TUR SÛRESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur, 49 âyettir.

1

Tûr'a... İbn Abbas (radıyallahü anh) Tûr'un, ot bitiren her dağa verilen isim olduğunu söyler. Bir şair şöyle demiştir:

Bazı çobanlar Tûr'a uğrasa

Tûr, üzerinde tek bir yaprak bile bitirmezdi.

Ayrıca bu dağda su kaynaklan ve başka faydalı şeyler bulunur. Tûr'un; yeryüzünü çepeçevre kuşatan dağ olduğunu söyleyenler varsa da meşhur olan, onun özel bir dağın adı oluşudur. O da, Tûr-i Sînîn'dir. Yani Medyen'deki kutsal dağdır. O dağda, Mûsa (aleyhisselâm) Allahü teâlâ 'nın kelâmını işitti. Bu yüzden Allahü teâlâ  o dağa yemin etti.

2

Bir düzen içerisinde

yazılmış olan

Kitab'a... Kitaptan maksat, Kur'an veya Hazret-i Mûsa'nın Levhalarıdır. Tûr'a uygun düşeni de bu ikinci anlamdır. Buradaki maksadın, Levh-i Mahfuz'da yazılı olanlar veya Hafaza meleklerinin yazdığı şeyler olduğunu söyleyenler de vardır ki bu kitaplar kıyamette, açılmış olarak getirilirler. Onu kimi sağından kimi de solundan alır. Bu âyetin bir benzeri de şudur: ”İnsanlar için, kıyamet gününde açılmış olarak önünde bulacağı kitabı çıkarırız." (İsrâ: 13)

3

Yayılmış ince deri üzerine Âyetteki, ince deri anlamında kullanılan ”rik" kelimesi, hayvan derilerinden, yazı yazmak için inceltilmiş olanıdır. Kamus'ta da bu anlamda olduğu ifade edilmiştir. ”Yayılmış" diye terceme edilen ”menşur" kelimesi de, üzerinde mühür olmayan açık şey anlamına gelir. Bu kelimeler, ifade ettikleri mananın önemine işaret veya insanların bilmedikleri şeyler olduğunu ifade için nekre (belirsiz) olarak kullanılmışlardır.

4

Beyt-i Mâmûr'a... Maksat Kâbe-i Muazzamadır. Mâmur oluşu, hacılar, umreciler ve ona yakın olmak için dışarıdan gelip yerleşen mücavirler iledir. Bir görüşe göre de, Beyt-i Mâmur, ”darâh" yani Kabe'nin hizasında semadaki bir beyittir. Oranın mamur oluşu, oraya gelen meleklerin çokluğudur. Çünkü orayı her gün yetmiş bin melek ziyaret eder, tavaf ederler, namaz kılarlar. Bir daha ebediyyen geri dönemezler. Orasının gökyüzündeki saygınlığı, Kabe'nin yerdeki saygınlığı gibidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Miraç'ta İbrahim (aleyhisselâm)'i sırtını Kabe'nin hizasındaki Beyt-i Mâmûr'a dayamış gördü. Melekler orasını ziyaret ediyorlardı.

5

Yükseltilmiş tavana... Yani yeryüzünden beş yüz yıllık yol mesafesinde yükseltilmiş gökyüzüne yemin ederim ki... Allahü teâlâ : ”Biz gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık." (Enbiya: 32) buyurmaktadır.

6

Ve dolu denize yemin ederim ki... Bu denizden maksat, birbirine bitişik ve ayrı tüm denizlerin aslı olan büyük okyanustur. Onun sahilleri bilinmez. Derinliğini de Allah'tan başkası bilemez. (1) Yeryüzündeki bütün denizler, onun hareket ve çırpınmasındandır.

1- Şüphesiz bu tefsir, müfessirin kendi dönemine aittir. Bugün, o zaman bilinmeyen çok şeyler bilinmektedir. (Mütercim)

Bazı müfessirler: ”Denizler kaynatıldığında..." (Tekvin: 6) âyetine dayanarak bunun ”kaynatılan deniz" anlamında olduğunu söylemişlerdir.

Rivayet edildiğine göre kıyamet günü Allahü teâlâ  denizleri ateş haline getirir. Cehennem ateşi onunla yakılır. Bir hadiste: ”Bir kimse denize ancak cihad, hac veya umre maksadıyla çıksın. Çünkü denizin altında ateş, ateşin altında da deniz vardır," (2) buyurulmaktadır.

2- Hadisi Ebû Davud tahrîc etmiştir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 3/361.

7

Rabbinin azabı mutlaka meydana gelecektir. Bu cümle daha önce geçen yeminin cevabıdır. Fethu'r-Rahmân'da bu azabın dünyevî değil, âhirette kâfirlere ait olan azap olduğu belirtilmektedir.

8

Onu engelleyecek hiçbir şey yoktur. Bu, ”Onu Allah'tan geri çevirmek yoktur." (Rûm: 43) mealindeki âyete benzer. Bu şeyler için yemin edilmesi, onların Allah'ın kudretini, ilminin kemâlini, kulların tüm yaptıklarını en ince noktasına kadar bilip kuşattığına işaret eden, haberlerinin -ki kendileri ile yemin edilenler bu kabildendir- doğruluğuna şehadet eden hikmetini bildiren önemli şeyler oldukları içindir.

Cübeyr b. Mut'ım şöyle der: ”Bedir esirleri hakkında Rasûlüllah'la konuşmak için Medine'ye geldim. Onu sabah namazında Tûr sûresini okurken buldum. Sesi mescidden dışarı çıkıyordu. ”Rabbinin azabı mutlaka meydana gelecektir" anlamındaki âyete varınca onu duyduğumda sanki kalbim eridi.

Bu olay gönlüme îslâmm ilk girişidir. Azabın inivermesinden korkarak Müslüman oldum. Bana azap inmeden, oturduğum yerden kalkmayacağımı zannediyordum.'"3'

Bu olayın bir benzeri de Erkâm'ın evine varıp da Hazret-i Peygamber'i ”Tâhâ" sûresini okurken dinlediğinde Hazret-i Ömer'in başına geldi. Kalbi yumuşadı ve Müslüman oldu. Kabule hazır kalpler en küçük şeylerden müteessir olurlar. Nasihatçi, Kur'an veya Allah Rasûlü ya da onun ihlâslı vârisi âlim olursa tesiri daha fazla olur. Ama kalp katı olunca Ebû Cehil'e faydası olmadığı gibi, ona öğüt de fayda vermez.

9

O gün gökyüzü sallanıp çalkalanır. Yani hareket eder, gider gelir. Bir başka izaha göre, değirmen taşının döndüğü gibi döner. İçinde yaşayanları geminin salladığı gibi sallar. Gökyüzünün sallanmasından maksadın, parçalarının birbirine girmesi, sakinlerinin -onlar meleklerdir- korkudan birbirleri üzerine yığılması ve karışması olduğunu söyleyenler de vardır.

10

Dağlar yürüdükçe yürür. Yeryüzünden silinir ve yok olur.

Bazı âlimler şöyle derler: ”Dağlar, bulutlar gibi hareket ederler. Bu hareket o günün dehşetinden yarılıp, sonunda atılmış pamuk haline dönerler."

11

O gün yalanlayanların vah haline! Yani bu sallanmanın, hareketin olduğu gün, durum böyle olunca vay onların haline! Çünkü o günün çetin azabı onlar için olacaktır. Bu cümle yalanlayanların dışındaki günahkârların da azaba uğrayacakları gerçeğine ters düşmez. Çünkü burada söz konusu olan çetin azap ”veyf, sadece Allah'ı, Rasûlünü ve kıyamet gününü yalanlayanlara mahsustur. Mü'minlerin asîlerine değil.

