ZARIYAT SURESİMekke devrinde nazil olmuştur, 60 âyettir. 1Tozutup savuranlara... Savurandan maksat, toprağı ve başka şeyleri savuran rüzgârlardır. Ka'b el-Ahbâr'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Şayet Allahü teâlâ yeryüzünden rüzgârı üç gün hapsedip estirmese, dünyada kokmadık hiç bir şey kalmaz." Avam b. Havşeb'ten de şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Güney rüzgârları cennetten çıkıp cehenneme doğru eser. Onun gamı cehennemden, bereketleri de cennettendir. Kuzey rüzgârları da cehennemden çıkıp cennete doğru eser. Onun ferahlığı cennetten, şerri de cehennemdendir." Bir de şöyle denilmiştir: ”Kuzey rüzgârları Adn Cennetine eser, onun güzel kokusundan alır ve siddikların ruhlarına götürür." Cabir (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Rüzgâr azdı, şiddetinden neredeyse hayvan üstünde olan kişi kuma gömülecekti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Bu, münafığın ölmesi için gönderilen rüzgârdır," buyurdu. Medine'ye geldiğimizde gördük ki, münafıkların ileri gelenlerinden birisi ölmüş." İbn Ömer'de şöyle dedi: ”Sekiz çeşit rüzgâr vardır. Bunlardan dördü rahmet, dördü de azaptır. Rahmet olanlar: Nâşirât (yayıcı olanlar), Mübeşşirât (müjdeleyiciler), Zâriyât (savuranlar), Mürselât (gönderilenler) dır. Azap olanlar da: Asıfât (şiddetli esen), Kâsıf (kasırga), Sarsar (soğuk rüzgâr), Akîm (kasıp kavuran rüzgâr) dır." İbn Ömer, Kur'an'da anılan rüzgâr çeşitlerini kasdetmiştir. Ebû Ümâme (radıyallahü anh)'den, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: ”Ümmetimden bir grup, yeme, içme, eğlenme ve oyun üzere geceleyecekler. Sonra maymunlar ve domuzlar şekline sokulacaklar. Yine ümmetimden bir grup da yere batırılmak ve üzerlerine gökten taş yağdırılmak gibi musibetlere uğrayacaklar. Buna sebep: Onların şarkıcı kadınlar edinmeleri, şarap içmeleri, def çalmaları ve ipek giymeleridir."(1) 1- Hadisi Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr'mûz tahric etmiştir. Hadisin bir kısmı Sahihayn'de (yani Buharı ve Müslim'de) vardır. Bkz, el-Fethu'l-Kebîı; 3/55. Bazıları: ”Buradaki zariyat'tan maksat, doğurgan kadınlardır. Çünkü onlar, çocuk dünyaya getirirler." derler. Ben fakir derim ki: Bu kelimenin ”hamilât" ve ”câriyât" kelimelerine bitişik olması bu mânânın isabetli olduğunu gösterir. Çünkü âyetteki ”hamilât"ın anlamlarından biri de hamile kadınlardır. Bu, doğurgan kadınların kısır kadınlara üstünlüğünü beyan etmektedir. 2Yükü yüklenenlere... Buradaki yükten maksat, yağmurdur. Yağmur yüklü bulutlar anlamındadır. Hasan (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, o buluta baktığı zaman, arkadaşlarına: ”Vallahi rızkınız sadece bundadır. Siz hatalarınız ve amelleriniz sebebiyle mahrum ediliyorsunuz." derdi. Ikrime'de şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ bir damla yağmur yağdırmaz ki onunla yeryüzünde bir ot veya denizde bir inci bitirmiş olmasın. Dünyanın hayatı yağmurdadır. Sanki onun ruhudur." 3Kolayca akanlara, yani denizde kolayca ve süratle yürüyen gemilere ve 4İşi ayıranlara yemin olsun ki... Ayıranlardan maksat, meleklerdir. Yağmurlar, rızıklar ve benzeri şeyleri ayıran melekler anlamındadır. Yeryüzünün işlerini şu dört melek idare eder: Cebrail, Mikâil, İsrafil ve Azrail (ölüm meleği). Cebrail, ordulara ve rüzgârlara, Mikâil, yağmura ve bitkilere, Azrail, ruhları kabza mükelleftir. İsrafil de, emrolundukları şeyleri onlara tebliğ eder. Görünüşte, kendisi ile yeminden maksat, üzerine yemin edileni te'kiddir. O da, vukuu muhakkak olan, öldükten sonra dirilmedir. Bu, kendisi üzerine yemin edilen, öldükten sonra dirilmeye işarettir. Sanki şöyle denilmektedir: Bu anılanları ilk kez meydana getirmeye muktedir olanın, önceden yaptığını tekrarlamaya gücü yetmez mi? Ben fakir derim ki: Lâfzın bu şekilde dizilmesinin sırrı şudur: Rüzgârlar yağmur yüklü bulutların üstünde, bulutlar gemileri taşıyan suyun üstünde, su da arzın üstündedir. Meleklerin oradaki işleri idaresinin eseri açıktır. Allahü teâlâ şuna işaret etmektedir: Her iş sadece gökyüzünden iner, yeryüzündeki her şey bu meyanda kabirlerden dirilmek sadece Yüce Allah'ın tarafındandır. Ulvî tesirlerle, yeryüzündeki eserleri göstermeye muktedir olan Allah, öldükten sonra diriltmeye de muktedirdir. Çünkü o da, -Allah bilir- dünyevî eserlerdendir. 5Size vaadedilen kesinlikle doğrudur. Bu cümle, yeminin cevabıdır. Öldükten sonra diriltilmek ve hesaba çekilmek konusunda vaadolunduklarınız veya sevap ve ceza konusunda vaadolunduklarınız doğrudur, anlamındadır. 6Ve ceza mutlaka vuku bulacaktır. Şüphesiz, amellerin karşılığını almak gerçekleşecektir. Bu harikulade şeyleri yaratmaya gücü yeten Yüce Allah'ın vaad olunan öldükten sonra diriltmeye de gücü yeter. Alimlerden birisi şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ 'nın böyle yemin etmesindeki hikmet ne acaba? Eğer bu mü'min içinse, mü'min mücerred haber vermekle inanır, yemine ihtiyaç duymaz. Eğer kâfir içinse, ona yemin zaten fayda vermez." Bu soruya şöyle cevap verilebilir: ”Kur'an-ı Kerim Arap dili ile inmiştir. Bir şeyi te'kid etmek istenildiği zaman, yemin etmek bu dilin özelliklerindendir. Hüküm, iki şeyden biri ile; ya şahitlikle ya da yeminle verilir. Allahü teâlâ kendilerinin bir bahanesi kalmasın diye, kitabında her iki şeyi de zikredip ”Allah şahit oldu" (Al-i İmrân: 18) buyurmuştur. Yemin ancak, yüce bir isimle olur. Allahü teâlâ Kur'an-ı Kerimde kendi adı ile yedi yerde yemin etmiştir. Kur'an'daki diğer yeminler, bu surenin başında olduğu gibi, yaratıklarına olmuştur. ”Vettîni vezzeytûni: İncir ve zeytine yemin ederim ki" (Tin: 1); ”ve's-saffât: Saf saf dizilmişlere yemin olsun ki" (Sâffât: 1); ”ve'ş-şemsi: Güneşe yemin olsun ki" (Şems: 1); ”ve'l-leyli: Geceye yemin olsun ki" (Leyi: 1); ”ve'd-duhâ: Kuşluk vaktine yemin olsun ki" (Duhâ: 1) ve benzerleri, bu kabilden yeminlerdir. Allahü teâlâ 'nın dışında bir şeye yemin etmenin yasak oluşuna rağmen, Allah'ın yaratıklarına yemin etmesinin hikmetinin ne olduğu? şeklinde varid olacak bir suale, şu sebepler gözönüne alınarak cevap verilebilir: 1- Bu yemin, bir tamlamada, tamlananın hazfedilmesi (düşürülmesi) suretiyle olmaktadır. Mana: ”Savuranların Rabbi, incirin Rabbi, güneşin Rabbi" şeklindedir. 2- Araplar bu isimleri üstün tutarlar ve bunlarla yemin ederlerdi. Onun için Kur'an, onların bildikleri şekilde inmiştir. 3- Yemin, yemin edenin büyütüp değer verdiği şeyle yapılır ki o, kendisinin üstündedir. Allah'ın üstünde ise hiç bir şey yoktur. O, bazan kendi adı ile, bazan yaratıkları ile yemin etmiştir. Çünkü o yaratıklar, hakîm olan yaratıcının varlığına delâlet ederler. Bazı âlimler: ”Mahlukatla yemin, halikın varlığını gerektirir" derlerken, bazıları: ”Allah, yaratıklarından dilediği ile yemin eder. Başkalarının ise, Allah'ın dışında bir şeyle yemin etmesi caiz değildir," demişlerdir. 7Yörüngeleri olan gökyüzüne yemin ederim ki... ”Hukuk: Yörünge"; yıldızların geçiş yerleri olan yollardır. Ya da maksat: Düşünürlerin izlediği kendisi ile bilgiye eriştiği metottur. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan: ”Güzel, düzgün yaratıkları olan", anlamına geldiği rivayet edilmiştir. Siz ey Mekke'liler! Kur'an hakkında 8çelişkili sözler söylüyorsunuz. Mekke'liler Kur'an hakkında: ”O şiirdir, sihirdir, iftiradır, öncekilerin masallarıdır;" Hazret-i Peygamber hakkında da: ”Şairdir, sihirbazdır, iftiracıdır, delidir" derler. Kıyamet hakkında da: Kimisi onun varlığını ikrar, kimisi kesinlikle inkâr ederken, kimisi zannediyoruz, şeklinde muhtelif şeyler söylerler. Bu, şaşkınlık ve koyu bir cehalettir. 9Ondan dönen döndürülür. Yani Kurandan veya Rasûlüllah'tan yüz çeviren, döndürülür. Çünkü ondan daha fena ve daha şiddetli bir çevriliş yoktur. 10Kahrolsun o düzenbaz yalancılar. Onlara bedduadır. Şu âyetteki bedduaya benzer: ”Kahrolası insan! Ne kadar da inkarcıdır." (Abese: 17) Bu bedduanın aslı, ölüm ve helaki istemektir. Daha sonra lanetlenmek ve kötülemek için kullanılmıştır. Buradaki ”harrasûn: Yalancılar", sahih olmayan şeyleri düşünen, farklı şeyler söyleyenlerdir. Sanki ”O düzenbaz yalancılar kahrolsun" anlamındadır. 11Onlar, koyu bir cehalet içerisindeki gafillerdir. İçerisinde bulundukları cehalet ve dalâlet onları âhiret işlerinden engeller. Onlar emrolundukları şeyden gaflettedirler. Bazı âlimler burada cehalet diye terceme ettiğimiz ”ğamra" kelimesini, gafletin üstünde bir şey, ”sehvin" ise, gafletten daha aşağı olduğunu söylemişlerdir. 12Kâfirler din gününün ne zaman olduğunu soruyorlar. Yani ”Ceza günü ne zaman?" derler. Ama bu soru, gerçek anlamda öğrenmek için değil, alay kabilinden bir an önce vukuunu istemek şeklindedir. 13O gün onlar ateşte yakılacaklardır. Bu âyet, yukarıdaki soruya cevaptır. Onların ateşte yakılacakları ve altının ateşte eritildiği gibi azabedilecekleri anlamındadır. ”Yakılacaklar" diye terceme edilen ”yüftemine" kelimesinin aslı olan ”fetne" fiili, bir şeyin aslını ortaya çıkarmak için, işe yaramaz maddelerin yakılması, anlamındadır. Kâfirlerin zaten tamamı kötü, işe yaramaz olduğu için hepsi yakılır. 14Azabınızı tadın! Onlara azabedilirken böyle denilir. Sözü söyleyen de, cehennemde görevli melektir. Ya da cümlenin anlamı: ”Yalanlamanızın cezasını tadınız" şeklindedir. Nitekim şu âyette bu anlamdadır: ”Sonra onların fitneleri, Rabbimiz Allah hakkı için biz ortak koşanlar olmadık demekten başka bir şey olmadı." (En'am: 23) Bu âyetteki fitne, küfür anlamındadır. Küfrün neticesi kastedilmiştir. Râğıb: ”Fi tenin aslında, iyi kısmını kötü kısmından ayırmak için, altını ateşe sokmak anlamında olduğunu, insanın cehenneme sokulması için de kullanıldığını söyler." "Azabınızı tadın" anlamındaki ”zûkû fitnetekürn" cümlesi bazen kendisinden azap hasıl olan şey anlamında kullanılır ki ”...Haberiniz olsun onlar zaten fitneye düşmüşlerdir..." (Tevbe: 49) âyeti bu anlamdadır. Bazen de denemek imtihan etmek anlamında kullanılır: ”Ve fetennâke fütûnen: Seni iyiden iyiye denemeden geçirdik" (Tâhâ: 40) âyeti de bu mânâdadır. Acele gelmesini istediğiniz şey işte budur. Yani, işte bu azap, dünya hayatınızda acele gelmesini istediğiniz ve alay ederek: ”Bu vaadedilen ne zaman?" dediğiniz şeydir. 15Şüphesiz takva sahipleri, küfür, cehalet ve Allah'tan başka şeylere meyletmekten sakınanlar cennette Rablerinin kendilerine verdiğini alarak, yani Allah'ın verdiği her türlü sevabı kabul edici ve ona ”Allah ne verdi ise hepsi iyidir, makbuldür, kabulle karşılanır, onda geri çevrilecek bir şey yoktur, çünkü o iyiliğin zirvesindedir," diyerek razıdırlar. Demek ki âyetteki ”almak"tm maksat, kabul etmek ve razı olmak anlamındadır. Nitekim, ”Sadakaları alır" (Tevbe: 104) âyetinde de kabul eder ve razı olur anlamındadır. Onlar esası bilinmeyen bahçelerde ve akan nehir kenarlarında olacaklardır. Yani nehirler onların görebilecekleri bir yerdedir. Gözleri o nehirlerin üzerindedir. Şüphesiz onlar bundan, cennete girmeden önce dünyada iyi davranırlardı. Onlar geceleri çok az uyurlardı. Yani gecenin az bir kısmında uyurlar, çoğunda Allah'ı zikrederler, namaz kılarlardı. Sabahlara kadar uyuyan gafiller gibi değillerdi. Ebu'd-Derdâ (radıyallahü anh)'nın şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a; gecenin hangi namazı efdaldir?" diye sordum. ”Gece yarısındaki namazdır. Ama onu kılan çok az," buyurdu.(2) 16Bak. Âyet 15. 17Bak. Âyet 15. 18Onlar, seherlerde istiğfar ederlerdi. Seher, gecenin son altıda biridir. O müttakîler, az uyumalarına ve çok teheccüd kılmalarına rağmen, sanki geceyi günahlarla geçirmiş gibi seher vakitlerinde sürekli istiğfar ederler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: ”Ya Rasûlallah! İstiğfar nasıl edilir?" diye soruldu. Rasûlüllah: ”Allahümmağfir lenâ verhamnâ ve tüh aleynâ inn eke ente 't-tevvâbürrrahîm = Allahım! Bizi bağışla, bize merhamet et. Şüphesiz sen tevbeleri kabul edensin, merhametlisin, deyiniz," buyurdu. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Tevbe ediniz. Şüphesiz ben her gün Allah'a yüz kez tevbe ederim." Bir başka hadiste de şöyle buyurdu: ”Şüphesiz Allahü teâlâ sâlih kulun derecesini yükseltir." Bunun üzerine kul: ”Yâ Rabbi! Bu derece bana nasıl verildi?" diye sorunca Allahü teâlâ : ”Çocuğunun senin için istiğfarı ile." Yani onun: Rabbiğfirlî velî vâlideyye= Ey Rabbim! Beni ve anne babamı bağışla" demesiyle buyurur. Bazı haberlerde şöyle denilmiştir: ”Bana sevdiklerimin en sevimlisi, seher vakitlerinde istiğfar edenlerdir. Onlar öyle kimselerdir ki, yeryüzü ehline bir belâ vermek istediğimde onları hatırlarım ve onlar sebebiyle yeryüzündekilerden belâyı defederim. el-Kelbî ve Mücahid, üzerinde durduğumuz âyeti şu şekilde tefsir etmişlerdir: ”Onlar, seher vakitlerinde namaz kılanlardır. Çünkü onların se-h erlerdeki, namazı, bağışlanmalarını istemek içindir. Bir hadiste de onların. ”Uykudan uyanırken Allah'ı zikredenler" olduğu söylenmektedir. Hadiste geçen: ”Men tearra mine'l-Leyl", geniş anlamlar ifade eden ” cevamiu'l-kelim" denilen özlü sözlerdendir. Çünkü Sıhan'ta denildiği gibi, bir kimse bu sesle uykusundan uyandığı zaman, böyle denilir. Bu uyanma genelde bir sözle olur. Rasûlü Halı (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözün tesbih (subhanellah) ve tehlil (lâ ilahe illallah) olmasını severdi. Böyle bir hal de ancak, zikre alışık olanlarda görülür. Kim uykudan uyanınca: ”Lâ ilahe illallâhu vahdehû lâ şerike leh. Lehü'l-mülkü ve lehü'l-hamdü. Yuhyî ve yûmîtü ve hüve ala külli şeyin kadir. El-hamdülillahi ve sübhânellâhi vellahü ekber. Velâ havle velâ kuvvete illâ billâh =“Tek olan ve ortağı olmayan Allah'tan başka ilâh yoktur. Hükümranlık sadece O'nundur, hamd sadece O'na aittir. O diriltir ve öldürür. Her şeye muktedirdir. Hamd Allah içindir. Allah'ı tesbih ederiz. Allah en büyüktür. Allah'tan başka güç ve kuvvet yoktur."der sonra da ”Allahümmağfırlî" (Allahım beni bağışla) der veya başka bir duâ ederse. Ben'de onun duasını kabul ederim. Sahîh bir hadis de şöyledir: ”Her gece, gecenin üçte biri kaldığı zaman Allahü teâlâ dünya semasına inip: ”Ben melikim. Bana duâ edenin duasını kabul ederim, benden isteyene veririm, benden bağış isteyeni bağışlarım." (3) buyurur. 