" (Tahrîm: 4) buyurulmuştur. İki melek, onun yaptıklarını yazmaktadırlar. Bu cümlede murad edilen mânâ şudur: O lâtiftir. Bilgisi en gizli şeylere dahi ulaşır. İnsanın konuştuğu ve hakkında lâf ettiği şeyleri alıp yazmakla görevli iki melek, denileni yazacakları zaman, Allah ona yakın olan her şeyden dalia yakındır. Bu izaha göre anlaşılmaktadır ki, Allah'ın ilmi onlara gizli kalan şeylere de şamil olduğu için, bu melekleri kullanmaya muhtaç değildir. Ama meleklerin kulun amellerini zaptedip yazmasında, şahitlerin ortaya çıktığı hesap günü defterlerin arz edilmesinde, kulun durumunu en ince teferruatına kadar Allah'ın muttali olduğunu bilmesinde, kötülüklerden sakınıp iyiliklere yönelmesinde önemli etkisi olacağı için böyle yapmıştır. 18O, bir söz söylemeye dursun, mutlaka yanında hazır bir gözcü vardır. İnsanın ağzından çıkan hayır ve şer her sözü gözetip yazan bir gözetici vardır. Eğer söz hayırsa o sağ ehli, şer ise sol ehlidir. Bu gözcü; hayır ve şer, emrolunduğu her şeyi yazmaya hazırdır. İnsan nerede ise onun yanındadır. Melekler, insanın yaptıklarını da yazdıkları hakle sadece ”sözün" anılması, aynı hüküm nassın delâleti ile fiillere de şamil olduğu içindir. Bu meleklerin neleri yazdığı konusunda farklı görüşler vardır. Kimilerine göre hastalık anındaki iniltilerine varıncaya kadar her şeyi yazarlar, kimilerine göre ise sadece sevaba ve günaha ait olanları yazarlar. Doğrusu da bu olsa gerektir. 19Sekratü'l-mevt (ölüm sarhoşluğu) gerçekten gelir de... Sarhoşluk, ölümün şiddetinden ve aklı gideren büyük sıkıntısından istiaredir. İleride olacak bir şey haber verilmekle birlikte, vukûunun kesinliği ve yakınlığından dolayı, sanki gelmiş gibi geçmiş zaman sığası kullanılmıştır. (3) Nitekim yaklaşan bir orduyu haber vermek için ”ordu geldi" denilir. Âyette murat edilen şudur: İnsanın aklını alması sebebiyle sarhoşa çeviren Allah'ın kitabı ve Rasûlünün haber verdiği ölümün şiddeti geldi. 3- Âyette ”gelir" diye terceme ettiğimiz kelime, sözlük açısından ”geldi" anlamına gelecek şekilde, geçmiş zaman kipi ile kullanılmıştır. Ama maksat, şimdiki hale delâlettir. (Mütercim) Ölüye, sözle olmasa da lisân-ı halle, ya da melekler derler ki: (Ey insan!) İşte bu, senin öteden beri kaçıp durduğun şeydir. Sen, dünya hayatına olan muhabbetin sebebiyle ölümün sana hiç gelmeyeceğini zannediyordun, (denir.) Nitekim bir âyette: ” ...Daha önce sizin için bir zeval olmadığına yemin etmemiş miydiniz?" (İbrahim: 44) denilmektedir. Bu sözün anlamı, siz bunu ya taşkınlık yaparak, şımararak ve hakkı inkâr ederek, cehaletle dillerinizle, ya da lisân-ı halinizle söylediniz. Çünkü siz, büyük binalar yaptınız, uzun emeller beslediniz. O halden bu hale geçeceğinizi hiç aklınızdan geçilmediniz. Sanki yararlanıp durduğunuz dünya lezzetlerinden sizi ayıracak bir sonun gelmeyeceğini zannettiniz. Âyet-i kerimede hitap, ölüm gelip çatan her insanadır. Çünkü yaratılışı gereği her fert ölümden kaçar. Keşşaf Tefsirinde, âyetteki işaret zamirinin ”hakka" işaret, hitabın da fâcire olması caiz kabul edilmiştir. Zahir olan da budur. Çünkü söz fâcirler hakkındadır. 20Sûr'a da üfürülür. O, ikinci üfleyiştir. Diriltilme üfleyişidir. Üfleyen de İsrafil (aleyhisselâm)'dir. Daha önce sûr konusunda bilgi verildi. İşte bu üfleme vakti, dünyada vâki olan tehdidin gerçekleştiği geleceği vaadolunan gündür. ”Vaîd", tehdit veya tehdidin tahakkuk ettiği gündür ki, o da vaadedilen azaptan ibarettir. O gün, tehdit olduğu gibi, vaadin de gerçekleşme günü olmasına rağmen, sadece tehdidin zikredilmesi, onun korkutuculuğundan dolayıdır. Bundan dolayı kâfirlerin durumlarının anlatılmasına başlandı. 21İyi ve kötü herkes, yanında bir sürücü ve bir şahit (olan iki melekle) birlikte gelir. Yani yanında iki melek vardır. Birisi onu mahşere sevkeder, diğeri de bildiği hayır ve şerre tanıklık eder.. Keşfü'l-Esrâr'da şöyle denilmektedir: ”Kâfiri sevkeden, cehenneme sürükler ve şahidi de günahına şahitlik eder. Mümini sevkeden de cennete sevkeden Şahidi de onun tâatine tanıklık eder. ” İnsanların amellerini yazan meleklerin burada ”sürücü ve şahit" diye nitelenen melekler mi, yoksa başkaları mı, ya da onunla birlikte her iki özelliği taşıyan bir melek mi bulunduğu konusunda farklı görüşler vardır. Sanki kişi ile birlikte onu sürükleyen, lehine ve aleyhine şahitlik eden bir melek vardır. 