12

Onlar daldıkları batıl içerisinde, batıllar ve yalanlar içerisinde küfürleri ile meşgul olup

oynayanlardır.

13

O gün cehennem ateşine itilip atılırlar. Elleri boyunlarına bağlanarak ve alınları ayakları ile birleştirilerek yüzüstü şiddetle sürüklenip cehennem ateşine atılırlar. Zebaniler tarafından kendilerine:

14

'İşte dünyada iken bunu haber veren vahyi

yalanlamakta olduğunuz cehennem budur' denilir.

15

Bu büyü müdür? Bu, onları kınama ve azarlamadır. Dünyada iken Kur'an'a ”sihir" dedikleri için böyle denilmiştir. Sanki şöyle denilmektedir: ”Siz dünyada iken bu azabı haber veren Kur'an'a sihir diyordunuz. Onu tasdik eden cehenneme de sihir diyordunuz. Ahiret halleri ve onları görmek, onları haber veren peygamberlerin sözlerini tasdik etmektedir. Sizin şu gördüğünüz cehennem azabı haktır, gerçektir.

Yoksa siz görmüyor musunuz? Yoksa siz haberine karşı kör olduğunuz gibi, kendisine karşı da kör müsünüz? Ya da zannmızca dünyada iken gözlerinize set çekildiği gibi burada da mı set çekildi? Çünkü siz orada: ”Gözlerimiz boy andı, daha doğrusu bize büyü yapılmıştır" (Hicr: 15) diyordunuz.

16

Oraya giriniz, sıcaklığını ve şiddetini kıyaslayınız.

İster sabredin ister sabretmeyin. Çünkü sizin için oradan kurtuluş yoktur. Bu, onların umutlarını kesmek için söylenmiş bir sözdür.

Artık sizin için eşittir. Yani sabretseniz de sabretmeseniz de size fayda vermiyeceği hususunda -azabın def edileceği ve hafifletileceği hususunda değil- işittir. Sabır, fayda vereceği zaman gereklidir. O da sadece dünya hayatında olur. Dünyada taatlere sabreden, âhirette feryad etmez. Çünkü sabır, her ne kadar acı ise de sonu tatlıdır.

Siz ancak yaptıklarınıza karşılık cezalandırılacaksınız. Bu ifade ile sabredip sabretmeme arasında fark olmayışı açıklanmaktadır. Çünkü ceza, onların küfürlerine ve çirkin amellerine karşılıktır. Allah yalan söylemeyeceğine göre dünyadaki tehdidin gereği olarak vukuu kesindir. Dolayısıyla faydasının olmayacağı konusunda sabredip sabretmemek arasında fark yoktur.

et-Te'vîlât en-Necmiyye isimli eserde şöyle denilmektedir: ”Siz ancak dünyada iken yaptığınız hayır ve şerrin karşılığını görürsünüz. Âhirette yapacağınız sabır, itaat, baş eğme, ve duaya karşılık değildir. Çünkü onlardan hiçbirisi fayda vermez. Özetle onlara denilecek şudur: ”Orada alçaklıkça alcalin! Benimle konuşmayın artık. ” (Mü'minûn: 108)

17

Şüphesiz küfür ve isyanlardan korunan

müttakîler, Rablerinin kendilerine verdikleri ile zevk alarak... ”Zevk alarak" diye terceme ettiğimiz ”fâkihîn" kelimesi ile ilgili olarak Kâmus'ta şöyle denilmektedir: ” Fakılı" meyve sahibi, gönlü hoş, çok gülen, iyi yaşantı ile nimetlenen gibi manalara gelir.

"Rablerinin kendilerine verdikleri ile" cümlesi ile ilgili olarak da Fethu'r-Rahmân'da şöyle denilir: ”Allah'ın onlara nimet vermesi, onlardan razı olmasıdır. Çünkü nimete nail olan kişi bazan zahirî nimetler içinde kalır. Gönlü ise herhangi bir şeyle meşguldür. Allahü teâlâ  ”zevk alarak" buyurunca onların halinin sırf sevinç, neşe ve zevk olduğu nimetlerden lezzetten başka hiçbir şey almadıkları, bunların, acıyı, açlığı ve susuzluğu savmak için almadıkları açığa çıkmış olur."

Cennetler ve nimetler içinde olacaklardır. Yani en üst seviyede özellikleri olan cennetlerde, yahut da müttakîlere mahsus olan nimetler ve cennetler içerisinde olacaklardır.

Rableri onları cehennem azabından korumuştur. Bu âyette cehennem anlamında kullanılan ”cahîm" kelimesinin aslı olan ”cahme", ateşin parlamasının şiddeti manasındadır. Âyetin son kısmı bastaran ile birlikte ele alındığında şöyle bir mana ortaya çıkar: O müttakîler, Rablerinin kendilerine verdikleri nimetler ve cehennem azabından koruması sebebiyle zevk alarak cennetler ve nimetler içindedirler.

18

Bak. Âyet 17.

19

Onlara: Cennetteki görevli melekler tarafından sürekli olarak:

'Yaptıklarınıza karşılık yanyana dizilmiş olan koltuklara yaslanarak...

"Yanyana dizilmiş" diye terceme ettiğimiz ”masfûfe" kelimesinin, altın, gümüş ve cevherle süslenmiş anlamına olması da muhtemeldir. Âyette mü'minlerden herbirisi için birçok koltuk olduğu bildirilmektedir. Yani bu koltuklar yanyana sıralanmış, ziyaretçileri için hazırlanmıştır. Arkadaşını özleyince ziyaret eder.

Kelbî'nin dediğine göre bu koltuklar, birbirleri yanına dizilmiştir. Uzunlukları gökyüzünde yüz arşındır. Ziyaret esnasında onların üzerinde karşılanırlar. Birisi üzerine oturmak istediğinde alçalır ve katlanır. Oturunca asıl şeklini alıncaya kadar yükselir.

Afiyetle yeyip içiniz', denilir. Orada yemek, dünyada olduğu gibi hiçbir şekilde sıkıntı, şişkinlik, hastalık ve benzerî şeylere sebebiyet vermez.

Fethu'r-Rahman'da şöyle denilmektedir: ”Cennetin dereceleri ve nimetleri amellere göredir. Oraya girmek, ancak Allah'ın rahmeti iledir. Yemek, içmek ve sıhhat oraya girmekten sayılmaz. Kulların salih amelleri, Allah'ın nimet vermesini zorunlu kılmaz. Ama Allah o amelleri, daha önce takdir ettiği nimet vermenin bir nişanesi yapmış, mükâfat ve cezayı amellerdeki kazanca bağlamıştır.

(Ayrıca) Biz onları ceylan gözlü hurilerle evlendirdik. Bu kadınlara, güzellikleri gözleri kamaştırdığı için ”huri", gözleri geniş ve güzel olduğu için de ”îyn" denilmiştir. Râğıp buradaki evlendirmenin ”O cennetlikleri, hurilere yaklaştırdık" anlamında olduğunu, ”zevvecnâhüm huran=Onları hurilerle evlendirdik" tabirinin benzerinin Kur'an'da hiç geçmediğini, buna sebebin de oradaki beraberliğin bizim bildiğimiz dünyadaki nikâh ve benzeri şekillerle evlenmeden başka olduğuna tenbih olduğunu söylemektedir.

Fethu'r-Rahmândaki izah da aynıdır. Yani cennet yükümlülük yeri değildir. Cennetliklerin hurilerle evlenmelerinin şekli, aralarında nikâh akdi yapmaları ile değil, birbirlerini kabullenmeleridir.

20

Bak. Âyet 19.

