KAMER SURESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur, 55 âyettir.

1

Kıyamet yaklaştı. Âyet metninde geçen ”saat" kelimesi, zaman bütününün parçalarından belli bir anın ismidir. Yüce Allah bu kelime ile Kıyameti ifade etmiştir. Bunu ya kıyamet günü hesaba çekilmenin çok hızlı olacağı nedeniyle kıyameti çok kısa bir zamana benzetmek için yapmıştır, ya da kıyamet dünyanın yaşadığı ömür saatinin en son anında kopacağı için veya kıyamet anının, içinde çok büyük olayların meydana geleceği çok kısa bir an olması sebebiyle veya daha önce açıklandığı üzere başka sebeplerle kıyameti saat kelimesiyle ifade etmiştir. Âyetin manası şudur: Kıyamet yaklaştı, kıyametin kopması ve vuku bulması anı yaklaştı. Çünkü dünyanın sadece az bir ömrü kalmıştır. ”Yaklaşma" kelimesi, dünyanın ömrünün çoğunun gittiğini, geriye kalan az kısmının da, çoğunun geçip gittiği gibi kısa zamanda geçeceğini ifade etmektedir.

Ve ay yarıldı. Âyetteki ”yarılma" fiilinin dili geçmiş zamanla ifade edilmesi, ayın yarılmasının Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında vuku bulduğunu ifade etmektedir. Huzeyfe (radıyallahü anh)'nin: ”ve kad inşakka'l-kamer"" şeklindeki kıraati de bunu göstermektedir. Buna göre âyetin manası şöyle olacaktır: Kıyamet yaklaştı. Onun yaklaştığına dair alâmetlerden biri olarak ayın yarılması da meydana geldi.

Bir gün Huzeyfe Medain'de insanlara hitabeder. Sözünün bir yerinde şöyle söyler: ”Dikkat ediniz! Kıyamet yaklaştı, ay peygamberinizin zamanında yarıldı."

Huzeyfe b. el-Yeman (radıyallahü anh) tıpkı İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) gibi Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sırdaşı idi. Sahabelerin ekserisi ve onlardan sonra gelenler aynı görüşü benimsemişlerdir. Müfessirlerin ekserisi de bu görüşü almışlardır. ”Yüce Allah'ın 'gök yarıldığı... zaman,' (İnşikak: 1) âyetinde olduğu gibi ay da kıyamet günü yarılacaktır" şeklinde görüş beyan edenlerin sözlerine itibar olunamaz. Bu görüşü benimseyenlere göre âyet metninde ayın yarılmasının dili geçmiş zamanla ifade edilmesi, ileride kıyamet günü yarılacağım ifade etmek için getirilmiştir. Ancak biz bu görüşe karşı diyoruz ki: Ayın yarılmasının iki kez vukubulmasıda mümkündür. Bir kez kıyametin yaklaştığına işaret olmak üzere Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zamanında ve bir de kıyamet günü semanın yarıldığı zaman olması da mümkündür.

İbn Hacer'in Fethu'l-Bârî isimli eserinde şu satırları görmekteyiz: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın üzerinde hutbe okuduğu hurma kütüğünün, Rasûlüllah üzerinde hutbe okumayı terketti diye inlemesi ve ayın yarılması olaylarından her ikisi de müstefiz yani meşhur bir nakil ile bizlere kadar ulaşmıştır. Böyle bir nakil, hadis yollarına vakıf olan mütehassıs âlimler nezdinde kesinlik ifade eder. ”

et-Tiybî der ki: ”Ebu İshak ez-Zeccâc tefsirinde ayın yarılması konusunda on dokuz hadisi muttasıl senetle Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a isnad eder."

Seyyid Şerifin el-Mevâkıf şerhinde şu ifade yer alır: ”Bu olay mütevatir bir olaydır. İbn Mes'ûd ve diğerleri gibi sahabeden büyük bir topluluk rivayet etmiştir."

Bazı müfessirler olayı şöyle naklederler: ”Kureyş'in ileri gelenlerinden bazıları bir araya gelirler ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a derler ki: 'Eğer sözünde doğru isen bize ayı ikiye ayır.' Sonra Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, ayı ikiye ayırırsa iman edeceklerine söz verirler. O gece ayın on dördüncü gecesidir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) parmağını yukarı kaldırır ve aya ortadan ikiye yarılmasını emreder. Derhal ay iki parçaya ayrılır. Bir yarısı ayın bulunduğu yerden kalkıp başka bir noktaya gider. Öbür yarısı eski yerinde kalır."

İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) der ki: ”Ben Hira mağarasının bulunduğu Nur dağını ayın yarılmış iki yarısı arasında gözlerimle gördüm," Bu ifadeye göre, ayın yarılmış olan iki yarısının ikisi de yarılmadan önce bulunduğu yerden ayrılmışlar demektir.

Bazı âlimler ise derler ki: ”Ayın bir yarısı doğuya ve diğer yarısı da batıya gitti. Ardından bütün dünya bir an karanlıkta kaldı. Sonra bir birinden ayrılan yarı parçalar doğdular ve mucizeden önceki halinde olduğu gibi se manın ortasında bir araya gelip bitiştiler. Bundan sonra Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Sahici olun, şahid olun." İşte tam bu o esnada Kureyş'in kâfirleri Hazret-i Peygamberi kasdederek: ”İbnu Ebî Kebşe sizi büyüledi" dediler. Aralarından birisi de şöyle söyledi: ”Şüphesiz Muhammed sizin açınızdan ayı büyülemiş olsa bile bu sihiri ile bütün yeryüzü halkını büyülemiş olamaz. Çeşitli beldelerde Mekke'ye gelenlere ayı görmüşler mi sorunuz bakalım?"

Bu ifade -kolaylıkla anlaşıldığı gibi- bize gösteriyor ki, ayın ikiye yarılmış olarak görülmesi sadece Mekke halkına mahsus değildir. Tam tersine ayı o şekilde çevre bölge halkının tümü de görmüştür. Bu tesbitle bazı inançsızların ”ay yarılmış olsaydı yeryüzünde yaşayan herkes bunu görür ve bilirdi. Sadece Mekke halkı görmüş olmazdı" yolundaki itirazları da reddolunmuş olur. Böyle bir itiraza ne, ”ayın yarılmasını belli bir grup istemişti dolayısıyla söz konusu olayı sadece bunu teklif edenler görmüşlerdir" şeklinde; ne, ”o esnada ay yeryüzünde bazı bölgelerin görebileceği fakat bazılarının göremeyeceği bir yörüngededir" biçiminde ve ne de, ”İnsânü'l- Uyun'da zikredildiği gibi, ayın yarılması geceye mahsus bir mucizedir. Gecenin karanlığında insanların ekserisi uykuda iken cereyan etmiştir" biçimindeki cevap yerinde olamaz.

el-Es'iletü'l-Mukhame isimli eserde şöyle denilir: ”Ayın yarılmasının bazılarınca görülürken bir kısım kimselerce görülmemesi bulut ya da başka bir sebepten dolayı pek uzak bir ihtimal değildir. Yani ayın yarılmış olması gerçektir. Fakat olayın bizlere naklinde gerek Arap, gerek Arap olmayan uzak ve yakın bütün bölgelerin halkı ortaklaşa aynı şeyi aktarmamışlardır. Olay tevatür yolu ile nakledilmemiştir. Bu sebeple olayın üzerinde ihtilâflar meydana gelmiştir."

2

Onlar yani Kureyş, Yüce Allah'ın kudretini ve sevgilisi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin doğruluğunu gösteren ayın yarılması ve benzeri mucizelerinden herhangi

bir mucize görürlerse... Bu mucizelerin mahiyetlerini ve yüceliklerini öğrenip de iman etmek için üzerinde derinden derine düşünmekten

yüzçevirirler ve: Bu, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in öteden beri getirip durduğu

'ardı arkası kesilmeyen bir büyüdür', öteki büyülerinden hemen hemen farksızdır

derler. Peygamberlerin getirmiş oldukları şeylere mucize denmesinin sebebi, insanların onların benzerini getirememeleridir.

3

Yalanladılar, kendi heveslerine uydular. Halbuki her iş akıbetine ulaşacaktır. Yani onlar Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)i yalanladılar, şeytanın kendilerine güzel gösterdiği şeye uydular. Oysa her iş belli bir akıbete, sonuca ulaşacaktır.