22Şüphesiz sen bundan gaflette idin; Gaflet, insanın, işlerin gerçeğini anlamasına engel olan haldir. Müfredatta: ”Gaflet, az bilmek ve dikkatsizlikten kaynaklanan, yanılmadır," denilmektedir. Bu durumda âyette murad edilen mânâ şudur: ”Kıyamet günü veya dirilme günü ya da hesaba çekilme günü insana denilir ki: Ey İnsan! Sen dünyada iken bugünden ve sıkıntılarından gaflette idin." Fethu'r-Rahman'da: ”Bugün başına gelenlerden gaflette idin," anlamında olduğu söylenir. İbn Abbas (radıyallahü anh) ise: ”Küfrün sonucundan gaflette idin," şeklinde izah etmiştir. Biz senden gözünün üzerindeki basiretini bağlayan perdeni kaldırdık. Buradaki perdeden maksat, âhirete ait şeyleri örten örtüdür. O da gaflet, duyu organları ile hissedilen şeylere düşkünlük ve onlara pek dikkat etmemektir. Müfredatta ”perde" diye terceme ettiğimiz, ”ğıtâ" kelimesinin aslında bir şeyin üstüne örtülen örtü olduğu, burada cehalet anlamında kullanıldığı söylenmektedir. Kevâşî adındaki eserde ise ” ğıtâ"nın, kabir anlamında olduğu, âyetten maksadın, kişinin oradan çıkarılması olduğu ifade edilir. Bu gün artık gözün keskindir. Dünyada iken varlığını uzak gördüğün ve inkâr ettiğin şeyi görürsün. Çünkü önündeki engel kalkmıştır. Ama bu artık fayda vermez. Bu, şu âyette ifade edilen şeye benzer: ”Onlar bize gelecekleri gün ne kadar da iyi işitip, iyi görürler." (Meryem: 38) Aslında ”hadîd" kelimesinin fiili, bıçağı keskinleştirmek anlamındadır. Ama, yaratılıştan kendi kendine hünerli olan şeyler için de kullanılır. Meselâ bakışı keskin, anlayışı keskin, görüşü keskin, dili keskin vb. denilir. Âyette şuna işaret edilmektedir: İnsanoğlu, her ne kadar gayb ve şehadet âlemlerinden yaratılmışsa da başlangıçta ona galip olanı şehadet âlemidir. O, duyuların algıladığı âlemdir. Görünen organlarıyla, hissedilebilen çeşitli şeyleri algılar. O, gayb âlemini idrakten uzaktır. Bir kısım insanlar var ki, Allah onların gönül gözlerindeki örtüyü açar, onların basiretlerini keskinleştirir. Kendilerine yarayan şeyleri görürler, zararlı olanlardan uzak dururlar. İşte onlar saadete eren müminlerdir. Allah, bir kısım insanların gönül gözündeki perdeyi ise artık imanın fayda vermeyeceği kıyamet gününde kaldırır. Onlar da bedbaht kâfirlerdir. 23Onun yoldaşı: Onun için takdir edilen şeytan, kendisine işaret ederek: 'İşte yanımda olan şey hazırdır' der. Yani bu benim yanımda, gücüm ve kudretimde olan şey, cehennem için hazırdır. Onu sapıtmak ve kandırmak suretiyle cehennem için hazırladım, der. Âyet bir de şu şekilde yorumlanmıştır: Yukarıda anlatılan kişiyi gözetlemekle görevli olan melek, onun amel defterindeki olan şeyi işaret ederek; ”Bu, benim yanımda yazılı olan şey arzedilmeye hazırdır," der. Eğer kul, iman ve cennet ehlindense, onun iyiliklerinin yazılı olduğu defteri getirilir. Çünkü günahları silinmiştir. Ama eğer küfür ve cehennem ehlindense, günahlarının yazılı olduğu defter getirilir. Çünkü onun da iyilikleri, küfrü sebebiyle boşa gitmiştir. O halde, aklı olana düşen, her yerde ve her zamanda şeytana uymamak, onun kandırmasına iltifat etmemektir. Çünkü o, cehenneme ve cebbar olan Allah'ın kahrına çağırır. 24(O iki meleğe): 'Haydi, olabildiğince inat eden, nimeti ve nimet vereni inkârda çok ileri giden, tek Allah inancını inkâr eden, imandan yüzce viren kâfiri... Buradaki kâfirden muradın, başkalarını küfre sevkeden her kâfirin olması da muhtemeldir. İnat edenden maksat, hakka karşı inat edendir. O hakkı bilir ama inkâr eder. İnat, küfürden daha çirkindir. Katâde: ”inatçı" nın tâatten sapan olduğunu söyler. Süddî de; bu kelimenin boğazı kapatan bir kemik anlamına gelen ”aned" kelimesinden türeme olduğu veya elindeki ile kibirlenen anlamına geldiğini söyler. Nitekim ”Aynu'l-Meâni" isimli eserde böyle belirtilmiştir. Müfredat ta da, inatçıdan maksadın yanmdakini beğenen ve onunla övünen kişi olduğu, söylenir. Aynı kökten türeyen ”anûd" da bile bile haktan sapan, onu reddeden anlamındadır. Hayra bütün gücüyle engel olan, mala ait zekât ve benzeri farz olan hakları vermez. Çünkü o kâfir, küfür ve inatçılığa alıştığı gibi, şerre ve cimriliğe de alışmıştır. Âyetin, hayrın ehline ulaşmasını engellediği için hayır cinsinin tümüne mani olan, şeklinde anlaşılabileceği de söylenmektedir. Buradaki ”hayr"m İslâm olduğu görüşü de vardır. Azgın, yani haddi aşan, hakkı engelleyen ve hak ehline düşman olan zalim, şüpheci her kâfiri cehenneme atın. Bu, ya sürücü ve şahit olan iki meleğe ya cehennemde görevli iki meleğe ya her iki özelliği taşıyan bir meleğe veya cehennemin bekçisi olan Hazin'e hitaptır. Allah ve dini hakkında şüphe eden, 25Bak. Âyet 24. 