3- Hadisi Buhârî, Müslim ve Tirmîzî tahric etmişlerdir. Bu hadisin çeşitli rivayetleri vardır. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 4/38. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geceleri teheccüd kılmaya kalküğı zaman şöyle derdi: ”Ey Allah'ım! Hamd sadece sanadır. Sen haksin, vaadin hak, sana kavuşmak hak, sözün hak, cennet haktır, cehennem haktır, peygamberler haktır, Muhammed haktir, kıyamet haktır. Allah'ım! Sadece San'a teslim oldum, San'a inandım, San'a güvendim. San'a döndüm. San'a sığınarak mücadele ettim, Senin hükmüne çağırıp razı oklum. Beni geçmiş ve gelecek, açık ve gizli tüm günahlarımdan dolayı bağışla. One geçiren de Sen'sin, geride bırakan da Sen'sin. Senden başka ilâh yoktur. Sen 'den başka güç ve kuvvet yoktur. ” (4) 4- Hadisi Buhârî, Müslim ve Abdullah b. Abbas'tan merfû olarak rivayet etmişlerdir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 4/338. 19Mallarında dilenen ve mahrumun... ”Mahrum" insanlardan dilenmekten çekinen, bu yüzden onların zengin sanıp sadaka vermedikleridir. ”Mahrum" Kamusta: Hayırdan men edilen, kendisine mal verilmeyen kişi olarak açıklanır. Müfredatta ise: Başkaları gibi rızkı bollaştırılmayan, ikram açısından ihmal edilen kişi, diye tarif edilir. Hakkı vardır. Yani tam bir hisse vardır, zenginler onu kendileri için vacip bilirler. Allah'a yaklaşmak için ve insanlara şefkatten ötürü onu görev kabul ederler. Buradaki ”hak''tan maksat, Allah'ın, mallarında onlara vacip kıldığı zekât değildir. Bu izah da, gelmesi muhtemel şöyle bir itirazı önlemiştir: ”Malında, fakirlerin hakkı var diye bir insan nasıl övülür? Bu söz zekâtını vermeyen zenginlere de şamildir, oysa onlar övülmezler." Bahru'l-Ulûrri'da şöyle denilmektedir: ”Âyette, başka hak sahiplerinin anılmayıp, sadece dilenen ve mahrumun söz konusu edilmesi, bu hakkm farz olan zekâttan başkası olmasından dolayıdır. Hazret-i Peygamber'in; ”Şüphesiz malda zekâttan başkada hak vardır. ”(5) hadisi de buna işaret eder. Hadisin anlamı şudur: Malda, zekâttan başka vacip olan haklar vardır. Bu, ana, baba ve yakın akrabalar fakir oldukları zaman verilmesi gereken nafaka, açlıktan ölmek üzere olanın karnını doyurmak, savaşa giden gazileri teçhiz ve benzeri görevlerdir. Bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır: ”Kıyamet günü, fakirler yüzünden vay o zenginlerin haline! O gün fakirler: 'Ey Rabbimiz! Onlar haklarımızda bize zulmettiler' derler. Allahü teâlâ : 'Bu gün sizi yaklaştıracağım, onları uzaklaştıracağım buyurur.'(6) Hazret-i Peygamber daha sonra, üzerinde durduğumuz âyeti okudu. ” Mutlaka ehline infak etmek gerek. O ne kadar güzel bir huy! 20Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ibretler vardır. Yani yaratanın varlığına, ilmine, kudretine, iradesine, birliğine ve rahmetinin bolluğuna açık işaretler vardır. Çünkü o yeryüzü halı gibi serilmiştir. Orada çeşitli bölgeler arasında seyahat edenler için yollar, vadiler, ovalar, dağlar, karalar, denizler, birbirlerine komşu kıtalar, yerden kaynayan pınarlar, çıkartılan madenler vardır. O yeryüzü çeşit çeşit bitkiler ve ağaçlarla, renkleri, kokulan ve tatları farklı meyvelerle doludur. Orada sıhhatlerinde ve hastalıklarında sakinlerinin menfaat ve maslahatına hizmet eden, her tarafa yayılmış hayvanlar vardır. 21Kendi nefislerinizde de ibretler var. Yani nefislerinizde Allah'ın varlığına delâlet eden işaretler vardır. Bu cümle, genel anlamdaki ifadeden sonra özel anlamdaki bir ifade kabilindendir. Çünkü insanların nefisleri yeryüzünde olan şeylerdendir. Sanki âyette şöyle denilmektedir: Yeryüzünde, aklı başında tevhid ehli için alâmetler vardır. Çünkü akıl sahibi herkesin ilk baktığı şey kendisidir. Ondan meydana gelen şeyde, içindeki ve dışındakilerde yaratanına işaret eden açık alâmetler vardır. Ve yine insanın doğumundan ölümüne kadar geçen süre zarfında halden hale geçmesinde alâmetler vardır. Bir şâir şöyle demiş: Her şeyde vardır bir âyet zahir Ne şüphe elbette O birdir bir. Görmüyor musunuz? Yani basiret ve fikir gözüyle görmek için bakmıyor musunuz? Tâ ki ibret alasınız, yaratıktan yaratıcıya, sanattan sanatkâra varasınız. Katâde: ”Kendi yaratılışını düşünen Allah tarafından yaratıldığını ve mafsallarının ibadet için oynak ve yumuşak yapıldığını bilir," demektedir. 22Gökyüzünde rızkınız yani rızkınızın sebepleri var. Bununla güneş, ay, diğer yıldızlar doğma ve batma yerlerinin farklılığı -ki rızıkların meydana gelmesi için gerekli olan mevsim farklılıkları buna bağlıdır- kastedilmektedir. Ya da maksat, gökyüzünde rızkın takdir edildiğine işarettir. İbn Keysân âyetteki ”fî"mn ”alâ" mânâsına olduğunu, buna göre âyetin mânâsının: ”Sizin rızkınız, Rabbinize aittir" sekinde olduğunu söylemiş, buna delil olarak da: ”...Sizleri hurma dallarına asacağım." (Tâhâ: 71) âyetini getirmiştir. Bu âyette de ”fi", ”alâ" manasınadır. Ve size vaadedilen şeyler yani sevap var. Şüphesiz cennet, yedinci semada, arşın altında Sidretü'l- Müntehâ'nın yanındadır. Ya da hayır şer, mükâfat ceza, sıkıntı bolluk ve benzeri şeylerden gökyüzünde takdir edilip yazılmış olan her şeyi kastetmiştir. Ben fakir derim ki: Ceza emri; sayha, gökten taş yağdırılması, ateş ve tufan gibi şeylerin, eski milletlerin başına geldiği gibi gökyüzünden inmesidir. 23Göğün ve yerin Rabbine yemin ederim ki... Allahü teâlâ kendi zâtı ile yemin etti. ”Ralf kelimesini kullandı. Çünkü o, rızıkla terbiye hakkındadır. Çünkü rızıkla terbiye eden Rabbinin yaptığı bu vaad, vaad olunduklarınız veya anılan işaretler ve rızık sizin konuşmakta olduğunuz şey gibi yani sizin, konuştuklarınızdan şüphe etmediğiniz gibi, vaad olunduğunuz bu şeylerin hakikatinden de şüphe etmemeniz gerektiği gibi, kesin ve gerçektir. Bir eserde şöyle denilmektedir: ”Âdemoğlu, Rabbini tasdik etmedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ sözünü yeminle tek id ederek âyette: ' Göğün ve yerin Rabbine yemin ederim ki...' dedi." Hasen-ı Basrî şöyle demiştir: ”Bu âyet hakkında, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediği bana ulaştı: 'Allah bazı milletleri kahretsin! Onlar için kendi zâtı ile yemin etti ama O'nu yine tasdik etmediler. 