21

İman eden ve nesillerinden imanda kendilerine uyan kimseler yok mu, işte Biz nesillerini de yani onların büyük ve küçük çocuklarını derece bakımından

onlara kattık. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Allahü teâlâ  müminin gözü aydın olsun (sevinci tam olsun) diye daha düşük seviyede de olsa, zürriyetini kendi derecesine yükseltir" (4) buyurdu, sonra da üzerinde durduğumuz âyeti okudu. Bu, küçük çocuğun ana babasından birisine tâbi olarak imanının varlığına hükmedileceğine işaret etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ  çocukları ahiret işlerinde babalarına tâbi ve onlarla bir kabul ettiğine göre dünyevî hükümlerde de onlara tâbi olmaları gerekir.

Fethu'r-Rahman müellifi şöyle der: ”Şüphesiz mü'minlerin büyük ve küçük çocukları, imanları sebebiyle kendilerine tabidirler. Büyükler kendi imanları ile küçükler de îslamda babalarına uymak suretiyle onlara tabidirler. Çünkü ana babalarından Müslüman olana bağlı olarak çocuğun Müslümanlığına hükmedilir. Bu, Ebû Hanife, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'in görüşüdür. İmam Malike göre ise çocuk, annesinin değil, babasının Müslüman oluşu ile, Müslüman sayılır. Çocuğun ebeveyninden birisi İslâm ülkesinde ölse, Ahmed b. Hanbefe göre -diğer üç mezhebin aksine- onun Müslümanlığına hükmedilir. Âlimler, mümeyyiz çocuğun, İslâmı kabul ediş veya dinden çıkışının muteber olup olmadığı konusunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Şafiî'ye göre çocuğun bu tasarrufları sahih değildir. Diğer üç imama göre sahihtir. ”

Onların amellerinden amellerinin sevabından

bir şey eksiltmeyiz. Oğulları, babalarına katmakla, babalardan bir şey eksiltmedik. Aksi halde dünyada ihtirasla onlara buğzederlcrdi. Âyette kastedilen mana şudur: ”Sevaplarının bir kısmını oğullarına verip de, onların amellerini eksiltmedik. Eksiltseydik, sevapları azalır ve dereceleri düşerdi. Ama biz sırf ihsan ve fazilet olarak oğulları da babalarının derecesine yükselttik."

İmam Muhemmed şöyle demiştir: ”İmam Âzam, müşriklerin ve Müslümanların çocuklarının ahiretteki durumları konusunda görüş beyan etmedi. Ama tercih edilen görüşe göre Müslümanların çocukları cennettedir."

Rivayet edildiğine göre ensardan birisinin çocuğu vefat etti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), cenazesine davet edildi. Âişe (radıyallahü anh): ”Ne mutlu ona, cennet serçelerinden bir serçe," dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ya da bundan başka mı? -Yani dediğine inanıyor musun? Hak, kesin söylenilenden başkadır.- Şüphesiz Allah cennet ve cehennemi yarattı. Onlardan her biri için de ehil yarattı," buyurdu.'5'

İbn Melek'in Meşârık Şerhinde belirtildiğine göre Hazret-i Peygamber, Hazret-i Âişe'yi muayyen bir grubun cennetlik olduğu yollu bir hüküm vermekten nehyetti.

Mevlâ Ramazan da Şerhu'l-Akâid'de şöyle demektedir: ”Muayyen birisinin cennetlik veya cehennemlik olduğuna şahitlik edilmez. Ama genel anlamda mü'minlerin cennetlik, kâfirlerin cehennemlik olduklarına şahitlik edilir. Çocukları için de durum aynıdır. Çünkü çocuklar, babalarına tabidirler. Günahsız olmaları sebebiyle çocukların cennetlik olduklarını söyleyenler de vardır."

Bir başka görüşe göre ise onlar ârâftadırlar. Bu görüşün gerekçesi şudur: ”Çocukların, son hallerinin ne olduğu kesin olarak bilinmediği için mü'min in çocuğu küçükken öldüğünde babasına bağlı olarak, iman üzere öldüğüne hükmedilir. Aksi halde babasının son haline tâbi kılınması gerekir. Oysa o belli değildir."

Hediyyetü'l-Mehdiyyîn adlı eserde belirtildiğine göre bazıları, müşriklerin çocuklarının cennetliklerin hizmetçileri oldukları görüşünü tercih etmişlerdir. Çoğunluk ise babalarına tâbi olarak onların da cehennemde olduğu kanaatindedir. Diğer bazı âl imlerse bu çocukların mükellef olmamaları sebebiyle cennette oldukları görüşünü benimserler. Bir grup da onların yerlerinin neresi olacağı konusunda görüş belirtmezler. İbn Melek'in Meşârık Şerhinde beyan ettiğine göre bu görüş daha kabule şayandır.

Bu mesele üzerinde bir de şu görüş vardır: Kıyamet günü çocuklara, akıl hastalarına ve fetret devrinde (peygamberin bulunmadığı dönemde) yaşayanlara kendi cinslerinden elçiler gönderilir. Onları imana davet ederler. Orada mü'min kendisini ateşe arzetmekle imtihan edilir. Daveti kabul edip kendisini ateşe atmaktan çekinmeyen kurtulur. Çünkü o gerçek ateş değildir. Ateşe girmek istemeyenler gerçek cehenneme atılırlar. Çünkü Allah'a isyan etmişlerdir.

Herkes kazandıklarına karşılık rehindir. Buradaki ”herkes"ten maksat, âkil baliğ mükellef olanlardır. Ayette geçen ”Rehin" kelimesi, borca güvence olarak konulan şeydir. Rehin, elde tutulup alıkonan şey olunca bu kelime, ne olursa olsun alıkonan her şey için istiare yoluyla kullanılmıştır. Sâlih amel, kişinin zimmetinde bir borç gibidir. Çünkü kendisinden bu istenmektedir. Kulun nefsi buna karşılık rehindir. Alacaklı alacağını tahsil etmedikçe rehin elinden alınamayacağı gibi, ameli sâlih Allah'a varmadıkça da kulun rehin olarak alınmış olan nefsi kurtulamaz. Buna göre âyetin manası şöyle olur: Herkes borcu olan ameli sâlih karşılığında Allah'ın nezdinde rehindir. Kendisinden istenildiği biçimde amel eder ve borcunu öderse, kendisini rehin olmaktan kurtarır. Aksi halde helak olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ka'b b. Ucre'ye bu anlamda şöyle buyurmuştur: ”Haram gıda ile beslenenler cennete giremezler. Haramdan meydana gelen her ete cehennem daha lâyıktır. Ey Kab b. Ucre! insanlar iki sınıftır: Nefsini satın alıp da azad eden, nefsini satıp da helak eden."(6)

Mukâtil şöyle der: ”Her kâfir, işlediği şirkten ötürü cehennemde rehindir. Mü'min, Allahü teâlâ 'nın şu âyetinden dolayı rehin alınmış olmaz."'71 ”Her nefis kazandığına karşılık rehindir. Ancak sağcılar müstesna." (Müddessir: 38-39) Âyetin bir başka veçhesi de şudur: Herkes yaptığına karşılık rehindir, yani daim, sabit, mukîmdir. İyilik yaparsa ebediyyen cennettedir, kötülük yaparsa sürekli olarak cehennemdedir.

22

Onlara canlarının çektiği meyve ve etten bol bol verdik. ”Verdik" diye terceme ettiğimiz ”emdedna" kelimenin kökü olan ”med", çekmek anlamınadır. Bu kelimeden türeyen ”el-imdâd" Kamusta, şöyle izah edilmektedir: ”İmdâd, eceli geciktirmek, ordunun başka bir guruba yardım etmesi, vermek, yardım etmek manalarınadır."