26Allah'la birlikte başka ilâh edinen (o kâfiri) ikiniz birden en çetin azabın içine atın,' denilir. Âyeti kerimelerde ”ikiniz birden atınız" anlamındaki kelime te'kid için tekrarlanmıştır. Söz konusu emrin başındaki ”fa" harfi de cehenneme atmaya sebebin, kâfirin anılan özellikleri olduğunu bildirmektedir. Bir hadisi şerifte şöyle buyurulmaktadır: ”İnsanlar hesabı beklerken, Allah ateşten bir boyun gönderir. O dile gelip şöyle der: Ben üç kimseyi cehenneme atmakla emrolundum: Bunlar Allah'la birlikte başka ilâha duâ eden, haksız yere adam öldüren ve her inatçı kişidir. Kuşun tane topladığı gibi onları insanlar arasından toplar sonra cehenneme atarını." (4) 4-Benzeri bir metinle, Ahmed b. Hanbel Müsnedindc rivayet etmiştir. Bkz. Muhtasaru Tefsiri İbn Kesir, 3/ 375. 27Onun arkadaşı (şeytan): Yani, kâfir için hazırlanan şeytan 'Ey Rabbimiz! Onu ben azdırmadım. Onu, haddi aşmak olan azgınlığa ben düşünmedim. Fakat kendisi koyu bir sapıklık içindeydi' der. O, haktan uzaktadır, içerisinde olduğu dalâletten geri dönmez. Ben ona sadece kandırmak ve sapıklığa çağırmak suretiyle yardım ettim, ama zorlamadım, der. Şu âyeti kerime de bu kabildendir: ”...Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi (inkâra) çağırdım. Sizde benim davetime hemen koştunuz. (der)" (İbrahim: 22) Şeytanın böyle demesine sebep şudur: Onun saptırması, ancak itikadı bozuk, kötülüğe meyyal, hak yoldan ayrılmış kimselere etki eder. 28(O zaman) Allahü teâlâ şöyle buyurur: Sanki bu, yukarıdaki konuşmalar üzerine, Allahü teâlâ insana ve dünyada kendisi için takdir edilen şeytana ne dedi? şeklinde varid olacak bir soruya cevaptır. 'Benim huzurumda çekişmeyin. Yani hesap ve ceza yerinde çekişmeyiniz, çünkü bunun hiçbir faydası yoktur. Bazı âlimler bu hitabın, kâfirler hakkında olduğunu söylerler. ”Sonra şüphesiz siz de kıyamet gününde Rabbin iz in huzurunda çekişeceksiniz." (Turner. 3 l) âyetine gelince, bunun içlerindeki zalimle, mü'minler hakkındadır. Çünkü zalim hakkındaki davalaşma dinlenir. Bu davalaşma, mevkıfte (âhiretteki bekleme yeri) dir. ”Cehennem ehli mutlaka tartışır."(SM: 64) âyetinde söz konusu olan çekişme ise cehennemde olacaktır. Bu tefsirlerle âyetler arasındaki uygunluk, açığa çıkmış olmaktadır. Ben size önceden tehdit göndermiştim.' Kazanç ve mükellefiyet dünyasındaki azgınlıklarınız hakkında, kitaplarımla ve elçilerimin dileri ile tehdidimi, uyarımı göndermiştim. Bana karşı kullanabileceğiniz hiç bir hüccet bırakmadım. Ama siz, içinde bulunduğunuz bâtıl mazeretleri sebep göstererek o azgınlıktan kurtulmayı istemediniz. Sizi önceden tehdit ettiğimi, biliyorsunuz. Çünkü ben şeytana: ”Cehennemi seninle ve onlardan sana uyanlarla dolduracağım." (sâd: 85) demiştim. Çünkü siz haktan yüz çevirip, ona uydunuz. O halde, şu anda çekişmenizde bir mânâ yok. 29Benim yanımda söz değiştirilmez. Yani Benim mükâfat ve ceza konusundaki vaadlerim değişmez. Şu anda ortaya çıkan her şey, Benim ezelde takdir ettiğimdir. Onu değiştirecek kimse yoktur. Bazı günahkârları, gerektirici sebeplerden ötürü affetmem değiştirmek değildir. Çünkü, affa delâlet eden şeyler, tehdidin bazı kişilere tahsis edildiğine işaret eder. Kâfirler hakkında ise, affı gerektirecek bir gerekçe yoktur. Genel anlamda tehdit onlar hakkındadır. Celâl ed-Devvânî, Azud şerhinde şöyle der: ”Bazı âlimler derler ki: Vaad konusunda değil ama, tehdit konusunda Allah'ın vadine muhalefeti caizdir. Şu hadis de bu konuda vârid olmuştur: ”Kim birisinin ameline karşılık mükâfat vaadederse onu yerine getirir. Ama kim birisinin ameline ceza va adederse o, muhayyerdir, isterse cezalandırır, isterse affeder." Araplar, kötü bir şeyi, bir cezayı vaadedip de onu yapmamayı sözünde durmamak saymaz ve ayıplamaz. Aksine bunu kerem ve üstünlük kabul