HAŞR SURESİ

1

Göklerde ve yerde olanlar(ın hepsi) Allah'ı tesbih etmektedir.

"Tesbih ”, Cenab-ı Hakk'ı her türlü çirkinlikten tenzih etmek ve ulûhiyyetinin şanına yakışmayan her şeyden temiz ve yüce olduğunu itiraf etmektir. Tesbih; kalp, dil ve hâl ile olur. Kalp ile olan tesbih, kulun, Allah'ın ulûhiyyetine yakışmayan her şeyden yüce olduğuna itikad etmesidir. Dil ile tesbih, ”Allahu Ekber, lâ ilahe illallah" ve ”âmin" gibi Cenab-ı Hakk'ın yüceliğini ifade eden cümleleri söylemektir. Halk arasında meşhur olan da bu ikinci kısımdır. Üçüncüsü, yaratılan varlıkların, yaratanın, azamet sıfatlarıyla muttasıf olduğuna ve olması ile olmaması ihtimalli olan şeylerden münezzeh olduğuna delâlet etmeleridir.

Bazı tefsirlerde açıklandığı gibi müfessirler, Kur'an-ı Kerim'deki bu gibi âyetleri, her varlığın tesbihine şamil olması için ikinci ve üçüncü şekilde tefsir etmişlerdir.

Muhakkik yani araştırıcı âlimlerin çoğunluğu ise, bu tesbihin yalnız işaret lisanıyla değil, hem işaret hem de ifade diliyle yapılan tesbih olduğunu söylemişlerdir. Buna göre, akıllı ve akılsız bütün varlıklar Cenab-ı Hakk'ı tesbih ederler. Nitekim bunun izahı, Hadîd Sûresinin baş tarafında ve Kur'an-ı Kerim'in diğer yerlerinde geçti.

Bir hadisi şerifte rivayet olunduğuna göre Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Ben, Mekke'de bir taş biliyorum ki, Peygamber olarak gönderilmemden önce bana selâm veriyordu. Ben o taşı şu anda da biliyorum. (1)

1- Müslim, Tirmizî ve Ahmed b. Hanbel Müsned'inde Câbir b. Semüre'den merfü olarak rivayet ediyor. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 1/457.

Abdullah İbn Mes'ûd'dan da şöyle rivayet olunmuştur: ”Biz yenmekte olan yemeklerin tesbihlerini işitirdik."

Organ ve derilerin şahitlik yapacakları, Kur'an-ı Kerim'in dile getirdiği hususlardandır.

Mücahid de şöyle demiştir: ”Canlı-cansız her şey Allah'ı tesbih eder. Eşyanın tesbihi, ”sübhânellahu ve bihamdihî" demeleridir."

Bu, genel manâsıyla böyledir. Fakat her cins varlığa nisbetle yapılan tesbihler ayrı ayrıdır. Her varlığın, yaratılışının gerektirdiği şekilde kendine has tesbih etmesi vardır.

O, hükmünde galip, kahredici gücün sahibi, üstün

hüküm ve hikmet sahibidir. Tesbihten sonra bu iki sıfatın zikredilmesinde; tesbihe yönelten ve tesbih etmeyi gerektiren şeye işaret vardır. Çünkü ”izzet"; büyüklüğün, ”hikmet" de güzelliğin eseridir. O halde Allah (celle celalühü) bütün kemâl sıfatlar ile muttasıftır.

Nüzul sebebine gelince: Bu sûre, Benî Nadîr (Yahudi) Kabilesi hakkında nazil olmuştur. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret edince, Benî Nadîr Kabilesi, Rasûlüllah'ın ne lehinde ne de aleyhinde bulunmayacaklarına dair Rasûlüllah ile antlaşma yapmıştı. Fakat Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir Savaşı'nda zafer elde edince Nâdir Oğulları kendi aralarında: ”Tevrat'ta sıfatları belirtilen Peygamber'in sancağı reddolunamaz," diye konuştular. Ne zaman ki, Uhud Muharebesi'nde olanlar oldu Rasûlüllah hakkında şüpheye düştüler ve antlaşmayı bozdular. Ka'b b. Eşref, kırk süvariyle beraber Mekke'ye gidip Kabe'nin yanında, Kureyş Kabilesi ile Rasûlüllah'a karşı savaşacaklarına ve O'na zarar vereceklerine dair ittifak edip antlaşma yaparak Rasûlüllah'la olan antlaşmayı bozdular.

Âlimler derler ki: ”Şu anda hiçbir şey olmaksızın, harp halindeki kâfirler ile, yurtlarını terketmek üzere anlaşma yapmak caiz değildir. Bu, İslâm'ın ilk yıllarında caizdi, sonra nesholundu. Şimdi, ya onlarla savaşmak veya onları esir etmek yahut da onları vergilendirmek (cizye) şarttır."

2

O, Ehl-i kitaptan inkâr edenleri ilk sürgünde yurtlarından çıkarandır. Bu âyet, Cenab-ı Hakk'ın izzetinin bazı eserlerini ve hikmetinin bir takım hükümlerini açıklamaktadır. Tevrat ehlinin, yani Beni Nâdir Oğulları'nın Medine-i Münevvere'den çıkarılmasını emretti. Âyet-i kerîmede ”yurt", ”dâr" kelimesi ile ifade edilmiştir. Bu mânâ ile alâkalı bir de ”beyt" kelimesi vardır. Ancak, aralarında faik vardır. Şöyle ki: Dâr, duvarları yıkılsa bile ”dâr"dır. Beyt (ev) ise öyle değildir. Duvarlar yıkılınca, artık ”beyt" olmaktan çıkar. Çünkü beyt, tavanı olan, bir tarafından girilen, üç dört duvarlı içersinde eğleşmek için inşâ edilen binadır. Bu anlam ”sulfa" kelimesinde de vardır. Ama suffa'nın girişi daha geniştir.

'İlk sürgütî'den maksat, Medine'den Şam'a sürüldükleri ilk an, demektir. Âyette sürgün mânâsında ”Haşr" kelimesi geçmektedir. ”Haşr" bir topluluğu bir yerden çıkarıp başka bir yere sürmek demektir.

Beni Nâdir, yurtlarından hiç çıkarılmamış bir Yahudi kabilesi idi. Çünkü onların daha önce Şam'dan Medine tarafına geçmeleri kendi istekleriyle olmuştu. Bunun içindir ki, onlar Arap Yarımadasından çıkarılıp Şam'a sürülen ilk insanlardır. (2)

2- Beni Nâdir Kabilesinin Medine'den çıkartılması olayını ve sebebini geniş bir şekilde anlamak istersen Bkz. Tefsîr-u ibn Kesîr, 3/370. (Muhtasarından)

Ey Müslümanlar!

Siz onların bu zillet ve aşağılıkla kendi yurtlarından

çıkacaklarını sanmamıştımz. Çünkü onların gücü fazla, surları kuvvetli, sayıları ve hazırlıkları çok idi.

Onlar da, bu kâfirler, kesinlik derecesinde, kuvvetle

kalelerinin, kendilerini Allah'(m azabın)dan koruyacağını sanmışlardı.

" Husun", ”hısn" kelimesinin çoğuludur. Hısn, içerisine ulaşılamayan, muhafaza altına alınmış her yerdir. Âyetin kısaca mânâsı şöyle olur: Kâfirler sandılar ki, sahip oldukları kaleler onları Allah'ın kahrından ve azabından koruyacaktır.

Ama Allah'(m azabı,) onlara beklemedikleri yerden geliverdi. Allah'ın onlar hakkında takdir etmiş olduğu hüküm gönüllerinden hiç geçmedi. Bu, reisleri Ka'b İbn Eşrefin bir hile ile ansızın öldürülmesidir. Çünkü Ka'b'ın öldürülmesi, onların gücünü za'fa uğratan, hakimiyetlerini kıran ve kalplerine korku salmak suretiyle gönüllerindeki güven ve huzuru alıp götüren sebeplerdendir.

Allah, onların kalplerine korku düşürdü. ”Düşürdü" anlamını verdiğimiz ”hazf, iftira etmek demektir. Burada düşürmek, atmak mânâsı mııradedilmiştir. ”Ruh", aşırı korkudan çaresiz kalmaktır.