4

Yemin olsun onlara vazgeçirecek nice haberler gelmiştir. Yani onlara bâtılda devam etmekten vazgeçmeleri için içinde öğütler olan şeyler gelmiştir.

5

Bu büyük bir hikmettir, fakat uyarılar fayda vermiyor. Yani bu Kur'an, beyan ve açıklamada zirveye ulaşmış bir hikmettir. Fakat uyarılar ve tehditler ne fayda verir?

6

Çağıranın hoş olmayan çok kötü

görülmemiş bir şeye çağırdığı gün sen de onlardan yüzçevir.

7

Sanki etrafa

yayılmış çekirge sürüsü gibi bakışları perişan bir halde kabirlerinden çıkarlar.

8

Davetçiye koşarak gelirler.

Kâfirler: 'Bu çetin bir gündür' derler. Yani kâfirler davetçiye koşarak. ”Bu gün çok çetin bir gündür," derler.

9

Onlardan önce Nuh'un kavmi de yalanladı. Ey Rasûlüm Muhammed, senin kavminden önce yalanlama işini Nuh'un kavmi yaptı. Yüce Allah'ın bu ifadesi, kendisine itaate sevkeden ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a teselli veren bazı haberlerin sıralanmasına başlangıç mahiyetindedir.

Onlar

kulumuzu, Nuh'u

yalanladılar. Yüce Allah'ın bu ifadesi, âyetin başında belirtilen yalanlamayı tefsir mahiyetinde açıklamaktadır. Her iki yerde de yalanlanan birdir. O da Nuh (aleyhisselâm)'dur. Yüce Allah'ın bu âyet-i kerimede Hazret-i Nuh'u kendi azameti ve büyüklüğünü ifade eden Arapça ifadesiyle ”na", Türkçesi ile ”bizim" kelimesine isim tamlaması yaparak ve kulluk sıfatıyla birlikte zikretmesi onu yüceltmek, mertebesini yükseltmek ve kendisini yalanlayanları çirkin göstermek içindir.

Onun hakkında:

'Deli' ya da yüzüne karşı, sen delisin

dediler. Yani onlar sırf Hazret-i Nuh'u yalanlamakla kalmadılar, tam tersine aklını yitirmiş ve çıldırmış olduğunu ileri sürdüler. Bu hareket yalanlamada ileri gitmek ve mübalâğa etmektir. Çünkü yalancıların içinde insanın aklına uygun ve aklın kabul edecek olduğu şeyleri haber verenler vardır. Oysa deli sadece insan aklının kabul etmediği ve onaylamadığı şeyleri söyler.

Ve (Nuh) sövülmek, dövülmek, boğazı sıkılmak ve recmolunmakla tehdit edilmek gibi çeşitli eziyetlerle

tebliğden alıkonuldu.

er-Râğıb der ki: ”Âyette geçen ”uzducira" kelimesinin manası kovuldu demektir. Bu kelimenin burada kullanılması yıkıl karşımdan, defol git gibi kovulan kimselere bağırdıkları gibi Hazret-i Nuh'a bağırmaları nedeniyledir."

Bazı âlimlere göre âyetteki bu kelime, onların Hazret-i Nuh'a söylemiş oldukları sözlerden birisidir. Buna göre mana şöyle olur: ”O delidir. Kendisini cin çarpmış ve aldatmıştır. Yani kendisini cin çarpmış, üzerinde yapacağını yapmış, aklını gidermiş, kalbini çalmıştır."

Bu âyette, bâtıl yolu benimseyenlerin çokluğu, bid'atçıların, heva ve heveslerine uyanlarla azgınların baskın gelmesi nedeniyle, her hak davetçisinin kendisini mutlaka yalanlayanların olacağına işaret vardır. Ve bu yalanlama her çağda ve her zaman olacaktır.

10

Bunun üzerine Nuh'u kavmi davetten alıkoyup tebliğ çabasının üzerinden dokuz yüz elli sene geçtikten sonra

Rabbine: 'Ben kavmime

yenik düştüm, onlardan intikam alacak gücüm yoktur

yardım et,' yani benim için onlardan intikam al

diyerek yalvardı.

Rivayet olunduğuna göre, aralarından herhangi birisi Hazret-i Nuh ile karşı karşıya gelince onu bayıltana kadar boğazını sıkar, soma aydınca şöyle duâ ederdi: ”Ey Allah'ım, kavmimi bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar." Ancak Yüce Allah onların helak edilmeleri için duâ etmesine izin verince Hazret-i Nuh duâ eder ve duası kabul buyrulur. Nitekim Yüce Allah Saffat sûresinde bu olayı: ”Yemin olsun ki, Nuh Bize duâ etmişti de, Biz de ne güzel icabet etmiştik." (Saaffat: 75) biçiminde aktarmaktadır.

11

Biz de göğün kapılarını, yollarını

kuvvetle akan bir su ile açtık. Âyetin manası şudur: Biz de göğün kapılarını tıpkı su kırbasının ağzından suyun fışkırması gibi şiddetle fışkıran ve kırk gün süreyle hiç kesilmeyen su ile açtık. Bu su kar gibi beyaz ve soğuk idi. Yüce Allah'ın bu ifadesi, yağmurun çokluğu ve şiddetle dökülmesini ifade etmek için bir temsildir.

12

Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık. Yani bütün yeryüzünü sanki akan ve fışkıran pmarlarmış gibi yaptık. Yerin suyu tıpkı ateş gibi hararetli idi.

Su yani göğün ve yeryüzünün suyu

takdir edilmiş bir iş için herhangi bir uygunsuzluk olmaksızın Yüce Allah'ın takdir ettiği hâl üzere olarak, ya da takdir edilmiş ve düzen verilmiş bir hâl üzere ki bu, gökten inecek suların yerden fışkıracak sular kadar olacağı yolunda takdir edilmesidir, ya da Yüce Allah'ın takdir ettiği bir iş için ki bu da Nuh kavminin tufan ile helak edilmesi işidir. Bu son durumda âyette geçen ”alâ" kelimesi sebep bildirmek için olur. İşte göğün ve yeryüzünün suyu takdir edilmiş olan bir iş için

birleşti ve bu sular, yeryüzünde en yüksek dağ tepesinin seksen arşın üstüne çıktı.

Âyet metninde ”su" kelimesinin tekil olarak kullanılması, ”iki su" denilmemesi, göğün suyu ile yeryüzünü suyunun birbirine yaklaşma ve kıyı kıyıya gelme biçiminde değil, tam tersine birbirine tamamen karışmış olduğunu ifade etmek ve vurgulamak içindir.

13

Onu yani Nuh'u ve kendisiyle birlikte iman edenleri

tahtalardan yapılmış ve çivilerle çakılmış gemiye bindirdik. Yani onu enli tahtalardan yapılmış gemiye bindirdik. Âyet metninde geçen ”elvah" kelimesi, ”levh" kelimesinin çoğuludur. İster kemikten, ister ağaçtan olsun her enli cisme levh denir. Öte yandan âyet metninde geçen ”düşür" kelimesi, çiviler anlamına gelir. Bu kelime Arapçada ”disar" kelimesinin çoğulu olup ”desr" mastarından türemedir. ”Desr" mastarı, ”birisi birisini mızrakladı" cümlesinde olduğu gibi, şiddetle ve zorla itmek, anlamını ifade eder.

"Aynu'l-Meânî" isimli eserde şöyle söylenir: ”Âyet metninde Nuh'un gemisinin tahtalardan yapılmış olduğu ifade edildikten sonra ”düsr" kelimesinin eklenmesi ile mana şöyle olur: Geminin enli tahtaları o çivilerle tutturulmuştur, ya da o çiviler, herhangi bir çekiç yardımıyla çakılmıştır." (1)

1- Buna göre âyetin manası şöyle olur: Biz onu tahtalardan yapılmış ve tahtaların çivilerle tutturulmuş ya da tahtaları çivilerle çakılmış gemiye bindirdik. (Çeviren.)

14

Gemi

gözlerimizin önünde, yani bizim korumamız altında olarak ki Arapların veda edip giden yolcuya: ”Allah'ın gözü üzerinde olsun," yani Allah'a emanet ol demeleri de bu kabildendir.