eder. Sözde durmamak, ancak bir hayır vaadedip sonra onu yapmamakta söz konusudur. Nitekim bir şâir şöyle demiştir: Ben bir şey vaadetsem veya tehditte bulunsam Tehdidimden vaz geçer, vaadimi yerine getiririm. Yahya b. Muaz'ın bu konudaki şu sözleri ne kadar güzel: ”Vaad de, tehdit de haktır. Vaad, kulların Allah üzerinde haklarıdır. Yaptıkları zaman onlara vermeyi tekeffül etmiştir. Sözünde durmaya Allah'tan daha lâyık kim vardır? Tehdit (vaîd) ise, Allah'ın kulları üzerinde hakkıdır. Cenab-ı Hak: 'Böyle yapmayın, aksi halde size azap ederim' buyurmuş, kullar da onu yapmışlardır. Artık Allah dilerse affeder, dilerse cezalandırır. Çünkü bu O'nun hakkıdır. Allah için evlâ olanı da af ve keremdir. Zira O, çok bağışlayıcı, çok merhamet sahibidir. Ama Allahü teâlâ kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bu yüzden müşrikler hakkındaki tehdidini yerine getirir. Bunun dışındakilerden dilediğini bağışlar. O'nun (günahkâr) mü'minler hakkındaki tehdidine muhalefet etmesi caizdir. Ben kullara asla zulmedici değilim.' Onlar tarafından işlenmiş günah olmadan azap edici değilim. Ehl-i sünnetçe kabul edilen kaideye göre kullara, hiç günah işlemeden azap etmek bile, zulüm sayılmadığı halde, burada ”zallâm: Çok zulmedici değildir" ifadesinin kullanılması; Allah'tan zulüm sudûrunun imkânsız olduğunu tasvirle, onun zulmetmekten ne kadar münez-"zeh olduğunu belirtmek içindir. Allah Teâla mutlak olarak zulümden münezzehtir. Bir kudsi hadiste Cenab-ı Hak şöyle buyurur: ”Ben zulmü kendime de, kullarıma da haram ettim. Birbirinize zulmetmeyiniz..."(5) 30O gün Ey Rasûlüm Muhammed! Kavmine ve kendilerine bildirilebilecek herkese bildir. Azametimiz sebebiyle, azap yeri ve âsiler için Allah'ın zindanı olan cehenneme: 'Doldun mu?' deriz. Yani sana atılanlarla doldun mu? Ve vaadettiğimi yerine getirdin mi? deriz. Bu vaad: ”Şüphesiz cehennemi dolduracağım" (Sâd: 85) âyeti ve: ”Sizden her birinizi dolduracak kadar cemaat vardır." (6) hadisidir. Allahü teâlâ 'nın cehenneme karşı olan bu sorusu; haberini tasdik, vaadini gerçekleştirmek, azabına müstehak olanları üzmek ve tüm kullarım uyarmak içindir. 6- Bu, Buhârî ve Müslim'in Ebû Hureyre'den merfu olarak rivayet ettikleri hadisin sonudur. Baş tarafı şu şekildedir: ”Cennet ve cehennem tartıştılar. Cehennem: ”Ben kibirlenen, büyüklenenler için seçildim" dedi. Cennet: ”Bana ne oluyor ki, hep insanların zayıf ve düşkünleri giriyor?" dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ cennete: ”Sen benim rahmetimsin, seninle kullarımdan dilediğime merhamet ederim." Cehenneme de: ”Sen de azahımsın. Dilediğim kullarıma da seninle azabederim. Sizlerden her birinizi dolduracak kadar cemaat var," buyurdu. Bkz. ed-Dürrul-Mensûr, 6/107. O da: 'Daha var mı?' der. Cehennem kendisine sorulan suale karşılık, teeddüben cevap vererek insanlardan ve cinlerden azaba müstehak daha fazlası var mı? der. Bu âyette geçen sual ve cevabın hakîki mi yoksa temsilî mi olduğu konusunda âlimler ihtilâf etmiştir. Muhtar olan görüşe göre, bu konuşma hakikaten varid olacaktır. Allahü teâlâ insan uzuvlarını konuşturduğu gibi cehennemi de konuşturur. Çünkü Allahü teâlâ her şeye kadirdir. Âhirete ait işlerin tümü veya büyük çoğunluğu, dünyada alışılan, bilinen işlerden değildir. Hadisi şerifler, bu konuşmanın hakikaten vaki olacağına işaret etmektedir. O halde, mecaza yönelmeye gerek yoktur. Nitekim rivayet edildiğine göre; cehennem mahşer günü insanlara doğru kükreyecek, hücum edecek, melekler zincirlerle çekecek, mü'minlere: ”Ey mü'min çabuk geç, senin nurun ateşimi söndürdü," diyecektir. Bütün bunlar onun gerçek hayatının varlığına ve idrakine delâlet etmektedir. Çünkü mutlak anlamda cansızların gerçekte böyle hayatı vardır. Garip fiiller ve acaip hallere şamil olan dünya ve âhiretin nasıl olmasın? Nitekim âyet-i kerimede: ” ...