RAHMAN SURESİMekke devrinde nazil olmuştur, 78 âyettir. 1Rahman olan Allah ki, kâmil manâda rahmet O'na mahsustur. Nitekim bir duada şöyle denir: ”Ey dünyanın Rahmanı! Ahiretin Rahîmi!" Çünkü ifade edildiği gibi dünyada rızkını herkese yaymıştır. Âhirette ise affı sadece mü'minlere has kılınmıştır. Gerçekte rahmet, meyil ve şefkat demektir. Meyilden maksat ruhanî meyildir. İçindeki şeyin üzerine maddî tarzda eğilip onu bürüdüğü için rahm de Rahmandan gelmektedir. Allah'a Rahmet nisbet edilmesinden maksat, O'nun hayır veya ikram murad etmesidir. İmam Gazâlî (radıyallahü anh) şöyle dedi:" Rahman, ilk olarak yoktan var etmesiyle; ikinci olarak onları imana ve saadet yollarına yöneltmesiyle; üçüncü olarak âhirette onları mesud etmesiyle; dördüncü olarak da, yüce cemâlini onlara göstermesiyle kullarına çok ikram edici ve şefkatlidir." Bu dolgun ve muhtevalı sûre, dünyevî-uhrevî, maddî-manevî nimetler saymakla onları Rahman ismiyle bir üslûpta ele almaktadır. Zaten Rahman ismi, Allah'ın bütün isim ve sıfatlarını içine almakta, böylece çeşitli nimetler de ona nisbet edilmektedir. Kur'an-ı Kerim de mahiyet itibariyle nimetlerin en büyüğü olduğundan -çünkü o bütün mutlulukların kaynağıdır- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Ümmetimin en şereflileri Kur'an ehli olanlardır" yani onu okumaya devam edip geceleri ihya edenlerdir. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: ”Sizin en hayırlınız, Kur'an öğrenen ve öğretenleriniz dir." 2Kur’anda bütün semavî kitapların gerçekleri ve hükümleri vardır. Kur'an'ı öğretmesi Allah'ın geniş rahmetinin alametlerinden olduğu için önce bu nimeti zikretti ve şöyle buyurdu: Rahman olan Allah, Cebrail vasıtasıyla Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) vasıtasıyla da ümmetin geri kalanlarına Kur'an'ı öğretti. Fethu'r-Rahman adlı eserde şöyle dendi: ”Kur'an-ı kerimin mahluk olmadığına dair delillerden birisi de şudur: Cenabı Hak onu yüce kitabın elli dört yerinde zikretmiştir. Fakat bu yerlerin hiçbirinde yaratma sözü veya yaratmaya işaret eden hiçbir şey söylememiştir. İnsanı ise on sekiz yerde zikretmiştir ve buraların hepsi onun yaratıldığına işaret etmektedir. Bu sûrede de insan ve Kur'an aynı tarzda yanyana getirilmiştir. Bu yorum, üstadımız Ebussuûd'a aitttir." 3Sonra şöyle denildi: İnsanı yarattı. 4Ona beyanı (maksadını anlatmayı) öğretti. ”Beyân'dan maksat, bilinecek şeyi ve öğrenme tarzını açıklamaktır. İnsanı yaratmaktan maksat, onu, sahip olduğu zahirî ve bâtınî kuvvetlere uygun tarzda meydana getirmektir. Beyan, insanın içindeki duyguları ifâde etmesidir. Râğıb diyor ki: ”Beyan, bir şeyi açığa çıkarmaktır. Konuşmaktan daha geneldir. Çünkü konuşmak insana mahsustur. Asıl maksadı açıklayıp ortaya koyduğu için söze de beyan denilir." "Beyanın öğretilmesi"nden maksat, insanın sırf içindeki duyguları ifade edebilmesi değil, hem o, hem de başkalarının ifadesini anlamaya muvaffak olmasıdır. Kur'anin öğretilmesi de bu esasa göre cereyan etmektedir. Ayette geçen ”insan"dan maksat, bütün fert ve gruplara şamil olan insan cinsidir. Bahru'l-Ulum'da şöyle dendi:" insanı yarattı" demek, Hazret-i Adem'i yarattı ve ona isimleri ve dilleri öğretti demektir. 5Güneş ve ay bir hesaba göre hareket ederler. Yörünge ve burçları içinde belirli hesaba göre hareket ederler. Kâinatın işleri bu harekete göre düzenlenir, mevsimler ve zamanlar buna göre değişir. Yıllar ve hesap bu hareketle bilinir. Ay senesi iiçyüz elli dört (354) gün, güneş senesi ise iiçyüz altmış beş gündür. Ayrıca çeyrek gün veya biraz daha az bir fazlalık vardır. 6Bitkiler ve ağaçlar (Allah'a) secde ederler. Burada ”Necm" den maksat, kabak, asma vs. gibi gövdesi olmayan bitkilerdir. ”Şecer" den kasıt ise: Gövdesi olan bitkilerdir. Müntekâ adlı eserde deniyor ki: ”Gelişmeye terkedildiğinde kendiliğinden kuruyup dökülenlere ağaç denmez. Gelişip aynı sene içinde yok olmayıp, devam edenlere ağaç denir." Bitki ve ağaçlar, mükellef kimselerin isteyerek secde etmeleri gibi, Allah'ın istediği tarzda fıtratan ona itaat ederler. Yahut da şu âyet-i kerimede açıklandığı gibi ağaçların gölgesi secde eder: ”Allah'ın yarattığı şeylerin gölgeleri Allah'a secde ederek sağa-sola dönerler." (Nahl: 48) Semavî iki nimet olan ay ve güneşe karşılık, yer nimetlerinin ikisi olan bitki ve ağaçlar zikredildi. Bu nimetlerin ikisi de meyve, hububat ve hayvan gıdalarından olan ot gibi nebat cinsinden olup rızkın aslıdır. 7Allah göğü yükseltti yani onu, görüldüğü üzere mahal itibariyle yüksek yarattı, makam itibariyle de yüce kıldı. Zira onu hükümlerinin ve kazasının çıkış yeri, emirlerinin iniş yeri ve meleklerinin mahalli yaptı. Âlimlerden birisi dedi ki: ”Kullarının menfaatine uygun olarak onu aşağıdan yukarıya yükseltip tavan yaptı ve yerle gök arasını beş yüz senelik mesafe kıldı. Gök bir duman şeklindeydi, yeryüzündeki su dalgası ondan taşıp oluştu." Ve ölçüyü koydu. Yani adaleti ortaya koydu ve her hak sahibi hakkını alabilsin diye adaletle emretti. Ta ki dünyanın işi doğru düzgün gitsin. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: ”Yer ve gök adaletle ayakta durur. ” Denildi ki: ”Bu izaha göre, ölçü, Kurandır." Yine denildi ki: ”Ölçüden murad, terazi ve ölçek gibi, kendileriyle eşyanın miktarı bilinen şeylerdir. Buna göre mânâ: Kendisiyle eşyanın tartılıp, miktarlarının belirlendiği her şeyi yaratıp yeryüzüne indirdi ve kullarının hüküm ve meselelerini, alış verişlerinde adalet ve eşitlik gibi uymaları gereken şeyleri bunlara bağladı." Sa'dî el- Müftî şöyle der: ”Sen de bilirsin ki, Cenab-ı Hakk'ın 'Ta ki tartıda haksızlık yapmayasınız. Tartıyı doğru yapın...' (Rahmân:8-9) sözü bu mânâya çok yatkındır. Onun için Zemahşerî sadece bu mânâ ile yetinmiştir." 8Ta ki tartıda haksızlık yapmayasınız. Allah ölçüyü, ölçüsüzlük yapmayasınız, adaleti çiğneyip haddi aşmayasınız diye koydu. İbn Şeyh dedi ki: Âyetteki 'haksızlık yapmak' diye ifade edilen 'tuğyan, haddi aşmak demektir. 'Ölçü' ve 'tartı' diye ifade edilen 'mizan dan maksat, 'adalettir' diyenlere göre onu aşmak, zulmetmek demektir. 'mizan dan maksat ”tartı âletidir" diyenlere göre ise onu aşmak, eksik tartmak demektir." 9Tartıyı doğru yapın. Tartınızı adaletle yapın, dümdüz tutun. Müfredat adlı kitapda şöyle denilir: ”Vezn, bir şeyin miktarını bilmektir. Halkın, vezinden anladığı; terazi ve baskülle belirlenen şeydir." "Tartıyı doğru yapın" buyruğu, insanın söz ve davranış olarak yaptığı her şeyde adaleti gözetmesi gereğine işaret etmektedir. Terazide eksiklik yapmayın. Yani eksik tartmayın. Zira terazinin hakkı düzgün tartmaktır. Zaten teraziyi koymaktan maksat da budur. Sâ'dî el-Müftî dedi ki: ”Gaye, terazinin kendisi değil, tartılan şeyi eksik yapmayın, demektir. ” Cenab-ı Hak önce düzgün tartmayı emretti, sonra haddi aşmak ve tecavüz demek olan tuğyanı, bilâhare de noksanlık demek olan hüsranı yasakladı. Allahü teâlâ, terazi kullanma emrini pekiştirmek ve onu doğru tutma konusundaki, tavsiyesini teyid için ”mizan" sözünü tekrar etmiştir. Mâlik b. Dinar'dan şöyle rivayet edildi: ”Mâlik, ruhunu teslim etmek üzere olan komşusunun yanına girdi. Komşu: 'Ey Mâlik! Önümde, tırmanmaya zorlandığım ateşten iki dağ var,' dedi. Mâlik adamın ailesine durumu sordu. 