Nankörlük edilmiş olana bir mükâfat olmak üzere akıp gidiyordu. Yani âyette zikredilen geminin akıp gitmesi olayını, Nuh (aleyhisselâm)'a sevap ve mükâfat olsun diye yaptık. Çünkü o, kavminin nankörlük etmiş olduğu bir nimetti. Zira her peygamber Yüce Allah'ın katından ümmetine nimet ve rahmettir. Nuh (aleyhisselâm)'da nankörlük edilmiş bir nimet oluyordu.

15

Yemin olsun ki onu yani Nuh'un gemisini, kendisiyle ilgili olayları öğrenen kimsenin ibret alacağı

bir ibret olarak bıraktık.

Katâde der ki: ”Yüce Allah, Nuh'un gemisini Arap yarımadası beldelerinden Bakırda (2) isimli beldede demirlemiştir. Bazıları Nuh'un gemisinin uzun seneler Cudi dağında kaldığını hatta bu ümmetin ilk nesillerinin onu gördüğünü, söylerler. Nuh'un gemisinden sonra yapılmış nice gemiler vardır ki artık birer kül olmuşlardır."

Ebulleys'in tefsirinde şu satırları okumaktayız: ”Bazıları demişlerdir ki: Nuh'un gemisi Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in peygamber olarak gönderilmesine yakın zamana kadar o dağın üzerinde mevcuttu. Şöyle diyenler de olmuştur: Nuh'un gemisinden bir tahta parçası kalmış ve bu parça şu anda Kabe'de bulunmaktadır. Söz konusu parça bir Hint çınarı olup yere dikilmiş ve kırk senede büyüyüp gelişmiştir. Sonra kesilmiş bir kenara atılmış ve kırk senede kurumuştur. Bazıları ise şunu eklerler: Nuh'un gemisinin bazı parçaları günümüze kadar Cudi dağında mevcuttur. Nuh (aleyhisselâm) marangozdu. Cebrail kendisine gelmiş ve kendisine gemi yapmayı öğretmiştir."

Bu gerçek delil ve âyetlerden

ibret alan, böylece Yüce Allah'tan korkup günahı terkeden

yok mudur?

Âyet metninde geçen ”müddekir" kelimesinin aslı zikir mastarından türetilmiş olarak müfteil ölçüsünde ”müztekirdir." Sonra kelimedeki zal harfi, ta harfine katılmış, ardından da şeddeli dal harfine dönüşmüştür.

16

Benim azabım ve uyarılarım nasılmış? Gördünüz mü? Bu soru Yüce Allah'ın azabının ve uyanlarının büyük olduğunu anlatmak ve hayret uyandırmak içindir. Buna göre anlam şöyle olur: Yüce Allah'ın azabı ve uyarıları o kadar korkunç bir biçimdedir ki bunu anlatmak mümkün değildir.

Âyet metninde geçen ”nüzur" kelimesi ”nezîr" kelimesinin çoğulu olup manası, uyarı demektir. Aslında kelime benim uyarılarım anlamındadır, ben kelimesini ifade eden ya harfi esre ile yetinilerek ve azap kelimesinin sonunda bulunduğu için getirilmemiştir.

17

Yemin olsun Biz Kur'an'ı... Bu cümle, yemin ifade eden bir cümledir. Bu surede geçen her dört kıssanın sonunda tekrar edilmektedir. Bununla her bir kıssanın kendisiyle öğüt almması gerektiği hususunda bağımsız ve günahlardan vazgeçme noktasında yeterli olduğunu vurgulamak içindir. Bununla birlikte bu kıssalardan hiç birinden ibret alınmamıştır.

Öğüt alınsın diye yani öğüt alınsın, nasihat alınsın diye

kolaylaştırdık. Yani Yemin olsun Biz bu Kur'an'ı senin kavmine onların kendi konuştukları dilleriyle indirmek suretiyle kolaylaştırdık. Nitekim Yüce Allah, aynı gerçeği: ”Biz onu (Kur'an'ı) senin dilinle kolaylaştırdık ki, düşünüp ibret alsınlar." (Duhan: 58) âyetinde de vurgulamaktadır. Yani Biz onları çeşitli ibretler ve öğüt verici olaylarla bilgilendirdik. O ibretlerin içinde vaadlerimizi ve tehditlerimizi açıkladık.

Hasan-ı Basrî, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan naklediyor: ”Yüce Allah'ın 'Yemin olsun Biz Kur'an'ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık' âyet-i kerimesi olmasaydı insanların dili onu okumaya dönmezdi."

Öğüt alan yok mudur? Bu soru, öğüt alanın bulunmadığını ve olmadığını en açık ve en net biçimde ifade etmektedir. Çünkü bu ifade gösteriyor ki, soruyu soran Yüce Allah'a ”evet" diyebilecek hiç kimse yoktur.

Abdullah İbn Mes'ud (radıyallahü anh) rivayet ediyor: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ”Öğüt alan yok mudur?" âyetindeki ”Müddekir" kelimesini ”müzzekir" şeklinde okudum. Bunu duyan Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ”fehel min müddekir" şeklinde okudu.

Burhanu'l-Kur'an isimli eserde şu ifadeleri görüyoruz: ”Nuh, Âd, Semûd, Lût kıssalarının ”Benim azabım ve uyarılarım nasılmış?" (Kamer: 16,18,21,30) ifadesiyle bitirilmesi, her bir kıssada korkutma, uyarı ve onların başına gelen belâlar olduğu içindir. Bu sebeple Kur'an'ı ezberleyen ve okuyan, bundan ibret alır ve başklarına da nasihatta bulunur."

18

Âd yani Hûd (aleyhisselâm)'un kavmi, Hûd peygamberi

yalanladı. Yüce Allah burada kısa ifade etmek ve gördükleri azaptaki sakınma unsurunu açıklamak için onların ne şekilde yalanladıklarını ele almamıştır.

Benim azabım ve uyarılarım nasılmış? Bu soru, azabının ve uyarılarının ne olduğunu beyan etmeden önce dinleyenlerin dikkatlerini çekmek ve kulak vermelerini sağlamak içindir. Yoksa daha önce ve daha sonra olduğu gibi, o azabın beyanından sonra onların içine düştükleri durumdan dinleyeni korkutmak ve o durumun korkunçluğunu ifade etmek ve onları hayrete düşürmek için değildir. Sanki şöyle söylenmektedir: Ad kavmi yalanladı, siz Benim azabımı ve onlara uyarılarımın nasıl olduğunu duydunuz mu? Ya da duyunuz. Âyet metninde geçen ”nüzr" kelimesi ”nezir" kelimesinin çoğulu olup uyarı anlamınadır.

19

Biz onların üstüne, uğursuzluğu... Âyet metninde geçen ”nahs" kelimesi, uğurlu olmak anlamındaki ”sa d" kelimesinin zıddı olup uğursuzluk demektir.

Devamlı bir günde... Burada geçen ”müstemir" yani ”devamlı" kelimesi, daha önce geçen gün kelimesinin sıfatı olabildiği gibi uğursuzluk kelimesinin de sıfatı olabilir. Yani uğursuzluğu devamlı ya da ebediyyen süren günde demektir.

Dondurucu bir rüzgâr gönderdik. Bu cümle, Yüce Allah'ın, az önce kısaca ifade ettiği şeyi, şimdi açıklamak üzere getirilmiş olan bir cümledir. Âyet metninde geçen ”sarsar" kelimesi, ”sır" kelimesinden türemedir ki manası soğuk demektir. Ya da bu kelime ”sarra, el-babu ve'l-kalemu", yani kapı ve kalem ses çıkardı cümlesinde olduğu gibi ses çıkarma fiilinden türemedir. Buna göre âyetin manası şöyle olur: Biz onların üzerine soğuk bir rüzgâr ya da şiddetli ses çıkaran fırtına gönderdik ve onlara musallat ettik demektir. Bu rüzgâr batı rüzgârıdır ki bunun ayrıntıları Fussilet suresinde ve başka sûrelerde geçmişti.

