VAKI’A SURESİ1Kıyamet koptuğu zaman. Yani kıyamet koptuğu ve meydana geldiği zaman. Kıyametin kopması sûra ikinci kez üfürüleceği zaman olacaktır. İşte bu esnada kelimelerle ifade edilemeyecek çok korkunç olaylar meydana gelecektir. Yüce Allah kıyameti âyet metninde!'Vakıa" kelimesiyle ifade buyurmuştur. Bu kelimenin seçilmesi kıyametin meydana geleceğinin kesinliği nedeniyledir. Vakıa kelimesi, tıpkı ”sâhha", ”tâmme", ”âzife" kelimeleri gibi kıyametin isimlerindendir. 2Onun oluşunu yalanlayacak hiçbir kimse yoktur. Ayetin manası şudur: Kıyamet koptuğu esnada Yüce Allah'ı yalanlayacak ve ona ortak koşarak çocuğu ve karısı bulunduğunu iddia ederek iftira edebilecek, kendisinin ölüleri diriltemeyeceğini ileri sürecek herhangi bir kimse olmayacaktır. Çünkü o zaman her bir kişi inanacak, doğruyu söyleyecek, tasdik edecektir. Oysa bugün insanların çoğu yalan söylemekte ve yalanlamaktadır. Ya da âyetin manası şu şekilde de olabilir: Kıyametin vukû'u ya da kopacağı hakkında herhangi bir yalan yoktur. Tam tersine kıyamet hakkında gelen bütün haberler haktır, doğrudur, üzerinde herhangi bir kuşku yoktur. 3(O) kıyamet, birtakım kimseleri alçaltıcı, başkalarını da yükselticidir. Görüldüğü gibi âyet metninde kıyametin alçaltma niteliğinin yükseltme niteliğinden önce zikredilmesi, kıyametin korkunçluğunu iyice vurgulamak içindir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan şöyle rivayet, olunur: ”Kıyamet dünyada yüksek olan birtakım insan topluluklarını alçaltacak buna karşılık düşük durumda olan kimseleri de yükseltecektir. ” 4Yer şiddetle sarsıldığı... Âyet metninde yer alan ”rec" kelimesi, herhangi bir şeyi sarsmak, sallamak anlamına gelir. Bu kelimeden türeme ”recrece" kelimesi, çalkantı anlamına gelir. Buna göre âyetin manası şöyle olur: Yeryüzü, üzerinde bulunan binalar ve dağlar yerle bir olacak şekilde şiddetle sarsıldığı zaman içindekileri dışarıya atmadıkça sarsıntısı sükûnet bulmayacak, işte o zaman kıyamet, bazı kimseleri yükseltici bazılarını da alçakladır. 5Dağlar paramparça olduğu yani dağlar darmadağın edilip karıştırılmış kavut misali olduğu zaman demektir. Âyet metninde geçen ”busset" kelimesi, ”besse es-sevika" kelimesinden türemedir ki, Arapçada bu ifade kavut karıştırmak anlamında kullanılır. Yine bu kelimeden Arapçada ”besise" kelimesi türetilmiştir ki bu, herhangi bir madde ile karıştırılmış ve azık edilmiş kavut anlamına gelir. Ayetin manası şöyle de olabilir: Dağlar sevkedilip yerlerinden yürütüldüğü zaman. Ayetin bu manaya da muhtemel olmasının sebebi metinde geçen ”busse" fiilinin dağılmak parçalanmak anlamı yanında davar sürüsünü sevketmek anlamına da gelmesinden dolayıdır. 6Dağlar darmadağın edilmesi ya da yerlerinden yürütülmesi sebebiyle etrafa yayılan ve dağılan toz haline geldiği... Âyet metninde geçen ”hebâen" kelimesi, toz demektir. Toz, atların ayaklarını yere vurduklarında yerden havaya kalkan ince nesneler ya da herhangi bir delikten içeri dolan güneş ışınlarında görülen zerreler demektir. Veya ”heba" kelimesi, ateşin alevinden sıçrayan kıvılcımlar demektir. Ya da rüzgârın havada uçuşturduğu yapraklar anlamına gelir. 7Ve sizler de... Burada ”sizler" kelimesiyle hitap edilenler ya hem geçmiş ümmetler ve hem de şu anda yaşayan ümmetlerdir, bu durumda şu anda yaşayan ümmetler geçmiş ümmetleri de ”tağlib" kabilinden kapsamına alır, ya da bu hitab sadece şu anda mevcut bulunan ümmetlere aittir. Üç sınıf olduğunuz zaman. Bu üç sınıftan ikisi cennette ve biri de cehennemde yer alacaktır. Ve her sınıf bulunduğu yer itibariyle ya da anılma açısından diğer sınıfla birliktedir. Böylece ister tek, ister çift olsun bir sınıf olacaktır. 8Sağdakiler, o sağdakiler ne mutludurlar. Soldakiler, o soldakiler ne bedbahttırlar. Burada Yüce Allah, üç sınıfı ayrıma tabi tutmaktadır. Aslında âyette yer alan ”mâ" kelimesi ”mâhum" demektir. Yani onların halleri ve sıfatları nedir? Maksat bu âyeti dinleyen kimseyi iki toplumdan bir grubun içinde bulundukları yüceliği; diğer grubun da içinde buunduğu korkunçluğu anlatarak hayrete düşürmektir. Sanki şöyle denmektedir. Onların durumunun nasıl olduğunu bilmiyorsun. Öyleyse bil ve hayrete düş. Sağdakiler son derece iyi bir durumda iken soldakiler çok kötü durumdadırlar. Sağdakiler, iyi yerde olanlardır. Soldakiler ise, kötü yerde olanlardır. Yüce Allah bu ifadeyi, Arapların sağ tarafta bereket olduğunu kabul etmelerinden ve sol tarafı da uğursuz saymalarından almıştır. Nitekim şöyle söylenir: ”Filanca benim sağımdadır." Araplar bu ifadeyi o kimsenin söyleyen kişi yanında iyi bir mertebede olduğunu ifade etmek için kullanırlar. Filanca benim için soldadır dendiğinde bununla da o kimsenin, söyleyen kişi açısından düşük bir mertebede olduğunu ifade edilmiş olur. Böylece sağ ve sol yön ile bir kimsenin konuşan kişi açısından mertebesinin yüceliği ya da aksine düşüklüğü ifade edilir. Ya da sağdakiler ve soldakiler kavramı şu anlama da gelebilir. Sağdakiler yani amel defterleri sağdan verilecek olanlar. Soldakiler ise amel defterleri kendilerine soldan verilecek kimselerdir. Ya da sağdakiler kıyamet günü arşın sağında bulunacak olanlar ve cennetin yolunu tutacak olanlar, soldakiler ise arşın solunda yer alıp cehenneme sürüklenecek kimseler demektir. Bir başka ihtimal sağdakiler yümn yani bereket sahibi olanlar, soldakiler ise uğursuz kimselerdir. Çünkü mutlu olan kimseler kendi nefislerine karşı Allah'a itaat etmek suretiyle bereket getiren kimseler, bedbahtlar ise günah işlemek suretiyle kendilerine uğursuzluk getiren kimselerdir. 9Bak. Âyet 8. 10Önde olanlar öndedirler. Yukarıda sıralanan üç sınıftan üçüncüsü bunlardır. Yüce Allah bunları anlatmayı, hallerinin güzel oluşlarını beyan ile birlikte olması için sona bırakmıştır. Âyet metninde geçen ”sâbikûn" kelimesinin türemiş olduğu ”sebk" kelimesinin anlamı, yürüyüşte öne geçmek demektir. Kelimenin asıl manası bu iken daha sonra başka şeylerde de öne geçmeyi ifade etmesi için mecaz yoluna gidilmiştir. Buna göre âyetin manası şöyle olur: Önde olanlar durumları herkesçe bilinen ve iyilikleri belli olan kimselerdir. Hak ortaya çıktığı zaman herkesden önce iman edip itaat etmek suretiyle herkesi geçen bunlardır. Burada önde olmak ve öne geçmekten maksat, zaman itibariyle öne geçmektir. Ya da önde olanlardan maksat, dinî kemâlâtı ve yakînî faziletleri elde etmekte başkalarını geçenlerdir. Buna göre önde olmaktan maksat, şerefçe önde olmak demek olur. Nitekim er-Râgıb şöyle söyler: ”Sebk" kelimesi, faziletleri yakalamak anlamında istiare yapılır. Buna göre ”önde olanlar öndedirler," ifadesinin manası, Yüce Allah'ın sevabına ve cennetine sâlih ameller işleyerek öne geçenler demektir. 11İşte onlar, yani bu yüce vasıfla anlatılan o kimseler, yakınlaştırılmış olanlardır. Yani işte onlar, arş-ı azîme dereceleri yakınlaştırılmış, mertebeleri yüceltilmiş, tertemiz nefisleri Allah katındaki manevî mertebelere yüceltilmiş olan kimselerdir. Ben fakîr (müellif) derim ki: Bu anlam, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu ifadesinden anlaşılmaktadır: ”Yüce Allah'tan istediğiniz zaman ondan Firdevsi taleb ediniz. Çünkü Firdevs, cennetin en ortası ve en yüce makamıdır. Firdevsin üzerinde Yüce Rahmanın arşı bulunmaktadır ve cennet ırmakları oradan kaynamaktadır." (1) Bu ifadeden anlaşılıyor ki Firdevs, cennetin tavanı olan arşa yakınlığı sebebiyle Allah'a yaklaştırılmış olan kimselerin makamıdır. Burada Yüce Allah: ”İşte onlar yaklaşan kullardır" demiyor. Çünkü onlar Rablerinin kendilerini yaklaştırması suretiyle öndedirler. Yoksa kendi nefislerinin yaklaşması ile değil. Burada bu kimseler hakkında, büyük bir ihsanın olduğuna da işaret vardır. ”...Allah rahmetini dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir." (Bakara: 105) 1- Bu hadisi imam el-Buharî Kitabıı'l-Cihaa' ve't-Tevhid'inde zikretmiştir. Hadisin baş tarafı şöyledir: ”Cennette yüz derece vardır. Yüce Allah onları kendi yolunda cihad eden kimseler için hazırlamıştır. Her iki derece arasında gökle yeryüzü kadar mesafe vardır. Allah'tan bir şey istediğiniz zaman..." Bkz. Câmiu'l-Usûl, 9/491. 