MÜCÂDELE SÛRESİ

Medine devrinde nazil olmuştur, 22 âyettir.

1

Kocası hakkında seninle tartışan âyet metninde geçen ”mücâdele" (tartışma) kelimesi, münakaşa etme ve karşısındakini yenmeye çalışma ve bir meseleyi çözmek, karara bağlamak için karşılıklı görüşme anlamına gelir. Bu kelimenin aslı, ipi sıkı bir şekilde büktüm anlamına gelen ”cedeltü el hable" ifadesinden türemedir. Mücâdele yani tartışma kelimesinde de bu kök mânânın izleri mevcuttur. Birbiri ile münakaşa eden kişilerden her biri diğerini fikrinden vaz geçirmek için, iplik büker gibi çevirmeye çalışmaktadır. Kelimenin buradaki mânâsı ise, karşılıklı konuşma ve sözünü tekrarlama anlamınadır. Buna göre âyetin mânâsı şöyle olur: Yüce Allah kocası hakkında fetva istemek üzere seninle konuşan, kocasının kabule şayan bir sebep ve meşru bir neden olmaksızın kendisi hakkında yapmış olduğu zıhar hususunda tekrar tekrar sana müracaat eden kadının duasını kabul etmiştir.

Ve Allah'a şikâyette bulunan yani Yüce Allah'a yalvaran, içine düşmüş olduğu kötü durumu ortaya koyan

kadının sözünü Allah işitmiştir.

el-Müfredat'da şöyle ifade olunur: ”Şikâyet", kişinin halini ortaya koyması demektir. Şikâyet anlamına gelen ”şekva" kelimesinin aslı, ”şekve"yi açmak ve içinde olanları ortaya koymak demektir. ”Şekve" ise, içine su konulan küçük kap demektir. Aslında burada istiare yapılmaktadır. Tıpkı bir kimse birisine kalbinde olanları açtığı zaman istiare yoluyla bunu ifade ederken söylemiş olduğu ”ona kalbimi açtım, dağarcığımda ne varsa silkeledim" cümlesinde olduğu gibi.

Burada peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile tartışan kadın, Hazrec Kabilesi'nden Havle binti Sa'lebe'dir. Kocası da Ubâde b. Sâmit'in kardeşi olan Evs b. Sâmit'dir.

Rivayete göre Havle, vücudu güzel bir kadın imiş. Namaz kıldığı bir sırada kocası Evs onu görür ve kendisi ile cinsel ilişkide bulunma isteği duyar. Havle namazını bitirip selâm verince kocası onu davet eder. Ancak Havle kabul etmez. Kocası Evs ise, hafif bir kişilik sahibidir. Bu sebeple karısına kızar ve: ”Sen bana annemin sırtı gibisin" der. İşte İslâm tarihinde meydana gelen ilk zıhar hadisesi bu olur. Evs, daha sonra söylediğine pişman olur. Çünkü zıhar ve ila câhiliyet döneminde yapılan boşamalardandır. Evs karısına: ”Zannediyorum artık sen bana haram oldun" der. Bu ifade, karısı Havle'ye ağır gelir ve Havle Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelir. O geldiğinde Hazret-i Âişe Rasûlüllah'ın başını yıkamakla meşguldür. Havle: ”Ey Allah'ın Rasûlü, çocuğumun babası, amcamın oğlu ve insanlar içinde bana en sevgili olan kişi kocam Evs b. Sâmit bana zıhar yaptı. Ancak boşama kelimesini kullanmadı ve sonra yaptığına pişman oldu. Acaba aramızı birleştirecek herhangi bir çare var mı?" der.

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Görüşüme göre sen ona haram olmuşsun" der. Kadın: ”Ey Allah'ın Rasûlü, beni boşamadı ki" der ve sonra ihtiyacını yalnızlığını ve küçük çocukları olduğunu ifade ederek der ki: ”Benim küçük çocuklarım var, onları kendi yanıma alacak olursam aç kalırlar. Babalarına verecek olursam sefil, perişan olurlar." Bu ifadeye karşılık Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) birinci görüşünü tekrar- eder ve der ki: ”Benim görüşüme göre sen ona haram olmuşsun." Havle, Rasûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem)'a ilk söylediği sözleri tekrar etmeye başlar ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona kocasına haram olduğunu her söylediğinde kadın sesini yükselterek der ki: ”Kocamdan görmüş olduğum muameleyi Yüce Allah'a şikâyet ediyorum. İhtiyacımı, yalnızlığımı Allah'a şikâyet, ediyorum. Onunla uzun bir ömür birlikte geçirdim ve ona karnımda ne varsa sallayıp silkeledim," der.

Havle, bu cümlesi ile kocası ile uzun seneler geçirdiğini artık yaşlılık çağına girdiğini, ve çocuk doğuramayacak yaşa geldiğini ifade etmek istemektedir. Ve bu şikâyetini her yaptıkça insanların âdeti olduğu üzere arş katından ilâhî bir emrin indirilmesini isteyerek başını semaya çevirir ve şöyle duâ eder: ”Allah'ım peygamberinin lisanı üzere vahiy indir." Havle Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile tartışırken ve şikâyetini Yüce Allah'a açarken Hazret-i Âişe, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın başının kalan kısmını kalkıp yıkamaya başlar. Nihayet Cebrail (aleyhisselâm) burada zikri geçen dört âyeti kerimeyi Havle'nin duasının ve şikâyetinin kabulü mahiyetinde olmak üzere indirir. Böylece Havle, zıhar meselesinin aydınlığa kavuşmasına sebep olmuş olur.

Âyeti kerimede ayrıca Rasûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ve kendisi ile tartışan Havle'nin bu olay hakkında Yüce Allah'ın hükmünü indireceğini ve Havle'nin sıkıntısını gidereceğini umduklarına da işaret vardır.

Allah ikinizin konuşmanızı işitir. Yani Yüce Allah sizin zıhar meselesi hakkındaki birbirinizle konuşmanızı, birbirinize hitabınızı ve cevabınızı işitir. Çünkü metinde geçen ”tehâvur" kelimesi, konuşmak ve bu ifadeye karşı cevab vermek yani karşılıklı konuşmak anlamınadır. Kelime, dönmek anlamına gelen ”havr" kökünden türemedir. Âyet metninde bu ifadenin kullanılmış olması, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kadının kocasına haram olduğu hükmünü tekrar tekrar dönüp vermesinden ve Havle'nin de aynı şekilde helâl olmasını talep etmesindendir. Herhangi bir şeyi araştırmaya muhavere denmesi de kelimenin bu yapısından dolayıdır. Bir örnek daha vermek gerekirse Arapların şu duasını gösterebiliriz: ”Kevr'den sonra Havr'dan Allaha sığınırız" Bunun mânâsı şudur: Ziyadeye erdikten sonra noksana dönmekten ya da ünsiyet ve kaynaşma elde ettikten sonra yalnızlığa dönmekten Allaha sığınırız. Görüldüğü üzere burada havr, dönmek anlamına gelmektedir.

Çünkü Allah işitendir, görendir. Yani Allah işitilecek ve görülecek her şey hakkında muazzam bir ilim sahibidir. Böyle olduğunun sonucu olarak onların karşılıklı konuşmalarını işitir, bu tartışma esnasındaki Havle'nin yakarmasını, başını semaya kaldırmasını, şikâyetini ve diğer yakarma izlerini görür. İmam es-Süheyli şu beyitlerde ne güzel söyler:

Ey kalblerde olanı gören ve işiten! Her bekleneni hazırlayan sensin sen. Ey bütün sıkıntılarda meded umulan, Ey kendisine şikâyet ve korku sunulan! Senin kapını çalmaktan başka yoktur çarem. Eğer red edersen hangi kapıyı çalarım ben! Lütfün isyankârı ümitsizliğe düşürmez hâşâ, Fazlın bol, geniştir ihsan!

Bu âyeti kerime bize gösteriyor ki, herhangi bir kimsenin yaratıklardan ümidi kesilir ve derdinin çözümü için Rabbindan başka hiçbir kimse kalmaz, duasında ve şikâyetinde samimi olursa Allahü teâlâ  ona yeter. Bir kimse ne kadar zayıf olursa yani alçak gönüllü olursa, Allahü teâlâ  ona daha lâtif olur.

Yine bu âyeti kerime gösteriyor ki, Allah'ın, peygamberin ve halifelerin kulak verip dinledikleri kimseyi diğer insanların haydi haydi dinlemesi gerekir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) halifeliği döneminde bu kadına rastgelir. Halife bir merkebe binmiş etrafında insanlar vardır. Hazret-i Havle halifeyi uzun bir süre durdurur ve ona nasihatlerde bulunur. Halifeye şöyle söyler: ”Ey Ömer sen küçük bir çocuktun. Sana Ömercik diyorlardı. Sonra Ömer dediler. Daha sonra da adın Emîri'l-Mü'minin oldu. Ey Ömer, yönettiğm insanlar hakkında Allah'tan kork. Çünkü kesinlikle öleceğine inanan bir kimse, yok olmaktan korkar. Kesin olarak hesaba çekileceğine inanan bir kişi azaptan korkar." Hazret-i Ömer durmuş Hazret-i Havle'nin sözünü dinlerken kendisine şöyle söylenir: ”Ey mü'minlerin em iri! Şu yaşlı kadın sebebi ile bu kadar uzun durulur mu?" Hazret-i Ömer cevab verir: ”Allah'a kasem ederim ki bu kadın, beni günün ilk saatinden akşama kadar alıkoysaydı, farz namazlar müstesna huzurundan ayrılmazdım. Bu yaşlı kadının kim olduğunu biliyor musunuz? Bu kadm Havle binti Sâ'lebe'dir. Yüce Allah, onun sözünü yedi kat semadan dinlemiştir. Alemlerin Rabbi onun sözünü dinlesin de Ömer mi dinlemesin, hiç olur mu?"

2

Ey mü'minler!

Sizlerden zıhar yapanların kadınları, zımmîler bu konuda mü'minlerin arasına dahil değillerdir. Çünkü zımmîler, keffaret ehli değillerdir. Zira zıhar keffâretinde ibadet yönü daha ağırlıklıdır. Bu sebeple zımmînin zıharı sahih değildir.

Bu âyetten itibaren zıharın mahiyeti ve şer'an hükmü, yeni bir cümleye giriş yapılarak beyan edilmektedir. Sözlükte ”zıhar", bir erkeğin karısına: ”Sen bana annemin sırtı gibisin" demesidir. Sırt bir vücut organıdır. İnsanın karnı sırt kelimesi ile ifade olunur. Buna göre mânâ sen bana annemin karnı gibi haramsın demek olur. Böylece karın kelimesi karnın direği mesabesinde olan sırt kelimesi ile kinaye yollu ifade edilmiş olur. Bu yola baş vu ru linas inin sebebi, edep ciheti tercih edilerek cinsiyet organına yakın olan vücut parçasının yani karnın ağıza alınmak istenmemesidir.

Her hangi bir kimse karısına: Sen bana annemin karnı gibisin veya uyluğu ya da cinsel organı gibisin derse, zıhar yapmış olur. Oysa eli ya da ayağı gibisin dese idi, zıhar olmazdı. Öte yandan bilginler, insana evlenmesi haram olan diğer akrabalarının da annenin kategorisine dahil olduğunu söylemişlerdir. Buna göre zıhar yapan erkek, anne yerine kendisine teyze, hala gibi nesep açısından evlenmesi haram olan akrabalarını, veya süt sebebi ile haram olan yakınlarını ya da evlilik nedeniyle haram olan kadınları zikredecek olursa yine zıhar yapmış olur. Meselâ bir erkek, karısına: ”Sen bana teyzemin ya da halamın sırtı gibisin" ya da: ”Sen bana neseb ya da süt kızkardeşimin sırtı gibisin" dese ya da: ”Sen bana oğlumun karısının sırtı gibisin" dese bu ifade de yine zıhar hükümlerini doğurur. Bundan başka bir şey gerekmez. Bir kimse karısına, sen bana annem gibi haramsın, dese, niyeti ne ise o olur. Zıhara niyet etmişse zıhar, boşanmaya niyet etmişse talak, ilâya niyet etmişse ilâ olur. Bir erkek karısına her hangi bir benzetme yapmaksızın sen annemsin veya kızkardeşimsin veya kızımsın dese bu, zıhar olmaz. Bir örnek vermek gerekirse bir kimse karısına: ”Ben şu fiili yaparsam sen annemsin" dese ve sonra da o fiili yapsa, bu sözü bâtıldır, her hangi bir hüküm ifade etmez.