20

O rüzgâr,

insanları sökülmüş hurma kütükleri gibi söküp yere seriyordu. Rivayet olunduğuna göre Âd kavmi bu rüzgârdan korunmak için vadilere, kanallara girerler, birbirlerine sımsıkı yapışırlardı fakat rüzgâr onları sığındıkları oralardan çekip söker ve cansız yere sererdi. Mukâtil'in ifadesine göre rüzgâr onların ruhlarını cesetlerinden çeker alırdı.

es-Süheylî der ki: ”Bu rüzgâr, mağaraya ya da ine sığınmış olan Âd kavminden bir tek ferdin sağ kalmaması için yedi gece sekiz gün devam etmiştir. Ve sonunda herhangi bir yere sığınmamış, dışarıda kalanların tamamını helak ettiği gibi, evlerine sığınmış olanları evlerinden çekip almış, ya da evlerini başlarına geçirmiştir. Mağaralara ve inlerde sığınmış olanları da aç ve susuz kalmaya mecbur bırakarak helak etmiştir. Bu sebeple Yüce Allah: ”Şimdi onlardan arda kalan bir şey görüyor musun?" (Hakka: 8) buyurmaktadır. Yani bu sekiz günden sonra onlardan arda kalan herhangi bir kimse görmen mümkün müdür?"

Yüce Allah'ın bu âyette ”sökülmüş hurma kütükleri gibi söküp yere seriyordu" ifadesiyle belirtmek istediği şudur: Yerin dibine doğru kök salan hurma ağacı nasıl köküyle ordan sökülüyorsa işte Âd kavmi de aynı şekilde söküldüler. Artık kendilerinden bir iz de, bir harab olmuş bir eser de kalmamıştır. Buna göre âyetin manası: ”O rüzgâr insanları kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibi söküp yere seriyordu" demek olur.

Bazı âlimlere göre Âd kavmi, dalları olmayan hurma kütüklerine benzetilmişlerdir. Çünkü rüzgâr o ağaçların başlarını koparmış ve geriye başsız cesetler ve cüsseler kalmıştır.

Başka bazı âlimlere göre rüzgâr, Âd kavmini sökmüş, tepelerinin üstüne yere çalmış, omuzları üstüne baş aşağıya yere dikmiş, başları vücutlarından kopmuştur.

Âyet-i kerimede Âd kavminin kökünden sökülmüş hurma kütüklerine benzetilmesi, onların kuvvetlerine ve yeryüzüne nasıl da sımsıkı yapıştıklarına işarettir. Sanki onlar güçlü kuvvetli ve iriyarı olmaları nedeniyle ayaklarını, yere dikip batırmakta, böylece esen rüzgâra karşı mukavemet etmeye çalışmaktadırlar. Sonra söz konusu rüzgâr onları yere yıktığı zaman sanki, kökünden sökülmüş hurma kütüklerini sökmüş gibi olmuştur.

Ebu'l-Leys der ki: ”Rüzgâr onları yere çaldı, kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibi yüzleri üstüne yere serdi. Yüce Allah, onları boyları uzun oldukları için düşmüş ve yere yıkılmış hurma kütüğüne benzetmiştir."

Mukâtil'e göre, Âd kavminin her bir ferdinin boyu on iki arşın idi. el-Kelbî'nin rivayetine göre her bir ferdin boyu yetmiş arşın idi.

Hûd (aleyhisselâm), kendilerine bir rüzgârın geleceğinden söz edince onu alaya almışlar ve boş bir araziye çıkarak ayaklarıyla yere vurmuşlar, ayaklarını dizkapaklarının yakınına kadar yere gömmüşler ve demişlerdir ki: ”O rüzgâra söyle bizi burdan söküp kaldırsın." Sonra rüzgâr gelmiş, yerin altından girerek iki kişiyi birden havaya kaldırmış, sonra birini diğerine çarpmış, ardından her ikisini birden yere çalmıştır. Kalanlar ise, sıra kendilerine gelinceye kadar rüzgârın havaya kaldırdığı o iki kişiye bakakalmışlardır. Sonra sıra kendilerine de gelmiş, aynı âkibete uğramışlar rüzgâr onların hepsinin üzerine kum ve toprak atmış ve toprağın altından iniltileri duyulmaya başlanmıştır.

21

Benim azabım ve uyarılarım nasılmış? Bu âyet, Yüce Allah'ın azabını ve uyarılarını açıklandıktan sonra onlardan korkutma ve dinleyenleri hayrete salma ifade etmektedir. Burada Ebûssuud tefsirinde ifade olunduğu gibi tekrar şaibesi yoktur.

Burhanu'l-Kur'an isimli eserde şu ifadeyi görmekteyiz: ”Yüce Allah Ad kavminin kıssasında: ”Benim azabım ve uyarılarım nasılmış? (Gördünüz mü?)" ifadesini iki kez tekrar etmiştir. Çünkü bunlardan birincisi dünyada görülmüş ve cereyan etmiş, ikincisi de âhirette cereyan edecektir. Nitekim bu kıssa hakkında Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ”Bundan dolayı Biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğuruz günlerde soğuk bir rüzgâr gönderdik, âhiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir, onlara yardım da edilmez." (Fussilet: 16).

Bazı âlimlere göre, bu kıssanın başında ve sonunda tekrarlanan ”Benim azabım ve uyarılarım nasılmış (gördünüz mü?)" ifadesinden birincisi, onlar helak olmadan önce uyarılmaları amacıyla; ikincisi de, onların helakinden sonra başkalarının uyarılması gayesiyle getirilmiştir.

22

Yemin olsun Biz Kur'an'ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur? Bu âyet hakkında söylenilecek olan şeyler daha önce on yedinci âyette ifade edilenlerin aynısıdır.

23

Semûd uyarıcıları yalanladı. Bu âyetin manası iki ihtimale açıktır. Ya Semûd kavmi Sâlih (aleyhisselâm)'den işitmiş oldukları uyarıları ve öğütleri yalanladılar anlamındadır ya da Semud kavmi rasulleri yani peygamberleri yalanladılar anlamındadır. Peygamberlerin içinde bir tanesini yani sadece Sâlih (aleyhisselâm)'i yalanladıkları halde âyette ”uyarıcılar" şeklinde peygamberlerin çoğul olarak getirilmesinin sebebi, bütün peygamberlerin aynı şeriati getirmeleri dolayısıyla, içlerinden birisini yalanlanmasının tümünün yalanlanması demek olduğundandır.

24

Onlar şöyle demişlerdi: 'Aramızdan bir yani ardından gideni olmayan bir tek ferde ya da ileri gelenlerinden değil de sade tabakadan bir ferde, bir

insana mı vermiş olduğu emirlerde

uyacağız? Âyet metninde yer alan ve bir tek fert anlamına gelen ”vahiden" kelimesinin bizden anlamına gelen ”minnâ" kelimesinden sonra getirilmesi hem onlar gibi aynı insanlık cinsinden olmanın ve hem de ardından gideni olmayan bir tek fert olmanın uyulmaya engel olan bir nitelik olduğunu vurgulamak içindir. Bu kelime, şayet daha önce söylenmiş olsaydı, işte bu nükte yok olacaktı.

O takdirde biz, yani o bir tek fert ve biz bir kalabalık millet iken ve üstelik melek de olmadığına göre, çünkü kâfirlerin inancına göre peygamberlik ile insan olma niteliği arasında çelişki vardır, evet durum bu iken ona uyduğumuz takdirde doğrudan

sapıklık ve çılgınlık içine düşmüş oluruz. Yani delilik etmiş oluruz. Çünkü böyle davranmak aklın gerektirdiği şeylerden uzaktır.

Rivayete göre Sâlih (aleyhisselâm) onlara: ”Eğer bana uymazsanız, haktan sapıtmış ve cehennemi hak etmiş olursunuz" der, onlar da azgınlığın zirvesine çıkmış oldukları için peygamberin bu sözünü tam tersine çevirerek: ”Eğer sana tabi olursak o zaman dediğin gibi oluruz" derlermiş.

25

Zikir, kitap ve vahiy

aramızda ondan daha lâyığı varken

ona mı verildi? Buradaki soru peygamberliğin Sâlih (aleyhisselâm)'e verilmiş olduğunu inkâr ifade eden sorudur. Yani onlar şöyle demiş oluyorlar: Semûd kavmi içinde malca daha zengin ve durumu daha iyi olan kimseler varken peygamberlik tek başına ona mı verildi?

Hayır, o yalancı ve şımarığın biridir.'Yani durum hiç de öyle değildir. Tam tersine o şöyle şöyle bir kimsedir. Azgınlığı kendisini, ortaya sürdüğü iddialarla birlikte tepemize çıkmaya teşvik etmiştir. Âyet metninde geçen ”eşir" kelimesi taşkınlık göstermek, azmak ve şımarmak anlamınadır. Herhangi bir at çok azgın ve taşkın olduğu zaman kendisini ifade etmek için ”fe-resun eşir" denilir.