12Naîm cennetlerindedirler. Yani onlar nefislerinin çektiği şeylerden istifade ederek ebedilik cennetinde nimetler içinde yüzmektedirler. 13Birçoğu öncekilerden yani onlar sayılara sığımaz derecede önce geçen ümmetlerdendir. İşte onlar Hazret-i Âdem'den Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kadar gelip geçmiş olan ümmetlerdir. Bu tefsir, ”öncekiler" ifadesi ile peygamberlerden başkalarının kastedilmesi varsayımına göredir. Âyet metninde yer alan ”sülle" kelimesi, ”sel" kelimesinden türemedir. Bunun mânâsı da kırmak demektir. Daha önce geçen ümmetler çok olmakla birlikte, insanoğlunun tamamına oranla kesilmiş, koparılmış bir parça gibidirler. Râgıb der ki: ”Sülle" kelimesi, bir kenara toplanıp yığılmış olan yün demektir. Bu sebeple Araplar koyuna ”sülle" demişlerdir. Bu toplanma ve bir araya gelme itibarı ile ”sülle" toplumu anlatmakta, yani birçokları anlamına gelmektedir. 14Birazı da sonrakilerdendir. yani birazı da bu ümmettendir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: ”Benim ümmetim diğer ümmetlerden çok olacaktır." (2) hadis-i şerifi ile çelişmemektedir. Yani hadisin manası: Benim ümmetim diğer ümmetlerden daha çok olacaktır. Çünkü geçmiş ümmetlerin öncekilerinin bu ümmetin öncekilerinden daha çok olması, bu ümmetin fertlerinin onların fertlerinden daha çok olmasına engel değildir. 2- Bu hadisin aslı Sahihayn'dadır ve hadisin aslı şöyledir: ”Ben cennet halkının yansını teşkil etmenizi umarım. Sizler şirk koşanlar arasında ancak siyah öküzün derisinde beyaz kıllar me sähe sinde siniz." Bkz. Câmiu'l-Usûl, 9/187 15Mücevheratla işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Âyet metninde geçen ”mevdûne" kelimesi inci ve yakutlarla işlemeli altından örülme demektir. Ya da ”mevdûne" zırh örgüsü gibi yakın dizilmiş demektir ki kelime daha sonra, sıkı bir şekilde dokunmuş her şey için istiare yoluyla kullanılmıştır. 16Üzerlerinde karşılıklı olarak yaslanırlar. Âyet metninde yer alan ”tekabül" kelimesi, Naîm Cennetlerinde bulunan mü'minlerin cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerinde karşı karşıya olduklarını anlatmaktadır. Bu ”Karşı karşıyahk" ya bizzattır ya da ilgilenmek ve sevgi göstermek suretiyledir. Yani söz konusu mü'minler tahtlar üzerine kurulmuşlar ve onlara yaslanmaktadırlar. Bir başka ifadeyle, onlar, padişahların istirahat esnasında oturdukları gibi, birbirlerine karşı karşıya bulunmakta, hiçbir kimse diğerine, yüzü yerine kafasının arkasına bakmamaktadır. Bu niteleme, onların ne kadar güzel biçimde yaşadıklarını, ahlâklarının ve edeplerinin ne kadar temiz olduklarını anlatan bir ifadedir. 17Çevrelerinde içerken ve başka faliyetlerde bulunurken kendilerine hizmet için ölümsüz, sonsuza dek genç olarak kalan, gençlik ve tazelikleri asla değişime uğramayan gençler dolaşır. Âyet metninde yer alan ”vildan" kelimesi, Arapçada ”velid" kelimesinin çoğuludur. Gençlerin hizmeti, yaşlıların hizmetinden daha yararlı ve faydalıdır. Söz konusu hizmetlilerin sürekli gençlik ve tazeliklerini korumaları ve bunun asla değişime uğramaması kendilerinin sonsuza dek kalmak üzere yaratılmış olmalarındandır. Sonsuza kadar kalmak üzere yaratılan bir kimse, değişikliğe uğramaz. Söz konusu gençler cennette mü'minlere sadece hizmet için bulunmaktadırlar. Bunun dışında başka bir amaç asla söz konusu değildir. Huriler ise, hem hizmet ve hem de kendilerinden yararlanmak için vardırlar. Bazı âlimler şöyle demişlerdir: ”Âyette yer alan 'gençler''den maksat ne sevap elde edecekleri herhangi bir güzel amelleri ve ne de cezalanacakları kötü amelleri bulunmayan dünya halkının çocuklarıdır. Bir hadis-i şerifte şöyle ifade buyrulmaktadır: 'Kâfirlerin çocukları cennet halkının hizmetçileridir.' Âyet metninde yer alan ”vildan" kelimesi, ”müşriklerin çocuklarının cennet halkının hizmetçileri olduğu" yolunda görüş sahibi olan İmam Azam Ebu Hanife'nin görüşünün isabetli olduğuna delildir. Çünkü cennette doğum olayı da ve çocuk doğurma hadisesi de yoktur. 18Kaynağından doldurulmuş kadeh, yani pınarlardan akan şaraplardan doldurulmuş kadeh, ibrikler ve mücevherlerden ve altınlardan yapılmış testilerle... Âyet metninde geçen ”ehârik" kelimesi, ibrik kelimesinin çoğuludur. İbrik, kulpu ve emziği olan duruluğundan rengi pırıl pırıl parlayan bir kaptır. Bu yaklaşıma göre âyetin manası şöyle olur: Maîn kaynağından doldurulmuş kadeh, kulpları, emzikleri olan ibrikler ve testilerle... Âlimler derler ki: ”Testi, hem su ve hem de başka şeyler doldurulmak içindir. İbrik el yıkamak, kadeh ise şarap içmek içindir. Âyet metninde 'testilerle' demek yani kulpu ve emziği olmayan kaplarla demektir. Testi, ağzı geniş, emziği olmayan kap demektir. Ki onlardan şarap içen kimse hangi köşesinden içmek isterse istesin herhangi bir engelle karşılaşmaz. Şu halde o, içmek için eline almış olduğu bu kabı, o durumundan başka bir duruma ve konuma çevirmeye muhtaç olmaz." Yüce Allah aynı âyette, şarabın maîn kaynağından doldurulmuş olduğunu ifade ederken bize âhiret şarabının dünya şarabı gibi meşakkatle ve birtakım metodlarla çıkarılan ayrıca kaplarda biriktirilen bir içecek olmadığını, tam tersine içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ...vardır." (Muhammed: 15) ifadesinde de yer aldığı gibi nehir gibi akan miktarı çok bir içecek olduğunu haber vermektedir. Bu âyette yer alan ”ke's" kelimesi, kadeh demektir. Fakat içinde şarap varsa ”ke's", şarap yoksa buna ”kadeh" denmektedir. Yine âyette ”maîn" kelimesi geçmektedir ki bu da ”meane el-mâu" cümlesindeki meane'den türemedir. ”Meane el-mâu" demek, su aktı demektir. Ya da bu kelime ”muayene" diye ifade edilen bir fiilden türemedir ki ”muayene", bir kimsenin bir şeyi teşhis edip bizzat belirlemesi anlamına gelir. Buna göre bunun anlamı şöyle olur: Pınar suyu gibi nehirlerde akan ve insanın gözüyle görmüş olduğu ayan beyan kaynaktan doldurulmuş şarap demektir. Burada insanın aklına şöyle bir soru gelebilir: ”Yüce Allah bu âyette ibrikler ve testiler kelimesini çoğul olarak kullanırken acaba kadeh kelimesini neden tekil yapmıştır. Bu soruya cevap olarak denilir ki: ”Bu ifade içenlerin âdetleri göz önüne alınarak sarfedilmiş bir ifadedir. Çünkü onlar şarabı çeşitli kaplarda yapmakta ve birtek kadehle içmektedirler. ” 19Ondan başları ağrıtılmaz. Burada ”sad'“ kelimesi cam ve demir gibi sert ve katı cisimlerde meydana gelen yarık anlamınadır. İşte baş ağrısı kelimesi, bu kelimeden istiare yoluyla elde edilmiştir. Çünkü bu kökten türeyen suda', insanın başında ağrı nedeniyle meydana gelen yarılma demektir. Şimdi âyetin buna göre manasını verecek olursak: Onların şarabı içmeleri nedeniyle kendilerine dünya şarabında olduğu gibi herhangi bir baş ağırı sı gelmez. Gerçek olan şudur ki, onların şaraptan kaynaklanan baş ağrıları olmaz. İbn Abbas (radıyallahü anhüma) der ki: ”Şarabın dört özelliği vardır: 'Sarhoşluk, baş ağrısı, kusma ve idrara çıkma.' Cennet şarabında bu özelliklerin hiçbirisi yoktur. Tam tersine cennet şarabı, sırf lezzet olup herhangi bir eziyet ve zarara yol açmaz." Ve akılları giderilmez. Yani onlar sarhoş olmazlar. Bir başka ifadeyle akılları başlarından gitmez, ya da onların şarapları tükenmez. Âyetin bu son anlama gelmesi, ”yunzefûne" kelimesinin aklı ya da içkisi tükendi anlamına da gelmesinden dolayıdır. Tükenme ve kalmama, ya akıl için söz konusudur ki, insanın aklını tüketmesi ve yok etmesi dünya şarabının kusurlarındandır, ya da tükenmek ve kalmamak içilen nesne için sözkonusudur. İçilen nesnenin kalmaması dostluğu ve birlikteliği zedeler. 