'Onun iki ölçü âleti vardır. Birisiyle ölçer alır, diğeriyle ölçer satardı,' dediler. Mâlik der ki: Onları getirttim ve birbirlerine çarparak kırdım ve sonra adama sordum. Dedi ki: 'Durum gittikçe gözümde büyüyor.'" Müfredat adlı eserde deniyor ki: 'Terazide eksiklik yapmayın,' âyeti, terazide adalete dikkat etmeye, tartıda haksızlıktan kaçınmaya işaret olabileceği gibi, kıyamet günü kendisi ile terazisinin hafif gelmeyeceği şeylerle uğraşmaya da işaret olabilir. Böylece hakkında Cenab-ı Hakkın: 'Tartıları hafif gelenler ise... onların yeri cehennemdir' (Kâria: 8-10) buyurduğu kimselerden olmaz. Bu iki mânâ birbirinden ayrılmazlar. Cenab-ı Hak'kın Kuranda zikrettiği her hüsran (zarar), dünyevî tartılar ve beşerî alışverişlerdeki zarardan ziyade son belirtilen zararı ifade eder." Ben fakir de derim ki; göğün yükseltilmesi ve yerin döşenmesindeki ölçü, hadiste de belirtildiği gibi yer ve göklerin adaletle ayakta durduğuna işaret etmektedir. Ayrıca dengede olup birbirlerine tecavüz etmesinler diye ruhla ceset arasında akıl terazisinin gereğine de işaret etmektedir. Gerçek adalet; aklen, dinen ve örfen kötü görülen ifrat ve tefrit (aşırılıklar) arasında dengede durmaktır. Tartılanlar, şahsî kabiliyete bağlı olan akıl yoluyla denkleştirilmiş ilmî ve amelî şeylerden ibarettir. 10Allah, yeri canlılar için serip döşedi. Yani yeryüzünü, canlıların menfaati için su üzerine yaymıştır. Canlılar anlamına gelen ”Enam" kelimesi çoğuldur. Kendi lâfzından tekili yoktur. Yeryüzünde bulunan insan ve cin gibi yaratıklar manasınadır. Kamustu da belirtildiği gibi, ”yeryüzü", beşik ve döşek gibidir. Üzerinde canlılar dolaşıp, hareket ederler. 11Orada zevk ve neşe veren çeşit çeşit meyveler... ”Fâkihe" kelimesindeki tenvin meyve çeşitlerinin çokluğunu ifade ediyor. Ve salkımlı hurma ağaçları vardır. Salkımlı diye ifâde edilen ”Ekmâm" yarılıp ortaya çıkmadan önce meyvelerin üzerindeki kabuklar, kapçıklar mânâsını gelir. ”Kimm" kelimesinin çoğuludur. ”Kimm" ise, meyve ilk ortaya çıktığında etrafını saran kılıftır. Yahut da ”Kimm", yaprak, elyaf ve kapçık gibi hurmayı örten şeyler demektir. Hurmanın salkımından, meyvesinden çekirdeğinden istifade edildiği gibi bunlardan da istifade edilir. Elyaf, hurmanın dalını ve yaprağını örter. 12Yapraklı taneler... Tane anlamındaki ”Habt", arpa, buğday vs. gibi gıdalanılan ve azık olarak bulundurulan her şeydir. ”Asf" ise, ekin yaprağı veya saman gibi kurumuş bitki yaprağıdır. Müfredat adlı eserde deniyor ki: ”Asf ve âsife; bitkiden kopup ayrılan şeydir." Ve hoş kokulu bitkiler vardır. Müfredatta: ” 'Reyhan'ın, kokusu olan şey olduğu" söylenir. Reyhana rızık diyenler de olmuştur. ”Yapraklı taneler" âyetindeki gibi yenen tanelere de reyhan denildi. Bedevinin birine, nereye gidiyorsun? diye sorulduğuunda: ”Allah'ın reyhanını (rızkını) aramaya gidiyorum" dedi. Ama doğrusu bizim söylediğimizdir. İbn-i Abbas, Mücâhid ve Dahhâk, reyhanın Hımyer lügatına göre rızık demek olduğunu, burada ise ya rızık veya kokulu bitki mânâsına geldiğini söylediler. Hasan-ı Basrî de: ”Reyhan, sizin kokladığınız, yani kokusu hoş bir bitkidir," dedi. Fakihlere göre ise, Mersin ağacı ve gül gibi yaprağı ve gövdesi kokulu olan şeylere reyhan denildiği gibi, yasemin gibi sadece yaprağı kokulu olan bitkilere de reyhan denilir. İbn Şeyh de dedi ki: ”Güzel kokulu bütün baklagillere reyhan denir. Çünkü insan onların güzel kokusunu koklar." 13Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Hitap, insanlara ve cinleredir. Onuncu âyetteki insanları ve cinleri içine alan ”canlılar" ifadesi buna delâlet eder. Ayrıca otuz birinci âyetteki: ”Ey insanlar ve cinler!" hitabı da bunu ifade etmektedir. ”İnsanı yarattı ” (Rahman:3) ve ”cinleri... yarattı" (Rahman: 15) âyetlerinde iki gurubun babalarının zikredilmesi, hitabın insan ve cinlere ait olduğuna işarettir. ”Etala ”, nimetler demektir. Bahru'l-Ulûm tefsirinde şöyle denilmektedir: ”El-âla, insanlara ve cinlere ulaşan açık ve gizli nimetlerdir. Dolayısıyla, 'el-âlâ' ' sadece aşikâr nimetlerin, 'en-nâ'mâ' ise gizli nimetlerin adıdır, sözü geçersizdir. ”Doğrusu ise, bu iki lâfzın, üsûd ve lüyûs (ikiside aslan demektir) gibi aynı mânâya yâni nimet manâsına geldikleridir. Âyette, 'nimetleri inkâr etmek', yalanlamak sözü ile belirtilmiştir. Zira bu anılan nimetlerin iman etmeyi gerektirdiğine bizden bir şahitliktir. Şehadette bulunmayıp inkâr etmeleri şüphesiz bu nimetlerin yalanlanması demektir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: ”Durum bütün yönleriyle açıklanınca halâ Rabbinizin ve sahibinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Halbuki bu minelerin hepsi de gerçeği haykırmakta ve doğruyu ilân etmektedir. Âyetteki soru, takrir yani bu nimetleri kabule ve onlara şükrün gerekli olduğunu itirafa zorlamak içindir. Cab ir (radıyallahü anh)'d en şöyle rivayet edildi: ”Allah Rasûlü bize Rahman sûresini sonuna kadar okudu. Sonra da: 'Bakıyorum susuyorsunuz. Cevap verme yönünden cinler sizden daha iyi. 'Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?' âyeti kendilerine her okunduğunda mutlaka şöyle cevap verirler: Ey Rabbimiz! Nimetlerinden hiçbirini yalanlamayız. Sana hamdolsun.'İX) Bu âyetin sûre içersinde tekrarlanması, gafleti gidermek, nimeti hatırlatmak ve ikramı itiraf etmek içindir. Nitekim Araplar şöyle derler: ”Size nice nice nimetler vardır." Yine bu, kendisine çeşit çeşit iyilikler yapıp da bunları inkâr eden birisine şöyle demene benzer: ”Seni fakirken zengin yapmadım mı? Bunu inkâr eder misin? Seni çıplakken giydirmedim mi? Bunu inkâr edebilir misin? Zayıfken güçlendirmedim mi? Bunu inkâr edebilir misin?" Bürhânü'l-Kur'an adındaki eserde şöyle denilmektedir: ”Bu âyet otuz bir defa tekrar edildi. Cenab-ı Hak bunların sekizini, içinde mahlûkâtın acaib hallerinin, sanatının inceliklerinin, mahlûkâtın başlangıç ve sonlarının belirtildiği âyetlerden sonra zikretti. Yedisini, cehennemin yedi kapısına karşılık, içinde cehennem ve cehennemin zorluklarının belirtildiği âyetlerden sonra getirdi. Bunların azap âyetlerinden sonra getirilmesi münasip oldu. Çünkü bunlardan korkup korunmak, anılan nimetlere denk nimetlerdir. Yahut da cehennem sıkıntılarının düşmanlar başına gelmesi, nimetlerin en büyüklerindendir. Bu yediden sonra, cennetin sekiz kapısına karşılık olarak cennet ve cennetliklere dair sekizini, daha sonra da bunlardan başka iki cennetle ilgili olarak sekizini zikretti. İlk sekizine kim itikad eder, gereğince amelde bulunursa her iki sekizde vaadedilen nimetleri hak eder. Allah onu yedi âyette geçen cehennem sıkıntılarından korur." 14O, insanı, pişmiş çamur gibi kuru balçıktan yarattı. ”Salsâl," Kuruluğu sebebiyle ses çıkaran pişmemiş sert balçık demektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den söyle sahih bir rivayet gelmiştir: ”Allah (celle celalühü) vahiy yoluyla konuştuğu zaman gök ehli sanki çıplak taş üzerine demir çubukla vurulmuş (zil sesi) gibi bir ses işitirler." "Fahhâr" ise, tuğla, yani ateşle pişirilmiş çamur demektir. Falı nâra benzetilmesi çok öğünen kişinin ses çıkarması gibi veya içi boş olduğu için vurulduğunda kuruluğundan dolayı ses çıkarmasından ötürüdür. Allahü teâlâ Adem'i, toprağı çamur haline, sonra kara balçık, daha sonra ses getiren kuru balçık haline getirerek topraktan yaratmıştır. Bunlardan birini söyleyen âyetle başka birisini zikreden âyet (Hicr:28) arasında zıtlık yoktur. Bunlar yaratılışın merhaleleridir. 15Cinleri de dumansız alevden ateşten yarattı. ”Cânn", cin veya cinlerin babası yahut da Dahhâk'ın dediği gibi İblistir. Keşf isimli eserde şöyle denilmektedir: ”Nasıl ki İblis şeytanların babası, insan insin babası ise, cânn da cinnin babasıdır." "Mâric": dumansız saf ateş elemektir. Mücâhid şöyle dedi: ”Mûrie, ateş yakıldığı zaman ocağın üstünde birbirine karışmış kırmızı, sarı ve yeşil aleve denir. ”Kavmin işi mere oldu,' dendiği zaman, karıştı, birbirine girdi demek olur." Buna göre mânâ: Biz cinleri karışık alevden yarattık, şeklindedir. ”Nâr" (ateş) lâfzı, ”mâric" in beyanıdır. Mâric de karışık, çalkantılı demektir. Keşfü'l-Esrâr isimli eserde şöyle denildi: ”Cinler dumansız ateşten, melekler ateşin nurundan, şeytanlar da dumanından yaratıldı." 16Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Yaratılışınızı güçlendirmek için üzerinize pek çok nimetler akıttı. Öyle ki sizi kâinatın özü ve en değerli mahsulü yaptı. 17O, iki doğunun Rabbidir. İki batının Rabbidir. Belirtilen üstün işleri yapan; yaz ve kışın iki doğusuyla iki batısının Rabbidir. Bunun tabiî olarak, iki doğu ve iki batının Rabbi olan, bunlar arasındaki bütün varlıkların da Rabbidir. Güneşin doğuşu ve batışının en yüksek ve en alçak hallerinin belirtilmesi, aradaki şeyleri de içine aldığına işarettir. Keşfü'l-Esrâr'da şöyle dendi: ”Doğuş yerlerinin biri, senenin en uzun gününde güneşin doğuş yeri, diğeri ise en kısa günündeki doğuş yeridir. Aynı şey batı için de geçerlidir." Doğuş yerlerinden birisi güneşin, diğeri de ayın doğuş yeri olduğu da söylendi. Batı için de durum aynıdır. 18O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Doğu ve batı olayında, havanın mutedil olması, mevsimlerin değişmesi, her mevsime uygun şeylerin meydana gelmesi gibi pek çok faydalar vardır. 19İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Yani tuzlu denizi, tatlı denize birbirine kavuşacak şekilde kattı. Yani onlar, biribirlerine komşudurlar. Satıhları biribirine değer. Görünüşte aralarında bir ayrılık yoktur. Bu, dicle nehrinin denize dökülüp de denizi yararak fersah fersah akması ve tadının değişmemesi gibidir. Ayrıca şöyle de denildi: ”Allah, Fars Denizi (Iran Körfezi) ile Rum Denizi (Ak Deniz)'ni okyanusta birleşecek şekilde salıvermiştir. Çünkü bunlar okyanustan ayrılan iki körfezdirler." 20Aralarında bir engel vardır. Aralarında Allah tarafından veya kara parçası olarak bir engel vardır. ”Berzah", iki şey arasındaki engel demektir. Bu bakımdan kabre de berzah denir. Çünkü kabir dünya ile âhiret arasında bir hayattır. Vesvese için, imanın berzahı dendi. Çünkü vesvese şüphe ile kesin inanç arasında bulunur. Birbirinin sınırını aşmazlar. Normalde iki denizin tabiatı, hemen birbirine karışmak olduğu halde bunlardan birisi diğerine karışmak ve onun özelliğini yok etmek istemez. Aksine kendi halleri üzere belli süre kalır. Tabiatları birbirine karışmak olduğu halde ayrı kalmaları Allah'ın yüce kudretine delildir.(3) 3- Son devirin gelişmiş bilgi ve araçlarıyla yapılan inceleme araştırmalarla elde edilen bulgular, bu âyette belirtilen gerçeği ifâde etmektedir. Tuzluluk farkı sebebiyle iki deniz arasında bir ”dikey su tabakası" engeli olduğu bu araştırmalarla ortaya çıkarılmıştır. Bu, Kur'an'ın mucize oluşunun hem bir örneğidir, hem de Allah'ın kudretine işaret eden delillerden biridir. (Naşir). Yahut da âyetin mânâsı şöyledir: Aralarındaki kara parçasını kaplamak suretiyle sınırlarını aşmazlar. Tâ ki, toprak meydanda kalsın da üzerinde yaşayanlar orayı yurt ve barınak yapabilsinler. ”Lâ yebğıyân" fiili ya istemek mânâsına gelen ”ihtiğâ" dan veya haddi aşmak anlamındaki ”bağy"den gelir. Buna göre mânâ: ”Kendilerine takdir edilenden başkasını istemezler" veya ”her biri kendisi için belirlenen hududu aşmaz" şeklinde olur. 21Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Bu iki denizin faydaları ve bunlardan alınacak ders konusunda yalanlamayı kabul edecek en ufak bir şey yoktur. 22ikisinden de inci ve mercan çıkar. Lü'lü': İnci; mercan da: Meşhur kırmızı boncuktur. Harîdetü'l-Acâib adlı eserde şöyle denilmektedir: ”İnci Hind ve İran denizinde bulunur. Mercan ise, ağaç gibi denizde biter. Mercan taşında ci va damarları bulunur. Beyaz, kırmızı ve siyah çeşitleri vardır. Sürme gibi kullanıldığında göze kuvvet verir ve gözdeki nemi alır." İbn Abbas ve azadlısı İkrime'den bildirildiğine göre inci ve mercan, denizde yağmurun yağmasıyla oluşur. Sedefler ağızlarını yağmurlara açarlar. Sperm için rahimler ne ise inciler içinde sedefler odur. Yani sedefler incilere bir bakıma rahim teşkil ederler. Deniz suyu da sedef için beslenen bir vücut gibidir. İncinin yağmurdan meydana geldiğine delil şudur ki; sene yağmursuz, kurak geçerse balıklar zayıflar, sedef ve mücevherler azalır. 23O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? 24Denizde, yükselen dağlar gibi gemiler O'nundur. ”El-Cevâri'nin aslı ”el-Cevârîy" olup gemiler demektir. Tekili câriyedir. Sıfat, mevsuf yerine konmuştur. İbn Şeyh şöyle dedi: ”Bil ki, dört ana unsur şunlardır: Toprak, su, hava ve ateş. Cenab-ı Hak, 'O, insanı kuru balçıktan yarattı (Rahman: 14) âyetiyle açıkladı ki; durumu hayrete düşüren, yüce ve şerefli insanın aslı topraktır. 'Cinleri de dumansız ateşten yarattı (Rahman: 15) âyetiyle belirtti ki; durumu hayrete düşüren, başka bir mahlukun aslı da ateştir. 'İkisinden de inci ve mercan çıkar' (Rahmân:22) âyetiyle de, değerli ve yüce olan diğer bir mahlukun da sudan yaratıldığını belirtti. Sonra da dağlar gibi olan gemilerin yürümesinde havanın büyük tesiri olduğunu zikretti ve gemiler O'nundur,' buyurdu. Gemilerin, özellikle Kendisinin olduğunu belirtti. Çünkü onların yürümesinde insanın bir müdahalesi yoktur. Zaten insanlar bunu itiraf edip şöyle derler: 'Fülk (gemi) senin, mülk O'nun.' Boğulmaktan korktukları vakit sadece Allah'a yalvarırlar. Gemiye 'câriye' denmesi, rıhtım ve sahillerde dursa da asıl özelliğinin denizde yüzmek olmasından dolayıdır. Hizmetçi kıza da câriye denilir. Çünkü onun da asıl işi, efendisinin hizmetini görmek için koşup koşuşturmaktır." "Münşeat" yelkenleri yükseltilmiş demektir. ”Bir şeyi yükseltti" mânâsına ”enşeehû" denir. Yelkenler demek olan sürü' kelimesi şirâ'ın çoğuludur. Münşeat'ın, su üzerinde yükselip kendi halinde yürüyen gemiler mânâsına gelmesi uzak ihtimal olmadığı gibi, münşeat'ın, mahlûkât (yaratılmışlar) mânâsına gelmesi de uzak ihtimal değildir. Zira o, Allah'ın yarattığı şeylerdendir. "A'lâm", alemin çoğulu olup yüksek, uzun dağlar demektir. Yani yükseklik ve yücelik yönünden ulu dağlar gibi gemiler, demektir. Denizdeki gemiler, karadaki dağlar gibidir. Aynı şekilde sahradaki develer de denizdeki gemiler gibidir. 25O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Gemi yapımında kullanılan malzemelerin yaratılması, onları alıp geminin nasıl yapılacağının gösterilmesi, kısa zamanda uzun mesafelerin katedilmesi, ticarî muamelelerin yürütülmesi ve su almaksızın gemilerin denizde yüzdürülmesi onun nimetlerindendir. Bunları yaratmak, bir araya getirip düzenlemek ancak Allah'ın kudreti dahilindedir. 26Canlılardan ve diğer yaratıklardan Yeryüzünde bulunan her şey fânidir. Akıllılar için kullanılan ”men" lâfzı, çoğunluk dikkate alınarak veya insanlar ve cinler kastedilerek kullanılmıştır. Şüphesiz her insan mutlaka ölecektir. Bu âyet nazil olunca melekler: ”Âdemoğulları helak oldu" dediler. Fakat ”Her nefis ölümü tadacaktır." (Âl-i İmran: 185) âyeti nazil olunca kendilerinin de öleceklerine inandılar. Çünkü onların da lâtif cisimleri ve insan ruhları gibi bu cisimlere bağlı ruhları vardır. Fakat mücerret, saf ve yüce ruhlar helak olmazlar. 