NECM SURESİ

Necm Sûresi, Rasûlüllah'ın Harem-i Şerifte, müşrikler dinlerken açıktan okuyup ilân ettiği ilk sûredir. Peygamberliğinin beşinci senesinde Ramazan ayında nazil olmuştur. Hazret-i Peygamber secde âyetine varınca Velicl b. Muğîre'den başka tüm mü'minler, müşrikler, insanlar, cinler onunla birlikte secdeye kapandılar. Velid b. Muğîre ise, yerden biraz toprak alıp alnına götürdü, onun üzerine secde etti. Çünkü yaşlı idi, secdeye gücü yetmiyordu. (1) ” Bunu, tekebbüründen dolayı yaptığı da söylenir.

1- Hadisi, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud ve Nesâi tahric ettiler. İbn Mes'ud'dan gelen bir rivayette: Bir adam -o Ümeyye b. Haleftir, Velicl b. Muğîre değil- denilmektedir. Rivayetin tamamı için Bkz. ed-Dürrû'l-Mensûr, 6/121.

Bu izah, İbn Mes'ud'dan rivayet edilen: ”Ben öyle yapan herifi kâfir olarak öldürülürken gördüm," rivayetine zıt düşmez. Çünkü ”öldürüldü" sözü ile, ”öldü" anlamının kastedilmiş olması muhtemeldir.

Müşriklerin secde etmelerine sebep şudur: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ”O Lât ve Uzza'yı ve üçüncüleri olan diğerini, Menât'ı gördünüz mü?" (Necm: 19-20) âyeti kerimelerine gelince, onları övdüğünü zannettiler ve tanrılarına ta'zim için secdeye kapandılar.

Bir başka görüşe göre Necm sûresi, içerisinde secde âyeti bulunan sûrelerden, tamamı birden nazil olan ilk sûredir. Bu, ”Rabbi'nin ismi ile oku." (Alak: 1) sûresinin, içerisinde secde olan ilk inen sûre oluşu gerçeğine aykırı değildir. Çünkü ilk nazil olan, bu sûrenin tümü değil, baş tarafıdır.

1

Düştüğü (battığı) zaman, battığı ve doğduğu zaman. Çünkü, düştü, diye tercüme ettiğimiz ”hevâ" kelimesinin mastarı olan ”heviy" yüksekten aşağı düşmek anlamındadır.

Yıldıza yemin ederim ki, kelimenin başındaki ”vav" harfi, kasem içindir. Bu ve benzerleri ondaki ve onu yaratandaki kudret ve azameti bilmeleri için kullara bir uyarıdır.

Âyetin anlamı şudur: ”Şu zamandan sonraki düşüş vaktindeki yıldıza şu anda yemin ederim ki..." Allahü teâlâ  düşüş vaktindeki yıldıza yemin etti. Çünkü yolcular dünyada yollarını yıldızla bulurlar. Sanki: ”Karadaki ve denizdeki yolcuların yollarını ve hedeflerini doğru bir şekilde kendisi ile buldukları yıldıza yemin ederim ki..." denilmiştir.

2

Arkadaşınız sapmadı. Bu cümle yeminin cevabıdır. Yani âhiret yolu olan hak yoldan ayrılmadı. Bu, ”Seni şaşırmış bir halde buldu." (Duhâ: 7) âyetindeki şaşırmanın, batıla sapmak olmadığının delilidir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine vahiy gelmeden önce ve geldikten sonra sadece Rabbine ibadet etmiş ve O'nu tek bilmiştir. Çirkin işlerden daima kaçınmıştır. Bu, Hazret-i Peygamber'in faziletini beyan etmektedir. Zira Allahü teâlâ  Hazret-i Âdem hakkında: ”Âdem Rabbine âsî olup, yolunu şaşırdı." (Tâhâ: 121) buyurduğu halde, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında ”arkadaşınız sapmadı" buyurmuştur.

Ve batıla da inanmadı. Bu manayı ifade eden, ”ğay" kelimesi, cehli mürekkep (bilmediğini de bilmemek) demektir. Râğıb; ”ğay, fasid inançtan dolayı cahil olmak," der. Çünkü cehalet bazen insanın doğru yanlış hiçbir şeye inanmamasından dolayı, bazen de yanlış bir şeye inanmasından dolayı olur. ”Ğay" bu ikincisinin adıdır. Çünkü ğavâyet özellikle itikattaki hatadır. Dalâl (sapıklık) ise daha geneldir; Allah'ın kulları için koyup bildirdiği inanç, ahlâk, söz ve fi illerdeki tüm hatalara yanlışlıklara şamildir.

Bu izaha göre âyetin manası şöyle olur: O, asla bir bâtıla inanmadı. Yani o hidayet ve rüşdün zirvesindedir. Onların zannettikleri dalâlet ve sapıklığa hiçbir konuda düşmemiştir. Kâfirler: ”Muhammed babalarının dininden saptı, kendi nefsinden bazı şeyler söylüyor," dediler. Allah, Rasûlünü ta'zim için bu sûreyi indirmek suretiyle onları reddetti.

Burada hitap Kureyş'edir. Hazret-i Peygamber'in onların arkadaşı olarak takdim edilmesi, Hazret-i Peygamber'in durumunu en ince noktasına kadar bildiklerini ve onda olmadığını iddia ettikleri şeylerden tümüyle uzak olduğunu, onun hidayet ve rüşdle muttasıl' olduğunu tam anlamıyla bildiklerini haber vermek içindir. Çünkü onunla uzun süre bir arada yaşamaları, yüce halinin güzelliklerini görüp durmaları, kesinlikle bunu gerektirir.

Âyetteki yeminin, yıldızın düşüş vakti ile kayıtlanışının sırrı şudur: Yolcu, yıldız gökyüzünün ortasında iken, yıldıza bakarak yolunu bulamaz. Doğuyu, batıyı, kuzeyi ve güneyi ayıramaz. Ancak, yıldız inerken veya yükselirken bilir. Ayrıca bu ifadenin, az sonra gelecek olan; Cebrail'in en üst ufuktan inişi ve Hazret-i Peygamber'e yaklaşışı ile tam bir münasebeti bulunmaktadır.

Sa'dî Müftî söyle der: ”Yıldızın 'heviy' yani batışı ile kayıtlanması yaratıcının varlığına ve O'nun kudretine delâlette daha açık oluşundan dolayıdır. Nitekim Hazret-i İbrahim: ”...Ben batanları sevmem," (En'am: 76) buyurdu."

İbnü'ş-şeyh de Hevâşî'sinde şöyle der: ”Bu ifade tarzında şu ince lâtife vardır: Yıldıza yemin etmek, onu yüceltmeyi gerektirir. İnsanlar arasında ona tapanlar vardı. Âyette batışı zikredilmek suretiyle, o battığı için ilâhlığa lâyık olmadığına dikkat çekilmiş oldu."

3

O nevadan konuşmaz. ”Hevâ", nefsin kınanılan özel bir eğilimidir. Bu yüzden Allahü teâlâ  peygamberlerini bundan nehyetmiştir. Davud (aleyhisselâm)'a: ”...Hevâ ve hevese uyma..." (Sâd: 26), bizim Peygamber'imize de: ”...Onların hevâlarına uyma..." (Maide: 49) buyurmuştur. Peygamberlerden hiçbirisi hevâ ve hevese meyletmemişlerdir.

4

O, Cebrail (aleyhisselâm) vasıtasıyla, Allah'tan

kendisine vahyolunandan başka bir şey değildir.

5

Ona çok güçlü, yani çok kuvvetli bir melek ki o Cebrail (aleyhisselâm)'dir. O, tabiat üstü olayları göstermekte vasıtadır. Onun kuvvetinin şiddetine delil olarak, Lût kavminin köylerini toprağın altındaki siyah sudan söküp, kanadı ile alıp gökyüzüne çıkarması yeter. Öyle ki, gökyüzü ehli, köpek havlamalarını ve horoz ötüşlerini duydular. Sonra geri getirdi. Ayrıca, Semûd kavmine karşı şiddetle haykırdı, hepsi birden yere yapışıp kaldılar. Şeytanı arz-ı mukaddesin yamaçlarından birisinde Hazret-i İsa ile konuşurken gördü, kanadı ile savurdu ve Hindistan'daki en uzak dağın arkasına attı. Onun peygamberlerin yanına inişi ve çıkışı göz açıp kapayacak kadar süratli olmuştur.

6

Olgun, akıllı birisi yani akıl ve görüşünde, dini selâbetinde sağlam olan... Burada ki, ”olgun akıl" diye terceme ettiğimiz ”mirra" kelimesi ve türevleri hakkında Râğıb şu bilgiyi vermektedir: ”İp büktüm" anlamında ”em-rertü'l-hable" denilir, ”el-merîr ve'l-memer" bükülmüş demektir. Bu manada olmak üzere ”fülânun zû mirretin" (bükmesi, fitil yapması sağlam) denilir."

Kamus id da: ”Mirre", yaratılışın kuvveti ve şiddeti demektir. Çoğulu, ”mirer" dir. ”Mirre"; akıl, asalet, sağlamlık, kuvvet, ipin dayanıklılığı gibi anlamlara da gelir. ”Zû mirre", Cebrail'dir.

Öğretti, yani yanına indi, ona okudu ve onun için açıkladı.

7

Sonra da en yüksek ufukta iken (aslî sureti ile) durdu. Ufuk, gökyüzünün görünen kısmı ile görünmeyen kısmının arasını ayıran dairedir. En yüksek ufuk da, güneşin doğduğu yerdir. En yakın ufuk ise, güneşin battığı yerdir. Âyetteki mana şudur: Cebrail güneş ufkunda iken, yani güneş doğarkan dünyanın en uzağında aslî sureti ile durdu. Yani Cebrail, vahy getirdiği zaman Arapların emiri Dihye suretinde, İbrahim (aleyhisselâm)'a geldiği gibi misafir kılığında, Davud (aleyhisselâm)'a geldiği gibi hasım şeklinde değil, kendi aslî suretinde durdu. Onun cevherlerle süslü altı yüz kanadı vardır.

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke yakınındaki Hira dağında iken Cebrail'i, yaratılmış olduğu aslî şekli ile görmek istedi. Cebrail: ”Yeryüzü beni almaz (ben yeryüzüne sığmam), ama sen gökyüzüne bak" dedi. Doğu istikametinde göründü, batıya doğru tüm yeryüzünü kapladı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, Mûsa (aleyhisselâm)'nın Tür dağında düştüğü gibi yere düştü. Cebrail, insan suretinde inip, onu kendisine çekti, kucakladı. Yüzünden tozu silmeye başladı.'

Hazret-i Peygamberin bu duruma düşmesinin sebebi şudur: Dünyada insan bünyesi, aklın alabileceği şeyin dışındakileri görmeye tahammül edemez. Meleğin, yaratıldığı şekilde görülmesi de bu kabildendir. Allah'ı görmek ise bundan daha büyüktür. Cebrail'in, asıl suretinde duruşu: Dıhye'nin suretinde gelenin, kendisi olduğunu te'kid içindir. Çünkü Rasûlüllah onu, asıl suretinde görünce gerektiği şekilde tanıdı ve hiç bir şüphesi kalmadı.

Haliz İbn Hacer şöyle der: ”Meleğin insan kılığında görünmesi, onun zatının insana dönüştüğü anlamına gelmez. Bunun anlamı, onun sırf muhataba yumuşak görünmek için o kılıkta görünmesidir. Açık olan şu ki, bir şeydeki fazla olan miktar yok olmaz, ancak bakanın gözünden gizlenir."