Âyeti kerime metninde geçen ”minkum-sizlerden" ifadesi, ”kadınları" ifadesi yeterli iken ayrıca getirilmesi, Araplar için azarlama açısından bir pekiştirme ifade ederken zıhar noktasındaki aralarında yaygın olan âdetlerinin çirkin olduğunu ifade etmek içindir. Çünkü zıhar, özellikle Arapların cahiliyet döneminde âdet edindikleri bir yemin türü olup başka milletlerin böyle bir yeminleri yoktu. Şu halde İslama girdikten sonra onların bu çirkin âdete uymaları kendilerine yakışmaz. Sanki şöyle söylenmiş olmaktadır: ”Sizlerden çirkin ve hoş görülmeyen âdetinize göre zıhar yapanların kadınları..." Bunun yanında ”minkum" ifadesinin getirilmesi, şer'i hükmün faydasını gerek söz ve gerekse o hükme uyma açısından sırf mü'minlere özel kılmak içinde olabilir. Buna göre mânâ şöyle olur: ”Ey Allah'ın sözlerini doğrulayan ve inanan O'nun emirlerine sarılan mü'minler. Sizlerden zıhar yapanların kadınları..." Çünkü kâfirler Yüce Allah'ın hitabını dinlemezler. Ve doğru olan ne ise onunla da amel etmezler.

"Kadınları" ifadesinde zıharın cariyelerde olmayacağına işaret vardır. Bundan dolayı âlimler derler ki, zıharın hükmü, şartı, ehli vardır. Hükmü, yukarıda sözünü ettiğimiz benzetmedir. Şartı, benzetilen kadının erkeğin nikâhlısı olmasıdır. Bu sebeple bir kimsenin cariyesine yapacağı zıhar sahih değildir. Ehli, keffaret ehli olan kimselerdir. Bundan dolayı zımminin, çocuğun ve delinin zıharı geçerli değildir. Hükmü ise, nikâh ilişkisi devam etmekle keffâretini vermedikçe cinsel birleşmenin haramlığıdır.

Onların anaları değildir. Yani zıhar yapan erkeklerin karıları gerçekte, onların anaları değildir. Bu sırf bir yalandır. Yani karısına: ”Sen bana anamın sırtı gibisin" diyen bir erkek bu sözü ile karısını anasının kategorisine katmakta ve onu anası gibi yapmaktadır. İşte bu iki durum birbirine benzemediği ve farklı olduğu için bâtıldır. Onlar bu benzetme ile, zıhar yapılan kadının haramlığımn tıpkı annenin harâmlığı gibi çirkin ve ağır bulunduğunu ifade etmek istiyorlardı.

Burada insanın aklına şöyle bir soru takılabilir: Zıharın aslı ve esası, ”sen bana anamın haram olduğu gibi haramsın" demekten ibarettir. Zıharda, zıhar yapılan kadının, zıhar yapanın annesi olduğu iddiası yoktur ki bu iddia reddedilsin ve hanımlığın sadece analara ait olduğu ifade edilsin. Bu soruya şöyle cevap verilebilir: Zıhar yapan kocanın haram kılması, karısının annesi olduğu iddiası hükmündedir. Ya da âyette zıhar yapılan kadınların onların anneleri olmadığını ifadeden maksat, bu iki kadının birbirine benzemediğini ifade etmektir. Ancak zıhar yapılan kadınların kocalarının anaları olmadığını ifade etmek, bu benzersizliği aşırı biçimde vurgulamak içindir.

Aslında ve doğrusu

onların anaları ancak kendilerini, zıhar yapan erkekleri

doğuran kadınlardır. Hanımlıkta analara ancak şeriatın onların kategorisine katmış olduğu peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hanımları, süt analar, ve babaların nikâhlıları olan kadınlardır. Bunların ana kategorisine katılmaları şereflerinden ve dokunulmazlıklarındandır. Bu sebeplerle söz konusu kadınlar, anneler hükmündedir. Oysa zevcelerine gelince onlar analık kavramından en uzak olan kadınlardır. Bu kadınlar hiçbir açıdan anaların kategorisine dahil değillerdir.

Şüphesiz ki onlar yani içinizden zıhar yapan erkekler, bu sözleri ile

çirkin bir söz ve yalan,bâtıl, hak dışı bir söz

söylüyorlar. Âyet metninde ”şüphesiz ki" şeklinde pekiştirme edatının getirilmesi, söz konusu sözün onlar tarafından söylenmiş olduğunu pekiştirmek amacıyla değildir. Çünkü bu lâfı söyledikleri kesin bir husustur. Pekiştirmenin asıl getiriliş sebebi, söyledikleri bu lâfın şeriat nezdinde, aklen ve insanın tabiatına göre çirkin olduğudur. Nitekim âyet metninde ”münker-çirkin" kelimesinin elif lamsız getirilmiş olması da buna işaret etmektedir.

Söz konusu lâfın çirkin oluşu, şuradan kaynaklanmaktadır. İnsanın karısı, gerçekte kendisini doğuran annesi olmadığı gibi şeriatın onların kategorisine katmış olduğu kadınlardan da değildir. Şu halde bir nikâhlı kadının annelere benzetilmesi birbirine hiç benzemeyen iki kişiden birini diğerinin kategorisine katmak demektir. Bu da mutlak olarak çirkin ve meşruluğu bilinmeyen bir şeydir.

Âyet metninde yer alan ”zur" kelimesi, yalan demektir. Çünkü Arapça'da ”zever" kelimesi, meyletmek anlamına gelir. Yalana zûr denilmesi, yalanın hakikat dışı olduğundan ve hakikatten ve gerçekten başka bir şeye meyletmiş olmasındandır.

Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) rivayet ediyor: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: ”Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi?"“Evet, ey Allah'ın Rasûlü!" dedik. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Allah'a sirk koşmaktır ve ana babaya karşı gelmektir" buyurdular. Bir şeye dayanmış olarak bunu ifade eden peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) daha sonra yerine oturur ve der ki: ”Yalan söze ve yalan yere şahitliğe dikkat edin. Yalana ve yalancı şahitliğe dikkat edin. Yalana ve yalancı şahitliğe dikkat edin." Rasûlüllah bu cümleyi o kadar çok tekrar etti ki, ben içimden keşke sussa, dedim." Bu hadisi İmam Buhârî rivayet eder.

Bazı âlimler derler ki: ”Cahiliyet dönemi insanlarının boşamalarının ana dayanağı çirkin ve yalan bir söz olunca, Allahü teâlâ  bu sözü boşama olarak kabul etmemiş, haramlık da sadece keffâreti ödeme anına kadar devam edecek kısa bir müddet olmuştur. Cahiliyet döneminin boşanma şekli olan zıhar, İslâm şeriatında neshedilmiştir ve zıhara keffâret getirilmiştir. Çünkü zıhar boşama değildir."

Kuşkusuz Allah affedicir, bağışlayıcıdır. Yani Allah zü'lcelâl, zıhar yapan kocanın daha önce işlemiş olduklarını mutlak olarak affedici ve çok bağışlayıcıdır. Burada tevbeye teşvik edilmesinin sebebi, zıharın kötülenmesi ve hoş bir şey olmadığının ifade edilmiş olması dolayısıyladır.

3

Kadınlarından zıhar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin... Ayetin mânâsı şudur: Söz konusu çirkin lâfı söyleyip de sonra söylediklerine ve zıhar sebebi ile kaybetmiş oldukları kadınlarından yararlanmaya geri dönenlerin, bir başka ifade ile kadınlarından zıhar ile, ayrılmak isteyip de sonra söyledikleri sözü düzeltmek ve telâfi etmek ayrıca helâl olan kadınlarının kendilerine haram olmasından kaynaklanan başlarına gelen fesadı ortadan kaldırmak için geri dönenlerin... Âyeti şöyle anlamak da mümkündür: Kadınlarından zıhar ile ayrılmak isteyip de sonra zıhar sebebi ile kendilerine haram kılmış oldukları cinsel yönden yararlanma fiiline geri dönmek isteyenlerin...

Karıları ile temas etmeden önce bir köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir. Yani zıhar yapan koca ile zıhar yapılan kadının her birinin diğerinden cinsel birleşme, öpme, dokunma, ve cinsel organa şehvetle bakma gibi birbirlerinden faydalanmadan önce... Çünkü Arapça da temas kelimesi, saymış olduğumuz, cinsel birleşme, öpme vb. fiillerin tamamını içine alır. Eğer keffâret vermeden önce bu saydığımız fiillerden herhangi biri yapılacak olursa kocanın tevbe istiğfar etmesi gerekir. Çünkü haram işlemiştir. Keffâret vermedikçe aynı hareketleri bir daha yapamaz ve bilginlerin görüş birliği halinde ifadelerine göre koca ilk keffâretten başka bir şey vermekle yükümlü de değildir. Keffâret verecek olan erkek, kölenin bir kısmını hürriyetine kavuştursa ve sonra karısına dokunacak olsa, Ebu Hânife'ye göre yeniden keffârete başlaması gerekir ve keffâret borcu üzerinden düşmez. Tam tersine keffâreti kaza biçiminde yerine getirir. Tıpkı namazını vaktinde kılmayıp geçiren kimse örneğinde olduğu gibi. Zira böyle bir kimsenin üzerinden namaz borcu düşmez. Tanı tersine kaza etmesi gerekir.

Âyet metninde geçen ”tahrir" herhangi bir kimseyi hür kılmak demektir ki bu, kölenin zıddı demek olur. Âyetin mânâsı buna göre şöyle olur: Kadınlarmdan zıhar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönmek isteyenler için bunun telâfisi, ya da vacip olan, mü'min ve sâlih bir köleyi azad etmek, daha iyi ve daha güzel olsa bile, herhangi bir köle azad etmektir. Zıhar yapan koca, böyle bir kölenin hizmetine muhtaç bile olsa onu azad edecek ve azad ederken niyet etmiş bulunacaktır. Köleyi azad ettikten sonra niyet edecek olsa ya da hiç niyet etmemiş bulunsa, bu, keffaret için yeterli değildir. Zıhar yapan erkek, köle azad edecek paraya malik bulunsa fakat bu paraya ihtiyacı olsa köle azad etmek zorunda değildir. Köle azadı yerine oruç tutabilir. Köle azadı için ümmü'l-veled, müdebber, anlaşma bedelinden birazını ödemede bulunmuş mükateb köleleri azad etmek yeterli olmaz. Mükâtep köle bedelinden her hangi bir miktarı ödememiş ise, bu takdirde onun hürriyetine kavuşturulması keffaret yerine geçer.

Azad edilecek kölenin, âlimlerin görüş birliğine göre çok aşırı ayıplardan salim olması gerekir. Şafiî mezhebine göre azad edilecek kölenin mü'min olması şarttır. İmam Şafiî bu hükmü, Kati keffâretinde hürriyetine kavuşturulacak köleye kıyas ederek elde etmiştir. Nitekim Yüce Allah ilgili âyeti kerimede: ”Yanlışlıkla bir mü mini öldüren kimsenin mü'min bir köleyi azad etmesi... gereklidir" (Nisa: 92) buyurmaktadır.

Bize göre ise mutlak olan bir âyetin mukayyet âyete hamledilmesi yani mutlak âyetin mukayyet âyetlerdeki kayıtlarla kayıtlı kabul edilmesi her iki olayın ve hükmün aynı olması halinde mümkündür. Oysa burada olaylar farklıdır. Dolay ısı ile mutlak olan zıhar keffâreti âyetinin, mukayyet olan kati keffâreti âyetine kıyas etmek mümkün değildir.