26

Yarın onlar yalancı ve şımarığın kim olduğunu bilecekler. Bu ifadeyi Yüce Allah, Sâlih (aleyhisselâm)'e vaad ve kavmine tehdit olarak söylediğini bizlere aktarmak için getirmiştir.

Yarın, insanın içinde yaşamış olduğu şu gününü izleyen ertesi gündür. Âyette yer alan ”yarın" kelimesinden maksat, gelecekte azabın inecek olduğu vakittir. Yoksa ne belli ve muayyen bir gündür ve ne de kıyamet günüdür. Çünkü biraz sonra gelecek olan ”dişi deveyi gönderen Biziz" (Kamer: 27) ifadesi vadedilen günün başlangıcını beyan etmek için getirilen müstakil bir cümledir. Âyetin manası buna göre şöyle olur: Onlar şımarıklığı ve azgınlığı kendisini böbürlenmeye ve kibirlenmeye iten azgın ve yalancının kim olduğunu, Sâlih (aleyhisselâm) mi yoksa onu yalanlayanlar mı olduğunu pek yakında bilecekler.

Bu ifade, Sâlih (aleyhisselâm)'i şereflendirmektedir. Çünkü Yüce Allah bizzat kendi kavminin kendisine yamamış oldukları yalancı ve şımarıklık sıfatlarını ondan almaktadır. Bu takdirde âyetin manası şöyle olur: Sen yalancı ve şımarık değilsin. Tam tersine onlar yalancı ve şımarıktırlar.

27

Gerçekten onları imtihan etmek için, yani onları denemek için, -çünkü mucize bir imtihan ve denemedir. Zira mucize sayesinde sevap elde eden ile azaba uğrayacak olan birbirinden ayrılır.-

Dişi deveyi gönderen Biziz. Yani dişi deveyi istemiş oldukları kayalıktan çıkaran Biziz.

Rivayete göre Sâlih (aleyhisselâm)'in kavmi onu zora sokmak için dağ tarafında ”kâsibe" adında münferid bir kaya parçasından kırmızı iri, kusursuz, on aylık gebe bir deve çıkarmasını isterler. Yüce Allah Hazret-i Salih'e: ”Onların istediği nitelikte dişi deveyi çıkaracağız" şeklinde vahyeder.

Sen onları gözetle, onları bekle

ve ne yapacaklarını gör. Onların eziyetlerine son derece büyük bir sabırla

sabret.

28

Onlara suyun aralarında paylaştırıldığını, bir gün deveye ve bir gün de onlara olmak üzere taksim olunduğunu

haber ver. Her bir su nöbetinde yani her su hissesi ve ondan yararlanma sırasında

hazır bulunulacaktır. Her nöbeti gelen kendi sırasında orada hazır bulunacaktır. Suyun Sâlih (aleyhisselâm)'in kavmi ile deve arasında paylaştırılmış olmasının anlamı, suyun bir kısmının onlara ve bir kısmının da deveye ait olması değildir. Tam tersine bunun anlamı sudan yararlanma işi aralarında nöbet usulü ile olacaktır. Bir gün onlar su içmeye gelecekler ve bir gün de deve gelecektir demektir. Suyun paylaştırılmış olmasının sebebi ise, ya devenin hayvanlarını kaçıracak kadar iri yapılı bir deve olmasındandır ya da suyun azlığmdandır.

29

Bunun üzerine arkadaşlarını çağırdılar. Arkadaşları Kudar b. Sâlif ismindeki bir zattır. Bu zat, Semûd kavminin uğursuz bir ferdidir. Bu sebeple Araplar, kasaplık yapan kimseye bu Kudar b. Sâlife benzetmek için ”kudar" diye isim verirler. Çünkü biraz sonra geleceği üzere bu mucize deveyi kesen Kudar idi. Kudar, kısa boylu, şerli, mavi gözlü, kumral, kırmızı yüzlü bir kimse idi. Kendisine hakaret olsun diye ”uhaymir" kırmızıcık lâkabını vermişlerdi.

Keşfu'l-Esrar ' daki şu satırları görüyoruz: ”Kudar b. Sâlife Semûd'un kırmızısı denirdi. Rivayete göre Kudar b. Sâlif, Âd'dan yani öbür Âd kavminden ki bunlar İrem oluyorlar, onlardan daha uğursuz idi. Araplar, kıyamete kadar İrem'i uğursuz saymışlardır."

O da (kılıcını) kaptı ve (deveyi) kesti. Arapçada ”akaral baire ve'l-ferese bi's-seyfi fen'akara" denilir ki, bunun manası kılıcıyla devenin ayaklarına vurdu demektir. Bu fiilin Arapçadaki babı ”darabe"dir. Manası ise, kendi arkadaşlarından olan Kudar, bu büyük işi tehlikesine ve büyüklüğüne aldırmaksızın yapmaya cesaret etti ve deveyi kesti, demektir.

Âyet metninde geçen ”Arkadaşlarını çağırdılar" ifadesinin anlamı şöyledir: Arkadaşlarını devenin geldiği ve onun gizlendiği yere yaklaştığı yolunda uyardılar ya da Kudar deveye kötülük etmeye yönelince ondan korktu ve bunun üzerine arkadaşları kendisine seslenerek onu cesaretlendirdiler veya Kudar, deveye bir ok attıktan sonra Mısda' ona seslenerek: ”Deve önünde!.. Vur onu!" diye bağırdı ve o da deveyi vurdu.

30

Benim azabım ve uyarılarım nasılmış? (Gördünüz mü?) Bu âyet hakkında söylenecekler Âd kıssasının baş taraflarında söylenenlerin aynısıdır.

31

Biz onların üzerine bir tek çığlık gönderdik. Bu çığlık yani bağırış ve haykırış Cebrail (aleyhisselâm)'in haykırışıdır. Çünkü bu haykırış onların fiillerine uygun olan bir ceza ve karşılıktır. Çünkü onlar annesini öldürmek suretiyle yavrunun çığlık atmasına sebep olmuşlardı.

Bir zamanlar huzurlu ve hoş bir hayat sürerlerken işte bu haykırış nedeniyle

ağılanın (topladığı) çalı-çırpı kırıntıları gibi oluverdiler. Arapçada ”heşm" kelimesi bitki gibi yumuşak olan şeyleri kırmak demektir. Âyet metninde geçen ”heşîm" kelimesi, kırılmış anlamına gelen ”mehşûm" demektir. ”Mehşûm", gerek ağaçlardan gerekse başka şeylerden kurumuş kırıntılar, çalı-çırpı kırıntısı demektir. Arapçada ”hazr" kelimesi, bir şeyi ağılda toplamak demektir. ”Mahzur" ise başkalarının dokunması yasak olan şey demektir. Âyet metninde geçen ”muhtezır" kelimesi ise, ağıl yapan ve ağıl edinen kimse, demektir.

Cevherî'ye göre ”hazîratü" kelimesi, develerin soğuktan, rüzgârdan korunması için ağaçlardan yapılan ağıl, demektir.

Bütün bunlara göre âyetin manası şöyle olur: Onlar, ağıl yapan kimsenin toplamış olduğu kurumuş ağaçlar gibi oldular. Ya da ağılcının kış günü hayvanlarına toplamış olduğu kuru otlar gibi oldular.

32

Yemin olsun Biz Kur'an'ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur?

33

Lût kavmi de uyarıcıları, daha önce işaret olunduğu gibi ya uyarıları ya da uyarıcıları

yalanladı.

34

Biz de üstlerine taş yağdıran, avuç içi dolusundan daha küçük olan taşlar atan

fırtına gönderdik. Arapçada ”hasab" kelimesi avuca sığacak büyüklükte küçük taşlar atmak anlamına gelir. Aynı kelimeden türeme hacıların şeytan taşlamak için bulundukları yere de ”muhassak" denilir. Hazret-i Ömer'in: ”Mescide çakıl dökünüz" ifadesinde bu kelime kullanılmıştır.