Cebrail'in Dihye suretinde gelişi, o Müslüman olduktan sonra mı oldu? Dıhye'nin İslama girişi Bedir'den sonra olmuştur. Çünkü o Bedir'e iştirak etmemiş, sonraki savaşlara katılmıştır. Zira Cebrail'in, Dihye Müslüman olmadan önce, onun kılığında görünmesi biraz uzak görünmektedir.

Şeyh şöyle der: ”Dıhyetu l-Kelbî, zamanındaki insanların en yakışıklısı idi. Cebrail'in Hazret-i Peygamber'e onun suretinde gelişi, bunun Allah tarafından kendisine bir müjde olduğunu bildirmek içindir. Özellikle, bir azabı haber vermek, tehdit ve bir şeyi yasaklamak için geldiğinde, bu güzel çehre o tehdit ve yasaklamanın harekete geçirdiği bünyeyi sakinleştirir."

8

Sonra (Peygamber'e) yaklaştı da yani Hıra dağında iken, Hazret-i Peygamber'e yaklaşmak istedi. Buradaki yakınlık anlamına gelen ”dünûv" kelimesi, hakikaten yakınlık manasına kullanıldığı gibi, hükmen yakınlık manasına da kullanılabilir. Zaman, yer ve mevki bakımından olan yakınlıklar için kullanılır.

Yaklaştı. Bu anlamı ifade eden ”tedellâ" kelimesi, en yüksek ufka asılı, oraya tutunmuş olduğu halde sarktı demektir.

9

Öyle ki iki yay arası kadar, yani yakınlık bakımından, iki yay arası gibi oldu. Araplar, mesafeyi yay ile ölçtükleri için burada da yay kelimesi kullanıldı.

Meâlimu't-Tenzil'âe şöyle denilmektedir: ”Cebrail (aleyhisselâm)'le, Hazret-i Peygamber arasında iki yay arası kadar mesafe oluşunun anlamı: İkisi arasında yay ile kiriş arasındaki mesafenin bulunmasıdır. Sanki, yay kirişe galip getirilmiş, iki yay denilmiştir. Bu, ikisi arasındaki yakınlığın fazlalığına işarettir. Bu benzetmenin aslı şudur: Araplardan anlaşma ve ittifak yapan iki kişi yaylarını çıkarırlar ve birbirine yapıştırırlardı. Bununla, birbirlerine arka çıkacaklarını, birbirlerini koruyup müdafa edeceklerini muradederlerdi."

"İki yay arası"nâm maksadın, iki kol arası olduğu da söylenmiştir. Bu izaha göre kola, yay denilmesi; ölçülecek şeylerin kol ile ölçülmesinden dolayıdır.

Hazret-i Peygamberle Cebrail arasındaki mesafe, birbirine temas edecek derecede yakın değil, ifade ve istifadeye imkân vermeyecek derecede de uzak değildi. Bu mesafe, edebli dostların birlikte oturduklarında bilinen sınırdır.

Hatta daha da yakın oldu. Yani ey muhataplar! Sizin ölçülerinizle daha da yakın oldu. Bir âyette de: ”...Hatta daha da artırırlar" (Saffât: 147) buyurulmaktadır. Allahü teâlâ  hakkında, şüphelenme söz konusu olmadığı için, âyetteki ”ev" harfi (burada hatta diye terceme edildi, asıl manası veya demektir) ki bu, kullara nisbetledir. Umarım ki anlamına gelen ”lealle" kelimesi de, Kur'ân'ın müteaddid yerlerinde böyle kullanılmıştır. Yani âyetin anlamı şöyledir: ”Sizden birisi Rasûlüllah'la Cebrail'i gördüğü zaman; ”onlar iki yay kadar veya (hatta) daha da yakın," der. Yani aralarındaki yakınlığın miktarını karıştırır. Ayetteki ”sonra yaklaştı hatta daha da yakın oldu" kelimeleri ile sona eren cümleden kastedilen; birlikteliklerinin ve Rasûlüllah'ın, kendisine vahyolunan şeyi duyduğunun temsil yoluyla anlatımıdır.

10

Cebrail Allah'ın

kuluna... Buradaki ”kul" dan murad: Allah'a izafe edilmekle şereflenen Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Nitekim bir başka âyette de: ”Kulunu bir gece yürüten (götüren) Allah, noksanlıklardan münezzehtir." (İsrâ: 1) buyurulmaktadır. Sözlerin ifade edemiyeceği büyük işlerden

vahyettiğini vahyetti. Ya da anlam: O esnada Allah, Cebrail vasıtasıyla vahyettiğini vahyetti şeklindedir.

11

Onun, Cebrail'in suretini

gördüğünü kalbi yani Hazret-i Muhammed'in kalbi

yalanlamadı. Yani onu görünce kalbi: ”Seni tanımadim" demedi. Eğer böyle deseydi, yalancı olurdu. Çünkü o gözüyle gördüğü gibi, gönlüyle de tanıdı. Yani gönlü, gözüyle gördüğü şeyde yalan söylemedi. Bu ancak; ”seni tanımıyorum ve sana inanmıyorum" demesi halinde söz konusu olurdu.

12

Şimdi siz, gördüğü şey konusunda onunla tartışacak mısınız?

Onun, Cebrail'in şeklini doğrudan gördüğü konusunda Hazret-i Muhammedi yalanlayıp, onunla mücadele mi edeceksiniz? Bu soruya sebep şudur: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Cebrail'i gördüğünü Mekke'lilere haber verince, şaşırdılar ve onu inkâr ettiler. Âyetteki ”tümârûne" fiilinin mastarı olan ”mümârât" ve ”mira"' bâtıl yere mücadele etmek anlamındadır.

Bazı âlimler, sekizinci âyetteki, ”yaklaştı" fiili ve sonraki fiillerdeki, fail zamirinin, Allah'a râcî olduğunu söylemektedirler.

Keşfu'l-Esrâr'da, Allah'ın kula yakınlığının şu iki şekilde olduğu belirtilmektedir:

1. Duasını kabul etmek, arzu ettiğini vermek ve derecesini yükseltmek. Şüphesiz Ben çok yakınım, Bana duâ ettiği zaman, duâ edenin isteğini karşılarım." (Bakara: 186) âyeti bu anlamdadır.

2. Yukarıdakilerin hiçbirisi değil, gerçek yakınlıktır. Üzerinde durduğumuz sûredeki ”yaklaştı da yaklaştı" âyeti de buna işaret etmektedir. Yani âyetin anlamı şudur: Sonra Rabbü'l-izze Cebbar olan Allah o kadar yaklaştı ki, Hazret-i Peygamberle sanki iki yay gibi hatta daha yakın oldu. Allahü teâlâ 'nın yaklaşması, O'nun her gecenin son üçte birinde dünya semasına inmesi gibi olmuştur.

Kâdi Ebu'l-Fald, Şifâ adlı eserinde şöyle demektedir: ”Yakınlığın Allah'a izafesi, zaman veya yer açısından değildir. Hazret-i Peygamber'in Rabbine yakınlığı; ancak onun makamının yüceliğini, derecesinin şerefini, bilgi nurlarının aydınlatmasını; Allah'ın kudret ve gaybet sırlarını gördüğünü, Allah'ın kendisine olan iyilik, ihsan, ikram ve dostluğunu açıklamaktır." (3)

3- etmektedir. Rasûlüllah'ın, başka bir defa gördüğü, Tirmîzî'deki şu sahîh hadisin delâleti ile bilinmektedir ki, Cebrail'dir: ”Rasûlüllah Cebrail'i melek suretinde iki kez gördü; bir kez yeryüzünde, bir kez Sidretü'l-Müntehâ'da." Eğer maksat Allah olsa idi, onu iki kez görmesi sahih olmazdı. Bkz. Camiu'l-Usûl; 2/369.

Bilinmelidir ki: Eğer görülen Cebrail'in sureti ise, görmek, gözle görmektir. Ama eğer -bazılarının dedikleri gibi- Allah ise Rasûlüllah'ın, İsrâ gecesinde Allah'ı, kalbi ile mi yoksa baş gözü ile mi gördüğü konusunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, Rasûlüllah'ın görme duyusunun kalbine verildiği ve kalbi ile gördüğünü söylerler. Buna göre mana: ”Kalp, kalbin gördüğünü yalanlamadı," şeklinde olur. Yani, kalbi ona: ”Gördüğün şeytanî bir görüntüdür, Rabbini görmek senin haddin değildir," demedi, aksine gönlü ile gördüğünün hak ve gerçek olduğuna kesinlikle inandı.

Bazı âlimler ise Rasûlüllah'ın, Allah'ı gerçek gözü ile gördüğünü söylemişlerdir. Hazret-i Peygamber'in şu hadisleri buna delil gösterilmektedir: ”Allahü teâlâ  Mûsa'ya sözü, hana da görmeyi verdi.", ”Ben Rahhimi en güzel şekilde gördüm. ”(4)

4- Bu hadiste kastedilen, gerçek anlamda görmek değil, rüyada görmektir. Nitekim sahih bir hadiste: ”Ben Rabbimi en güzel surette gördüm. Bana: Ya Muhammed! Meleklerin ne tartıştığını biliyor musun?" buyurdu. Bkz. ed-Dürru'l-Mensûr: 6/124.

Kevâside şöyle denilmektedir: ”Bu, Hazret-i Peygamber'in Allah'ı baş gözü ile görmüş olmasına delil olmaz. Çünkü onun bununla, Allah'ı başkalarından daha fazla bildiğini ifade için, kalbi ile gördüğünü dilemiş olması caizdir."

Ben derim ki: Hadiste görmenin konuşmaya mukabil getirilişi, onun gerçek gözle olduğuna delâlet eder. Çünkü Mûsa (aleyhisselâm) Allah'ı görmeyi istedi, ona izin verilmedi. O halde, Hazret-i Muhammed'in, ona izin verilmeyen şeyle Hazret-i Mûsa'ya üstün kılınması gerekir ki o da gözle görmektir.

Âişe (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Kim, Muhammed (aleyhisselâm)'in, Rabbini gördüğünü söylerse Allah'a karşı en büyük yalanı söylemiştir."

Keşfu'l-Esrarda: ”Hazret-i Âişe'nin sözünün Rasûlüllah'ın Allah'ı gördüğünü nefyettiğini, O'nu gördüğünü söyleyen İbn Abbas'ın sözünün ise isbat olduğunu, nefy ile isbat çeliştiğinde isbatın kabul edileceğini söyler. Çünkü bir şeyi kabul etmeyen onu duymadığı için reddeder. Kabul eden ise, gördüğü ve bildiği için kabul eder. Ayrıca Hazret-i Peygamber: ”Ben Rahhimi iki gözümle ve kalbimle gördüm," buyurmuştur."(5)

5- Hadisi Müslim rivayet etti. Müslim'de, (1/158) hadis, Atâ tarikıyla İbn Abbas'tan şöyle varid olmuştur: ”Onu kalbi ile gördü." Yine Müslim, İbni Abbas'tan: ”Onu kalbi ile iki kez gördü" diye rivayet etti. Ebû Zerden yapılan rivayette de Efendimiz, ”Rabbini gördün mü?" sorusuna: ”Onu nur olarak gördüm," cevabını vermiştir. Yani onu başka şekilde değil, sadece nur olarak gördüm. Hadisin: ”Peygamber Rabbini iki gözü ile gördü." rivayetini ise İbn Merdeveyh tahric etti. Ayrıca Tirmîzî -hasen diyerek-, Taberânî ve Beyhakî İbn Abbas'tan: ”Rasûlüllah Rabbini gördü, bu gözle görmektir," diye rivayet eltiler. Görmek konusunda geniş bilgi için bkz. Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, 6/124.