27Ancak yücelik ve ikram sahibi Rabbinin zatı bakîdir. Âyette geçen ”vech" (yüz)'den maksat, zatıdır. ”Allah yüzünü mükerrem kılsın" demek, zatını mükerrem kılsın demektir. Yüz, malum organdır. Zât yerine kullanılmıştır. Çünkü yüz organların en değerlisi, duyguların ekranı, secde yeri ve huşu izlerinin aynasıdır. Kadı Beydâvî şöyle dedi: ”Varlıkların yönlerini ve yüzlerini araştırdığında haddi zatında hepsinin de fâni olduğunu görürsün. Ancak Allah'ın kendine bakan zatı müstesna." "Yücelik ve ikram sahibi" anlamındaki cümle, vech kelimesinin sıfatıdır. Bunun anlamı şudur: Mutlak yeterlilik veya zatında ve sıfatlarında yücelik ve tam ikram sahibi zatı bakîdir. Bu, Allahü teâlâ 'nın yüce sıfatlarındandır. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”Yâ ze'l-celâli ve'l-ikrâm demeye devam edin." (4) 4- Hadisi, Tirmizî dualar bölümünde, Ahmed b. Hanbel Miisned'inde, Nesâî Sünen inde tahric etmiştir. Bkz. Fethu'l-Kelrir, 1/231. Elizzû kelimesinin manâsı: ”Yâzel-Celâli ve'l ikram demeye devam edin, onu çok söyleyin" demektir. 28Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Canlıları ebedî hayatta diriltmesi ve daimî nimetlerle onlara ikramda bulunması nimet ve ihsanların en büyüklerindendir. Tayyibî dedi ki: ”'Vechu Rabbike derken zamir müfred (tekil), 'Rabbi küma' derken tesniye (ikil) kullanılmış, halbuki muhatap aynı. Bu nasıl olur? Denilirse, cevaben derim ki: İşin önemi ve büyüklüğü sebebiyle ilkinde hitabın, kabil-i hitap olan herkese şâmil olması için -insanlar ve cinler öncelikle bu hitaba dahildir- tesniye olması gerekli. İkincisinde böyle bir gereklilik olmadığından zahiri üzere müfred bırakıldı." 29Göklerde ve yerde kim varsa (her şeyi) O'ndan isterler. Ayakta kalmaları, gelişmeleri ve diğer durumlarıyla ilgili olarak şahısları ve varlıkları için muhtaç oldukları şeyleri dil ve hal lisanıyla devamlı şekilde Allah'tan isterler. O, her an bir iştedir. Allahü teâlâ her an bir iş üzeredir. Canlıların istedikleri şeyleri vermesi de bu işler cümlesindendir. Devamlı olarak yeni şahıslar yaratır. Başkalarını yok eder. Fakirlik-zenginlik, izzet -zillet, iktidar verme-alma, hastalık-sıhhat gibi halleri getirir ve götürür. Varlıkları halden hâle sokar. Bunlar hikmet ve yüce maslahatlara dayanan ilâhî istek ve iradeye bağlı olarak tecelli eder. Hadis-i şerifte şöyle buyrııluyor: ”Bazı toplumları alçaltıp bazılarını yükseltmesi, sıkıntıları giderip günahları affetmesi Allah 'ın işlerindendir. ” (5) 5. Hadisi Taberânî, Beyhâkî ve İbn Cerîr tahric etmiştir. Bkz. Suyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr 6/143. Mukâtil şöyle dedi: ”Bu âyet, Yahudilerin: 'Allah cumartesi günü bir iş yapmaz' demeleri üzerine onları reddetmek için nazil olmuştur. ” 30O halde Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Allah'ın, belirtilen ihsanlarını gördüğünüz halde bunları nasıl yalanlarsınız? Allahü teâlâ her an bir iş üzeredir. ”Şe'n ”, hâl ve önemli iş demektir. 31Ey insanlar ve cinler! Sizin de hesabınızı ele alacağız. Vaktimizi sırf sizin hesap ve cezanız için ayıracağız. Bu da ”O, her an bir iştedir." âyetinde belirtilen, mahlûkâtın işleri bittiği vakit, yani kıyamet günü olacaktır. O gün sadece ceza işi görülecektir. Âyetten maksat, cezanın ve intikamın şiddetine işarettir. Hitap da öncekinin aksine cin ve insanların suçlu olanlarınadır. Âyetteki ”sekalân" dan maksat, insan ve cinlerdir. Böyle isimlendirilmeleri yeryüzünün üzerinde bir nevi yük olmalarındandır. İnsan ve cinler hayvanın iki tarafındaki yüke benzetildiler. İbn Şeyh'in Havası adlı eserinde dendi ki: ”Yeryüzü yük taşıyan hayvana benzetildi. Cinler ve insanlar da bu hayvanın yükü yapıldı. Başka varlıklar da ilâve yük sayıldı. İnsanlara ve cinlere 'sekalân denmesinin başka bir sebebi de şu olabilir: İnsan ve cinler vakarlı ve sağlam görünüşlüdürler. Yahut da sorumluluk yüklenmeleri veya yeryüzündeki kıymetlerinin büyüklüğü sebebiyle kendilerine 'sekalân denmiştir." Hadis-i şerifte şöyle buyuruldu: ”Ben size ağır iki emanet bıraktım: Allah'ın kitabı ve ehl-i beytim." (6) İmam Sâdık ise:" Bunlara sekalân denmesi, günahlarla ağırlaşmaları sebebiyledir," der. 32Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Sizleri kötü hesaba götürecek şeylerden sakındırmak için kıyamet günü düşebileceğiniz şeylere karşı tenbihte bulunması da bu nimetlerdendir. Yalanlamak, sözleriniz ve davranışlarınızla olabilir. Keşfu'l-Esrar adlı eserde şöyle dendi: ”Bil ki, bu sûrenin bir kısmında zorluklar, azap ve ateşten bahsedildi. Burada iki türlü nimet vardır. Birisi bu azapların mü'minlerden kâfirlere çevrilmesidir ki, bu, şükrü gerektirecek büyük bir nimettir. İkincisi ise, cehennemden korkutup sakındırmaktır ki, bu da büyük bir nimettir. Zira kişinin kendisini üzecek şeyden sakınma gayreti, ferahlatacak şeye ulaşma gayretinden fazladır." 33Ey cin ve insan toplulukları! Yukarıda ”sekalân" diye hitap edilen cin ve insanlara burada kendi isimleriyle hitap edildi ki, daha açık olsun. Cinler, zor işlere karşı güçlü olmakla tanınırlar. Burada bunu ifade eden şeyle kendilerine hitap edildi tâ ki, buna rağmen teklif edilen şeye güçlerinin kâfî gelmeyeceği açıklanmış olsun. "Ma şer": Büyük topluluk demektir. Böyle isimlendirilmesi çokluğun son haddine ulaşması sebebiyledir. Çünkü aşr (on) tam sayıdır. Onun üzerindekiler ancak birerli sayıların on üzerine eklenmesiyle oluşur. ”Onbir, on iki, yirmi, otuz yani iki onluk, üç onluk" dersin. Cin daha önce yaratıldığı için bu âyette insandan önce zikredilmiştir. ”...İnsanlar ve cinler bir araya gelseler..." (İsrâ:88) âyetinde ise faziletinden dolayı önce insan zikredilmiştir. Çünkü takdim faziletli olmayı gerektirir. İbn Şeyh şöyle dedi: ”Allahü teâlâ önceki âyette insanları ve cinleri hesaba çekme ve cezalandırma işini ele alacağı günün mutlaka geleceğini belirtip bu işe çok önem vereceğini ifade eden sözlerle onları tehdit edince şöyle bir soru akla gelebilir: Tam anlamıyle bu işe önem vereceği belli olduğu halde neden bunu belirtmeye gerek oldu? Buna özet olarak bu âyette şöyle cevap verdi: İnsan ve cinlerin hepsi Allah'ın kudreti ve tasarrufu altındadır. Hiç kimse onu aşamaz. Allah'ı aceleye sevkedecek hiçbir şey yoktur. Çünkü kişiyi aceleciliğe sevkeden şey, elden kaçırma korkusudur. Cenab-ı Hak ise bundan korkmadığı için bütün zamanı iki kısma ayırdı. Birincisi dünya günleri ikincisi ise kıyamet günüdür. Birinci zamanı, sorumluluk ve imtihan, ikincisini ise hesap ve karşılık zamanı yaptı. Dünya ve âhiretten herbirini sıkıntı, imtihan, musibet ve dert yeri yaptı. Cinler ve insanlardan hiç birine dünya ve âhirette takdirettiği şeyin dışına çıkma imkânı vermedi." "Ey cin ve insan toplulukları!" (Rahmân:33) âyeti. ”Ey insanlar ve cinler! Sizin de hesabınızı ele alacağız." (Rahmân:31) âyetiyle ilgilidir. İkisi de sanki bir tek söz gibidir. Göklerin ve yerin çevresini aşıp geçmeye gücünüz yeterse hemen geçin! Hitap cin ve insan topluluğuna olduğu halde ikil olarak ”isteta'tüma" denilmedi de çoğul olarak ”isteta'tüm" denildi. Çünkü iki topluluktan herbirisi başlı başına bir gruptur. ”...Hemen birbirleriyle çekişen iki zümreye ayrıldılar. ” (Neml:45) âyetinde olduğu gibi. Neml süresindeki bu âyette de ”ferîkân" tesniye olduğu halde ”yahtesimûn" cemi gelmiştir. Çünkü grup çoğuldur. Burada cin ve insan mânâsına bakılarak çoğul, gelecek olan 35. âyette ise lâfza bakılarak zamir ikil olarak gelmiştir. Kâmus'da ”nefâz", bir şeyin bir şeyi aşması ve ondan kurtulması, şeklinde izah edilir. ”Aktar" ise ”kutr" kelimesinin çoğuludur. Kutr da taraf, çevre demektir. Buna göre mânâ: Allah'tan ve onun kazasından kaçarak göklerin ve yerin hudutlarından çıkmaya gücünüz yeterse hemen çıkın, kendinizi Benim cezamdan kurtarın. Bu, onları âciz bırakma emridir. Maksat, onların Cenab-ı Hak'kı aşamayacak ve kendilerini yakalamaktan âciz bırakamayacak olmalarıdır. Ama (Allah'ın verdiği) bir güç olmadan geçemezsiniz. (7) Bir güç ve kuvvetle ancak geçebilirsiniz. Siz ise bundan oldukça uzaksınız. 