Âyeti kerimede kastedilen mana şudur: Onlar isteklerini açıklamasalar da, Biz onların isteklerini verdik. Canlarının çektiği çeşit çeşit nimetlerden, nimetlenmenin en başta gelenlerini zaman zaman onlara artırdık. Âyette, meyve anlamına gelen ”fakihe" kelimesi, sonu gelmeyen, yedikçe tekrar meydana gelen anlamını ifade edecek şekilde tenvirdi olarak kullanılmıştır. Âyetteki ”canlarının çektiği" cümleciği, tüm et çeşitlerine şamildir. Bir hadiste: ”Cennette canın kuş çeker. Hemen o kızarmış vaziyette önüne düşüverir," buyurulmaktadır.

Denildiğine göre, cennette kuş, kişinin önüne kızartılmış ve kurutulmuş olarak düşer. İnsan ondan yer, sonra kuş nehre doğru uçar.

23

Orada karşılıklı bardak alıp verirler. Yani cennetlikler cennette dostları ile, birbirlerine içerisinde içki dolu kadehleri tam bir istek ve iştiyakla alıp verirler. ”Ke's" kelimesi, içerisinde içki bulunan bardağın adıdır. Üzerinde yemek olmayan sofraya ”maide" denilmediği gibi, içerisinde içki bulunmayan bardağa da ”ke's" denmez. Ke's, mecazî olarak bardağın içerisindeki içkiye de denir.

Ama onda ne boş söz... Yani içerken, boş söz ve saçmalama yoktur. İçki esnasında boş ve düşük şeyler konuşmazlar.

İbn Atâ şöyle der: ”Yani yeri Adn Cenneti olan içki meclisinde boş söz yoktur. Orada içki sunanlar melekler, cennetliklerin içki içmeleri Allah'ı zikir, kokuları Allah katından hoş, mübarektir. Halk da Allah'ın misafirleridir."

Râğıb der ki: ”Lağv, sözün hesaba katılmayanı, düşünmeden söylenenidir. Bu, serçe ve benzeri kuşların sesi gibidir."

Ne de günaha girmek vardır. Yani failinin dünyada yaptığında günah sayılan yalan, küfür ve kötü söz gibi şeyleri de yapmazlar. Ama onlar sadece hikmet ve güzel şeyler söylerler, kerim kişilerin yaptıklarını yaparlar. Çünkü akılları başlarındadır.

24

Onların hizmetlerine verilmiş olan gençler etraflarında dönüp dolaşırlar. Yani özel hizmetçiler, cennetliklerin etrafında ellerinde kadehlerle veya hizmet için dolaşırlar.

Âyette ”onların hizmetçileri" denilmedi. Buna sebep, onların, dünyada kendilerine hizmet edenler sanıp da, dünyada birisine hizmet edenin, cennette de ona hizmetçi olacağı ve ona tabi olmaktan kurtulamıyacağı için üzülmesini önlemektir. Âyette, hizmetçiler anlamındaki ”ğılman" kelimesinin tenvinsiz olarak, nekre getirilmesi, cennete giren herkesin orada tanımadığı hizmetçiler bulacağını ifade içindir. Sa'dî el-Müftî'nin Havaşi'sinde böyle denilmektedir.

Sanki onlar (sedefte) gizlenmiş inci gibidirler. Yani onlar beyazlık ve şeffaflıkta sanki sedefte korunan incidirler. Çünkü o inci, el değmediği ve üzerine toz konmadığı için daha temiz, daha güzel ve nemlidir. Ya da maksat, onun hazine oluşudur. Çünkü ancak pahalı ve değerli şeyler hazineye konulur.

Bazı eserlerde şöyle denilmektedir: ”Cennette mevkii en düşük olan kimse, hizmetçilerinden birisine seslenir, kapısında bin tanesi 'buyur, buyur' diye cevap verir."

25

Onlar birbirlerine dönüp sorarlar. Yani birbirlerine hallerini, işlerini, Allah katında nail oldukları lütuf ve kerametleri sorarlar. Bu bir zevk ve ulaşabildikleri ölçüde o büyük nimeti itiraftır. Zaten bu, konuşmaya yeni başlayanların birbirine alışmaları için uyguladıkları meclis âdabıdır. Burada söz konusu olan, bir kısmının daima soran, diğerlerinin sorulan olması değildir. Her biri hem soran, hem de sorulandır.

26

Sorulanlar -ki onlar gerçekte hepsidir-

'Biz cennete girmeden

daha önce ailemiz arasında (bile) korkardık' derler. Yani bizler yufka yürekli, Allah'a isyandan korkan, O'na itaatta devamlı, sonuçtan endişe eden kişilerdik. Âyeti kerimede ”ailemiz arasında" kaydının konulusu, insanların aileleri arasında emniyette olacakları içindir. Yani onlar bu durumda bile korktuklarına göre, başka hallerde ve zamanlarda öncelikle korkarlar.

Ben fakir derim ki: Açık olan şu ki, bu söz, insanlar örfünde mevcuttur. Çünkü onlar, bizim kavmimiz ve kabilemiz arasında halimiz şöyledir, derler. Onlar, dünyada iken kabileleri ve sülaleleri arasında korku ve tedirginlik içinde idiler. Bu ifadede, ailelerinden bazılarının kendileri gibi olmadıkları ve bu yüzden mahrum olduklarına işaret vardır. ”Aile" kelimesinin, eşler, çocuklar, köleler, cariyeler, akrabalar ve dostlar olarak tefsir edilişi de buna delâlet eder.

27

'Allah bize rahmetle hakkı nasibetmek suretiyle

ihsan etti. Açık olan şu ki, ihsan ve inam, cennet ve nimetleridir. Nitekim âyetin devamı da buna delildir:

Ve (mesamata işleyen) kızgın rüzgârların azabından bizi korudu. Yani tüm mesamata işleyen cehennem azabından bizi korudu. ”Mesamat": Ağız, boğaz, kulak gibi vücuttaki deliklerdir. Mesamata işleyen sıcak rüzgâr demek olan ”semâm" cehenneme ad olmuştur. Çünkü cehennemin harareti, kızgın rüzgâr gibi mesamata girer. el-Müfredât'da ”Semûm, zehir etkisi yapan kızgın rüzgâr" diye tarif edilir.

28

Gerçekten biz önceden Allah'a kavuşma ve O'na dönmeden, yani dünyada

O'na duâ ederdik. O'na ibadet eder veya bizi korumasını isterdik.

Şüphesiz iyilik eden, çok merhametli olan O'dur'. Kendisine ibadet edildiğinde sevap verir, kendisinden bir şey istenildiğinde icabet eder.

Râgıb der ki: ”el-Berru", yeryüzü demektir. Bundan genişlik manası anlaşılır. Aynı kökten alınarak hayır işlemedeki genişliğe de ”berr" denilmiştir. Bazen de bu kelime, Allah'a nisbet edilir. Bu âyetteki ”înnehû hüve'l-her-ru'r-Rahîm=Şüphesiz iyilik eden, çok merhametli olan O'dur" gibi. Bazen de kula nisbet edilerek ”berra'l-abdü Rabbehû: Kul Rabbine çok (geniş) taatta bulundu," denilir. Allah'ın ”menn"i (ihsanı) sevap, kulun ”menn"i de taattir.

Şerhu'l-Esma'da şöyle denilir: ”Allah'ın 'Ber ve rahim', yani iyilik eden ve merhametli olduğunu bilen kişi, büyük küçük her şeyde O'na rağbet ederek döner. Allah'ın rahmet ve iyiliği de ona yeter.