Bazı âlimler şöyle söylemişlerdir: ”Ru'b, kalbi doldurup aklı bozan, kişiyi çaresiz kılan, fikirleri karıştıran, tedbiri dağıtıp bedene zarar veren korkudur. Buna göre mânâ şöyle olur: Allah, onların gönüllerine kendilerini çaresiz kılan korkuyu yerleştirdi."

Öyle ki; evlerini hem kendi elleriyle hem de mü'minlerin elleriyle harabediyorlardı. Yıktıkları binaların odun ve taşlarıyla sokak girişlerini kapamak, Medine'den sürülüp çıkarıldıktan sonra Müslümanlara mesken kalmaması ve nakledilmesi mümkün olan sevdikleri bazı malzemeleri beraberlerinde götürmeleri için kendi evlerini bizzat kendi elleriyle tahrip ediyorlardı.

Arapçada ”tahrip" ve ”ihr âb" aynı anlamda olup tamir etmenin zıddıdır. ”Ehrabehû ve harrabehû" demek, onu bozup yıkmak suretiyle ifsad etti, demektir.

Ayrıca Müslümanlar, Yahudilerin sığınıp barındıkları kalelerini yok etmek, savaş alanını genişletmek ve onlara zarar vermek için onların evlerini yıkıyorlardı.

Yıkma olayının Yahudilere isnadı, yıkılmaya sebebiyet verdikleri içindir. Böyle olunca sanki Yahudiler, Müslümanları yıkmak için vazifelendirmişler ve bu işi onlara havale etmişlerdir.

Ey akıl sahipleri! İbret alın! Yani, ey kalp, akıl ve basiret sahipleri! Yahudiler aleyhinde meydana gelen korkunç olaylardan öğüt alın! Küfrün ve günahların sebebiyet verdiği kötü sonuçlara bulaşmaktan sakının. İki Yahudi grubunun durumundan ibret alarak kendi durumunuza dikkat edin. Kaleleri gibi birtakım fani kuvvetlere güvenen Nâdir Oğulları gibi sadece sebeplerin desteğine güvenip gaflete düşmeyin. Yalnız Allah'a dayanıp güvenin.

Arapçada ”i'tibâr", ”ubûr" kelimesinden alınmıştır. Ubûr, bir şeyden başka bir şeye geçmek demektir. Bunun içindir ki, kötü şeylerden ders almaya ibret denmiştir. Çünkü burada, görmekten düşünceye intikal edilir. ”Tabir ehli" denilir. Çünkü yorum yapan kişi, hayal edilenden makul olana geçer. Lâfızlara da ibareler denmiştir. Çünkü lâfızlar, mânâları, konuşanın lisanından dinleyenin aklına nakleder. ”Mutlu kişi, başkasıyla ibret alan kişidir," denilir. Çünkü ibret alan kişinin aklı, başkasından kendisine intikal eder.

Gören organa ve ondaki kuvvete ”basar" denilir. İdrak edip anlayan kalbe ”basiret" ve ”basar" denir. Müfredat'ta izah edildiği gibi organa basiret denmez.

Bazı tefsirlerde şöyle denmiştir: ”Ebsâr, basar kelimesinin çoğuludur. Basai-, baş gözüdür. Onunla mülk âlemi müşahede edilir. Mülk âlemi, içinde yaşadığınız şehadet âlemidir. O kadar ki, gören ile görülen şey arasında binlerce yıllık bir mesafe olsa, göz nurunun görülene ulaşmasıyla onu bir anda müşahade eder."

Kalpteki basiret, baştaki basar gibidir. Görünmeyen âlem olan melekût âlemi, ”basiret" ile müşahede edilir. Müşahede edilen, Levh-i Mahfûz'da veya en yüce âlemde dahi olsa... Bazan mümtenî olan, mümkün olmayan ve sonsuz olan şeyler dahi basiretle bir nevi müşahede edilir. Nitekim bu hâli vicdanlarımızda hissederiz. Bütün bunlar ilâhî sanat ve fiillerin hayret veren durumlarmdandır.

Bazı âlimler bu âyetteki basardan maksadın, müşahede edip görmekten mecaz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü çok defa basar müşahede edip görmeye âlettir. O halde aslolan müşahede etmektir. Müşahede olmayınca, basar yok hükmündedir.

Kıyasın delil olabileceğine bu âyet kanıt gösterilmiştir. Şöyle ki, bu âyette bir hâlden başka bir hâle geçmek ve aralarında aynı hükmü gerektiren müşterek sebepten dolayı bu hâlin o hâle yorumlanması emrolunmuştur. Nitekim bu husus usûl kitaplarında açıklanmıştır.

3

Eğer Allah onlara yurtlarından sürgünü yazmamış olsaydı, elbette onları dünyada (başka şekilde) cezalandıracaktı. Âyetteki ”yazmasaydı" ifadesinden maksat, ”hükmetmeseydi" demektir. ”Onlar"dan maksat da Nâdir Oğullandır. ”Sürgün"den gaye de rezil bir şekilde vatanlarından çıkmalarıdır. Arapçada ”celâ", vatandan çıkıp başka yerlere dağılıp gitmektir. ”Dünyada cezalandırmaktan maksat onları öldürmek ve esir almaktır. Nitekim Yahudilerden Kureyza Oğulları'na böyle yapılmıştır.

Bazı âlimler şöyle dediler: ”Yahudiler, büyük suçları sebebiyle büyük bir cezayı hak edince, öldürmenin dengi sayılan vatandan sürülme cezası ile cezalandırıldılar. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: 'Eğer onlara: Kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın' diye emretmiş olsaydık, içlerinden pek azı müstesna bunu yapmazlardı.'(Nisa: 66) Öldürülmeyip vatandan sürülmede, bir zaman sonra bir kısmının ve onlardan doğacak olanların iman etmeleri ihtimali de vardır."

Onlar için âhirette de cehennem azabı vardır.

Bu fakir der ki: Onların dünya azabından kurtulmaları, yurtlarından sürülmelerinin azap cinsinden olmamasını gerektirmez. Ancak, tamamen yok etme azabına nisbetle sürgün, azaptan sayılmamıştır.

Nadîr oğullarının Medine'den sürülmelerinin sebebi şudur: Onlar, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı öldürmeye karar verdiler. Bunun üzerine hergün bin defa ölmeleri için sürgün ile cezalandırıldılar. Çünkü, nefsin alıştığı şeylerden kesilmesi, ölmesi demektir. Böylece ceza, amelin cinsinden olmuş oldu.

4

Bu, onların Allah'a ve Peygamberi'ne karşı gelmelerinden dolayıdır. Onları kuşatan ve kuşatacak olan cezalar, Allah ve Rasûlü'nün emirlerine karşı gelmeleri ve onlardan rivayet olunan işledikleri çirkin fulleri sebebiyledir. Arap dilinde ”müşâkka"; insanın bir tarafta, muhalifinin de başka bir tarafta olmasıdır.

Kim Allah'a karşı gelirse bilsin ki, Allah'ın azabı çok şiddetlidir.

Yani kim olursa olsun, Allah (celle celalühü) o karşı geleni cezalandırır. Çünkü Allah'ın azabı çok şiddetlidir. Onlar da Allah'a karşı gelenlerden olduklarına göre, onlar için de Allah katında çok şiddetli azap vardır.

Bu ilâhî beyanda, Allah'a karşı gelmenin, azlığına veya çokluğuna göre azabı gerektireceğine işaret vardır. Şu halde iman edenler, günah işlemenin her türlüsünden sakınsınlar.

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı gelmek demek, emir ve yasaklanırdaki hikmet hususunda O'nunla çekişmek demektir. Halbuki biz, mutlak olarak ona uymak ve boyun eğmekle emrolunduk. Sırları ve işin mahiyetini bilmekle yükümlü değiliz. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kâmil irfanına ve azametli burhanına rağmen: ”... Ben, yalnız bana vahy olunanlara tâbi oluyorum. ”(Yûnus: 15) derdi.

5

Hurma ağaçlarından herhangi birini kesmeniz veya kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyledir. Arapçada ”line", değerli olan hurmadır. Yere yakın ve meyvesi hoş olduğu için böyle denmiştir.

