HADÎD SURESİMedine devrinde nazil olmuştur, 29 âyettir. 1Göklerde ve yerde olanlar Allah'ı tesbih ederler. Tesbih, amel, söz ve inanç yönünden kendisi için münasip olmayan şeylerden Allah'ı tenzih etmektir. Allah, İsrâ sûresinin başında ”sübhane" diyerek mastarla başladı. Çünkü mastar asıldır. Hadîd, Haşr ve Sâf sûrelerinde ”sebbeha" diyerek mazi (geçmiş zaman kipi) ile başlandı. Çünkü mazi, iki zamanın en eskisidir. Cuma ve Teğâbün sûrelerinde ise ”yüsebbihu" diyerek muzarî (şimdiki zaman kipi) ile başladı. Daha sonra A'lâ sûresinde ”sebbih" diyerek emir kipiyle başlar. Böylece bu kelimenin bütün yönlerini kuşatmak ister. Burada Allah, kullarına bütün vakit ve zamanlarda tesbihin devam etmesi gereğini öğretmektedir. Özetle: Mazi ve muzarî kipleri, delâlet ettikleri belirli zaman mefhumundan sıyrılmış ve birbirlerine tercih durumu olmadığı için bütün zamanlarda tesbihin gerekliliğine işaret edilmiştir. Varlıklar, yokluktan varlık âlemine çıktıklarından beri bütün vakitlerde Allah'ı tesbih etmektedirler. Tesbihleri belirli bir vakte has olmamış geçmişte daima tesbih etmişler, gelecekte de durmadan tesbih edeceklerdir. Hadisi şerifte şöyle buyruldu: ”En faziletli söz dörttür. Sübhanellah, elhamdülillah, lâ ilahe illallah, Allahu ekber. Hangisiyle başlasan zarar vermez." (1) 1- Hadisi, Ahmed b. Hanbel Müsned'de rivayet etti. Bkz. Suyûtî, el-Feth. 1/212. Hazret-i Ali'ye ”sübhânellah" tan sorulunca şöyle dedi: ”Bu, Allah'ın kendisi için seçtiği bir kelimedir." "Göklerde ve yerde olanlar"d'an maksat, canlı cansız bütün yaratıklardır. Âyette, akıllılar için kullanılan ”men" edatı yerine akılsızlar için olan ”mâ" lafzıyla gelmesi, çoğunluğa itibarladır. Gerçi âlimlerin çoğu ”mâ" lâfzının akıllılar ve akılsızların hepsini içine aldığı görüşündedirler. Her şeyin tesbih etmesinden maksat, hâl ve kâl, yani tabiî olarak ve dil ile tesbih etmeleridir. Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Evlerde sizinle birlikte olanların tesbihi size gizli olmasaydı yerinizde duramazdınız." Anlaşılan odur ki, gökler ve yerdeki bütün zerrelerin ve içlerinde bulunan melek, güneş, ay, yıldızlar, insan, cin, hayvanlar, bitkiler ve cansızların herbirinin haddizatında hayatı, anlayışı, idraki, tesbihi ve hamdi vardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuşlardır: ”...O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız..." (İsrâ:44) O, güçlüdür, hakimdir. Kudret ve saltanatı içinde galiptir. O'na hiçbir şey engel olamaz. Karşı çıkamaz. Lütfü ve takdiriyle hikmet sahibidir. Maslahat ve hikmetin gereği dışında hiçbir şey yapmaz. 2Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Göklerde ve yerde ve aralarındaki varlıklar üzerinde, var etme, yok etme ve bilip bilmediğimiz diğer tüm hususlarda tam tasarruf ve yetki Allah'ındır. "Allah'ın mutlak hükümranlığı sonsuz olduğu halde, burada hükümranlık sonlu olan göklere ve yere nasıl nisbet edilir?" dersen, ben fakir de şöyle derim: ”Göklerin ve yerin bir zahiri vardır. Varlık âleminde halihazırda gözüken bu durum sonludur. Çünkü bu, cisim ve şekil kabilindendir. Bir de bunların gözükmeyen, sırları ve gerçekleri elle tutulmayan bâtını (içyüzü) vardır ki, bu durum sonsuzdur. Zira bu, melekût ve manâ âlemindendir. Mülkün (hükümranlığın) Allah'a izafe edilmesi mutlaktır. Mülk ve melekût de bunun içine girer. Gerçekte bunlar sonsuzdur. Bilmez misin ki, zahirde Kur'an âyetleri sayılı olduğu halde, Kur'an-ı Kerim, sırlar, konuşulan konular yönünden sahili olmayan uçsuz bucaksız bir deniz ve hayret uyandıran şaşılacak yönleri tükenmeyen bir kitaptır. Buradaki mülk (hükümranlık) hakiki mülktür. İleride açıklanacağı gibi, insanların mülkü (hükümranlığı) ise mecazidir. Diriltir, öldürür. Bu, hükümranlık hükümlerinin bazılarını açıklayan başlangıç cümlesidir. Yani ölülere, menilere ve yumurtalara can verir. Canlıları öldürür. Diriltmek ve öldürmek, bir şeyi diri ve ölü kılmaktır. Bazen hidâyet ve sapıklık yerine mecazen kullanılır. Nitekim şu âyette bu manada kullanılmıştır: ”Ölü iken diriltip, kendisine insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan çıkmayan kimse gibi midir? (En'am:122) O, her şeye kadirdir. Hikmet ve iradesi gereği, öldürme ve diriltme işi de kadir olduğu şeylerdendir. ”Kadir" mübalağa kipi olduğundan, kudreti tam olan manasınadır. 3O ilktir. Zat ve sıfatları itibariyle diğer varlıklardan öncedir. Çünkü onların başlangıcı ve yaratıcısıdır. İlk ve önce olmak, zat itibariyle olup zaman yönünden değildir. Çünkü zaman da sonradan olmadır. Sondur. O, mahlûkat son bulduktan sonra da bakîdir. Mahlûkatın son bulması; ya gerçekten veya kendisini devam ettiren şeye bakılmaksızın zatı itibariyledir. Çünkü mümkün olan bütün varlıklar var oluş sebeplerine bakılmazsa yok hükmündedir. Zahirdir. Çokluğun varlığı O'nun açık delillerindendir. Bâtındır. Gerçekten gizlidir. Akıl O'nun mahiyetini idrak etmenin yanına yaklaşamaz. Allah'ı gerçek manada ancak Allah bilir. O, her şeyi bilicidir. Gizli, açık hiçbir şey onun ilminin dışında değildir. ”Alîm" mübalağa kipi olup, Allahü teâlâ 'nın her şeyin gizlisini ve açığını tam olarak bildiğine delâlet eder. Bu âyet hakkında şu şekilde başka yorumlar da vardır: O ilktir, sebepler O'ndan başlar. O sondur, neticeler O'nda son bulur. Yani birbirinden meydana gelen varlıklar zincirine baktığında Cenab-ı Hakkı bu zincirin başlangıcı ve sonu olarak görürsün. Sebepler zinciri O'ndan başlar. Neticeler zinciri O'nda son bulur. Bundan dolayı şöyle söylendi: Geminin düzgün gitmesi konusunda rüzgâra güvenme. Çünkü bu fiillerin birliği hakkında şirk, işlerin içyüzleri hakkında ise cehalettir. Alemin mahiyeti olduğu gibi kendisine görülen kimse bilir ki, rüzgâr da kendiliğinden hareket etmez. Onun ilk hareket ettiriciye varıncaya dek hareket ettiricileri vardır. ”Zahirdir" her şeye galiptir. ”Bâtındır" her şeyin içyüzünü bilir. Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre O, şöyle demiştir: ”Rasûlüllah'ın kızı Fâtıma, babasının yanına girip ondan bir hizmetçi istedi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle dedi: 'Sana bundan daha hayırlısını göstereyim mi? Şöyle duâ edersin: Ey Yedi göğün ve yüce arşın Rabbi Allah'ım! Bizim ve her şeyin Rabbi, Tevrat'ı, incil'i ve Kur'an'ı indiren, taneyi ve çekirdeği yaran, her şeyin idaresi elinde olan! Her şer sahibinin şerrinden sana sığınırım. Sen ilksin. Senden önce hiçbir şey yoktur. Sen sonsun. Senden sonra hiçbir şey yoktur. Sen zahirsin, senin üstünde hiçbir şey yoktur. Sen bâtınsın (gizlisin), sana gizli hiçbir şey yoktur. Benim borcumu öde ve beni fakirlikten kurtarıp zengin yap." (2) Bu hadiste, ”zâhir'den galip, ”bâtın" dan ise eşyanın içyüzünü bilen manası kastedilmiştir. Yani O, her şeye galip gelir. O'na ise hiçbir şey galip gelemez. 2- Müslim, hadisi şu lâfızlarla rivayet etmiştir; ”Hazret-i Fâtıma, bir hizmetçi istemek üzere Rasûlüllah'a geldi. İşten şikayet etti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): Sana hizmetçiden daha hayırlısını göstereyim mi? Otuz üç defa sühhânellah, otuz üç defa elhamdülillah, otuz üç defa Allahu ekber dersin..." Bkz. Câmiu'l-Usûl, 4/251. Hadisin pek çok başka rivayetleri de vardır. Fakat bunlar, Hazret-i Fâtıma'nın hizmetçi istediği tarzında değildir. Allah'ın, ”O, evveldir" sıfatının manası hakkında: ”Varlık âleminde hiçbir şey O'nu geçmemiştir," denirse bu konuda: ”O, başkasına muhtaç değildir. O, kendi kendine yeterlidir," diyenlerin görüşleri de aynı olmaktadır. Allah'ın zahir ve bâtın sıfatları için, evvel ve âhir sıfatlarında olduğu gibi birbirinin mukabili iki sıfattır denemez. Denildiki: ”Zahir, bizim açık bilgimize işaret eder. Çünkü yaratılış (fıtrat), insan nereye bakarsa baksın Allah'ın var olduğunu görmeyi gerektirir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: ”Gökteki ilâh da, yerdeki ilâh da O'dur..." (Zuhruf:84) Bunun için filozoflardan biri şöyle dedi: ”Allah'ı bilmek isteyen kimse, yanında olan şeyi dışarlarda aramak için dolaşan kimseye benzer. Bâtın ise, O'nu gerçek manada bilmeye işarettir." Ayrıca denildi ki: ”O, âyetleriyle zahir, zatıyla bâtın (gizli)dır. O, her şeyi kuşatması ve idrak etmesiyle zahir, tam kavraması açısından bâtındır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: ”Gözler O'nu kavrayanım. O ise, bütün gözleri kavrar..." (En'am: 103) Tirmizî şöyle dedi: ”O telif (bir araya getirme) yönünden ilk, teklif (yükümlü kılma) yönünden sondur. İn'ânı (nimet verme) yönünden ilk, itmam (tamamlama) yönünden sondur. İkramda ilk, ilham da sondur." Usûl ehlinden birisi şöyle dedi: ”Bu sıfatlar, başkasına benzemeyi yok etmek için mübalağa tarzında söylenmiştir. Çünkü ilk olan son olmaz, zahir olan bâtın olmaz. O, ilktir. Sondur. Zahirdir, bâtındır demekle, yaratılan ve yapılan hiçbir şeye benzemediğini haber vermiş olmaktadır." 4O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'ı istilâ edendir. Kâmil kudreti ve sonsuz hikmetiyle gökleri ve yeri âhiret günlerinden veya dünya günlerinden altı gün içinde yaratmıştır. İbn Atıyye şöyle dedi: ”En doğru olan, dünya günlerinden altı gündür. İlki pazar, sonu cumadır." "İstiva, istilâ manasınadır." (3) Yani Allah, Rahman sıfatıyla bütün varlıkları kuşatmıştır. Çünkü ”istevâ" fiili ”alâ" harfi cerriyle geçişli olduğunda ”istilâ" manasına, ”ilâ" harfi cerriyle geçişli olduğunda ise ”intiha" manasına gelir. Bu, ya bizzat veya idare cihetiyle olur. 3- Bu konuda doğru olan selefin görüşüdür. Allah, arşı üzerinde şanına lâyık şekilde yerleşti. Bu, temsil, tesbih ve ta'til olmaksızın böyledir. Sıfatlarla ilgili bütün âyet've hadisler hakkında da durum aynıdır. Nasıl bildirilmişse biz öylece inanırız. Allah'ı herhangi bir şeye de benzetmeyiz. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. Hazine, define, ölü ve tohum gibi şeyleri bildiği gibi, bir yerde kaybolup başka bir yerde kaynayan, yağmur gibi yere giren şeyleri de bilir. ”Vülûc", dar yere (boğaza) girmek demektir. Münasebet adlı eserde dendi ki: ”Vülûc, kapalı bir şeye tamamen girmektir." Allah yerden çıkan altın, gümüş, bakır ve diğer cevherleri, bitkileri, hayvanları, suları ve kıyamet günü çıkacak olan hazineleri ve ölüleri bilir. Gökten inen kitapları, melekleri, kazaları, yıldırımları, yağmur ve karları bilir. Ayrıca oraya çıkan amelleri yazan melekleri, duaları, bahtiyar ruhları, buharları, dumanları da bilir. Yeryüzünde nerede olursanız O sizinle beraberdir. Bu, Allah'ın ilminin insanları tamamen kuşattığına dair bir temsildir. Nereye gitseler O'nun gözetiminden çıkamayacaklarını tasvirdir. Hadisi şerifte şöyle buyruldu: ”Kişinin imanının en üstün derecesi, nerede olursa Allah'ın, kendisiyle beraber olduğunu bilme'sidir. ”(4) 4- Hadisi Taberânî, el-Kebîr'de; Ebû Nuaym, Hilye'de tahric ettiler. İbaresi şöyledir: ”İmanın en üstünü, nerede olursan Allah'ın seninle birlikte olduğunu bilmendir."d-Fetlıu'l-Kebîr, 1/208. Allah, yaptıklarınızı görür. Buna göre size gereken ceza ve mükâfatı verir. Bu, Allah'ın ilminin onların amellerini kuşattığını ifadeden ibarettir. Görmenin, amellerin yaratılmasından sonra olması, bu amellere verilecek cezanın kastedilmiş olması itibariyledir. Bu da ilmin, bilinene tâbi olması açısındındır. Yoksa denildiği gibi, yaratıklar ilme delildir. Yaratıklarla ilmin varlığına delil getirilir. Delil, delil getirilen şeyden öncedir, tarzındaki görüş açısından değildir. Âyette, gafilleri uyarma, uyanıkları gayrete getirme, onları âlemlerin Rabbi Allah'tan korkma ve utanmaya teşvik vardır. Ayrıca amellerinin gözetildiğine, iyi ve kötü oluşlarına göre karşılık göreceklerine dair işaret vardır. 5Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. İkinci âyette de geçen bu cümle, te'kid için tekrarlanmış ve şu âyete girizgâh yapılmıştır: Bütün işler ancak O'na döndürülür. Bütün işler ister tek başlarına, isterse toplu olarak sadece ve yalnız Allah'a döndürülürler. Başkasına değil. Öyle ise işlerin Allah katında en güzel ve en düzgünleriyle O'na kavuşmaya hazırlan. Bundan dolayı ilkinde(Hadîd:2) ”Diriltir, öldürür" ifadeleriyle; burada ise âhirette bütün mahlûkâtın ona döndürülüp Allah'ın onları cezalandıracağı veya mükâfatlandıracağı ifadeleriyle birlikte zikredilmişlerdir. 6Geceyi gündüze katar ”Hac" katmak demektir. Yani geceyi gündüze katınca gündüz en uzun olduğu on beş saata ulaşır, gece de en kısa olduğu dokuz saate iner. Gündüzü de geceye katar. Mevsimlerin değişmesine, güneşin doğuş ve batış durumlarına göre gece en uzun olduğu on beş saate ulaşır, gündüz de en kısa olduğu dokuz saate iner. Gece ve gündüzün toplamı daima yirmi dört saattir. O, kalplerde olanı bilicidir. Kalplerdeki en gizli sır ve inançları en ince şekilde bilir."Alîm" mübalâğa ifade eder. Cenab-ı Hak burada, açığa çıkardıkları amellerini bildiğini belirttikten sonra, gizledikleri şeylere de vakıf olduğunu belirmektedir. 7Allah'a ve Rasûlü'ne îman edin. Size sarf yetkisi verdiği şeylerden harcayın. Rivayete göre bu âyet, Tebük Savaşı hakkında nazil olmuştur. Aynü'l-Meani de şöyle dendi: ”Âyet muhtemelen zekât ve Allah yolunda harcama konusunda nazil olmuştur." Anlam şöyledir: Allah sizi gerçekten bu mallara sahip olmaksızın bu konuda sadece sarf yetkisi vererek kendisine vekil yapmıştır. Ellerindeki mal ve rızıkları bu tarzda ifade etmiştir. İşin gerçeğini ortaya koymak ve onları harcamaya teşvik için böyle söylemiştir. Çünkü bu malların gerçekte Allah'ın olduğunu, kendisininse, Allah'ın gösterdiği yerlere sarfetmek üzere sadece bir vekil bulunduğunu bilen kimse kolay harcar. Âyet şöyle de anlaşılabilir: Allah sizi, ellerindekilerini size miras bırakmak suretiyle önceki milletlere halife yaptı. Onların hallerinden ibret alın, çünkü bu mallar onlardan size intikal etti. Sizden de, sonrakilere intikal edecektir. Öyleyse bu konuda cimrilik etmeyin. Şâir şöyle dedi: Malın hakkında insanların şu sözü sana yeter: Bu mal daha önce filan kimsenindi meğer. Başkasının olup yine başkasına dönecek olan malların mutlaka hayır yolunda harcanması gerekir. Nasıl ki sahibi izin verdiğinde başkasının malını sarfetmek kolaysa, nasıl olsa elden çıkacak olan malın da sarfedilmesi öylece kolay olmalıdır. Sizden, inanıp da emrolundukları şekilde harcayan kimselere büyük mükâfat vardır. Emredildikleri tarzda harcamaları sebebiyle büyük ecir vardır. Fethürrahman adlı eserde şöyle dendi: ”Burada Hazret-i Osman'a işaret vardır. Dünya durdukça âyetin hükmü de devam etmekte ve bu gibi şeylere teşvik etmektedir." 8Peygamber sizi, Rabbinize iman etmeye çağırdığı halde niçin Allah'a inanmıyorsunuz? Allah'a iman etmeyişinizin gerçek sebebi nedir? Bu, inanılacak şey kesin olduğu halde, inanmama sebebini inkâr için gelmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sizi imana çağırdığı, deliller ve mucizelerle sizi uyardığı halde iman etmemekteki mazeretiniz nedir? Delilsiz davet bir fayda sağlamaz. Şayet bir kimse delil getirmeyen bir davetçinin çağrısına uymazsa kınama ve azarlanmayı hak etmez. Halbuki O, sizden kesin söz almıştı. ”Mîsak", yemin ve sözle sağlamlaştırman akit, demektir. Mevsîk bundan türeme isimdir. Yani Allah sizden, peygamber sizi imana çağırmadan önce iman edeceğinize dair söz almıştı. Bu söz alma işi, imana götüren dellileri ortaya koymak ve düşünme kabiliyeti vermek tarzındaydı. Bazı âlimlere göre ise bu söz alma, Cenab-ı Hak'kın, insanları küçük karınca gibi zerreler halinde Âdem (aleyhisselâm)'in sulbünden çıkardığı ve: ”Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dediği günde olmuştur. Şayet inanıcı iseniz. Hangi gerekçe ile inanmış olursanız olun. Zira inanma gerekçesinin ötesinde başka gerekçe yoktur. Aynü'l-Meânîdz şöyle dendi: ”Şayet verdiğiniz sözü tasdik edici iseniz." Fethü'rrahman'da ise: ”Şayet başladığınız durumda iseniz?" şeklinde tefsir edildi. 9Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indiren O'dur. Cebrail vasıtasıyla kulu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, emir-nehiy, haram-helâl konusunda apaçık âyetler gönderdi ki: Ey Muhammed ümmeti veya ey kullar! Allah, bu âyetler vasıtasıyla sizi, küfür, şirk, şüphe ve cehalet karanlıklarından iman, tevhid, yakîn ve ilim aydınlığına çıkarır. Doğrusu Allah, size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir. Zira önünüze aklî deliller koyduktan sonra ayrıca da peygamber gönderip, âyetler indirerek sizi iki cihan mutluluğuna erdirmektedir. Bilginlerden birisi şöyle dedi: ”Allah, vahiy nurunu yaymakla çok şefkatli, beşerî nefs karanlığını yok etmekle pek merhametlidir." 10Göklerin ve yerin mirası Allah'ın olduğu halde, Allah yolunda niçin sarfetmiyorsunuz? Gösterdiği yerlere sarfetmede siz O'nun vekili olduğunuz halde, gerçekte Allah'ın olan malı, O'nun rızasını kazanmak için sarfetmenize engel nedir? Bazıları, ”Allah yolunda" sözünü ”Allah için" diye tefsir ettiler. Evet bu mallardan size bir şey kalmayacağı, yaratıklar yok olunca her şey Allah'a kalacağı halde, size ne oluyor ki Allah yolunda harcamıyorsunuz? Durum böyle olunca, ilerde karşılığı ele geçecek tarzda bu malları harcamak, elde tutmaktan daha hayırlıdır. Aksi halde zaten bedava ve faydasız şekilde elinizden çıkacaktır. Râğıb şöyle dedi: ”Neticede her şey kendisine döneceği için Allah kendisini vâris olarak niteledi." Ebu'l-Leys de şöyle dedi: ”Âyette miras kelimesi zikredildi. Çünkü Araplar biliyordu ki, kişinin terk ettiği şey miras olur. Allah da onlara, aralarında kullandıkları ifade ile hitap etti." Ey müminler topluluğu! İçinizde fetihten önce harcayan ve savaşan kimseler daha sonra harcayıp savaşanlarla bir değildir. Rivayet edildi ki, sahabeden bir cemaat bol miktarda sadaka verdi. Öyle ki, insanlar onlar hakkında şöyle dediler: ”Bunların sevabı daha önce Allah yolunda harcayan herkesin sevabından daha fazladır." Bunun üzerine, Mekke fethinden önce yapılan harcamaların daha faziletli olduğunu açıklamak üzere bu âyet nazil oldu. Çünkü Mekke fethi, hicret gereğini ortadan kaldırdı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu konuda şöyle buyurdular: ”Mekke fethinden sonra hicret yoktur. Ancak cihad ve niyet vardır." Cumhura göre fetihten maksat, Mekke fethidir. Şa'bî'ye göre ise fetihten maksat Hudeybiye anlaşmasıdır. Fetih sûresinin tefsirinde de geçtiği gibi, bu anlaşma da bir fetihtir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sancağı altında düşmanla savaşanlar da böyledir. Yani fetihten önce infak edip savaşanlarla, fetihten sonra infak edip savaşanlar sevap yönünden bir değildir. Berikilerin derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlarmkinden daha üstündür. Yani fetihten önce infak edip savaşanlar, İslâm'a ilk giren ensâr ve muhacirlerdir. Onların Allah katındaki değerleri daha yücedir. Derecenin yüceliği, sahibinin de yüceliği demektir. ”Derece", rütbe ve tabaka demektir. Çoğulu ”derecât"dır. Şayet derece, basamak manasına kullanılır ise o zaman çoğulu ”derec" gelir. Fetihten öncekilerin üstün olmaları, İslâm'ın izzet, Müslümanların ise güç kazanmalarından önce savaşmış ve mal harcamış olmalarından, yani malla, canla yardıma son derece ihtiyaç duyulan bir sırada bu fedakârlıkları yapmış olmalarındandır. Fetihten sonra fedakârlıkta bulunanlar ise. İslâm'ın güçlenip, insanların akın akın ona girmesinden, malla, canla savaşma ihtiyacının azalmasından sonra bunu yapmışlardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) öncekilerin üstünlüğünü şöyle açıklamıştır: ”Sizden biriniz Uhud Dağı kadar altın tasadduk etse, onların (ilk Müslümanların) infak ettiği bir müd (832 gr.) hatta yarım müd sadaka sevabını alamaz." Kamus'da denildi ki: ”Müd: Bir ölçektir ki, iki veya bir onda üç rıtl, veya normal bir insanın bir avuç dolusu ağırlığıdır. Eli uzatmak (med)tan dolayı bu ölçeğe müd denmiştir." Allah hepsine de en güzel olanı (cenneti) vadetmiştir. İki guruptan her birine sevap yani cennet vadetmiştir. Sadece ilklere değil... Fakat cennetteki dereceler farklıdır. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Açığım da gizlisini de bilir ve O'na göre size karşılık verir. Münasebât adlı eserde şöyle dendi: ”Amellerin değeri ancak niyetlere bağlı olduğu için üstünlüğün takdiri de ancak ilimle olur. Allah burada iyi niyete teşvik ve kusurdan sakındırmak için ”yaptıklarınızdan, yani zaman içerisinde yapmakta olduklarınızdan haberdardır" buyurdu. O, her zaman yapmakta olduğunuz şeylerin içini dışını en iyi şekilde bilir ve niyetlere karşılık verir. Kelbî şöyle dedi: ”Bu âyet, Ebû Bekir Sıddîk (radıyallahü anh) hakkında inmiştir. Burada, Ebû Bekir'in üstünlüğü ve önceliği konusunda açık ve seçik bir işaret vardır. Çünkü o, ilk Müslüman olan kişidir." Rivayet edildiğine göre Ebû Umâme, Amr bin Abese'ye şöyle dedi: ”İlk dört Müslümanlardan birisi olduğunu neye göre söylüyorsun?" Amr şöyle cevap verdi: ”Ben insanları sapıklık üzere görüyor, putları bir şeye değer bulmuyordum. Mekke haberlerinden söz eden bir adamı işitince hayvanıma binip onun yanına vardım. O'na: 'Sen kimsin?' dedim. 'Peygamberim.' dedi. 'Peygamber ne demektir?' diye sordum. Cevaben: 'Allah'ın elçisi demektir,' dedi. 'Peki Allah seni niçin gönderdi?' dediğimde, 'Allah'ı bir tanıyıp, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamak, putları kırmak ve akrabalarla ilgilenmek için,' dedi. Ben: 'Bu konuda seninle birlikte kimler var?' dedim. O da: 'Bir hür, bir de köle var,' dedi. Baktım ki yanında Ebû Bekir ve Bilâl var. O zaman ben de İslâm'a girdim ve kendimi dördüncü Müslüman gördüm ”(6) Abdullah İbn Mes'ûd'dan rivayet edildiğine göre, Müslümanlığını ilân eden ilk kimse Hazret-i Ebû Bekir idi. İbn Mes'ûd şöyle dedi: ”Müslümanlıklarını ilk açıklayanlar şunlardır: Hazret-i Peygamber, Ebû Bekir, Ammâr, annesi Sümeyye, Suhayb, Bilâl ve Mikdâd. Hazret-i Ebû Bekir, İslâm için ilk savaşan, nerede ise ölecek derecede darbe yiyinceye dek kâfirlerle zıtlaşan kişidir." 11Kim Allah'a güzel bir ödünç verecek olursa, Allah da onun karşılığını kat kat verir. ”İkraz", gerçekte bedelini almak üzere bir malı vermektir. Harcamada halisane davranmaktır. Yani en değerli malı ve en faydalı yönü araştırmak ve inalı, Allah için vermektir. Buna göre mana şöyledir: Kim malını, karşılığını Allah'tan umarak Allah yolunda harcarsa, bir nevi Allah'a borç vermiş kimse gibidir. "Karz"dan maksat, sadakadır da denmiştir. Başka bir yorum da şudur: Aslında karz, ”karaza's-sevbe bil mikraz" yani elbiseyi makasla kesti sözünde olduğu gibi kesmek demektir. Daha sonra kişinin, mallarından kesip ayırdığı ve karşılığını iade etmek şartıyla ayn olarak verdiği şeye ”karz" denmiştir. Mana şöyledir: Allah'a kim güzel yani helâl ve temiz bir mal verir? Zira Allah sadece temiz ve helâli kabul eder. Kim Allah'a ödünç verirse Allah ona lütuf olarak kat kat verir. Ayrıca ona değerli bir mükâfat da vardır. Kendisine kat kat verilen bu karşılığa ilâve olarak verilen bu ”değerli mükâfat", bizzat çok güzel ve çok değerlidir. Kat kat olmasa bile yarışmaya değer. Bir de kat kat olunca ne kadar yarışmaya değer olduğunu siz düşünün. Rivayet edildi ki, bu konuda âyet nazil olunca Ebû Dahdah, sahip olduğu bütün malların yarısını Allah yolunda sarf etti. Öyle ki, altıyüz hurma ağacı olan bahçesini bile tasadduk etti. Sonra hanımı Ümmü'd-Dahdâh'a gelip:"Ben Rabbimc biat ettim ve bahçemi tasadduk ettim" deyince o da: ”Çok kârlı bir alış veriş,"dedi. Rasûlüllah da şöyle buyurdu: ”Ebû Dahdah için cennette nice iri salkımlar vardır. ”(7) Âlimlerden birisi şöyle dedi: ”Allah onlardan ödünç istedi. Şayet onlarda kişilik olsaydı, Allah istemeden, değil malı kendilerini bile verirlerdi. Çünkü kul ve sahip olduğu her şey Mevlâsınındır. Bu gölge varlığı feda ederlerse Allah katında hakiki varlığı elde ederler. Böyle yapan kimse için. Allaha doğru yol alması ve onun yüce kapısının eşiğine yönelmesi nisbetinde mükâfat vardır." 12Mü'min erkeklerle mü'min kadınları, önlerinden ve sağlarından nurları koşarken gördüğün gün... Onları, kıyamet günü sırat üzerinde iman ve itaat nurları koşarken gödüğün anı hatırla. "Say", koşma ile yürüme arasındaki gidiştir. İyi veya kötü işteki ciddiyeti ifade için de kullanılır. Fakat daha ziyade güzel işler için kullanılır. ”Eymân", organ manasındaki yemin'in çoğuludur. Maksat sağ taraftır. ”Beyne", sa'y'ın zarfıdır. Ebu'l-Leys şöyle dedi: ”Nûr önlerinde, sağlarında ve sollarında olur. Fakat sol zikredilmedi." Fethu'rrahman da şöyle denilmektedir: ”Cenab-ı Hak özellikle 'önlerini' zikretti. Çünkü insanın, ışığa muhtaç olduğu yön, ön taraftır. Sağ tarafı da değer vermek için özellikle zikretti. Ön ve sağın zikredilmesiyle bütün yönler zikredilmiş oldu." Keşfu'l-Esrârâa ise şöyle dendi: ”Cennet yolu sağdadır ve mü'minlerin istikametidir. Cehennem yolu ise soldadır ve cehennemliklerin yoludur. Hadisi şerifte şöyle buyrulmaktadır: ”Ben havzımın (havz-ı kevser) başında iken : 'Bu tarafa gelin,' diye çağırırım. Bir takım insanlar sol tarafa doğru yönelirler ve benden uzaklaşırlar. Ben yine: 'Bu tarafa gelin,' diye çağırırım. Fakat denilir ki: 'Bunlar senden sonra dinde neler icad ettiler sen bilmezsin.' Ben de: 'Helak olsunlar,' derim. 'Bugün müjdeniz, zemininden ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacağınız cennetlerdir' (denilir.) Müslüman erkek ve kadınlarla karşılaşan melekler şöyle derler: ”Bugün müjdelendiğiniz şey cennettir, veya müjdeniz, cennete girmektir." Belirtilen nûr ve müjde, ebedî cennetlerle birliktedir. İşte büyük kurtuluş budur. Bütün istediklerini elde ettikleri için bundan öte bir hedef yoktur. 13Münafık erkek ve kadınlar mü'minlere: İnanılması gereken şeylere tam manasıyla inanan mü'minlere: 'Bizi bekleyin, derler. Bu sözü: Kendileri yaya, mü'minler ise şimşek gibi kendilerini cennete uçuran binekler üzerinde onları geçince söylerler. Yahut da mana: ”Bize bakın," demektir. Çünkü mü'minler münafıklara bakarlarsa, yüzleriyle onlara dönmüş olacaklarından münafıklar onların yüzündeki nurla aydınlanmış olacaklardır. Hamza ”Enzırûnâ" şeklinde okudu. O takdirde ”Bize mühlet verin," demek olur. Çünkü münafıkların onlara yetişmeleri için mü'minlerin yavaş gitmeleri bir bakıma mühlet verme demektir. Nurunuzdan faydalanalım', aydınlanalım ve o aydınlık içinde sizinle birlikte yürüyelim dedikleri gün... ”İktibas"; çıra gibi, tutuşturmak maksadıyla büyük ateş kütlesinden bir ateş parçası almak demektir. Râğıb şöyle dedi: ”Kabes: Alınan bir parça alev, iktibas da bu alevi istemek demektir. İstiare yoluyla, ilim ve hidayet isteme manasına da kullanılır." Bazıları da şöyle dedi: ”Nâr ve nûr aynı kökten gelmektedir. Görmeye yardımcı olan yaygın ışık demektir. Ekseriya aynı manaya gelirler. Ancak nâr (ateş), dünyada ihtiyaç duyanlar için, nûr ise hem dünyada hem âhirette herkes için gereklidir. Bundan dolayı ”nûr" için iktibas (ışık talebi) tabiri kullanıldı. ”Nurunuzdan faydalanalım" sözü için: ”Nurunuzdan bir alev ve çerağ alalım," yorumu da yapıldı." Denildi ki: ”Allah amelleri nisbetinde mü'minlere sırattan geçebilecekleri bir nûr, münafıklara da kendilerini aldatmak için bir nûr verir. Şu âyet bunu ifade etmektedir: 'Halbuki Allah onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir.' (Nisa: 142) Onlar aydınlık içinde yürürlerken Allah onlara bir karanlık ve rüzgâr gönderip münafıkların ışıklarını söndürecektir. Şu âyet bunu belirtmektedir: ”...O gün Allah, peygamberi ve iman edip onunla beraber olanları utandırmaz. Onların nurları, önlerinden ve yanlarından koşar da: 'Ey Rabbimiz! Nurumuzu tamamla, bizi bağışla...' derler." (Tahrîm:8) Mü'minler bunu, münafıkların nuru söndürüldüğü gibi kendilerinin nuru da söndürülür korkusuyla söylerler. Kelbî şöyle dedi: ”Münafıklar mü'minlerin nurundan istifade etmek isterler. Fakat edemezler. Mü'minler onları geride bırakınca karanlık içinde kalırlar ve onlara: 'Bizi bekleyin. Nurunuzdan faydalanalım' derler." Onlara: 'Ardınıza dönün de ışık arayın,' denilir. ”Arasât meydanına dönün de ışık isteyin. Zira ışık oradan elde edilir." Veya ”dünyaya dönün de iman ve sâlih amellerle nûr arayın," denilir. Rivayet edildiğine göre, Ebû Ümâme el-Bâhilî şöyle dedi: ”Kullar kıyamet günü sıratın yanında iken onları birden karanlık kaplar. Sonra Allah, nuru kulları arasında taksim eder. Mü'minlere verir de kâfir ve münafıklar mahrum kalırlar. Âmâ, görenin nurundan istifade edemediği gibi, münafık