'Eğer bir Yadudi, insana rızkını vereceğine dâir yemin etse onun yeminine güvenir. Allah onu kahretsin, Allah'ın, onun rızkını vereceğine nasıl itimad etmez?" Heram b. Sinan, Üveys el-Karânî'ye (Allah kendisinden razı olsun) ”Nereye gitmemi emredersin?" dedi. O da Şam'a gitmesini işaret etti. Heram: ”Orada geçim durumu nasıl?" diye sordu. Bunun üzerine Üveys el-Karânî: ”Öf! Şu kalplere! Onlara şüphe karıştı, vaaz fayda vermiyor," dedi. 24İbrahim'in ikram edilen misafirlerinin haberi sana geldi mi? "İkram edilen" den maksat, Allah katında günahsızlık, destek, temizlik, yakınlık ve peygamberler arasında elçilikle ikram edilen melekler, anlamındadır. Bir âyette ”...Aksine (o melekler) ikram edilmiş kullardır." (Enbiyâ: 26) buyurulmuştur. Ya da âyetten murat, Hazret-i İbrahim tarafından hizmet edilerek ikram edilmiş olmalarıdır. Nitekim Hazret-i İbrahim bizzat kendisi ve eşi ile onlara güleryüzle ve acele yemek hazırlayarak hizmet etmiştir. Ayrıca onlar, kerem sahibinin misafirleri idiler. Çünkü İbrahim (aleyhisselâm) yaratıkların en cömerti idi. Kerem sahibinin misafiri de ancak kerîm olur. Bir hadis-i şerifte: ”Allah'a ve âhiret gününe inanan misafirine ikram etsin," buyurulmuştur. Hazret-i İbrahim'in ikramının, onları güleryüzle karşılaması, ziyafette acele etmesi ve bizzat kendisinin hizmet etmesi olduğu da söylenmiştir. Âyetteki soru, sözün önemini belirtmek için getirilmiştir. Çünkü bu sual, hayret uyandırarak dinlemeye teşvik anlamında kullanılmıştır. Bu gibi sorular da ancak sânı yüce ve önemli şeylerde kullanılır. Bir de Hazret-i Peygamberin bildiklerinin sadece vahiy yoluyla olduğunu tenbihtir. Zira o ümmîdir, okuma yazma ile meşgul olmamıştır. Tarihçilerle oturup konuşmamış, onlarla arkadaşlık etmemiştir. Bu, onun peygamberliğinin ispatıdır. Denildiğine göre: Hazret-i İbrahim'e gelen meleklerin sayısı on iki idi. Cebrail, Mîkâil ve İsrafil onlar arasında idiler. Bunlar, misafir kılığında geldikleri için âyette kendilerine ”misafir" denildi. Çünkü İbrahim kendilerini misafir etti. Ya da onlar, İbrahim'in hesabında öyle idiler. 25Onlar İbrahim'in yanına girdiklerinde... Onların haberi sana geldi mi? Onlar İbrahim'in yanına girip de 'selâm' demişlerdi. Yani seni selâmlarız demişlerdi. Bu kelimenin başına bir şeyin, öbürünün hemen peşinde olduğunu ifadede kullanılan ”fâ-i tâkîbiyye" getirilmiştir. Cenabı Allah böylece, meleklerin girer girmez selâm verme edebine riayet ettiklerine işaret etmiştir. İbrahim de 'selâm' deyip yani ”aleyküın selâm" dedi. Sanki birisi onların selâmına karşılık, ”İbrahim ne karşılık verdi?" diye sormuş ve cevap olarak ”selâm dedi" denilmiştir. Burada Hazret-i İbrahim'in selâmı, meleklerinkinden daha güzel ve süreklilik ifade eden bir lâfızla ifade edilmiştir. Çünkü meleklerin selâmı nasp işareti olan fetha (üstün) ile harekelenmek suretiyle, fiil cümlesi kullanılarak tabir edilmiştir. Fiil cümlesi süreklilik ifade etmez. Hazret-i İbrahim'in selâmı ise, süreklilik ifade eden isim cümlesine alâmet olan damme (ötre) ile harekelenerek ifade edilmiştir. (Kendi kendine:) 'Bunlar yabancılar' dedi. Yani İbrahim (aleyhisselâm) kendi kendine, onlara hissettirmeden: ”Bu insanları tanımıyoruz, bunlar herbir kimsenin yanında da yabancıdırlar" dedi. Hûd süresindeki: ”Onları yadırgadı" (Hud: 70) sözü, sadece kendi içinde yadırgadı, anlamındadır. Bu âyetteki yabancı bulup yadırgama, Hûd sûresi 70. âyetteki belirtilen öteki kendi içindeki yadırgamadan başkadır. Onlar, insanların oldukları hal ve şekilden başka bir halde idiler. Ebu'l-Aliyye şöyle dedi: ”Onların selâmları, o devirde oralarda yadırgandı. Çünkü 'selâm' kelimesi, o günün insanının selâmı değildir. Çünkü İbrahim (aleyhisselâm) kâfir bir milletin arasında idi. Onlar birbirlerini Müslümanların selâmı ile selâmlamazlardı." 26Hemen ailesinin yanına gitti ve Misafirlerinden gizlice onların yanına gitti. Çünkü ziyafet çekmek için hazırlık yapmak ve bunu misafire hissettirmemek, misafir sahibinin adâbındandır. Misafirin, ziyafetten kaçınmasından korktuğu için veya onların yemeği beklemesine meydan vermemek için böyle yapar. Semiz bir buzağı kızartıp getirdi. Yani semiz bir buzağı kesti. Çünkü onun malı sığır cinsindendi. Onlara daha iyi ikram olsun diye semizini seçip kızarttı ve getirdi. 27Âdet olduğu üzere, yemeleri için onu önlerine koyup onların yemediklerini görünce: 'Yemez misiniz?' dedi. Bu söz onların yemekten çekinmelerini hoş görmediğini ifade ve onları yemeye teşvik içindir. 28İçten içe onlardan korkmaya başladı. Onların, bir kötülük yapmaya gelmiş düşmanlar olduklarını zannetti. Çünkü zarar vermek istedikleri kişilerin yemeğini yememek, kötülük yapmak niyetinde olanların âdetidir. Ayrın l-Meânıde şöyle denilmektedir: ”Senin yemeğini yemeyen, seni korumaz, ona güvenilmez." Ben fakir derim ki: Onların selâm vermeleri, bu anlayışa terstir. Çünkü selâm veren kişi, sulh ve güven ehlidir. Hazret-i İbrahim'in gönlüne, onların azap etmek üzere gönderilen melekler olduğu endişesi düşüp, bu yüzden korktuğu da söylenmiştir. Melekler, onun korktuğunu hissedince: 'Korkma' biz Allah'ın elçileriyiz dediler. Denildiğine göre Cebrail (aleyhisselâm) kızarmış buzağıyı, kanadı ile sıvazladı. Buzağı kalkıp annesinin yanına vardı. Bunun üzerine Hazret-iİbrahim onları tanıdı ve güvendi ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler. O İshak (aleyhisselâm)'dı. Buluğa erip büyüyünce bilgili oldu. Sâre ondan başka çocuk doğurmadı. 29Karısı feryad ederek geldi. Sâre, bir kenarda onlara bakıyordu. Onların müjdesini duyunca şiddetle feryad ederek veya ah çekerek evine geldi. Hayız kanının hararetini hissettiği için hayadan ötürü yüzüne vurarak bağırdı. Bir şeye hayret edenlerin yaptıkları gibi, parmaklarının ucu ile alnına vurmasının murad edilmiş olabileceğini söyleyenler de vardır. Çünkü bu, bir şeyi yadırgadıklarında kadınların yaptıkları bir âdettir. 'Ben kısır bir kocakarıyım!' dedi. Yani gençliğimde hiç doğurmadım. Şimdi doksan dokuz yaşına gelmişken nasıl doğurayım. Yaşlı kadın, birçok şeylerden âciz hale geldiği için, ”âcûz" diye adlandırılmıştır. Kısırlığın Arapçası olan ”aknı" kelimesi, ”iz kabul etmeyen kuru" anlamına gelir. Kısır kadın, erkek suyunu kabul etmeyen kadındır. Kamusla, kısırlık anlamındaki kelimenin köklerinden olan ”ukm" un, rahimde teşekkül eden ve çocuk kabul etmeyen bir kütle anlamında olduğu söylenilir. Sâre, ömründe hiç doğurmamış kısır bir kadındı. Gençliğinde ve orta yaşlılığında doğurmayıp da, yaşlanıp menapoz dönemine girince, kendisinin çocuk doğuracağı haberini kabullenemedi. Bu, hâşâ Allah'ın kuvvetinden şüphe etmek değil, âdet gereği bir yadırgamadır. 30Onlar: 'Durum budur. Bizim müjdelediğimiz gibidir. Rabbin böyle buyurdu. Biz kendi tarafımıznadn söylemiyoruz. Sadece Allahü teâlâ 'dan sana aktarıyoruz. Bizim müjdelediğimiz şeyi uzak görme ve şaşırma. Allahü teâlâ sana haber verdiğimiz gibi buyurdu. Şüphesiz O, hikmet sahibidir, bilendir' dediler. Onun sözü şüphesiz hak, yaptığı da şüphesiz muhkemdir. Rivayet edildiğine göre Cebrail (aleyhisselâm) Sâre'ye: ”Evinin tavanına bak," dedi. O da baktı. Bir de ne görsün, tavandaki kirişler yapraklanmış ve meyve vermiş. Bunun üzerine verilen haberin doğruluğuna kesin bir şekilde inandı. Bu karşılıklı konuşma, sadece Sâre ile olmamıştır. Hicr sûresinde anlatıldığına göre İbrahim (aleyhisselâm) ile de olmuştur. Orada anlatıldığı için bir de burada tekrarlanmamıştır. Nitekim Hicr ve Hûd sûrelerinde anlatılanla yedirilerek, bu sûrenin bu âyetinde zikredilen Sâre'den de o sûrelerde bahsedilmemişti. Âyet-i kerime, Allah'ın fazlu kereminden umut kesilmemesi gerektiğine işaret etmektedir. Çünkü takdir edilen bir şey, bir süre sonra da olsa meydana gelecektir. Meryem sûresinde geçtiği üzere Meryem'in ağacı, kupkuru olmasına rağmen yeşermiş ve meyve vermiştir. 