Râğıb Müfredât'ında şöyle der: ”Un (yumuşaklık), huşunetin (sertliğin) zıttıdır. Aslında bu kelimeler maddî varlıklarda kullanılır. Sonra ahlâk gibi manevî sahalarda da istiare yoluyla kullanılmıştır. Meselâ, falan kişi yumuşaktır, falan kişi serttir denilir. Her iki kelime de yerine göre övme ve yermede de kullanılırlar."

"Kestiğiniz hurmalar"dan maksat, Yahudilerin çeşit çeşit hurmalarından kestikleriniz demektir. Bir başka anlayışa göre line, en güzel hurmalar olan; acve ve berniye'nin dışındaki güzel hurmalardır.

"Veya kökleri üzerinde bıraktıklarınız" yani kesmeyip bıraktığınız demektir. ”Asıl", dalların kendisinden meydana geldiği gövdedir.

"Allah'ın izniyledir." Yani hurmaların kesilmesi ve kesilmeyip bırakılması Allah'ın emriyledir. O halde bu hususta size bir sorumluluk yoktur. Çünkü hurmaların kesilmesinde ve bırakılmasında hikmet ve maslahat vardır.

Bu izin, yoldan çıkan fasıkları rezil etmek içindir. Yani, İslâm dairesinin dışında olan Yahudileri zelil kılmak için hurmaların kesilmesine ve bırakılmasına izin verildi. Çünkü Yahudiler, mü'minlerin, onların servetlerinde diledikleri gibi hükmetmelerini, hurmalarını kesip kesmeme hususunda arzuları istikametinde tasarruf ettiklerini görünce kinleri artıyor ve içleri gidiyordu.

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Yahudilerin hurmalarının kesilip yakılmasını emredince Benî Nâdir Yahudileri dediler ki: ”Ey Muhammed! Sen yeryüzünde fesat çıkarmayı yasaklıyordun. Peki hurmaların kesilip yakılması nedir?" Bu sözler Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ağır geldi. Bu hususta, mü'minlerin de gönüllerinde bir huzursuzluk vardı. İşte bu sebeple yukarıdaki âyet nazil oldu. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emri, Allah'ın emri kılındı. Çünkü Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) kendi arzu ve isteklerine göre konuşmazdı.

Bu âyet-i kerime ile kâfirlerin yurtlarının yıkılmasının ve öfkelerinin artması için ekinlerinin yakılmasının, meyveli olsun olmasın ağaçlarının kesilmesinin caiz olduğuna delil getirilmiştir.

Özellikle ”Une" denilen hurmaların kesilmesi, eğer o normal bir hurma ise aove ve berniyye denilen iyi hurmaların kendilerine kalması içindir. Şayet ”Une" iyi hurma ise, öfkeleri daha da artsın diye kesilmiştir.

6

Allah'ın, onların mallarından Peygamberi'ne verdiği ganimetler için siz, at ve deveye binip onları sürmüş değilsiniz. Yahudilerin yurt ve hurmalarının tahrip edilip kesilmesi ve başlarına gelen ve gelecek olan azabın açıklanmasından sonra şimdi de, onlardan alman mallar hakkında yapılacak muamele bu âyette anlatılıyor.

"Fey"; lügatte dönmek manasınadır. Âyette de bu asıl mânâsında kullanılmıştır. Âyetin anlamı şöyle olur: ”Allah'ın, Yahudilerin mallarından Rasûlüllah'a döndürdükleri... Yani dönücü kıldığı..." Bu mânâda şuna işaret vardır: Onların ellerinde olan mallar, aslında Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın olması gerekir. Ancak haksız olarak bu mallar Yehudilerin eline geçmiştir. Allah da onu lâyık ve gerçek hak sahibine döndürdü. Çünkü Cenab-ı Hak (celle celalühü), insanları kendisine ibadet için yaratmıştır. Yarattığı nimet ve imkânları da, O'na itaate bir aracı olarak kullansınlar diye varetmiştir. Şu halde mal ve servetler, Allah'a itaat edenlere lâyıktır. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) de itaat edenlerin başında gelir ve onların reisidir. Allah'a itaat eden, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sayesinde eder. O halde, malda Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem), daha çok hak sahibidir.

Bu mânâlara göre ”dönmek", bir şeyin ayrıldığı yere dönmesidir. Mezkûr anlam da budur. Mânânın; ”Allah, o malları Rasûlüllah'a ait kıldı." şeklinde olması da mümkündür. Bu mânâya göre dönmek, bir şeyin her nekadar daha evvel olmasa da ayrıldığı şeye geçip dönmesidir.

Bu ikinci mânânın tekellüf ve zorlamaya ihtiyacı yoktur. Birinci mânâ böyle değildir. Âyetteki ”alâ" kelimesi, ikinci mânâyı destekler.

İlim ehlinin bir kısmı dedi ki: ”Âyeti, 'Allah'ın fey olarak verdiği mallar...' şeklinde anlamak, fey'in ganimet olduğuna göredir. Şu halde, 'Allah'ın Rasûlüne döndürdüğü mallar...' demek, yalnız ona ganimet olarak verdikleri demektir."

Rağıb der ki:" Fey, güzel, övülen bir hale dönmek demektir. Kolaylıkla elde edilen ganimete, fey denilmiştir."

Diğer bazıları dedi ki: ”Dünya malının en değerlisinin bile yok olan bir gölge gibi olduğuna dikkatleri çekmek için ganimet, gölge mânâsında olan fey'e benzetilmiştir." Böylece, dünya mallarının en değerlilerinin, gölge gibi yok olacağına dikkat çekilmiştir. -

Arapçada ....... desteklemede birbirine dönen ve böylece yardımlaşan topluluğa denilir.

Mutarrizî, Muğrib isimli kitapta şöyle diyor: ”Ganimet, fey ve nefel arasındaki fark şudur: Ganimet: Harp devam ederken müşriklerden zorla elde edilen maldır. Bu beşe bölünür. Beşte dördü yalnız ganimeti elde eden mücahitlere verilir. Fey, harp bittikten ve o memleket İslâm yurdu olduktan sonra elde edilen ganimettir. Bu, bütün Müslümanlara taksim edilir, beşe bölünmez. Nefel, gaziye hissesinden fazla olarak verilen ganimettir. Burada devlet reisi veya komutan şöyle söyler: 'Kim bir düşman öldürürse üzerindeki mallar öldürene aittir.' Yahut da askerî birliğe şöyle söyler:'Elde ettiğiniz malların yarısı veya dörtte biri size aittir.' Bu durumda beşe taksim edilmez, devlet reisinin sözünde durması vaciptir.

"Binip onları sürmüş değilsiniz.." demek, o malı elde etmek için koşturmuş değilsiniz demektir. ”Vecif", süratli koşmak demektir. Arapçada ”hayl", atlar mânâsındadır. Bu kelimenin tekili yoktur. Yahut tekili, ”hâil" dir. Çünkü at yürürken çalımlı ve böbürlenerek yürür. Buna göre çoğulu ”huyûl" gelir. Kamusta böyledir.

"Rikâb"; Sadece binilen devedir. Nitekim Araplar yalnız deveye binene ”râkib" derler. Atana binene ”taris" derler. Teres" kelimesinin kendi lâfzından tekili yoktur. Mânâ cihetiyle tekili ”râhıle"dir.

Bu izahlara göre mânâ şöyle olur: Elde edilen mallar için uzak mesafelere gitmediniz, zorluklarla karşılaşmadınız, zorlu bir savaş yapmadınız. Çünkü Benî Nadir mahalleleri Medine-i Münevvere'ye iki mil mesafede idi. Ashab-ı Kiram (radıyallahü anh) oralara yürüyerek gitti. Aralarında binekli oları yalnız Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) idi. Yuları hurma lifinden yapılmış bir merkebe binmişti. Aralarında silâhlı bir mücadele geçmeden sulh yoluyla Benî Nadir yurdu fetholundu. Allah'ın onlardan alıp Rasûlüne verdiği bu ganimetler için herhangi bir yorgunluk ve alın teriyle karşılaşmadılar.