ve kâfir de müminin nurundan faydalanamaz. Bunun üzerine mü'minlere: 'Bizi bekleyin. Nurunuzdan faydalanalım' derler. Mü'minler de şöyle cevap verirler: 'Ardınıza dönün de ışık arayın.' Dönerler fakat bir şey bulamazlar. Çünkü aralarına bir sur çekilmiştir"(9) 9- Bu haberi, İbn Kesîr tefsirinde daha geniş zikretmiş (3/449) ve İbn Ebû Hâtim'in tahric ettiği söylenmiştir. Âyetin anlamı şöyle de olabilir: Eli boş olarak dönün, bizden uzaklasın ve başka nûr arayın. Mü'minler, arkalarında nûr olmadığını bildikleri halde sırf onları hüsrana düşürmek için böyle söylerler. Yahut da onlara hakaret olsun diye arkalarındaki zifiri karanlığı aydınlık olarak ifade ederler. Nihayet onların arasına, kapısının içinde rahmet, dışında azap olan bir sur çekilir. Yani müminlerle münafıklar topluluğu arasına bir sur çekilir. Sur yapma işi, el ve âletlere ihtiyaç duyuğu için ”darp" ifadesi kullanıldı. Nitekim çekiçlerle, kazıklarla vurmayı gerektirdiğinden çadır kurma işine de ”darbu'l-hayme" denildi. ”Sur": Cennet ve cehennem arasındaki duvardır. Şehrin surları demek, şehri kuşatan duvarlar demektir. Bazıları ise şöyle dedi: ”O, cennetliklerle cehennemlikler arasında bir duvardır. Orada A'râf halkı bulunur, cennet ve cehennem halkına bakarlar. Orası ölümün boğazlandığı yerdir. İki taraf halkı da onu görür." Bu surun bir kapısı vardır ki oradan mü'minler girer. Aralarındaki bu sur, ikinci durumda yani cennete girmelerinden sonra olur. Yoksa daha önce olmaz. Kapının veya surun içi, cennet tarafına baktığı için rahmettir. Dışı ise cehennem tarafına baktığından azaptır. Âlimlerden biri şöyle dedi: ”Bu sur, Beyt-i Makdis'in doğu surudur. İçinde mescidi vardır ki o rahmettir. Dış tarafı ise azaptır. Oraya cehennem vadisi denir. Beyt-i Makdis'teki rahmet kapısı olarak adlandırılan kapı hakkında Ka'b şöyle derdi: Burası: Cenab-ı Hak'kın, 'Kapısının içinde rahmet, dışında azap olan bir sur çekilir' buyurduğu kapıdır. Yani cehennem vadisi olarak bilinen yer surun yeridir." İbn Atıyye ise: ”Sur hakkındaki bu görüş doğruluktan uzaktır. Aslında surdan maksat A'râftır," demektedir. Ben fakir ise diyorum ki: İşareti bilen kimse için bu görüş doğruluktan uzak değildir. Rivayete göre Ubâde, Beytü'l-Makdis'in doğudaki sûru üzerine çıktı ve ağladı. Birisi ona: ”Seni ağlatan nedir, ey Ebu'l-velîd?" deyince şu cevabı verdi: ”Rasûlüllah bize burada cehennemi gördüğünü haber verdi." Hadisi şerifte şöyle buyruldu: ”Beyt-i Makdis, mahşer (toplanma) ve menşer (dağılma) yeridir." (10) Cehennem vadisi olarak bilinen yerin bizzat a'râf surunun yeri olması mümkündür. Fakat bu sadece Allah'ın bileceği tarzda olur. Çünkü kıyamet günü yeryüzü başka bir yeryüzü olacaktır. İbadet yerlerinin cennete katılacağı bir gerçektir. Buna göre Mescid-i Aksâ'nın cennetten, dışının cehennemden olması ve aralarında da bir surun bulunması uzak bir görüş değildir. 10- Hadisi, İbn Mâce ve Taberânî rivayet etmiştir. Hadisin tamamı şöyledir: ”Oraya gidin, orada namaz kılın. Zira oradaki bir namaz, başka bir yerdeki bin namaz gibidir ”Bkz Fethu'l-Kebîr, 2/9. 14Münafıklar onlara: 'Biz sizinle beraber değil miydik?' diye seslenirler. Sanki, ”Onlar sur çekildikten ve azabı gördükten sonra ne yaparlar?" sorusu soruldu da cevaben şöyle denildi: Münafıklar surun gerisinden mü'minlere: ”Dünyada biz sizinle beraber değil miydik," diye seslenirler. Bununla namaz, oruç, nikâh ve miras gibi aşikâr olan işlerde mü'minlerie beraber olduklarını belirtmek istiyorlardı. Mü'minler de derler ki: 'Evet ama siz kendinizi mahvettiniz. Münafıklık sebebiyle kendinizi mahvu perişan ettiniz. Fitnenin nefse nisbet edilmesi, meyil ve şehvetin nisbet edilmesi manasınadır. ”Şeytan sizi fitneye düşürmesin..." (A'râf:27) âyetinde şeytana nisbet edilmesi ise, vesvesenin nisbet edilmesi anlamındadır. ”Allah buyurdu: 'Senden sonra biz kavmini fitneye düşürdük..:" (Tâhâ:85) âyetinde, fitnenin Allah'a nisbet edilmesi de, yaratmanın O'na nisbet edilmesi manasınadır. Zira sapıklığı yaratmak onlar için bir fitnedir. (Mü'minleri) gözlediniz, yani mü'minlerin felâketini gözlediniz. ”Terabbus" gözlemek, beklemek demektir. Mukâtil şöyle dedi: ”Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i gözlediniz ve: 'O pek yakında ölür, biz de ondan kurtuluruz,' dediniz. Bu kötü bir vasıftır. Çünkü hak ve hayır vasıta ve aracılarının ölümünü istemek en büyük kabahat ve suçlardandır. Haddizatında kendilerinden istifade edilmek, sohbetlerinden yararlanılmak için onların uzun ömürlü olmaları arzu edilmelidir." Şüpheye düştünüz. Din, peygamberlik veya kıyamet günü hakkında şüpheye düştünüz. Ve kuruntular sizi aldattı. ”Emânî" boş şeyler demektir. İslâm'ın durumunun kötüye gitmesini istemek de bu boş şeylerdendir. Aynü'l-Meâni'de şöyle dendi: ”Şeytanın hileleri sizi aldattı." Ebû'l-Leys ise, dünyanın bâtıl şeyleri sizi aldattı, diye tefsir etti. O çok aldatan (şeytan) sizi Allah hakkında bile şaşırttı. Şeytan sizi, kerim olan Allah hakkında: ”O, cömerttir, bağışlayandır, azap etmez" diyerek aldatır. Katâde şöyle dedi: ”Allah, kendilerini cehenneme alıncaya dek şeytanın aldatması altındadırlar." Müfredatta şöyle dendi: ”Şeytan, şehvet, mal ve makam gibi insanı aldatan her şeye ”ğarûr" denir. Burada ise şeytan diye yorumlandı. Zira şeytan, dünya ile aldatanların en kötüsüdür. Dünya aldatır, zarar verir, sonra da geçer gider" denilmiştir. Nihayet Allah'ın emri ölüm gelip çattı. 15Bugün sizden ve inkâr edenlerden fidye kabul edilmez. Ey münafıklar! Sizden, azabı defetmek için vereceğiniz herhangi bir fidye kabul edilmez. Fidâ, insanın mal ve can gibi, harcadığı şeylerle musibetten korunması demektir. Yani, sizden ne bir diyet ve ne de yerinize bir başkası kabul edilir. Açıkça ve gizlice kâfir olanlardan da kabul edilmez. Burada insanların üç kısım olduğuna işaret vardır: İçiyle dışıyla hâlis mü'min, dışıyla mü'min içiyle mü'min olmayan münafık, içiyle ve dışıyla kâfir olan., Varacağınız yer ateştir. Dönüş yeriniz orasıdır. Asla başka yere döndürülmezsiniz. Size yaraşan odur. İşlediğiniz geçmiş günahlar sebebiyle bu ateş, efendinin kölesi üzerindeki tasarrufu gibi sizin üzerinizde tasarruf yapıyor. Yahut da, o size en münasiptir. ”Mevlâ", fazla harflerin hazfiyle ”evlâ" kelimesinden türemedir. Gerçek anlam şudur: Bu yer, sizin için, en münâsip yer, denilen yerinizdir. Veya siz, ateşi gerektiren şeylere dünyada nasıl hükmediyor idiyseniz bu ateş de size bugün öyle hükmetmektedir. Cehennem ne kötü dönüş yeridir! 16İman edenlerin, Allah'ı anma ve O'ndan inen gerçek sebebiyle kalplerinin huşu içinde olma zamanı daha gelmedi mi? ”Enâ" fiili, bir şeyin vakti geldi, yaklaştı anlamınadır. ”Huşu" ise, boyun eğmek, yumuşamak demektir. Buna göre âyetin manası: Kalplerinin, Allah'ın zikri için yumuşayacağı, onunla tatmin olacağı, gevşeklik göstermeksizin, süratle emirlerine uyup, yasaklarından kaçınacakları vakit henüz gelmedi mi? Âlimlerden birisi şöyle dedi: ”Şayet burada 'zikir'den maksat Kur'an-ı Kerim değilse anlam şöyle olur: 'Allah anıldığı zaman kalplerinin incelip yumuşama vakti gelmedi mi?' Çünkü Allah'ı zikretmek, kalplerin yumuşaması için bir sebeptir. 'O'ndan inen gerçek', Kur'an-ı Kerim'dir. Kur'an için huşu: Tam olarak O'nun emir ve yasaklarına riayet etmek, içindeki hükümleri yerine getirmek için çabalamaktır. Daha önce zikredilen ve bundan sonra da zikredilecek olan Allah yolunda harcama emri de bu Kur'an hükümlerindendir." Rivayete göre: Mü'minler Mekke döneminde daha gayretliydiler. Medine'ye hicret ettiklerinde rızık ve nimetlere kavuştular ve kalbî hassasiyetlerini biraz kaybettiler. Âyet bunun üzerine nazil oldu. İbn Mes'ûd'dan şöyle rivayet edildi: ”Müslüman olmamızla bu âyetle azarlanmamız arasından sadece dört yıl geçmişti." İbn Abbas (radıyallahü anh)'tan da şöyle nakledildi: ”Allah mü'minlerin gönüllerini biraz yavaşlamış buldu da, Kur'an'ın inmeye başlamasından on üç sene sonra onları kınadı." Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) ise şöyle dedi: ”Onlar Kur'an'ı sizden daha az okudukları halde Allah onların kalplerini gerilemiş buldu. Siz Kur'an'ı çok okumanıza rağmen aranızda ortaya çıkan günahlara bir bakın da halinizi görün." Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Maksat, kendilerinden kötü şeyler nakledilen Yahudi ve Hıristiyanlar gibi olmaktan sakmdırmaktır. Onların üzerlerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlarla peygamberleri arasında zamanlar, ömürler ve emeller geçti de kendilerine katılık ve duygusuzluk hakim oldu. Tevrat ve İncil'i okuyup dinlediklerinde hasıl olan korku kayboldu. Kalpleri taş gibi hatta daha da katılaştı. ”Kasvet", kalp katılığıdır. Şehvetlere uymakla meydana gelir. Çünkü şehvetle saflık, temizlik bir arada olmaz. Onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir. Dinlerinin hududundan çıkmış, fazla kasvet ve katılık sebebiyle kitaplarındaki şeyleri tümüyle reddetmişlerdir. Buradan da anlaşılıyor ki, işin başında itaat ve huşu olmazsa sonunda bu hal, yoldan çıkmaya götürmektedir. Rivayet edildiğine göre, İsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: ”Allah'ı zikir dışında fazla söz söylemeyin, aksi halde kalpleriniz katılaşır. Çünkü katı kalp Allah'tan uzaktır. Kendinizi efendiler yerine koyup kulların günahlarını gözetmek yerine, kullar yerine koyup kendi günahlarınıza bakın. İnsanlar, hastalar ve sağlıklılar olarak iki kısımdır. Sıkıntılı olanlara acıyın, sıhhatten ötürü de Allah'a hamdedin. ” 17Bilin ki Allah, ölümünden sonra yeryüzünü diriltiyor. Katılıktan sakındırmak, itaata teşvik etmek için, katı kalpleri, zikir ve Kur'an okumakla diriltme, ölü toprağı yağmurla diriltmeye benzetilmiştir. Akledersiniz diye gerçekten size delilleri açıkladık. İçindekileri düşünüp, gereğince amel eder ve iki cihan saadetine erersiniz diye size bu dellileri açıkladık. Zikredilen bu âyetler de bu delillerdendir. 