13

Yemin olsun onu, bir başka inişte de Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında gördü. Âyetin ifade ettiği anlam şudur: Allah'a yemin ederim ki, Muhammed (aleyhisselâm) Cebrail'i, indiğinden başka bir sefer daha gerçek şeklinde gördü. Bu, Miraç gecesinde vuku buldu; Rasûlüllah o gece, farz kılınan namazların azaltılmasını istemek için bir kaç defa çıkmıştı. Her çıkışın da bir inişi oluyordu. İşte bu inişlerden (nezlet) bazılarında Cebrail'i gördü.

Sidretü'l-Müntehâ, Cebrail'in makamıdır. Rasûlüllah, arşın seviyesine çıktığında, Cebrail orada kaldı ve: ”Eğer ben, bir parmak ucu kadar daha yaklaşırsam yanarım" dedi. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”Ben Cebrail'i Sidretü'l-Müntehâ da gördüm. Üzerinde altı yüz kanat vardı, ondan inci ve yakut dökülüyordu. ”(6)

6- Hadisi Buhârî ve Müslim ”Rasûlüllah Cebrail'i gördü; altı yüz kanadı vardı" şeklinde tahric ettiler. Mûsannifin: ”Ondan inci ve yakut dökülürdü," diye naklettiği bölüm Ahmed b. Hanbel ve Taberânî'nin rivayetidir. Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr da böyle denmektedir. 6/123.

Cebrail, bir yaratık olduğu için, Rasûlüllah'ın onu, Sidretü'l-Müntehâ denilen özel mekânda görmesi caizdir. Sidretü'l-Müntehâ yedinci kat semada, arşın sağ tarafındaki nebk ağacıdır. Meyvesi Hacer çömlekleri gibi, yaprağı fillerin kulakları gibidir. Kökünden, Allah'ın kitabında anlattığı nehirler kaynar. Binekli birisi onun gölgesinde yetmiş sene yürür. Yine kat edemez. Sanki o, cennetin en uç noktasındadır.

Denildiğine göre: Melekler oraya kadar varırlar, daha öteye geçemezler. Çünkü, meleklerin peygamberi olan Cebrail orayı geçemeyince diğer meleklerin orayı hiç geçemiyeceği aşikârdır. Cebrail için onun en üstü, Hazret-i Peygamber için ”vesile" gibidir. Bu ümmetin seçkinleri Adn Cennetinde Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte olup, O'nun özel makamına ulaşamadıkları gibi, diğer melekler de Sidre'de Cebrail'le ortaktırlar ama ona has olan yere ulaşamazlar. Âyette ”sidre"mn, ”müntehâ"ya izafe edilmesi, beytin Allah'a izafe edilerek Beytullah denilmesi gibidir. Teşrif ve ta'zim için yapılmıştır.

14

Bak. Âyet 13.

15

Cennetü'l-Me'vâ da yani müttakilerin durduğu, şahitlerin ruhlarının döndüğü veya Âdem ve Havva (aleyhisselâm)'nın sığındığı cennet de

onun (Sidre'nin) yanındadır.

16

O zaman, Sidre'yi kaplayan kaplamıştı. Bu ifade, Sidre'yi daha çok ta'zim içindir. Mana şudur: Muhammed (aleyhisselâm) Sidre'nin yanında, onu nicelik ve niteliğini dillerin ifade edemiyeceği, yazıların vasfedemiyeceği şeyler kapladığında Cebrail'i gördü. Hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Orasını, ne olduğunu bilmediğim renkler kaplamıştı. Allah'ın hiç bir yarattığı onu niteleme gücüne sahip değildir." Diğer bir hadis de şöyledir: ”Sidre'yi altından kelebeklerin kapladığını gördüm. Her yaprağın üzerinde Allah'ı tesbih eden bir melek gördüm." Bir başka rivayette: ”Onu refref yani yeşil kuşlardan bir grup kuş kaplar." Bir rivayette ise: ”Onu altından kelebekler veya çekirgeler kaplar," denilmektedir.

Bir başka görüşe göre ise: Allahü teâlâ, dağa tecelli ettiği gibi, oraya tecelli ettiğinde, Allah'ın nurunun ışıkları kaplamıştı. Ama o dağdan daha kuvvetli olduğu için, dağın parçalandığı gibi, o parçalanmadı. Buna sebep, dağın, zayıf olan mülk âleminde, Sidre'nin ise kuvvetli olan melekût âleminde oluşudur. Bu yüzden, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Cebrail'i en yüksek ufukta gördüğü zaman bayıldığı gibi, burada gördüğü zaman bayılıp düşmemiştir. Çünkü mübarek vücudu son derece lâtif ve dayanma gücü de oldukça fazla idi.

Sidre'yi kaplayanların, onun yanında Allah'a ibadet eden veya insanların Kabe'yi ziyaret ettikleri gibi orasını teberrüken ziyaret eden büyük bir melek topluluğu veya Hazret-i Peygamberi karşılamak için gelen melekler -çünkü onlar, Efendimizi karşılamak için izin istemişler ve bu izin kendilerine verilmiştir- olduğu şeklinde de görüşler vardır.

Denildiğine göre melekler oraya eli boş gelmezler. Her biri, üzerinde sayılamayacak letâif olduğu halde cennet tabaklarından bir tabakla gelirler. Ona yaklaşmak için Rasûlüllah'ın huzurunda dururlar. Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Rasûlüllah'a Sidre'nin yanında üç şey verildi. Bunlar: Beş vakit namaz, Bakara sûresinin son âyetleri ve ümmetinden, Allah'a hiçbir şey ortak koşmadan ölenlerin bağtşlanışı." (7)

17

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın

gözü gördüğü şeyden en ufak bir şekilde

kaymadı ve bütün bu gördükleri sayılamayacak derecede dikkati dağıtan şeyler olmasına rağmen

(onu) aşmadı da. Aksine onları tam olarak doğru bir şekilde tesbit etti. Ya da anlam şudur: Görmekle emrolunduğu ve imkân verildiği bu hayret verici şeyleri görmekten sapmadı ve onları aşmadı.

Bazı âlimler: Rasûlüllah'ın Allah'ı görmesinin baş gözü ile ve uyanıkken olduğuna ”gözü kaymadı" âyeti ile delil getirmişlerdir. Çünkü gözün kaymamakla nitelenmesi, onun uyanıkken olmasını gerektirir. Şayet görme kalple olsa idi ”kalbi sapmadı" derdi. Ancak buradaki gözden maksadın kalp gözü olduğunu söylemek mümkünse de, bunu diyebilmek için bir karinenin bulunması gerekir. O da mevcut değildir.

18

Yemin olsun ki o Rabbinin en büyük âyetlerinden bazılarını görmüştür. Yani, Allah'a yemin olsun ki Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Miraç gecesinde en büyük âyetleri görmüştür. Kendisine sözlerin ifade edemiyeceği mülkün ve melekûtun dehşete düşüren şeyleri gösterilmiştir.

Alimlerin çoğunluğunun görüşüne göre İsrâ, nübüvvetin on ikinci yılında, hicretten az önce, Recep ayının yirmi yedinci gecesi vuku bulmuştur. Ama bu görüşte bazı izahı güç yönler bulunmaktadır. Çünkü bu sûre baş tarafta geçtiği üzere nübüvvetin beşinci yılında nazil olmuştur.

Müfessirler şöyle derler: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu gece gökyüzünün ufkunu kapatan yeşil refref -o bir halıdır- gördü. Onun üzerine oturup, Sidretü'l-Müntehâ'yı geçti. Yine o gece meleklerin taifelerini, Sidretü'l-Müntehâ'yı, Cennetu'l-Me'vâ'yı, ehli imandan cennette olanları ve azgınlardan cehennemde olanları gördü."

19

Lâtı, Uzza'yı ve üçüncüleri olan öteki Menâfi gördünüz mü? Bunlar, müşriklere ait putlardı. Lât, Taif te ki Sakîf kabilesinin putu idi. Aslı ”Lüveyt" di. Sakîf liler onun etrafında dönüp tavaf ettikleri için bu ismi almıştı. Bu put, bir insan şeklinde idi.

Uzza, ”eaz" kelimesinin müennesidir. Gatafan kabilesinin putudur. O, Gatafanlıların taptığı, ağaçtır. Hazret-i Peygamber, onu kesmek için Halid b. Velid'i gönderdi. Halid: ”Ey Uzza! Seni tesbih etmiyorum, sana küfrediyorum. Allah seni alçalttı," diyerek parçaladı.

Kâmus'tır. ”Uzza, Gatafanlıhırın taptığı bir put veya ağaçtır. Onu ilk edinen, Zâtü ırk'ın üstünde, Büstan'a dokuz mil mesafede Zâlim b. Es'ad'dır. Onun üstüne bir bina yaptı ve Besâ' adını verdi. Orada bir ses duyuyorlardı.

Hazret-i Peygamber Halid b. Velid'i gönderdi ve Hazret-i Halid evi yıktı, ağacı yaktı," denilmektedir.

Menât, Hıızeyl ve Huzâa'ya ait bir kayadır. Kurbanların kanı orada akıtıldığı için bu ad verilmiştir. Mina da kan akıtmak anlamında bu kelimenin türevlerindendir.

İnsânu'l-Uyûn adlı eserde bu putla ilgili olarak şöyle denilmektedir: ”Menât, Evs ve Hazreç kabilelerine ait bir puttur. Menât, te'kid için üçüncü diye nitelenmiştir. Çünkü iki şey üzerine bir özel isim atfedildiği zaman, o üçüncüsüdür. ”Öteki" anlamında ki ”el-uhrâ" kelimesi ile nitelenmesi, onu kötülemek içindir. O, derecesi düşük, geride kalan demektir. Yani, ”alçak, aşağılık Menât" demektir. Çünkü ”uhrâ" kelimesi genelde zayıflar için kullanılır. Nitekim bir âyette: ”Kâlet uhrâhüm li ûlâhüm: sonrakiler öncekiler için... dediler." (A'râf: 38) buyurulmaktadır. Bunun anlamı: ”Zayıflar, reisleri için dediler..." demektir."

Denildiğine göre müşrikler, putları için güzel isimler takmak istediler. Onlardan birisine ”Allah" adını vermek istediler. Ancak dillerinden Lât adı çıkıverdi. Birisine ”Azîz" adını vermek istediler, dillerinden Uzza çıktı. Birisine de ”Mennân" adını vermek istediler ama ona da Menât demek kolay geldi.

Bu konu ile ilgili olarak Râğıb şöyle der: ”Lâtin aslı el-lâh'tır. Sonundaki ”hâ" yı hazfettiler ve Allah'a karşı eksikliğine dikkat çekmek için, sonuna ”tâ" getirerek müennes (dişi) bir kelime haline getirdiler. Böylece onu kendi iddialarınca, Allah'a yaklaşmaya has bir tanrı haline getirdiler."