Âcizane olarak bize göre, bunların taş atılmak üzere azaplanmalarının sırrı, lutîlik yapmaktan men edilmeleri ve engellenmeleridir. Ancak kendileri bundan vazgeçmemişler, aksine nutfelerini yani spermlerini dölyatağı dışında başka yere atmışlar, Yüce Allah da kendilerine taş yağdırmıştır. İşte bundan dolayı Ahmed b. Hanbel, lutîlik yani homoseksüellik yapmanın -bunu yapan şahıs muhsan (yani evli, hür ve mükellef olan Müslüman erkek) olmasa bile-recm cezası ile recmedileceği kanaatine varmıştır.

Ancak Lût ailesi hariç. Bunlar söz konusu azaptan kurtulan Lût (aleyhisselâm)'un aile efradı idiler ki on üç kişi idiler.

Bazı âlimlere göre âyet metninde geçen Lût ailesinden maksat, Hazret-i Lût ve iki kızıdır.

Keşfu'l-Esrara göre Lût ailesinden maksat, Lût'un kızları ve kendisine iman eden hanımlarıdır.

Onları gecenin sonu ya da son altıda biri olan bir

seher vakti kurtardık. el-Mufredât'ta şu ifadeleri görüyoruz: ”Seher, gecenin son karanlıklarına sabahın aydınlığının karışması demektir. Daha sonra bu kelime söz konusu vakte bir özel isim kılınmıştır."

Rivayet olunduğuna göre Yüce Allah Hazret-i Lût (aleyhisselâm)'a aile efradını gecenin bir kısmında dışarı çıkarmasını emreder. Ve daha sonra seher vakti kavmine söz konusu azap gelir çatar.

35

Katımızdan bir nimet olarak yani Bizden bir nimetlendirme olarak. Bu ifade, daha önce geçen ”kurtardık" fiilinin sebebini belirtmektedir. Bu âyetin bir başka manaya daha ihtimali vardır. Bu takdire göre, onları kurtarma nimetimiz olarak, demek olur. Çünkü onların azaptan kurtarılması da nimetlendirme demektir.

İşte böylece yani bu hayret verici mükâfatla nimetimize iman ederek ve itaatta bulunarak

Biz şükredeni mükâfatlandırırız. Yani Biz, iman edenleri öylece kurtarırız, demektir.

36

Yemin olsun ki (Lût), onları Bizim şiddetli azabımızla cezalandıracağımız yolunda

uyardı. Fakat Onlar bu tehditleri kuşkuyla karşıladılar ve yalanladılar.

37

Onlar onun, Lût'un

misafirlerine karşı kötülük yapmak istemişlerdi. Âyet metninde geçen ”râvedû" fiilinin mastarı olan ”muravede" kelimesi, herhangi bir şeyi isteme noktasında bir kimsenin bir başkasıyla fikir münakaşası yapması, taraflardan birinin isteğinin ötekinin isteğinden başka olması demektir ki, bu kelimenin ne anlama geldiğini etimolojik yönden Yusuf Sûresinde açıklamıştık. Buna göre âyetin manası şöyle olur: Yemin olsun ki onlar Lût (aleyhisselâm)'dan kendisine gelen misafirlerin kendilerine teslim edilmesini istemişlerdi. Oysa bu misafirler birer delikanlı suretinde görünen meleklerdi ve aralarında Cebrail de bulunuyordu. İşte Lût kavmi, o misafirlerin birer insan olduklarını zannederek onlara kötü fiilde bulunmak istemişlerdi.

Biz de gözlerini silme kör ettik. Âyet metninde geçen ”tams" kelimesi, mahvetmek ve bir şeyi bütün izleriyle söküp kaybetmek, demektir. Buna göre mana, onların gözlerini sildik ve yüzün diğer kısımları gibi göz çukurundan herhangi bir iz kalmayacak şekilde gözlerini dümdüz ettik, demektir.

Rivayet olunduğuna göre bunlar Lût (aleyhisselâm)'un evine ansızın girince Cebrail kendilerine şiddetli bir kanat darbesi vurmuş ve onları evin çıkış kapısını bulamaz körler gibi sağa sola debelenir hale getirmiş idi. Nihayet Lût (aleyhisselâm) onları evinden dışarı çıkarmıştı.

Onlara meleklerin diliyle:

'Azabımı ve uyarılarımı tadın' (dedik.)

Burada geçen azap kelimesinden maksat, gözlerinin kör edilmesidir. Çünkü uyarılmış oldukları azabm içinde gözlerinin kör edilmesi de vardır.

38

Bir sabah vaktine geldiklerinde

kendilerine, yakalarını bir daha bırakmayacak olan kendilerini ateşe yani sürekli âhiret azabına vardırıncaya kadar

bir azap yani yer çökmesi ve başlarına taş yağması

gelip çattı. Âyet metninde geçen ve yakalarını bir daha bırakmayacak olan diye ifade edilen ”istikrar" vasfı, yani azabın bu şekilde nitelendirilmesi daha önce görmüş oldukları gözlerinin kör edilmesi azabından sonra bu azabın geleceğine işaret vardır. Kısaca ifade etmek gerekirse, köylerinin başlarına geçirilmesi, altüst edilmesi ve başlarına taş yağdırılması azabı, gözlerinin silme kör edilmesi azabından daha başka bir azaptır. Çünkü gözlerinin kör edilmesi, dünyevî bir azap olup âhiret azabına bitişik değildir. Oysa yaşadıkları köylerinin altüst edilmesi ve başlarına taş yağdırılması azabı, doğrudan doğruya âhiret azabına bitişiktir. Çünkü onlar bu azapla âhirete bitişik olan berzah âlemine nakledileceklerdir. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu gerçeğe şöyle işaret etmektedir: ”Herhangi bir kimse öldüğü zaman onun kıyameti kopmuştur. ” Ölüm anının kıyamet zamanına bitişik olması açısından onun kıyameti kopmuştur. Nitekim dünyadaki zamanlar da birbirine aynı biçimde bitişiktir.

39

'Azabımı ve uyarılarımı tadın' (dedik.) Bu ifade azaplarını artırmak için Yüce Allah katından o esnada kendilerine söylenen sözü anlatmak için getirilmiştir.

40

Yemin olsun Biz Kur'an'ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mudur? Bu âyetin tefsiri hakkında daha önce açıklamalar geçmişti. Âyet, aynı zamanda uyarıda bulunmak ve gaflet ile unutmanın onlara baskın gelmemesi için ikazda bulunmak amacıyla müstakil bir cümledir. Yüce Allah'ın: ”O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?" (Rahman: 16); ”Yalanlayanların vay haline o gün!" (Tur: 11) âyetlerinde olduğu gibi aynı zamanda tekrardır. Bu durum buna benzer diğer haberlerde, kıssalarda, tehditlerde yasaklayıcı ve caydırıcı âyetlerde de görülür. Çünkü yapılan tekrarda manaların kalplere ve kulaklara yerleşmesi, gönüllerde yer etmesi faydası vardır. Bir şeyin tekrarı ve yinelenmesi ne kadar çok yapılırsa kalbe o oranda daha çok yerleşir, gönülde daha çok iz bırakır, anlama daha köklü olur, hafızaya daha çok yer eder ve en az unutulur.

41

Yemin olsun Firavunun ailesine de uyarılar gelmişti. Ailesi fertleri içinde Firavun'un uyarılara birinci derecede muhatap olduğu bilindiği için burada Yüce Allah Firavunu zikretmem iş, ailesini belirtmekle yetinmiştir. Buna göre âyetin manası şöyle oluyor: Yemin olsun onlara Mûsa ve Harun (aleyhisselâm) tarafından uyarılar gelmişti. Tam burada sanki şöyle bir soru gündeme gelmektedir: ”Pekala, bu uyarılar geldiği zaman onlar nasıl davrandılar? ”İşte bu soruya cevap olarak denildi ki:

42

Fakat

onlar bütün mucizelerimizi yani dokuz mucizeyi

yalanladılar. Bu söz konusu mucizeler, Hazret-i Mûsa'nın elinin beyazlığı, asası, tufan, çekirge, haşere, kurbağa, kan, dilinden bağın çözülmesi ve denizin yarılmasıdır.

Biz de onları yalanlamaları üzerine azapla, hiçbir şeyin yenemeyeceği, asla mağlup olmayan

çok kuvvetli ve kudretli bir yakalayış ile yakaladık. Bu âyetten maksat şudur: Yüce Allah, asla mağlup olmayan çok kuvvetli ve kudretli bir ilâhtır. Bu sebeple onları yalanlamaları dolayısıyla yakalamış ve kendisine hiçbir şey engel olamamıştır. Burada azaptan maksat, onların Kızıldeniz'de ya da Nil nehrinde boğulmalarıdır.