20Beğendikleri meyveler... Arapçada ”tehayyertu eş-şey'e" denir ki bunun manası, bir şeyin daha iyi olanını aldım, demektir. Buna göre âyetin manası şöyle olur: Onlar o meyvelerin en iyisini ve bunca çeşit arasında en üstününü alırlar. Aslında o meyvelerin hepsi de iyidir. Bu yirminci âyet, bundan önceki on dokzuncu âyete atfedilmiştir. Buna göre iki âyetin birden manası şöyle olur: Çevrelerinde gençler kendilerine meyve sunarak dolaşırlar. Buradaki meyve, sağlığı korumak için değil sırf lezzet almak için yenilen şeylerdir. Çünkü cenettekiler hastalanmazlar. Bundan sonra Yüce Allah, katıkların en birincisi ve başta geleni olan etten söz edecektir. Araplar bol bol deve eti yerlerdi. Araplar nezdinde etlerin en hoşu olan kuş eti değerliydi. Onlar kuş etinin padişahların nezdinde olduğunu işitirlerdi. Bunun için kendilerine kuş eti verileceği vadolunmuş ve şöyle buyurulmuştur: 21Canlarının çektiği kuş etleri. Yani canları nasıl çekerse ister kızartılmış, ister pişirilmiş kuş etlerini zorda kaldıklarından ya da zorlandıklarından değil, tam tersine iştah duyduklarından canları çektiği için yerler. ''' el-Es'iletu'l-Mukhame''de şu ifadeler yer alır: ”Yüce Allah 'beğendikleri meyveler ve canlarının çektiği kuş etleri' (Vakıa: 20, 21) diyerek iki lâfzı neden birbirinden farklı olarak kullanmaktadır? Yani meyve için 'beğenme' fiili kullanılırken kuş eti için 'canın çekmesi fiili neden kullanılmıştır? Bu soruya cevabımız şudur: Meyveler yenmek için olduğu gibi bakmak ve koklamak için de olabilir. Ama kuş etinin bazı parçalarının iştah kabartması, diğer parçalardan farklıdır." Yemek ve içmekten sonra cinsel birleşmeden daha çekici bir fiil olmadığı için Yüce Allah bundan sonraki âyette şöyle buyurmaktadır: 22(Orada) iri gözlü huriler (vardır). Âyet metninde geçen ”hurun îyn" kadınlar demektir. ”Hür", havra kelimesinin çoğuludur. Havra beyaz demektir. Ya da havra, gözünün beyazı çok beyaz, karası da çok kara demektir. Âyet metninde yer alan ”îyn" kelimesi ayna kelimesinin çoğulu olup manası, iri ve güzel gözlü kadın demektir. 23Saklı inciler gibi. Yani insanların ellerinin değmediği, gözlerinin görmediği sedefler içinde saklanmış inciler gibi demektir. Ya da duruluğu ve paklığı, kirletici ve zararlı şeylerden korunmuş inciler gibi demektir. Yüce Allah mü'minleri âhirette elde edecekleri mükâfatı güzellik ve durulukla nitelediğine göre bu ifade, onların amellerinin de aynı şekilde güzel ve temiz olduğunu göstermektedir. Çünkü karşılık, yapılan amelin cinsindendir. Bu sebeple Yüce Allah, şimdi gelecek olan âyette şöyle buyurur: 24Yaptıklarına karşılık olarak. Yani bütün bunlar kendilerine, dünyada iken yapmış oldukları sâlih amellerine bir karşılık olarak yapılır. İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey değildir. Âhirette elde edilecek mertebeler yapılan amellerin miktarına göre taksim edilmiştir. Ama bizatihi cennete girme herhangi bir kimsenin ameli ile değil, Yüce Allah'ın ihsanı ve rahmeti iledir. Cennete girmeyi, lezzetli etten yemeyi, hoş şaraptan içmeyi ve hurilerden yararlanmayı isteyen ve uman kimse, Rabbinin rızasını tercih eder. 25Orada boş bir söz yani bâtıl söz ve itibar edilmeyecek sözler ve başka şeyler gibi günaha sokan bir şey işitmezler. Yani orada günah denebilecek herhangi bir şey işitmezler. Bir başka ifadeyle kendilerine günaha girdiniz ve günah işlediniz denmez. ”Orada karşılıklı kadeh tokuştururlar ama burada (içki yüzünden) ne saçmalama vardır ne de günaha girme." (Tur: 23) Ayrıca bu tür saçmalıkları işitmek de yoktur. Âyet metninde geçen ”te'sim" kelimesi, ”ism" kelimesinden türeme olup sevaptan alıkoyan fiiller demektir. Bu kelimenin çoğulu ”âsâm" şeklindedir. 26Yalnız bir söz (işitirler. O da) 'selâm selâm'dır. Kendilerinin selâmı işitmelerinin manası ise, onların cennette selâmı aralarında yaymaları demektir. Yani onlar ardarda selâmlaşıyorlar demek olur. Ya da âyeti şu şekilde de anlamak mümkündür: Cennette selâm veren ve selâm alan sadece verirken ya da alırken karşı tarafın selâmını işitir. Bu âyet-i kerimede, önce geçen ve yaklaştırılmış olan kimselerin bulundukları cennetlerin, orada bulunanların yaşantılarını bulandıracak ve gölgeleyecek her türlü olumsuzluklardan uzak olduğuna da işaret vardır. Ve yine bu âyet-i kerimede, onların bulundukları bu cennetin, insanı üzücü ve kederlendirici muamelelerden uzak olduğuna, orada bulunan cennet sakinlerinin sadece Hak teâlâ ile birlikte olacaklarına ve sadece Hak teâlâ'dan işiteceklerine ve Hak teâlâ'nın kedilerine her türlü eksikliklerden ve âfetlerden uzak olan ”selâm" ismiyle tecelli edeceğine de işaret vardır. 27Sağdakiler... Bu ifade, yukarıda Yüce Allah tarafından kısaca yapılan taksimin şimdi açıklamasına geçme mahiyetindedir. Söz konusu ifadelerle Yüce Allah önce geçenlerin ne durumda olduklarım ayrıntısıyla anlattıktan sonra onların hoş ve iyi olan durumlarını anlatmaya geçmektedir. O sağdakiler ne mutludurlar.Yani sağda yer alan bu kimselerin üstün nitelikleri ve mükemmel güzel amelleri dolayısıyla hangi hayırların ve bereketlerin içinde olduklarını sen bilemezsin. 28(Onlar) dikensiz kiraz. Yani onlar dikensiz kiraz ağacındadırlar. Bu ağaç dünyadaki kiraz ağacının aksine dikensiz bir ağaçtır. Çünkü dünyadaki ”sidr" yani kiraz ağacı dikenli yaratılmıştır. Oysa cennetin kiraz ağacı dikensizdir. Sanki bu ağacın dikenleri kesilmiş ve yerinden sökülmüştür. Âyet metninde yer alan ”sidr" ve bizim de kiraz ağacı diye tercüme ettiğimiz bu ağaç ”nebk" ağacıdır. Nebk, sidr ağacının meyvesi olup Arap larca bilinen ve sevilen bir meyvedir. Araplar bu ağacın yapraklarından çöven yaparlar.(4) 4- Burada kiraz diye tercüme ettiğimiz bu ağaç, Türkiye'de bildiğimiz kiraz ağacı değil Arabistan kirazı denilen ağaçtır. (Çev.) el-Müfredât'da şu ifadeyi görüyoruz: ”Sidr, gıdası ve besleme değeri az olan bir ağaçtır. Dikeni budanır ve gölgelik olarak kullanılır. İşte bu ağaç, cennetin gölgesini ve nimetini ifade etmek için bir sembol olarak getirilmiştir." 29Meyveleri tıklım tıklım muz ağacı... Meyveleri sıvama birbirine geçmiş ağacın altından en zirvesine kadar üstüste tıklım tıklım olup gövdesinde meyvesiz ve çıplak hiçbir nokta bulunmayan ağaçtır. Bu ağaç, muz ağacıdır. Muz ağacının büyük yaprakları ve serin gölgesi olur. 30Uzamış gölgeler. Yani uzamış kıs almayan, şafağın sökmesi ile güneşin doğması arasında olduğu gibi birbirinden farklılık göstermeyen gölgeler. Arapçada hiç kesilmeyen bir şeyi ifade etmek için âyet metninde geçen ”memdüd" kelimesi kullanılır. Hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Cennette öyle bir ağaç vardır ki, binitli bir kimse gölgesinde yüz yıl yürür de gölgesi kesilmez." (5) 5- Bu hadisi İmam Buharı, Red'ul-Halk bölümünde sıfatıı ehlîl-cenne kısmında, İmam Müslim, Tirmizî, benzer kelimelerle rivayet ederler. Cûmiu'I-Usıû, 10/503. Keşfu'l-Esrar'da şöyle söylenir: ”Ayette yer alan gölge kelimesinin sırf muhafaza anlamına gelmesi de mümkündür. Meselâ Arapçada 'filanca filancanın gölgesindedir' denir ki manası onun koruması altında demektir. Çünkü cennette güneş yoktur ki, gölge olacağı da tasavvur olunsun." Biz âcizane bu görüşe katılamıyoruz. Aksine bize göre oradaki gölgeden maksat: ”İnanıp iyi işler yapanları da içinde ebediyyen kalmak üzere girecekleri, altından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada onlar için tertemiz eşler vardır. Ve onları koyu (tatlı) bir gölgeye koyarız." (Nisa: 57) âyetinde ifadesini bulduğu üzere rahat ve huzur demektir. Çünkü insan gölgede ancak istirahat etmek ve rahat bulmak için oturur. Araplar kendi beldelerinde gölgenin az, güneşin hararetinin baskın olması sebebiyle gölgede oturmayı tercih ederlerdi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisi de bu kabildendir: ”Sultan, yeryüzünde her mazlumun varıp sığınacak olduğu Yüce Allah'ın gölgesidir." (6) Yani her mazlum, devlet başkanı olan sultanın âdil davranması durumunda rahat eder ve huzur bulur. ”Allah onun gölgesini uzatsın" şeklindeki söz de bu kabildendir ki, bu sözün manası, Allah onun adaletinin ve şefkatinin gölgesini o derece uzatsın ki, istirahatın ve huzurun etkisi bütün herkese ulaşmış olsun, demektir. 6- Hadisi Deylemî Müsned-ü'l-Firdevs'te rivayet etmiştir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 2/171. 