31İbrahim (aleyhisselâm) onların, bir iş için gönderilen melekler olduklarını öğrenince: 'Ey elçiler! Bu müjdenin dışında gönderilmenize sebep olan işiniz nedir?' dedi. 32'Biz suçlu bir kavme gönderildik,' dediler. Onlar, suçlarına ve günahlarına devam ediyorlar, onlarda ısrar ediyorlar. Bu kavim, Lût kavmidir. 33Diğer sûrelerde anlatıldığına göre şehirlerinin altını üstüne getirdikten sonra: 'Üzerlerine çamurdan taş yağdırmak için yani taşlaşmış çamur yağdırmak için geldik. Bu, pişirilen ve taş gibi sertleşen çamurdur. Yani tuğla parçasıdır. Demek oluyor ki, ”siccîl", cehennem ateşinde pişirilmiş, üzerinde kavimlerin isimleri yazılı çamurdur. Âyette çamur anlamındaki ”tın" kelimesi kullanılmamış olsaydı, gökyüzünden yağdırılması hasebiyle, yağdırılanın dolu olduğu zannedilebilirdi. Ama ”tın" denilmek suretiyle böyle bir anlayış önlenmiş oldu. 34(Bu taşlar) aşırı gidenler için, fısku fücurda haddi aşanlar içindir. Çünkü onlar, kendilerine mubah kılınan kadınlarla yetinmediler, erkeklere de gittiler. İbn Abbas'tan; bu âyetin müşrikler hakkında olduğu, çünkü şirkin en aşırı ve en büyük günah olduğu rivayet edilmiştir. Rabbinin katından yani başka birisinin tasarruf edemeyeceği hazinesinden gönderilmiştir.' Bu kelime, ”gönderilmiş" anlamına geldiği gibi ”işaretlenmiş" mânâsına da gelebilir. Buna göre maksat, beyaz ve kırmızı ile işaretlenmiş veya yeryüzünün taşlarından ayrılacak bir işaretle, yahut da kendisine atılan kişilerin adı ile işaretlenmiş olduğudur. 35Bunun üzerine oradaki, Lût kavmindeki, Lût (aleyhisselâm)'a iman eden mü'minleri çıkarttık. Sanki şöyle denilmektedir: Melekler emrolundukları şeyi yapmaya yeltendiler, Biz de: ”...Aileni götür..." (Hicr: 65) diyerek onları çıkarttık. Bu söz, Cebrail'in sözü değil, bizzat Allahü teâlâ 'nın haber vermesidir. 36Zaten orada bir tek ev halkından başka Müslüman da bulmadık. O ev halkının, Lût (aleyhisselâm) ve iki kızı olduğu söylenir. Lût'un karısı ise kâfirdi. Bir başka görüşe göre. Lût (aleyhisselâm) ve kurtulan ailesi on üç kişi idiler. Bilginler şöyle demişlerdir: ”Kıyamet günü peygamber, ümmeti ile birlikte, bir başkası kavmi ile, bir başkası grubu ile (yedi ile on kişi arası), başka birisi oğlu ile, başka birisi yanında bir adamla gelir. Başka birisi ise peşinden gelinmesini ister ama kimse takip etmez. Çağırır icabet eden olmaz. Bu, zifiri karanlık bir vakitte geldiğinden dolayıdır. ” Âyette Müslümanla mü'minin, mefhum olarak olmamakla birlikte sıdk ve zât bakımından aynı olduklarına işaret vardır. Sıdktan maksat, inanan bir kimseye hem mü'min, hem de Müslim denmesinin doğru olmasıdır. Ancak müslim, mu ininden daha kapsamlıdır. Her mü'min muslinidir, ama her muslini mü'min değildir. Bazan ânı ve hâs tek bir maddede buluşabilir. Bazıları şöyle demişlerdir: ”İman, kalp ile tasdik, yani haber verilen hükmü anlayarak kabul etmek, onu doğru saymak, İslâm ise, hükümleri kabul anlamında boyun eğmek ve bağlanmaktır. En alt derecede aklı ve düşünme özelliği olana gizli kalmayacağı üzere bu, tasdikin hakikatidir. Bunu inkâr ise, büyüklenmektir." 37Orada, o şehirlerde acı azaptan korkanlar için... Yaratılışlarının selâmeti ve yüreklerinin yufkalığından dolayı korkmak âdeti olanlar için. Katı kalpli olanlara değil. Çünkü onlar o alâmetleri hesaba katmazlar ve onları işaret saymazlar. Bir işaret bıraktık. Kendilerine gelen azaba delâlet eden bir işaret bıraktık. Bu işaret, anılan taş veya onların arazilerinden çıkan siyah, kokmuş sudur. 38Mûsa'da da ibretler vardır. Bu cümle, yukarıda geçen ”Kesin olarak inananlar için yeryüzünde ibretler vardır." (Zâriyât: 20) cümlesine bağlıdır. İbrahim ve Lût (aleyhisselâm) peygamberlerin kıssası, bağlananla kendisine bağlanılan (matufla matufun aleyh) arasına girmiştir. Maksat, müşriklerin yalanlamalarına karşılık Rasûlüllah'ı teselli ve Lût kavmini helak ettiği gibi, o iftiracı düşmanlarını helak edeceğini vaaddir. Üzerinde durduğumuz âyetin, bir önceki ”Orada acı azaptan korkanlar için bir işaret bıraktık." (Zâriyât: 37) âyetine matuf olması da muhtemeldir. Bu taktirde âyetin mânâsı şöyle olur: ”Mûsa'nın Firavun'a gönderilmesinde ve Firavunun ve kavminin başına gelen, boğulmaktan kurtarılmasında işaret bıraktık." Aksi halde ”Mûsa'da" sözünün, ”bıraktık" fiilinin tümleci olması doğru olmaz. Çünkü ”bu köyde bir işaret bıraktık" sözü doğru olmadığı gibi ”Mûsa'da bir işaret bıraktık" sözü de uygun değildir. Çünkü bırakmak, orada sürekli bırakmak anlamını ifade eder. Mûsa sürekli kalmadığına göre, onda yapılan şey nasıl kalsın? Onu apaçık bir delille Mısır'ın sahibi Firavun'a gönderdik. O delil, âsâmn yılan olması, elinin bembeyaz çıkması ve Mûsa (aleyhisselâm)'da görünen benzerî mucizelerdir. 39Tüm benliği ile yüzçevirdi yani Firavun imandan yüzçevirdi. ”Tüm benlik" diye terceme ettiğimiz ”rükn" kelimesi; yan, taraf manasınadır. Burada onun kendisi murad edilmiştir. Çünkü çok kere, bir şeyin yanı ve tarafı ile tüm benliği ifade edilir. Sıhah'da: ”Bir şeyin rüknü, onun kuvvetli tarafıdır. İnsana nispetle omuz gibidir," denilmektedir. Âyetin ”mülk ve askerlerinden, kendileri ile kuvvet buldukları ile yüzçevirdi" anlamına geldiğini söyleyenler de olmuştur. Çünkü rükn, insanın kendisine dayandığı şeydir. Ve: 'O bir sihirbaz veya delidir,' dedi. Bilindiği gibi delilik aklın bozulması ve gitmesi anlamınadır. Sanki Mûsa (aleyhisselâm)'nın ellerinde meydana gelen harikulade halleri, cinne nispet etmiştir. Ancak onun kendi ihtiyarı ve gayreti ile mi, yoksa başka bir şeyle mi meydana geldiğinde tereddüt etti. Onun için ”sihirbaz veya deli" dedi. Ebû Ubeyde, ”veya" anlamındaki bağlacın ”ve" anlamında olduğunu, çünkü Hazret-i Mûsa'yı sihirbazlık ve deliliğe birlikte nispet ettiklerini söyler. Bu, ”Yüz bin veya -ya da ve- daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik." (Saffât: 147) mealindeki âyete benzer. 40Biz onu ve ordusunu tutup denize attık. Yani sizden birinizin çakıl taşlarını avucuna alıp da denize attığı gibi, çok olmalarına rağmen onları Kızıldeniz'e fırlattık. O, kendisini kınayıp duruyordu. Yani Biz onu, büyük veya küçük kınanılacak şeyleri yaptığı halde yakaladık. Çünkü her günahkâr, günahı nispetinde kınanır. 41Âd kavminde de ibretler vardır. Onlara, yani doğrudan kendilerine, kendilerine bağlı olarak da evlerine ve mallarına kasıp kavuran rüzgârı gönderdik. ”Kasıp kavuran" diye terceme ettiğimiz ”akîm" kelimesinin aslı ”ukm", Kâmus'da belirtildiğine göre, rahimde bulunan ve çocuk kabul etmeyen bir kütledir. Rüzgâr onları telef edip, köklerini kazıdığı için, yahutda yağmur meydana getirmek veya ağaçları aşılamak gibi bir hayır içermediği için bu kelime ile nitelenmiştir. Bahru'l-Ulûm'da şöyle denilmektedir: ”Herhalde insanları helak etmek suretiyle, rahimleri çocuktan kesmeye sebep olduğu ve onların arkalarında bir şey bırakmadığı için, akîm diye adlandırılmıştır. Bu, azap ve helâk rüzgârlarındandır. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin dediğine göre bu, ”Nukbâ"dır. Nukbâ: İki rüzgâr arasında kalıp yönünden sapan veya sabâ ve kuzey rüzgârları arasında kalıp yönünden sapan rüzgârdır. İbn Abbas'a göre ise bu rüzgâr ”Debûr'dur. Bu görüşü, Hazret-i Peygamber'den rivayet edilen şu hadis destekler: ”Ben Sabâ rüzgârı ile desteklendim. Ad kavmi ise Debûr ile helak edildi. Debûr, Sabânın mukabili olan rüzgârdır." Yani bu rüzgâr batıdan eser. Sabâ rüzgârı ise doğudan eser." Îbnu'l-Müseyyeb ise, buradaki rüzgârın güney rüzgârı olduğunu söylemektedir. 