Âyet metninde yer alan ”fa" harfi, sebep bildirmektedir. ”Fa" nın buraya getirilmesinin sağladığı faydalardan birisi de zıhar tekerrür etikçe köle azadının da tekrar tekrar yapılacağının vacipliğini göstermesidir. Çünkü sebep tekerrür ettikçe bu sonucun da tekerür etmesini gerekli kılar. Her hangi bir kimse farklı farklı yerlerde karısına iki ya da üç kez zıhar yapacak olsa, her bir zili arı için ayrı bir keffaret gerekir.

Bu âyeti kerime kadına da yükümlülük getirmekte ve kocası keffâretini vermedikçe kendisine yaklaşmasına izin vermesinin caiz olmayacağını göstermektedir. Çünkü âyeti kerime karı-kocanın her ikisinin keffâretten önce birbirlerine dokunmalarını yasaklamaktadır.

Hanefî âlimlerinden el-Kuhistânî der ki: ”Kadının kocasından zıhar keffâretini vermesini isteme hakkı vardır. Hakim, kocayı bu keffâreti vermeye hapsetmek suretiyle ve sonra da ona vurarak icbar edebilir. Karı-koca arasındaki nikâh mevcuttur. Haramlık ise ancak keffaret in verilmesi ile ortadan kalkar. Yine bunun gibi koca, zıhar yapmış olduğu karısını boşasa sonra onunla iddeti bittikten sonra bir daha evlense, ya da kadın başka bir koca ile evlendikten sonra boşanmış iken zıhar yapan koca onunla ikinci kez evlenmiş olsa, zıhar keffâretini ödemedikçe cinsel birleşme yine haram olur."

Ebu Hanife'ye göre, keffâreti gerektiren dönme, kadınla cima etme arzusu ve isteğidir. Erkek buna ne zaman karar verirse keffaret vermedikçe kadın kendisine helâl olmaz. Zıhardan bir süre sonra fakat koca keffâretini daha vermeden önce kadın ölecek olsa kocadan keffaret borcu düşer. Çünkü artık kadınla cima etmeye karar verme diye bir şey kalmamış olur.

Ey mü'minler!

Size öğütlenen keffaret hükmü

budur. Âyet metninde geçen fiilden türeme ”va'z" kelimesi, içinde korkutma da olan vazgeçirme anlamındadır. Buna göre âyetin mânâsı şöyle olur: Söz konusu çirkin fiili işlemekten yasaklandığınız şey budur. Burada bunun belirtilmesinden maksat, böyle bir hükmün verilmesinin amacının büyük bir sevaba vesile olan ve bunun simgesi olan köle azad etmekle sevap elde etmeniz değildir. Tersine, bundan amaç, sizlerin bu köleyi azad etmeyi gerekli kılan fiili yapmaktan yasaklanmanız ve engeilenmenizdir.

Allah zıhar suçu ve bunun keffâreti ile bunun gibi daha az ve daha çok

yaptıklarınızdan haberdar olandır. Yani Allah yaptıklarınızın zahirini ve batınını, içini ve dışını bilen ve bunların karşılığını size verendir. Şu halde Allah'ın size teşri kılmış olduğu sınırları aşmayınız ve o hudutları her hangi bir şeyle çiğnemeyiniz.

4

Buna imkân

Bulamayan kimse yani hürriyete kavuşturacak bir köle bulamayan ve keffaret verme esnasında fakir olduğu için bundan âciz olan zıhar yapan kişi... Söz konusu acizlik ve imkânsızlık kocanın karısı ile cinsel birleşmeye karar verdiği andan başlar ve köle azad edemediği için iki ay peşpeşe oruçlu olduğu son günün güneşinin batmaya yüz tuttuğu ana kadar devanı eder. Yani kişinin bu başlangıç ve bitiş süresi esnasında bir köle azad etmekten âciz olması gerekir. Şu halde gerçek acizlik hali ancak bu şekilde tahakkuk etmiş olur.

Gece ya da gündüz kasten veya yanlışlıkla

hanımı ile temas etmeden önce ardarda iki ay oruç tutar. Yani zıhar yapan böyle bir erkeğin iki ay ardarda oruç tutması gerekir. Bu iki ayın içerisine Ramazan orucu ve içinde oruç tutmanın haram olduğu beş gün girmeyecektir. Bu beş gün Ramazan ve Kurban bayramlarının ilk birinci günleri ile teşrik günleridir. Dolayısı ile zıhar keffâreti için oruç tutan erkek, bu iki ayı ardarda oruçlu geçirecek, oruçsuz bir gün geçilmeyecektir. Bu iki ay esnasında bir gün ya da daha fazla özürlü veya özürsüz oruç tutmayacak olursa keffâret orucuna yeniden başlar.

Kadınlar için ileride geleceği üzere hayızh günler müstesna, oruçsuz geçirilen hiçbir gün keffâretten sayılmaz. Zıhar yapan koca unutarak başka bir hanımı ile cinsî temasta bulunsa keffâret orucuna yeniden başlamaz. Kadın da kati, ya da Ramazan orucu keffâretinde hayız dolayısı ile keffâretine yeniden başlamaz, fakat hayızh günlerinde tutamadığı orucunu temizlendiği günlerde tamamlar. Zıhar keffâreti tutan erkek orucuna hilâl ile başlamış ise, iki ayı hilâlden hilâle tamamlayabilir. Buna göre her iki kameri ay da noksan olduğu için elli sekiz gün oruç tutmuş olsa keffâret için yeterlidir. Fakat orucuna hilâl ile başlamayıp da gün esasına göre başlamış ise mutlaka altmış gün oruç tutması şarttır. Hatta ellidokuzuncu günün sabahında oruç tutmayıp yiyecek olsa keffâret orucuna yeniden başlaması gerekir.

Herhangi bir sebeple

gücü yetmeyen altmış fakiri doyurur. Bu sebep, ihtiyarlık ve iyileşmesi asla umulmayan müzmin bir hastalık olabilir. Çünkü böyle bir hastalık, ihtiyarlık da güçsüzlük ve acizlik mesabesindedir. Buna karşılık kişinin hastalığından iyileşeceğine bir ümit varsa ve karısı ile cinsel birleşme ihtiyacı şiddetli ise tercih olunan görüşe göre, oruç tutmaya kadir oluncaya kadar iyileşmeyi beklemelidir. Buna rağmen fakirleri doyurmak sureti ile keffâretini verse ve oruç tutmaya kudretinin olacağı anı beklemese de yeterlidir. Cinsel birleşmeye olan aşırı düşkünlük de mazeretlerdendir. Aşırı düşkünlükten kastımız, kişinin cinsel birleşme yapamadan duramaması demektir. Çünkü Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine fetva soran bedeviye oruç yerine fidye vermesine ruhsat vermiştir.

"Altmış fakiri doyurur." Âyet metninde geçen ”ifâm" kelimesi, başkasını yedirmek demektir. Bu ifadede keffârette temlikin ve ibahanın caiz olacağma işaret vardır. Âyet metninde yer alan ”miskin" kelimesi, hiçbir şeyi olmayan, ya da kendisine yeterli malı olmayan kimse demektir. Miskin demek, fakirliğin kendisini durdurduğu yani hareketini azalttığı kimse demektir. Yine miskin, Kamusun işaret ettiği gibi zelil ve zayıf olan kimse demektir.

Âcizane kanaatimize göre özelikle miskinin belirtilmesi onun zekât verilmesi caiz olan diğer kimseler arasında sadakaya en lâyık olan kişi olduğu içindir. Altmış fakiri doyurmak hakikaten olabileceği gibi, hükmen de olabilir. Her hangi bir fakirin altmış gün doyurulması, hükmî yedirme, demektir. Çünkü bu altmış fakirin doyurulması hükmündedir. Keffâret verecek olan kimse bir tek günde ve defalarca bir fakire yiyecek verse sahih olan görüşe göre bu caiz değildir. Fitre meselesinde olduğu gibi keffâret veren kişi her fakire yarım sa' (1460 gr) buğday ya da buğdayın dışında bir sa' (2920 gr) verir. Sa' dört müddür. Bunun yarısı iki müd olur. Keffâretin kişinin hanımına yaklaşmadan önce verilmesi gerekir. (1 müd: 0,75 Litre, 1 sa': 3 Litre veya 2920 gr)

Ancak fakirleri yedirmeye başlamış fakat daha henüz bitirmemiş iken hanımına yaklaşırsa yeniden başlamaz. Çünkü Cenab-ı Hakk yedirme fiili devam ederken hanımı ile cinsel birleşmenin hükmünden bahsetmemektedir. Bu görüş, İmam Azam Ebu Hanife hazretlerine göredir. Buna karşılık diğer müçtehitlere göre buradaki yedirme köleyi hürriyetine kavuşturma ve oruç tutmayı hükme bağlayan mukayyet emir gibi anlaşılmalıdır. Diğer üç mezhebin imamının görüşlerinin aksine İmam Azam Ebu Hanifeye göre, yiyecek maddelerinin kıymetini vermek de caizdir.

Fıkıh kitaplarında denir ki: ”Buraya kadar söylediğimiz hükümler hanımına zihar yapan kocanın hür olması durumundadır. Buna karşılık zihar yapan koca köle olursa, efendisi kendisine mal bile verse yine de keffâretini oruç tutarak yapar."

Bu, Allah'a ve Rasûlüne iman etmeniz içindir. Yani bu açıklama, Allah'ın ahkâmının sizlere öğretilmesi ve bunun önemine dikkatinizin çekilmesi Allah'a ve Rasûlüne iman etmeniz, Allahın size teşri kılmış olduğu hükümlerini yerine getirmeniz ve cahiliyet döneminde yapageldiğiniz hareketleri red etmeniz içindir.

Burada insanın aklına şöyle bir soru takılabilir: Zinan yapmamak gerekli olduğuna göre fıkıh bilginleri fıkıh kitaplarında bu konuya neden özel bir bölüm açıyorlar? Bu soruya şöyle cevap verilebilir: Yüce Allah zıharı hoş karşılamamakla ve cahillerden bunu alışkanlık haline getirenleri çirkin görmekle birlikte yine de bu fiile hükümler koymuştur. Gaflet eseri böyle bir harekete düşen kimse bu hükümlere göre hareket edecektir. İşte bu açıdan fıkıh bilginleri zıhar için özel bir bölüm açmışlar ve söz konusu ahkâmı o bölümlerde açklamışlar, ihtiyaç oranında konuyu açıklığa kavuşturmuşlardır.

Bununla birlikte meseleyi derinlemesine inceleyen âlimler derler ki: ”Şeriatın ahkâmının ekserisi cahiller içindir. Çünkü insanlar kötü söz söylemekten ve hareket etmekten kaçınacak olsalardı, fazla uzun söze ihtiyaç kalmayacaktı."

Bu âyeti kerime gösteriyor ki zıhar, yeminini bozmaktan daha büyük bir hatadır. Çünkü zıharın keffâreti, yemini bozmanın keffâretinden daha ağırdır.

Bunlar, zıhar yapmanın zıhar yapılan eşi haram kılması, imkânı olanın bir köleyi hürriyetine kavuşturması, buna gücü yetmeyenin yapabiliyorsa oruç tutması, oruç tutamayan kimseninin ise miskinleri yedirmesinin farz kılınışı gibi belirtilen hükümler, aşılması caiz olmayan

Allah'ın sınırlarıdır. Onların bırakılıp da aksi hükümlere geçilmesi caiz değildir ve bunlar Allah'ın kulları için koymuş olduğu hükümleridir. Ayetin metninde yer alan ”hudûd" kelimesi ”had" kelimesinin çoğuludur. ”Had" sözlükte menetmek ve iki şeyi birbirine karışmaktan alıkoyan engel anlamınadır. Zina ve içki cezası olarak ”haddu z-zina" ve ”haddii'l-hamr" denilmesi, bu cezanın böylesi fiilleri âdet haline getirmiş olan kimseye engel olması sebebi iledir.

Bunlarla amel etmeyen ve kabul etmeyen

kâfirler için acı bir azap vardır. Yüce Allah'ın bu şekilde ifade etmesi yapılan hareketin çok çirkin ve ağır olduğunu vurgulamak içindir. Âyette geçen ”elîm" kelimesi, elem verici, acı verici demektir. Ya da mânâsı elem ve acı içinde kıvranan azap demektir. Bu takdirde acı ve elem çekmek, mecazen ve mübalâğa olsun diye azap kelimesine isnad edilmiş olur. Bu durumda acı ve elem öyle bir acı ve elem olmuş olur ki, azabın kendisi bile şiddet ve derece açısından bizzat kendisinden acı çekmiş olmaktadır. Bu azabın kâfirlere verileceğinin ifade edilişi, mü'minleri itaate teşvik anlamını taşımaktadır.