31Çağlayarak akan sular. Yani nerede ve ne şekil isterlerse istedikleri şekilde kendilerine herhangi bir zahmet çekmeden akıtılan su ya da herhangi bir kuyudan çıkmaksızın hiç kesilmeden yeryüzünde akıp giden ve dökülen su. Suyun çok akıtılmasından maksat, ya suyun herhangi bir yere veya herhangi bir biçim ve şekle mahsus olmamak üzere açıktan açıağa görülmesi demektir ya da akması demektir. Arapların sularının ekserisi kuyulardan ve göl gibi su birikintilerinden elde edilmekteydi, akar suları yoktu. Onlar suya ancak kova, su kabı gibi herhangi bir şeyle ulaşabilirlerdi. Bu sebeple kendilerine bol bol akan hatta canın çekmesine bağlı olarak havada akacak derecede bol akacak olan su vadolunmuştur. 32Dünya meyveleri gibi herhangi bir vakitte tükenmeyen, herhangi bir biçimde kendilerini almak isteyenlere, koparıp almak isteyenin uzak oluşu, satın alacak paranın bulunmayışı, ağacın dikenli oluşu ve bu sebeple toplamak isteyene eziyet vermesi, bahçeye girmeyi engelleyen duvarın bulunması ve buna benzer başka sakıncalar nedeniyle yasaklanmayan nev'ine ve cinsine göre birçok meyveler arasında... 33Bak. Âyet 32. 34Ve yükseltilmiş yani değeri yüksek ya da kabartılmış veya divanlar üzerine konarak yükseltilmiş döşeklerdedirler. Âyet metninde geçen ”furuş" kelimesi, ”firaş" kelimesinin çoğuludur. Firaş, yere yayılan ve serilen nesnenin adıdır. Buna göre cennettekiler yükseltilmiş yataklarda ve döşeklerde olacaklardır. Bazı âlimlere göre burada geçen ”furuş" kelimesi, kadınlar anlamına gelir. Çünkü yatak, elbise, izar (peştemal) kelimeleri kinaye yoluyla kadın anlamına kullanılabilir. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kelimeyi bu manada kullanmıştır: ”Çocuk doğmuş olduğu yatağa aittir." Bu hadiste Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) firaş kelimesini kinaye yoluyla kadın anlamına kullanmıştır. Buna göre kadınların yükseltilmesi demek, onların koltuklar üzerinde kurulmuş olmaları demek olur. Nitekim Yüce Allah'ın bundan sonra gelecek olan âyeti de bu manaya işaret etmektedir. 35Gerçekten Biz o (kadın)ları yepyeni bir yaratılışla yarattık. Âyetin manası şudur: Gerçekten Biz, o kadınları ortaya çıkarırken ve yeniden hayata iade ederken doğum olayı olmaksızın yepyeni bir yaratılışla yarattık. Ortaya çıkarma meselesini ele alacak olursak onların ortaya çıkarılışları huriler in ki gibidir. Çünkü hurileri de Yüce Allah, cennette herhangi bir doğum olayı olmaksızın yaratmıştır. Yeniden iade meselesine gelince bu da tıpkı ihtiyar kocakarı olarak ruhları alınmış dünya kadınlarında olduğu gibidir. Yüce Allah, yaşlanan bu kadınları öbür dünyada aynı yaşıt olarak yaratacaktır. Kocaları yanlarına her geldiğinde kendilerini bakire olarak bulacaktır. Bu gerçek, şimdi gelecek âyet-i kerimede ifade edilmektedir: 36Kendileri birer kocakarı iken onları eşlerine düşkün ve yaşıt bakireler kıldık. Âyet metninde yer alan ”ebkâr" kelimesi, bakire anlamına gelir. Bu kelime Arapçada ”bikr" kelimesinin çoğuludur. Kelimenin mastarı bekârettir. er-Râgıb der ki: ”Arapçada 'bukra demek, günün ilk saatleri demektir. Günün bu ilk saatleri diğer anlarından daha önce olduğu için bu kelimeden acele etme manası çıkarılmıştır. Her acelesi olan kimseyi ifade etmek için bu kelimeden türeme ”bekkera" fiili kullanılmıştır. Bekâreti giderilmemiş olan kadına ”bikr" denmesi, böyle olmayan yani dul olan kadına nisbetledir. Çünkü kadınların bakire olanı öncelikle tercih edilir." Bazı âlimlere göre ”onları.... bakireler kıldık" âyet-i kerimesi, bu kadınların dünya kadınları olduğuna işaret etmektedir. Çünkü kadınların dünyada bakire olarak yaratıldıkları malumdur ve onlar cennet hurilerinden daha üstün ve daha güzel olacaklardır. Çünkü dünya kadınları dünyada hurilerin aksine sâlih ameller işlemişlerdir. el-Hasen (radıyallahü anh)'den rivayet olunuyor: ”Âmiroğullarından ihtiyar bir kocakarı, Hazret-i Âişe'nin evinde Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a rica eder: 'Ey Allah'ın rasûlü, Yüce Allah'a beni cennete koyması için duâ buyrunuz.' Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) cevap verir: 'Ey ümmü fidan, cennete kocakarılar giremez: Kocakarı ağlaya ağlaya geri döner. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): 'Ona haber veriniz kendisi o gün ihtiyar kocakarı olmayacaktır,' buyurur.(7) Sonra Rasûlüllah bu âyet-i kerimeyi okur. Âyet metninde yer alan ”urb" kelimesi, ”arub" kelimesinin çoğuludur. Manası kocasına çok düşkün ve onun haklarını en güzel biçimde yerine getiren kadın demektir. Kelimenin türediği kök a'rebe olup açıkladı anlamına gelir. Buna göre arûb, kocasına olan sevgisini ifade eden nazlı ve güzel kadın, demektir. el-Mufredat'da kelime açıklanırken ”imraatun arubetun" ifadesini kullanır ve bunu, hali ve durumu ile iffetini ve kocasına sevgisini ifade eden kadın demektir, diye açıklar. Bazı tefsir kitaplarında bu âyet-i kerime, kelimenin başka bir mastardan türetilmesine muhtemel olması nedeniyle eşlerine düşkün değil de, sözleri ile sevgilerini beyan eden ve yaşıt bakireler kıldık, olarak ifade edilmiştir. Âyet metninde yer alan ”etrâh" kelimesi, ”tirh" kelimesinin çoğuludur. Bunun manası aynı günde doğan ve aynı yaşta olan demektir. Şu halde söz konusu kadınlar, otuz üç yaşında birbirlerine yaşları eşit olarak yaratılacaklardır. Kocaları da kendileri gibi olacaktır. Boyları, babaları Âdem'in boyuna denk olmak üzere altmış arşın olacaktır ve onlar tüysüz, gözleri sürmeli birer genç olarak yaratılacaklardır. En güzelleri ayın on dördündeki güzelliğinde birer ay parçası gibi olurken en sonuncusu da gökyüzündeki parlak yıldız gibi güzel olacaktır. Kocası, kendi yüzünü karısının yüz aynasında, karısı da kendi yüzünü kocasının yüzünde görecektir. Tükürme ve sümkürme gibi şeyler olmayacaktır. Ve bunun dışındaki kötü şeyler kendilerinden uzak olacaktır. 37Bak. Âyet 36. 38Biz onları sağdakiler için yarattık. 39Birçoğu öncekilerden, birçoğu da sonrakilerdendir. Yani onlar öncekilerden ve sonrakilerden meydana gelmiş bir ümmettirler. Said b. Cübeyr, İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet ediyor: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün bizim yanımıza dışarı çıktı ve dedi ki: ”Geçmiş ümmetler bana gösterildi. Yanında bir kişiyle geçen peygamber, beraberinde iki kişi olarak geçen ve yine beraberinde en çok on kişi kadar bir grupla geçen peygamberler gördüm. Yanında on kişiye varmayacak grup olmayan peygamber ve yanında hiç kimse olmayan peygamberler gördüm. Bu arada bütün ufku kaplamış birçok karartılar gördüm. Bana denildi ki: 'Şöyle ve şöyle bak.' Ben de baktım, bütün ufku kaplamış karaltılar gördüm. Bana denildi ki: 'İşte bunlar, senin ümmetindir ve bunlarla birlikte yetmiş bin kişi sorgusuz sualsiz cennete girecektir'" (8) 8-Hadisi Buhârî, Müslim rivayet etmişlerdir. Tirmizî'nin rivayeti bundan daha uzuncadır. Bu hadisin birçok rivayetleri olup onları Buhârî ve Müslim zikrederler. Bkz. İbnu'l-Esîr, Câmiu'l-Usûl, 7/571. 40Bak. Âyet 39. 41Soldakiler... Bu ifade kâfirlerin durumlarını ayrıntısıyla anlatmaya ve ele almaya başlama mahiyetindedir. Bu kimselerin kâfirler olduklarını Yüce Allah'ın: ”Âyetlerimizi inkâr edenler ise işte onlar soldakilerdir. Cezaları, kapıları üzerine sımsıkı kapatılmış bir ateştir." (Beled: 19, 20) âyetinden anlamaktayız. O soldakiler ne bedbahttırlar. Kıyamet günü onların başlarına gelecek olan kötü şeyleri ve ne kadar sıkıntıya düşeceklerini sen bilmezsin. 42İnsanın içine işleyen ateş rüzgârı ve kaynar su içinde, yani onlar, insanın iliklerine kadar işleyen cehennem ateşinin harareti içindedirler. Bu hararet insanın vücudunu yakar ve ciğerine işler. el-Kâmus'tu der ki: ”Sıcak ve hararetli rüzgâr çoğunlukla gündüzün olur. Harur ise, gece esen hararetli rüzgâr demektir. Bazen gündüz de esebilir. 'Kaynar su' ya gelince bu, harareti ve sıcaklığı son derece fazla olan bir sudur." 