Âhiret yurduna gelince, iste asıl hayat odur." (Ankebût: 64) buyurulmaktadır. Kimi âlimler, buradaki sual ve cevabın, cehennemin halinden korkutmak için temsil ve hayalî olarak varid olduğunu söylemektedirler. Yani maksat, mânâyı kalpte tasvir etmek ve uyarmaktır. Eğer cehennem konuşacak olsaydı böyle derdi. Onun hali, konuşmaya işaret eder. Cehennem o genişliğine, kenarları arasındaki o uzun mesafeye rağmen, insanlar ve cinler grup grup içine atılırlar da orası dolacak hale gelir. Öyle ki artık daha fazla şey alamaz. Burada cehennem tarafından ”daha var mı?" şeklinde yöneltilen soru, ziyadeliği nefy ve hükmü takrîr anlamındadır. Yani ”benim yanımda daha fazlasını alacak yer var mı?" demek, ”Artık doldum, senin vaadin yerine geldi, bir iğneyi bile almayacak hale geldim," demektir. Temsilî mânâ dolmaktır. Şu âyette ifade edilen mânâya benzer: ”Sen insanlara beni ve annemi iki tanrı edininiz dedin mi?.." (Mâide: 116) Buradaki sora, bilinmeyeni öğrenmeye yönelik değil, bilineni tasdik ettirmek içindir. Mekke fethi günü Hazret-i Peygamberin şu sorusu da bu kabildendir: ”Akü bize ev mi bıraktı ki?" Yani bize ev bırakmadı. Cehennemin ”daha var mı" sualinin şu anlama gelmesi de muhtemeldir: Kâfirlere ve âsîlere olan öfkesinden dolayı sanki onların artmasını çoğalmasını istemektedir. Sualin, gerçek anlamda sayının artmasını istemek mânâsında olması da muhtemeldir. Çünkü ona atılanlar, denize atılan yüzük gibidir. Ayrıca şu anlam da muhtemeldir: Cehennem o kadar geniştir ki oraya girecek olan herkes girer de hala boş yer kalır. Bu son mânâların; ”Şüphesiz ben cehennemi dolduracağım." (Sâd: 85) âyeti ile çeliştiği söylenirse şu cevabı veririz: Hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: ”Cehenneme (insanlar) atılmaya devam eder. O ise: Cebbar, ayağını alıncaya kadar daha var mı? der. (7) Nihayet cehennemin tabakaları birbirleri üstüne dürülür."(8) Yani dolar da tartışma sona erer. Hadisin başka bir rivayetinde ”İzzetin Rabbi ve arşın Rabbi oraya ayak basınca izzetin hakkı için yeter, yeter der. ” Ebû Hureyre'den rivayet edilen başka bir rivayet de şu şekildedir: ”Cennet ve cehennem tartıştılar. Cehennem: 'Ben kibirlenen büyüklenenler için seçildim.' Cennet de: 'Bana ne oluyor? Bana girenler sadece zayıflar ve düşkünler,' der. Bunun üzerine Allahü teâlâ cennete: 'Şüphesiz sen Benim rahmetimsin. Ben seninle, kullarımdan dilediklerime rahmet ederim,.' Cehenneme de: 'Sen Benim azabımsın. Seninle dilediğim kullarıma azap ederim. Sizden herbirinizi dolduracak kadar cemaat vardır,' buyurur. Cehennemlikler oraya atılırlar. Cehennem: 'Daha var mı?' der. Allahü teâlâ oraya ayağını koyunca da 'Yeter, yeter,' der. Artık dolmuş ve tabakaları birbirleri üzerine durulmuştur. Allah kullarından hiçbirisine zulmetmez. Allahü teâlâ cennet için yeniden yaratır."(9) 7- İbnü'l-Esîr, Nihâye'de (1/235) buradaki Cebbarın meşhur tevilinin Allah olduğunu söyler. (Mütercim.) 8- Buhârî, Müslim, Ahmet b. Hanbel ve Tirmizî, Enes'ten merfû olarak rivayet etmişlerdir. Bkz. ed-Dürrü'l-Mensûr, 6/107. 9- Buhârî, Müslim, ve Beyhakî rivayet etmişlerdir. Hadis ve kaynakları daha önce geçti. Bkz. Muhtasaru Tefsiri İbn Kesîr, 3/376. 31Cennet, takva sahiplerine yaklaştırılmıştır. Küfürden ve günahlardan sakınanlara cennet yaklaştırılmıştır. Onlar mahşer yerinden seyrederler. Cennetteki çeşit çeşit güzellikleri görürler ve oraya girip, onlardan yararlanmaya heveslenirler. (Onlara) uzak değildir. Yani yer olarak uzak değildir. Oraya girmeden bakarlar. 32İşte size vaadolunan bu, yani meleklerin dilleri ile; o takva sahibi kullara: ”Şu görünen cennet" veya ”şu sevap" sizin dünyada iken Allah'a itaatınıza karşılık olarak vadolunan şeydir denilir. Allah'a yönelen, yani Allah'a dönene... Âyetteki ”evvâh"; 1- Şirkten tevhide, 2- İsyandan itaate, 3- Halktan Hakka dönendir. İbn Ömer (radıyallahü anh) ”evvâb' ın bir yere oturunca istiğfar etmeden kalkmayan" olduğunu söyler. Müfredatta: ”Evvâb"; hayırlar işleyip isyanı terketmek suretiyle Allah'a dönendir. Bundan dolayı tevbeye ”evbe" denilmiştir. (O'nun emirlerine) riayet eden, ona ettiği tevbeyi bozmayan, ahdini terketmeyen 33görmediği halde Rahmân'dan korkan... Âyet-i kerîmede geçen ”haşyet" kelimesi, içerisine tazîm karışan korkudur. Aynü'l-Meânide haşyet, kalbin, günahı ve gereği olan azabı anıp ürpermesi, denilmektedir. "Görmediği halde" sözünün iki mânâya ihtimali vardır: 1- Cezasını görmediği halde O'ndan korkar, 2- Allahü teâlâ tüm gözlerden gaiptir, O'nu kimse göremez. Ve Allah'a yönelmiş bir kalple gelenlere mahsustur. Yönelmek, mükellefin özelliği olmakla birlikte, kalp onunla nitelenmiştir. Buna sebep esas olarak onun Allah'a yönelmesi muteber olduğu içindir. Yani kalben olmadıkça Allah'a yönelmek ve dönmek muteber değildir. Buradaki yönelmekten maksat, sevdiği ve razı olduğu şeylerle Allah'a dönmektir. et-Te'vîlâtü'n-Necmiyye isimli eserde bu cümle: ”Allah'tan başka her şeyden yüzçevirerek, tümüyle Rabbine dönüp yönelen kalple" şeklinde tefsir edilmiştir. 