5

Allah'a ve Rasûlüne karşı gelenler, onlara düşmanlık edenler ve muhalefet edenler... Allah'ın velî kulları da aynı hükümdedirler. Çünkü Allah'ın velî kullarına düşmanlık eden kimse Yüce Allah'a karşı gelmiş olur.

Bazı âlimler der ki: ”Âyetin orjinal metninde yer alan ”muhadd" kelimesi, demir anlanına gelen hadîd kelimesinden türemedir. Burada maksat demirle karşı koymak demektir. Kullanılan bu demir, ister gerçekten demir olsun isterse demirle yapılan mücadeleye benzeyen şiddetli bir çekişme ve münakaşa tarzında olsun farketmez."

Bazı âlimlere göre âyetin mânâsı şöyledir: ”Allah'a ve Rasûlüne karşı, onların çizmiş olduğu sınırlardan başka sınırlar çizenler ve tercih edenler, demektir."

Burada, şeriatın çizmiş olduğu sınırlara aykırı olarak bir takım emirler ve yasaklar getiren ve adına ”kanun" diyen kötü idareciler ve yöneticilere büyük bir tehdit vardır.

Kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi yani Nuh, Hûd, Sâlih ve diğer peygamberlerin kavimleri gibi, peygamberlere düşman olan geçmiş ümmetlerin kâfirlerinin alçaltıldıkları gibi

alçaltılacaklardır. Yani azaltılmışlardır.

el-Müfredât'da şunlar yazılıdır: ”Kebt, şiddetle ve küçük düşürerek reddetmek ve kovmak demektir."

el-Kâmus'a göre kebt kelimesi, birisini yere sermek, rezil rüsvay etmek, kovmak, düşmanı kini ile birlikte savuşturmak ve alçaltmak demektir.

İbn Şeyh der ki: ”Bu ifade kâfirlere beddua ve ileride olacak şeyi 'dili geçmiş zaman kipi' kullanılmak sureti ile haber vermek demektir. Fiilin kipinin geçmiş zaman kullanılması azaltılacaklarının kesinliğinden dolayıdır. Buna göre âyetin mânâsı şu şekilde olur: Allah'a ve Rasûlüne karşı gelenler alçaltılacaklardır. Bunların arasına bütün kâfirler ve münafıklar da dahildir. Kâfirler açıkça ve gizlice Yüce Allah'a düşmanlık ettiklerinden dolayı alçaltılacaklar, münafıklar ise gizliden gizliye karşı gelmeleri sebebi ile onlara dahil olacaklardır."

es-Serî (radıyallahü anh) der ki: ”Zayıf ve güçsüz olup da güçlü kuvvetli birisine karşı gelene şaşarım." Kendisine: ”Bu nasıl oluyor?" diye sorulduğunda: ”İnsan zayıf yaratılmıştır" (Nisa: 28) âyetini okumuştur. Güçlü ve kuvvetli olan semaları ve yeryüzünü yoktan var eden her şeye kadir olan Yüce İlâhtır."

Halbuki Biz apaçık âyetler indirmişizdir.Yani oysa Biz onlardan önce geçen ümmetlerden Allah'a ve peygamberine karşı gelenlerle onlara yapmış olduğumuz şeyler hakkında apaçık âyetler indirimsizdir. Ya da Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın doğru söylediğini gösteren, getirmiş olduğu şeylerin doğru olduğuna delâlet eden âyetler indirimsizdir.

Burada şöyle bir soru insanın aklına gelebilir: İnzal yani indirmek, bir şeyi yukarıdan aşağıya nakletmek demektir. Bu da her hangi cisme sahip olan varlıklar hakkında düşünülebilir. Oysa âyetler her hangi maddî bir cisme sahip olmayan söz ve kavramdan ibarettirler. Bunların indirilmeleri nasıl tasavvur olunabilir? Bu soruya cevap olarak denilebilir ki: İndirmekten maksat, Yüce Allah'tan vahiy alan meleği indirmek ve onu Allah'ın kuluna göndermektir. Ya da maksat, istiare yoluyla indirmek ve ulaştırmak demektir.

Bu âyetleri ya da iman edilmesi gerekli olan bütün gerçekleri inkâr eden

kâfirler için izzetlerini ve kibirlerini yok edecek

küçük düşürücü bir azap vardır. Buna göre âyetin mânâsı şöyle olur: Bu kişiler için dünyada alçaltımla ve âhirette de küçük düşürücü azap vardır ve onlar her iki dünyada da azap göreceklerdir.

Bazı âlimler derler ki: ”Yüce Allah'ın kâfirlere verilecek olan azabı, ilkin acı ve elem verici olarak ve sonra da küçük düşürücü şeklinde nitelemesi, önce onlara elem ve azabın verileceği sonra da bu sebeple küçük düşürülecekleri içindir."

6

O gün Allah onların hepsini aralarından diriltilmemiş hiçbir kimse kalmayacak şekilde

diriltecek... ”O gün" den maksat, kıyamet günüdür. Buna göre Yüce Allah, onların tamamını, öldükten sonra yaptıklarının karşılığını vermek için yeniden diriltecek

ve yaptıklarını kötü ve çirkin hareketlerini

kendilerine haber verecektir. Yüce Allah onlara, bu kötü hareketlerin kendilerinden çıktığını beyan edecek, ya da bu dirilme esnasında, yaptıkları çirkin hareketleri ona uygun olarak korkunç suretlerde bütün herkesin gözü önünde canlandıracaktır. Bundan maksat, kendilerini utandırma, durumlarını teşhir etme ve azaplarını artırmaktır. Yoksa yaptıkları hareketlere dikkat etmeleri için haber verilmenin bizatihi kendisinde her hangi bir fayda yoktur.

Allah onları bir bir saymıştır. Burada sanki şöyle bir soru sorulmaktadır: ”Yüce Allah onlara amellerini nasıl bildirecek?" Amelleri birer araz olup yani sonradan meydana gelmiş olup şu anda yok olmuş, geçip gitmiştir. İşte bu soruya ve itiraza şöyle cevap verilmektedir: ”Allah onları bir bir saymıştır" Yani Allah o amelleri ve hareketleri adet itibari ile saymıştır ve kişi nasıl amel etmiş ise, o şekilde korumuş ve muhafaza altına almıştır. Yüce Allah'tan hiçbir şey gizli kalmaz ve kaybolmaz.

er-Râgıb der ki: ”İhsa demek, her hangi bir şeyin tam olarak kaç adet olduğunu bilmek demektir. Bu ifadenin kullanılmış olmasının sebebi, onların parmakla saymaya itimat etmelerinden ve güvenmelerinden dolayıdır."

Bazı âlimler derler ki: ”İhsa, kuşatarak ve zabt altına alarak bir şeyi saymak demektir. Kelimenin aslı çakıl taşlarını, tam olarak kaç tane olduğunu tesbit için saymak demektir. Kelime bu hali ile saymak anlamına gelen öteki ”ad" kelimesinden daha özel bir mânâ ifade etmektedir."

Onlar ise unutmuşlardır. Halbuki onlar, yaptıkları amel çok olduğu için ya da onları işlerken itikatları olmaması sebebi ile aldırmayıp hafife aldıkları için unutmuşlardır.

Allah her şeye şahittir. Ondan hiçbir şey gizli kalamaz. Âyette geçen ”şehîd" kelimesi, bulunan hazır olan anlamına gelen şahit manasınadır.

Şu halde günahların hatırlanması, bunlara ağlanıp göz yaşı dökülmesi ve her şeyi yazıp asla unutmayan Yüce Allah'a bütün herkesin gözü önünde günahlarında ısrar edenlerin rezil rüsvay olacağı ve kullardan hiçbir duâ ve mazeretin asla kabul edilmeyeceği gün gelip çatmadan önce tevbe etmek şarttır. Şurasını iyi bilmek gerekir ki, Allah'ın şahit olması demek, Allah'ın yapılan bütün günahların işlendiği esnada hazır ve mevcut olması demektir. Fakat bu hazır oluş maddî olarak var olmak değil, ilmen şahit olmaktır.

7

Göklerde ve yerde olanları Allah'ın bildiğini görmüyor musun?

Bu ifade. Yüce Allah'ın nereden nereye kadar şahit olduğunun kapsamına ve şümulüne bir delildir. Burada hitap, ya Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'adır, ya da hitab edilmeye elverişli olan herkesedir. Buna göre âyetin mânâsı şöyle olur: Müşahade mertebesinin kesin bilgisi ile Allahü teâlâ 'nın göklerde ve yeryüzünde mevcut ne kadar şey varsa bunları bildiğini bilmiyor musun? Bu mevcut olan şeyler ister yerde ve gökte bulunmak biçiminde mevcut olsun, isterse onların bir parçası şeklinde olsun farketmez.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet olunduğuna göre bu âyeti kerime, Amr'ın iki oğlu olan Rabîa ve Habîb ile Safvân b. Umeyye hakkında nazil olmuştur. Bunlar bir gün aralarında konuşurlarken içlerinden birisi: ”Ne dersin acaba Allah ne dediğimizi biliyor mu? diye sorar. Ötekisi: ”Bir kısmını bilir" diye cevap verir. Üçüncüleri ise: ”Bir kısmını bilirse tamamını bilir demektir" der.

Üçüncünün söylemiş olduğu görüş isabetlidir ve doğru söyler çünkü eşyanın bir kısmını her hangi bir sebep ve araç olmaksızın bilebilen onun tamamını da bilir. Çünkü Yüce Allah'ın her hangi bir ilim ve bilgi aracı kullanmaksızın âlim ve bilgin olması, ilmin ilgileneceği ne kadar mevcut varsa onların tümü açısından geçerlidir.

İşte bu konuşmanın üzerine

üç kişinin gizli konuştuğu yerde onların dördüncüsü mutlaka O'dur, âyeti nazil olmuştur. Âyette geçen ”necvâ" kelimesi, insanın içinde gizlemiş olduğu sır demektir. Bu kelimenin aslı, insanın çevresine göre yüksekçe bir yerde yalnız kalması demektir. İçinden bir şeyler geçiren kimse, sanki onlara başkası erişemesin ve bilemesin diye insanlardan uzakta yeryüzünün yüksekçe bir tepesinde gibidir. Buna göre âyetin mânâsı şöyle olur: Ve üç kişinin gizli konuştuğu ve birbirlerine sır verdiği yerde onların dördüncüsü mutlaka Allah'tır. Yüce Allah, aralarında konuştukları şeyi bilmesi açısından o üç kişinin arasında dördüncü olmaktadır. Nitekim el-Hüseyin en-Nûrî der ki: ”Allah nefsi ve zatı açısından değil, bilgisi ve hükmü bakımından onların dördüncüsüdür."

Beş kişinin gizli konuştuğu yerde onların altıncısı mutlaka O'dur.

Yani beş kişinin arasında meydana gelen olayı bilme açısından Yüce Allah onların altıncısı olur. Burada beş ve altı sayısının özel olarak zikredilmesi, âyetin inmesine sebep olan olayın özelliğinden dolayıdır. Çünkü gizli bir şeyler konuşmak için bir araya gelen münafıklar, bazen üç, bazen beş kişi olurlardı.

Burada denilebilir ki ekseriyetle müşavere etmek ve akıl danışmak üçten başlayıp altıya kadar gider. Çünkü böyle olursa, onlar daha az söz etmiş olurlar daha uygun görüşü yakalamış ve ağızları daha sıkı olur. Bu sebeple Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) öleceğini anlayınca, halifelik meselesini altı kişinin arasında danışma yoluyla seçilmeye bırakmıştır. Buna göre halifelik altı kişi arasında onların birbirlerine danışmaları ve görüş birliğine varmaları ile olacaktır.

Bundan daha az yani iki ve bir gibi, belirtilen sayıdan daha az... Çünkü bir kişi de kendi içinden konuşur.