Süheylî'ye göre ise: ”Lât kelimesi aslında hacılar için (kavut) karan yani keş peyniri veya kuru yoğurtla yağı karıştıran bir adamın adıdır. Her hac mevsiminde halka yemek yediren bu adama Araplar son derece saygı gösteriyorlardı. Adam ölünce, onun kavut kardığı yeri, kurban kesilen bir yer haline getiriler. Sonra, adamın üzerine oturduğu bu kayaya tapmaya başladılar. Onu bir put haline getirdiler ve ona ”Lât" yani sevik karılan yer dediler. Bilinen tefsir ve haberlerde böyle zikredilmektedir." Bu izah, Lât kelimesindeki tayı şeddeli okuyanların kıraatma uygun düşmektedir. Kamus'ta belirtildiğine göre İbn Abbas, İkrime ve bir grup bu şekilde okumuşlardır.

Müşrikler, bu putlara ibadetlerinin yanı sıra: ”Melekler ve bu putlar Allah'ın kızlarıdır" derlerdi. Bu yüzden onları azarlamak ve suçlamak için: ”Gördünüz mü?" denildi. Burada, kastedilen mana şudur: Allah'ın mülkündeki azametinin, kemâlinin, ululuğunun, üstünlüğünün, kudretinin ve emrinin Mele-i âlâda, yerin altında, üstünde ve aralarında geçerliliğini işitmeniz akabinde, bütün zayıflıklarına ve seviyesizliklerine rağmen bu putlara Allah'ın kızları dediniz.

Bazı âlimler şöyle dediler: ”Müşrikler: Melekler Allah'ın kızlarıdırlar. Yine Allah'ın kızları olan cinler de bu putların içine yerleştiler. Ya da, bu putlar, Allah'ın kızları olan meleklerin heykelleridirler, dediler."

20

Bak. Âyet 19.

21

Demek erkek sizin, dişi O'nun öyle mi? Bundan önceki kınama üzerine dayanan, ikinci bir kınamadır.

22

Öyleyse bu yani erkeğin sizin, dişinin O'nun olması

zalimce düzgün olmayan

bir taksim. Çünkü kendiniz için istemediğiniz şeyleri Allah'a uygun gördünüz.

23

Bunlar, sizin kendileri için iddia ettiğiniz uluhiyet itibariyle, yani ilâh adını söylemeniz açısından bu putlar batıl arzularınız gereği

sizin ve atalarınızın uydurduğu kuru isimlerden başka bir şey değildir. Yani bunlar altında müsemması olmayan isimlerden başka bir şey değillerdir. Kendilerinde, varlığı söylenen tanrılığın aslı yoktur.

Buradaki ”uydurduğunuz kuru isimler" den maksat şudur: Siz onları isimler yaptınız, onlara isimler takmadınız. Çünkü isim takmak, isimle müsemma (yani kendisine isim verilen yaratık) arasında ilgi kurmaktır. Öyleyse isme kıyaslandığında bunun anlamı; mevcut olan müsemmaya kıyaslandığında da isim için müsemma yapmak olur. Bu yüzden burada tanrılar diye isimlendirdikleri putların, gerçekte müsemmaları olmayan kuru birer addan ibaret olduklarını tesbit için, müsemmaya hiç değinilmeden ilk mana (uydurduğunuz kuru isimler) tercih edildi. Nitekim bir âyette: ”Siz Allah'ı bırakıp sadece sizin ve atalarınızın taktığı isimlere tapıyorsunuz..." (Yusuf: 40) buyurulmaktadır. Yani, ”ortada müsemmalar var da isimlendirilmeye lâyık değiller" demek değil, yani bunlar müsemmaları olmayan, sizin koyduğunuz isimlerden başka bir şey değiller.

Allah, onları isimlendirmek

hakkında sizin sarılacağınız

bir delil indirmedi. Onlar ancak kuruntuya ve nefislerinin arzusuna yani onlar hakkındaki batıl zanlara ve kötülüğü emreden nefislerinin çektiğine

uyuyorlar. Daha önceki hitaplar muhataba yönelik olduğu halde, burada gaibe (üçüncü şahsa) yöneltilmiştir. Buna sebep: Onların kabahatlerini saymanın, onlardan ve suçlarını anlatmaktan başka şeylere geçmeyi gerektirdiğini bildirmektir.

Oysa kendilerine Rablerinden bir yol gösterici gelmiştir. Bu ifade, onların zanna ve nefsin arzularına uymalarının batıllığını te'kit etmekte, durumlarını kınamayı artırmaktadır. Çünkü kim tarafından olursa olsun onlara uymak çirkindir. Kendisine peygamber göndermek ve kitap indirmek suretiyle Allah yol gösterip de onlarla hak yolu bulmayan açısından çok daha çirkindir. Buradaki ”yol gösterici" den maksat, Kur'an ve peygamberdir. Bilinmelidir ki, yol gösterici hidayet, nevaya uymanın zıddıdır. Öyle ise hidâyete uymak gerekir.

24

Yoksa insan, umduğu her şeye sahip mi olacak? Bu, kâfirlerin içinde bulundukları halin, kuruntu ve nefislerin boş arzularından başka bir şeye dayanmadığının ve bunun hiçbir fayda sağlamayacağının beyanıdır.

"Umduğu" diye terceme ettiğimiz ”temenni", bir şeyin nefiste takdir ve tasvir edilmesidir. Çoğunlukla bu, aslı astarı olmayan şeyin tasviri şeklinde olur. Ayetin manası şudur: ”İnsan için, istediği ve canının çektiği her şey gerçekleşecek değildir." Putlarının şefaatleri konusunda ki boş arzuları ve benzeri şeyler de bu kabildendir.

Bir diğer görüşe göre anlam şudur: ”Yoksa insan için, uzun ömür, öldükten sonra dirilme ve haşrin bulunmayışından arzu ettiği şeyler mi var?"

25

Ahiret de dünya da Allah'ındır. İnsan için istediği her şeyin mutlaka hasıl olamayacağının gerekçesidir. Çünkü dünya ve ahiret işlerinin tümünün Allah'a ait oluşu insan için herhangi bir yetkinin olmamasını gerektirir.

26

Gökyüzünde nice melekler var ki, onların şefaatleri, Allah'ın şefaat etmelerini

dileyeceği ve razı olacağı ve ehil göreceği

kişiler için şefaat edilmelerine

izin verecekleri dışında hiçbir şeye fayda vermez.

Mü'minlerin dışındaki kâfirler ve azgınlar ise, Allah'ın izninden ve şefaattan çok uzaktırlar.

Bu, kâfirlerin, meleklerin kendilerine şefaat edecekleri yolundaki umutlarının kesilmesidir. Böyle olunca, putların şefaatlerinden umutlarını kesmeleri gereği öncelikle sabit demektir. Yani meleklerin çoğunun Allah katındaki şefaatleri bir fayda vermez. Bu izaha göre ”şey", fayda anlamında kullanılmış olmaktadır. Faydadan az bir şey vermez, demektir. Ya da, ”şey" den maksat, ”kimse" dir. O zaman inana ”hiç kimseye fayda vermez" olur.

Bu cümleden murad edilen: ”Meleklerin şefaatleri fayda vermez" demek değil, ”şefaat etmezler, çünkü kendilerine izin verilmez" demektir. Meleklerin şefaat konusundaki halleri böyle olunca, putlar hakkında acaba ne zannediyorlar?

27

Şüphesiz ahirete ve işledikleri küfür ve isyan sebebiyle orada karşılaşacakları cezaya

inanmayanlar, mutlak olarak eksik sıfatlardan münezzeh olan

meleklere dişi adı takıyorlar. Yani onlardan her birini, dişilerin adlandırıldığı gibi adlandırıyorlar. Çünkü onların, ”Melekler Allah'ın kızlarıdır" demeleri, onlardan her biri Allah'ın kızıdır, demektir ki bu da onlara dişi adı takmaktır.

İbnü'ş-Şeyh şöyle der: ”O kâfirler, melekler Allah katında bizim şefaatçilerimiz dedikleri ve üzerinde hasrolunması inancıyla, ölünün bineğini kabrinin yanına bağlamak âdetleri olduğu halde, onlar için, nasıl ahirete inanmazlar denilebilir? şeklinde bir itiraz gelirse şöyle cevap verilir: Onların bu inançları kesin değildir. Aksine: ”Her ne kadar biz bunlar şefaatçilerdir desek de hasrolunmayız" derler. Nitekim onların durumlarını bildiren şu âyet buna delâlet etmektedir: ”...Kıyametin kopacağını sanmıyorum, Rabbime döndürülmüş olsam hile muhakkak O'nun katında benim için daha güzel şeyler vardır, der..." (Fussilet: 50) Ayrıca onlar ahireti, peygamberlerin haber verdikleri şekilde itiraf etmezlerdi. Ona gereği gibi inanmazlardı.

Bilinmelidir ki melekler, erkek de dişi de değillerdir. ”Cebrail ilk vahyettiğinde bana geldi, abdesti ve namazı öğretti. Abdesti bitirince bir avuç su aldı ve onu avret mahalline serpti," şeklindeki rivayete gelince, buradaki avret mahallinden (ferçten) maksat, insandaki avret mahallidir. Zira onun cinsel organı yoktur. İnsan şeklinde tasavvur edilse bile meleğin cinsel organının olmaması onun erkek veya dişi olmadığının delilidir.

Mümkündür ki, onun cinsel organı vardır ama erkeğin veya kadının organı gibi değil. Nitekim hunsada da böyledir, şeklinde bir itiraz gelebileceği için, bu izah tenkide açıktır. Bundan dolayı bazıları hadisteki ”avret mahalli (cinsel organ)" kelimesini gerçek anlamda anlamamışlardır. Bazı âlimler ise, izar (peştemal) daki, cinsel organa gelen yere hamletmişlerdir.(8)

8- Melekler nûrânî, lâtif cisimlerdir. Evlenmezler, üremezler, insana benzemezler. Onlar diğer yaratıklardan farklıdırlar.

28

Halbuki onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Yani dedikleri hususta hiç bir bilgileri olmadığı halde meleklere, dişilere ait isimler veriyorlar.

Onlar sadece fasid

zanna uyuyorlar. Bu âyet daha önce geçen, aynı anlamdaki âyetin tekrarı değildir. Çünkü önceki, onların Lât, Uzza ve Menât'a tapınmaları ile ilgili idi. Bu ise meleklere tapınmaları ile ilgilidir.

Oysa zan, haktan hiçbir şey ifade etmez. Çünkü, eşyanın hakikatinden ibaret olan hak, gerçek anlamda ancak ilimle anlaşılabilir. Gerçek bilgilerde zan ve kuruntuya yer yoktur. Ancak zanna, amelî konularda ve onlara götüren usûl-ü fıkıh meselelerinde itibar edilebilir. Bu ifade, zannı kötülemekte ve mukallidin imanının makbul olmadığına delâlet etmektedir.

Bir görüşe göre âyette geçen ve ”hakikat" diye terceme ettiğimiz ”hak" ilim anlamındadır. Zan, ilmin yerini tutmaz demektir. Bir diğer görüşe göre ise ”hak" azap manasınadır. O zaman âyetin anlamı ”Onların zanları, kendilerini azaptan kurtarmaz" şeklinde olur.