Fakat Allah, Peygamberlerini dilediği kimselere karşı üstün kılar. Allah her şeye kadirdir. İlahî kanun. İslâm düşmanlarından Allah'ın diledikleri üzerine özel bir biçimde Müslümanları musallat kılıp, üstün getirmesidir. Halbuki bu hadisede mu tad olmayan şekilde, Allah, Rasûlünü onlara üstün getirdi. Siz Müslümanlar tehlikeli zorluklara girişmediniz, savaşın zorluklarına göğüs germediniz. O halde bu mallarda sizin hakkınız yoktur, tasarruf Rasûl-i Ekrem'e havale edilmiştir. Dilediği yerde kullanır. Şu halde bu mallar, uğrunda savaşılan ve zorla elde edilen ganimetler gibi taksim edilmez.

Müslümanlar bu ganimetlerin de, Hayber fethinde alınan ganimetlerin taksimi gibi taksim edilmesini istedikleri için bu âyet nazil olmuştur.

Allah dilediğini yapar. Bazan bilinen şekillerde, bazan da başka türlü tasarruf eder.

7

Allah'ın (fethedilen) ülkeler halkının mallarından Peygamber'ine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber, akrabaları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Allah'ın Rasûlüne verdiği ganimetlerde savaşçıların hiçbir hakkı olmadığı açıklandıktan sonra, bu âyette de harps iz alınan ganimetlerin (fey) sarf yerleri beyan edilmektedir. Bunun içindir ki, iki cümle arasına atıf harfi gelmemiştir. Sanki evvelki cümleden şöyle bir soru anlaşılmıştır: Allah'ın Rasûlüne vermiş olduğu Benî Nadir mallan, savaş ve galebe ile elde edilmiş mallar olmadığı için ganimetler gibi taksim edilmez, peki nasıl taksim edilecektir? Bu mukadder soruya cevap olarak yukardaki âyet geliyor.

Alimler şöyle söyledi: ”Bizden evvelki şeriatlerde ganimetler yalnız Allah'a ait olup, hiçbir kimseye ganimet helâl değildi. Peygamberler ganimet elde ettiklerinde onları toplayıp bir araya getirirlerdi. Sonra da semadan bir ateş iner o ganimetleri yakardı. Peygamberler içersinde yalnız Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ganimet helâl kılınmıştır. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Ganimetler sadece bana helâl kılındı. Halbuki benden önce hiçbir kimseye helâl kılınmış değildi. ”

Allah ve Rasûlüllah ganimetler hakkında diledikleri gibi emir verirler. Ayette Allah'ın isminin zikrolunması teşrif, tazîm ve teberrük içindir denildi. Rasûlüllah'ın hissesi, ebedî âleme irtihali ile sona ermiştir.

Hazret-i Ömer'den şöyle rivayet olunmuştur: ”Benî Nadir malları, Müslümanların hiçbir zahmet çekmeksizin Allah'ın Rasûlüne ihsan ettiklerindendir.

Böylece bu mallar, sadece Rasûl-i Ekrenıe aitti. Aile efradının yıllık harcamasını bundan yapıyordu. Geri kalan kısmını da Allah yolunda ci had için at ve silâh hazırlığında kullanıyordu."

Rasûlüllah'ın ”akrabaları"nâmı maksat, Haşimoğulları ve Muttalib oğullarından fakir olanlardı. Çünkü onların zekât almaları haramdı. Onlara bir ikram olmak üzere ganimet mallarından veriliyordu.

"Yetimler" anlamındaki ”Yetâma", ”yetim" kelimesinin çoğuludur. Yetim de, buluğ çağına ermeden babası ölen çocuktur.

"Yoksullar" anlamındaki ”Mesâkîn", ”miskin" kelimesinin çoğuludur. Miskin, hiçbir geliri olmayan kişidir. Yahut yetecek miktarda geliri olmayan kişidir. Ya da fakirliğin kendisini sakin kıldığı yani hareketlerini azalttığı kişidir. Bu izaha göre miskin, sükûn kelimesinden gelmektedir. Nitekim Kamus'ta böyle izah edilmiştir.

Âyetteki ”İbn-i sebil", malından uzak kalmış yolcu demektir. Böyle ”yolda kalmış" yolculara ibn-i sebîl (yol oğlu) denmesinin sebebi, devamlı yolda oluşundandır.

Müfessirler, fey'in taksimi konusunda ihtilâf edildiğini söylerler. Bir kısım âlimlere göre, âyetin zahirine göre fey, altıya bölünür. Allah'ın payı, Kabe'nin ve diğer mescitlerin tamir ve hizmetine sarfedilir. Geri kalan beş hisse, ise ganimetlerin sarfedildikleri beş yere sarfedilir. Şimdi Hazret-i Peygamber'in hissesi bir görüşe göre devlet başkanına, diğer bir görüşe göre de askerlere ve hudutları korumaya harcanır. Şafiî mezhebine göre de sahih olan, bu ikinci görüştür. Diğer bir görüşe göre de Müslümanların yararına kullanılır.

Bir kısım âlimler de dediler ki: ”Fey' de ganimet gibi beşe bölünür. Çünkü Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle yapardı. Dört bölümünü dilediği gibi sarfederdi. Yani fey'i beşe taksim eder, bunun dört bölümünü akrabalara, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara sarfederdi. Geri kalan beşte biri de ayrıca beşe böler, bir bölümünü kendi ihtiyaçları için alıkoyar, geri kalan dört bölümü de dilediği gibi sarfederdi."

Bugün de durum yukarıda anlatılan görüşlere göre cereyan etmektedir. Yani Rasûlüllah'ın hissesi, devlet reisine, askerlere veya hudut boylarını korumaya yahut da tüm Müslümanların yararlarına harcanmaktadır.

Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. Bu cümle, yukarıdaki; ”Allah ve Rasûlü... içindir" cümlesinin sebebidir. Fey'in taksimini bizzat Allah üslendi ve ne şekilde bölüşüleceğim açıkladı. Ta ki, fakirlerin yaşamaları için hakları olan fey, zenginlerin arasında devredip dönen ve çokluğuyla biribirlerine karşı öğündükleri bir servet olmasın.

Buradaki hitap, Ensar'adır. Çünkü bu âyet nazil olduğu zaman muhacirler arasında zengin yoktu. Nitekim Fethurrahman adındaki eserde böyle açıklanmıştır. Yahut mânâ şöyle olur: Aranızda devredip dönen bir cahiliyet serveti olmasın. Çünkü cahiliyyet devrindeki reisler zenginlikle üstünlük taslarlar ve ”Kim güçlü ise elde eder" derler, ganimet malım güçlüye ve galip gelene verirlerdi. Ganimet malını ele geçiren her güçlü kişi, onu tek başına elde edip alır ve o maldan fakir ve zayıflara hiçbir şey vermezdi.

Denildi ki ”Ed-dûle", bir topluluğun aralarında döndürüp dolaştıkları şeyin adıdır. Bir şey bazan şunun bazan da ötekinin elinde dolaşır. Buna göre âyetin mânâsı şöyle olur: ”Fey'in zenginler arasında dönüp dolaşan, kendi aralarında taksim ettikleri, fakirlere isabet etmeyen bir servet olmaması için..."

"Devlet", tedavül mânâsında mastardır. Bu kıraata göre de mânâ şöyle olur: ”Aralarında tedavüle çıkan bir mal olmaması için..." veya ”fakirlere çıkarıp vermedikleri, yalnız kendi aralarında alıp vererek bitirdikleri bir şey olmaması için..."

Bir başka îzaha göre, bu kelime ”devlet" şeklinde okunur. Bir toplumdan başka bir topluma geçen mal, demektir. İnsan için meydana gelen, hâl için kullanılır. Bu anlamda olmak üzere; ”bu falanın devleti" denilir. Bir diğer görüşe göre ise, ”dûle" okunursa zenginler, ”devlet" okunursa fakirler anlamındadır.

Bu âyette, zenginler ile fakirler arasında bir nevi zulüm ve cahiliyetten kalma haksızlıkların meydana gelmemesi için, her hak sahibine hakkının verilmesi gerektiğine işaret vardır.

Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir. Yani Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın size verdiği fey'i alınız. Çünkü verdiği sizin hakkınızdır. Almanızı yasakladığı fey'den de vaz geçin. Rasûlüllah'a karşı gelmekten Allah'tan korkun. Çünkü Allah (celle celalühü), emrine ve nehyine karşı gelenleri cezalandırır.

Nüzul sebebine bağlı kalmadan, âyeti genel manâsıyla anlamak daha yerinde olur. Buna göre mânâ şöyle olur: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın size verdiği emirler, ister fey hakkında, ister itikadı veya amelî konularda olsun, mutlak olarak onu alın ve ona sımsıkı yapışın. Rabbinizin emrine itaat etmeniz için böyle yapmanız boynunuzun borcudur.

Bu âyette şuna da delil vardır: Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'in emrettiği her şey hakikatte Allah'ın emridir.

Âlimler dediler ki: ”Farz-ı aynlarda Rasûlüllah'a uymak farz-ı ayndır. Farz-ı kifâyelerde ittiba etmek de farz-ı kifâyedir. Vaciplerde vacip, sünnetlerde sünnettir. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'in fiillerinin hangi hükümlerle meydana gelmiş olduklarını bilirsek, biz de o şekilde ona uyarız. Yaptığı fiillerin hangi çeşit hükmü ifade ettiğini bitmezsek o zaman en alt mertebeye göre amel ederiz ki, bu da mubah oluşudur."

Rivayet olundu ki, Abdullah b. Mes'ud (radıyallahü anh), ihrama girdiği halde üzerindeki elbiseleri çıkarmayan bir adamla karşılaştı ve ona: ”Üzerindeki bu elbiseleri çıkar", dedi. Adam: ”Bu hususta Allah'ın kitabından bana bir âyet okuyabilirmisin?" dedi. Adullah b. Mes'ud şu âyeti okudu: ”Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının."

Yine Abdullah b. Mes'ud (radıyallahü anh)'den şöyle söylediği rivayet edilmiştir: ”Vücuduna dövme yaptıran ve bunu yapan kadınlara, kıllarını yolduran ve bunu yolan kadınlara, güzelleşmek için dişlerini seyrekleştiren kadınlara ve Allah'ın yarattığını değiştirmeye kalkışan kadınlara Allah lanet etsin." Abdullah'ın bu sözleri Esed oğullarından Ümmü Yakup adında bir kadına ulaştı. Bu kadıncağız Kur'an-ı kerim okurdu. Abdullah b. Mes'ud'a geldi ve: ”İşittiğime göre sen şöyle şöyle söylemişsin," diyerek söylediklerini nakletti. Sonra aralarında şu konuşma geçti: Abdullah b. Mes'ud: ”Rasûlüllah'ın ve Allah'ın kitabında adı geçenlerin lanetlediği kimseleri neden ben lânetlemiyeceğim?" Ümmü Yakup: ”Ben Kur'an-ı Kerimi baştan sona okudum, senin söylediklerini Kuranda görmedim," dedi. Abdullah b. Mes'ud cevaben: ”Eğer hakkıyla okusaydm görürdün. Şu âyeti okumadın mı? ”Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir." Kadın: ”Evet okudum," dedi. Rasûlüllah bu saydıklarımı yasaklamıştır," dedi. Kadın: ”Bu saydıklarından bir kısmını şu anda senin hanımın üzerinde de görüyorum," dedi. Bunun üzerine Abdullah b.

Mes'ud: ”Git bak var mı?" dedi. Kadın gitti, baktı, sayılan şeylerden bir şey görmedi. Dönüp Abdullah b. Mesuda geldi ve: ” Bir şey görmedim" dedi. Abdullah (radıyallahü anh): ”Bunlardan bir şey yapmış olsaydı onunla beraber olmazdım," dedi. Abdullah b. Mes'ud (radıyallahü anh) bu sözüyle şunu demek istemiştir: Eğer benim hanımım bunu yapsaydı, onu evde bırakmaz ve boşar ayrılırdım.

8

(Allah'ın verdiği bu ganimet malları,) yurtlarından ve mallarından çıkarılmış olan.... Âyetteki ”fakir muhacirler ” ifadesi, daha önce geçen ” akrabalar" ve ona atfedilen kelimelerden bedeldir. ”Allah ve Rasûl" kelimelerinden bedel değildir. Aksi halde Rasûl-i Ekrem'in de fakirler zümresine dahil olması gerekir. Halbuki Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) fakir olarak isimlendirilmez. Çünkü böyle bir isimlendirme, kınama ve noksanlığı vehmettirir. Arapçada ”fakr" kelimesinin asıl mânâsı, sırttaki omurga kemiklerini kırmak demektir. Bundan dolayıdır ki, ihtiyaç ve ağır sıkıntılara ”fakire" denmiştir. Çünkü ihtiyaç ve ağır sıkıntı, insanı mağlup eder ve belini büker.

Mekke kâfirleri. Müslümanları Mekke'den çıkmaya mecbur bırakmışlar ve mallarını almışlardır. Bunlar yüz kişi idiler. Bunlar Mekke'den kendi tercihleriyle, Allah ve Rasûlüllah sevgisi için çıkmışlar ve İslâmı içinde bulundukları zorluklara tercih etmişlerdir.

Allah'tan lütuf ve rızasını dileyen, yani Allah'tan dünyada rızık, âhirette O'nun rızasını diledikleri halde...

Burada, evvela muhacirlerin yurtlarından çıkarılmaları sebebiyle ganimetleri hakettikleri ve yine aynı sebeple ta'zînı ve ikram olunmalarının gerektiği anlatılmıştır.

Muhacirlerin durumlarının anlatılmasında yüceden daha yüceye yükselmek vardır. Çünkü Allah rızası, dünya nimetlerinden çok büyüktür.

Allah'ın dinine ve Peygamber'ine yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte (imanlarında) doğru olanlar bunlardır. Bu ifade, ”dileyenler" kelimesine atfedilmiştir. Hâli mukadderdir. Mânâ şöyle olur: Onlar, dinini yüceltmek suretiyle Allah'a yardıma, itaat etme yolunda varlıklarını harcamak suretiyle de Rasûlüne yardıma niyet ederek hicret ederler. Yahut da hâl-i mükaranedir. Çünkü kâfirlere inat aralarından çıkıp Medine'ye hicret etmek tam manâsıyla bir yardımdır.

Zikredilen bu güzel sıfatlarla vasıflanmış muhacirler, doğrulukla kök salmış kişilerdir. Şöyle ki, doğrulukları fiil ve tavırlarıyla apaçık ortaya çıkmıştır. İzlerinin kâmil mânâda ortaya çıkmasından dolayı sanki doğruluk yalnız onlara aittir.

9

Daha önceden, muhacirlerin hicretinden önce

Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler... Bu âyet, ensar'ı güzel meziyetlerle övmek için sevkedilmiştir. O güzel meziyetlerden bir kısmı; Muhacirleri sevmeleri ve fey'in yalnız muhacirlere verilmesine en güzel bir şekilde ve tam anlamıyla rıza göstermeleridir.

Ayette geçen bazı kelime ve terimlerin anlamları şöyledir: ”Ensar"; Hazrec ve Evs kabileleridir. ”Deva"; sözlükte, bir yerdeki parçaların bir birine eşit olması anlamındadır. ” Tebevvü'ül-menzil" : ev edinmek, orada yerleşip karar kılmak, demektir. ”Dâr"; yurt anlamındadır. Burada maksat, Medine-i Münevvere'dir. Adı İslâm'dan önce Yesrib idi. İslâm'dan sonra ”Tayyibe" (temiz, hoş) adı verilmiştir. İman böyle değildir. Çünkü iman bu kabilden değildir.

"Yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler..." ifadesinin anlamı şudur: Muhacirler Medine'yi ve imanı eşit kılıp, her ikisinde de adamakıllı yerleştiler. Denildi ki: ”Cümlenin mânâsı, Medine'yi yurt edindiler ve imanda tam bir ihlâs gösterdiler" şeklinde anlaşılmalıdır. Yahut da, imanı kabul ettiler ve onu her şeye tercih ettiler.