Ve altı ve daha fazlası gibi

daha çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Yani Allah ilmi ile ve işitmesi ile gizli konuşanlarla beraberdir. Onların aralarında geçen konuşmayı bilir. Onların ne durumda oldukları Allah'a gizli kalmaz. Sanki Allah onların gözlemcisi ve onlarla birliktedir. ”Nerede bulunurlarsa bulunsunlar" demek, yeryüzünün neresinde bulunurlarsa bulunsunlar isterse yeryüzünün dibinde olsunlar farketmez, demektir. Çünkü Yüce Allah'ın eşyayı bilmesi mekân bakımından yakınlıkdan dolayı değildir ki mekânların kendisine yakın ve uzaklığına göre bilgisi de farklı olsun.

Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Yani dünyada işlemiş oldukları şeyleri, kıyamet günü kendilerini rezil ve rüsvay etmek ve uğrayacakları azaplarını ortaya koymak için onlara haber verecektir.

Şüphesiz Allah her şeyi bilendir. Çünkü zatının gereği olan bilgisi her şeyi kuşatır.

İbn Ataullah der ki: ”İnsanların sana yönelmediklerini ya da seni kötülediklerini gördüğünde bunlara aldırma Yüce Allah’ın senin hakkındaki ilmine bak. Onun senin hakkındaki bilgisine kani olmaz isen bundan dolayı uğrayacağın musibetin mahlukattan görmüş olduğun zarar dolayısı ile meydana gelen musibetinden çok daha beterdir."

8

Gizli konuşmaktan menedilip de sonra o yasaklandıkları şeyi tekrar yapanları... Bu âyeti kerime, Yahudiler ve münafıklar hakkında nazil olmuştur. Bunlar kendi aralarında gizlice konuşurlar. Üç beş kişi halka yapıp müminleri gördükleri zaman gözleri ile işaret ederlerdi. Bu fiilleri ile müminleri kızdırmak isterlerdi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu yapmalarını yasakladı. Sonra aynı fiillerini bir daha yaptılar. Âyette hitap, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'adır.

Ebu Said el-Hudri (radıyallahü anh) der ki: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gece biz aramızda konuşurken yanımıza geldi ve: ”Bu gizli konuşmaktır, gizli konuşmaktan yasaklanmadınız mı?" buyurdu. Bizler: ”Yüce Allah'a tevbe ediyoruz, çünkü biz deccaldan söz ediyorduk" dedik. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Sizin namınıza hundan daha fazla korktuğum bir şeyi haber vereyim mi? Bu şey gizli şirktir," buyurdular.,2) Yani Mürailiktir, gösteriş yapmaktır.

Günah, düşmanlık ve peygambere karşı gelmek hususunda gizlice konuşanları görmedin mi? Bu ifade, onlara yasak edilen şeyi beyan etmektedir. Çünkü bunlar dine zarar vermektedir. Yani bizatihi günah, mü'minlere düşmanlık ve peygambere karşı gelmeleri hususunda birbirlerine olan gizlice tavsiye etmelerini görmedin mi? demek olur. Âyette geçen ”udvân" kelimesi, zulüm ve haksız fiil demektir. ”Masiyet" ise, itaatin tersi olan karşı gelmek anlamınadır.

Onlar yani o gizli konuşanlar

sana geldikleri zaman seni Allah'ın selâmlamadığı bir şekilde selâmlıyorlar. ”Tahiyye" kelimesi, dil bilgisi açısından mastardır. Bunun fiili ”hayyâkâllah"tır. Mânâsı ise, Allah sana uzun ömür verdi, demektir. Daha sonra bu cümle, duâ cümlesi olarak kullamlagelmiştir. Buna göre mânâsı: ”Allah sana uzun ömürler versin" demek olur. Ardından aynı cümle, her türlü duâ için kullanılmış ancak selamlamada kullanılması daha yaygındır. Her türlü duâ, bu bakımdan tahiyyedir, bu duâ ister, dünya için olsun, isterse âhiret için olsun.

"Allah'ın selâmlamadığı bir şekilde" den maksat. Yüce Allah'ın seni selâmlamadığı bir şeyle demektir. Onlar Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ”essâmu aleyke' derler ve ”esselâmü aleyke" demiş hissini verirlerdi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)da onlara cevap olarak ”ve aleykûm" derdi. Ya da onlar ”en im sabâhen" derlerdi.

Bu selâm çeşidi cahiliyet dönemi selâmı olarak mânâsı, sahalım yumuşak hoş olsun, her hangi bir uğursuzluk olmasın anlamına gelirdi. Oysa Allahu zülcelâl ise: ”Gönderilen bütün peygamberlere selâm olsun." (Saffât: 181) buyurmaktadır.

Âlimler, zimmîlerin selâmının alınıp alınamayacağı noktasında ihtilâf etmişlerdir. İbn Abbas, Şa'bî ve Katâde'ye göre bu konudaki var olan emrin açık hükmüne dayanarak selâmlarını almak vaciptir. İmam Mâlik'e göre ise vacip değildir. İmam Mâlik: Zimmîlerin selâmlarını alacaksan ”aleyke" de, derdi."

Bazı âlimler ise, selâm veren zimmîyenin selâmını alan kimse ”alâke es-selâmü" der demişlerdir. Bunun mânâsı selâm senin üerine yükselsin demektir.

Bazı Mâlikî âlimleri ise, selâm veren zimmîye, selâm alan : ”Es-silâmü aleyke" der, demişlerdir ki mânâsı, taş senin üzerine olsun demektir.

Senin yanından çıktıkları zaman

kendi içlerinden de: Yani kendi aralarında:

'Bu söylediklerimiz yüzünden Allah'ın bize azap etmesi gerekmez miydi?' derler. ”Hazret-i Muhammed gerçekten peygamber ise ona yaptığımız kötü duaya cesaret etmemiz sebebi ile Yüce Allah bize azap etmeli, gazapta bulunmalı ve bizi yerle bir etmeli değil miydi?" derler.

Cehennem onlara yeter. Yani onlara azap verme açısından cehennem yeterli ve kâfidir.

Oraya gireceklerdir. Bir hikmete dayalı olarak hemen azap edilmeseler bile hiç kuşkusuz ve mutlak olarak oraya girecekler ve cehennemin hararetini tadacaklardır. Bundan maksat, kendileri ile alay etmek ve iman etmedikleri ve kâfir oldukları için durumlarını hafife almaktır.

Orası, yani cehennem,

ne kötü dönüş yeridir!

Bazı müfessirler derler ki: ”Onların bu şekilde söylemeleri yanlarında bulunan bilgiden gafil olmalarındandır. Çünkü onlar ehli kitap idiler ve biliyorlardı ki, peygamberlerden bazılarına ümmetleri isyan etmiş, onlara eziyet etmişler fakat Yüce Allah'ın bilecek olduğu bir maslahat ve hikmet gereği hemencecik azap edilmemişlerdi. Sonra Yüce Allah Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın duasını kabul buyurmaktadır. Nitekim rivayet olunduğuna göre Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) Yahudilerin bu sözlerini işitir ve der ki: ”Aleykum essamu vez-Zâmû ve'l-la'ııetu" bunun üzerine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurur: ”Ey Âişe yumuşak ol, çünkü Yüce Allah her şeyde yumuşaklığı sever, çirkinliği ve bunda kasten ileri gitmeyi sevmez." Bunun üzerine Hazret-i Âişe, ya Rasûlüllah ne dediklerini işitmediniz mi? diye sorar. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ey Âişe onlara nasıl cevap verdiğimi duymadın mı, ben onlara ”ve aleykum" dedim. Ve onlar hakkında söylemiş olduğum bu sözüm kabul edilir," der. (3)

9

Ey dilleri ve kalbleri ile

iman edenler! Toplantı yerlerinizde ve kendi aranızda

gizli konuşacağınız zaman münafıkların ve Yahudilerin yaptıkları gibi

günahı, düşmanlığı ve Peygambere karşı gelmeyi fısıldaşmayın. İyilik ve takvayı konuşun. Müminlerin hayrına olan şeyleri ve Rasûlüllah'a karşı gelmekten kaçınmayı konuşun.

Sehl (radıyallahü anh) der ki: ”Âyetin mânâsı şudur: Allah'ı zikredin, Kur'an okuyun, emri bil maruf ve nelıyi anil münker yapın."

Huzuruna toplanacağınız bir olan, müstakil olarak ya da ona ortak bir başkası daha olmayan, yalnız ve tek olan

Allah'tan korkun. Yaptığınız ve yapmadığınız her şeyin karşılığını Allah size verecektir.

Bu âyeti kerime gösteriyor ki, gizli konuşma ve fısıldama, mutlak olarak yasak edilmiş değildir. Tanı tersine bazı durumlarda, o durumun gereği olarak kimi zaman vacip, kimi zaman müstehap, bazen de mubah olmak üzere emrolunmuş bir durumdur.

10

Bilinen

gizli konuşmalar, -ki bu konuşmalar az ileride gelecek olan ”iman edenleri üzmek için" ifadesinin delâleti ile günah ve düşmanlığı fısıldayan konuşmalardır.-

İman edenleri üzmek için şeytandandır, başkasından değildir. Çünkü şeytan o sözleri güzelleştirir ve onları konuşmaya teşvik eder. İşte bu açıdan sanki bu sözler şeytandandır. ”İman edenleri üzmek için" yani onların üzüntülerini harekete geçirmek için demektir.

er-Râgıb der ki: ”Kelime olarak Arapçada ”hüzün" ve ”ham", sert yeryüzü anlamına huşunet kökündendir. İnsanın ruhundaki huşunet yani sertlik ise, gam ve kedere sebep olması sebebi iledir. Buna göre âyetin mânâsı şöyle olur: Bu sözler şeytanın, mü'minleri kendilerine hayatlarında bir belâ geldiği kanaatini uyandırarak üzmesi içindir. Yani şeytan onlara, askerleriniz yenildi, akrabalarınız hep öldürüldü, vesvesesini vererek onları üzer ve savaş için gerekli tedbirleri almakta onların azmini gevşetir ve buna benzer mü'minlerin kalblerini ve gönüllerini bulandıran başka düşünceler akıllarına getirir. Hadisi şerifde şöyle yer alır: ”Üç kişi bir araya geldiğiniz zaman iki kişi o arkadaşından gizlice birbirleri ile konuşmasın, çünkü bu onu üzer" buyrulmuştur. (4)

Oysa o şeytan, ya da gizli konuşma,

Allah'ın izni olmadıkça onlara hiçbir zarar veremez.

el-Esiletül Mukhame'de şu ifade yer alır: Üzüntünün amacı hangi açıdandır diye sorulursa, deriz ki, çekilen üzüntünün sonu iyi ise, aslında bu üzüntü olmaz. Bu ifade, usul ve metodla ilgili bir nükteyi ifade etmektedir. Çünkü zararın sonucunda sevap varsa aslında bu zarar değildir. Fayda da eğer sonuç olarak azap getiriyorsa aslında fayda sayılmaz.

Mü'minler bütün işlerini Allah'a havale etmiş olmak, O'na güvenmiş bulunmak ve kâfirlerin gizli konuşmalarına aldırış etmiş olmamak için

yalnız Allah'a dayanıp güvensinler. Çünkü Yüce Allah, müminleri onların şerrinden ve zararından koruyacaktır.

11

Ey iman edenler! Samimi olarak inananlar!

Meclislerde: 'Yer açın', birbirinize yer açmak için genişleyiniz ve bir araya sıkışmayınız demektir. Arapçada ”ifsah annî" denilir ki mânâsı, az öteye var demektir. Yine Arapçada ”ente fi feshatin min dînike" derler ki, sen dinî bakımdan ruhsat ve genişlik taraftarısın, demek olur.

Denilince... Bunu din kardeşlerinizden kim söylerse söylesin

yer açın ki Allah da dilediğiniz her şeyde

size genişlik versin. Buradaki genişlik anlamına gelen ”tefessüh" kavramı, mekânda, rızıkta genişlik olabileceği gibi, gönül huzuru anlamına olmak üzere kalbte genişlik, kabir ve bunun dışında başka şeylerde genişlik anlamına da olabilir. Çünkü karşılık, yapılan amelin cinsindendir.