29

(Ey habibim!) Sen öğüt ver. Yani sana indirilen Kur'an'dan ve âyetlerden, müşriklere öğüt vermeye devam et. İşe yaramaz batıl sözlerine üzülme.

Sen Rabbinin lütfuyia peygamberliğinin doğruluğu ve ileri akıllılığınla nimetlendirilmiş olman sebebiyle, o Allah kahredesilerin dedikleri gibi

kâhin de değilsin. ”Onlar senin için, vahye dayanmaksızın uydurup istikbalde ne olacağını haber verendir," diyorlar. Yahut da mana: ”Sen sürekli nimetlendirilip dururken kâhin değilsin," demektir.

Müfredatta Kâhin şöyle açıklanmaktadır: ”Kâhin: İleride olacak olan haberleri bir nevi tahminle bilip haber verendir. Arrâf da, geçmişte olan gizli olayları haber verendir." Bu iki hüner hata da, isabet de eden zanna dayandıkları için Hazret-i Peygamber: ”Arrâfa veya kâhine gelip de onun dediğini tasdik eden, Muhammed'e indirileni inkâr etmiştir," buyurmuştur.(8)

Deli de değilsin. ”Deli": Aklı tümüyle giden veya bozulan kişidir.

Ben fakir derim ki: Âyeti kerimede, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şerefini olabildiğince yüceltmek vardır. Çünkü Allah cevap vermekte onun yerine geçmiş ve kâfirleri bizzat kendisi reddetmiştir. Ayrıca âyette onun gerektiği şekilde bildiğinin açıklanması vardır. Çünkü valiye bağlı olan hatırlatma ve öğüt vermenin gereği, her ne kadar aklın olgunluğu ve sözde doğruluk ise de bu, Rasûlüllah'ın kâhin veya mecnun olmadığını gerektirir. Âyetteki bu ifade tarzı, zahiri hâle nisbetledir. Çünkü, şüpheyi gidermek ve tasdiki perçinlemekten uzak değildir. Bunun benzeri şehadet kelimesidir; çünkü ”lâ ilahe: ilâh yok" sözü, bazı zansebeplerin zanlarını ortadan kaldırır. Aksi halde sadece isbat, yani ”Allah var" demek yeterdi. Allah yardımcıdır.

30

Yoksa onlar: Bu âyetlerde tekrarlanan ”yoksa" anlamındaki ”em"“aksine, bilakis" gibi anlamlara gelen ”bel" ve münkatî hemze yerinedir. Hemze de, inkâr ifade etmektedir. Yani ”mesele onların dediği gibi değil" manası kastedilmiştir.

Beğâvî, Halil'den, onun: ”Tür süresindeki bütün ”emler istifhamdır, atıf (bağlaç) yani münkati değildir," dediğini nakleder. Burhânu'l-Kur'an'da da şöyle denilir: ”Tûr sûresinde 'em' on beş kere tekrar edildi. Bunların hepsi ilzam etmektir yani delil gösterip susturmak, mat etmektir. Muhataptan bunlara cevap istenmemektedir."

Aynü'l-meânî'de de: 'Em burada on beş tanedir ve hepsi sorudur. Dört tanesi tahkik için olup 'bel' anlamında kınamak ve azarlamak içindir. Bu anlamdakiler şu âyetlerdekilerdir: ”Yoksa onlar: 'O bir şairdir derler." (Tûr: 30); ”Yahut: 'Onu kendisi uydurdu mu derler?" (Tûr: 33); ”Yoksa onlar azgın bir topluluk mudur?" (Tûr: 32) ve ”Ya da onlar bir tuzak mı kurmak istiyorlar?" (Tûr: 42)

Bu âyetlerden ilk ikisinde belirtileni söylediler, diğer ikisindekileri de yaptılar. Öbür 'em' ler inkâr içindir."

Bazı âlimler ise: ”Bu sûredeki bütün ”em"lerin bağlaç olmayıp, soru edatı olduğunu, Allah'ın cevaplarını bildiği halde sırf onların suçlarını yüzlerine vurmak ve kınamak için sorduğunu söylemekte; bunu, bir adamın başka birisine, onun cehaletini bildiği halde ”Sen cahil misin?" demesine benzetmektedirler."

'O bir şâirdir... derler. Onlar Hazret-i Peygamber'in tebliğine karşılık bir ücret umduğunu zannettiler. Bu yüzden Allahü teâlâ : ”De ki: Buna karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum," (Furkân: 57) buyurmuştur. Onlara göre Hazret-i Peygamber bir şairdi. Şair de genelde şiirine karşılık bir mal isterdi. Ayrıca şiiri bir seviyesizlik saydıkları için Kur'an'a şiir diyorlardı. Maksatları ona önem vermemekti.

Burada onların şiiri Kabe'nin duvarına asacak kadar meşhur bir toplum olmalarına rağmen onu nasıl seviyesizlik sayabilirler? şeklinde gelebilecek bir itiraza karşılık şöyle deriz: Bu, onların aşırı inatlarındandır, yahut da ilk anda hatiplerin izlediği yola uygun olduğu içindir. Ya da bunu şâirler yalan söylemekte kâhinler ve delilerle birlikte mütalaa olundukları için söylemişlerdir. Nitekim bir meselde: ”En güzel şiir en çok yalanı olanıdır," denilmiştir.

Müşrikler Hazret-i Peygamber hakkında şöyle derlerdi: ”Biz, şiiri ile bize üstün geleceği endişesi ile şu anda ona karşı durmuyoruz. Diğer şâirlerin öldüğü gibi onun da ölmesini bekliyor ve sabrediyoruz. O zaman arkadaşları dağılır. Zaten babası gençken öldü. Onun ölümünün de babasının ölümü gibi olacağını umuyoruz." Bu mana âyetin devamı olan şu lâfızlarda görülmektedir:

Onun, zamanın musibetlerine uğramasını bekliyoruz' mu diyorlar? ”Musibetler" diye terceme ettiğimiz ”rayb", nefsi üzen yani zamanın değişmesi ve olaylarından nefiste rahatsızlık ve üzüntü meydana getiren şey demektir. ”Zamanın musibetlerine uğramasını bekliyoruz" sözünde musibeti, şüphe anlamına da gelen ”rayb" kelimesi ile ifade etmesi, onun bizatihi varlığından şüphe edildiği için değil, meydana geleceği vakitte şüphe edildiği içindir. İnsan, vukuu açısından değil, meydana geleceği vakit açısından sürekli olarak ölümden şüphe içindedir. ”Zaman" diye terceme edilen ”el-menûn" kelimesi ayrıca, ölüm ve çok başa kakan manalarına da gelir. Nitekim bazı âlimler tarafından bu âyetteki ”el-menûn" un ölüm, ”rayb" ın da ölüm acıları anlamında olduğu da söylenilmiştir. Müfredat'ta ölüme ”menfin" denilmiştir. Çünkü o, sayıyı azaltır, kuvveti keser denilmektedir.

Bu açıklamalardan sonra âyetin şu anlamlara ihtimali olduğunu söyleyebiliriz:

a- Yoksa onlar zamanın musibetleri gelsin de Züheyr, Nâbiğa, Tarfe ve benzeri diğer şairler gibi helak olsun diye bekliyoruz mu derler?

b- Babası gençken öldüğü gibi ona da ölüm acılarının gelmesini bekliyoruz mu derler? Bu arzu, çocukların okulda elinden kurtulmak için hocalarının ölmesini istemelerine benzer. Dindeki muallimlerinin ölmesini isteyen ve kesin iman ve bilgiyi elde edemeyenlerin vay haline!

31

De ki: 'Bekleyiniz, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.'