43

Ey Arap topluluğu

sizin kâfirleriniz Yüce Allah'ın katında kuvvetçe, kudretçe ve sayıca

onlardan yani Nuh, Hûd, Sâlih, Lût, Firavun kavmine mensup kâfirlerden

daha mı üstündür? Burdan şu anlam anlaşılmaktadır: Geçmiş olan o peygamberlerin kavimleri, sayılan meselelerde sizden daha tecrübeli oldukları halde onların başlarına sözü edilen musibetler geldiğine göre, acaba siz aynısının başınıza gelmeyeceğini mi umuyorsunuz? Oysa sizler onlardan daha kötü bir durumda ve daha aşağı bir mertebedesiniz.

Yoksa kitaplarda sizin için bir beraat mı var? Yoksa elinizde inkârınıza ve isyanlarınıza karşılık Yüce Allah'ın azabından emin olacağınıza dair semavî kitaplarda nazil olmuş olan bir beraatınız var da bu sebeple mi bulunduğunuz durumda kalmaya ısrar ediyorsunuz ve bu beraate, bu kurtuluş belgesine güveniyorsunuz? Kısaca bunun manası şudur: Semavî kitaplarda sizlere ”içinizden herhangi birinin inkâra saptığı zaman Yüce Allah'ın azabından güven içindedir," şeklinde bir beraat inmemiştir. Buna göre yukarıda âyet metnindeki soru olumsuzluk ifade eden bir soru olmaktadır.

44

Yoksa onlar cahilliklerinde:

'Biz intikam almaya gücü yeten bir topluluğuz' mu diyorlar? Bu cümle de onları susturmak için getirilmiştir. Ayrıca âyet, bulundukları durumun zorunlu sonucu olarak kendilerinden yüzçevrilmesini ifade etmekte ve yaptıkları kötülükleri başkalarına anlatmaktadır.

Âyet metninde geçen ”munlasır" kelimesinin açıklamasına gelince, bu kelimenin kökü ”nasarahu min aduvvihî fentasara" şeklinde kullanılır ki manası, düşmanı men etti ve korundu demek olur. Bu anlayışa göre âyetin manası da şöyle olur: ”Yoksa onlar güçlerine güvenerek bizler güçlü ve fikir sahibi kimseleriz. Bizim topluluğumuz var. Bizler kimseye boyun eğmeyiz ve yenilmeyiz mi?" diyorlar. Âyetin bu manaya ihtimali olduğu gibi âyet metnindeki ”muntasır" kelimesi, düşmanlardan intikam alan ve yenilmeyen anlamına gelmesi de muhtemeldir. Bir üçüncü ihtimal ise birbirimize yardım ettik anlamındaki ”nasara ba'duna ba'dan" fiilinden türeme ”mütenasır" anlamına da gelir.

Bedir günü Ebu Cehil, doru bir ata binmişti. Bu atı, her gün belli bir ölçek mısır vererek beslemişti. Ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i katledeceğine yemin etmiş ve : ”Bizler bugün Muhammed'den ve ashabından intikam alacağız," demişti. Ancak o gün kendisi katlolunmuş ve İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) kafasını Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sürükleyerek teslim etmişti.

45

O topluluk yakında bozulacak. Bu cümle kâfirlerin yukarıdaki sözlerine cevap ve onların ifadelerini geçersiz kılmak içindir. ”Seyuhzemu" fiilindeki ”sin" harfi pekiştirme ifade etmek içindir. Yani Kureyş'in topluluğu yakında elbette dağılacak demektir.

Ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır. Âyet metninde geçen ”dühr" kelimesi geri dönmek ve kaçmak demektir. Buna göre âyetin manası şöyle olur: Onlar yenik düşerek savaştan kaçacaklardır ve Yüce Allah peygamberine ve müminlere yardım edecektir. Nitekim Bedir günü aynen böyle olmuştur.

Said b. el-Müseyyeb bize haber veriyor: ”Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)i şöyle söylerken duydum: ”O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır" âyet-i kerimesi nazil olduğu zaman âyette geçen topluluğun hangi topluluk olduğunu bilmiyordum. Fakat Bedir günü Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)i zırhını giymiş olarak gördüm. Hazret-i Peygamber şöyle diyordu: ”O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır." İşte o zaman âyetin manasını anlamış oldum. Bu, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in mûcizelerindendir. Çünkü Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gaybdan haber vermiş ve aynen haber verdiği gibi de olmuştur.

İbn Abbas (radıyallahü anhüma) der ki: ”Bu âyet-i kerimenin inmesiyle Bedir savaşının çıkması arasında tam yedi yıl vardır." Bu rivayete göre söz konusu âyet Mekkî'dir.

46

Aksine kıyamet onlara vadedilen asıl saattir. Yani onların cezalarının hepsi bu değildir. Tam tersine kıyamet asıl azaplarının başlayacağı andır. Bu, o azabın öncülerinden sadece birisidir.

Ve o kıyamet... -Bu kelimenin aynı cümlede zamirle ifade edilmesi mümkün iken açıkça bir daha getirilmesi kıyamet gününün korkunçluğunu vurgulamak içindir.-

Daha belâlı ve daha acıdır, acılığın olabilecek en ileri noktasındadır. Kısacası: Kıyamet sahnesi Bedir savaşının sahnesinden daha korkunç, azabı daha şiddetli ve çok daha büyüktür. Çünkü esir düşmek, katledilmek, yenilmek ve benzeri şekillerdeki dünya azabı âhiret azabından birer örnekten ibarettir. Nitekim dünyanın ateşi de cehennemin ateşinin yetmişte birisidir.

47

Şüphesiz suçlular yani önce geçmiş ve sonradan gelen müşrikler, dünyada haktan

sapıklık ve âhirette

çılgın ateşler içindedirler. Veya onlar helak ve çılgın ateşler içindedirler.

48

O gün sapıklık ve çılgın ateşler içinde iken

yüzüstü ateşe sürüklendiklerinde: 'Cehennemin dokunuşunu tadın!' denilir. Âyet metninde geçen ”sekar" kelimesi, cehennemin özel adlarından birisidir. Bazılarına göne ”sekar" cehennemin beşinci tabakasının adıdır. Bunlara göre sakar kelimesi, Arapçada ”sekarathunnâru" cümlesinde kullanılan ”sakara" fiilinden türemedir. Bunun anlamı ise, ateş o kimseyi değiştirdi demektir. Yine âyet metninde geçen ”mess" kelimesi, ”lems" kelimesi gibi dokunmak anlamındadır ki, cildin dış kısmına dokunmayı ifade eder. Buna göre âyetin manası cehennemin hararetini ve elemini artık siz mukayese edin, anlayın. Çünkü ateşinin sırf cilde dokunması bile ondan elem ve acı duymaya sebeptir demek olur.

el-Kamus'da şu satırlar kaydedilmektedir: ”Cehennemin dokunuşunu tadın" yani cehennem ateşinin size ilk gelen ve değen kısmını tadın. Bu tıpkı Arapçada ”vecede messel-humma" yani sıtma hastalığının dokunuşunu duydu demek gibidir.

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in şöyle buyurduğu rivayet olunmaktadır: ”Kıyamet günü insanlar arasında ilk hesaba çekilecek olan, şehit düşmüş bir kimsedir. Bu kimse Yüce Allah'ın huzuruna getirilir. Allahü teâlâ  ona nimetlerini hatırlatır ve o da hatırlar. Yüce Allah sorar: Bu nimetlere mukabil ne amel yaptın? Şehid: Senin yolunda çarpıştım ve sonunda şehid düştüm, der. Yüce Allah: Yalan söylüyorsun. Sen sırf filanca cesur bir kimsedir, desinler diye çarpıştın ve sana böyle de söylendi, der. Ve sonra emreder bu kimse yüzüstü cehenneme sürüklenip atılır.

Sonra ilim öğrenen ve Kur'an okuyan bir kimse getirilir. Yüce Allah ona da nimetlerini hatırlatır ve o da hatırlar. Yüce Allah sorar: Bu nimetlere mukabil ne amelde bulundun? Alim olan kimse: ilim öğrendim Kur'an okudum ve amel ettim, der. Yüce Allah: Yalan söylüyorsun. Sen sırf filan kimse âlimdir, filan kimse Kur'an ehlidir, desinler diye bunları yaptın ve sana da böyle söylendi der. Ve sonra emreder bu kimse de yüzüstü cehenneme atılır.