43Kapkara dumandan bir gölge altındadırlar. Âyet metninde geçen ”yahmûm" kelimesi, duman ve her ne olursa olsun kapkara olan şey demektir. Âcizane kanaatimize göre, bu âyet-i kerimede çağımızda yaygın olarak kullanılan sigaranın içilmemesine bir uyarı da mevcuttur. Çünkü sigara içildiğinde onu kullananın tepesine doğru bir duman yükselir ve gölge gibi olur. Üstelik sigaranın daha birçok fesadı ve kötülüğü de vardır. Ancak burası onların sıralanacak olduğu uygun yer değildir. Yüce Allah'tan bu illete tutulmuş olanlara afiyetler dileriz. Çünkü o, salim tabiatlı insanların hoş görmediği, tiksindiği nesnelerdendir. Ve sigara, tefsirlerde bilindiği üzere haramdır. 44Ki öteki gölgeler gibi ne serin, ne de faydalıdır. Yani kendisine sığınan kimseye, cehennemin hararetinden kurtarmak üzere faydalı değildir. Böylece Yüce Allah gölgeden dolayı herhangi bir rahatlığın olmayacağını ifade buyurmuştur. Demek oluyor ki Yüce Allah, o kara dumana gölge ismini vermiş sonra da o gölgenin soğukluk ve serinlik sağlama ve faydalı olma gibi vazifelerinin olmadığını ifade etmiştir. Bu ifade, soldakileri hafife alma ve alay etme manası taşımaktadır ve kendilerinin karşıtlarının cennette elde ettiklerinin aksine serinletici ve faydalı bir gölgeye lâyık olmadıklarını ifade etmektedir. 45Çünkü onlar bundan önce varlık içinde sefahate dalmışlardı. Yani onlar kötü azap içinde oldukları anlatılmadan önce, dünyada, çeşit çeşit yiyecekler, içecekler, hoş meskenler ve şerefli makamlar gibi türlü türlü nimetler içinde şehvetlerine dalmışlardı. Şu halde bu nimetlerin tam tersiyle burada azaplanmaları kaçınılmazdır. 46Büyük günah olan şirk üzerinde direnir dururlardı. Âyet metninde yer alan ”hins" kelimesini Araplar şöyle kullanırlar: ”Beleğel-ğulamu el-hinse" yani çocuk buluğ çağına erişti, günahından dolayı sorumlu tutulma vaktine erişti, demektir. Yine bu kelimeden türeme Araplar ”hanese fi yeminini" derler ki bunun manası, yemininde sadık kalmadı ve onu bozdu demektir. Bazı âlimlere göre ”hins" kelimesi, bu âyet-i kerimede yalan anlamına gelir. Çünkü: ”Onlar bütün güçleriyle: 'Allah ölen kimseyi tekrar diriltmez' diye Allah'a yemin ettiler..." (Nahl: 38) Âyet-i kerimesinin de ifade ettiği gibi şirk koştukları halde Allah'ın adına yemin ediyorlardı. Âcizane kanaatimize göre, Yüce Allah'ın şu ifadesi de buna işaret eder:Yüce Allah buyuruyor: ”Sonra siz ey sapıklar, yalanlayıcılar." (Vakıa: 51) Soldakilerin azabı anlatılırken sağdakilerin sevap sebepleri zikredilmeni iştir. Yani onlar daha önce Allah'a şükrederlerdi ve boyun eğerlerdi, denmemiştir. İşte bir grubun azabının sebebi belirtilirken öbür grubun sevabının sebebinin anlatılmamasının sebebi, bu sevabın Yüce Allah'ın ihsanından kaynaklandığına dikkatleri çekmek ve söz konusu sevabı, hiçbir itaatkârın taatı ve şükredenin şükrünün hak edemeyeceğine bir uyarı, Allah'ın vereceği cezanın ise âdil olduğuna dikkati çekmektir. Çünkü azaba uğrayan, çektiği cezanın sebebini bilmeyecek olursa zulme uğradığını, ortada bir zulüm olduğunu zannedebilir. 47Ve şirkleriyle birlikte son derece azgın ve inatçı olmaları yüzünden diyorlardı ki: 'Biz öldükten, toprak ve kemik haline geldikten sonra yani vücudumuzun et ve deri gibi bir kısım parçalan toprak olurken diğer kemik gibi başka kısımları da çürüyüp un gibi ufalmış hale geldikten sonra mı diriltileceğiz? Âyet metninde müşriklerin sözleri bize aktarılırken ”toprak" kelimesinin ”kemik" kelimesinden önce zikredilmesi bu meseleyi uzak bir ihtimal olarak görmelerini ifade etmekte, asıl unsur olmasından ve toprağın çürümüş vücut parçalarından dönüşerek bu hale gelmesinden dolayıdır. Biz mi diriltileceğiz? Yani biz mi ikinci defa diriltileceğiz? Çünkü onlar öldükten sonra yeniden diriltilmeyi inkâr etmektedirler. 48Önceki atalarımız da mı?' Yani onlar da mı diriltilecekler? 49Onların inkârlarına bir cevap ve hakikati yerli yerine koymak üzere de ki: 'Öncekiler ve aralarında sizler ve babalarınız olmak üzere sonrakiler belli bir günün belli vaktinde toplanacaklardır.' Âyet metninde ilk olarak ”önceki ümmetlerin" zikredilmesi, müşriklere cevapta mübalâğa ifade etmek içindir. Çünkü onların babalarının dirileceğini inkârları, kendi dirilmelerini inkârlarından daha şiddetlidir. Tabii ki bunun yanında ilkin öncekilerin sonra da sonrakilerin zikredilmesi, dünyaya gelmelerindeki tertibe uymak içindir. Onlar öldükten sonra dünyanın ömrünün vakte bağlandığı ve Yüce Allah'ın katında belli ve malum olan belirlenmiş bir günde ki, bu gün, kıyamet günüdür, toplanacaklardır. Âyet metninde geçen ”mîkat" kelimesi, herhangi bir şey için belirlenmiş bir zaman demektir ki, o şey, o zamanda son bulur ya da o belirlenmiş zaman diliminde başlar. Kıyamet günü öyle bir zaman dilimidir ki, dünyanın ömrü, o ana erişir ve o anın ilk parçasında son bulur. Mîkat kelimesi, belirlenmiş ve sınırlanmış vakit demektir. Bu kelime, istiare yoluyla mekân için de kullanılır. Meselâ ”mevâkit el-ihram" denir ki, bunun manası, Mekke'ye girmek isteyen kimsenin ihrama girmeksizin ileriye adım atamayacağı ve geçemeyeceği hudutlar ve sınırlar demektir. 50Bak. Âyet 49. 51Sonra siz... Burada hitap Mekkelilere ve onların benzeri olan diğer kimseleredir. Ey haktan ve hidayetten sapıklar, öldükten sonra dirilmeyi yalanlayıcılar! 52Elbette siz öldükten sonra dirilip mahşerde toplanıp cehenneme girdikten sonra bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz. Bu ağaç manzarası çirkin, tadı acı, dokunduğu zaman yakan, kokusu çok iğrenç bir ağaçtır. Bu ağaç, Kur'an'da lanetlenen ağaçtır. 53Karınlarınızı açlığın şiddetinden dolayı ya da zorla ondan, söz konusu bu ağaçtan dolduracaksınız. Onların karınlarını bu ağaçtan dolduracaklarını ifade eden âyet-i kerimede azaplarının artacağını ve büyük bir azap göreceklerini ifade niteliği vardır. Yani sizden hiçbiriniz sade yeme ile yetinmeyeceksiniz. Nitekim tıpkı yeminini bozmak için herhangi bir şeyi yiyen kimsenin yetinmediği gibi tam aksine sizler bu ağaçtan karınlarınızı doldurmak üzere zorlanacaksınız yani sizden her biriniz karnını bunlarla dolduracaktır. 54Üstüne de yani zakkum ağacının üstüne de, bir başka ifadeyle, zakkkum ağacını yedikten sonra hiç beklemeksizin size baskın gelen hararetiniz nedeniyle son derece kaynar sudan içeceksiniz. 55Hem de susamış develerin içişi gibi. Bu, daha önceki âyetin tefsiri gibidir. Yani sizin bu içmeniz normal ve âdet haline getirdiğiniz bir içiş olmayacaktır. Tersine tıpkı susamış develer gibi içeceksiniz. Buradaki ”hım" kelimesi, huyâm hastalığına yakalanmış deve demektir. Bu hastalık öyle bir hastalıktır ki istiskâ hastalığına benzer. Bu hastalığa yakalanan hayvan suyu içer içer fakat ölünceye kadar ya da çok şiddetli bir hastalığa tutuluncaya dek suya kanmaz. Âyetin manası buna göre şöyle olur: Yüce Allah kendilerine açlık verir. Ve sonra içlerini bir ateş alevi sarar. İşte bu açlık duygusu ve iç yangısı, kendilerini erimiş maden gibi olan zakkumdan yemeye iter. Zakkumla karılarını doldurduklarında ki bu ağaç son derece kızgın ve acı bir ağaçtır, Yüce Allah kendilerine bir susuzluk verir. Bu susuzluk da onları içlerini paramparça edecek olan kızgın ve kaynar sudan içmeye iter. İşte bu sebeple suyu, susamış develerin içtiği gibi içerler. Bu ifadede de, ne kadar çok azap göreceklerinin beyanı vardır. Yani mana şu demek olur: Ey sapıklar, sizin orada içmeniz, çok pis kokulu ve kaynar suyu içen kimsenin içmesi gibi olacaktır. Böyle bir suyu çok azap verici ve elem verici bulan kimse, onu içmekten kaçınacaktır. O halde sizin oradaki içişiniz bildiğiniz içişin aksine olacaktır. Çünkü sizler orada bu kaynar sudan içmeye mecbur bırakılacaksınız. Tıpkı istiska hastalığına benzer olan huyam hastalığına yakalanıp da içip içip suya kanmayan devenin içmesi gibi. 56İşte din gününde yani ceza gününde onlara ziyafet yani onlara ikram olmak üzere hazırlanmış ziyafet ve yiyecekleri şey budur. Yani yukarıda anlatılan zakkum ve kaynar sudur. İşte bunlar, azap olarak karşılaşacakları ilk şeylerdir. Madem ki ceza günü karşılaşacakları ziyafet budur ve madem ki durum böyledir, ateşe atılıp da orayı yurt edinip orada tam manasıyla yerleştikten sonraki hallerinin ne olacağını artık tahmin edebilirsiniz. Bu ifadede Yüce Allah'ın hiç kapalı olmayan bir alaya alması mevcuttur. Nitekim Yüce Allah: ”...Onlara elem verici bir azabı müjdele." (Tevbe: 34) ifadesinde de aynı şey mevcuttur. Çünkü cehennemde onlara hazırlanacak olan şeyler kendilerine ikram olsun diye değildir. 