Sizin, benim helakimi beklediğiniz gibi ben de sizin helakinizi bekleyenlerdenim. Buradaki ”bekleyiniz" emri, karşıdakileri tehdit içindir.

Râğıb, beklemek anlamına gelen ”terabbus" kelimesinin bir şahsın ister ucuz olsun ister pahalı almak istediği bir malı beklemesi veya olmasını ya da zevalini gözettiği bir şeyi beklemesi anlamına geldiğini söyler. Bu ifadede müşriklerin helak edilecekleri vadedilmektedir.

Âyetin tefsiri sadedinde şöyle denilmiştir: ”O müşriklerin tümü Hazret-i Peygamberden önce öldüler. Zamanımızda da (müfessirin zamanı) vezirlerden biri, bir veliyi küçümsemedi ve sürgün etti. Onun ölmesini bekliyordu ama kendisi ondan önce korkunç bir şekilde, yanında binlerce insanla birlikte katledildi."

Âyet yapılan işlerde, yaratıkları Allah'a davette, kullar üzerinde meydana gelen şeylere karşı Allah'a tevekkülde ve hoşlanılsın hoşlanılmasın tüm hükümlerine teslim olmada beklemeye işaret etmektedir. Çünkü her şey Allah'ın takdir ettiği şekilde cereyan eder.

32

Onlara bunu akılları mı emreder, yani onların bu sapık ve çelişkili sözlerini bırak, onlarda bundan daha çirkin haller de var. Onlar beyinsizdirler, iyiyi kötüden ayıracak kişiler değillerdir.

Râğıb, akıl anlamında kullanılan ”hilm" in aslında akıl olmadığını, aklın sebep olduğu şeylerden olduğu için böyle tefsir edildiğini, ”hilm" in öfke ve heyecandan nefs ve tabiatı korumak olduğunu söylemektedir.

Âyetteki ”bunu" kelimesi ile kâfirlerin çelişkili sözlerine işaret edilmiştir. Çünkü kâhin, zekî, işlerinde dikkatli ve tedbirli olur. Delinin aklı perdelenmiş, düşüncesi bozuk olur. Şair ise vezinli, düzgün, hayale dayalı sözler söyler. Bu birbirine zıt özellikler bir kişide nasıl toplanabilir?

Kâmus'tıı belirtildiğine göre âyetteki ”ahlâm" kelimesinin tekili olarak iki kelime vardır. Birisi ”hulm" veya ”hulüm" şeklindedir, rüya anlamındadır. Öteki de ”hilm" dir, akıl anlamındadır. Çoğulu ”ahlâm" şeklinde geldiği gibi ”hulûm" şeklinde de gelir. Burada bu manada kullanılmıştır. Müşrikler kendilerinin akıllı olduklarını iddia ediyorlardı. Allah onların bu akıllarını ayıpladı. Çünkü onların akılları hakkı batıldan ayırıp kendileri için faydalı olmadı.

Yoksa onlar hak apaçık göründüğü halde kibirlilik ve inatta haddi aşan

azgın bir topluluk mudur? Rüşdün ve gerçeğin etrafında dolaşmazlar. Bu yüzden akıl ve zan dairesini taşan yalan şeyler söylerler.

İbnü'ş-Şeyh şöyle der: ”Sonra, hayır bu onların azgınlıklarındandır" denildi. Çünkü o kınamada akıl noksanlığından daha etkili, tesellide de daha beliğdir. Çünkü Allah'a karşı azgınlık yapan, O'nun öfkesini haketmiştir.

33

Yahut: 'Onu kendisi uydurdu' mu diyorlar? Bu ifade müşriklerin sözlerinin kötülüğünü belirtme konusunda daha üst bir üsluba yükseliştir. Bu da Hazret-i Peygamberin, Kur'an'ı kendisinin yazdığını, sonra da onun Allah'a iftira ederek O'nun katından olduğunu söylediği iddiasıdır. Âyetteki ”te-kavvül" kelimesi sözde tekellüf anlamındadır, sadece yalan söz için kullanılır. Buradaki anlamı: ”Kur'an'ı kendi tarafından meydana getirdi," demektir. Ama gerçek onların zannettikleri gibi değildir.

Hayır, onlar kesinlikle

inanmazlar. Çünkü Allah kalplerine mühür vurmuştur.

Ebussuûd tefsirinde şöyle denilmektedir: ”Küfürleri ve inatları sebebiyle batıllığı kimseye gizli olmayan bu saçma sapan şeyleri söylüyorlar. Çünkü Hazret-i Peygamber, Araplardan birisi, buna rağmen Arap olan ve olmayan tüm insanlığın benzerini getirmekten âciz olduğu bir kitap getirdi. Bu sözlerin inada dayanması, onların kendilerinin de sözlerinin saçmalığını ve çelişkili olduğunu bildiklerine işarettir."

34

Eğer (dediklerinde) doğru iseler, onun benzeri bir söz getirsinler. Yani eğer Hazret-i Peyganber onların iddia ettikleri gibi peygamberlik iddiasında bulunan bir kâhin veya deli ya da şairse ve Kur'an'ı kendi nefsinden uydurmuşsa, mânâ ve nazm açısından kendisine has özellikler taşıyan Kur'ân'ın bir benzerini getirsinler. Çünkü onların bu konudaki sözlerinin doğruluğu Rasûlüllah'la insan ve Arap olmadaki benzerlikleri gereği, Kur'ân'ın bir benzerini getirmeye muktedir olmalarını gerektirir. Üstelik onlar şiirdeki ve hitabetteki uzun uğraşları, nazmın ve nesrin üslupları üzerindeki büyük çalışmaları, tarihteki önemli gün ve olayları zapt ve öğrenmedeki titizlikleri sebebiyle buna daha çok muktedir olmalılar. Şüphesiz bir şeye muktedir olmak da o şeyi yapmanın gerek ve sâiklerindendir.

Bilinmelidir ki îcaz, ya fesahat ve belagat açısından nazma, ya da manaya bağlıdır, lâfza bağlı değildir. Çünkü onun lâfzı Arap lâfızlarının aynıdır. Nitekim Allahü teâlâ  unsurların aynı olduğuna ve onun, kendi sözlerinin dizildiği şeyin aynısı ile dizilmiş olduğuna tenbih için ”Arapça Kur'an" buyurmuştur. (Yûsuf: 2, Tâhâ: 113) Şu kadar var ki Kur'an lâfız ve mana olarak her açıdan mucizedir, muhatapları âciz bırakmıştır. En üst seviyeye varan belagatı ile tüm edebiyatçıların hitabelerinden on iki yönden farklıdır. Bunlar; lâfzın îcazı, garip teşbihler, üstün istiareler, harflerin, kelimelerin ve âyetlerin fasılalarındaki uyumluluk, lâfızların insicamı, kıssa ve hallerin bildirilmesi, hikmet ve sırları içermesi, isimlerdeki ve fiillerdeki beyanı, maksat ve gayeleri ifadedeki güzelliği, maslahat ve sebeplere hazırlık, geçmiş ve gelecek olan olayları haber vermesidir.

35

Yoksa onlar, hiçbir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yani bu eşsiz takdir ve hayrete düşürücü şekilde hiçbir yaratıcı ve takdir edici olmadan mı takdir edildiler ve yaratıldılar. Ya da mana; ibadet ve ceza gibi hiçbir maksat ve sebep olmadan mı yaratıldılar şeklindedir.

Yoksa kendilerini

kendileri mi yaratıcıdırlar da Allah'a kulluk etmiyorlar?

36

Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar anlayıp inanmazlar. Yani sizi, gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorulduğu zaman, dediklerine tam inanmadıkları halde ”Allah" derler. Öyle olmasaydı Allah'a ibadetten yüzçevirmezlerdi.