Bu fakir derki: Belki de sözün aslı şudur: Onlar iman yurduna yerleşip karar kıldılar. Çünkü Medine-i Münevvere'ye iman yurdu denir. Zira Medine imanın ortaya çıktığı ve imanın barındığı yerdir. Nitekim Medine'ye, hicret yurdu da denilmiştir. Böyle söylenin ey ip de mezkûr şekilde atıfla ifade edilmesi, muhacirlerin imanlarını açıkça belirtmek içindir. Çünkü Medine'yi, sadece yurt edinmek övgü için kâfi değildir.

Kendilerine hicret edip gelenleri severler. Yani imana olan muhabbetlerinden dolayı, kendilerine hicret etmeleri sebebiyle onları seviyorlar. Çünkü Allah ve O'nun sevgilisi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) muhacirleri sevmiştir. Sevgilinin sevgilisi, sevgili olur.

Ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Ganimet malları gibi kendilerinin de muhtaç oldukları şeylerden muhacirlere verilenden içlerinde bir kaygı duymazlar. Cömertlik yapıp, ikramda bulunarak her türlü geçim vasıtalarında muhacirleri kendilerine tercih ederler. O kadar ki nikâhında iki hanım olan kişi, birisini boşuyor, iddeti bittikten sonra kardeşine nikahlıyordu.

Ayette geçen ”îsâr", kişinin muhtaç olduğu bir şeyi başkasına vermesidir. ”Hasâsa", evin delikleri, boşlukları anlamındadır. Fakirlik ve ihtiyaç hali, hacet durumlarını ihtiva etmesi hususunda delik ve boşlukları olan eve benzetilmiştir.

Râğıb der ki:"İhtiyacı giderilmeyen yoksulluk, ağaç ve kamışlardan yapılmış evlere benzetilerek anlatıldı. Bunun sebebi, daima bir boşluğun görülmesidir."

Huzeyfe el-Adevî şunu anlatmıştır: ”Yermük harbinde amcamın oğlunu aramaya koyuldum. Yanımda da biraz su vardı. Ararken kendi kendime şöyle diyordum: Eğer henüz yaşıyorsa ona su vereceğim. Bir de ne göreyim! Kendimi onun yanında buldum. Henüz yaşıyordu. Ona: 'Sana su vereyim mi?' dedim. Başıyla: 'Evet' diye işaret etti. Tam o sırada bir adam: 'Ah! Ah!' diye bağırıyordu. Amcamın oğlu: 'Ona git' diye bana işaret etti. Gittim, baktım ki o, Hişam b. As. Ona: 'Sana su vereyim mi?' dedim, O da: 'Evet' diye işaret etti. O esnada başka birisinin: 'Ah! ah!' sesleri duyuldu. Hişam: 'Ona git' diye bana işaret etti. Ben de hemen ayrılıp gittim. Fakat varıncaya kadar son nefesini vermişti. Derhal Hişam'a döndüm. Baktım o da ölmüş. Amcamın oğluna koştum. Ne yazık ki o da ölmüş."

İşte bu hareket ”îsâr" dır. Yani, başkasının hayatını kendi hayatına tercih etmektir. Bu, kendi mâlî kazancına başkasının kazancını tercih etmekten daha üstündür.

Tekmil e'de şöyle denilmektedir: ” Sahih olan şu ki, bu âyet Ebû Talha el- Ensârî hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimize bir misafir gelmişti. Fakat yanında o misafire ikram edeceği bir şeyi yoktu. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) : ”Bu misafire ikram edecek bir kişi yok mudur? Allah ona rahmet etsin." buyurdu. Bunun üzerine Ebu Talha hemen kalkıp adamı evine götürdü. Hanımına: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın misafirine ikramda bulun." dedi. Hanımı küçük çocuğunu uyuttu, ışığı söndürdü. Misafir de yemek yemeye başladı. Ebu Talha ile hanımı da misafirleriyle beraber yiyorlarmış gibi davranıyorlar fakat yemiyorlardı. Bu olay üzerine mezkur âyet nazil oldu.

Selef-i salihinin kanâatleri tam, nefisleri kanaatkar ve hayırları daha çoktu. Biz, kendimizi başkalarına tercih ediyoruz. Önümüze bir sofra konduğunda hepimiz başkasından daha önce yemeye çalışıyor, arakadaşımızın aldığından daha fazla almaya gayret ediyoruz. Bundan dolayıdır ki, yiyeceklerin bereketi kalmamıştır, süratle bitmektedir.

Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Âyette geçen ”Vikaye", bir şeyi zaralı ve üzücü unsurlardan korumaktır. ”Şuhh"dn, hırs ile yapılan cimriliktir. Şu halde, şuh, nefsin kötü sıfatlarından ikisini ihtiva etmektedir. Âyette nefse izafe edilmiştir. Çünkü cimrilik, insan nefsinde bir huydur. Cömertlik yapmamaya sebebiyet veren hırsı gerektirir. Bu açıklamalara göre âyetin mânâsı şöyle olur: Allah'ın yardımıyla nefsinin cimriliğinden korunup, hak yolunda harcamama ve mal sevgisi gibi nefiste galip olan duygulara muhalefet edenler, kurtuluşa erenlerdir. Yani umduklarını elde edenler, korktuklarından emin olanlardır. ”Felah"; dünya ve ahiret mutluluğunun adıdır.

Âyetin bu bölümü, itirazıyye (ara cümlesi) dir. Ensar'ı övmek için getirilmiştir.

10

Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Onlar İslâm güçlendikten sonra hicret edip, Medine-i Münevvere'ye gelenlerdir. Yahut ihsanda sahabe-i kiramı takip edenlerdir. Bunlar, Muhacir ve Ensar'dan sonra kıyamete kadar gelmiş ve gelecek olan müminlerdir. Bunun için âyetin tüm Müslümanları içerdiği söylenmiştir. Bu durumda kastedilen, varlık sahasına gelenlerdir. Bir hadisi şerifte şöyle buyurulmaktadır: ”Benim ümmetimin durumu, yağmurun durumu gibidir. Evveli mi yoksa sonu mu daha iyidir bilinmez." (6)

6- Hadisi Tirmizî, Emsal'da rivayet etmiş, hasen olduğunu söylemiştir. Ahmet b. Hanbel de Müsned'inde rivayet etmiştir, 3/130. Bkz. Camiu'l-Usûl, 9/201.

Bu âyet de, kendilerinden önce gelen Müslümanları sevmeleri ve din kardeşliği hususundaki haklarından dolayı müminleri övmek için gelmiştir. Âyette kastedilen önce gelme, sebkat etme, imanda olan önceliktir. Bunlar, imanda önce gelen kardeşleri için şöyle dua ederler:

'Ey Rabbimiz! Bizi ve iman ile daha önce bizi geçmiş olan din kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma. Yâni bizden meydana gelen günahları affet. Neseb kardeşliğinden çok daha şerefli ve çok daha değerli olan din kardeşlerimizi de affet. Önceki Müslümanların üstünlüklerini itiraf ederek onları ”iman ile daha önce geçme" sıfatıyla vasıflandırdılar.

Denildi ki: ”Onlar, evvela kendilerinin mağfiret olunmasını istediler. Zira meşhurdur ki, kulun evvela kendisinin mağfiret olunması lazımdır ki, başkaları hakkında yaptığı dualar kabul olunsun."

Bu âyette mağfiret olunmadan önce günahkâr insanların yaptıkları duaların kabul olunmayacağına dair bir hüküm vardır. Fakat haberlerin ifadesine göre hakikat böyle değildir. Gerçek şu olabilir: Dua ve istiğfarda kişinin kendi nefsini takdim etmesi nefsinin kendisine her nefisden daha yakın olmasındandır. Üstelik Allah'tan mağfiret istemede, günahını itiraf vardır. Kul için en güzel olanı, evvelâ kendi günahını görmesidir. Bazı tefsirlerde böyle söylenmiştir.

Bu fakir (müellif) der ki: Kişinin kendi nefsi, ona başkasının nefsinden daha yakındır. O halde her faydalı olanın elde edilmesini ve her zararlının giderilmesini evvelâ kendi nefsi için ister. Çünkü önde olanın hakkını vermek gerekir. Başkası, kendisinden sonra gelir. Ayrıca kişi kendi günahını kesin olarak bilir. Başkasının günahını o kesinlikte bilmez. Olabilir ki Allahü teâlâ  o kişiyi affetmiştir, fakat o bunu bilmez. Birde şu var: Bu istiğfar makamında öncekileri takdim etmek, Selef-i Sâlihin hakkında su-i zan ve su-i edep olabilir.