34Oraya selâmetle girin. Onlara: ”Azaptan, nimetin zevalinden ve cezanın gelmesinden salim bir halde oraya girin" denilir. Ya da mânâ: ”Allah ve melekleri tarafından bir selâmla" şeklindedir. İşte bu, (cennette) ebedîlik ve cennette kalmak günüdür. Çünkü onun sonu yoktur. 35Orada kendileri için diledikleri her şey vardır. Hikmet gereği yasak edilen şeylerin dışında -ki o livata ve benzeri dünyada çirkin görülen her şeydir. Daha önce geçtiği üzere Allahü teâlâ cennet ehlini yasak ve imkânsız isteklerden koruduğu için onları dilemezler- ne olursa olsun diledikleri her türlü şey vardır. Katımızda daha da fazlası vardır. Yani onların isteyeceklerinden daha fazla şeyler de var. O nimet, onların akıllarına gelmez ve diledikleri şeyler altına girmez. Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir beşerin gönlünden geçmeyen çeşit çeşit nimetler vardır. Onlar, Allah'tan isterler. İstekleri bitince, Allah diledikleri her şeyi verir. Sonra da onların istemedikleri ve arzularının ulaşmadığı şeyleri ilâve eder. Çeşitli yollardan gelen rivayetlerde, bu ilâvenin Allah'ın cemaline bakmak olduğu bildirilmektedir. Kurtubî şöyle der: ”Tercihe şayan görüşe göre buradaki ilâve, Allahü teâlâ 'nın cemaline bakmaktır. Cennet ehli her cuma günü toplanırlar. Ne isterlerse hepsi kendilerine verilir ve Allahü teâlâ onlara görünür." Bir hadiste de: ”Şüphesiz cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşerin gönlünden geçmeyen şeyler vardır,"(lü) buyurulmaktadır. 36Onlardan önce, yani senin kavmin olan Mekke kâfirlerinden önce, peygamberlerini yalanlayan kendilerinden daha güçlü olan ve memleketleri delik deşik eden nice kavimleri helak ettik. Bir başka âyette de: ”Vadide taşlar yontan Semûd kavmine..." (Fecr: 9) buyurulmaktadır. O beldeleri istila ettiler, halklarını hakimiyetleri altına alıp küçük düşürdüler. Oralarda hakimiyet kurdular. Ya da âyette murad edilen mânâ, yeryüzünde tam anlamıyla dolaşıp durdular, şeklindedir. Kurtuluş var mı? Yani kaçacak yer var mı? Onlar memleketlerde: ”Ölümden veya Allah'ın emir ve azabından kaçıp kurtulacak yer var mı?" diyerek dolaşıp durdular. 37Şüphesiz bunda yani onların anlatılan kıssalarında veya bu surede anlatılan ibretlerde, haberlerde ve ülkelerin helak edilmesinde aklı olan yani gördüklerinin aslını anlayacağı ve gerektiği şekilde düşüneceği aklı selim sahibi olanlar için bir öğüt vardır. Şüphesiz bu akla sahip olan kişi, onların yıkılış ve haraboluş sebebinin küfür olduğunu bilir ve eskilerin eserlerini görüvermekle fazlaca düşünmeye ihtiyaç duymadan, küfürden uzak durur. Râğıb: ”İnsan kalbinin, bu isimle isimlendirilme sebebinin, onun çok hareket etmesi olduğunu, kalbin, ruh, ilim, şecaat ve daha başka anlamlan bulunduğunu burada da ilim ve anlayış mânâsına olduğunu" söyler. İbn Abbas (radıyallahü anh) bu âyette geçen ”kalb" kelimesini, ”akıl" la izah etmiştir. Çünkü akıl, kalbin kuvvetlerinden ve onun hizmetçilerinden birisidir. Veya hazır bir vaziyette kulak veren için bir öğüt vardır. Yani kendisine okunan vahye kulak veren. Çünkü bunu yapan, meseleyi tam olarak kavrar ve küfre götüren şeylerden sakınır. Onlar vahyin mânâlarını anlamak için zihnen hazır bir vaziyette, ona kulak verir. 38Şüphesiz Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri, çeşitli yaratıkları altı günde yarattık. Yani yeri iki günde, menfaatlerini iki günde, gökleri de iki günde yarattık. Aslında Allah dileseydi bütün bunları göz açıp kapamadan daha kısa bir zamanda yaratırdı. Ama bununla bizim teenî üzere olmamız için bir yol çizdi. Çünkü şu altı yerin dışında acele etmek şeytandandır: 1- Vakit girdiği zaman namazı kılmak, 2- Hazır olduğu zaman cenazeyi defnetmek, 3- Vakti geldiğinde kızı gelin etmek. 4- Vadesi dolduğunda borcu ödemek. 5- Gelen misafire yemek ikram etmek. 6- Günah işlediğinde acele tevbe etmek. Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı. Çünkü yorgunluk olsaydı, zaaf olacaktı. Zaaf olsaydı, işler bozulacaktı. Bu da işlerin meydana gelmesi ve tam tasarruf konusunda istediğimizin aksine şeyler olmasını gerektirir. Bu âyet-i kerimenin bir benzeri de şu âyettir: ”Onlar, gökleri ve yeri yaratan, onları yaratmaktan dolayı yorulmayan Allah'ın ölüleri diriltmeye de muktedir olduğunu düşünmezler mi?" (Ahkâf: 33) Bu âyetten sonra gelen kısım da buna işaret eder 39Onların dediklerine sabret. Allah'ın bu sözü de buna işaret eder. Bu sözün anlamı şudur: Müşriklerin, inkâra ve yadırgamaya dayanan, öldükten sonra dirilme konusundaki bâtıl sözlerine sabret. Çünkü bu anlatılanları yorulmadan yapan Allah, onları tekrar diriltmeye ve onlardan intikam almaya da muktedirdir. Yahut da âyetten maksat. Yahudilerin küfür ve benzeri sözlerine sabret, demektir. Bu âyette, cahillerin söyledikleri her türlü kötü şeylere karşı sabırla nefislerin terbiye edilmesine; zikir, tesbîhât ve tahmîdlere devamla kötü sıfatlardan temizlenmesinin gereğine işaret vardır. Güneşin doğmasından önce ve batmasından önce... Bunlar sabah ve ikindi vakitleridir. Bu vakitlerin fazileti meşhurdur. Bu zamanki tesbihin mutena bir yeri vardır. Tâhâ sûresinde: ”...Güneşin doğmasından önce ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et..." (Tâhâ: 130) buyuru im ustur. Çünkü doğmak güneşe has olduğu gibi, batmak da ona hastır. Rabbini hamd ile tesbih et. O'na olması mümkün her türlü aczden, verdiği haberlerde -öldükten sonra dirilme konusundaki he herleri de bu cümledendir- sözünde durmamaktan, O'nu bir şeye benzetmeyi gerektirecek şekilde nitelemekten tenzih et. Bunu yaparken de nimet olarak verdiği şeylere hamdet. 40Gecenin bir kısmında... Büyüklerden bazıları ”güneşin doğmasından cince" yi, gündüzün evvelinde, ”güneşin batmasından önce" sözünü gündüzün sonuna kadar, ”gecenin bir kısmında onu tesbih et" sözünü de gücün yettiği ölçüde gecenin tümünde tesbih et şeklinde izah etmişlerdir. Ve secdelerin sonunda O'nu tesbih et. Yani namazların peşinde. Rükû ve sücût, namaz yerinde kullanılır. Çünkü bunlar, namazın en büyük rükünleridirler. Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den: ”Secdelerin sonunda" sözünün, akşam namazından sonra iki rekât; ”...idbârannücûm = yıldızların sonunda" (Tûr: 49) sözünün de sabah namazından önce iki rekât anlamında olduğu rivayet edilmiştir. Müfessirlerin büyük çoğunluğu da bu görüşü benimsemişlerdir. Mücâhid'den bir rivayete göre ise: ”secdelerin sonunda" sözünün anlamı, farz namazlardan sonra dil ile tesbihte bulunmaktır. Bir hadiste de şöyle buyurulur: ”Kim, her namazın peşinde otuz üç defa sübhânellah der, otuz üç defa hamdeder (elhamdülillah der), otuz üç defa da tekbir getirir (Allahuekber der) se -ki bunların tamamı doksan dokuz eder- sonra da yüze tamamlamak için ”Lâ ilahe illallâhü vahdehû lâ şerike leh lehu'l-mülkü velehu'l-hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadir = şeriki olmayan tek Allah'tan başka ilâh yoktur, mülk O'nundur, hamd O'nadir. O, her şeye kadirdir, derse denizin köpükleri kadar bile olsa tüm günahları bağışlanır." (11) 11- Müslim, Sahih'inde Mâlik de Muvatta'ında rivayet etmiştir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 4/222. Ey Rasûlüm Muhammed! Kıyamet ahvalinden sana vahyolunana kulak ver. "Kulak ver" diye terceme ettiğimiz ”istemi'" kelimesinin kökü olan ”es-sem'u" kelimesi, duyulanı dinleyerek anlamaktır. ”Müstemi'“ ile. ”sâmi'“ arasındaki fark şudur: ”Müstemi'“ kulak vererek duymayı kasdeden, ”sâmi'“ ise kastetmeden duyandır. Her müstemi' sâmi'dir ama her sâmi müstemi' değildir. (12) 12- Miifessi'r burada kullanılan kelimenin özellikle seçildiğine. Hazret-i Peygamberin dinlemeye davet edildiğini, anlamlan birbirine yakın kelimelerin ifade ettiği mânâların inceliklerine işaret ederek dikkat çekmektedir. (Mütercim) 41Nida eden (melek)in yakın bir yerden, gökyüzüne yakın veya sesi herkese eşit bir şekilde ulaşacak yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver. Nida edenden maksat, sûra lifleyecek olan İsrafil adındaki melektir. Seslenmek, (nida) de liflemektir. Bu üfleme, insanların kabirlerden çıkması ve haşr için özel bir işaret olduğu için nida denilmiştir. Bu nida, müezzinin