37

Yahut Rablerinin yani rızkının ve rahmetinin

hazineleri onların yanında mıdır da istediklerini nübüvvetle rızıklandırırlar, dilediklerinden kıskanırlar? Yani onun ilminin ve hikmetinin hazineleri onların yanında mı ki, peygamberlik için gerekli olan hikmetin ne olduğunu tesbit ederler?

Yoksa her şeye onlar mı hakimdirler? Ki, ilâhî işleri istedikleri gibi idare ederler, işleri kendi irade ve dileklerine dayandırıyorlar.

38

Ya da (göğe doğru dikilmiş, gizli sırları) dinledikleri bir merdiven mi var? Merdiven anlamına gelen ”süllem" için Râğıb şöyle demektedir: ”Süllem yüksek mekânlara ulaşılıp da kendisiyle selâmet umulan şeydir. Sonra sebep gibi kendisiyle her yüksek şeye ulaşılan şeye ad olmuştur."

İbnü'ş-Şeyh şöyle der: ”Geçen âyetlerde Cenab-ı Hak, kâfirlerin yalan ve inkârlarını dayandırdıkları için akla gelebilecek bütün ihtimalleri iptal edince, onlar için doğrudan Allah'tan duyma ve O'nu görmekten başka bir şey kalmamıştır. Oysa onun imkânsızlığı diğerlerinden daha açıktır. Bu yüzden Allahü teâlâ  onlarla alay ederek: 'Dinledikleri bir merdivenleri mi var?' buyurdu. Bunun anlamı şudur: Yoksa onlar bu merdivene çıkıp da melekleri ve onlara vahyolunan gaybın ilmini mi dinliyorlar? Böylece sanki gaybdan haber vererek geveledikleri şeylerden olacakları biliyorlar da boş arzularını ona mı bağlıyorlar? ”

O halde, dinleyenler duyduklarını doğrulayan

açık bir delil getirsinler.

39

Yoksa kızlar O'nun da, oğullar sizin mi? Bu ifade ile ya istemedikleri şeyi Allah'a uygun gördükleri için onlar kınanmakta ya da onların cahilliği ve akıllarının zayıflığı ortaya konmakta ve ruhu ile melekût âlemine yükselip gayba muttali olmalarını bırakın, akıllılardan bile sayılamayacakları haber verilmektedir. Çünkü ”Onlardan birisine, kız müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolarak yüzü kapkara kesilir." (Nahl: 58) âyetinde belirtildiği üzere kendileri için razı olmadıkları şeyi Allah'a nispet etmekle yaratıcılarını kendilerinden daha alt bir düzeye indirenlerin bu gibi ahmakça lakırdılar etmeleri hiç de yadırganmaz.

40

Yoksa sen onlardan ücret istiyorsun da... Bu, müşriklere karşı olan hitaptan ayrılıp, Rasûlüllah'a hitaba dönüştür. Ayette kastedilen, sen risaleti tebliğden ötürü onlardan ücret mi istiyorsun ki

onlar bu yüzden

borç altında ezici bir boç yüklendikleri için -Müfredatta borç anlamına gelen ”ğurrn" kelimesinin, kendisinin bir kusuru olmadan insanın malından uğradığı zarardır, ”magrem" de aynı anlamdadır, ”öarîm" ise hem alacaklı, hem de borçlu anlamına gelir denilmektedir-

ezilmekteler mi? Bu yüzden mi sana tâbi olmuyorlar? Yani onların hiçbir şekilde mazeretleri yok. Din, dünya mukabilinde satılmaz. ”Benim ücretim ancak Allah'a aittir" (Yûnus: 72; Hûd: 29) âyetlerinde belirtildiği üzere tebliğe karşılık ücret sadece Allah'tandır.

41

Yoksa gayb yani gayblarm yazılı olduğu Levh-i Mahfuz

onların yanında da, ileride olup olmayacağı konusunda konuşmak için ondakileri

yazıyorlar mı?

42

Ya da bu fasid lâkırdılarla yetinmeyip, senin hakkında

bir tuzak mı kurmak ve kötülük yapmak

istiyorlar? Bu, Rasûlüllah için Dâru'n-Nedve'de kurdukları tuzak ve onu öldürmek, hapsetmek ve Mekke'den çıkarmak için yaptıkları plândır.

Tuzak, ister haddi zatında iyi olsun ister kötü, kurulduğu kişiye kötü gelen şeydir. Kimilerine göre bir çeşit hiledir. Tarifat'da: ”Bir başkası için gizlice zarar vermeyi istemek" diye tarif edilmektedir. Tuzak, kul açısından kötü hile, Allah açısından ise yaratıkların amellerine karşılık olması için hak tedbirdir.

Sâdî el-Müftî bu haberin, gaybdan haber vermek olduğunu, sûrenin Mekke'de nazil olduğunu, söz konusu tuzağın ise daha sonra yani hicret gecesi vuku bulduğunu söyler.

Eğer Tûr süresinin bu gece inmiş olmasının muhtemel olduğu tarzında bir itiraz gelirse deriz ki: İbn Abbas'tan, Tebâreke ve daha başka sûrelerin Mekke'de, Tûr sûresinden soma nazil olduğu rivayeti sabittir.

Tuzağa asd düşecek olanlar, yani tuzaklarının tutacağı kişiler veya onun vebalinin döneceği kişiler, tuzak kurmak istedikleri değil

o inkâr edenlerdir. Çünkü tuzak kurdukları Hazret-i Peygamber onlara karşı sözde, fiilde, delilde ve kılıçta daha üstündür, muzafferdir. Ya da maksat, onların tuzakta mağlup olduklarını ifadedir. Murad, Bedir savaşı günü başlarına gelen ölümdür.

43

Yoksa onların kendilerine yardım edecek ve azabından koruyacak

Allah'tan başka ilâhı mı var? Allah, onların ortak koşmalarından münezzehtir.

44

Gökyüzünden onlara azap için üzerlerine

düşen bir kütle görseler...

Aynü'l-Meânî'de bu ifade ile ilgili olarak şöyle denilmektedir: ”'Kisferi, azaptan bir parça veya semadan bir parça ya da ondan bir taraftır. Bu, 'kisfen' kelimesi, güneş tutulması gibi örtmek, kaplamak anlamındadır. Kamusta lkisfe' bir şeyden bir parça diye izah edilmektedir."

Aşırı azgınlıkları ve inatları yüzünden:

'Üstüste yığılmış veya kalın

bir bulut' derler. Yani onlar öyle bir azgınlık içindedirler ki: ”Ya da iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten kütleler yağdırmaksın..." (İsrâ: 92) âyeti gereği, üzerlerine o kütleyi düşürsek, o üstüste yığılmış bir buluttur, bazılarını bazılarının üzerine atıyor derler, onun kendilerine azap için inen bir kütle olduğunu tasdik etmezler.

45

Onları, helak edilecekleri günlerine kavuşuncaya, görünceye

kadar bırak. Helak edilecekleri diye terceme ettiğimiz kelimenin kökü olan ”saika" kelimesinin Muhtarda., ”bayıldı" anlamına geldiği söylenir. ”Fe saika men fi's-semâvâti ve men fi'l-ardi = göklerde ve yerde ne varsa hepsi ölecektir" (Zümer: 68) âyetindeki ”saika" öldü anlamındadır. Üzerinde durduğumuz âyetteki günden maksat, öldürüldükleri Bedir günüdür. Zannedildiği gibi ilk sûr değildir. Çünkü o sûr ile sadece o anda hayatta olanlar helak olacaktır.