7- Bu âyette, cinlerin ve insanların göklerin ve yerin derinliklerine hiç geçemiyecekleri değil, fakat ancak kudret ve kuvvetle geçebilecekleri, göklere geçmeye ne kadar uğraşsalar, üzerlerine gönderilen ”dumansız bir alev veya ateşsiz bir duman"la engellenecekleri ve bu engelleri yenemiyecekleri anlatılıyor. İnsanoğlu bugün aya ulaşmış, içinde bulunduğumuz Güneş Sisteminin bazı gezegenlerine insansız peykler göndermiştir. Fakat henüz kendi Güneş Sistemi'nin dışına çıkmadığı gibi, kendi sistemimizde de ayın sınırından öteye gidememiştir. Âyette Güneş Sistemi içinde bazı yıldızlara gitme çabalarının olabileceğine işaret vardır. Ama insanların daha fazla ileriye gidemeyeceklerine de işaret vardır. Aynı zamanda Allah'ın yüce kudretine ve insanoğluna verdiği nimetlerin bolluğuna dikkat çekilmektedir. Müellifin de gayet güzel belirttiği gibi Allah'tan kaçmanın -dünyada da, âhirette de- hiç mümkün olmayacağının açık delili vardır. Âyetteki asıl maksat da budur. (Naşir.) Rivayet edilmiştir ki, melekler iner ve bütün mahlukâtı kuşatır. İnsanlar ve cinler ne tarafa yönelseler kendilerini kuşatmış meleklerle karşılaşırlar. Melekler onlara âyette belirtilen sözü söylerler. Aynı şekilde hiç kimse kıyamet günü de bir tarafa kaçamaz. Aynı şekilde dünyada da ölümden ve kaderden kaçamazlar. 34Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Cezalandırmaya gücü yettiği halde af ve kolaylık göstermesi, sakındırıp tenbihte bulunması onun nimetlerindendir. 35ikinizin insanlar ve cinlerin üzerine dumansız bir alev veya ateşsiz bir duman gönderilir de birbirinize yardım edip kurtulamazsınız. ”Şuvaz" yalın, dumansız alev veya ateşin dumanı ve harareti demektir. Âyet, kaçmaya çağıranın sorusuna cevaptır. Bu durum mahşere götürülürken olur. Nitekim İbn Abbas (radıyallahü anh)'den şöyle rivayet edilmiştir: ”Sizi mahşere sevketmek için üzerinize dumansız yalın alev gönderilir."“Nühas": Eritilmiş sapsarı dumandır, onların başlarına dökülür. Müfredat'Vâki izaha göre nühas, dumansız yalın alev demektir. Bu, bakırın rengine benzetilmesinden dolayıdır. Haddi zatında nühas, bakır demektir. 36Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? 37Gök yarılıp da, kıyametin kopması sebebiyle birbirinden kopup ayrıldığı veya meleklerin inmesi için kapılar halinde yarıldığı zaman... Nitekim başka bir âyette şöyle buyruluyor: ”O gün, gökyüzü beyaz bulutlar halinde parçalanacak ve melekler bölük bölük indirilecektir." (Furkân:25) Gül gibi kızardığı, kırmızı gül rengini aldığı... ”Verde" koklanan malum çiçektir. Genellikle kırmızı güle ”verde" denir. Denildi ki; aslında göğün rengi kırmızıdır. Fakat uzaklık ve perdeler sebebiyle mavi gözükür. Ateşin rengine de mavilik karışınca kırmızıya çalar. Yağ gibi eridiği zaman. Zeytinyağı haline gelip kırmızı gül rengini alınca ve yağın akışı gibi akınca... Yani yağın eriyip akması gibi eriyip akar hale gelince cehennemin hararetinden kıpkırmızı olur. İncelikte ve akıcılıkta yağ haline gelir. ”Dihân" ya ”dühn" kelimesinin çoğuludur veya ”dihân" yağdanlık demektir. Katığa denildiği gibi. 38Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Bunları büyüklüğüne rağmen nasıl yalanlarsınız? 39İşte o gün, belirtildiği gibi gök yarıklığı gün insana da cinne de günahından sorulmaz. Çünkü onlar yüzlerinden tanınırlar. Bir kimse mahşer halkının durumlarına vakıf olmak isterse günahkârı başkasından ayırmak için kişiye günahını sorma ihtiyacı duymaz. Bu hâl, mertebelerinin değişik oluşu itibariyle kabirlerden çıkarılıp bölük bölük mahşere sevkedildikleri ilk vaziyete göredir. ”Rabbin hakkı için onların hepsine mutlaka soracağız." (Hicr: 92) ve benzeri âyetler hesap ve duruşma yerlerindeki hallerle ilgilidir. Yani hesap vaktine kadar hesap sorulmaz. Ancak hesap merhalesinde sorulur. İbn Abbas'tan, şöyle dediği rivayet edildi: ”Allah onlara şöyle şöyle yaptınız mı?" diye sormaz. Çünkü Allah bunu onlardan daha iyi bilir. Ancak ”niçin şöyle şöyle yaptınız?" diye sorar. Yine İbn Abbas'tan şöyle nakledilmiştir: ”Onlara rahatlık ve şifa sorusu sorulmaz, azarlama ve kınama sorusu sorulur." "Zenbihî" deki zamir insana aittir. Çünkü makam itibariyle öncedir. Tekil olması insan cinsinden herhangi bir ferdin kastedilmesinden dolayıdır. Sanki şöyle denilmiştir: Cin ve insanlara ait hiçbir kimseye sorulmaz. Cânn'dan maksat cindir. Temim denip de, oğlu kastedildiği gibi. 40Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Bunca faydalarına rağmen... Belirtilen şeyleri haber vermek, sizi kötülüğe ulaştıracak şeylerden sakındırmaktır. Bu da nimettir. 41Suçlular nişanlarından tanınırlar da... ”Simâ", : (hemzeli) alâmet demektir. Onlar siyah yüzleri ve patlak gözleriyle tanınırlar. Denildi ki; ”Kendilerini kaplayan üzüntü ve sıkıntılarla tanınırlar. Mü'minlerin sevinç ve ferahlıkla tanındığı gibi". Perçemlerinden ve ayaklarından yakalanırlar. ”Nevâsî", nâsiye'nin çoğuludur. Nâsiye ise başın ön tarafıdır. Burada, alındaki saç kastedilmiştir. Buna göre an lain şöyledir: Melekler onların alınlarından, yani perçemlerinden ve ayaklarından tutarlar ve cehenneme atarlar veya melekler onları kâh perçemlerinden tutup yüz üstü cehenneme sürüklerler, kâh perçem ve ayaklarını zincire vurulmuş olarak sırtlarında birleştirip sürüklerler. 42Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Nasihatlar ve sakındırmalar bu nimetlerdendir. 43İşte bu, suçluların yalanladıkları cehennemdir. Bu söz, onları azarlamak ve suçlamak kastıyla söylenmiştir. 44Onlar bununla yani yaktıkları ateşle kaynar su arasında dolaşır dururlar. Azap edildikleri ateşle, üzerlerine dökülen veya kendilerine içirilen son derece sıcak su arasında dönerler. Yani hararet ve dehşet içinde ateşten kaynar suya, kaynar sudan ateşe gider gelirler. Ebu'l-Leys şöyle dedi: ”Onlara açlık musallat edilir. Tepesi şeytanların başı gibi olan zakkum ağacına getirilirler. Ondan yiyince boğazlarını alır. Hemen su isterler. Kendilerine kaynar su getirilip yüzlerine yaklaştırdıklarında yüzlerinin etleri dökülür. Suyu içerler, içleri kaynar ve içlerinde ne varsa dışarı çıkar. Sonra tekrar açlık musallat edilir. Böylece bir zakkuma, bir kaynar suya gidip gelirler." Ka'bu'l-Ahbâr'da şöyle der: ”Cehennemin vaadilerinin birinde cehennemliklerin irinleri toplanır. Mücrimler demir halkalar içinde getirilip irinin içine daldırılırlar. Öyleki mafsalları ayrılır. Sonra oradan çıkarılırlar. Allah onları yeni bir yaratılışa kavuşturur ve tekrar ateşe atılırlar." 45Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Bu gibi durumlarda nimetler, bu olayları sadece hikâye etmekten ibaret olmakla beraber, bunların nimet olarak böyle hadiselerin akabinde tekrar edilmesi, bu hallere düşüren küfür ve günahlardan sakındırmak içindir. Sûrenin başından otuzuncu âyete kadar ise nimetler detaylı olarak anlatılmıştır. Çünkü bunlar dünyada kendilerine ulaşan nimetlerdir. Bunların hikâye edilmesi, şükrü ve devamlarını sağlayacak şeyler hususunda gayreti gerektirmelerinden dolayıdır. 