29

Bu yüzden, Bizim zikrimizden yüz çeviren.. Ey Rasûlüm Muhammed! Bizim kesin bilgi ifade eden zikrimizden -ki o geçenlerin ve geleceklerin ilimlerini içeren, ahiret işlerini hatırlatan Kur'an'dır- yüzçevireni davetten vazgeç, o Müslüman olmuyor diye kendi kendini telef etme. Ya da mana, bizi gereği gibi anmaktan yüzçevirenden sen de yüz çevir, demektir. Çünkü Allah'ı anmayı, ahireti ve ahiretteki arzu edilen ve kaçılan şeyleri de anma takıp eder.

Ve dünya hayatından başka bir şey istemiyenlerden ona razı olan, gözü dünya malını toplamak ve menfaatlerini elde etmekten başka bir şey görmeyenlerden

sen de yüz çevir.

Bu âyetteki nehiyden murat, bu durumdakileri davetten ve onun halini önemsemekten nehiydir. Çünkü anılanlardan yüzçevirip, tüm hedefi ve gayretinin son noktası olacak şekilde dünyaya dalan kişiyi dine davet etmek ancak onun inadını ve batılda ısrarını artırır. Davetten nehiy ifade eden bu âyet, savaş âyetinin neshini gerektirmez. Aksine onlara cevap vermekten ve münazaradan yüzçevirmek, savaşın caiz olması için şarttır. Öyleyse savaş bu âyetle nasıl mensuh olsun ki? Âyetin anlamı şudur: Onlardan yüzçevir, delil ve burhan getirmeye uğraşma. Çünkü onlara bu fayda vermez. Onlarla savaş ve köklerini kes.

30

Onların ilimden varabilecekleri, işte budur. Yani dünya işidir.

Bahru'l-Ulûm'da: ” 'İşte budur' dan maksat, dünyayı istemek ve onu ahirete tercih etmektir" denilir.

Ebu'ssuûd da tefsirinde: ”Onların içinde bulundukları yüzçevirmeye ve iradelerini sadece dünya haytına tahsise götüren şeydir," denilmektedir. Yani onların bilgileri başka bir şeye ulaşamaz ki, davet ve irşad onlara fayda versin. Nitekim bir âyette şöyle buyurulur: ”Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise tamamen gafildirler. ” (Rûm: 7)

Şüphesiz Rabbin, yolundan sapanları en iyi bilendir. O, hidayet bulanları da çok iyi bilir. ”Sapan" dan murat, sapıklıkta direten ve hidayete asla dönmeyendir. ”Hidayet bulan" dan maksat da, genelde durumu hidayet bulmuş olandır. Yani Allahü teâlâ  sapıklıktan ebediyyen ayrılmayanı ve başka bir şey değil tümüyle hidayeti kabul edeni çok iyi bilir. Onun için sen davet edeceğim diye kendini yorma. Zira o, sapık olanlardandır.

31

Göklerde ve yerde yaratıklardan, meleklerden

ne varsa hepsi gerek tek başına gerekse ortaklık yoluyla asla başkasının değil

sadece Allah'ındır. Bu, kötülük edenleri yaptıkları sebebiyle veya yaptıklarının azabıyle kendilerini

cezalandırması, iyilik edenleri hidayete erenleri

de daha iyisiylc en iyi karşılıkla ki o cennettir

mükâfatlandırması içindir. Mânâ şudur: Allah sapıtanın sapıklığını, hidayette olanın da hidayetini bilir ve buna göre karşılıklarını verir. ..

32

Onlar, ufak tefek hatalar hariç, -bu anlamı veren ”lemem" kelimesi, günaha yakın olan hareket demektir. Küçük günah karşılığında kullanılmaktadır-

büyük günahlardan ve fuhşiyattan kaçınanlardır. Bu cümle, ”iyilik edenler" in sıfatıdır. İster haramları işlemek, ister farzları terk kabilinden olsun günahları terke, en iyi karşılığı elde etmek için müminin devam etmesinin ve onlardan uzaklaşmayı kendisi için bir huy haline getirmesinin gerekliliğini bildirmek içindir. Çünkü günahlardan bir defa kaçınıp, diğer zamanlarda günahlara dalanların bu karşılığı almaya hakkı yoktur. Nafile kabilinden olan iyilikler ise böyle değildir. Bir defa da olsa onu yapan karşılığını alır.

Büyük günahlar, cezası büyük olanlardır ki, o da üzerine özellikle ceza vaadi terettüp edenlerdir. Şirk, genel anlamda zina ve özellikle komşusunun karısıyla zina, adam öldürmek, özel anlamda çocukları öldürmek -buna mev'ûde denilir- tir.

İbn Cübeyr: ”Büyük günahların, kendisinden istiğfar edilmeyenler" olduğunu söyler ve: ”İstiğfarla büyük günah kalmaz, ısrarla küçük günah küçük olarak kalmaz" (9) hadisini buna delil gösterir. Bir başka hadiste: ”Küçümsenen günahlardan sakının" buyurulmaktadır. İbn Abbas bunların yetmişe yakın olduğunu söyler. Bunlarla ilgili geniş bilgi. Şûra süresinde benzerî bir âyetin izahı esnasında geçmişti.

9- Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs'de İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 3/348.

Fuhşiyat, büyük günahların aşırılarıdır. Zina, haksız yere adam öldürmek ve benzerleri bu cümledendirler. Bu ifade, ta'mîmden sonra tahsîs (önce genel hükmü söyleyip sonra onun içindeki bir özel hükmü ifade) kabilindendir.

Râğıb: ”Fuhş, fahşâ ve fevâhiş söz ve fiillerden kötülük ve günahı büyük olanlardır," der. Küçük günahlar da ”lemem" kelimesi ile ifade edilmiştir.

Âyetin anlamı şöyle olur: ”O mü'minler az ve küçük olanların dışındaki günahlardan sakınırlar. Büyük günahtan kaçınanların, küçük günahları da bağışlanır. Şu hadis buna delâlet etmektedir: ”Kişi büyük günahlardan sakındığı zaman beş vakit namaz, iki cuma ve iki ramazan, aralarındaki küçük günahları silip örterler." (10) Şu âyet-i kerîmeler de aynı hükmü ifade etmektedirler: ”... Şüphesiz iyilikler kötülükleri giderir..." (Hûd: 114) ”Eğer yasakladığımız büyük günahlardan kaçınırsanız sizin küçük günahlarınızı örteriz." (Nisa: 31)

10- Hadisi Müslim ve Tirmizî tahric etmişlerdir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 9/397.

Küçük günah dediğimiz ”lemem" in ne olduğu konusunda başka görüşler de vardır. Şöyle ki: Lemem, kasdî olmayan bakıştır. Ama sonra tekrar bakarsa bu, lemem olmaz. Gözüyle işaret etmek, eliyle dokunmak ve öpmek de lemem sayılır. Nitekim şu rivayet buna işaret etmektedir: ”Nebhan isminde hurma satan bir sahâbinin yanına bir kadın hurma satın almak için geldi. Kadına dükkâna gir" dedi, kucaklayıp öptü. Kadın: ”Kardeşine ihanet ettin, ihtiyacını da elde edemedin" dedi. Nebhân pişman oldu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gitti. Bunun üzerine üzerinde durduğumuz âyet indi.

Veya lemem, akla geliveren yasak şeydir. Yani kişinin azmetmeden kalbine gelen günahtır. Ya da Allah'ın hakkında had ve azap zikretmediği her türlü günahtır.

Bazı âlimlerde lemem ve ilmâm, insanın âdeti ve devamlılığı olmadan, zaman zaman yaptığı şeydir, demişlerdir.

Muhammed b. el-Hanefiyye şöyle der: ”Hayır ve şer azmettiğin her şey lemem'dir. Şu hadis-i şerif bunun delilidir: ”Şüphesiz şeytan için bir lemme (kalpte meydana gelen duygu) melek için bir lemme vardır. Şeytanın lemmesi vesvese, meleğinki ilhamdır." (11)

11- Hadisi Tirmizî tahrîc etti, hasen sahih garîb dedi. Ayrıca İbn Hıbban Sahıh'inde 40 numarada rivayet etti. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 2/58.

İbn Abbas (radıyallahü anh) âyetin şu manaya geldiğini söylemiştir: ”Bir kez büyük günah işleyip sonra tevbe etmesi ve günahta ısrar etmemesi hariç. Çünkü Allahü teâlâ  tevbeyi kabul eder." Şu hadis-i şerif İbn Abbasi te'yid etmektedir: ”Allah'ım! Bağışlarsan büyük günahları affet, küçük günah işlemeyen hangi kul var ki." İbn Abbas şöyle der: ”Lemem konusunda Ebû Hureyre'nin Rasûlüllah'tan naklen şu söylediklerinden daha uygun bir şey görmedim: ”Allahü teâlâ  insanoğlu için zinadan bir nasip takdir etmiştir. Şüphesiz bunu idrak edecektir. Gözün zinası konuşmak, dudakların zinası öpmek, ellerin zinası dokunmak, ayakların zinası yürümektir. Gönül ister ve iştah duyar. Cinsel organ da bütün bunları tasdik eder veya yalanlar. ” (12)

12- Hadisi Buharî, Müslim ve Ebû Davud tahrîc etmişlerdir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 2/371.

Şüphesiz Rabbin bağışı bol olandır. Büyük günahlardan kaçınılması sebebiyle, küçük günahları bağışlar.

Akıl sahibine düşen, işlediği isyanlardan pişmanlık duyması, kerim olan Allah'a karşı gaflette olmamasıdır. Allahü teâlâ  her ne kadar bağışı geniş ise de, O'nun yakalaması ve muâhazesi de şiddetlidir. Din, dünya ve âhirette Allah'tan af ve afiyet isteriz.

O sizi, topraktan yarattığı zaman yani babanız Hazret-i Âdem'i yaratmasının zımnında sizi yarattığı zaman

ve siz analarınızın karnında muhtelif şekillerde

cenin halinde iken de, sizin ceninler olduğunuz vakitte

en iyi bilendir. Sizin hiçbir haliniz ve hiçbir ameliniz O'na gizli kalmaz. Lemem de bu cümledendir. Allah'ın geniş bağışlaması olmasaydı bunun vebali ve zararı size dokunurdu.

Centn, ana karnındaki çocuktur. Yani gömülü, kapalıdır. Ayrıca cenin bir şeyde gömülü olan, orada gizli olandır. Bir şeyi örttü anlamında ”cennehü" denilir. Anasından doğduğu zaman, çocuk veya düşük denilir; cenin denilmez.

Eşbah'ta şöyle denilir: ”Çocuk anasının karnında olduğu müddetçe cenindir. Doğduğu zaman erkekse sabî, bulûğ çağına kadar ğulâm (oğlan), on dokuz yaşına kadar şâb (genç), otuz dört yaşına kadar kehl (orta yaşlı), elli bir yaşından ömrünün sonuna kadar da şeyh (ihtiyar) denilir. Bu, sözlüğe göredir. Şeriat nazarında ise buluğa kadar oğlan, sonra otuz yaşına kadar genç, elli yaşına kadar orta yaşlı daha sonra da ihtiyar denilir. Konunun tamamı Ki tabu! - Bezzâziyede mevcuttur.

Eğer ”Çocuk ana karnında iken, adı cenin olduğuna göre, bir de ayrıca ”analarınızın karnında" sözünün ne faydası var?" denilirse, onun faydasının, Allah'ın ilim ve kudretini beyanda mübalâğa olduğunu söyleriz. Çünkü anaların karınları son derece karanlıktır. Ceninin oradaki hâlini bilen Allah'a, insanın hiçbir hâli gizli kalmaz.