ezanı ve yola çıkacak askerlere verilen işaret gibidir. Diğer bir görüşe göre buradaki nida, gerçek anlamda seslenmektir. İsrafil (aleyhisselâm) bir taş üzerine durur, parmağını kulağına koyup: ”Ey çürümüş kemikler, parçalanmış mafsallar, darmadağın olmuş etler, saçılmış saçlar! Allahü teâlâ mahkeme için sizlerin toplanmanızı emrediyor," der. Üçüncü bir görüşe göre ise, İsrafil sûra üfler, Cebrail (aleyhisselâm)'de haşr için nida eder. 42O gün ruhlar veya cesetler gerçek sesi işitecekler Bu ses, öldükten sonra dirilmek için olan ikinci nefha (üfleme) dir. İşte o gün (kabirlerden) çıkış günüdür. ”Çıkış" diye terceme edilen ”hurûc" kıyamet gününün isimlerinden birisidir. Kıyamete benzetilerek bayram gününe de bu ad verilmiştir. Âyetin anlamı şudur: ”Kabirlerden çıkıp hesaplaşmaya, oradan da cennete veya cehenneme gitmelerini sağlayacak olan o gerçek sesi duydukları gün..." 43Şüphesiz Biz dünyada hiç kimsenin yardım ve iştiraki olmadan diriltir ve öldürürüz. Âhirette karşılık vermek için dönüş sadece Bizedir. Ne tek başına, ne de ortak olarak Bizden başka hiç kimseye değil. O halde Bize kavuşmaya hazır olunuz. 44O gün yer, onlara yarılıp süratle çıkarlar. Yani onlar, çağıranın çağrısına uymak için hiçbir yöne dönmeden koşar bir vaziyette iken yer yarılır. ”Davetçiye koşarak..." (Kamer: 8) âyeti de bu anlamdadır. Bu, bize göre çok kolay olan haşirdir. Biz onun için ”ol" deriz, o da olur. Bu söz kâfirlerin: ”Bu çok uzak bir dönüştür" (Kaf: 3) sözlerine karşılıktır. Nitekim Allahü teâlâ bir başka âyette de: ”Sizin yaratılmanız ve tekrar diriltilmeniz sadece bir kişiyi yaratmak ve diriltmek gibidir," (Lokman: 28) buyrulmuştur. 45Biz onların dediklerini çok iyi biliyoruz. Onların dedikleri, öldükten sonra diriltmeyi kabul etmemek, onu haber veren âyetleri yalanlamak ve içerisinde hayır olmayan başka sözlerdir. Bu âyet, Hazret-i Peygamber için bir teselli, kâfirler için de tehdittir. Sen onların üzerinde zorla imana getirecek veya istediğini yaptıracak zorlayıcı değilsin. Senin görevin sadece hatırlatmak ve uyarmaktır. Nitekim bir başka âyette de: ”Sen ancak öğüt vericisin, onların üzerinde bir zorba değilsin." (Gâşiye: 22) buyurulmaktadır. Âyetin anlamı şudur: ”Sen onlara istediğini zorla yaptıracak bir zorba değilsin." Burada ”zorlayıcı" diye terceme ettiğimiz ”cebbar" kelimesi Allah'ın isimlerinden birisidir. O, kullarını dilediği şeye zorlar. Cebr de zorla bir şeyi düzeltmek demektir. Benim tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver. Yani onun, öğütleri ile öğüt ver. Çünkü onlar şu âyette ifade edildiği üzere Kurandan verilen öğütle faydalanırlar: ”Sen öğüt ver, çünkü öğüt müminlere fayda verir." (Zâriyât: 55) Müminlerin dışındakilere gelince Biz onlara sözlerinin ve fiillerinin gerektirdiği şekilde çeşit çeşit cezalar ve azaplarla muamele ederiz. ”Sen ancak zikre (Kur'an'a) uyan ve görmeden Rahman (olan Allah') dan korkan kimseyi uyarabilirsin..." (Yâsîn: 11) "Tehdit" diye terceme edilen ”vaîd" kelimesi, azapla korkutmak anlamındadır. Azabın bizzat kendisi hakkında da kullanılır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) çok zaman Kaf sûresi ile ashabına hitabederdi. Çünkü bu sûre, Allah'ı zikir ve senayı, nefislerin verdiği şeyleri bilmeyi, meleklerin insanlar için yazdığı tâat ve isyanı, ölümü ve ölüm sarhoşluğunu, kıyamet ve onun korkunçluğunu, yaratıkların amellerine şahitliklerini, cennet ve cehennemi, sûra üfleme, neşr ve kabirlerden çıkışı ve nihayet namazlara devamı içermektedir.( 13) 13- Hadis: ”Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) her cuma günü insanlara hitabettiği zaman minberde Kaf sûresini okurdu." Müslim, Ebû Dâvud ve Ahmed b. Hanbel tahrîc ettiler. İbn Kesîr'in Muhtasarında geçtiğine göre hadisin metni şu şekilddir: Harise'nin kızı Ümmü Hişam şöyle dedi: ”İki yıl veya bir yıl ya da yılın bir kısmında bizim tandırımızla Hazret-i Peygamber'in tandırı birdi. Ben, ”Kaf ve'l-Kur'ânil-mecîd" sûresini bizzat Hazret-i Peygamber'in ağzından öğrendim. Onu her cuma, minberde halka hitalettiğinde okurdu." Bkz. Sâbûnî, Muhtasaru Tefsiri İbn Kesir, 2/370 ve Suyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr, 6/101. Allah'ın yardımı ile Kaf Sûresi sona erdi. |
﴾ 0 ﴿