57Sizi Biz yarattık. İnanmanız gerekmez mi? Yani yaratmayı ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden ey kâfirler, inanmaz mısınız? Çünkü ilk başta benzersiz olarak yaratmaya kadir olan, öldükten sonra yeniden yaratmaya da gücü yeter. 58Bana söyleyin öyleyse döktüğünüz meniyi. Yani kadınların rahimlerine çocukların ana unsuru olan döktüğünüz ve attığınız menileri bana söyleyin. Âyet-i kerimede yer alan, ”efereeytum" kelimesi, bana haber verin, söyleyin anlamınadır. 59Onu siz mi yaratıyorsunuz? Yani o meniyi kadınların karınlarında gerek erkek gerekse dişi olarak her organı düzgün, tastamam bir insan biçiminde yaratıp takdir eden siz misiniz? Yoksa herhangi bir şeyin etkisi olmaksızın onu yaratan Biz miyiz? 60Aranızda ölümü takdir eden Biziz. Yani sizlerin her birinize ölümü taksim eden ve her bir kişinin ölüm vaktini büyük hikmetlere dayanan dilememize uygun olarak belli bir vakit ile sınırlayan Biziz. Onların içinde bir kısmı daha küçük yaşta ölürken, bir kısmı yaşı ilerlemiş ve ihtiyarlamış iken ölür. Ve Biz önüne geçilebilecekerden değiliz. Yani Biz bunu yapmaya kadiriz. 61Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim. Sizleri gidermemizi ve yerinize sizlere benzeyen başka yaratıklar getirmemizi hiçbir kuvvet Bize üstün gelerek önleyemez. Arapçada ”sebaktuhu ala keza" denilir ki manası, ona galib geldim demektir. Yine Arapça da ”galebe fulanun Manen aleş-şey'i" denir ki manası, filanca filan kimseden ona baskın gelerek bir şeyi aldı demektir. Ve sizi benzerini bilemeyeceğiniz bir durumda yani yaratılışta ve biçimde tekrar var edelim diye (ölümü takdir ettik.) Hasan-ı Basrî (rahimehullah)'a göre âyetin anası şöyledir: ”Şayet sizler bizim rasûllerimize inanmayacak olursanız sizden öncekileri hayvan şekline çevirdiğimiz gibi, sizleri de domuz ve maymun haline getiririz. Yani Biz, sizlerin yerine benzerlerinizi getirmekten ve sizleri şu biçimlerinizden başka biçimlere sokmaktan âciz değiliz." 62Yemin olsun ilk yaratılışı bildiniz. Bu ilk yaratılıştan maksat, onların nutfeden yani spermden yaratılmaları, ardından kan pıhtısı ve sonra da bir parça et haline gelmeleridir. Bazı âlimlere göre bu ilk yaratılıştan maksat, Hazret-i Âdem'in topraktan yaratılmasıdır. O halde düşünsenize. O halde bütün bunlara gücü yeten kimsenin diğer yaratılışa da kesin biçimde kadir olacağını düşünmez misiniz? Çünkü ikinci yaratılış, yaratma itibariyle daha azdır. Zira gerekli malzeme mevcuttur, bir araya gelecek parçalar hazırdır ve daha önce böyle bir örnek geçmiştir. Bu âyet-i kerime, aynı zamanda meseleleri birbirine kıyas yapmanın yerinde olacağına da delildir. Çünkü Yüce Allah onları, ikinci yaratılışı birinci yaratılışa kıyas etmedikleri için cahillikle vasıflandırmaktadır. Madem ki meseleleri birbirine kıyas etmemek cahilliktir, şu halde kıyas yapmak ilim demektir ve ilim kabilinden olan her şey de yerinde ve geçerlidir. 63Şimdi Bana ektiğinizi yani yere ekmiş olduğunuz taneleri, o taneyi ektiğiniz toprağı sulama ve benzeri yaptığınız çalışmaları haber verin. Âyet metninde geçen ”hars" kelimesi, tohumu toprağa atma ve ekin ekmek için toprağı hazırlamak demektir. 64Onu siz mi bitiriyorsunuz? Yani onu siz mi yerden çıkarıp yavaş yavaş büyüyüp gelişerek son olgunluğuna gelinceye kadar gelişmesini siz mi tamamlıyorsunuz? Yoksa bitiren Biz miyiz? Gerçek şu ki, onu bitiren siz değilsiniz, Biziz. Âyet metninde geçen ”zer"' kelimesi, bitkiyi bitirmek demektir. Bunun gerçek mahiyeti insan fonksiyonuyla değil ilâhî sebeplerle olur. Bu sebeple ekin ekmek işi, onlara nisbet edilirken; ekilen ekini yerden bitirme vasfını Yüce Allah, onlardan alarak kendine nisbet etmiştir. Kısaca ifade etmek gerekirse: Ekin ekmek onların işidir. Çünkü insanların bunu tercih etmelerinin ekinde bir rolü vardır. Oysa bitirme işi, sırf Yüce Allah'ın fiilidir. Çünkü bir başağı ya da taneyi bitirmede kulun tercihinin ve isteğinin herhangi bir rolü yoktur. Eğer kula ekini bitirme fiili nisbet olunuyorsa bu, kulun ekinin yerden bitirilmesine neden olan çabaları sebebiyledir. Bu âyet-i kerimede, ekinin yerden bitirilmesi nimetine karşı şükretmeleri için nimetin hatırlatılması niteliği de vardır. Sonra âyet-i kerimede şöyle bir hüküm çıkarma da vardır: Ekini yerden bitirmeye gücü yetenin, insanları da yeniden diriltmeye gücü yeter. Nasıl ki tane, topraktan bitip çıkıyorsa ve nasıl ki insanın sperm tohumu ana rahminde bitiyor ve ortaya çıkıyorsa işte insanoğlu da kabirde kuyruk sokumundaki o çekirdek kemikten böylece bitecektir. 65Dileseydik onu yani ekini çerçöp yapardık da. Âyet metninde geçen ”hutam" kelimesi ”heşm" gibi herhangi bir maddenin kırıntısı demektir. Buna göre mana şöyle olur: Biz dileseydik o ekini yerden bitirdikten ve ürünlerini toplamak ve bir araya getirmek üzere tamah ettiğiniz bir hale getirdikten sonra kupkuru çerçöp yapardık. Bu sebeple şöyle geveler dururdunuz: Yani o ekini en güzel haliyle gördükten sonra bunun ardından müşahede edeceğiniz kötü hali nedeniyle şaşardınız, ya da o ekin uğruna yaptığınız çalışmalar ve masraflarınızdan dolayı pişman olurdunuz. Veyahut o ekin sebebiyle işlemiş olduğunuz günahlara pişman olur ve ondan tevbe ederdiniz. Âyet metninde yer alan ”tefekkuh" kelimesi, çeşitli meyveleri atıştırmak anlamınadır. İşte bu fiil, sözleri ağızda geveleme anlamına istiare olarak kullanılmıştır. 66'Biz borç altına girdik. Yani ektiğimiz ekine harcadığımız şeylerden dolayı borç altına girdik, diye geveler dururdunuz. Âyet metninde yer alan ”ğarame" kelimesi, bir insanın zimmetinde ve üzerinde olmayan bir şeyi üstlenmesi demektir. Veya bu âyet şöyle de anlaşılabilir: Bizler rızkımızın helak olması nedeniyle mahvolduk, diye geveler dururdunuz. Ya da işlemiş olduğumuz günahların uğursuzluğu nedeniyle mahvolduk, diye gevelerdiniz. 67Daha doğrusu biz mahrum kaldık,' (derdiniz.) Yani rızkımızdan mahrum kaldık, derdiniz. Ya da bizler nasipsiziz, bizim nasibimiz, bahtımız ve talihimiz olsaydı ekinlerimiz bozulmazdı, diye geveler dururdunuz. 68İçmekte olduğunuz tatlı suya ne dersiniz? Suyun birçok faydaları varken, bu kadar özelliği içinde tatlı olma özelliğinin zikredilmesi ve bu özelliğiyle ifade edilmesi, suya yönelik amaçlar içerisinde en önemli özelliğinin içilme özelliği olmasından dolayıdır. 69Buluttan onu siz mi indirdiniz? Bazı âlimlere göre âyetteki ”buluttan" maksat, suyu tatlı olan beyaz buluttur. Yoksa onu kudretimizle birlikte indiren Biz miyiz? 70Dileseydik onu içilmesi mümkün olmayan derecede tuzlu yapardık. Şükretmez misiniz? Bütün bu anlatılan yiyecek ve içeceklere karşılık onu ihsan eden yaratıcıyı tevhid ederek, emirlerine boyun eğerek şükretmez misiniz? Ya da o suyu tatlı kılmamıza karşılık şükretmez misiniz? 71Söyleyin şimdi bana, tutuşturmakta olduğunuz ateşi yani tutuşturduğunuz ve ”zinad"dsin çıkardığınız ateşi. Araplar iki odunu birbirine sürterek ateş elde ederlerdi. Bu odunlardan üstte olana ”zind" altta olana ”zinde" derlerdi. 72Zinadın ana maddesi olan onun ağacını siz mi yarattınız? Bu zinad ağacı, merh ve afar isimli ağaçlardır, nitekim Yâsîn sûresinde sekseninci âyette geçmiştir. Yoksa onu kudretimizle yaratan Biz miyiz? 73Biz onu bir ibret yani zinadın ateşini cehennemin ateşini hatırlatması için yarattık. Şöyle ki, o ateşe yaşama ve hayat sürmenin sebeplerini bağladık ki ona baksınlar ve tehdid edildikleri cehennem ateşini hatırlasınlar. Ya da Biz onu bir öğüt ve nasihat, ayrıca cehennem ateşinden bir numune olarak yarattık. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivayet olunan şu hadis bu mânâyı desteklemektedir: ”Ademoğlunun yakmış olduğu şu ateşiniz cehennem ateşinin yetmiş parçada bir parçasıdır. ”(9) Bazı âlimlere göre mânâ şu şekildedir: ”Biz onu yeniden diriltme meselesinde açıklama ve öğretmek için yarattık. Çünkü yaş olan bir nesneden ateş çıkarmaktan daha göz kamaştırıcı ve hayret uyandırıcı bir şey yoktur. ” Aynu'l-Meânî isimli eserde denir ki: ”Bu âyet kabir azabını inkâr edenlere karşı bir delildir. Şöyle ki, ağaç içerisinde bulunan ateş, ağacı yakmamaktadır." Ve çöl yolcularına menfaat olarak yarattık. Yani menfaat ve geçimlik olarak çünkü ateş taşımak, insana meşakkat veren bir şeydir. Burada çöl yolcularının özellikle anılması, onların ateşe daha çok muhtaç olmalarından dolayıdır. Çünkü çöl yolcuları yırtıcı hayvanları kaçırmak, soğuktan korunmak, elbiselerini muhafaza etmek, yemeklerini pişirmek için ateşe muhtaçtırlar. Oysa yolcu olmayanlar ya da herhangi bir beldeye misafir olarak konaklayanlar zinaddan yani Arap çakmağından ateş yakmak zorunda kalmazlar. 74O halde ulu Rabbinin adını tesbih et. Her ne kadar inkarcılar inkâr ederse etsin, bunca nimetlere şükretmek için onun ismini zikrederek tesbih et. Ya da onu zikrederek tesbih et. Burada Rabbin zikrinden maksat, Kur'an okumaktır. 75Yemin ederim. Âyet metninde yer alan ”lâ" kelimesi. ”Böylece kitap ehli Allah'ın lütfundan hiçbir şey elde edemeyçeklerini bilsinler..." (Hadîd: 29) âyet-i kerimesinde olduğu gibi manayı pekiştirmek, söze kuvvet vermek için getirilmiştir. Yıldızların yerlerine yani yıldızların düştükleri yerlere ki buralar onların battıkları noktalardır. Yemin için yıldızların battıkları noktaların seçilmesi, onların batmalarında eserlerinin ortadan kalkmış olmasından ve hiç değişmeyen sürekli bir müessirin bulunduğunu göstermesinden dolayıdır. (10) Ya da yıldızların battıkları anın, teheccüd namazı kılanların ve Yüce Allah'a yalvarıp yakaranların bu ibadetlerini yapmak üzere harekete geçtikleri an ve Allah'ın rahmetinin ve hoşnutluğunun üzerlerine inmiş olduğu vakit olması nedeniyledir. Ya da yıldızların yerlerinden maksat, onların yörüngeleri ve gökyüzünde dönerken izledikleri yollar demektir. İşte bunda, Yüce Allah'ın kudretinin eşsiz büyüklüğüne, hikmetinin ifadelerle anlatılamayacak derecede mükemmelliğine delil vardır. 10- Bu âyette uzaydaki ”kara delikler'e işaret edildiği yorumu, günümüz ilim araştırmaları ışığında yapılmaktadır. Geniş bilgi için Bkz. Kur'an'ın Harika Mesajları-1, Dr. Haluk Nurbaki s: 135. (Naşir). Bazı âlimler şöyle demişlerdir: ”Âyet metninde yer alan ”yıldızlar" kelimesinden maksat, Kur'ân'ın yıldızlarıdır. Onların yerlerinden gaye ise, o yıldızların indiği yerlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anhüma) da bu kanaattedir. ” 76Bu, yukarıda zikredilen yemin, bilirseniz, gerçekten büyük bir yemindir. Çünkü yeminde Yüce Allah'ın kudretinin eşsiz büyüklüğüne, hikmetinin mükemmelliğine, rahmetinin bolluğuna ve çokluğuna işaret vardır. Onun rahmetinin gereklerinden birisi de kullarını kitap indirmeksizin başı boş bırakmamaktır. 77Şüphesiz bu değerli bir Kur'an'dır. Âyette geçen ”kerîm" kelimesi, Kur'ân'ın sıfatı olup faydası çok olan bir kitaptır, demektir. Çünkü bu kitap insanların düzgün bir hayat sürmeleri ve öbür dünyada hayatlarının güzellik içinde olması için önemli ilimlerin prensiplerini ve ana ilkelerini kapsamaktadır. Yine bu kitap, güzeldir ve kendi cinsinden diğer kitaplar içinde hoşnut olunmuş kitaptır, ya da bu kitap, Yüce Allah'ın katında değerli bir kitaptır. Bazı âlimler derler ki: ”Bu kitap, kerim bir kitaptır çünkü en yüksek ahlâkı, yüce işleri ve şerefli fiilleri göstermektedir." Bazı âlimler ise şöyle demişlerdir: ”Bu kitap değerli bir kitaptır, çünkü yüce bir yaratıcının katından kerim melekler vasıtasıyla yaratıkların en şereflisine indirilmiştir." 78Korunmuş bir kitaptadır. Yani mukarrabûn olan meleklerin dışında diğer bütün yaratıklara karşı korunmuş bir kitaptadır. Bir başka ifadeyle o meleklerden başka o kitaba hiç kimse bakamaz. Ki bu kitap, Levh-i Mahfuz'dur. 79Ona ancak tam bir biçimde temizlenmiş olanlardan başkası el süremez. Bu ifade, ya yukarıda geçen kitap kelimesinin ikinci bir sıfatını oluşturmaktadır. Bu takdirde ”tam bir biçimde temizlenmiş olanlar"âm maksat cismanî, her türlü bulanıklıklardan ve günah kirlerinden münezzeh olan meleklerdir. Ya da bu, Kur'ân'ın sıfatıdır. Buna göre mana mutlak olarak hadesten temiz olanlar demek olur ki, âyetin manası şekil itibariyle olumsuz olsa bile anlam bakımından yasaklama olur. Buna göre mana şöyle olur: Kur'an'a hades gibi cünüplük, abdestsizlik ve benzeri her türlü pisliklerden temizlenmiş olanlardan başkasının el sürmesi uygun değildir. Fıkıhta şu hüküm yer alır: Hades-i asgar denilen abdestsizlik halinde bulunan kimsenin mushafa el sürmesi caiz değildir. Ancak Mushafa yapışık olmayan deriden ya da benzeri şeylerden yapılmış kendi cildinden ayrı kabı ile tutmak ve dokunmak caizdir. Çünkü Kur'ân'ın kabına dokunmak gerçekte Kur'an'a dokunmak sayılmaz. Sahih olan görüşe göre, Kur'an'a bitişik olan dış kabı yani Kur'an'a şiraze ile ciltlenmiş ve bitiştirilmiş olan kab böyle değildir. Çünkü o mushaftan sayılır. Yani mushafa tabidir. Bu görüş Kur'an'a saygıya en yakın olan görüştür. Kur'an'a elbisenin yeni ile el sürmek mekruh görülmüştür. Çünkü elbisenin yeni onu giyen kimseye tabidir. Dolayısıyla bu o kişi ile Kur'an arasında bir engel teşkil etmez. 80Âlemlerin Rabbinden indirilmiştir. Bu cümle de Kur'ân'ın bir diğer sıfatıdır. Buna göre mana, Kur'an Yüce Allah'ın katından indirilmiştir, demek olur. 81Şimdi siz ey Mekkeliler bu yüce ve saygı gösterilmeyi gerekli kılan sıfatları belirtilmiş olan sözü mü ki bu söz, Kur'an-ı Kerim'dir. Yüce Allah, Kur'an'ı ”söz" diye nitelemektedir. Çünkü Kuranda işlerin haberleri ve sözleri mevcuttur. Küçümsüyorsunıız? Âyet metninde yer alan bu son kelime, meseleyi idare etmek, hoş tutmak ve ciddiyeti terkedip bir yana bırakmak anlamına gelir. Buna göre âyetin manası, siz bu sözü mü hafife alıyorsunuz ve hakir görüyorsunuz? demek olur. Tıpkı herhangi bir kimsenin tutmuş olduğu bir işte idare-i maslahatçılık yapması gibi ki, böyle bir kişi, tutmuş olduğu işi hafife aldığı için onu hafiften ele alır ve ciddiyetle yapışmaz. 82Rızkınıza karşı (şükrü), yani rızkınızın şükrünü... Burada rızıktan maksat, Kur'an nimetidir. Onu yalanlamakla mı yerine getiriyorsunuz? Yani size o rızkı verene karşı yalanlamayı şükür yerine mi koyuyorsunuz? Ya da rızkınızın şükrünü, onu yıldızlara nisbet etmek suretiyle Yüce Allah'ın katından geldiğini yalanlamakla mı yerine getiriyorsunuz? 83Can boğaza dayandığı zaman... Bu âyette yer alan ”levlâ" kelimesi, onların acizliklerini ortaya koyma amacıyla teşvik için getirilmiş bir kelimedir. ”Hulkûm" kelimesi ise, yemek borusu demektir. Keşfu'l-Esrar'da bunun nefes borusu olduğu, yemek borusunun ise ”bulum" adını taşıdığı zikredilmektedir. Buna göre mana şöyle olur: Nefis, yani ruh ya da her birinizin nefsi ve ruhu hulkuma dayandığı ve çıkmaya yüz tuttuğu zaman. 84O zaman siz yani ey ölmek üzere olan arkadaşının başında bulunan sizler! Arkadaşınızın can çekişmekte iken çektiği sıkıntıya bakar durursunuz. Ve sizler o esnada kendisine acırsınız, kendisini helak olmaktan kurtarmak için ne kadar çok istekte bulunursunuz. 85Biz ona yani can çekişmekte olan kimseye ilim, kudret ve tasarruf bakımından sizden daha yakınız. Çünkü siz onun durumundan ancak çekmiş olduğu sıkıntının izlerinden müşahede edebildiklerinizi bilmektesiniz. Oysa o sıkıntının gerçek mahiyetini nasıl ve niceğiliği sebeplerini bilmeksizin sadece gördüğünüz kadarını bilmektesiniz. Ve o sıkıntının en küçük bir parçasını kaldırmaya gücünüz yetmez. Oysa Biz, onun içinde bulunduğu durumun bütün ayrıntılarını, ilmimizle ve kudretimizle üstlenmekteyiz. Ya da onun ruhunu alacak olan ölüm melekleri ile durumu kontrol etmekteyiz. Ama siz göremezsiniz. Sizler Bizim işlerimizi bilmediğiniz için ona ne yapıldığının gerçek mahiyetni idrak edip bilmezsiniz. Bu âyette yer alan ”la tubsirûne" ifadesi ”basar" kelimesinden değil de ”basiret" kelimesinden türemedir. Yüce Allah'ın ifadesine, tefsir etme bakımından en yakın ifade şudur: Sizler Bizim onu sizlerden daha iyi bildiğimizi anlayamazsınız. 