"Ğill", kin demektir. Kötü ve çirkin bir huydur. Mü'min kinci olmaz.

Râğıb şöyle söyledi: ”Gill ve ğulül: hıyanet ve düşmanlığa zırhtır. Çünkü Arapçada ğelâle, iç elbise ile dış örtü arasında giyilen elbisenin adıdır. Zırh, hiyanet ve düşmanlık için istiare edildiği gibi bunun tersi de yapılır."

Âyetteki ”iman edenler" ifadesi, sahabeye ve onların yolundan yürüyen tüm Müslümanlara şamildir.

Âyette ayrıca şuna da işaret vardır: Müslümana hased yakışmaz. Fakat dinî bir gayretten dolayı Müslüman olmayanlara kin beslemek uygundur.

Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki sen, çok şefkatli, pek merhametlisin.

Yani şefkat ve merhamette yücesin, dualarımıza icabet etmeye lâyıksın.

Bu âyette, daha önce gelip geçen Müslümanlar için mağfiret talep edip merhamet göstermenin Müslümanlara vacip olduğuna delil vardır. Hususiyle anne-babalar ve İslâm'ı öğreten hocalar olursa...

Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) dedi ki: ”Onlar için mağfiret istemekle emrolundular, fakat onlar sövüp hakaret ettiler." Bir hadisi şerifte şöyle rivayet olunmuştur: ”Bu ümmetin sonra gelenleri, evvel gelenlere lanet etmedikçe helak olmazlar. ”

Râfizîler, Haricîler ve onlar gibi sapık mezhepler en şerli yaratıklardır ve Müslüman cemaatlerin dışındadırlar. Çünkü Cenab-ı Hak Müslümanları üç mertebeye ayırdı: 1- Muhacirler 2- Ensar 3- Allah'ın zikrettikleriyle sıfatlanmış onlara tâbi olan kimseler. Tâbilerden kim bu sıfatlarla muttasıf değilse Müslüman cemaatının dışında kalır.

Hüccetü'l İslâm İmam Gazalî (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Vaizlere ve diğer Müslümanlara, Hazret-i Hüseyin (radıyallahü anh)'in öldürülmesini, onunla ilgili hikâyeleri, sahabeler arasında cereyan eden ihtilâf ve çekişmeleri rivayet edip anlatmak haramdır. Çünkü böyle yapmak, Sahabe-i Kirama buğzu ve onlara dil uzatmayı teşvik eder. Halbuki onlar, dinde en önde gelen büyüklerdir. Onların aralarında meydana gelen çekişmeler, şahsiyetlerine uygun bir şekilde yorumlanmalıdır. Olabilir ki aralarında meydana gelen hadiseler, içtihadda olan hatadan dolayıdır. Yoksa açıktır ki, başkanlık veya dünya menfaati arzusundan değildir."

Terğîb ve Terhîb'in Fethu'l-Karîb adındaki şerhinde şöyle söylenmiştir: ”Sahabe-i Kiram arasında meydana gelen ihtilâflara girişmekten son derece sakın! Çünkü Sahabenin tümü adaletli kişilerdir, en hayırlı nesildir ve müctehiddirler İctihadlarında isabet edenlere iki mükâfat, hata edenlere de bir sevap vardır."

Şeyh İzzüd-dîn ibn Abdüsselâm, dilin âfetleri bölümünde şöyle diyor: ”Bâtıl sözlere girişmek dilin âfetidir. Bu da, sapık mezhepleri hikâye etmek, zalimlerin zulmünü, içki meclislerinin ve cinsi ilişkilerin hallerini hikâye etmek gibi günahlar hakkında ileri geri konuşmaktır. Sahabe-i Kiram'ın arasında cereyan etmiş ihtilâfları nakletmek de böyledir."

11

Münafıkların, kitap ehlinden inkâr eden dostlarına: 'Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde hiçbir kimseye kesinlikle uymayız. Eğer sizinle savaşılırsa, size mutlaka yardım ederiz,' dediklerini görmedin mi? Allah, onların yalancı olduklarına şahitlik eder. Bu âyet, kâfirler ve münafıklar arasında cereyan eden yalan sözlerden ve kötü durumlardan duyulan hayreti açıklamak için gelmiş istinaf (başlangıç) cümlesidir.

Nifak yapanlardan maksat, Medineli münafıklardır.

Râğıb der ki: ”Nefak, önü açık yol, tünel mânâlarına gelir. Köstebek yuvasına da nâfika denir. Nifak da bu mânâdan gelmektedir. Nifak, şeriatin bir kapısından girip öteki kapısından çıkmaktır. Cenab-ı Hak: Çünkü münafıklar, fâşıkların (şeriatin dışına çıkanların) ta kendileridir.' (Tevbe: 67) kavi-i şerifiyle dikkatleri bu mânâya çekmiştir."

"Kitap ehlinden inkâr eden dostları" ndan maksat, Beni Nadir kabilesidir. ”Dostluk"tm maksat da, ya küfürde birbirlerine olan uygunluklarıdır, çünkü küfür tek bir millettir. Veya onlarla olan sadakat ve dostluklarıdır.

"Eğer çıkarılırsanız" ifadesinin mânâsı şudur: Allah'a yemin olsun ki, ey dostlar eğer yurdunuzdan, köylerinizden, Muhammed ve Ashabının çıkarmasıyla çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız, aramızda tam bir muhabbet bulunduğundan, siz nereye giderseniz biz de sizinle arkadaşlık yaparak gideriz. Zaman uzasa da sizinle çıkmaktan bizi alıkoyan hiçbir kimseye itaat etmeyiz. Şayet Muhammed ve Ashabı sizinle savaşırsa, düşmanınıza karşı size mutlaka yardım eder ve siz yüzüstü bırakmayız.

Yalan yeminlerle teyid edilmiş vaadlerinde yalancı olduklarına dair Allah şahitlik eder.

12

Yemin olsun eğer onlar zorla ve aşağılanarak

çıkarılsalar, onlarla beraber çıkmazlar. Bu cümle, toplu olarak genel bir yalanlamadan sonra, söyedikleri her sözde, izahlı bir şekilde onları yalanlamayı ifade ediyor.

Onlarla savaşılsa, onlara yardım etmezler. Yardım etseler bile geri dönüp kaçarlar. Durum aynen böyle olmuştur. Abdullah İbn-i Übeyy ve arkadaşları Beni Nâdire adamlarını gönderip gizli olarak yardım vadettiler. Sonra vadlerinden döndüler. Yani Abdullah İbn-i Übeyy: ”Ey Nadiroğulları! Yurtlarınızdan çıkmayınız, kalelerinizde ikamet ediniz. Benim yanımda kavmimden ve diğer Araplardan iki bin kişi vardır. Size ulaşılmadan evvel bunlar, sizin kalenize girerler, sizi müdafaa için gerekirse hepsi canlarını verirler. Ayrıca size Kureyza ve Gatafan Kabilesi'nden olan müttefikleriniz de yardım ederler."

Evinde oturup bu vaadlerde bulunan mel'un İbn-i Übeyy'in sözleri Beni Nadirin hoşuna gitti, onları ümitlendirdi. Fakat Beni Nâdir'in ileri gelenlerinden Selâm İbn Mişkem, Beni Nâdir'in idaresini üstlenen Huyey İbn Ahteb'e şöyle söyledi: ”Ey Huyey! Allah'a yemin olsun ki, İbn-i Übeyy'in sözü asılsızdır, hiçbir değeri yoktur. Seni oyuna getirip tehlikeye atmak istiyor. Ta ki Muhammed ile harp edesin, kendisi de evinde oturup seni yalnız bırakıp terketsin." Huyey dedi ki: ”Biz Muhammed'e olan düşmanlığı bırakmayız. O'nunla mutlaka savaşacağız." Bunun üzerine Selâm: ”Allah'a yemin olsun ki bu, vatanımızdan sürülüp çıkarılmak, mallarımızın elden gitmesi, çoluk çocuğunuzun esir edilmesi ve savaşanlarımızın öldürülmesi olacaktır."