46Rabbinin makamından korkan kimseye iki cennet vardır. Bu, dünyada kendilerine ulaşan dinî ve dünyevî nimetlerin sayılmasından sonra âhirette üzerlerine saçılacak nimetler sayılmaya başlanmıştır. ”Makam", ismi mekândır. Allahü teâlâ 'nın makamı, hesap için kulların durduğu yerdir. Nitekim âyette: ”O gün insanlar âlemlerin Rabbinin huzurunda dururlar" buyurulmaktadır. (Mutaffifîn:6) Makamın, Rabbe izafe edilmesi hükümranlığın Allah'a has olmasından dolayıdır. Çünkü o gün hükümranlık sadece Allah'a aittir. Aynü'l-Meânî adlı eserde şöyle denilmektedir: ”Bu âyet Ebû Bekir (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Susuzken süt içmiş, sütten hoşlanmış, sonra da sütün helâl olmadığı söylenince kay etmiş (kusmuş). Bu durumu haber alınca Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuş: ”Allah sana rahmet etsin. Hakkında âyet nazil oldu." Günah işlemeye niyet edip sonra da Allah'ı hatırlayan ve Allah korkusundan dolayı bu günahı terkeden herkes bu müjdeye nail olur." "İki cennetten" maksat, dağıtım yoluyla; Allah'tan korkan insan için bir cennet, Allah'tan korkan cin için bir cennettir. Çünkü hitap insan ve cin topluluğu nadir. Buna göre mânâ şunlardan birisi olabilir: Allah'tan korkan her biriniz için bir cennet vardır. Yahut da herkes için inancına karşılık bir cennet, ameline karşılık da bir cennet vardır. Veya, itaat ettiği için bir cennet, günahlardan sakındığı için de bir cennet vardır. Başka bir görüşe göre de: Ona, amelin karşılığı olarak bir cennet, ikram olarak verilen bir başka cennet vardır. Muhammed b. Hasen (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Ben bir gece uyuyorken bir de ne göreyim! Kapı çalınıyor! ”Bakın kimdir o?" dedim. ”Halifenin elçisidir, o seni çağırıyor," dediler. Hayatımdan endişe ettim. Kalkıp halifeye gittim. Huzuruna girince bana dedi ki, ”Seni bir mesele için çağırdım. Muhammed'in annesi Zübeyde'ye dedim ki: 'Ben âdil bir imam (devlet başkanı)ım. Âdil imam da cennettedir.' Zübeyde dedi ki: 'Sen isyankâr bir zalimsin, bir de cennet ehli olduğunu söyledin. Bununla Allah'a iftira ettin. Cennet sana haram olsun.'“Ben de: ”Ey mü'minlerin em iri! Sen bir günah işlediğinde, hemen veya sonra Allah'tan korkar mısın?" deyince, halife cevaben: ”Evet Allah'a yemin olsun ki çok korkarım." Ben de:" Şehadet ederim ki, senin için bir değil iki cennet vardır. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: ' Rabbinin makamından korkarı kimseye iki cennet vardır.'" Bunun üzerine beni taltif etti ve dönmemi emir buyurdu. Eve döndüğümde dolunayın bana yöneldiğini gördüm." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Kapları ve eşyaları gümüşten iki cennet, kapları ve eşyaları altından iki cennet vardır. Adn Cenneti'ndeki cennetliklerle bunların Rabbine bakışları arasında, Allah'ın yüzündeki kibriyâ (yücelik) örtüsünden başka bir şey bulunmayacaktır. ”(8) 8- Hadisi, Buhârî, Müslim ve Tirmizî tahric etmişlerdir. Tirmizi'deki rivayet şöyledir: ”Adn Cennetinde insanlarla Rablerine bakmaları arasında sadece yüzündeki kibriyâ örtüsü bulunacaktır." Bkz. Câmiu'l-Usûl, 10/498 47Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? 48Bu iki cennet türlü ağaçlarla doludur. Âyetteki ”Efnân" kelimesi, fen'in çoğuludur. Buna göre âyet, çeşitli ağaçlar ve meyvelerle doludur, anlamındadır. Yahut da ”efnân", fenen kelimesinin çoğuludur. Fenen ise, düzgün uzun dal veya ağacın dallarından fışkıran filiz demektir. Buna göre anlam şöyle olur: ”Ağaçların dallarından fışkıran filizlerle doludur." Özel olarak filizlerin zikredilmesi, yaprak ve meyve vermelerinden, gölge salmalarındandır. Ayrıca meyveler de bunlardan devşirilir. 49Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Bu nimetlerde yalanlama kabul edecek bir şey yoktur. 50Onlarda, akan iki kaynak vardır. O iki cennetin her birinde, cennet nehirlerinin tasvirinden anlaşıldığı üzere, sahibinin istediği şekilde tepelerde ve düzlüklerde akan bozulmamış birer su kaynağı vardır. Bunların miskten bir dağdan aktıkları da söylenmiştir. İbn Abbas ve Hasan-ı Basrî'den şöyle nakledilmiştir: ”Onlar tatlı ve soğuk sularla akarlar. Birine teslim, diğerine de selsebîl denilir." 51Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hagisini yalanlarsınız? 52Bu iki cennette her türlü meyveden çift çift vardır. Bunlardan bir gurubu bilinen, diğeri de hiç kimsenin duyup görmediği enteresan meyvelerdir. Yahut da çiftten maksat biri yaş diğeri kuru veya birisi tatlı diğeri mayhoş olandır. Bunların iki renk olduğu da söylendi. Bu, tatta değil de görünüştedir diyen de vardır. İbn Abbas'tan şöyle nakledildi: ”Ebû Cehil karpuzu da dahil dünyada ne kadar acı tatlı meyve varsa hepsi cennette olacaktır. Ancak acı olanlar orada tatlanacaktır." Bu, şundan dolayıdır: Cennette olan şeyler ibadetlerin tadından meydana gelmiştir. Orada zakkum gibi, kötülüklerin acılığından ortaya çıkan bir şey yoktur. Ayrıca cennet cemal (güzellik) yurdu olduğu için orada siyahlık da yoktur. Çünkü siyah celâl (öfke) alâmetlerindendir. 53Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Bu lezzetli nimetlerin hangisini yalanlarsınız? 54Orada astarları parlak atlastan yataklara yaslanırlar. Müttakîler iki cennete kavuşurlar ve orada yatmak ve oturmak için serilmiş yataklara dayanıp uzanarak, kırallar gibi yaşarlar. "Betâin", bitime kelimesinin çoğulu olup yüzün zıttı olan astar demektir. ”İstebrak" kelimesi de atlas anlamındadır. Parlaklık mânâsmdaki ”berîk" kelimesinin istif al babına aktarılması halidir. Veya renklerin toplanması anlamına gelen ”bürkâ" dan geldiği de söylenmiştir. Bunun geniş açıklaması Dühân sûresinde geçti. Buna göre mânâ: Astarı parlak kalın ipektendir, şeklindedir. Astarı böyle olan bu döşeklerin yüzleri kim bilir nasıldır? Elbette yüzleri daha değerlidir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Sa'd bin Muâz'ın cennetteki mendilleri bu hülleden (yeni ve parlak elbise) daha değerlidir ” (9) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in burada başka bir şey değil de mendili zikretmesi, en basit bir şeyle en değerli olana dikkat çekmek içindir. 9- Hadisi Buhârî, Müslim ve Nesâî tahric etmişlerdir. Kıssanın tamamı için bkz. Câmiu'l-Usûl. 9/60. Şöyle de denilmiştir: Yatakların yüzleri halis ince ipekten veya nurdandır. Ya da Cenabı Hakk'ın şu âyette belirttiği gibidir: ”Yaptıklarına karşılık olarak onlar için nice göz aydınlatıcı nimetler saklandığını hiç kimse bilemez. ” (Secde: 17) Her iki cennetin devşirilen meyvesi yere yakındır. Yani ağaçlardan toplanan meyveler yakındır. Ayakta olan, oturan ve yatan kimse ona kolayca ulaşabilir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Ağaç öyle eğilir ki Allah'ın dostu ister ayakta, ister oturarak, isterse de yatıp uzanmış vaziyette meyveyi koparabilir." Katâde (radıyallahü anh) de şöyle dedi: ”Ne uzaklık, ne de bir diken ona engel olmaz." 55Öyleyken Rabbinizin bu lezzetli ve kalıcı olan nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? 56Oralarda yani ”iki cennet" sözünün işaret ettiği cennetlerde; ki bunlar, cin ve insanların Allah'tan korkanlarına veya amellerine göre korkan herkese aittir. İşte bu cennetlerde gözlerini yalnızca eşlerine çevirmiş dilberler vardır ki, Yani başkalarına bakmayıp gözlerini sadece kocalarına çevirmiş kadınlar vardır. Herbirisi kocasına şöyle der: ”Rabbimin izzetine yemin ederim ki, cennette senden daha güzel bir şey görmüyorum. Hamdolsun Allah'a ki, seni bana beni de sana eş yaptı."