86Madem ki siz ceza görmeyecekmişsiniz... Bu âyetin manası iki türlü anlaşılabilir: Birincisi, madem ki siz rabbi olmayan, mâliki bulunmayan zelil kimseler değilsiniz. Bu durumda fiil, hükümdar halkını yönetti ve kendine boyun eğdirdi, anlamındaki ”dane es-Sultan raiyetehu" cümlesinde olduğu gibi ”dañe" fiilinden türemiş olur. Buna göre âyetin manası, madem ki siz boyun eğen kimseler değilsiniz... şeklinde olur. İkincisi ise, madem ki siz ceza görmeyecekmişsiniz anlamına da gelebilir. Çünkü dîn kelimesi, ceza manasına da gelir. 87İtikadınızda ve inancınızda şayet doğru kimselerseniz, onu geri çevirsenize! Yani o çıkan canı yerine gerisin geri çevirsenize. Ölülerinizin çıkmış olan ruhlarını bedenlerine geri çevirsenize. Bu durumda fiil, geri çevirmek ve döndürmek manasına gelir ki âyetin manası şöyle olur: Şayet sizler. Bizim sizleri yarattığımızı tasdik etmemenizden ortaya çıktığı gibi, herhangi bir rabbe boyun eğen kimseler değilseniz çıkan ruhu boğaza gelip dayandığında gerisin geriye döndürsenize. İşte bunu yapamadığınıza göre biliniz ki, bu mesele, sizden başka birisinin elindedir. İşte o, Yüce Allah'tır. O'na iman ediniz. 88Fakat eğer o, yakın olanlardan ise... Bu ifade ile Yüce Allah, ölüm esnasında kişinin durumunu açıkladıktan sonra ölümden sonraki hâlini anlatmaya başlamaktadır. Yani ölmüş olan kimse mukarrabînden ise, ki onlar, üç sınıf kimsenin en üstün olanlarıdır. 89Ona rahatlık, istirahat vardır. Âyetteki bu kelime, rahmet kelimesi ile de tefsir olunmuştur. Çünkü rahmet, rahmet olunan hayata sebeptir. Güzel bir rızık... Âyet metninde yer alan ”reyhan" kelimesi, güzel bir rızık demektir. Ya da bu kelime, koklanan şey anlamına da gelir. Ebu'l-Âliye der ki: ”Mukarrabînden olan hiçbir kimse, cennet reyhanından bir kısmı getirilip de onu koklamadıkça bu dünyadan ayrılmayacaktır. Reyhanı kokladıktan sonra ruhu alınacaktır." ez-Zeccâc'a göre buradaki reyhandan maksat, cennet halkına selâm demektir. Naîm Cenneti vardır. Yani nimetlere sahip cennet vardır. 90Eğer o sağdakilerden ise... Yüce Allah 10. âyette geçen ”öncekiler"i burada ”mukarrabîn", yani ”yakın olanlar" kelimesiyle ifade etmiştir. Çünkü onların vasıfları yücedir. Sekizinci âyette geçen ”Ashâbu'l-Yemîn'i de burada aynı ifade ile belirtmiştir. Çünkü onlar için daha önce diğer iki zümre hakkında belirtildiği gibi durumlarını ifade eden herhangi bir vasıf ve niteleme geçmiş değildir. Âyet metninde yer alan ” yemîn" kelimesi, nimet ve saadet anlamında istiare yoluyla kullanılmıştır. 91'(Ey sağdaki) sana sağdaki kardeş lerinden selâm olsun.' Ölürken ve ondan sonra onlar sana selâm ediyorlar. Bu selâm ölmekte olan kimseye cennetlik olduğuna dair bir işarettir. Ebu'ssuud, tefsirinde der ki: ”Bu ifade Yüce Allah katından bazılarının bazılarına selâmını haber verme niteliğindedir. ” 92Ama yalanlayıcı sapıklardan ise... Bunlar soldaki kimselerdir. Yüce Allah daha önce onların durumlarını açıklarken: ”Sonra siz ey sapıklar, yalanlayıcılar!" (Vakıa: 51) buyurduğu gibi burada da durumlarını aynı ifade ile belirtmiştir. Yüce Allah bu ifadeyi, kendilerini kötülemek ve uğramış oldukları azabın sebebini vurgulamak için yapmaktadır ki bu sebep, onların öldükten sonra dirilmeyi yalanlamaları, haktan ve hidayetten uzak, sapıklık içinde bulunmalarıdır. 93İşte (ona da) kaynar sudan bir ziyafet vardır. Daha önce ayrıntısı ile açıklandığı gibi zakkumu yedikten sonra bu suyu içecektir. 94Ve cehenneme atılış vardır. Yani cehenneme konuluş vardır. Bazı âlimler derler ki: ”Âyetin manası, cenenmemde ikamet, çeşit çeşit azaplarla sıkıntılar vardır, demek olur." Bazı âlimlere göre ise, bundan maksat, kişinin kabirde görecek olduğu ateşin sıcaklığı ve dumanıdır. 95Şüphesiz bu sûre-i kerimede anlatılan şey, kesin gerçektir. Âlimlerden bazıları derler ki: ”Âyetin manası kesin olan hak demektir. Yani üzerine herhangi bir değişikliğin ve değişmenin gelmeyeceği değişmez kesin gerçektir. ”Yakîn" demek, insanın gönlünün ve kalbinin kani olduğu, içten benimsemiş olduğu ilim ve bilgi demektir. Ki buna ”berdu'l-yakîn" denilir. Berdu'l-Yakîn demek, gönül huzurunun hasıl olduğu yani insanın huzur-u kalb ile benimsediği, şüphesinin ve tereddütlerinin zail olduğu bilgi demektir. Burada maksat, kesin gerçek demektir." 96Öyleyse ey Muhammed, Ulu Rabbinin adını tesbih et. Bu sûre-i kerimenin içinde ayrıntısıyla anlatılan şeylerin gerçek yüzü, Yüce Allah'tan, şanına lâyık olmayan şeylerin tenzih edilmesini gerektirir. Ki bunlar, ona şirk koşmak, hakkı haykıran âyetlerini yalanlamak, gibi şeylerdir. Ebû Osman (kuddise sirruhu) der ki: ”Âyetin son kısmının manası şudur: Senin ümmetine, sünnetine yapışmayı muvaffak kılmamızdan dolayı şükretmek için Rabbinin adını an." Fethu'r-Rahmân'da denir ki: ”Bu ifade kâfirlerin sözlerinden ve dünyaya mahsus diğer işlerden kaçınmayı, âhiret işlerine yönelmeyi, Yüce Allah'a ibadete ve O'na duaya yönelmeyi gerektiren bir ifadedir." Rivayet olunur ki, ”öyleyse ulu Rabbinin adını an," âyet-i kerimesi nazil olduğu zaman Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Bu âyeti rükü'unuzda okuyunuz" buyurmuştur. ”Yüce Rabbinin adını tesbih et," (A'lâ: 1) âyet-i kerimesi nazil olduğu zaman Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Bu âyeti secdelerinizde okuyun" buyurmuştur. (11) Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namazda rükuunda: ”Sübhane rabbiyel azim: Ulu Rabbimi tesbih ederim", secdesinde ise ”sübhane rabbiyel a'lâ: Yüce Rabbimi tesbih ederim," derdi. 11- Hadisi İmam Ahmed b. Hanbel, Ebıı Davud ve İbn Mâce Ukbe b. Amir el-Cühenî'den rivayet etmişlerdir. Bkz. Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesîr. 3/441. Adı geçen tesbihlerin namazdaki hükmü hakkında müctehid imamlar ihtilâf etmişlerdir. İmam Ahmed der ki: ”Bu tesbihleri okumak vaciptir, bir kimse namazda kasten bunu okumaz ve terk ederse namazı bozulur. Eğer yanılarak söylememişse sehiv secdesi yapar." İmam Ahmed'e göre vacip olanı bu tesbihlerin bir kere söylenmesidir. Mükemmelin en alt sınırı ise üçtür. Ebu Hanife ve İmam Şafii'ye göre söz konusu tesbihleri okumak sünnettir. İmam Malike göre ise vacip ve farz sayılmaması için hiç bırakmadan devamlı okunması mekruhtur. Âyet metninde geçen ”isim" kelimesi, cins manasınadır. Yani maksat, Rabbinin isimlerini an, demek olur. ”Azîm" kelimesi, ise Rabbin sıfatıdır. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurur ki: ”Her gece Vakıa Süresi'ni okuyan kimseye asla fakirlik gelmez." (12) Bu hadis sahihtir. Bir başka hadis-i şerifte ise şöyle buyrulur: ”Vakıa Sûres i'ni okumaya devam eden kimse asla fakir düşmez." İbn Atiyye der ki: ”Bu sûrede kıyametten söz edilmekte, insanların âhiretteki nasiplerinden ve paylarından haber verilmektedir. Bunu anlamak da başlı başına bir zenginliktir ve bu anlayışın olduğu yerde fakirliğe yer yoktur. Herhangi bir kimse, sûredeki gerçekleri kavrayacak olursa kendisini hazırlama ile meşgul olacaktır. ” İmam el-Gazâlî rahimehullah Minhâcu'l-Âbidîn'de der ki: ”Rızık yönünden sıkıntı ve fakirlik esnasında bu sûrenin okunması meşrudur ve bu konuda Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan ve sahabelerden bizlere haberler gelmiştir. Hatta İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) çocuklarına dünyalık bir şey bırakmadığı için kınanınca şöyle demiştir: 'Onlara Vakıa sûresini bıraktım.'" Hilâl b. Yesar Mesruk'tan rivayet ediyor: ”Öncekilerin ve sonrakilerin haberlerini bilmek, cennettekilerin ve cehemıemdekilerin haberlerinden haberdar olmak, dünyanın ve âhiretin haberlerini öğrenmek isteyen kimse, Vakıa sûresini okusun." Allah'ın yardımı ve muvaffak kılmasıyla Vakıa Sûresi'nin tefsiri bitti. |
﴾ 0 ﴿