42Uğradığı hiçbir şeyi bırakmıyor, üzerinden estiği can, mal ve hayvan hepsini küle çeviriyordu. Yani ufalanmış, çürümüş hale getiriyordu. ”Ramım", kül haline gelen, çürüyen ve ufalanan kemik, bitki benzeri her şeydir. İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Âd kavmine gönderilen rüzgâr benim şu yüzüğüm gibi idi. Yani Akim rüzgârı yerin altındadır. Oradan, yüzükten çıkarıldığı gibi çıkartıldı ve Allah onunla Âd kavmini helak etti." 43Semûd kavminde de yani Sâlih kavminde de ibretler vardır. Ya da, onlarda ibret kıldık. Onlara: 'Bir vakte kadar dünya hayatından faydalanın' denilmişti. Yani azabın inme vaktine kadar ki o, çarşamba, perşembe, cuma günlerinin sonlarıdır. Çünkü onlar, çarşamba günü deveyi kestiler, cumartesi günü de bir kuvvetli ses ile helak edildiler. ”Yurdunuzda üç gün daha yaşayın." (Hûd: 65) âyeti bunu tefsir etmektedir. Denildiğine göre Sâlih (aleyhisselâm) onlara: ”Yarın yüzleriniz sararacak, yarından sonra kızaracak, üçüncü gün ise simsiyah olacak. Sonra da size azap gelecek," dedi ve aynen öyle oldu. Onların renklerinin, anlatıldığı şekilde değişmesi, hallerinin her gün daha kötüleşmesi idi. Şüphesiz beyaz, önce sararır, sonra kızarır, sonrada kararır. Siyahlık kafir ve celâl renklerindendir ve cehennem rengidir. Çünkü cehennem siyahtır, karanlıktır. Onlar, helak esnasında, cehennem rengine dönüştüler. Çünkü karargâhları orasıdır. Oradan Allah'a sığınırız. 44Rablerinin emrine karşı azgınlık ettiler. O'na uymaktan kibirlenerek imtina ettiler. Rablerinin emri, Sâlih (aleyhisselâm)'in lisanı üzere emrolundukları şeylerdir. O da: ”Allah'a kulluk ediniz" ve ”Onu bırakınız, Allah'ın arzından yesin." (Araf: 73) âyetinde ifade edilmiştir. Ya da maksat, Allah'ın şanıdır ki o da dinidir. Yahut da onların azgınlıkları, Rablerinin emri dolayısıyla oldu. O da, kendisine kulluk etmeleri ve deveyi kendi haline bırakmalarını emretmesidir. İşte onların azmalarının sebebi bu idi. Bu yüzden bakıp dururlarken... Yani o sayhayı gözleri ile görürlerken, çünkü o, güpegündüz gözlerinin önünde geldi, onlar gözleriyle ona bakıyorlardı. Bu cümlede ”saika" mn, hakiki mânâsı olan yıldırım anlamında kullanıldığının tercih edildiği görülmektedir. Çünkü o ortaya çıktığında gözleri ile gördüler. Ses ise görülmez, işitilir. Zahir olan şu ki, yıldırımla birlikte Cebrail (aleyhisselâm)'in sesinin de bulunması mümkündür. Buna engel bir durum yoktur. Bir başka izaha göre ”bakmak" tan maksat, beklemektir. Yani onlar, vaadolundukları azabı bekliyorlardı. Çünkü o günlerde renklerinin değişmesinden dolayı onun ineceğinin işaretlerini gördüler. Bu ifade: ”Onlar bakıp dururken yani hayret içerisinde iken sesi duydular," şeklinde de izah edilmiştir. Kendilerini o korkunç gürültü alıverdi. (7) Denildi ki: Sâlih (aleyhisselâm)'in açıkladığı; yüzlerinin sararması, kızarması ve kararması gibi alâmetleri görünce onu öldürmeye yeltendiler. Allahü teâlâ onu Filistin arazisinden kurtardı. Dördüncü günün kaba kuşluk vakti gelince koku süründüler özel bir deri ile kefenlendiler ve: ”Zulmedenleri de o korkunç ses yakaladı" (Hûd: 67) âyetinde açıklandığı üzere Cebrail (aleyhisselâm)'in korkunç sesi geldi ve helak oldular. Burada ”saika" dan maksat, ”feryad, ses" tir, gerçek anlamı değildir. Bu kelimenin gerçek mânâsı yıldırımdır. 7- Gürültü diye terceme edilen kelimenin, gerçek mânâsı yıldırımdır ve birçok müfessir kelimeyi o anlamda almışlardır. Bursevi kelimeyi ”ses" diye tefsir ettiği için bu şekilde terceme ettik. (Mütercim) Bu kelimenin izahı sadedinde şöyle diyenler de olmuştur: ”Onlara gökyüzünden korkunç bir ses geldi." Denilmiştir ki: ”O seste, yıldırımın ve yeryüzündeki her şeyin sesi vardı. Göğüs kafeslerinde kalpleri parçalandı." Bazı âlimler ise, onların, gerçek anlamda yıldırımla helak edildiklerini, gökyüzünden bir ateş inerek onları yaktığını söylerler. 45Ayağa kalkmaya güçleri yetmedi. Bu. Cenabı Allah'ın şu âyetine benzer: ”...Yurtlarında diz üstü çöke kaldılar" (A'raf: 78; Hûd: 67) Yapışıp kaldılar. Kaçmayı bırakın, ayağa kalkmaya ve hareket etmeye bile güçleri yetmez. Yardım görenler de olmadılar. Yani azaptan kendi., kendilerine korunamadıkları gibi, başkalarından da yardım görmediler. 46Bu helak edilenlerden daha önce Nuh kavmini de helak etmiştik. Çünkü onlar fâsık yoldan çıkmış bir kavim idiler. Helaklerine sebep olan küfür ve isyanda haddi aştılar. Bil ki, Allahü teâlâ peygamberler gönderdi, şeriatlar indirdi, sınırlar koydu. Sen Allah'ın çizmiş olduğu sınırı aştığın zaman fâsık olursun, şeytana itaat edersin. İsyan anında mü'minlere destek olan melek senden uzaklaşır. İnsan, kendi haline bırakılır ve şeytanın eline düşerse helak olmuş demektir. 47Göğü, gücümüzle Biz kurduk, şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz. Âyet-i kerîmedeki ”musi"' kelimesi, takat anlamındaki ”vüs'“ kelimesinden türemiştir. ”Mûsi'" infaka muktedir mânâsındadır. Âyetten maksadın, ”gökyüzünü genişleten" veya ”gökyüzü ile yer arasında geniş bir boşluk yaratan" ya da ”rızkı genişleten" olması muhtemeldir. ”Gökyüzünde rızkınız var." (Zâriyât: 22) âyeti bu son ihtimale delâlet eder. 48Yeri de Biz döşedik. Ne iyi döşeyiciyizî 49Her şeyden mevcudattaki her cinsten veya hayvanlardan çift yarattık. Yani erkek ve dişi, gök ve yer, gece ve gündüz gibi iki sınıf, iki nevi yarattık. Umulur ki siz (bütün bunları) düşünüp öğüt alırsınız. Bütün bu gökyüzünü kurmak, yeri döşemek, çiftleri yaratmak gibi işleri siz düşünesiniz de, o Allah'ın her şeyi yaratan, rızkını veren, ibadete lâyık olan, hepsini tekrar yaratmaya muktedir olan olduğunu bilip de gereğince amel edesiniz diye yaptık. 50O halde Allah'a koşuşun! Ey Rasûlüm Muhammed! Kavmine şöyle de: ”Durum böyle olduğuna göre, iman ve tâatle, bu Yüce Allah'a koşuşun! Böylece O'nun cezasından korunmuş ve sevabına nail olmuş olursunuz. İman ve tâate sarılmak konusundaki emrin, ”koşmak" kelimesi ile ifade edilişi, insanların gerisinde, kaçmaları gereken bir cezanın varlığına dikkat çekmek içindir. Ben size O'nun tarafından (gelen) açık bir uyarıcıyım. Hazret-i Peygamberin, Allah tarafından açık mucizelerle gönderilen bir uyarıcı olduğu açıktır. Ya da Hazret-i Peygamber korkutulan azabı açıklayan bir uyarıcıdır. Allah'ın, Rasûlüllah'a, insanları azabından kendisine koşmaya emretmesi için olan emrinde ve onun kendisi tarafından değil, Allah katından gelen bir uyarıcı olduğunu bildirmesinde, mü'minlerin kaçtıkları şeyden kurtulacakları ve istenileni elde edecekleri vaadi vardır. 51Allah'la birlikte, başka bir tanrı edinmeyin. Allah'a koşmakla emirden sonra, cezanın sebebi olan şeyden kaçmayı emretmiştir. Sanki şöyle denilmektedir: Allah'la birlikte başka bir ilâha inanmaktan veya başka bir ilâhın varlığını söylemekten kaçınınız. Şüphesiz ben size O'nun tarafından gönderilmiş açık bir uyarıcıyım. Bu, önceki azaptan Allah'a koşmasını te'kiddir. Ama tekrar yoluyla değil, sebebinden yasaklayıp, ondan kaçmanın gereğine işaretledir. 