“Kasru't-tarf", aynı zamanda haya ve naz manâlarına da gelir. Bu terimin, başkalarının kendilerine göz diktiği kadınlar anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani birisi onları gördüğünde son derece güzelliklerinden dolayı gözü başkasını görmez. Bunlardan evvel onlara ne insan ne de cin dokunmuştur. Yani eşlerinden önce, insan cinsinden olan kadınlara hiçbir insan erkek, cin kadınlara da hiçbir cin erkek dokunmamıştır. ”Kâsırâtü't-tarf sözü, bunu ifade etmektedir. Bu kadınlar, daha evvel içinde hiç hayvan otlamamış koruluklar gibidirler. Bu âyette bu kadınları elde etmeye teşvik vardır. Özellikle rağbet, dullardan ziyade bakireleredir. Aynı şekilde âyet, cinlerin de cennetliklerden olacağına delildir. Onlar da insanlar gibi cennette eşlerine dokunacaklardır. Çünkü nimeti hatırlatma makamı bunu gerektirir. Şayet insanlar gibi cinler eşlerine dokunamıyacak olsalardı, onlara nimetin hatırlatılmasının mânâsı olmazdı. Gözlerini sadece eşlerine çevirmiş bu huri kadınlar, cennette yaratılmışlar, ayağa düşüp müptezel bir hâle düşmemişler ve kendilerine el sürülmemişlerdir. Bu, çoğunluğun görüşüdür. Şa'bî ve Kelbî ise şöyle dediler: ”Bu kadınlar, dünya kadınlarından olup, dünyada ister evli ister bakire olsunlar, ikinci yaratılıştan sonra bunlarla hiç kimse cinsî ilişki kurmamıştır." 57Öyleyken Rabbinizin istifadeniz için yarattığı bu nimetlerinden hagisini yalanlarsınız? 58Sanki onlar yakut ve mercandırlar. Mercan daha önce açıklanmıştı. Yakut ise, çok sert ağır bir taştır. Kırmızı, beyaz, sarı, yeşil ve mavi cinsleri vardır. Yanma özelliği olmadığından ateş ona tesir etmez. Sertliğinden ve kuruluğundan dolayı delinmez, eğeler tesir etmez. Gün geçtikçe güzelliği artar. Bilhassa kırmızı ve sarısı çok değerli ve pek nadirdir. Âyetin mânâsı şöyledir: Onlar yanaklarının kırmızılığı hususunda yakuta, derilerinin beyazlığı ve saflığı konusunda küçük daneli mercana benzerler. Zira küçük daneli mercan, büyükten daha beyazdır. Katâde dedi ki: ”O kadınlar saflıkta yakuta, beyazlıkta mercana benzerler." Ebû Saîd, cennet ehlinin tanımı konusunda Rasûlüllah'tan şöyle rivayet etti: ”Cennette her bir adamın iki hanımı vardır. Her hanımın üzerinde yetmiş kat hülle olduğu halde deri, kan ve et olmaksızın bacaklarının ilikleri gözükür.. ” . Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: ”Cennete ilk girecek kafile dolunay, onları takip edenler ise en parlak yıldız gibi olacaktır. Hepsinin kalbi bir tek adamın kalbi olacak ve aralarında düşmanlık ve ayrılık bulunmayacaktır. Her birinin iki hanımı olacak, her hanımın bacağındaki ilik, aşırı güzellikten dolayı etin üstünden gözükecek. Cennetlikler gece gündüz Allah'ı tesbih ederler. Abdest bozmazlar, sümkürmezler, tükürmezler, kapları altın ve gümüş, tarakları altın, buhurdanlıkların yakıtı öd ağacı, kokuları ise misktir." (10 10- Hadisi, Buhârî, Müslim ve Tirmizî tahric etmiştir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 10/525. Yine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular:''Cennet kadınının bacağının beyazlığı ve iliği yetmiş kat ipek örtünün dışından gözükür. Allahu teâlâ onlar için: 'Sanki onlar yakut ve mercandırlar' buyurdu. Yakut öyle bir taştır ki, sen ona bir ip geçirsen, sonrada parlatsan, ipi yakutun dışından görebilirsin." (11) 11- Hadisi, Tirmizî merfû ve mevkuf olarak tahric etmiştir. Mevkuf olması daha sahihtir. Bkz. Tefsir-i İbn Kesîr, 3/423. Amr b. Meymûn şöyle dedi: ”Hurilerden bir kadın yetmiş kat elbise giyer ve kırmızı şarap, kristal kadehte gözüktüğü gibi, bacak kemiğinin iliği, elbise dışından görülür." 59Öyleyken Rabbinizin görüş ve istifadeye sunulan nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? 60İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey inidir? Ameldeki iyiliğin karşılığı, mükâfatta da iyilikten başka bir şey değildir. Enes (radıyallahü anh) şöyle haber veriyor: ”Allah Rasûlü bu âyeti okudu sonra şöyle buyurdu: ” Rabbiniz ne dedi biliyor musunuz?" Ashab : - ”Allah ve Rasûlü en iyi bilir", dediler. Rasûlüllah şöyle buyurdu: ”Kendisine marifetimi ve tevhidimi nasip ettiğim kimsenin mükâfatı, onu rahmetimle cennetime ve kutsi makamıma kabul etmemdir. (12) 12- Hadisi Deyltmî Müsnedü'l-Firdevs'de, Hakim Tirmizî ise Nevâdir'de tahrîc etmişlerdir. Bkz. ed-Dürrü'l-mensûr, 6/149. 61Öyleyken Rabbinizin dünyada ve âhirette size ulaşan nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? 62Bu ikisinden aşağıda iki cennet daha vardır. Allah'tan korkan gözde kullar için vaadedilen iki cennetin altında iki cennet daha vardır. ”Dûn" kelimesi, mertebe ve değer yönünden daha aşağı mânâsına olup,"başka" anlamına değildir. Nasılki mukarrabûn (has kullar), ebrârdan (faziletlilerden) daha üstünse, önceki iki cennet de bu ikisinden daha üstündür. "Dûn" kelimesinin, aşağılık mânâsındaki ”denâet" den değil, yakınlık anlamındaki ” dünüv" den olduğu da söylenir. Bu izaha göre anlam: Arş'a bu ikisinden daha yakın, yani bunlardan daha yüce iki cennet daha vardır. Şeklinde olur. Bazı müfessirler ”Dûn" kelimesini, başka mânâsında almışlardır. 63Öyleyken Rabbinizin belirtilen iki cennetle ilgili nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? 64Bu cennetler koyu yeşildir. Yani onun rengi, yeşilliğinin koyuluğundan dolayı siyahtır. Buna siyaha çalan yeşil de diyebiliriz. Anlaşılıyor ki, bu iki cennetin ana özelliği yere yayılmış bitki ve çiçeklerle kaplı olmasıdır. İlk cennetin ana özelliği ise ağaçlar ve meyvelerle kaplı olmalarıdır. Bu da gösteriyor ki, ilk iki cennet sonra ki iki cennetten daha üstündür. 65Öyleyken Gözleriniz bu iki cennetin yeşilliklerini seyrederken, burunlarınız da çiçeklerini koklarlarken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Fakihler derler ki: Birisi namazda ”müdhâmmetân" gibi, bir kelimeden ibaret bir âyeti veya ”kaf, ”Sâd" ve ”Nûn" gibi bazılarınca âyet sayılan bir harfi okursa, makbul görüşe göre, namazda farz olan kıraat yerine gelmiş olmaz. Kıraat, okuma esnasında kelime ve harfleri biribirine eklemek demektir. Bunu yapmayana kâri (okuyucu) denmez. 66İkisinde de durmadan fışkıran iki kaynak vardır. ”Nedaha'l-mâü" terkibi Kamusta ifade edildiği gibi; su, kaynağından şiddetle fışkırdı demektir. Yani orada durmadan fışkıran iki fıskiye vardır. Bu ifade de, daha önce anılan iki cennetin daha üstün olduğuna delildir. Çünkü Cenabı Hak, önceki iki cennet için ”Akan iki kaynak", son iki cennet için ”fışkıran iki kaynak" sözünü kullandı. Çünkü fışkırmak, akmaktan daha aşağı bir olaydır. Zira fışkırma olayında suyun fışkırdığı yerden her su alındığında onun yerine yenisi fışkırır. Bu ise akmaya kâfi gelmez. Akma ise, şüphesiz suyun daha gür olduğunu ifade eder. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”İki cennette misk ve anberden iki kaynak vardır." Kelbî ise bunu, hayır ve bereket kaynağı vardır, diye tefsir etti. 67Öyleyken bu iki kaynağın sularıyla sulanmanız cihetinden Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? 68İkisinde de (her çeşit) meyveler, hurma ve nar vardır. Özellikle hurma ve narın zikredilmeleri bunların değerli oluşuna işaret etmek içindir. Hurma, hem gıda hem de meyvedir. Nar da, hem meyve hem de ilâçtır. Bu, dünya hali itibarıyladır. Ama cennette hepsi meyvedir, zevk ve safa kaynağıdır. Bundan dolayı Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve diğer imamların aksine İmam Ebû Hanîfe şöyle dedi: ”Bir insan meyve yemeyeceğine dair yemin etmiş olsa, nar ve taze hurma yese yeminini bozmuş olmaz." Yani ona göre bu ikisi, dünyadaki halleri itibari ile meyve değildir. Ona göre aynı hüküm üzüm için de geçerlidir. Nar ve hurmayı meyve sayanlar bunların âyette ”fâkihe" (meyve) den sonra zikredilmelerini, değerli oluşlarını açıklamak için hususi olarak zikredilmelerine yormuşlardır. (13) 69Öyleyken lezzet alacağınız meyveleri sizler için hazırlaması yönünden Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? 