46

O gün tuzakları onlara azaptan kurtulma konusunda

hiçbir fayda vermez, kendilerinden azabın kaldırılmasında başkalarından

yardım da görmezler.

47

Şüphesiz zulmedenlere Ebû Cehil ve arkadaşlarına

bundan, karşılaştıkları ölümden

başka da azap var. ”Bundan başka" diye tercüme ettiğimiz ”düne zâlike" ifadesi ”bundan önce" manasına gelir ki, o zaman Duhân sûresinde belirtildiği üzere yedi sene süren kuraklık ve kıtlık kastedilmiş olur. ”Düne zâlik" ifadesi ”bundan sonra" anlamına da gelebilir. O zaman da Bedir'den sonra gelecek olan kabir azabı ve ondan sonraki çeşit çeşit ahiret azabı kastedilmiş olur.

Ama çoğu koyu cehalet ve gafletlerinden dolayı, durumun böyle olduğunu

bilmezler. Ya da temelden, hiçbir şey bilmezler. Bu ifadede, onlar bir kısmının bunu bildiğine ama buna rağmen sırf inat için küfürde İsrar ettiklerine işaret vardn.

Ayrıca âyet, kabir azabının varlığını da ispat etmektedir. Allahü teâlâ  mükellef kulu, kabrinde diriltecek, ona hayat verecek sorulanı kavraması, ona cevap vermesi, Rabbinden gelen ve kendisi için hazırlanan keramet ve kolaylığı anlaması için dünyada sahip olduğu akıl benzeri bir akıl verecektir.

48

Rabbinin onlara vadolunan güne kadar süre tanıması ve seni keder ve şiddetlerin sıkıntılarına rağmen onların arasında bırakması konusundaki

hükmüne sabret. Onların tuzaklarından dolayı daralma.

Ben derim ki: Allah'ın nebisine, hükmüne sabretmesi yolundaki emri, kâfirlerin eza ve cefasından değil, işinin kolay olması içindir. Çünkü Allah'ın hükmüne sabretmekte bir tat ve lezzet vardır. Her ne kadar eza ve cefaya sabır da bir bakıma Allah'ın hükmüne sabır sayılsa da onda herhangi bir tat yoktur.

Şüphesiz sen Bizim gözlerimizin önündesin. Bizim korumamız ve himayemizdesin. Seni gözetir, koruruz. Hangi yerden kalkarsan kalk

kalktığın zaman sayılamayacak kadar çok olan O'nun nimetlerinden dolayı

Rabbini hamd ile tesbih et. Sen O'nu, O'na lâyık olmayan her şeyden tenzih et.

Saîd b. Cübeyr ve Atâ' şöyle demişlerdir: ”Oturduğun yerden kalkınca ”' sübhânekellahümme ve bi hamdık" de. Yani O'nu hamdederek tesbih et; bu meclis hayır meclisi ise ihsanı artar. Öyle değilse içindeki günahlara keffaret olur."

Ebû Hureyre (radıyallahü anh) de Rasûlüllah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etti: ”Kim içerisinde kötü, çirkin söz ve ne denildiği anlaşılamayan bir yerde oturur da kalkmadan önce; ”sühnânekellâhümme ve bi hamdik, eşhedü en lâ ilahe illâ ente, estağfiruke ve etûbü ileyk" (Allah'ım! Seni tesbih eder, hamdederiz. Senden başka ilâh olmadığına şehadet ederim. Senden bağış diler ve Sana tevbe ederim) derse bu ikisi (başı ile sonu) arasına keffaret olur."(9)

9- Hadisi Tirmizî Daâvât'da 3429 numarada rivayet etti. İsnadı hasendir. İbn Hıbân Sahih'inde No: 2366 rivayet etti. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 4/277. Tirmizî'nin rivayetinde: ”Bu meclisindeki, günahlar bağışlanır," denilmektedir.

Fethu'l-Kadir'de., bağışlamanın gıybet gibi kul hakkına tealluk etmeyen küçük günahlarla kayıtlı olduğu bildirilmektedir.

Dahhâk ve Rabi' şöyle demişlerdir: ”Namaza kalktığında: 'Sübhânekallâ-hümme ve hi hamdik ve tebârekesmük ve teâlâ ceddük ve lâ ilahe ğayruk,' de."

Kelbî de şöyle der: ”Bu âyetteki hamdden maksat, yataktan kalktıktan sonra, namaza başlayıncaya kadarki zikirdir. Asım b. Humeyd'den rivayet edilen şu haber buna delâlet etmektedir. Asım demiştir ki; Hazret-i Âişe'ye: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gece namazına ne ile başlardı" diye sordum. Hazret-i Âişe:

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) her kalktığında on kere tekbir getirir, on kere hamd eder, on kere tesbih söyler, on kere Lâ ilahe illallah der, on kere istiğfar eder ve: ”Allâhümmağfirlî vehdinî ve'r-zuknî ve âfinî" (Allah'ım! Beni bağışla, bana hak yolu göster, bana rızık ve afiyet ver) der ve kıyamet günündeki makam darlığından Allah'a sığınırdı," dedi. (10)

10- Hadisi Ebû Davud Kitâbu's-Salât 766 numarada; Nesâî, 3/209 Kıyâmu'l-Leyl'de; İbn Mâce de 1256 numarada tahrîc ettiler. İsnadı hasendir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 4/236.

49

O'nu gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra da tesbih et. Gecenin bir kısmının namaza ve tesbihe tahsisi o zamanki ibadetin nefse ağır gelişi ve riyadan uzak oluşundan dolayıdır. Yıldızların batışından maksat, gecenin birimindeki batış,-yani sabahın aydınlığı ile kayboluş vaktidir.

Gece tesbihinden maksadın akşam ve yatsı namazları, yıldızların batışından sonrakinden maksadın da sabah namazı olduğu da söylenmiştir.

Âyette sabah namazını geciktirmenin efdal olduğuna işaret vardır. Çünkü sabah namazının iki rekâtının yıldızlar battıktan sonra kılınması emredilmiştir. Yıldızlar da ortalık ağardıktan sonra batar. Bunu, tefsirinde Ebu'l-Leys söylemektedir.

Müfessirlerin çoğunun bu konudaki mütâlâaları ise şöyledir: Yıldızların batmasından sonraki tesbihten maksat, sabah namazından önceki iki rekâttır. Bu, sabahın aydınlığı ile birlikte yıldızlar kaybolduğu zaman kılınır. Bir hadiste ”Sabahın iki rekâtı -yani sabahın sünneti- dünyadan ve dünyadakilerden daha hayırlıdır." (11) buyurulmaktadır. Hadis, sabah namazının sünnetinin sevabının çokluğunu belirtmektedir.

11- Hadisi Müslim, benzerini de Ebû Davud ve Tirmizî tahrîc ettiler. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 6/10.

Ben derim ki: Dikkat edildiğinde müfessirlerin bu sözlerini pek isabetli bulmak mümkün değildir. Çünkü sabah namazının sünnetinde sünnet olanı, onu sabahın ilk vaktinde kılmaktır. Zira hadisler bunu tercih etmektedirler. Onu farza yakın bir zamana kadar geciktirmek, tercihe şayan değildir. Onun ilk vakti, İmam Şâlînin benimsediği vakittir ki o esnada yıldızların batması söz konusu değildir. Çünkü yıldızlar, ortalık oldukça ağardığında kaybolur.

Bu sûrenin bitişi yıldızlarla, sonraki sûrenin başlangıcı da yıldızlarladır. Bu iyi bir sonuçtur ve bunda tahkik ehline gizli kalmayacak sırlar vardır.

Allah'ın yardımı ile Tur Sûresinin tefsiri tamamlandı.

0 ﴿