52İşte böyle yani eski milletlerin peygamberleri ile olan münasebetleri ile Kureysin ve müşrik Arapların peygamberlerini yalanlamaları ile, ona sihirbaz veya deli demeleri arasındaki ilgi budur. Onlardan öncekilere bir peygamber gelmeye görsün. Hemen: 'O sihirbaz veya delidir' dediler. O halde sen de, kavminin seni yalanlamasından dolayı ümitsizliğe kapılma. 53Bunu birbirlerine vasiyet mi ettiler! Peygamberler hakkında söylenmesi bir tarafa, aklı olanın zihninden bile geçmeyecek bu tüt: çirkin sözlerde, -zamanlarının farklılığına rağmen- ittifak etmelerine şaşılır. Gerçekten onların yadırganacak halleri vardır. Doğrusu onlar azgın bir kavimdir. Bu ifade ile onların şer üzerine ittifaklarından, ve zamanlarının farklılığına ve aynı dönemde yaşamış olmamalarına rağmen, birbirlerine bu kötü şeyleri tavsiye etmelerinden daha kötü ve daha çirkin olan hallerini ortaya koydu. O da: Bu çirkin, kelimelerin, herbirinden çıkmasının, kendilerinden öncekilerin vasiyetinden değil, kendi kötü cibilliyetlerinden olduğunu bildiren ve tümüne şamil olan azgınlıklarıdır. 54Sen onlara aldırma. Bu yüzden kınanacak değilsin. Onlarla cedelleşme. Onları defalarca davet ettin, sırf kibirlenerek ve kasılarak kabul etmediler. Sen bütün gayretini sarfettikten ve hatta çok daha ileri gittikten sonra, onlarla, mücadeleyi bıraktığın için kınanacak değilsin. 55Sen öğüt ver. Yanı, insanlara vaaz ve nasihat et. Ya da hatırlatma ve öğüdü yap. Bunları tümüyle bırakıverme, Şüphesiz öğüt, mü'minlere fayda verir. Yani Allah'ın iman edeceklerini takdir ettiklerine veya fiilen iman edenlere fayda verir. Çünkü öğüt, onların basiretini artırır, imanlarını kuvvetlendirir. Söz ancak, kabiliyeti olanlara ve dinlemeye hazırlananlara fayda verir. Bundan ötürü Allahü teâlâ : ”Şüphesiz bunda aklı olan ve hazır bir vaziyette kulak veren için bir öğüt vardır" (Kaf: 37) buyurmuştur. 56Ben, cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler dîye yarattım, Kulluk anlamına gelen ”ibadet", ubûdiyyetten daha üstündür. Çünkü ubûdiyyet, tevazu göstermek, zaaf izhar etmektir. İbadet ise, bu hallerde son noktaya ulaşmaktır. Bu dereceyi de ancak fazilette zirveye ulaşanlar elde ederler. Âyette cinlerin yaratılışının insanlardan önce anılması, onların gerçekte insanlardan önce yaratılmış olmalarından dolayıdır. Allah'a ibadet için yaratılmalarından maksat, O'na ibadete tam anlamıyla yetenekli ve muktedir olarak yaratılmış olmalarıdır. Üstelik ibadet onlardan istenmektedir. İbadet, Allah'ın kullarına bir lütfudur. Bazı âlimler ”kulluk etsinler" sözünü, ”tanısınlar" şeklinde tefsir etmişlerdir. Bahru'l-Ulûm'd'd bu âyetle ilgili olarak şöyle denilmektedir: ”Bu iki güruhu ancak ibadet etsinler diye yarattım. İbadet, kulun emir ve yasaklardan mükellef tutulduğu şeyleri eksiksiz yapmasıdır. Ya da âyet onları, kendilerinden kulluk istemek için yarattım, şeklinde anlaşılmalıdır. Gerçekten de Allahü teâlâ peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği kitaplarında bu her iki gruptan da ibadet istemiştir. Ehl-i sünnet âlimleri bu âyeti, talebi olan teklifi bir emir olarak kabul etmişler, irade ile ilgili bir emir saymamışlardır. Öyle olsaydı, Allah'ın murad ettiği şey hemen tahakkuk ederdi. Eğer olmayacağı bilinen bir şeyi emretmenin ne faydası olabilir? şeklinde bir sual gelirse şöyle cevaplayabiliriz: Bunun faydası, teklifi kabul yeteneği olanla öyle olmayanın arasını ayırmaktır. Bu da saadet ve şekavetin ve bunlara ehil olanların açığa çıkması içindir. İbn Melek, insan ve cinlerin çoğu ibadet yapmadığı halde, ibadet nasıl yaratılış sebebi olabilir? şeklindeki bir soruyu şöyle cevaplamıştır: ”Burada söz konusu olan müminlerdir. Nitekim İbn Abbas'ın ”Ben mü'min olan cinleri ve insanları, ancak ibadet etsinler diye yarattım" anlamına gelen kıraati, buna delildir. Ya da maksat, mutlak ibadettir. İnsanların ve cinlerin ibadetle mükellef tutulmaya kabiliyetli oluşlarıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ”Her doğan (İslâm) fıtratı üzere doğar," buyurmuştur. Özetle denilebilir ki: İnsanlar ve cinler, hilkaten ve zorlayarak değil, teklifi ve ihtiyarî olarak kulluk için yaratılmışlardır. Allah kimin yolunu düzeltir ve muvaffak kılarsa, yaratılış gayesi olan ibadeti yapar. Kimi de rahmetinden uzaklaştırıp, rüsvây ederse, ondan mahrum olur, o da kendisi için yaratılan şeyi yapar. Bir hadiste: ”Amel ediniz. Herkese kendisi için yaratıldığı şey kolaylaştırılır," buyurulmuştur. Kulun, Rabbine ibadet etmesi, yaratanına karşı muhtaç ve mütevazi olmasıdır. Bu da Rabbin in yapılmasını emrettiği şekilde farz, vacip, sünnet ve müstehapları yerine getirmekle olur. Farzları tam olduğu zaman -ki tam olması da farzdır- iki farz arasında nafilelerle meşgul olur. Hiçbir amelini küçük görmez. Çünkü Allah onu yarattığı ve emrettiğ zaman küçümsememiştir. Allah seni bir şeyle mükellef tutmuşsa mutlak surette onu önemsemek de bu emre dahildir. Kul, farzlara devam ettiği zaman, Allah'a, O'na en iyi yaklaştıran şeyle yaklaşmış olur. Sahih bir kudsî hadiste şöyle buyurulmuştur: Allahü teâlâ : ”Kulum Bana, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli olan bir şeyle yaklaşmamıştır. Kulum Bana nafilelerle yaklaşır, Ben de onu severim. Onu sevdiğim zaman, işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli ve yürüdüğü ayağı olurum. Benden isterse veririm. Korumamı isterse korurum. Ben, yapacağım hiçbir şeyde, kulumun ruhunu kabzetmekteki tereddüdüm gibi tereddüt etmedim. Çünkü o ölümü hoş karşılamaz. Ben de onun üzülmesini hoş görmüyorum." Allah'a başta farzlarla, sonra da nafilelerle yaklaşılır. Allah sevgisinin hasıl ettiği şu sonuca bakın. Allahü teâlâ kulunu, kulağı, gözü, eli ve ayağı olmak suretiyle güçlendiriyor. Bunlara bakınız da bu ilâhî sevgiyi gerçekleştirecek farzlara ve nafilelere devam ediniz. Nafile ancak farzlar tamamlandıktan sonra sahih olur. Nafileler içerisinde, farzların cinsinden, farzları tamamlayanlar vardır. Sahih bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: ”Allahü teâlâ meleklere, kulumun namazına bakınız. Tamam mı, noksan mı? der. Eğer tamamsa, o tam diye yazılır. Eğer bir noksanlık varsa, kulumun nafilesi var mı? bakınız der. Eğer varsa, kulumun farzını, nafileden tamamlayınız, buyurur." Bilmiş olunuz ki, bizim Hazret-i Peygambere uymakla emretmemiz güzel bir sünnettir. Hem emrettiğimizden dolayı, hem de başkaları tarafından yapılmasından dolayı ecir alırız. Bir şeyi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yapmadığı için, ona uymak maksadıyla terketmemiz, onu âdet edinip yapmamızdan daha sevaptır. Çünkü Hazret-i Peygamber ümmetini çok şeyle mükellef tutmaktan hoşlanmazdı. Oysa olmayan bir şeyin sünnet oldunu söylemek başkalarına külfet yüklemek olur. Rasûlüllah, tâat ve ibadete bizden daha fazla düşkündü. Ama bize hafiflik olsun diye bazı amelleri terkederdi. O halde diyoruz ki: Hazret-i Peygamber'e yapmadığı şeylerde uymak, yani onun terkettiğini yapmamak, onu âdet edinmekten daha sevaptır. Öyleyse durumunu bu söylediğimiz şekilde ayarla. Rivayete göre Ahmed b. Hanbel karpuz yemezmiş. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda: ”Rasûlüllah'ın karpuzu nasıl yediğine dair bir haber bana ulaşmadı," demiş. Yani kendisine karpuz yemenin keyfiyetine dair bir haber ulaşmadığı için onu terketmiş. İşte bu gibi faziletlerle İslâm bilginleri diğer ümmetlerin âlimlerinden üstün olmuştur. Bu büyük âlim, Allahü teâlâ 'nın şu âyetlerini iyi bilip, iyi anlamıştı: ”..Bana uyunuz, Allah da sizi sevsin..." (Âl-i İm ran: 31). ” ...Şüphesiz Rasûlüllah'la sizin için iyi bir örnek vardır." (Ahzâb: 21) Söz, fiil ve hal gibi sünnet olan şeylerle meşgul olmamızın sevabı, onları bilmemizden ve sayıp dökmemizden daha çoktur. Bu ümmet, Rasûlüllah'tan varid olandan başkasıyla mükellef olmadığına göre, biz nasıl ondan vârid olandan daha çok sünnet koyup durabiliriz? 57Ben onlardan, cinlerden ve insanlardan hiçbir zaman, ne kendim için, ne kendileri için, ne de başkaları için onların kazançları ile elde edecekleri rızık istemiyorum. Beni, kendilerini ve başkalarını doyurmalarını da istemiyorum. Bu âyet, Allah'ın kulları ile münasebetinin, efendilerin köleleri ile olan münasebetlerinden ne kadar yüce olduğunun beyanıdır. Çünkü onlar kölelere, kendilerinin geçimlerini kazanmakta ve rızıklarını teminde yararlanmak için sahip olurlar. Onlar içerisinde, rızkını elde etmek için kölelerinin çalışmasına muhtaç olanlar var. Bol mala sahip olup, kölelerinin çalışmasına muhtaç olmamakla birlikte, onlardan yemeğini pişirmek, hazırlamak gibi ihtiyaçlarını gidermesini isteyenler var. Allahü teâlâ ise bunların hepsinden müstağnidir, hiçbirisine muhtaç değildir. Kulların çalışmalarının, kazanmalarının menfaatleri sadece kendilerine döner. Mana şudur: Ben kulları, Benim ve kendilerinin rızkını tahsil için çalıştırmak istemiyorum. Aksine onların rızıklarını ve yaşamaları için gerekli olan şeyleri kendi katımdan lütfediyorum. Tâ ki onlar, yaratılışlarının sebebi olan Bana kullukla meşgul olsunlar. Ayette müşriklerin putlarına da tariz vardır. Onlar putlara yemek götürürlerdi. Onları bazan köpekler yer, sonra da putların üzerine işerlerdi. Bu hal yine de müşrikleri onlara ibadetten alıkoy mazdı. Ayrıca bu âyet, rızkın yemekten daha genel olduğuna delildir. 58Şüphesiz Allah, rızık veren ve güç kuvvet sahibi olandır. Bu âyet Allah'ın kullardan rızık istememesinin sebebidir. Rızka muhtaç olanlara Allah'tan başka rızık veren yoktur, anlamındadır. Çünkü O, tüm yaratıklarına karşı güç sahibidir. Bu, kendisinin doyurmak için çalışıp çabalamalarını istemeyişinin sebebidir. Çünkü işlerinde başkalarının yardımını isteyen âcizdir, güçsüzdür. İmam Gazali rahimehullah el-Esmâu'l-Hüsnâ Şerhinde şöyle demektedir: Allah'ın isimlerinden olan ”rezzâk", rızıkları ve rızıklananları yaratan, rızkı onlara ulaştıran ve onlardan yararlanma sebeplerini yaratan demektir. Rızık iki çeşittir: 1- Açık olan: Bunlar yiyecekler ve azıklardır. Bu dış görünüş olan bedenler içindir. 2- Gizli olan: Bunlar da marifet ve keşiflerdir. Bu da kalpler ve sırlar içindir. Bu rızık, daha şereflidir. Çünkü meyvesi ebedî hayatındır. Zahirî rızkın meyvesi ise, kısa bir süre için bedenin kuvvetidir. Yaratıkların her iki rızkını üstlenen ve insanlara ve cinlere ulaştıran Allahü teâlâ 'dır. Ama rızkı dilediğine yayar, dilediğine daraltır. Bu özellikten kulun alacağı nasip ikidir: 1- Bu özelliğin hakikatini ve ona sadece Allah'ın müstehak olduğunu öğrenmek, böylece Ondan başkasından rızık beklememek, sadece O'na güvenmek. Rivayete göre Hâtemu l-Esam'ma bir adam: ”Nereden yiyorsun?" diye sordu. Hâtem: ”O'nun hazinesinden," diye cevap verdi. Adam: ”Siz ancak söz söylüyorsunuz," dedi. Bunun üzerine Hâtem: ”Gökyüzünden sözden başka bir şey inmedi," dedi. Adam: ”Benim seninle tartışacak gücüm yok," deyince Hâtem: ”Çünkü bâtıl, hakka karşı durmaz," dedi. 2- Allah kişiye doğru yola ileten ilim, irşad eden lisan ve hayıra harcayan, tasadduk eden bir eli ihsan etti. Böylece sözleri ve hareketleri ile şerefli rızıkların gönüllere ulaşmasına vesile olur. Allah bir kulu sevdiği zaman, kulların ona olan ihtiyaçlarını artırır. Rızıkların kendilerine ulaşmasında Allah'la kullar arasında ne kadar vasıta olursa, bu sıfattan o ölçüde hazza nail olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Mal sahihi tarafından emrolunduğu şeyi gönül hoşluğu ile veren emin hazinedar (kasadar), sadaka verenlerin birisidir. (Kendi malından sadaka vermiş gibi savap alır.)" Kulların elleri, Allah'ın hazineleridir. Eli bedenlerin rızkının hazinesi, dili de kalplerin rızkının hazinesi kılınan kişi yüce lütfa maznar olmuştur. Yine Gazâlî ”Kavı" ve ”Metin" isimlerinin şerhinde şöyle demektedir: ”Kuvvet, tam kudrete; metanet de, kuvvetin şiddetine delâlet eder. Allahü teâlâ kudretin son noktasına kadar malik olması açısından 'kavı kuvvetinin şiddetli olması açısından da metindir. Bu da kudret anlamındadır." 59Şüphesiz zulmedenlere, Rasûlüllah'ı yalanlamak veya tasdik edecekleri yerde yalanlamak suretiyle, ebedî azaba arz ederek kendilerine zulmeden bu Mekke'lilere (eski) benzerlerinin azapları gibi azaptan pay vardır. ”Pay" diye terceme edilen ”Zenûb" kelimesi içi dolu büyük kova anlamındadır. Sakilerin, kova ile su taksim etmelerini ifade eden tabirden alınmıştır. O halde acele etmemi istemesinler. Yani, benden azabı getirmem için acele etmesinler. Çünkü onun için belli bir vade vardır. Takdir edildiği vakitte inecektir. Nadr b. Haris, azabın gelmesi için acele ederdi. Bedir gününe kadar mühlet verildi. Sonra aynı gün öldürüldü, cehennemi boyladı. Böylece önce öldürülmek suretiyle, sonra da cehennemle azabedildi. 60Vaadolundukları günlerinden dolayı... O gün. Bedir günü veya kıyamet günüdür. Bu anlayış, aşağıda gelecek sûrenin başındaki lâfızlara daha uygun düşmektedir. Bedir günü olduğu tarzındaki anlayış ise, daha önce geçen kısımla daha çok uyumludur. Çünkü o dünyevî azaptandır. Her ne olursa olsun azap gelicidir ve gelecek olan her şey yakındır. Nitekim şöyle denilmiştir: Akıllı olan, Allah'a âsi olarak kavuşmamak için O'na yönelmekte ve tevbede acele edendir. Ölüm konusunda ise acele etmez. Çünkü o zaten gelecektir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadiste şöyle buyurmuştur: ”Sizden biri ölümü temenni etmesin, gelmeden önce onu çağırmasın. Şüphesiz biriniz ölünce ameli kesilir. Çünkü mü'min ömrünü ancak hayırla artırır. (8) Yani kul iyi olursa, onun hayrının artacağı umulur. Allah ona tevbe etmeyi nasip eder. 8- Hadisi, Müslim, Zikir ve duâ konusunda 2682 numarada, Ahmed b. Hanbel Müsned'de, Buharı de benzerini rivayet etti. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 2/555; el-Fethıı'l-Kebîr,3/353. Kâfirlerin vay haline! ”Vay haline" diye terceme edilen ”veyl", azap, şekavet ve kederden daha şiddetlidir. Cehennemde bir vadinin adı olduğunu söyleyenler de olmuştur. Mahlukatın yaratıcısı Allah'ın yardımıyla Zâriyât Sûresi tamamlandı. |
﴾ 0 ﴿