70Oralarda iyi huylu güzel kadınlar vardır. ”İyi huylu" diye ifade ettiğimiz, ”Hayrat" için şöyle dendi: O kadınlar pis ve kokmuş değildirler. Koltuk altları, ağızlan ve diğer organları kokmaz. Yani bu cennetlerde güzel ahlâklı, güzel yüzlü, kocalarından başkasına göz dikmeyen, eşlerinden ayrılmayan kadınlar vardır. Onlar iffetli ve muhafazakârdırlar. Olgunluk, güzellik, iyi geçim ve iyi davranış içindedirler. Güzel ahlâklı ve edepli olduklarından dolayı ağızlarından hiçbir kötü söz çıkmaz. Denildi ki: ”Hısân" hasene ve hasnâ'nın çoğuludur. Yani güzel endamlı ve güzel ahlâklı demektir. Onlar hurilerdendirler. İman etmiş hayırlı kadınlardan oldukları da söylendi. Fakat âyetin devamı hurilerden olduklarına işaret etmektedir. Hadisi şerifte şöyle buyuruldu: ”Cennet kadınlarından birisi yere ve göklere baksa yer ve gökler arasındaki her şey aydınlanır. Ve her yer güzel kokuyla dolar. Başındaki taç dünyadan ve dünyadaki her şeyden daha değerlidir." (14) 14- Hadisi, Ahmed b. Hanbel, Müsnedmde rivayet etmiştir. Buhârî ve başkaları da bu hadisin sahih olduğunu teyid etmiştir. Bkz. Muhtasaru Tefsîr-i İbn Kesir, 3/423. Rivayet edildiğine göre bu cennet kadınları şöyle derler: ”Biz nimet içindeyiz, muhtaç olmayız. Hoşnuduz, kızmayız, devamlıyız, yok olmayız. Bize eş olana, bizim de kendilerine eş olduklarımıza ne mutlu!" (15) 15- Hadisi, Tirmizî şöyle rivayet etmiştir: ”Cennette huriler topluluğu vardır. Hiç kimsenin duymadığı seslerle şarkı söyler ve biz nimet içindeyiz... derler." Bkz. Tefsir-i İbn Kesîr, 3/434. Bir eserde şöyle rivayet edilmiştir: ”Huriler böyle söyleyince, dünyadaki mü'mine kadınlar da şöyle cevap verirler: 'Biz namaz kılanlarız, siz ise değilsiniz. Biz oruç tutanlarız, siz ise değilsiniz. Biz sadaka verenleriz, siz ise değilsiniz.' Böylece onlara galip gelirler. Yemin olsun onlara galip gelirler." Burada, bu iki cennetin önceki iki cennetten daha aşağı olduğuna işaret vardır. Çünkü Cenab-ı Hak önceki iki cennetin hurileri için ”Sanki onlar yakut ve mercandırlar," dedi. Bu sonraki iki cennetin hurileri içinse: ”Oralarda iyi huylu güzel kadınlar vardır," buyurdu. Çünkü her güzel, yakut ve mercan kadar güzel değildir. 71Allah size faydalandığınız kadınlar ihsan etti. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? 72Çadırlar içinde gözlerini sadece kocalarına çevirmiş huriler vardır. ”Hur", havranın çoğuludur. Havra ise bembeyaz demektir. Başka âyetlerde huriler ”îyn" diye tanımlandı; îyn, aynâ'nın çoğuludur; îyn, iri gözlü demektir. Bazılarına göre ise, göz bebeği simsiyah olan manasınadır. Onlar perdeleri ve çadırları içinde bulunurlar. Bu da gösteriyor ki, cennet her ne kadar sorumluluk yeri değilse de onlar mahremleri dışında kimseye gözükmezler. Çünkü bunlar gizli şeyler kabilindendir. Kıskançlık sebebiyle başkalarından korunurlar. Gözlerini eşlerine dikmekten maksat, onların yerine başkalarını istememek demektir. ”Hiyâm", hayme'nin çoğuludur, hayme ise, direkler üzerine kurulan kubbedir. Bütün dünya çadırları böyledir. Ahiret çadırlarına sadece ismen benzerler. Denildiğine göre: ”Hurilerin çadırlarından her biri, içi boş büyük bir inci gibidir. Genişliği altmış mildir. Her köşede huriler vardır. Mü'minler orayı ziyaret ettikleri sırada ancak görülürler." İbn Mes'ûd şöyle dedi: ”Her hanımın, uzunluğu altmış mil olan bir çadırı vardır." 73Allah size özel nimetler ayırmıştır. Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? 74Bunlara, onlardan önce ne bir insan ne de bir cin dokunmuştur. Her yönüyle daha önceki benzer âyette geçtiği gibidir. (Rahman:56) Bazıları dedi ki: ”Onlardan önce" den maksat, iki cennet ehlinden önce demektir, derler. İki cennetin zikredilmesi buna işarettir. Keşfu'l-Esrar'da şöyle dendi: ”Bu âyet, teşvik ve rağbeti artırmak için tekrar edilmiştir." Yine o eserde: ”Burada tekrar yoktur. Zira birinci âyet mukarreb (has kullar)lerin eşleri hakkında, ikinci âyet ise ebrâr (faziletli kullar) ın eşleri hakkında nazil olmuştur," görüşü de yer almıştır. 75Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Hem bu nimetler dünya nimetleri gibi değildir. Dünya kadınını önce birisiyle evlenip sonra başka birisiyle dul olarak tekrar evlendiği olur. 76Yeşil yastıklara ve harikulade güzel döşemelere yaslanırlar. "Refref, refrefe'nin çoğuludur. Denildi ki: ”Refrefe, sedirlerdeki aşağı sarkıtılan kıymetli kumaştır. Yahut da bir çeşit yaygı ve yastık demektir. ” Müfredât'ta ise şöyle dendi: ”Refref, bahçe gibi süslü bir çeşit elbisedir." Refref in mânâlarından birisi de bahçedir. Kamus'a göre ise refref, yeşil kumaştır ki, ondan çarşaf (yatak örtüsü) yapılır. Yere serilir. Yatak ve yatak kılıfından sarkan şeye, fazla gelen kısmı yere sarkıtılan her şeye, halis, ince ipek ve döşeğe de refref denir. "Abkariyy"; Abkar'a mensup olan şey yani şahane, harika şeye mensup olan demektir. Araplar abkar'ın, cinleri çok olan bir ülke olduğunu zannederler ve her enteresan şeyi oraya nisbet ederler. Kamus'da şöyle denildi: ”Abkar, cinleri çok olan yerdir. Kumaşları çok güzel olan bir köydür. Abkarî ise, Abâkırî gibi, bir çeşit yaygıdır." Müfredat'd göre ise abkarî, cinlere ait bir yerdir. İnsan hayvan ve kumaştan nadir güzellikteki şeyler Abkar'a nisbet edilirler. ”Abkariyyun hısân", bir çeşit yataktır. Allah onu cennet yataklarına misal yaptı. Tekmile adındaki esere göre abkar, üzerine süs ve nakış yapılan şeydir. Araplar süslü bir şey gördükleri zaman abkarî derlerdi. Allahü teâlâ da onların âdeti üzere bu ifadeyi kullandı. Fethur rahman adlı eserde ise şöyle dendi: ”Abkarî, süslü yaygı demektir. Orada şekiller ve başka süsler vardır. Araplar bir şeyi güzel ve iyi buldular mı ona abkarî derler." İbn Atıyye şunları söyler: ”Hazret-i Peygamber'in şu sözü de bu kabildendir: 'Rüyamda Ömer'i gördüm. Kuyudan su çekiyordu. Onun yaptığı işi yapan bir efendi (abkarî) görmedim.' Abkar'ın, bir adamın ismi olduğu da söylendi. Bu adam Mekkeliydi. Güzel yaygılar yapardı. Her güzel ve iyi şey ona nisbet edilirdi." 77Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? O, size üzerine yaslanıp istirahat edeceğiniz şeyler ihsan etti. 78Büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin adı çok yücedir. "Tebârake", Allahü teâlâ yı tenzih ve takdistir. Burada, bu sûrede mahlukata bol bol verilen nimetlerin dile getirilmesi vardır. Yani O'nun ismi pek yücedir. Bu sûrenin de kendisiyle başladığı, açıklanan pek çok nimetlere delâlet eden Rahman ismi pek yücedir. Ayrıca O'nun ismi, şanına yakışmayan şeylerden de yücedir. Nimetlerini inkâr edip yalanlamak da bu kabil yakışıksız şeylerdendir. Tenzih ve takrir işini tamamlamak için Cenabı Hak kendini ayrıca celâl ve ikram sıfatlarıyla tanımladı. Hazret-i Âişe validemizden şöyle rivayet edilmiştir: ”Allah Rasûlü namazda selâm verince ancak şu sözü söyleyecek kadar bir vakit otururdu: ”Ey Allah 'ırn! Sen Selâmsın, selâm Sendendir. Ey celâl ve ikram sahibi! Sen yücelerden yücesin! ” (16) 16- Allahümme ente's-selâmü ve minkesselâm. Tebârekte yâzel celâli vel ikram. Zerrûkî şöyle dedi: ”Celâl ve ikram sahibi demek, azamet, kibriya ve mutlak ihsan sahibi demektir. O'nun ikram ve azamet sahibi olduğunu bilen, azameti önünde titrer. İkramı önünde ferahlar. Ümit ve korku arasında yaşar. Zü'l-celâli ve'l-ikram, ism-i âzam'dır." Bazıları da şöyle dedi: ”Allah'ın bütün isimleri ism-i âzam'dır. Çünkü hepsi de yüce olan Allah'a delâlet ederler. Şüphesiz ki, zat ve müsemnıâ (isim verilen varlık) yüce olunca isimler ve sıfatlar da yüce olur." Melik ve Mennân olan (çok ihsan eden) Allah'ın yardımıyla Rahman Sûresinin tefsiri de bitti. |
﴾ 0 ﴿