Bu âyeti kerime, Müslümanların hayır ve ecir için bir araya geldikleri her türlü meclisi içerisine alan genel anlamlı bir âyettir. Bu meclis ister Rasûlüllah'ın meclisi olsun, ister ondan başkasının meclisi olsun, farketmez. Sahabe-i kiram (radıyallahü anh), Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a daha yakın olmak, söylemiş olduğu sözleri duyabilmek arzusu ile bir araya üşüşüp birbirlerini sıkıştırıyorlardı. Ya da savaş meydanında birbirlerini sıkıştırıyorlardı. Sahabenin birisi safa gelerek arkadaşlarına, yer açınız, diyor, onlar da şehit olmak aşkı ile buna razı olmuyorlardı. Ya da zikir meclislerinde veya cuma günü meclislerinde birbirlerini sıkıştırıyorlar yer açmıyorlardı. Bütün bu durumların birinde her ne kadar önce gelen kendi bulunduğu yerde oturmaya daha öncelikli ise de kendisi, her hangi bir elem duymadığı sürece din kardeşine yer açarsa onu bulunmuş olduğu dar yerden çıkarmış olur. Hadisi şerifte: ”Sizden herhangi birisi din kardeşini oturduğu meclisde ayağa kaldırıp da sonra onun yerine oturmasın, fakat birbirinize yer açınız" buyurulmuştur. Bir başka rivayette ise şöyle buyurulur: ”İçinizden herhangi biriniz Cuma günü din kardeşini ayağa kaldırmasın fakat 'yer açınız' desin."

Size: 'Kalkın' denilince de kalkın ki... Size daha sonra gelen kişilere yer açmak gayesi ile ”kalkın" denilince kalkınız ve ayağa dikiliniz. Yani cemaat otururken iki kişinin birbirinden uzaklaşması sureti ile yer açmak mümkün olmayacak derecede kalabalık çoğaldığı zaman ayağa kalkınız.

Bazı âlimler âyeti şöyle tefsir ederler: ”Hep beraber ayağa kalkınız, ayakta iken yer açınız, ayağa kalkmakta tembellik göstermeyiniz. Ya da zarurî bir sebepten dolayı size, oturduğunuz yerlerden ayağa kalkınız, başka yere intikal ediniz, denildiği zaman ayağa kalkın. Çünkü bunu gerektirecek bir zorunluluk vardır. Bunu size emreden kimseye itaat ediniz, oturduğunuz yerden kalkınız ve din kardeşlerinize yer açmız."

Bazı âlimler derler ki: ”Size: 'Kalkın' denilince" âyetinin mânâsı, Rasûlüllah meclisinden size kalkmanızı emrettiği zaman kalkınız ve orada oturmaya devam ederek Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı usandırmayınız. Ya da namaza cihada, şehitliğe ve bunlardan başka hayırlı amellere kalkıp koşunuz, denildiği zaman kalkınız, tembellik göstermeyiniz ve işi ağırdan almayınız, demektir. Kalkın emrini veren Rasûlüllah olabileceği gibi başkaları da olabilir.

Allah sizden inananları verilen emre itaat etmek ve din kardeşlerine yer açmak için bu filleri yapanları

ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin.Yüce Allah da kendilerine yardım etmek, dünyada güzellikle anmak, âhirette cennette barındırmak sureti ile onları yükseltsin. Çünkü Allah için tevazuda bulunanı Yüce Allah yüceltir. Buna karşı kibirleneni de alçak ır.

Burada kendilerine ilim verilenlerin de ayrıca yüceltileceği belirtilmiştir ki, bunun ifade edilmesinin sebebi, âlimlerin durumlarının yüceliğini ve mertebelerinin büyüklüğünü vurgulamak içindir. Böylece sanki âlimler başka bir cins ve tür imişler gibi anılmışlardır. Âlimler ilim ve ameli birlikte yapmalarısebebi ile yüksek mertebe ve tabakalarla yüceltilmişlerdir. Çünkü ilim zaten kendisi yüce bir derecedir, bir de buna amel eşlik ettiği için daha fazla bir yüceliği gerektirir. Bu sebeple ilimden uzak olan, salih amelde zirveye ulaşsa bile, ilimle birlikte olan amelin derecesine eremez. Bu sebeple âlimin hareketlerine uyulurken, ondan başkalarının yaptıkları fiillere uyulmaz.

Allah yaptıklarınızdan yani amellerinizden ya da yaptığınız şeylerden

haberdardır. Onları bilmektedir ve o amel erin hiçbirisi ona gizli kalmaz. Yüce Allah, sizlerin kardeşlerinize yer açıp açmadığınızı, ayağa kalkıp kalkmadığınızı ve bunları yaparken niyetinizin ne olduğunu çok iyi bilir ve bunlar Yüce Allah'ın katında asla zayi olmaz.

Bazı âlimler bu âyetin son ifadesini, emre itaat etmeyen ya da bunu hoş karşılamayan kimseler için bir tehdit olarak yorumlamışlar, meclislerde mutlaka yer açmalı ve şerefli ilmi elde etmeye çalışmalı, demişlerdir. Yine bu âyetten meclislerde ve toplantı mahallerinde âlimlere öncelik verilmesinin sırrı anlaşılmaktadır. Çünkü Yüce Allah âlimlere öncelik vermekte ve onları, kendilerine yüksek dereceler vermek sureti ile yüceltmektedir. Bir hadisi şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Bir âlimin herhangi bir âbide (çok ibadet eden kimseye) üstünlüğü, ayın on dördüncü gecesi diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir" buyurmuştur.

Bazı hakîm, bilge kişiler derler ki: ”İlim öğrenmeyi kaçıran kimse, bunu nasıl telâfi edebilir? İlim öğrenen de acaba neyi kaçırmıştır bir bilebilseydim? Herhangi bir ilim, şayet amel ile desteklenmezse bunun sonu zillettir."

Mukâtil der ki: ”Bir mü'min cennetin kapısına ulaştığı zaman kendisine denilir ki: 'Sen âlim değilsin cennete amelinle gir.' Âlime de: 'Cennetin kapısında dur ve insanların terbiyesine yapmış olduğun katkıdan dolayı onlara şefaat et. ' denilir. ” (8)

8- Bu hadisi Beyhakî şu ifadelerle rivayet eder: ”Âlim ve âhid diriltilir. Âbide cennete gir denilir. Alime: Dur insanların güzelce terbiyesine yaptığın katkıdan dolayı onlara şefaat et denilir." Bkz. et-Terğîb ve't Terhîb, 1/102.

Ebu'd-Derdâ (radıyallahü anh) rivayet ediyor: ”Bir meseleyi öğrenmem bana yüz rekât namaz kılmamdan daha sevimlidir. Her hangi bir meseleyi öğretmem bana bin rekât namaz kılmamdan daha sevimlidir."

Ebû Hureyre ve Ebu Zer (radıyallahü anh) rivayet ediyorlar: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle dediğini işittik: ”İlim öğrenirken ölümün gelip çattığı kişi şefi id olarak ölür."

12

Halis ve samimi imanla

ey iman edenler! Peygamber ile sizinle ilgili işler hakkında

gizli bir şey konuşacağınız zaman, bu konuşmanızdan önce lâyık olan kimselere

bir sadaka veriniz. Nitekim Hazret-i Ömer şöyle söyler: ”Araplara bahşedilen en üstün şey şiir söyleme yeteneğidir. Her hangi bir kişi ihtiyacını söylemeden önce şiirini söyler. Şerefli bir kimseden bununla yardım istenirken; alçak olan kimse de bununla verilirdi.

Bu âyeti kerime, halkın Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı usandıracak ve bıktıracak derecede soru sordukları bir esnada nazil olmuştur ve Yüce Allah onlara Rasûlüllah'la gizli konuşma esnasında sadaka vermelerini emretmiştir. Bunun üzerine bir çok kimse bu hareketinden vazgeçmiştir. Fakir fakir olduğu için, zengin ise cimriliğinden dolayı yapmamıştır. Âyet Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a saygı gösterilmesini, fakirlere yararlı olmayı ifade ederken, soru sormada aşırı gitmeyi yasaklamaktadır. Ayrıca âyeti kerime, samimi olanla münafık olanı, âh ire ti sevenle dünyaya bağlananı birbirinden ayırmaktadır.

Buradaki emrin, bazı âlimler mendupluk ifade ettiğini söylerken, bazıları vucûbiyet ifade ettiğini, ancak daha sonra ”sadakalar vermekden korktunuz mu?" ifadesi ile yürürlükten kaldırıldığım belirtmişlerdir. Bu âyet, okuma ve mushafta yer alma bakımından her ne kadar önceki âyete bitişikse de iniş bakımından ondan sonradır. Zaten nesneden âyetler sonra iner. Âlimler, yürürlükten kaldıran hükmün, yürürlüğü kaldırılan hükümden ne kadar sonra nazil olabileceği konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bazı âlimlere göre bu, günün belli bir zaman dilimidir.

Fakat açık olan o dur ki, Hazret-i Ali'den gelen şu rivayete göre bu iki âyet arasında on günlük bir süre söz konusudur. Söz konusu rivayette Hazret-i Ali der ki: ”Şurası gerçek ki Yüce Allah'ın kitabında bir âyet vardır. O âyeti kerime ile benden önce de benden sonra da hiç kimse amel etmemiştir. Şöyle ki benim bir dinarım vardı. Onu harcadım, bir başka rivayette, onunla on dirhem satın aldım. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)la gizli konuşacağım zaman bir dirhem sadaka veriyordum." (11) Yani elindeki bir dinarı on dirhem olarak bozdurduktan sonra Rasûlüllah'la konuşmadan önce on gün birer dirhem sadaka veriyordum ve Allah'tan güzel hasletler ve özellikler bahşetmesini istiyordum.

11- Bunu el Hafız İbn Kesîr tefsirinde bizlere nakleder Bkz. 3 / 465. Bu rivayeti Leys b. Ebi Selim Mücahid'den rivayet eder.

İbn Ömer (radıyallahü anh) rivayet ediyor: ”Hz Ali'nin üç özelliği vardı ki, onlardan birisi şayet bende olsa idi kızıl develere sahip olacağıma buna sahip olmayı tercih ederdim. Bu özellikler, onun Hazret-i Fatıma ile evlenmiş olması, Hayber günü sancağın kendisine verilmiş olması ve son olarak da necvâ yani gizli konuşma âyetidir."

Ey mü'minler

bu sadaka vermek, o paraları elinizde tutmaktan

sizin için daha hayırlı ve şüphenin kirinden, her türlü günahın başı olan dünya sevgisinin en büyüklerinden bulunan ve mal sevgisinden kaynaklanan cimriliğin kirinden sizin için

daha temizdir. Bu ifade, buradaki emrin mendupluk ifade ettiğini göstermektedir. Fakat Yüce Allah'ın

şayet (bir şey) bulamazsanız bilin ki Allah bağışlayandır, esirgeyendir ifadesi, bize bunun vacip olduğunu bildirmektedir. Çünkü gizli konuşmak için bir şey bulamayan kimseye, sadaka vermeksizin izin niteliği taşımaktadır.

13

Gizli bir şey konuşmanızdan önce sadakalar vermekten korktunuz mu? Âyette geçen ”işfak" kelimesi, sevilmeyen ve hoşa gitmeyen bir şeyden korkmak demektir. Buradaki sorunun ifade etmiş olduğu mânâ ise, gerçekte bir şeyi öğrenmek değil, tam tersine sorulan şeyin varlığını, var olduğunu ifade etmektir. Bazıları korktukları için Rasûlüllah'la konuşmayı terk etmişlerdi. Bu durumda konuşma olmadığı için, âyete muhalefet de yoktu. Âyetin metninde sadaka kelimesinin çoğul olarak ”sadakalar" şeklinde getirilmesi, hitap edilen kimselerin tek değil çok olmalarındandır.

Bazı tefsirlerde şöyle söylenir: ”Yüce Allah ilkin ”sadaka" kelimesini tekil olarak getirmiş ve bununla her hangi bir sadakanın verilmesinin yeterli olacağına işaret etmiştir. Buna karşılık ikinci âyette Rasûlüllah'la gizli konuşmanın, konuşanların çokluğu göz önüne alınarak çoğul getirilmiştir. Bu açıklamalardan sonra âyetin mânâsı şöyle olmaktadır: Ey zengin olan kimseler, sadakalar vermekten korktunuz mu?"