O halde kendi kendinizi temize çıkarmayın. Yani durum böyle olunca nefislerinizi tümüyle günahlardan temizdirler diye övmeyiniz. Veya amelin temizliği ve hayrın çokluğu ile övmeyiniz. Aksine lütuf ve bağışından dolayı Allah'a şükrediniz.

Hasan-ı Basrî rahimehullah şöyle der: ”Allahü teâlâ  her nefsin ne yapacağını ve ne olacağım bilir. O halde nefislerinizi tezkiye edip, günahlardan temiz olduğunu söylemeyiniz. İyi ameller sebebiyle onu övmeyiniz. Şüphesiz nefisleri kötülüklerden arındırmak ve iyiliklerle bezemek sırf Allah içinse mutlaka göz önünde tutulacak, hesaba katılacaktır. O sizin bütün hallerinizi bildiğine göre, onu tezkiyeye ne ihtiyaç var ki?"

Kendisini başkalarının tezkiye edip övdüklerine gelince onlar hakkında ”meddahların yüzüne toprak serpiniz" hadisi varid olmuştur. Bundan maksat, övülende bulunmayan niteliklerle övenlerdir. Övmek üç çeşittir:

1- Yüze karşı övmek, nehyolunan budur.

2- Yüze karşı övmez ama bu övgünün ona ulaşacağını bilir. Bu da yasaklanan övgülerdendir.

3- Birisini gıyabında över ve bu övgünün ona ulaşıp ulaşmayacağını mühimsemez. Ya da kişiyi kendisinde bulunan özelliklerle över. Bunda sakınca yoktur.

Ölümden sonra övmekte, Rafızîlerin Ehl-i beyti övmekte yaptıkları gibi aşırılık olmazsa mahzur yoktur.

O bütün kötülüklerden

sakınanı çok iyi bilir.

Denildiğine göre, iyi ameller işleyip sonra da: ”Bizim namazımız, bizim orucumuz, bizim haccımız" diyen insanlar vardı. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Bu tür sözlerin hoş karşılanmaması, beğenme veya gösteriş yollu olması halindedir. Ama yaptığı salih amellerin Allah'tan, O'nun tevfik ve yardımıyla olduğuna inanan ve bu sözle övünmeyi kasdetmeyen ise kendi kendini temize çıkaranlardan sayılmaz. Çünkü taâta sevinmek ve onu anmak şükürdür.

33

(Hakka uymaktan) ve onda sebat etmekten

geri döneni, malından

birazcık verip de, gerisini vermemekte direneni yani ihsan ve ikramı kesip, cimrilikle tutanı

gördün mü? ”Vermemekte direnen" diye terceme ettiğimiz ”ekdâ" kelimesi, sözlükte taş gibi katılaştı, kazılması imkânsız oldu, anlamlarına gelir. Bilâhare bir şeyi isteyip elde edemeyen, tamamlamayan, sonuna varmayan herkes hakkında kullanılmaya başlanıldı.

Kamusta ”ekdâ" nm, cimri oldu veya hayrı az oldu, ya da ihsanını azalttı manalarına geldiği söylenmektedir.

Tâcu'l-Mesâdir'de ”ekdâ", azı da kesti şeklinde izah edilmiştir.

Bilginler bu âyetin Velid b. Muğire hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Velid Hazret-i Peygamber'i izlerdi. Rasûlüllah da onun Müslüman olmasını çok arzulamıştı. Müşriklerden birisi onu kınayıp azarlayarak: ”Büyüklerimizin dinini terkettin. Onları sapıklığa nispet ettin" dedi. Velid de: ”Allah'ın azabından korkuyorum," dedi. Bir adam, malının bir kısmmı verdiği takdirde onun azabını yüklenmeyi tekeffül etti. Bunun üzerine Velid, dinden döndü ve insanlara nasihat etmekten, nebevi kelâmı dinlemekten vazgeçti. Azabı yüklenmesine mukabil şart koşulan malın bir kısmını verdi, kalanında cimrilik etti. Âyetteki kınama, cimriliğinden dolayı vadettiği malı vermeyi kesmenin sebebine yöneliktir. Bu, küfür ve sapıklık üzerine ilâve bir kötülüktür.

34

Bak. Âyet 33.

35

Gaybın bilgisi yanında da, o mu görüyor? Kıyamet günü arkadaşının, günahını yükleneceği bilgisini de içeren gaybm bilgisi onun yanında mı ki, arkadaşının günahını yükleneceğini biliyor?

İbnü'ş-Şeyh şöyle der: ”Bu verip sonra vazgeçenin yanmda, ahiret hallerinden şu anda kendisinden gaib olanların ilmi mi var ki, ardadaşının kendi günahlarını yükleneceğini biliyor?"

36

Yoksa Mûsa'nın ve vazifesini tam yapan İbrahim'in sahifelerindeki, kitaplarındaki

kendisine haber verilmedi mi? O bunlardan cahil mi?

Hazret-i İbrahim'in vazifesini tam olarak yapmasından maksat, Bakara sûresinde geçtiği üzere, kendileriyle imtihana tabi tutulduğu kelimeleri tamamlayıp yerine getirmesidir. Ya da maksat, ihmal etmeden ve bozmadan, emrolunduğu şeyleri eksiksiz yapmasıdır. Bir kimseye hakkını tam olarak veren birisi için ”evfâhü hakkahû" denilir. Âyette bu manayı ifade eden kelime şeddeli olarak ”veffâ" şeklinde varid olmuştur. Bunun, ahde vefada mübalâğa ve çokluğa işaret için getirilmiş olması caizdir. O zaman anlam: İbrahim Allah'a karşı olan ahdini yerine getirmekte mübalâğa etti," şeklinde anlaşılmalıdır. Hazret-i İbrahim'in böyle bir özellikle anılması onun, başkalarının tahammül etmedikleri şeylere katlanmasıdır. Nemrud'un ateşine sabretmesi bu kabildendir. Hatta ateşe atıldığında Cebrail kendisine gelip: ”Bir ihtiyacın var mı?" diye sordu. Buna ”sana yok" karşılığını verdi. Oğlunu kesmeye, vatanından hicrete, oğlunu ve hanımını hiç ekin olmayan yerde bırakmaya sabretmesi de hep bu kabildendir. Rivayete göre o hergün bir fersah yürür, misafir arardı. Bulursa ikram eder, bulamazsa oruç tutardı.

Mûsa (aleyhisselâm)'nın sahnelerinden naklolunan şeyler: ”Sebbih isme rabbike'l-a'lâ" sûresinin sonunda gelecektir. Fethu'r-Rahmân'da böyle izah edilmistir. Hazret-i Mûsa'nın, Hazret-i İbrahim'den önce anılması, onun sahifelerinin -Tevrat'ın- onlar arasında daha meşhur ve daha çok oluşundan dolayıdır.

37

Bak. Âyet 36.

38

Gerçekten hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez.

Yani birisinin cezadan kurtulması için, başka biri onun günahı ile sorumlu tutulmaz. Âyetteki ”yüklenmek" anlamı, ”vezaret" ten türeyen bir kelime ile ifade edilmiştir. Bundan maksat yüklenilmesi, taşınması beklenen günahtır. Yüklenilen, taşınan ağırlık değildir. Öyle olsaydı: ”Lâ tahmilü Fârigatün vizra uhra: Boş bir nefis, başka bir nefsin yükünü taşımaz," denilirdi. Çünkü kendi yükünü taşıyan birisi, bir de başkasının yükünü taşıyamaz.

Bu ifade, Velid b. Muğire'nin günahına kefil olanın sözünün batıllığını göstermektedir. Bu hüküm: ”İsrail oğullarına şöyle yazmıştık: Kim bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibidir..." (Mâide: 32) âyetine zıt değildir. Çünkü bunun anlamı, diğer katillerin günahlarının da doğrudan onun üzerine olacağı değildir. Maksat ona yasak olan adam öldürme fiilini işlemesinin günahından fazla olarak, başkalarının öldürmelerine sebep olma ve delâlet etme günahının da yükleneceğini ifadedir. Bu her iki günah da onun kendi günahlarındandır. Dolayısıyla o sadece kendi günahını yüklenmiştir. Hazret-i Peygamber'in şu hadisi de bu kabildendir: ”Kim kötü bir çığır açarsa onun günahı ve kıyamete kadar onu işleyenlerin günahı kendisinedir."

Şüphesiz o, kendi günahı olan saptırmanın günahıdır.

39

Şüphesiz insan için, kendi çalıştığından başkası yoktur. ”Çalıştı" diye terceme ettiğimiz ”es-sa'y" sözlükte, süratli yürümek anlamındadır. İster hayır olsun ister şer, bir şeye gayret göstermek manasına da gelir. Âyetin manası şöyledir: ”Hal ve durum şu ki: İnsan için âhirette ancak, dünyadaki amel ve niyetindeki gayreti vardır." Yani bir başkasının günahı ile müâhaze edilmeyeceği gibi onun yaptığı ile mükâfatlandırılmaz da. Bu, kişinin, başkasının ameli ile kendisinden zararı defetmekle yararlanamayacağının beyanının peşinden, başkasının ameli ile bir menfaati celbetme açısından da yararlanamayacağının beyanıdır.

Âyetin zahiri, hiç kimsenin başka birinin amelinden yararlanamayacağına işaret: etmektedir. Ancak âlimler bunun tevilinde ihtilâf etmişlerdir. İbn Abbas'tan bir kimsenin başkasının gayret ve fiili sebebiyle sevap kazanamayacağı rivayet edilmiştir. Bu, dinimizde şu âyetle neshedilmiş bir hükümdür: ”Biz onların nesillerini de kendilerine kattık." (Tûr: 21) Bu âyet delâlet ediyor ki, babalarının salâhı sebebiyle oğullar da cennete girecektir. Küçük çocuk kıyamet günü babasının terazisine konulacaktır. Allahü teâlâ  babaların oğullarına, oğulların babalarına şefaat etmelerine imkân verecektir. Şu âyet buna işaret etmektedir: ”...Baha ve çocuklardan hangisinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu siz bilmezsiniz..." (Nisa: 11)

İkrime şöyle der: ”Bütün bunlar, İbrahim (aleyhisselâm) ve Mûsa (aleyhisselâm)'nın kavimleri içindir. Bu ümmet için ise hem kendi çalışmalarının, hem de onlar için çalışanların ecri vardır. Çünkü rivayet edildi ki bir kadın kucağındaki bir çocuğu kaldırıp: 'Ya Rasûl allan! Bunun için hac var mı?' diye sordu. Hazret-i Peygamber: 'Evet, senin için de ecir var; buyurdu."

Bir adam da Hazret-i Peygamber'e ”Benim annem aniden öldü. Onun adına sadaka versem, onun için sevap olur mu?" dedi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ”Evet" karşılığını verdi.

er-Rebî' b. Enes şöyle der: ”'İnsan için kendi çalıştığından başkası yoktur' hükmü, kâfir içindir. Mü'mine gelince onun için hem kendi çalıştığının, hem de onun için çalışanın çalışmasının karşılığı vardır." Birçok hadis bu görüşe delâlet etmekte ve başka birinin sâlih amelinin sevabının ona ulaşacağına şahitlik etmektedir.

Rivayet edildiğine göre Hazret-i Âişe, kardeşi Abdurrahman'ın vefatından sonra onun için itikâfta bulunmuş ve onun adına köle azad etmiştir.