18Doğrusu sadaka veren erkek ve kadınlara ve Allah'a güzel bir ödünç verenlere (mükâfatları) kat kat artırılır ve onlara değerli bir mükâfat vardır. Karz-ı Hasen (güzel borç), hoş olan şeyi, sadakaya müstehak olan kimseye iyi niyet ve gönül hoşluğuyla vermektir. Buradan da anlaşıldığı gibi, makbul olan, samimiyetle verilen sadakadır. Âyette tekrar yoktur. Çünkü Allah'a güzel bir ödünç verenler ifadesiyle sadaka veren erkek ve kadınlar ifadesi aynı şey değildir. Sadaka vermek mutlak, ödünç vermek ise ihlâsla mukayyeddir. Hadisi şerifte şöyle buyruldu: ”Ey kadınlar topluluğu! Sadaka verin ve çok tevbe edin. Zira ben cehennemliklerin çoğunu sizden görüyorum. ” (11) Bu hadiste kadınların sadaka vermeye daha muhtaç olduklarına işaret vardır. 11- Bu, Müslim, İbn Mâce, Ahmed b. Hanbel ve Tirmizî'nin rivayet ettiği uzunca hadisin bir bölümüdür. Bkz. Fethu'l-Kebîr, 3/403. Müslim, Câbir (radıyallahü anh)'in şöyle dediğini rivayet etti: ”Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le birlikte bayram namazı kıldım. Ezansız ve kametsiz olarak hutbeden önce namaza başladı. Sonra Bilâl'e dayanarak doğruldu. Allah'tan korkmayı emretti. O'na itaate teşvik etti. Erkeklere va'zu nasihat ettikten sonra kadınlara da va'zu nasihat etti ve şöyle dedi: 'Sadaka verin. Zira çoğunuz cehennem odunusunuz.' Kadının birisi: 'Neden, Ya Rasûlallah?' deyince, Efendimiz: 'Zira siz çok lanet ediyor ve kocalarınıza nankörlük yapıyorsunuz.' Bunun üzerine zinetlerini, sadaka olarak Bilâl'in sergisi içine koymaya başladılar. Öyle ki, büyük bir miktar toplandı. Rasûlüllah onları fakir Müslümanlara dağıttı." (12) 12- Hadisin aslı Buhârî ve Müslim'dedir. Bu, Müslim'in rivayetinden bir kısmıdır. Sadakanın sevabı onlara kat kat verilir. Ayrıca onlara, memnuniyet ve ilgi duyulan değerli bir mükâfat vardır. 19Allah'a ve peygamberlerine inananlar (var ya), onlar Rableri katında sözü-özü doğru olanlar ve şehitlik mertebesine erenlerdir. Onlar, yüce mevki ve mertebe sahibi olmakla meşhur sıddîkler ve şehitler makamındadırlar. Onlar tasdikte öne geçen ve Allah yolunda şehit olanlardır. Fethu'rrahman'da şöyle dendi: ”Sıddîk, çok doğru söyleyen kişinin sıfatıdır. Bunlar bu ümmetten sekiz kişidirler ve zamanlarında İslâm'a ilk girenlerdir: Ebû Bekir, Ali, Zeyd, Osman, Talha, Zübeyr, Sa'd ve Hamza, dokuzuncuları ise Ömer b. Hattab'dır. Her ne kadar Ömer kırkıncı Müslümansa da, malum samimiyeti sebebiyle Allah onu da bunlar arasına kattı." Denildi ki, şehitlerin de üç derecesi vardır: Birincisi: Düşmana karşı savaşırken şehit olan ki, bunun derecesi en yüksektir. İkincisi: Abdestli iken ölen, cuma gün ve gecesinde ölen, doğum yaparken ölen, gurbette ölen, karın ağrısından, taun hastalığından, yıkıntı altında kalmaktan dolayı ölen, yangın ve boğulma sebebiyle ölen kimseler gibi musibet ve belâ sebebiyle ölenler. Üçüncüsü: Bu âyette genel olarak söylenen mü'minler. Büyüklerden biri şöyle dedi: ”Âyetin manası şudur: Onlar, Allah ve peygamberlerinin haber verdiği her şeye inanıp, tasdik etmede ileri giden, Allah'ın birliğine şehadet eden, kıyamet günü ümmetlerin imanla lehinde veya aleyhinde tanıklık eden kimselerdir." Onların ücretleri ve nurları vardır. Kendileri için vadedilen ücret ve nûr vardır. Büyüklerden biri şöyle dedi: ”Ücret, ancak kazanma yoluyla elde edilir. Kazanç dışında Hak teâlâ'nın sana verdiği ise nûr ve hediyedir. Ona ücret denmez. Bundan dolayı: ”Onların ücretleri ve nurları vardır" dendi. Çünkü ücretleri, kazandıkları şeyler; nurları da Allah'ın kendilerine bu kazançtan dolayı hibe ettiğidir. Böylece ücret müstakil olmamakta ikramla bir arada bulunmaktadır. Ücrette hak etme durumu vardır. Önceki bir amelin kula verilen karşılığıdır. Ecir, ancak nurla beraber olduğu zaman tamam olur. Bu, nerede olursa olsun ilâhî yardımın kulla beraber olması için böyledir. Kulun ücretli (ecir) olarak isimlendirilmesi de işaret etmektedir ki, itaat ve kendinden sadır olan fiillerde kulun da bir payı vardır. Ücret de bu paydan dolayıdır. inkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennemlik olanlardır. Bu kötü sıfatlarla sıfatlanmış olanlar, hiç ayrılmamak üzere cehennemde kalacaklardır. Bu da gösteriyor ki, ebedî cehennemde kalmak sadece kâfirlere hastır. ”Ashâhu'l-cahîm" yani cehennem ehli tabiri bunu ifade etmektedir. Çünkü sohbet (beraberlik) ifadesi, örfe göre devamlılık ifade eder. Küfürden maksat, Allah'ı inkâr etmektir. Bu Allah'a iman etmenin karşıtıdır. ”Âyetleri yalanlamak"tmı murad ise, peygamberlerin ellerindeki ilâhî âyetleri yalanlamaktır. Bu âyetleri yalanlamak, peygamberleri yalanlamak demektir. Bu da imanın ve peygamberleri tasdik etmenin karşıtıdır. Bu âyette onların iki kötü sıfatla sıfatlanması vardır. Onlar ise, inkâr ve yalanlamaktır. 20Bilin ki, dünya hayatı... Maksat dünya yurdundaki hayattır. Ölümden önceki her şey ”dünya" dır. Ölümden sonraki her şey de ”âhiret"ûv. Ancak bir oyun, yani boş yere oyuncunun kendini yorduğu gibi, sizin de kendinizi yorduğunuz boş bir amel, oyalanma âhiret amellerinden sizi alıkoyan ve nefislerinizi oyaladığınız değersiz şeyler, bir süs, kendileriyle süslendiğiniz binek ve elbise gibi şeyler, aranızda bir öğünme soy-sop gibi şeylerle çalım satma... ”Fahr", mal ve makam gibi, insanın dışındaki şeylerle öğünme demektir. Müfredatta belirtildiğine göre, her değerli şeye ”fâhir" denir. Ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir. Yani âlet edevatlarla malları ve çocukları çoğaltmadır. Dendi ki, dünya hayatı çocukların oyunu gibi bir oyun, kadınların süsü gibi bir süs, akranların övünmesi gibi bir övünme, tüccarların biriktirmesi gibi bir biriktirmeden ibarettir. Hazret-i Ali, Ammar'a şöyle dedi: ”Dünya için gam çekme. Çünkü dünya altı şeyden ibarettir: Yenilen, içilen, giyilen, koklanan, binilen, nikâhlanılan şeyler... En değerli yiyeceği baldır. O, bir sinek tükrüğüdür. En değerli içeceği sudur. Onda bütün canlılar ortaktır. En değerli giyeceği ipektir. Onu da bir böcek örer. En değerli kokusu misktir. O da ceylan kanındandır. En değerli bineği attır. Üstünde insanlar öldürülür. En değerli nikâhlı kadındır. O da sidik yolunda bir sidik yoludur." Hadisi şerifte Efendimiz şöyle buyurdu: ”Dünya ile benim ne ilgim var? Dünya ile benim ilgim bir yolcunun haline benzer ki, o yolcu sıcak bir günde bir ağaç gölgesinde gölgelenir. Sonra orasını terkedip yoluna devam eder." (13) 13- Hadisi, Tirmizî, Zühd kitabında 2387 numaralı hadis olarak tahric etmiş ve sahih saymıştır. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 4/506. Tıpkı bu, bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna giden bir yağmur gibidir. ”Gays" ihtiyaç dayulan yağmur demektir. Sular azalıp kuraklık olduğu zaman insanlar onu isterler. Gays, sadece faydalı yağmur için kullanılır. ”Matar" ise genel manada yağmur demektir. Âyette geçen ”küffâr" çiftçiler demektir. Ezherî'nin dediğine göre Araplar çiftçiye kâfir derler. Çünkü tohumunu toprakla örter. Zaten lügatta küfr, örtmek demektir. Kâfire kâfir denmesi, hakkı bâtılla örtmesinden ötürüdür. İnsanları örttüğü için kabre, kefr denir. Araplar bu manada şunu da söylerler: ”Küfür ehli, kubur ehlidir." Geceye de, cisimleri örttüğü için kâfir denir. Yahut da küffârdan maksat Allah'ı inkâr edenlerdir. Çünkü onlar dünya zinetine çok düşkündürler. Mü'min ise hoş bir şey gördüğü zaman, aklı ona değil de onu yaratanın kudretine takılır ve kudretten hoşlanır. Kâfirin aklı ise, güzel gördüğü şeyin ötesine geçemez de o meyil içinde kaybolur gider. Sonra o bitki kurur da, sen onun sapsarı olduğunu görürsün. Yani yer veya gökten gelen bir musibetle parlak ve yeşil iken kuruyup gider. Güzel ve parlak halinden sonra sen onu sararmış görürsün. ”Sararır" demedi de ”sen onun sapsarı olduğunu görürsün" dedi. Çünkü sararmak kurumakla birlikte olur. Buradaki maksat ise, ayrıca sararmış halde görülmesidir. Nihayet çer çöp olur. Çer çöp diye ifâde ettiğimiz ”hutâm" kelimesi ile ilgili olarak Kâmus'da dendi ki: ”Hatm, kırmak demektir. Veya sadece kuru olan şeyler için kullanılan bir kelimedir." Âyet, dünya işlerinin değersizliğini ifade etmektedir. Değersiz olan dünya işleri, kendileriyle istikbaldeki kurtuluşa enlemeyen işlerdir. Bunların hayalî şeyler olduğu temsil yoluyla anlatılmaktadır. Yani bunların gerçeği yoktur. Hazret-i Ali şöyle demiştir: ”İnsanlar uykudadır. Öldükleri vakit uyanırlar." Dünyanın faydası az, elden çıkması çabuktur. Akıllı kimseler onunla yetinmek, huzur bulmak şöyle dursun, ona meyil bile göstermezler. Bu âyette, zikredilen bitkilerle dünyanın geçici ve faydasız haline temsil getirilmiştir. Aslında dünya hayatının süsü, Allah'ın süsüdür. Fakat bu, niyete göre değişir. Bu süs tabiî olarak sevilir. Şer'an yasak olmamasına rağmen insan o süse bizzat meylederse o, dünyanın süsü olur ve bundan dolayı kınanır. Ama Rabbinin emir ve müsadesiyle yönelirse Allah'ın süsü olur ve bu meyilden dolayı övülür. Çünkü Allah'ın emri ve bu emre bağlı her şey önemlidir. Dünya hayatı ise oyun, oyalanma, süs ve övünmedir. İnsanın böyle şeylerle övünmesi, bunların mahiyetini bilmemesinden dolayıdır. İşte bu, kınanma sebebidir. Âhirette ise çetin bir azap vardır. Dünyaya yönelip de onunla âhireti kazanmayanlar için çetin bir azap vardır. Âyette mağfiret ve rızadan önce azap zikredildi, çünkü azap açıkça belirtilen dünya hallerine dalmanın sonuçlarındandır. Yine orada Allah'ın mağfireti ve rızası vardır. Evet orada, dünyadan yüz çevirip dünyayı âhirete hatta sadece Allah'ın rızasını kazanmaya vasita yapanlar için büyük bir mağfiret ve ölçülemiyecek büyüklükte bir rıza vardır. Burada iyi niyetin faziletine ve mubah olan şeyi ibadete dönüştüreceğine işaret vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçinmeden ibarettir. Dünya hayatı, cam ve çömlek gibi şeylerden yapılan ve çabucak kırılıp dökülen mallar gibidir, însan önce onlara meyleder. Fakat eline alıp da kullanmak isteyince kırılıp yok olur. 21Rabbinizden bir bağışlanmaya, Allah'a ve peygamberlerine inananlar için hazırlanmış olup genişliği gökle yerin genişliği kadar olan cennete koşun. Meydanda rakiplerini geçen yarışçılar gibi, büyük bir mağfirete, tevbe ve sâlih amel gibi mağfiret sebeplerini kazanmaya koşun. Bu mağfiret Allah'ın vadettiği mağfirettir. Yoksa amelin kendisi mağfireti sağlamaz. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), dualarında şöyle derlerdi: ”Allah'ım! Senden mağfiretini sağlayan şeyleri isterim." Yani Allah'ın izniyle, sahibini affettiren şeylere muvaffak kılmanı isterim. Ayrıca genişliği, birbirleriyle bitişik oldukları farzedildiğinde yedi kat gök ve yedi kat yer genişliğinde olan cennete koşun. Cennetin genişliği böyle olursa ya uzunluğu ne kadar olur? Çünkü her şeyin uzunluğu, genişliğinden daha fazladır. Bu cennet, Allah'a ve peygamberlerine inananlar için hazırlanmıştır. Bu da gösteriyor ki, Ehl-i Sünnet'in de dediği gibi cennet, şu anda yaratılmıştır ve mevcuttur. Sadece iman, cennete girebilmek için kâfidir. Çünkü burada iman ile birlikte başka bir şey şart koşulmamışır. Fakat yüksek derecelere ulaşmak, amellerle olmaktadır. Burada bir diğer husus da şudur: Peygamberlerine iman, onların getirdikleri ilâhî kitaplara iman ve bu kitapları gereğine uygun yaşamakla tamam olmaktadır. İşte bu, Allah'ın lütfudur ki, onu dilediğine verir. Yani vaadedilen mağfiret ve cennet Allah'ın lütfudur. Karşılıksız ikramdır. Mutezilenin iddia ettiği gibi zorunlu bir veriş değil, ikram ve ihsan şeklinde bir veriştir. Allah büyük lütuf sahibidir. Bundan dolayı, sonsuz olan böyle bir lütfü dilediğine bahşeder. Bu ifadeden maksat, büyüklerin lütfunun da büyük olduğuna dikkat çekmektir. Ayrıca, cennete ancak Allah'ın lütfuyia girilebileceğine işaret etmektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Dostum Cebrail yanımdan biraz önce çıktı ve söyle dedi: 'Ey Muhammed! Seni hak üzere gönderen Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın kullarından bir kul, etrafı denizle çevrilmiş bir dağ başında beş yüz sene Allah'a ibadet etti. Allah onun için dağın altından tatlı bir su kaynağı ve her gün meyve veren bir nar ağacı çıkardı. Akşam olunca aşağıya iner abdest alır ve bu narı koparıp yer. Sonra namaza durur ve Rabbinden, secde halinde iken canını almasını isterdi. Ayrıca Allah'ın onu secde halinde iken diriltmesi için cesedine toprak veya başka bir şeyin tesir etmemesini de Allah'tan diledi. Cenab-ı Hak da böyle yaptı. Biz inip çıktığımızda ona uğrar ve onu hep secde halinde buluruz.' Cebrail, devamla şöyle dedi: 'Biz Levh-i Mahfuzdan gördük ki, o zat kıyamet günü diriltilip Cenab-ı Hakk'ın huzuruna getirilecek ve Allahü teâlâ onun için şöyle diyecek: Kulumu rahmetimle cennete koyun. O kul da: Ya Rabbi! Amelimle koyun, deyince Allah da şunu söyleyecek: Benim kuluma olan nimetimle, onun amelini mukayese edin. Ölçerler ve sadece göz nimeti, onun beş yüz senelik ibadetinden fazla gelir. Geri kalan nimetlerin karşılığı olacak ibadet bulunmaz. Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurur: Kulumu cehenneme atın. Cehenneme doğru sürüklenir ve kul: Aman Ya Rabbi! Beni rahmetinle cennete koy, diye bağırır. Cenab-ı Hak da: Onu bana getirin, der. Kul, Allah'ın huzuruna getirilir ve Hak teâlâ ona: Sen yokken seni kim yarattı? diye sorar. Kul da: Ya Rabbi! Sen, der. Cenab-ı Hak: Bu yaratma işi Benim rahmetimle mi, yoksa senin amelinle mi oldu? deyince kul: Elbette Senin rahmetinle, der. Hak teâlâ: Peki sana beş yüz sene ibadet etme gücünü kim verdi? diye sorunca, kul: Sen verdin, Ya Rabbi! der. Cenab-ı Hak: Peki seni denizin ortasındaki dağa indiren, tuzlu sudan tatlı su çıkaran ve senede bir defa meyve verdiği halde her gece meyve veren nar ağacını sana bahşeden kimdir? Benden, secdede iken canını almamı istedin. Bütün bunları kim yaptı? deyince, kul: Sen yaptın Ya Rabbi! dedi. Cenab-ı Hak bunun üzerine şöyle buyurdu: Bütün bunlar rahmetim sayesindedir. Yine rahmetimle seni cennete koyuyorum.',m 22Yeryüzünde olan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce o, bir kitapta yazılmış olmasın. "Musibet" atıcılıkta kullanılan bir ifadedir. ”Ok isabet etti" dendiği zaman, hedefe tam olarak vardı, demektir. Sonraları, sıkıntı ve belâ için kullanılır oldu. Yani, karanlık, ekin ve meyvelerdeki âfet gibi yeryüzünde meydana gelen; açlık, düşman tehlikesi, çocuk ölümü, dert ve hastalık gibi kendi başınıza gelen şeylerdir. Nefisleri veya musibetleri yahut da yeryüzünü yaratmadan önce Allah'ın ilminde veya Levh-i Mahfuz'da bütün bunlar yazılı idi. ”el-Ber'ü" yaratmak, ”el-Bâriu"yaratıcı demektir. Rabi' b. Salih el-Eslemî şöyle dedi: ”Said b. Cübeyr'in yanına vardım. Kendisini öldürmek isteyen Haccac'ın yanına getirilmişti. Kavminden bir adam ağlayınca Said:'Niye ağlıyorsun?' dedi. Adam: 'Senin başına gelen şeye ağlıyorum' deyince, Said şöyle seslendi: 'Sakın ağlama, zira bunun olacağı Allah tarafından malumdu. Sen şu âyeti işitmedin mi?: Yeryüzünde olan ve sizin basınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce o, bir kitapta yazılmış olmasın. (15) 15- Bu haberi, İbnü ebi Şeybe, Abd b. Humeyd ve İbnü'l-Münzir Rabi' b. Ebû Salih'ten rivayet etmişlerdir. Suyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr, 6/177. Ravza' adındaki eserde şöyle dendi: ”Haccac ölünce rüyada görüldü ve: 'Allah sana ne yaptı?' dendi. O da: 'Öldürdüğüm her kişiye karşılık bir kere, fakat Said b. Cübeyr'e karşılık yetmiş kere beni öldürdü' dedi." Âyet-i kerime işaret etmektedir ki:Yeryüzünde cereyan eden her olay ve kulların yaptığı her iş, daha meydana gelmeden önce detaylı olarak Levh-i Mahfuz'da yazılıdır. Böylece melekler de delil getirsinler ki, olaylar daha vücuda gelmeden Allah onları biliyor, günah işleyeceklerini bildiği halde onları yaratıyor, rızık ve ümit veriyor. Ve yine onlar Allah'ın hilmini anlasınlar, ayrıca da bu günahlardan sakınsınlar ve kendilerini günahlardan koruyup ibadetlere muvaffak kıldığı için O'na şükretsinler. Âyet, olaylar olmadan önce Cenab-ı Hakk'ın onları bildiğine de delâlet etmektedir. Aksi hade Levh-i Mahfuz'da yazması mümkün olmazdı. Doğrusu bu, Allah'a kolaydır. Her ne kadar çokluklarına rağmen bunları bir kitapta yazmak kullara zor ise de Allah, zaman ve hazırlığa muhtaç olmadığı için O'na kolaydır. 23Böylece elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayınız. ”Esâ", ”alime" babından olup, üzülme manasınadır. Yani bolluk, mal, sıhhat ve afiyet gibi dünya nimetlerinin elinizden çıkmasına üzülmeyesiniz ve verdiğimiz bu nimetlerle de şımarmayasımz diye bunları bir kitapta tesbit edip yazdığımızı size haber verdik. Çünkü bir kimse, her nimet ve musibetin kader neticesi olduğunu bilirse kaybettiğine fazla üzülmez, elde ettiğine de fazla sevinmez. Çünkü Allah bunların pek yakında yok olmasını da takdir edebilir. Hikmet sahibi kişilerden birine şöyle denildi: ”Ey bilge kişi! Nasıl oluyor ki, kaybettiğine üzülmüyor, elde ettiğine sevinmiyorsun?" O da şöyle cevap verdi: ”Elden çıkan, düşünmekle geri gelmez. Elde edilen de sevinmekle devam etmez. Üzüntü gideni geri getirmez, sevinç de yok olanı yaklaştırmaz." İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Yaktığını yakan ve bıraktığını bırakan bir ateşe dokunmam, olmayan bir iş için 'keşke olsaydı' dememden daha sevimli gelir bana.", Ayetten maksat, Allah'ın emrine teslim olmayı engelleyen üzüntüyü ve böbürlenmeye götüren sevinci ortadan kaldırmaktır. Zaten peşinden hemen şöyle buyurmuştur: Çünkü Allah, kendini beğenip, böbürlenen kimseleri sevmez. Çünkü dünyalıklarla sevinen ve onlara değer veren, mutlaka onlarla övünür ve çalım satar. ”Muhtâl", kibirli, kendini beğenmiş demektir. ”Huyalâ"dan gelmektedir. O da, kendinde insanların dikkatini çeken bir faziletin varlığını hayal etmekten doğan kibirlenmedir. Ata binen herkes mutlaka kibirlenir, dendiği için ”hayl" yani at lâfzı da buradan gelmedir. Bahru'l-Ulûm'da şöyle dendi: ”Muhtâl, gurur, kibir sahibi demektir. Tahsis edilmiş umumi lâfızlardandır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in şu hadisi buna delildir: ”Allah'ın sevdiği ve buğzettiği kibir vardır. Sevdiği kibir, sadaka verirken duyduğu sevinç ve düşmanla karşılaşırken hissettiği güvendir. Buğzettiği kibir ise, günah ve azgınlıktaki pervasızlıktır." (16) 16- Hadisi Ebû Davud, cihad bölümünde; Nesâî, zekât bölümünde; Ahmed b. Hanbel ise Müsned'inde (5/62) zikretmiştir. Buna göre âyetin manası: Allah, dünyalık sebebiyle büyüklenen, insanlara çalım satan kimseleri sevmez. Âyet, insanların, sevinçli ve üzüntülü hallerde dengeli hareket etmesi gereğine işaret etmektedir. Şayet mutlaka sevinecekse, şımararak değil, Allah'ın ikramına şükür olarak sevinsin. Eğer mutlaka üzülecekse, şikâyet ederek değil, Allah'ın kazasına sabrederek üzülsün. Kuteybe b. Said şöyle dedi: ”Arap kabilelerinden birine vardım. Bir de baktım ki, ortalık sayısız deve ölüleriyle dolu. Tepe üzerinde yün eğiren bir adam gördüm ve vaziyeti sordum. Dedi ki: 'Bu develerin hepsi benimdi, fakat onları bana veren şimdi geri aldı,' dedi ve şu dörtlüğü söyledi: Hayır, Yemin olsun ben O'nun kullarından bir kulum sadece. Kişi hayatta sıkıntı ve dertlerin hedefidir böylece, Develerimin, ağıllarında olması beni sevindirmez elbette, Farketmezdi elbet, başıma gelen bu kaza gelmese de. Hikâye edildiğine göre, Süleyman (aleyhisselâm) zamanında bir kuş vardı. Güzel bir şekle ve sese sahipti. Birisi kuşu bin dirheme satın aldı. Başka bir kuş gelip onun kafesi üzerinde bağırdı ve uçtu. Kafesteki kuş ise hiç ses çıkarmadı. Sahibi, kuşun sessizliğini Süleyman (aleyhisselâm)'a şikâyette bulundu. Süleyman (aleyhisselâm), kuşu getirmesini istedi. O da getirdi. Süleyman (aleyhisselâm) kuşa dedi ki: ”Sahibinin senin üzerinde hakkı vardır. Seni çok pahalıya aldı, niçin sustun?" Kuş da şöyle cevap verdi: ”Ey Allah'ın peygamberi! Sahibime söyle, kalbi benden soğuşun. Ben kafeste oldukça asla ötmeyeceğim." Süleyman (aleyhisselâm) sordu: ”Niçin?" Kuş, cevap verdi: ”Benim feryadım vatan ve çoluk-çocuk hasretindendi. Fakat bu gelen kuş bana dedi ki: Bu adam seni sesin güzel olduğu için hapsediyor. Sus ki kurtulasın." Süleyman (aleyhisselâm) kuşun söylediklerini sahibine aktardı. Bunun üzerine adam: ”Ey Allah'ın peygamberi! Bu kuşu salıver. Ben onu sesi için seviyordum" dedi. Süleyman (aleyhisselâm), o adama bin dirhem verdi ve kuşu salıverdi. Kuş uçtu ve şöyle seslendi: ”Beni güzelce yaratan, havada uçuran, sonra kafese koyan Allah'ı tesbih ederim." Süleyman (aleyhisselâm) şunu ilave etti: ”Kuş feryatta iken kafesten kurtulmadı. Ne zaman ki sabretti, işte o zaman kurtuldu. Bu sayede de adam ona gönül vermekten kurtuldu." Burada nefsanî sıfatlardan uzaklaşmaya işaret vardır. Kul, nefs anî sıfatları yok edince sıkıntıdan kurtulur. Sükûnet âlemine ve kader sırrını bilmeye ulaşır. 24Onlar cimrilik edip insanlara da cimriliği emrederler. Onlar, mallarını tutarlar ve Allah'ın hakkı olan sadakaları ondan ayırıp vermezler. ”Cimrilik", verilmesi gerekeni vermeksizin, kazancı saklamak demektir. ” Cimrilik iki kısımdır: Birincisi, kendi mallarında cimrilik; diğeri ise, başkalarının mallarında cimrilik... Bu en ziyade olan cimriliktir. Zaten Müfredat'ta da belirtildiği gibi: ”Onlar cimrilik edip başkalarına da cimriliği emrederler." âyeti bunu ifâde ediyor. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Seleme oğulları'na: ”Efendiniz kim?" deyince onlar da: ”Cedd b. Kays'tır. Biz onu cimri görüyoruz" dediler. Rasûlüllah da: ”Cimrilikten daha beter bir hastalık var mıdır? Sizin efendiniz, cömert olan beyaz Amr b. Cemuh'tur," buyurdu. Diğer bir hadiste de şöyle buyurdular: ”Kokusu beş yüz senelik mesafeden duyulşa bile şu dört kişi cennetin kokusunu duyamazlar. Cimri, koğucu, alkolik ve ana-babaya âsi kimse. ” Kim yüz çevirirse, şüphesiz ki Allah müstağnidir, hainde lâyıktır. Yani kim harcamaktan geri durursa, Allah onun harcamasına muhtaç değildir. Zaten Allah bizzat övülmeye lâyıktır. Şükretmemek ona zarar vermediği gibi, nimetlerinden bir şeyle ona yönelmek de fayda vermez. Burada bir tehdit ve mal harcamanın, harcayan kişinin menfaatine olduğuna işaret vardır. Ayrıca, kim Allah'a yönelmeyip, o yolda harcamaktan geri durursa bilsin ki, Allah zatı itibariyle onun yönelmesine muhtaç olmadığı gibi, sıfatları itibariyle de zaten övülmeye lâyıktır. Kulun ona yönelmesi veya ondan yüz çevirmesi Allah'a fayda sağlamaz, zarar vermez. Zira zarar ve fayda vermek, başkasının değil sadece Allah'ın elindedir. 25Yemin olsun ki, peygamberlerimizi açık belgelerle gönderdik. Peygamberleri. Ebu'ssuud'un tefsirinde de belirttiği gibi, kendilerini en doğru yola yönlendirmeleri için ümmetlere gönderdik. Yani apaçık mucizelerle gönderdik. Ve insanlar adaleti yerine getirsinler diye beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik. Gerçeği açıklamak, işin doğrusunu ayırdetmek için bütün kitapları indirdik. Bunu pratik ve teorik gücü tamamlamak için böyle yaptık. Kitaplarla birlikte inmek meleklerin, kitapları insanlara indirmek (tebliğ) peygamberlerin işidir. ”Mizan"dan gaye, insanların alış-verişlerinde kullandıkları ölçüdür. Kimse kimseye haksızlık yapmasın, alırken ve verirken aralarında adaleti gözetsinler diye bunları indirdik. Mizanı (ölçü-tartı âleti) insanlar yapar. Gökten inme değildir. İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: ”Üç şey Adem (aleyhisselâm)'le birlikte inmişin Haceru'l-Esved ki, indiğinde kardan daha beyazdı. Mûsa'nın asası ki cennetteki mersin ağacındandı. Boyu on arşın idi. Bir de demir." Biz demiri de indirdik ki, onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Hasan-ı Basrî'ye göre, demiri indirmekten maksat, yaratmaktır. Nitekim şu âyette de aynı şey söz konusudur: ”Sizin için hayvanlardan sekiz çift indirdi." (Zümer:6) Yani yaratıp meydana getirdi. Diğer yandan Allah'ın hükümleri, takdir ve emirleri gökten iner. Bir başka âlim dedi ki: ”Biz demiri madenlerden çıkardık. Çünkü adalet ancak idare ve otorite ile sağlanır. Otorite, vasıtalara ihtiyaç duyar, âletler de demire muhtaçtır. Demirin aslı sudur. O da gökten iner. Demirdeki büyük kuvvetten maksat, kendisiyle savaşılmasıdır. Yahut da kuvvetten gaye harp silâhlarıdır. Çünkü harp âletleri ancak demirden yapılır. Demirde insanlar için başka faydalar da vardır: Bıçak, balta, saban, iğne vs. Her sanat ya demirdendir veya demirden bir âletle yapılır." Bu, Allah'ın, dinine ve peygamberlerine görmeksizin yardım edenleri meydana çıkarması içindir. Yani bu, Allah'ın, düşmanlarıyla savaşta kılıç, ok ve diğer silâhları kullanmak suretiyle dinine ve peygamberlerine yardım edenleri ortaya çıkarması içindir. İbn Abba s'a göre; ”görmeksizin ”den maksat, Allah'ı görmeden onun dinine yardım etmeleridir. Çünkü itaat edilen şeyi görmeksizin itaat etmekle, ancak sevap ve övgü kazanılır. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür. Helak etmek istediğini helak etme kuvvetine mâliktir. Başkasının yardımına ihtiyaç duymayacak derecede güçlüdür. Onlara cihadı emretmesi, ondan faydalanmaları ve sevaba nail olmaları içindir. ”Kuvvet", bünyenin sağlam, dayanıklı ve sert olmasıdır. Zaafın zıddıdır. Allah için kuvvet, kudret manasınadır. O da canlının, iradesiyle bir şeyi yapma veya yapmama imkânı bulduğu sıfatıdır, ”izzet" ise her şeye galip geline demektir. Zerrûkî (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Kavi (kuvvetli) demek, fiillerinde, sıfatlarında ve zatında zaaf gelmeyen, yorgunluk ve gevşeme göstermeyen, yapma ve yıkmada acizlik ve kusur tanımayan demektir." 26Yemin olsun ki Biz, Nuh'u ve İbrahimi gönderdik. Biz Nuh'u, Kabil'in çocukları olan kavmine peygamber olarak gönderdik. O ikinci ata durumundadır. İbrahim'i de kendi kavmi olan Nemruda ve beraberindekilere peygamber yolladık. Cenab-ı Hak'kın özellikle bu iki peygamberi zikretmesi, onları yüceltmek içindir. Zira bu peygamber ilk peygamberlerdendir ve diğer peygamberlerin babaları durumundadırlar. Bütün insanlık Nuh'un oğullarındandır. Araplar ve İbraniler (Yahudiler) İbrahim'in çocuklarındandır. Peygamberliği de kitabı da onların soyuna verdik. Nesillerinden bir kısmına peygamberlik verdik ve onlara kitaplar vafiyettik. Hûd, Sâlih, Mûsa, Hârûn, Dâvud ve diğerleri gibi... Hiç bir peygamber ve kitap yoktur ki, Nuh ve İbrahim'e en kuvvetli vasıtalarla bağlı olmasın. Onlardan kimi doğru yoldadır. Bu iki koldan gelen nesillerden veya kendilerine peygamber gönderilenlerden -ki gönderme ve gönderilenler kelimeleri bunu ifade etmektedir- kimi hak yola yönelmiştir. Birçoğu da yoldan çıkmıştır. Doğru yoklan çıkıp mutlak bir sapıklığa düşmüşlerdir. 27Sonra onların izinden peşpeşe peygamberlerimizi gönderdik. Onlardan yani Nuh, İbrahim ve onların gönderildiği ümmetlerden sonra veya Nuh ve İbrahim'le aynı zamanda bulunan peygamberlerden sonra peş peşe peygamberlerimizi gönderdik. "Onların izinden" ifadesindeki onlar zamiri, zürriyete gitmez. Çünkü peygamberler de zürriyyettendir. Yani onlardan sonra birer birer peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından yolladık. Yani İsa'ya dek peygamberleri peşpeşe yolladık. İsa'yı da onlardan sonra gönderdik. İsrail oğullarının ilk peygamberi Mûsa, son peygamberi ise İsa'dır. Ve ona incil'i verdik. Toptan indirdik. Kendisine uyanların gönüllerine şefkat ve merhamet koyduk. Havarî ve beraberinde İsâ dinine girenlerin gönüllerine yumuşaklık ve şefkat koyduk. Nasıl ki Ashab-ı Kiram son derece metin ve sert olmasına rağmen mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzetli ise, İsa'ya uyanların gönüllerine de öylece incelik ve şefkat koyduk. Denildiğine göre: ”Kendilerine İncil'de, eziyet hususunda insanlarla didişmekten onlara karşılık vermekten yüz çevirmeleri ve affetmeleri emredildi. Ayrıca onlara: 'Sağ yanağına tokat vurana sol yanağını da çevir. Ceketini soyana gömleğini de ver,' denildi. Onlar da öldürme ve yaralama suçu için kısas cezası yoktu. Bu emirlere tâbi olurlar, Allah'a itaat ederlerdi. Kendi aralarında Şefkat ve muhabbet üzere yaşarlardı. Yahudiler katılıkla tanımlandıkları halde bunlar rahmetle tanımlandılar." Uydurdukları ruhbanlığa gelince... İsa'nın taraftarları oldukları halde, ruhbanlık icadedip ona göre yaşamaya kendilerini zorladılar. Yani onların gönüllerine şefkat, merhamet, bir de kendilerinin icadettiği ruhbanlığı koyduk. "Ruhbanlık", iftar etmeden oruca devam etmek, rahip elbisesi giymek, et yememek, yiyecek, içecek ve evlenmeden uzak durmak, kiliselerde ibadet etmek gibi, kullukta aşırılık demektir. Bu ruhbanlığı icad etmelerindeki sebep şuydu: Zalimler, İsa'nın göğe çekilmesinden sonra mü'minlere hakim oldular. Onlarla üç defa savaştılar. Pek azı hariç hepsi öldürüldüler. Kalanlar da dinlerinde fitneye düşmemek için dağ başlarında ruhbanca yaşamayı tercih ettiler. Bunu, dinleri uğruna kaçarak, kendilerini ibadete vermek ve İsa'nın, geleceğini müjdelediği peygamberi beklemek için yaptılar. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: ”...Benden sonra gelecek olan Ahmet adında bir peygamberi müjdeleyen kimse olarak geldim... ” (Saff:6) Rivayete göre, Cenab-ı Hak Firavun ve askerlerini suda boğduktan sonra, iman eden sihirbazlar, Mısır'daki mal ve ailelerine dönmek için Hazret-i Mûsa'dan izin istediler. O da izin verdi ve onlara duâ etti. Onlar da dağ başlarında ibadete çekildiler. İlk ruhbanlık yapanlar bunlardı. Onlardan bir grup, vefat edinceye dek Hazret-i Mûsa ile birlikte kaldılar. Onlardan sonra ruhbanlık, Hazret-i İsa'nın ashabı tekrar ortaya çıkıncaya kadar kaybolmuştu. Onu Biz yazmadık. Biz onlara ne peygamberlerinin diliyle ne de kitaplarında böyle bir ruhbanlığı farz kıldık. Fakat kendileri bunu Allah'ın rızasını kazanmak için icadettiler. Ama buna da gereği gibi uymadılar. Ruhbanlığı Allah'ın rızasını istemek için icadettiler. Fakat hiçbirisi gereği gibi riayet etmediler, verdikleri sözün icabına uymadılar. Ruhbanlığın, kendilerini Allah'a yaklaştıran bir ibadet olduğunu iddia ettiler. Bu konuda Hazret-i Peygamber'e nisbetle şöyle bir söz varid olmuştur: ”Bana iman edip beni tasdik eden ruhbanlığın hakkını vermiştir. Bana iman etmeyenler ise helak olmuşlardır." (18) 18- Hadisi bu lâfızlarla hiçbir yerde bulamadım. Ebû Ya'lâ Hazret-i Enes'ten rivayet ettiğine göre, Rasûlüllah şöyle buyurdular: ”Kendinizi zora koşmayın. Sonra daha zorluk altına sokulursunuz. Bir kavim kendilerini zora koştu. İşleri daha da sorlaştı. İşte kilise ve havralar onlardan geri kalanlar."“Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu Biz yazmadık." ed-Dürrü'l-Mensûr, 6/178. Mukâtil b. Süleyman şunu söyledi: ”Hazret-i İsa'nın ashabı, Hazret-i İsa'dan sonra güçsüz kaldılar ve mağaralara çekildiler. Fakat sabredemediler. Domuz eti yeyip, şarap içtiler. Fasıkların arasına karıştılar." Münâsebât adlı kitapta şöyle dendi: ”Hazret-i İsa'nın ashabından sonra gelen önderler, yüklendikleri şeyleri tam olarak yerine getirmediler. Kusurlu davrandılar, üstelik dinlerinden vazgeçip kırallarının dinine girdiler. Hazret-i İsa'nın dini üzere pek az kimse kaldı. Adağın, Allah'a verilen bir söz olması ve bozmanın helâl olmaması itibariyle Allah onları kınadı. Özellikle de adak Allah'ın rızasını kazanmak niyetiyle yapılmışsa..." Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. Hazret-i İsa'nın ashabından, gerçek olarak inananlara -ki gerçek iman, ruhbanlıklarına uymakla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de iman etmektir. Sırf ruhbanlığa uyduktan sonra, zaten Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinden sonra ruhbanlık boş bir şeydir, açık bir inkârdır. Böyle bir şey için nasıl mükâfat umulur?- Evet gerçek inananlara, kendilerine münasip mükâfatlarını verdik. O mükâfat da Allah'ın rızasıdır. İçlerinden çoğu da yoldan çıkmışlardır. Ruhbanlığı icad edip sonra da uymayan, Hazret-i Peygamberi inkâr eden pek çok Hristiyan itaatten çıkmıştır. Onlar sözde Yahudi ve Hristiyan olmuşlardır. Hadisi şerifte belirtildiğine göre Hazret-i Peygamber, şöyle buyurdu: ”Ümmetimin ruhbanlığı nedir bilir misin?" Ravi der ki: ”Allah ve Rasûlü en iyi bilir" dedim. Bunun üzerine Rasûlüllah: ”Hicret ve cihâddır" buyurdular." (19) 19- Hadisi, Ahmed b. Hanbel ve Beyhakî şu lâfızla rivayet etti: ”Her ümmet için ruhbanlık vardır. Bu ümmetin ruhbanlığı da Allah yolunda cihâddır," ed-Dürrül'-Mensur, 6/178. Rivayete göre, sahabeden bir grubu korku ve endişe kapladı. Öyle ki bir kısmı kadınları terketmek, bir kısmı dağ başlarında konaklamak, bazıları da yeme-içmeyi terketmek, diğerleri de başka şeyler yapmak istediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunların hepsini yasakladı. Çünkü îslâmiyette ruhbanlık yoktur. Visal orucunu yasaklarken şöyle buyurdu: ”Ben sizin gibi değilim. Ben Rabbimin himayesinde geceliyorum. O bana yedirip içiriyor."(20) "Visal orucu", geceleyin orucu bozmayıp iki gün birbirine bitişik olarak oruç tutulmasına, denir. 28Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve peygamberine inanın ki O, size rahmetinden iki kat versin. Ey geçmiş peygamberlere iman edenler! Size yasakladığı şey hususunda Allah'tan korkun ve peygamberi Muhammed'e inanın. Buradan anlaşılacağı gibi, peygamber denince Hazret-i Muhammed akla gelmekte, başkası düşünülmemektedir. Çünkü o, peygamberliğin tek alemi durumundadır. "Kifleyn" iki hisse, iki mükâfat demektir. Râğıb'dan şöyle nakledildi: ”Kifl, kendisinde kefalet olan pay demektir. Sanki Cenab-ı Hak, o paya kefil olmuştur. İki paydan maksat, Allahü teâlâ 'nın şu sözüyle özendirilen paylardır. ”Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik, âhirette de iyilik ver..." (Bakara:201) Bu iki kat rahmet, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve ondan önceki peygamberlere inanmanız sayesindedir. Ancak Hazret-i Peygamber gönderildikten sonra, önceki peygamberlerin şeriatları bakî olduğu için değildir. Onlar İslâm'la neshedilmezden önce hakti. Ebû Mûsa (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır: ”Üç kimse vardır ki, mükâfatları iki kat verilir. Bir adam ki, cariyesini güzel terbiye eder, ona güzel bir tahsil verir, sonra da azad edip onunla evlenir. İşte bu kişiye iki mükâfat vardır. Ehl-i Kitaptan mü'min olup sonra Peygamber'e (bana) inanan kişiye de iki ecir vardır. Allah'ın hakkını yerine getiren ve efendisine karşı samimi davranan köleye de iki ecir vardır. ” Ve size, ışığında yürüyeceğiniz bir nûr lütfetsin Şu âyet-i kerimede belirtildiği üzere kıyamet günü ”Nurları önlerinden ve sağlarından koşar..." (Hadîd:12) Bu, cennete varıncaya dek sıra üzerinde yürüdükleri aydınlıktır. Sizi bağışlasın. Önceden işlediğiniz günahları ve inkârı affetsin. Kâfirlerin iyilikleri Müslüman olduktan sonra geçerlidir. Hadisi şerifte bu şekilde belirtilmiştir. Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Son derece affedici, merhametlidir. 29Böylece kitap ehli bilsin ki, Allah'ın lütfundan hiçbir şey elde edemezler. Âyetin takdiri şöyledir: Şayet Allah'tan korkar, peygamberine inanırsanız, size şöyle şöyle şeyler verir. İşte Müslüman olmayan kitap ehli bilsin ki, onlar, belirtilen iki kat mükâfat, nûr ve bağışlanma gibi iütuflardan hiçbirini elde edemezler. Etmeleri de mümkün değildir. Çünkü bu lütuflara ermenin şartı olan Hazret-i Peygamber'e imanı yerine getirmediler. Lütuf, bütünüyle Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah, büyük lütuf sahibidir. Allah büyük olduğu için lütfü da büyüktür. Takva ve iman emrinin, Hristiyan ve Yahudiler dışındakilere yapılmış olması da caizdir. O takdirde mana şöyle olur: Allah'tan korkun. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e imanda sebat edin ki, Allah size de ehl-i kitaptan inananlara vadettiği iki kat mükâfatı versin. Nitekim âyette: ”Onlara sabırlarından dolayı, ecirleri iki kat verilir..." (Kasas:54) buyurulmuştur. Sizin mükâfatlarınız onları ilkinden aşağı olmaz. Çünkü iman konusunda siz onlar gibisiniz. Allah'ın peygamberlerinden hiçbirini diğerinden ayırmıyorsunuz. Rivayet edildi ki: Önceleri ehl-i kitaptan olan mü'minler, kendilerine iki kat ecir verileceği için diğer mü'minlere karşı övünmeye ve onlardan üstün olduklarını iddia etmeye kalkıştılar. Bu âyet bunun üzerine nazil oldu. Hadisi şerifte şöyle buyruldu: ”Bizimle, bizden önceki kitap ehlinin durumu şuna benzer: Bir adam hizmetçiler tuttu ve onlara şöyle dedi: 'Oğle vaktinden güneş batıncaya kadar birer kırata kim çalışır?' Bir grup ikindiye kadar birer kırata çalıştı. Sonra işi bıraktılar. Adam: 'ikindiden güneş batıncaya kadar ikişer kırata kim çalışır? 'dedi. Bir grup da ikindiden güneş batıncaya kadar ikişer kırata çalıştılar. Öncekiler: 'Bizim ne kusurumuz var ki, hem çok çalışıyor hem de az ücret alıyoruz?' Adam: 'Sizin hakkınızdan bir şey eksilttim mi?' deyince, 'Hayır' dediler. Adam: 'Bu benim lütfumdur ki dilediğime veririm.",(22) Bu hadiste ehl-i kitabın, daha uzun ömürlü, daha çok çalışıp daha az ücretli olduğuna, bu ümmetin ise daha kısa ömürlü fakat daha çok kazançlı olduğuna, ayrıca amellere verilen mükâfatın, hak etmeye göre olmadığına işaret vardır. Çünkü köle, efendisinin hizmetinde olmakla ücreti hak etmez, ancak ikram olarak elde eder. Allah'ın da, dilediğine dilediğini verme hakkı vardır. Zira Allah büyük lütuf sahibidir. Allah'ın yardımı ve muvaffak kılmasıyla Hadîd Sûresi de bitti. |
﴾ 0 ﴿