Emredilen şeyi

yapmadığınıza ve bu size zor geldiğine

ve bunu yapmama konusunda size izin vermek sureti ile ve sadaka verme yükümlülüğünü kaldırarak

Allah da sizi affettiğine göre artık namazı kılın, zekâtı verin. Yani size emredilen sadakalar verme emrini yapmadığınıza, bundan geri kaldığınıza göre, artık bu kusurunuzu ve eksikliğinizi farz olan namazı kılıp zekâtı vererek telâfi ediniz.

Diğer bütün meselelerde

Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Çünkü bunları yerine getirmek, yapmış olduğunuz ihmali telâfi edici gibidir.

Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Gerek açık, gerek gizli yapmış olduğunuz amelleri bilendir. O'na amelerinizden hiçbiri gizli kalmaz ve size karşılığını verir. Şu halde gösteriş ve riya için değil, sırf O'nun hoşnutluğunu elde etmek için size emretmiş olduğu şeyleri yapınız.

14

Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu ki bunlar Yahudilerdir. Nitekim Yüce Allah: ”Allah'ın lanetlediği ve gazab ettiği... kimselerdir." (Maide: 60) âyeti ile onların kim olduklarını haber verir. ”Gazap", nefisteki bir hareket demektir. Bu hareketin başlangıç noktası intikam alma iradesidir. Bu da Yüce Allah'a göre hoşnutluğun zıddıdır. Ya da gazap, intikam alma iradesi veya tehdidi gerçekleştirme ya da çok elem verici bir şekilde ve şiddetle yakalamak ve nimetini değiştirmek demektir.

Dost edinenleri görmedin mi? Buradaki soru edatı Yahudileri kendilerine dost eden, onlarla samimi olan ve mü'minlerin sırlarını onlara aktaran münafıkların hallerindeki şaşırtıcı durumu vurgulamaktır. Hitap, ya Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'adır, ya da anlayan ve işiten herkesedir.

Onlar. Yahudileri dost edinenler, gerçekte

ne sizdendirler, ne de onlardan yani ne de gazaba uğrayanlardandırlar. Çünkü onlar münafıktırlar ve her iki zümre arasında bazen o tarafa, bazen bu tarafa gidip gelmektedirler. Onlar her ne kadar gerçekte kâfir bile olsalar, ancak Yahudilerin itikad ettikleri şeylere inanmadıkları ve onlara vefakâr olmadıkları için gönül itibari ile Yahudilerden değildirler. Münafıkların varacakları yer cehennemin en alt katıdır.

Bilerek yalan yere yemin ediyorlar. ”Hilf" insanlar arasında anlaşma demektir. Bu kelimeden türeme ”muhal efe" antlaşma demektir. Hilf’in aslı, bir kısım insanların diğerlerinden ahd ve söz aldıkları yemindir. İşte bu fiil ile daha sonra her türlü yemin ifade olunmaya başlanmıştır. Burada âyetin mânâsı şöyle olur: Onlar derler ki: ”Allah'a yemin ederiz ki, bizler Müslümanlarız." Burada bile bile yalan yere yemin ettikleri şey, Müslüman oldukları iddiasıdır. Oysa onlar yaptıkları yeminin yalan olduğunu bilmektedirler. Tıpkı yemini gam usta olduğu gibi. Yemini gamûs, yaptığına ya da yapmadığına yalan yere bile bile yemin etmektir. Böylesi bir yemine gamûs denmesi, yemin eden kişiyi günaha, buna bağlı olarak da cehenneme sokması sebebi iledir. Cenabı Hak bunların yeminlerini gamûs yemini kırmamıştır. Çünkü gamûs yemini geçmişte olmuş veya olmamış bir şeye yemin etmektir. Oysa münafıkların bu yeminleri şu andaki bir durumla ilgilidir.

Rivayet olunduğuna göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımlarına ait odalardan birisinde bulunmakta idi. Orada bulunanlara buyurdu ki: ”Şimdi içeriye, kalbi, zorba birisinin kalbi gibi ve şeytan gözlü birisi girecek." Bu ifadeden sonra içeriye münafık Abdullah b. Nebtel giriverir. Kendisi mavi gözlü birisidir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona sorar: ”Sen ve arkadaşların hakkımda ne diyerek kötü söz söylediniz?" Bunun üzerine Abdullah, böyle bir şey yapmadığına Allah'a yemin eder. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'da ”Evet yaptın" der ve onun arkadaşlarının yanına gider, arkadaşları da Hazret-i Peygambere kötü söylemediklerine dair Yüce Allah'a yemin ederler. İşte bu olay üzerine bahsi geçen âyeti kerime nazil olur.

Bu rivayete göre onların bile bile yalan yere yeminleri, Hazret-i Peygambere sövmediklerine dairdir.

15

Bu sebeble

Allah onlara çetin bir azap hazırlamıştır. Onların yaptıkları şey ne kötüdür! Yani onların alışkanlık haline getirdikleri ve ısrar ettikleri şey çok kötüdür. Onların bu tür alışkanlıkları, âdet haline getirdikleri ve yapmaya devam ettikleri fiilleri kötü bir amel ve iştir.

16

Onlar ihtiyaç esnasında yapageldikleri yalan

yeminlerini kalkan yapıp... Aslında ”yemin", sağ el demektir. İstiare yoluyla yemin anlamında kullanılmasının sebebi, yemin eden ve yemin ettiği esnada söz veren kimsenin yapmış olduğu hareket göz önüne alındığı içindir. Âyetin orjinal metninde yer alan ”cünneten" kelimesi, insanı koruyan kalkan demektir. Buna göre âyetin mânâsı şöyle olur: Onlar yeminlerini, mü'minlerin kendilerini öldürmelerinden ve mallarını almalarından korunacakları bir perde ve korunak yapmışlardır. Âyette yer alan ”ittihaz" kelimesi, onların yalan yeminlerini hazırlamaları ve ihtiyaç esnasında yemin etmek ve serzenişten kurtulmak için buna kendilerini hazırlamaları demektir.

Allah'ın yolundan yani emniyet ve selâmet içinde bulunurlarken O'nun dininden

alıkoydular, insanları engellediler ve onları çevirdiler. Karşılaştıkları kimseleri, İslama girmekten geri koydular ve Müslümanların durumunu onlara zayıf gösterdiler. Kendilerinin bu inkârları ve insanları çevirmeleri sebebi ile

onlara küçük düşürücü bir azap vardır. Yani mahşer halkı arasında kendilerini rezil edici bir azap vardır.

17

Onların malları da evlâtları da Allah'a karşı yani Allah'ın azabına karşı

kendilerine en küçük

bir fayda vermez. Âyetin mânâsı: Onlar yalan yere yukarıda anlatılan korunmayı sağlamak için yemin ediyorlar, fakat ateşe girdikleri zaman kendilerine kazandıkları malları ve dünyada iken kendisi ile övünmüş oldukları evlâtları fayda vermez. Ya da şöyle bir anlam olabilir: Onlar, Muhammed'in söylemiş olduğu gerçekten doğru ise, biz canlarımızı mallarımızla ve evlâtlarımızla gelecek azaptan koruruz.

İşte Yüce Allah onları bu âyeti kerime ile yalanlamıştır. Çünkü kıyamet günü öyle bir gündür ki o günde ne mal ve ne de evlât hiçbir fayda vermez. Hiçkimse kimseye herhangi bir konuda yeterli olamaz.

Bu kötü sıfatlarla belirtilmiş olan

onlar cehennem ehlidirler, oradan ayrılmazlar. Orada bulunurlar. Ya da cehennemin mâliki olurlar. Çünkü onlar, dünyada iken Kötülükleri sebebiyle cehennemi kazanmışlardır.

Onlar orada ebedî kalacaklardır. Oradan ebediyyen çıkmayacaklardır.

18

O gün, kıyamet günü

Allah onların hepsini topluca

yeniden diriltecek, onlar da size dünyada

yemin ettikleri gibi yani ”Rabbimiz Allah'a yemin olsun ki, biz O'na ortak koşanlardan değildik" (En'am: 23) dedikleri gibi samimi Müslüman olduklarına dair

O'na yemin edeceklerdir.

Bu yalan yeminleri sayesinde, dünyada iken canlarını ve mallarını koruyup bir takım dünyevî faydalar elde ettikleri gibi, âhirette de

kendilerinin bir şey üzerinde olduklarını sanırlar. Yalan yeminleriyle kendilerine menfaat sağlayıp, zararı defedeceklerini sanırlar.

İyi bilin ki onlar yalancıların ta kendileridirler. Onlar yalanda zirveye çıkmışlardır. Çünkü gizli, aşikâr her şeyi çok iyi bilen Yüce Allah'ın huzurunda yalan söylemeye cesaret etmektedirler.

19

Şeytan, onları etkisi altına aldı da yani şeytan onlara baskın geldi ve mâlik oldu. Çünkü onlar şeytanın kendilerinden istediği her alanda ona boyun eğmektedirler. İşte bu sebeple şeytan onları kendi taraftarı ve yönettiği kişiler hâline getirmiştir.

Kendilerine Allah'ı anmayı unutturdu. Böylece Yüce Allah'ı ne kalbleri ile ve ne de dilleri ile zikretmemektedirler.

Onlar belirtilen bu çirkin vasıflarla nitelenen münafıklar

şeytanın yandaşlarıdırlar yani askerleridirler. Onun emrettiği meselelere koşan birer tabiîleridirler. Âyette geçen ”hizb" kelimesi, her hangi bir mesele ve görüşe bağlı olan insan grubu demektir.

İyi bilin ki şeytanın yandaşları hep kayıptadırlar. Onlar, daha ötesi olmayan kayıp ve hüsran ile vasıflanmışlardır. Çünkü ebedî nimeti kaçırmışlar, ona karşılık elem verici azabı almışlardır.

Bazı âlimler derler ki: ”Şeytanın bir kulu etkisi altına almasının alâmeti ve göstergesi, şeytanın onu zahiri yiyecek ve giyeceklerle oyalaması, kalbini Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetleri düşünmekten ve bu nimetlere şükretmekten alıkoyması, dilini yalan, boş söz, gıybet ve bühtanla meşgul ederek Allah'ın zikrinden uzaklaştırması ve hezeyanlara kulak vererek hakkı dinlememesidir."

20

Allah'a ve Peygamberine düşman olanlar... Bundan maksat, onların emirlerine aykırı davran anlarlar, onların getirmiş oldukları sınırları aşanlar, onlara karşı yeryüzünde, yeryüzünün bir kısmına hakim olan ve bir sınır çizerek hasmının ileri geçmesini istemeyen kimsenin yaptığı gibi davrananlardır. Onlar ancak taraftarlarının ve arkalarından gidenlerin çokluğuna dayanarak böyle yaptıklarına ve kendilerini gören kimsenin de onlardan daha güçlü kimse olmadığına ve en güçlülerin onlar olduklarını zannettiğine göre Allahü teâlâ, bu zahiri aldanmayı reddetmek ve çürütmek için buyuruyor ki:

İşte onlar, karşı gelip meydan okumaları sebebi ile en aşağılara düşen ve Hakkın rahmetinden uzak olan bu kişiler

en alçaklar arasındadırlar. Yani daha önce geçen ve sonra gelenlerden Yüce Allah'ın yaratıkları arasında en aşağıda olanlardır ki onlardan daha aşağıda kimseyi görmek mümkün değildir. Çünkü birbirine hasım olan taraflardan birisinin zilleti, karşı tarafın izzeti oranındadır. Yüce Allah'ın izzetinin ve yüceliğinin sonu olmadığına göre, ona karşı duranların zilleti de sonsuz olacaktır. Bu da dünyada esir düşmek suretiyle, âhirette ise cehennem azabı ile olacaktır. Onlar, ister Acem ve Rum, ister onlardan daha büyük devletler olsunlar, ister sıradan insanlar olsunlar, ister krallar olsunlar, ister kâfirler, ister fâşıklar farketmez.