Sonra Yüce Allah'ın kendisine çeşit çeşit mal bahşetmiş olduğu bir adam getirilir. Yüce Allah ona da nimetlerini hatırlatır ve o da hatırlar. Nihayet Allahü teâlâ  sorar: Bu nimetlere karşılık ne amelde bulundun? Zengin: Senin yolunda infak edilmesi gereken neler varsa hiç birini geri bırakmadım ve yaptım, der. Yüce Allah: Yalan söyledin. Çünkü sen sırf filan kimse çok cömert desinler diye böyle yaptın ve nitekim sana böyle söylendi, der. Ve ardından emreder bu kimse de yüzüstü sürüklenip cehenneme atılır."

49

Biz eşya namına ne varsa

her şeyi yaratma işinin cereyan ettiği hikmetin gerektirdiği muayyen

bir ölçüye göre yarattık. Âyet metninde geçen ”kader" kelimesi, takdir manasınadır. Takdir, herhangi bir şeyin biçimini, şeklini, zahirî ve batınî sıfatlarını hikmetin gerektirdiği ve yaratılmasına bağlı olan menfaatin gerçekleştiği özel miktara göre vücuda getirmek demektır. Âyet bu anlama geldiği gibi, şöyle de anlaşılabilir: Biz her şeyi daha vukubulmadan Levh-i Mahfuzda yazılmış ve takdir edilmiş olarak yarattık. Artık bunlar değişmez, başka bir şeklide cereyan etmez.

50

Yaratmayı istediğimiz her şey için

Bizim buyruğumuz gerek kolaylıkta ve gerekse süratte

bir anlık bakış gibi bir kelime

den başka bir şey değildir. Bu bir tek kelime ”kün=ol" kelimesidir. Âyeti şu şekilde anlamak da mümkündür: Bizim buyruğumuz bir anlık bakış gibi bir tek fiilden ibarettir. Bu fiil herhangi bir çaba ve yorgunluk olmaksızın eşyayı bir tek fiil ile bir anda var etmektir. Âyet metninde geçen ”lemh" kelimesi, aceleyle atılan bir göz bakışı ve atışı demektir. Buna göre ”kelemhin" ifadesi, hızlıca atılan bir bakış gibi demektir, el-Müfredat'da şunlar yazılıdır: ”Lemh, şimşek parlamak demektir."

İbnu'ş-Şeyh der ki: ”Daha önce geçen âyetler, Mekke kâfirlerine bu dünyada ve âhirette he lâk edilecekleri yolunda tehditleri ve mü'minlere de onlardan intikam alıp galib gelmeyi ifade edip kapsayınca, daha sonra hem tehditleri ve hem de vadi pekiştirmek için: 'Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık' ifadesi getirilmiştir. Yani bu tehdit ve vaad haktır, doğrudur, vaad olunan Levh-i Mahfuz'da mevcuttur. Yüce Allah'ın katında takdir edilmiştir, artmaz ve eksilmez ve bütün bunlar Yüce Allah'a kolaydır. Çünkü onun mahlukatı hakkındaki kazası bir gözün bir anlık bakışından çok daha hızlıdır."

51

Yemin olsun Biz sizin benzerlerinizi yani başka milletlerdeki kâfirler gibi olan benzerlerinizi

hep helak ettik. Âyet metninde geçen ”eşyâakum" kelimesi, şia kelimesinin çoğuludur. Anlamı el-Müfredât'da ifade edildiği gibi insanın onlarla kendisini güçlü hissettiği ve ondan yayıldığı kimse, demektir, el-Kamus’a göre bir kimsenin şiası demek, onun ardından gidenler ve kendisine yardımcı olan yandaşlar, demektir.

öğüt alan öğüt alıp da bundan dolayı korkan

yok mudur?

52

Yaptıkları her şey inkârlar ve isyanlar

kitaplardadır yani hafaza meleklerinin divanlarında bütün ayrıntıları ile yazılıdır. Âyet metninde geçen ”zübür" kelimesi, kitap manasınadır. Yani zübür, mezbûr demektir ki manası, kitabın mektup anlamına gelmesi gibidir.

İmam Gazalî rahimehullah der ki: ”Bütün milletlerin yapmış oldukları her şey kendilerine gönderilen peygamberlerinin kitaplarında mevcuttur. Tıpkı zamanımızdaki kâfirlerin fullerinin kitabımızda mevcut olduğu gibi."

53

İnsanların yaptıkları amellerden

küçük büyük her şey bütün ayrıntıları ile Levh-i Mahfuzda

satır satır yazılmıştır.

Yahya b. Mu az (rahimehullah) der ki: ”Yaptığı fiillerin doğruluk meydanında kendisine gösterileceğini ve bunlara karşılık gerekli mükâfatı ya da cezayı alacağını bilen kimse, fiillerini düzeltmek ve amellerini ihlâs ile yapmak için gayret eder: daha önce yapmış olduğu kusurlarından dolayı istiğfarda bulunur."

Rivayet olunduğuna göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) küçük günahları, bir örnek vererek şöyle açıklamıştır: ”Küçük günahlar, tıpkı yeryüzünde herhangi bir çöl arazide konaklayan bir topluluğa benzer. Bütün topluluk bir araya gelmiş ve her biri odun toplamaya çıkmıştır. İçlerinden birisi bir dal odun getirmeye başlamıştır. Diğeri bir dal getirmiş, nihayet orayı tamamen doldurmuşlar ve daha sonra ateş yakarak ekmeklerini pişirmişlerdir. İşte küçük günah da onu işleyen kimsenin hesabına böyle birikir ve Yüce Allah'ın bağışlayacağı kişiler müstesna olmak üzere insanı helak eder. ” (3)

Küçük günahlardan sakınınız. Çünkü onları Yüce Allah tarafından görevli yazan biri vardır. Şair ne güzel söylemiş:

Günahın büyüğünden de, Küçüğünden de vazgeç, budur takva.

Yeryüzünde yürüyen yolcu gibi ol,

Yolunda diken görürse nasıl da kaçar amma.

Küçük günahı küçümseme,

Dağlar da küçük küçük taşlardandır ha!

54

Muttakiler, isyan ve inkârdan sakınanlar

cennetlerde yani oraya gelecekler için nimetler ve hazırlanmış olan şeyler anlatılamayacak biçimde çok yüce bahçelerde

ve ırmaklardadırlar. Yani nehirlerdedirler. Bunlar, şarap, bal ve süt nehirleridir.

55

Hak meclisinde... Âyet metninde geçen ”sıdk" kelimesi, iyi ve güzel demektir. Buna göre mana şudur: Onlar dünya meclislerinin aksine insanı günaha sokmayan ve boş şeylerden arınmış bulunan hak meclislerinde ve razı olunan mekândadırlar. Oysa dünya meclisleri bu sıraladığımız sakıncalardan çok nadir olarak uzak olur.

Kendisini hiçbir şeyin âciz bırakamayacağı, emri her şeyden yüce olan ve kadir bulunan

güçlü mülk sahibinin huzurunda olacaklardır. Bu âyetteki ”huzurunda olacaklardır" kavramından maksat, mekân ve mesafe açısından değil, tam tersine makam ve mertebe itibariyle yakınlık ve yüce huzurda bulunmak demektir. Âyet metninde yer alan ”melik" kelimesi ”malik" kelimesinden çok daha fazla anlam vurgulayan bir kelimedir. Bu kelimenin âyet metninde elif lamsız olarak getirilmesi ta'zim ifade etmek içindir.

Buna göre âyetin manası şöyle olur: Muttakiler, geniş mülk sahibi, aziz olan, kendi mülküne erişilmez olan, ne varsa her şey kendi mülkünde bulunan, güçlü mülk sahibinin yanında, huzurunda cennetlerde ve ırmaklardadırlar. İşte bu mertebeden daha şerefli ve bütün gıptaları, bütün mutlulukları bir arada bundan daha fazla toplayabilecek hangi mertebe vardır?

Allah'ın yardımı ve başarılı kılmasıyla Kamer Sûresi'nin tefsiri bitti.

0 ﴿