Sa'd (radıyallahü anh) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: ”Annem vefat etti, onun adına sadaka vereyim mi?" dedi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Evet," buyurdu. Sa'd: ”Hangi sadaka daha efdaldir?" dedi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Su içirmek" buyurdu. Bunun üzerine Sa'd bir kuyu kazdı ve onu Allah yoluna vakfetti.

Kurtubî Tezkire'sinde: ” insan için kendi çalıştığından başkası yoktur" âyetinin sadece günaha has olmasının muhtemel olduğunu, Rasûlüllah'ın şu hadisinin buna delil olduğunu söyler: ”Allahü teâlâ  şöyle buyurdu: Kulum bir iyilik yapmaya azmeder de yapmazsa o iyiliği, on katından yedi yüz kadına kadar yazarım. Bir kötülük yapmaya azmeder de yapmazsa, onu yazmam. Yaparsa bir tek günah yazarım. ”

Kur'an-ı Kerim de buna işaret etmektedir. Allahü teâlâ  bir âyette: ”Kim bir iyilikle gelirse, ona o iyiliğin on misli vardır..." (En'am: 160) buyurur. Bu ve benzerleri Allah'ın, kullarına bir ihsanı ve lütfudur. Adaletin gereği, ”İnsan için çalıştığından başkası yoktur," hükmüdür. Ancak bir amele karşılık olarak kat kat sevap vermesi Allah'ın bir lütfü olduğu gibi, O, kuluna dilediği şekilde lütufta bulunur. Kullar için bir haseneye, on katından yedi yüz katına kadar milyonlarca karşılık yazar. Yine Allahü teâlâ  hiçbir amel işlemedikleri halde çocukları cennete sokmak suretiyle onlara lütufta bulunmuştur.

Özetle denilebilir ki: Çalışmaya mukabil olanı, adalet ve karşılık yoluyladır. Çalışma olmadan verileni de lütuf ve katlama yoluyladır. Allah'ın keremi bunlardan daha geniş ve daha boldur. Çünkü O, iyilikleri katlar, kötülükleri siler.

İmamlar namaz, oruç, Kur'an okumak ve sadaka vermek gibi ibadetleri yapıp da sevabını Müslüman bir ölüye bağışlamanın hükmünde ihtilâf ettiler:

Ebû Hanife, bu sevabın ölüye ulaşacağını ve Allah'ın rahmet ve keremi ile ondan faydalanacağını, söyler.

İmam Mâlik ve Şafiî'ye göre bu, sadaka, malî ibadet ve hacda caizdir. Namaz, oruç ve Kur'an okumak gibi diğer ibaretlerde caiz değildir. Bu ibadetlerin sevabı, bizzat yapanadır.

Mutezileye göre ise insanın, hiçbir amelinin sevabını başkasına bağışlaması caiz değildir, ”insan için çalıştığından başkası yoktur," âyetinden dolayı ona ulaşmaz ve fayda vermez. Çünkü sevap cennettir. Bir kimsenin onu, bırakın başka birisine vermek, kendisine alması bile gücü dahilinde değildir. Bir hadiste: ”insan öldüğü zaman şu üç grup hariç ameli kesilir; sadaka-i câriye, faydalanılan ilim ve kendisi için duâ eden sâlih evlât.,"(13) buyurulur.

13- Hadisi Müslim, Tirmizî, Ebû Davud ve Nesâî rivayet etmişlerdir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 11/180.

Kurtubî: ”Kur'an okumak da duâ manas nidadır. Bu Kur'an okumak da, insana çocuğundan, arkadaşından, dost ve mü'minlerden sadakadır," der.

40

Ve şüphesiz onun çalışması, insanın çalışması -ki o amelidir-

görülecektir. Yani ona arzolunacak, kıyamet gününde sabitesi ve mizanı onun için açılacaktır. Birisine bir şey gösterirsen, ona arzetmiş olursun.

41

Sonra onun karşılığı tam olarak verilecektir. İnsan çalışmasının yani amelinin karşılığını hayırsa hayır, serse şer tam olarak alacaktır.

42

Şüphesiz en son varış yani yaratıkların ölümden sonra dönüp varacakları yerin sonu başkasına değil

ancak Rabbinedir. Amelleri sebebiyle onlara karşılık verecektir. Gerçekte hem başlangıçta, hem de sonuçta yaratıkların varacağı son Allah'tır. ”Dikkat edin bütün işler sonunda Allah'a döner." (Şûra: 53) âyeti buna işaret etmektedir. Çünkü O'ndan başka ilâh yoktur.

43

Ve şüphesiz güldüren de, ağlatan da sadece

O'dur. ”Dahk"; sevinçten yüzün yayılması, dişlerin açılmasıdır. Gülme esnasında dişler göründüğü için ön dişlere ”davâhık" denilir. Ağlamak anlamına gelen ”bükâ" da, iç yanması ve kederden yaş akmasıdır. Mana şudur: Allah insandaki ağlama ve gülme kuvvetlerini yarattı. Gülüş ve ağlayış ondan kaynaklanır ama insan bu gücün mahiyetini bilmez. Ya da ağlamak ve gülmek, sevinç ve kederden kinayedir. Sanki ”O sevindirdi ve üzdü," denilmiştir. Çünkü sevinç gülmeyi, keder de ağlamayı celbeder.

Hazret-i Ömer'e: ”Rasûlüllah'ın ashabı ağlar mıydı?" diye sordular. ”Evet, Allah ve iman onların gönüllerinde sabit dağlardan daha köklüdür," karşılığını verdi.

Simâk b. Harbin şöyle dediği rivayet edildi: Cabir b. Semure'ye: ”Sen Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le birlikte oturur muydun?" dedim. ”Evet, sahabîleri onunla otururlar, şiir söylerler, cahiliye dönemine ait şeyleri hatırlarlar ve gülerlerdi. Onlar güldüğünde Hazret-i Peygamber de onlarla birlikte gülümserdi," diye cevap verdi.

44

Öldüren de, dirilten de O'dur. Ne yaratma, ne de kazanma (kesb) olarak öldürmeye ve diriltmeye O'ndan başka kimsenin gücü yetmez. Katilin ölümdeki etkisi, bünyeyi bozmak ve bitişik olanı (ruhu bedenden) ayırmaktır. Katil halinde ölüm âdet üzere Allah'ın fiili ile hasıl olur. Kula ait olanı kesbî olarak bünyeyi bozmaktır, öldürmek değil.

Ben fakir derim ki: Âyette öldürmek, fasılaya uygun olsun diye diriltmekten önce zikredildi. Ayrıca nutfe canlıdan ve kalbin ölümü hayatından öncedir. Çünkü bedenin ölümü kabirdeki hayatından öncedir. Yine çünkü öldürmeyi önce anmakta, muhatapları uyarmak için kahrın eserini ta'cîl vardır. Aynı şekilde yokluk, varlıktan öncedir. Varlığın sonucu ve dönüşü yokluktur. Dolayısıyla iki ölüm arasındaki hayata ve iki yokluk arasındaki varlığa aldanmamak gerekir. Muvaffak kılan Allah'tır.

45

Şüphesiz O, (rahme) atıldığı zaman... ”Atıldığı zaman" anlamına da kullanılan ”izâ tümnâ" kelimesi, aslında kendisinde çocuk takdir edildiği zaman manasınadır. Çünkü her menî, çocuk olmaz.

Nutfeden, erkek ve dişi ”nutfe", saf sudur. Müfredatla belirtildiğine göre o, erkek suyu anlamında kullanılır.

İki çifti yarattı. Bazı tefsirlerde, iki çifti her canlıdan yarattı diye izah edilmiştir. Nitekim her canlı nutfeden yalatılmaz, bazısı yelden yaratılmıştır. Kuş buna örnektir. Çünkü kendisinden tavuğun yaratıldığı yumurta, horozun yelinden yaratılmıştır.

46

Bak. Âyet 45.

47

Şüphesiz tekrar diriltmek de O'na yani Allah'a

aittir. Bu, vadine vefanın gereği, öldükten sonraki diriltmektir. Yoksa, kişiye borç olduğu anlamına gelen ”alâ" kelimesinin akla getirdiği gibi diriltmek, Allah'a vacip değildir. Bu ifade açıklamaktadır ki ilâhî hikmet, ceza ve mükâfat vermek ve mü'minlerin lâyık oldukları kemâlâta kademe kademe ulaşmaları için şeklî olan ikinci doğuşu gerektirmiştir. Eğer Allahü teâlâ  müminlerin yaptıkları iyiliklerin karşılığını bu dünyada vermek isteseydi onun bir tek ecrine bile dünya dar gelirdi. Geriye kalanların ne olacağını sanıyorsun?

48

Doğrusu ihtiyaçtan kurtaran da, insanlara mallarla ihtiyaçsızlığı veren de,

sermaye sahibi yapan da kazanç veren yani sermaye yapılan ve biriktirileni veren de

O'dur. Bir darb-ı meselde: ”Kötü köpekten sermaye (damızlık) yapıp yavru edinme," denilmiştir.

Bazı âlimler âyetle ilgili olarak şöyle demişlerdir: ”İnsanlara yeterince mal vererek başkalarına muhtaç durumda bırakmadı, ayrıca yetecek miktardan fazla olarak biriktirip sermaye yapacaklarını da verdi."

Dahhâk ise: ”Altın, gümüş, kumaş ve mesken vererek zengin kıldı; deve, sığır, koyun ve hayvanlar vererek sermaye sahibi yaptı. ”Eğnâ" dan sonra ”eknâ" nın yani deve, sığır koyun gibi mallara işaret eden kelimenin zikredilmesi o malların şeref ve üstünlüklerinden dolayıdır. Ya da ”eknâ" nın manası, ”erdâ" yani razı etti demektir," demiştir.

49

Şüphesiz onların mâbudları olan

Şi'ra (yıldızı) nın Rabbi de O'dur. ”Şi'râ", Cevza yıldızının arkasında ışık saçan bir yıldızdır. O yıldıza Abur da denilir. Gumeysâ yıldızından daha parlaktır. Huzâa kabilesi Şi'râ'ya tapardı. Onlara bu inancı ilk yerleştiren, ileri gelenlerinden Ebû Kebse adındaki adam olmuştur. Bu şahıs kavmine: ”Tüm yıldızlar gökyüzünü enine katederler. Bu ise uzunlamasına katediyor. Onun gibi başka hiçbir şey yok," dedi. Huzâa da o yıldıza ibadet etmeye başladı.

Ebû Kebse putlara ibadet konusunda Kureyş'e muhalefet etti. Bu yüzden Kureyşliler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e İbnü Ebî Kebşe (Ebû Kebşe'nin oğlu) adını takmışlardı. Her ne kadar Rasûlüllah'ın nesebi bu şahsa varıyorsa da, onların maksatları nesep bağı değildi. Ebû Kebşe, Hazret-i Peygamber'in anne tarafından dedelerinden birisi idi. Fakat Kureyşliler, Rasûlüllah'ın putlara ibadet etmeyip yeni bir din ihdası konusunda Ebû Kebşe gibi davrandığını kastediyorlardı. Rasûlüllah putlara ibadeti terkte Kureyş'e muhalefet ettiği gibi, Şi'râ'ya tapmamakta da Ebû Kebşe'ye muhalefet etmiştir.