21

Allah: 'Elbette Ben ve peygamberlerim galip geleceğiz,' diye yazmıştır. Yani Allahü teâlâ  Levh-i Mahfuz'da buna hüküm vermiş ve bu hükmü orada yazmıştır. Yüce Allah: ”Elbette Ben ve peygamberlerim galip geleceğiz" diyerek onların çoklukları ve güçleri sebebi ile galip gelecekleri şeklindeki zanlarından dolayı cümleyi pekiştirerek ifade etmiştir. Maksat şudur: Galip gelmek, ya delil ve kılıçla, ya da bunlardan birisi ile olur. Delille üstün gelmek bütün peygamberler için vardır. Çünkü onlar dünyada ve âhirette övülmüş, güzel bir akıbeti elde etmişlerdir. Kılıçla üstün gelmeye gelince bu, bütün peygamberler için varid değildir. Çünkü onların içinde savaş yapmaya emrolunmamış peygamberler vardır.

ez-Zeccâc der ki: ”Peygamberlerin galip gelmesi iki şekilde olur: Savaş etmekle gönderilenler savaş ederek galip gelirlerken, savaşla emrolunmayan peygamberler delil ile üstün gelirler. Delille galip gelmeye bir de kılıç eklenecek olursa bu daha da güçlü olur."

Mukatil'in şöyle söylediği rivayet olunur: ”Mü'minler, Yüce Allah bize Mekke'nin Taifin Hayber'in ve civarının fethini nasip ederse umarız ki Allah bizi Aceme ve Bizans'a galip getirecektir. Bunun üzerine münafıkların başkanı Abdullah b. Übey b. Selûl: 'Siz Bizans'ı ve Acemleri, galip gelip ele geçirdiğiniz bazı köyler gibi mi zannediyorsunuz? Vallahi onlar sizin zamlınızdan çok daha fazla sayıda ve çok daha güçlüdürler' deyince, bu âyeti kerime nazil olur."

Şüphesiz Allah peygamberlerine yardım konusunda

güçlüdür. Bazı âlimler derler ki: ”Güçlü anlamına gelen ”kavi" zatında sıfatlarında ve fiillerinde zafiyet olmayan, kendisine yorgunluk ve bitkinlik gelmeyen, eksiklik bulunmayan bozmaktan ve yapmaktan âciz kalmayan demektir. Aslında kuvvet, bünyenin güçlü olmasından ve zaafın aksine sağlam olmasından ibarettir. Bu kelime ile Yüce Allah açısından kudret kastolunmaktadır."

Galiptir, murad ettiği şey hususunda kendisine galip gelinemez.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: Allah Zülcelâl güçlü ve azîz olup âciz olmadığına göre, zaman zaman Müslümanların yenilmesi nedendir? Halbuki onlara yardım vaad edilmiştir? Bu soruya cevap olarak diyebiliriz ki, yardım ve galip gelme şerefli bir makamdır, bu, kâfire lâyık değildir. Fakat Allahü teâlâ  bazen kâfirleri sıkıntıya sokarken, bazen de mü'minlere bunu verebilir. Çünkü her zaman kâfirleri sıkıntıya soksa ve buna karşılık mü'minlerin üzerinden bunu kaldıracak olsa, burada imanın hak, ondan başkasının bâtıl yol olduğuna dair zorunlu bir bilgi doğar. Böyle olunca da mükellefiyet, sevap ve ceza diye bir şey kalmaz. İşte bu sebeple Allahü teâlâ, zaman zaman iman edenleri, bazen de kâfirleri sıkıntıya sokar ki şüpheler yerinde kalsın mükellef de o şüpheyi, İslâmın sahih olduğunu gösteren deliller üzerinde düşünmek sureti ile ortadan kaldırsın, böylece Yüce Allah'ın katında sevabı büyük olsun. Çünkü mü'min bazı günahları işleyebilir. Bu sebeple dünyada günahlarından temizlenmek ve kalbi duru hale getirilmek için şiddetli sıkıntıya uğrar. Buna karşılık kâfire verilen sıkıntı ve belânın şiddeti, Yüce Allah'ın gazabı kabilindendir. Bilinmez mi ki meselâ veba hastalığı mü'minlere rahmet kâfirlere azap ve cezadır.

22

Allah'a ve âhiret gününe inanan bir toplumun babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. Burada hitap Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ya da herkesedir. Ayetin metninde yer alan ”yuvâddûne" fiilinin mastarı olan ”muvadde" kelimesi, sevmek demektir. Sevmek, önce kalbte olan, sonra sonuçları bütün bedende ortaya çıkan bir kavramdır. Burada Allah'a ve O'nun peygamberine düşman olanlardan maksat, münafıklar, Yahudiler, fâşıklar ve bid'atçi zalimlerdir. Mü'minlerin hiçbir hâlde onlarla dostluk etmesi uygun değildir.

İbn Şeyh der ki: ”Âyetin mânâsı şudur: İman, Allah'ın düşmanlarına sevgi ile bir arada bulunmaz."

Burada şöyle bir soru sorulabilir: Müçtehitlerin ittifakına göre onlarla bir araya gelmek, birtakım ilişkilerde bulunmak ve birlikte yaşamak caizdir. Bu, caiz olduğuna göre, haram olan sevgi besleme, acaba ne olabilir? Buna cevap olarak diyebiliriz ki, haram olan sevgi besleme, karşıdaki kâfirin kâfir olduğu hâlde dinen ve dünyevî olarak menfaatini istemektir. Bunun dışındaki hususlar ise caizdir.

Âyette hürmet edilmesi bakımından önde olan babalar, sonra da sırasıyla diğerleri zikredilmiştir. Âyet metninde yer alan ”aşiret" kelimesi, insanın kendileri ile kendisini çok ve güçlü gördüğü akrabalarıdır. Yani onlar mükemmel sayı mesabesinde olurlar. Bunun sebebi şudur: On anlamına gelen ”aşera" sayısı, mükemmel bir sayıdır. Her toplumun aşireti de insanın kendileri ile kuvvet bulduğu akrabaları demektir. Aynı kelimeden türeme ”aşîr" ise gerek akrabalık, gerekse tanışıklık açısından birlikle yaşayan kimse demektir.

el-Kâmus'da şunlar yazılıdır: ”Bir kimsenin aşireti demek, babasının kendine en yakın evlâtları ya da kabilesi demektir."

Buna göre âyetin mânâsı şöyle olur: Dinine aşırı biçimde bağlı olan mü'minler, Allah'a ve O'nun Peygamberine düşmanlık eden akrabalarına sevgi beslemezler. Şu halde başkalarına nasıl besleyebilirler? Çünkü Allah'a iman davası, tümü ile herkesten yüz çevirme demektir. Hatta gerektiğinde onların tümü ile savaşma ve çarpışabilme davasıdır. Nitekim rivayet olunduğuna göre Ebû Ubeyde, babası el Cerrah'ı Bedir savaşı günü katletmiştir.

Abdullah b. Abdullah b. Ubey b. Selûl, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında durmuş Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) su içerken Abdullah (radıyallahü anh): ”Ey Allah'ın Rasûlü, içtiğin sudan birazını artır, geri bırak," demiştir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sorar: ”Onu ne yapacaksın?" Abdul lalı: ”Babama içireceğim belki Yüce Allah kalbini temizler" der ve Rasûlüllah'ın suyunun artığını babasına götürür, babası: ”Bu nedir?" der. Abdullah: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın içmiş olduğu suyun artığıdır. İçmen için sana getirmiş bulunmaktayım. Belki Yüce Allah kalbini temizler," der. Bunun üzerine babası: ”Bana annenin idrarını getirseydin ya" der. Abdullah Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a döner ve der ki: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Babamı öldürmeme izin ver," der. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) der ki: ”Hayır, tam tersine ona yumuşak davranacak ve iyilik edeceksin."

Hazret-i Ebu Bekir'in babası Ebu Kuhâfe İslama girmeden önce Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında kötü söz söyler. Hazret-i Ebu Bekir babasına öyle bir yumruk atar ki babası yere yıkılır. Bunun üzerine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Bunu sen mi yaptın?" der. Hazret-i Ebu Bekir evet deyince. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ona saldırma!" der. Hazret-i Ebu Bekir de: ”Vallahi kılıcım yakınımda olsa idi onu öldürürdüm" der. (13)

13- Hadisi, İbnü'l-Münzir, İbn Ciireyc'ten rivayet eder. Bkz. ed-Durru'l-Mensûr, 6 / 186.

Mus'ab (radıyallahü anh), kardeşi Ubeyd b. Umeyr'i Uhud savaşında katleder. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) dayısı el-Âs b. Hişam b. el-Muğire'yi Bedir savaşında katleder. Hazret-i Ali, Hamza, Ubeyd b. el-Hâris (radıyallahü anh) yine Bedir savaşında Rabia'nın oğlu Utbe ve Şeybe'yi ve Velid b. Ulbe'yi katlederler ki bunlar onların aşiretinden ve akrabalarındandır. Bütün bunlar dine bağlılıktan, Allah'ın dini hususundaki düşkünlükten ileri gelmektedir.

İşte onların, Allah'a ve peygamberine düşmanlık edenler en yakınları bile olsa, onlara sevgi beslemeyenlerin

kalbine Allah, imanı yazmış yani imanı kalblerinde sabit kılmış

ve katından bir ruh ile ki, bu Kur'an'ın nurudur, ya da düşmanlara karşı Allah'ın yardımıdır, veyahut da kalbin nurudur. İşte bu, durumun gerçek yüzünü idrak etmek, rûhânî yüce derecelere yükselmeyi istemek, düşük tabiat âleminin seviyesinden kurtulmak içindir. Bütün bunlara, hayata sebep oldukları için ruh ismi verilir.

Sehl (radıyallahü anh) der ki: ”Ruhun hayatı ebedîlikledir. Nefsin hayatı da ruhladır. Şu halde ruhun hayatı zikirle mümkündür. Zikirin hayatı da zikredenle olmaktadır. Zikredenin hayatı ise zikrolunan Yüce Allah'ın sayesindedir.''

Onları desteklemiştir. Yani güçlendirmiştir.

Onları âhirette

içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, yani ağaçlarının ve köşklerinin altından dört ırmağın aktığı cennetlere sokacak,

orada ebedî kalacaklardır. Orada ebedlerin ebedine kadar kalacaklar, kendilerine yok olmak, ölmek, hastalık veya fakirlik diye bir kavram yaklaşamayacaktır. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Birisi çıkar seslenir: Sizler sağlığınız üzere olacak, hastalanmayacaksınız. Yaşayacak, ebediyyen ölmeyeceksiniz. Hep genç kalacak, sonsuza kadar kocayıp ihtiyarlamayacaksınız. Nimetlenecek, ebediyete kadar sefil olmayacaksınız. ”(14)

14- Hadisi İmam Müslim ve Tirmizî tahric etmişlerdir ."Cennetlik olanlar cennete girdikleri zaman birisi çıkar seslenir: Sizler yasayacak, sonsuza dek ölmeyeceksiniz, sağlıklı olacak asla hastalanmayacaksınız..." Hadis için Bkz: Câmiu'l-Usûl, 10/530.

Allah onlardan razı olmuş kızmamış, gazab etmemiş

onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır.

Ebu'ssuud Tefsirinde der ki: ”Bu ifade, müminlere gerek peşin ve gerekse ileride verilen nimetlerden ne kadar mutluluk duyacaklarını ifade etmektedir."

İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İşte bu ifade de onlara büyük bir şeref bahşetmektedir. Çünkü onların Yüce Allah'a mahsus olduğunu beyan etmektedir. Yani onlar Yüce Allah'ın askerleri ve dininin yardımcılarıdırlar.

İyi bilin ki kurtuluşa erecekler de sadece Allah'ın tarafında olanlardır. Kötü şeylerden kurtulanlar ve sevimli şeyleri elde edecek olanlar da Allah'ın tarafında olanlardır. Yoksa bunların dışında onlar, karşı tarafta yer alıp hüsrana ve yenilmeye mahkûm olan şeytanın taraftarları değillerdir.

Allah'ın yardımıyla Mücâdele Sûresinin tefsiri bitti.

Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun!

0 ﴿