50

Önceki Âd kavmini de O helak etti. Onlar Hûd (aleyhisselâm)'un kavmidir. Onlar dondurucu bir rüzgârla helak edildiler. Sonraki Âd ise İrem'dir. Diğer bir görüşe göre öncekiler, önce helak olanlardır. Çünkü Nûh kavminden sonra ilk helak olan millet onlardır. Âd'dan murad, Nuh'un oğlu Sâm'ın oğlu Avs'ın oğlu İrem'in oğlu Âd'a nispet edilenlerin tümüdür. Onların ”öncekiler" diye nitelenmeleri, sonraki Âd'lıları hükmün dışında tukmak için değildir. Onların Nûh kavminden sonra diğer milletlerden daha önceki bir zamanda helak olmalarından dolayıdır.

Tekmile de, şöyle denilmektedir: ”Âd'ın, öncekiler diye nitelenmesi, onların ikincilerinin de varlığını gösterir. Öncekiler, İrem'in oğlu Âd yani Hûd kavmidir. İkincisi ise onların oğullarından gelenlerdir ki o, Hazret-i Mûsa'nın Erîha'da savaştıklarıdır. Bunlar, Muaviye'nin kızı Huzeyle'nin neslindendir. Huzeyle: Ömer, Amr, Âmir ve Atîd adlarındaki dört oğlu ile birlikte Âd kavminden kurtuldu. Huzeyle Âmâlık tendir."

51

Semûd'u da (helak etti.) Semûd. Sâlih (aleyhisselâm)'in kavmidir. Allah onları korkunç bir gürültü ile helak etmiştir.

Ve geride bir şey bırakmadı. Yani iki gruptan hiç kimseyi bırakmadı. Âyetten murat edilen mananın: ”Onların ikisine de merhamet etmedi," olması caizdir. Onlar gazap ehli oldukları için onlara merhamet etmemiştir. Allah'ın rahmeti, kalır ehline değil, lütuf ehlinedir.

52

Daha önceden Âd ve Semûd'un helakinden önce peygamberlerine karşı daha

çok zalim ve iki gruptan daha

çok azgın olan Nuh kavmini de (helak etti.) Çünkü onlar Hazret-i Nuh'a eziyet ederler ve insanları ondan uzaklaştırırlardı. Çocuklarını onu dinlemekten menederler ve onu döverlerdi. O kadar ki Hazret-i Nun hareketsiz kalırdı. Onun daveti bin seneye yakın bir süre etkisiz kaldı, kendisine ancak az bir grup iman etti.

53

Altı üstüne gelen kasabaları da yere batırdı. Bunlar Lût (aleyhisselâm)'un kavmine ait köylerdir. O köyler üzerindeki halkla birlikte yerle bir olmuşlardır. ”Yere batırdı" diye ifade ettiğimiz ”ehvâ" kelimesinden murad edilen şudur: Allahü teâlâ  onları Cebrail'in kanadında gökyüzüne çıkardıktan sonra tepetakla yere çaktı. Zeccâc bu cümlenin ”Cehenneme attı" anlamına geldiğini söyler.

54

Onlara çeşitli azaplardan

yapacağını yaptı. Bu âyette kâfirleri korkutma vardır. ”Yaptı" diye terceme ettiğiniz ”ğaşşâ" kelimesi aslında ”giydirdi, kapladı" manasınadır. Yani Allah o kasabalara, işaretli sıra sıra taşlar gibi azaplardan giydireceğini giydirdi.

55

Artık Rabbinin nimetlerinden hangisi hakkında şüphe edersin? ”Şüphe etmek" diye terceme edilen ”mümârât" aslında, hakkında şüphe edilen bir konuda tartışmak demektir. Bu hitap Hazret-i Peygamber'edir. Ama başkalarına tarîz ve teşvik kabil indendir. Bu ”...Eğer Allah'a ortak koşarsan, amelin mutlaka boşa gider..." (Zümer: 65) âyetindeki hitaba benzer. Yahut da hitap her bir şahsadır.

Sayılanların bazıları ceza olmakla birlikte hepsi nimet olarak değerlendirilmiştir. Çünkü bunlar, mü'minlere ve peygamberlere yardım ve onlar için intikam olmaları hasebiyle bir bakıma nimettirler. Bunlarda, ibret alanlar için öğütler ve ibretler vardır. Âyetten kastedilen şudur: Ey Rasûlüm Muhammed! Bu anılanları bilince artık Rabbinin nimetlerinden hangisinin Allah katından olmadığında veya nimet oluşunda şüphe edersin. Daha önce yaşayan peygamber kardeşlerine ve onların dostlarına yardım ettiğim, düşmanlarını da helak ettiğim gibi, sana da aynısını yaparım. O halde bu kavmin, büyüklerime, inat ve küfürde ısrarları hususunda gördüklerinden dolayı gönlünde bir darlık ve sıkıntı olmasın.

56

İşte bu da önceki uyarıcılardan bir uyarıcıdır. Âyetteki ”Bu" kelimesi, ya Kur'an'a işarettir; ”Bu görüp durduğunuz Kur'an, sizin akıbetlerini işittiğiniz önceki korkutmalar kabilinden bir korkutmadır," anlamındadır. Yahut da Hazret-i Peygamber'e işarettir. ”Nezir" kelimesi korkutucu, uyarıcı anlamınadır. O zaman mana: ”Bu Rasûl önceki uyarıcılar cinsinden bir uyaradır" olur. Ancak bu durumda bir gramer sorunu ortaya çıkmaktadır. Akıl sahiplerine sıfat olarak ”ula değil, ”evvelin" gelmeli idi. Bu sorun, ”ûlâ" kelimesinin, âyetlerin sonlarına uygun olsun diye böyle gelmiştir, diyerek çözümlenebilir. Sen onların korkutulan kavimlerinin akıbetlerini biliyorsun.

57

Yaklaşan (kıyamet) yaklaştı. Bu cümlenin, anılan şeylerin sonunda getirilmesi, o müşriklerin asıl azabının, dünyada cezalandırılmış bile olsalar, Rasûlüllah’ı tazim için kıyamete bırakıldığını hissettirmektedir.

Âyette geçen ”ezif, kıyamet vaktinin yakınlığından dolayı vakit darlığı anlamınadır. Bu yüzden kıyamet, saat diye ifadelendirilmiştir. Buna göre âyetin manası: ”Kıyamet yaklaştı" (Kamer: 1) âyetiyle yakınlıkla nitelenen kıyamet yaklaşmıştır.

58

Onu Allah'tan başka açığa çıkaracak yoktur. Onu açığa çıkaracak yani takdir edilen vakitte vukuunu önleyecek ve izale edecek Allah'tan başka hiçbir kimse yoktur. Yahut da şu anda onu tehir edecek, açacak Allah'tan başka kimse yoktur. Çünkü onü geciktirecek O'dur. Yani şu anda gelse onu vaktine reddedecek Allah'tan başkası yoktur. ”Keşf' izale yani giderme, yok etme, ortadan kaldırma manasındadır. Ama tümüyle izale değil, vaktine tehir etmek suretiyle izaledir.

Âyetin manası ile ilgili bir başka görüş de şudur: ”Onun vaktini Allah'tan başka bilen yoktur." Çünkü bir şeyin hakikatinin bilinmesine ”keşf' denilir. Yahut da ”kıyametin ne zaman kopacağını açıklayan" demektir. Nitekim bir âyette ”Onun (kıyametin) vaktini O'ndan başkası açıklayamaz..." (A'râf: 187) buyurulmaktadır.

59

Şimdi siz inkâr ederek

bu söze mi şaşıyorsunuz?

Râğıb ”Aceb ve teaccüb, bir şeyi bilmemesi sebebiyle insana arız olan şeydir. Bu yüzden hikmet sahiplerinden biri, aceb (taaccüb), sebebi bilinmeyen şeydir," demiştir.

60

Alaya en uzak şey olmasına rağmen, alay ederek

gülüyorsunuz, Râğıb bu âyette ”gülmek" anlamına gelen fiilin, alay için istiare yoluyla kullanıldığını söyler.

Aşırı gittiğinize üzülüp, anılan ümmetlerin başına gelenlerin sizin de başınıza gelmesinden korkup

ağlamıyorsunuz.

Rivayete göre, bu âyet indikten sonra Hazret-i Peygamber'in güldüğü hiç görülmemiştir.

Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre bu âyet inince suffe ehli ağlamaya başladı. Öyle ki göz yaşları yanaklarına aktı. Rasûlüllah onların iniltilerini duyunca, onlarla birlikte o da ağladı. Onun ağlamasına biz de ağladık. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Allah korkusundan dolayı ağlayan cehenneme girmez. Allah'a isyanda ısrar eden, cennete girmez. Eğer siz günah işlemezseniz Allah günah işleyecek bir kavim getirir, sonra da onları bağışlar," buyurdu.

Rivayet edildi ki Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yanındaki bir adam ağlarken Cebrail indi ve: ”Bu kim?" dedi. Rasûlüllah ”Filan" dedi. Cebrail: ”Biz insanoğlunun tüm amellerini tartarız, ağlaması hariç. Çünkü Allahü teâlâ  gözyaşıyla cehennem ateşinden deryaları söndürür," dedi.

Bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır: ”Şüphesiz bu Kur'an hüzünle nazil olmuştur. Onu okuduğunuzda ağlayınız, ağlamazsanız ağlar gibi görünün."

61

Kibirlenip oyuna dalmaktasınız. Deve yürürken başını kaldırdığı zaman ”semede'l-baîru" denilir.

Râğıb: ”Sâmid, oynayan, başını kaldıran demektir," der. Yahut maksat, insanları Kur'an'ı dinlemekten alıkoymak için şarkı söylerler, demektir. Hımyer dilinde şarkıya ”semûd" denilmesi bu manayı akla getirmektedir. Araplar Kur'an'ı duyduklarında onun dinlenmesini engellemek için şarkı ve oyunla karşı dururlardı. ”Sâmidûn" kelimesinin huşu içerisinde olanlar, donup kalanlar anlamlarında olması da mümkündür. Çünkü ”semûd" huşu ve donukluk anlamlarına da gelir.

62

Haydi Allah'a secde edip, O'na ibadet ediniz. Yani durum böyle olduğuna göre o Kur'an'ı indiren Allah'a secde ediniz. O'na kulluk ediniz. Yıldızlar ve putlar gibi faydası ve zararı dokunmayan cansız varlıklara tapınmadığınız gibi onlardan üstün olan meleğe ve insana da tapınmayınız.

Aynu'l-Meâni'de: Bu secde, 'namazda secde ediniz,' anlamına gelebilir. Ama doğrusu bunun müstakil secde oluşudur. O da tilâvet secdesidir" denilmektedir.

Burası, Ebû Hanife, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre secde mahallidir. Bu, aynı zamanda Hazret-i Ömer'in de görüşüdür. Çünkü Hazret-i Peygamber'in Necm sûresinde secde ettiği sahih rivayetlerdendir. Yani bu sûreyi Kureyşlilere okuduktan sonra secde etmiş, onunla birlikte mü'min müşrik, insan cin ne varsa herkes secde etmişlerdir. Nitekim bu daha önce de geçmişti.

İmam Mâlik ise, Zeyd b. Sabit'ten rivayet ettiği onun Hazret-i Peygamber'e Necm sûresini okuduğu ama secde etmediğini bildiren haberinden dolayı bu sûrede secdeyi kabul etmez.

Allah'ın yardımıyla Necm Sûresi'nin tefsiri tamamlandı.

0 ﴿