Nihayet Sûrenin başında geçtiği gibi olan oldu. Burada Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'in risaletinin hakkaniyetine ve Kur'an-ı Kerim'in mucize olduğuna dair apaçık delil vardır.

Birincisi şudur: Kur'an-ı Kerim burada, istikbalde olacak şeylerden haber vermiştir. Verdiği haberler, verdiği şekilde meydana gelmiştir. Âyetin inişi, olayın meydana gelmesinden öncedir. İfade biçimi bunu gösteriyor. Çünkü ”İn" kelimesi, istikbal ifade eder.

İkincisi: Gaybdan haber vermesi yönüyle Kur'an mucizedir. Faraza onlar, Beni Nâdire yardım etseler, bozguna uğrayarak sırtlarını çevirip kaçarlar. Arapçada ”edbâr", dübür kelimesinin çoğuludur. Dübür, ön tarafın karşıtı yani arka demektir. Sırtları çevirmek, bozguna uğramaktan kinayedir. Bozguna uğramak arkayı çevirmeyi gerektirir.

Sonra kendilerine de yardım olunmaz. Yani Allah (celle celalühü), o münafıkları helak eder. Yahudilere yardım etmeleri sebebiyle de kâfir oldukları ortaya çıktığından dolayı iki yüzlülükleri (nifakları) onlara menfaat vermeye çektir. Yahut mânâ şöyledir: Yahudiler mutlaka hezimete uğrayacaktır. Sonra da münafıkların yardımı onlara menfaat vermeyecektir. Bu âyette şuna da dikkat çekilmiştir: Kim Allahü teâlâ  ve O'nun Rasûlü'ne isyan eder, emirlerine karşı gelirse, kudret sahibi bir sultan dahi olsa dünya ve âhirette kahrolur. Zaman zaman gördüğü izzet ve ikbal istidrâcdır. Sonuç, yüzüstü kalıp perişan olmaktır.

13

Ey Müslüman topluluğu!

Onların kalplerinde sizin korkunuz, Allah korkusundan daha fazladır. Sizler, korku cihetiyle daha zor durumdasınız. Arapçada ”rahbe", sıkıntı ve hüzünle karışık korku demektir. Burada hitap Müslümanlaradır. Halbuki Müslümanlar korkmamışlar, tam tersine münafıklar korkmuşlardır. Yani muhataplar, korkanlar değil, korkulanlardır.

Siz, münafıkların gönüllerinde Allah tarafından bir korku unsurusunuz.

Zemahşerî Keşşaf isimli tefsir kitabında şöyle der: ”Âyetteki 'onların kalplerinde' ifadesi, onların nifaklarına işaret eder. Yani, münafıklar size karşı zahirde Allah korkusunu iddia ederler. Halbuki siz mü'minler, onların gönüllerinde Allah'tan daha heybetlisiniz. Yani, Allah'tan ziyade sizden korkarlar."

Şayet şöyle bir soru sorulursa: Münafıklar Allah'tan korkuyorlar mı ki mü'minlerden olan korkuları daha fazladır? Bu soruya cevap olarak derim ki: Münafıkların, mü'minlerden içlerinde duydukları heybet ve korku, size açıkladıkları Allah korkusundan çok daha şiddetlidir. Münafıklar, Allah'a karşı son derece heybetli ve korku hissettiklerini iddia ederlerdi.

İşte bu, onların anlayışsız bir topluluk olmaları sebebiyledir.

Münafıkların, Allah'tan daha çok sizden korkup heybet duymaları, ince anlayışlı olmayan bir topluluk olmaları sebebiyledir. Yani onlar anlayışlı olmadıkları için Allah'ın azametini bilmiyorlar ki, O'ndan gerektiği gibi korksunlar.

14

Onlar müstahkem şehirlerde veya duvarlar arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde savaşamazlar. Yahudi ve münafıklar, hendeklerle, sağlam kapılarla ve bunlar gibi şeylerle sağlamlaştırılmış yerleşim birimlerinin dışında bir araya gelerek toplu halde sizinle savaşamaziar ve buna cesaret edemezler.

Râğıb der ki: ”Maksat surlar gibi sağlamlaştırılmış şeylerdir."

Yahut onlar, sizinle karşı karşıya gelip çatışmaya girmeksizin duvarların arkasından savaşmaya kalkarlar. Onlar sizden aşırı derecede korktukları için yüzyüze gelip harbedemezler.

"Cüdür", cidarın çoğuludur. Bir yeri kuşatması cihetiyle duvara ”hait", yüksekliği ve görünmesi itibariyle de ”cidar" denir.

Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir. Bu cümle, daha evvelki cümleden anlaşılan mukadder soruya cevaptır. Ve şunu açıklamaktadır: Onların yukarıda anlatılan korkulan, zayıflıklarından ve kendilerinde olan bir korkudan değildir. Çünkü, harp ve savaşları emsallerine nisbetle çetindir. Onların zafiyet ve korkuları, size karşıdır. Allah (celle celalühü) onların kalplerine size karşı bir korku salmıştır. Aynı zamanda Allah ve Rasûlü ile harp etmeye kalkan kişi, cesaretli de olsa korkar, güçlü de olsa zelil ve perişan olur.

Ey Rasûlüm Muhammed veya ey kulağı duyan kafası çalışan muhatab!

Sen onları derli toplu, birlik ve beraberlik içerisinde

sanırsın. Halbuki kalpleri darmadağınıktır. Yani, durum şudur ki, onların kalpleri darmadağınıktır, aralarında hiçbir ülfet yoktur. Yahudiler Cenab-ı Hakk'ın: ”...Fakat Allah onların gönüllerini birleştirdi." (Enfâl: 63) sözüyle vasıflandırdığı kişilerin (Müslümanların) hilâfınadır. ”Şettâ", şetit kelimesinin çoğuludur. Meñd ve nıcrdâ gibi.

Bu âyette, mü'minlerin kalplerini Yehudilerle savaşmaya karşı şecaatlendirme vardır. Âyet şunu da ifade ediyor: Mümine yakışan, maddî ve manevî yönden ittifak ve birliktir. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zamanındaki mü'minler (ashab) birlik ve beraberlik içerisindeydiler. Denilir ki: ittifak kuvvettir, ayrılık felâkettir. Düşman olan şeytan, ayrılıklar içerisinde arzusuna kavuşur.

Sehl şöyle dedi: ”Ehl-i Hak, sevgi ile daima beraberdir. Kılık kıyafetleri birbirine uymasa da, bedenleriyle ayrı ayrı da olsalar, muhabbet bağıyla ittifak içinde olurlar. Bâtıl yolda olanlar ise, zahirde ittifak halinde görünseler ve bedenleriyle bir araya gelseler de daima ayrılık ve tefrika içindedirler. Çünkü

Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

Böyledir, çünkü onlar anlayışsız bir topluluktur. Beyan olunan bu gönüllerinin darmadağınıklığı anlayışsız bir topluluk olmaları sebebiyledir. Yani, onlar kafalarını hiçbir şekilde çalıştırmıyorlar ki, hakkı tanıyıp ona tâbi olsunlar ve hak ile gönülleri huzura kavuşsun, aralarında birlik beraberlik meydana gelsin ve aynı hedefe doğru yürüsünler. Bunun için onlar sapıklık sahrasında dolaşıp dururlar.

Gönüllerinin darmadağınıklığı, yollarının ve meşreblerinin dağınıklığına göredir. Kalplerinin dağınıklığı, kuvvetlerini zayıflatır. Çünkü kalbin sağlam ve düzgün oluşu, cesedin sağlamlığına sebebiyet verir, kalbin fesadı cesedin de bozulmasına ve fesadına götürür. Nitekim şöyle denmiştir: ”Her kap, içinde olanı sızdırır."

Bil ki, Cenab-ı Allah (celle celalühü) Kur'an-ı Kerim'de dinde anlayış, ilim ve kafayı çalıştırmanın herbirisinin olmayışı sebebiyle kâfirleri zemmedip kınamıştır. Râğıb dedi ki: ”Fıkıh, zahir ilimler vasıtasıyle gayb ilmine ulaşmaktır." Şu halde fıkıh, ilimden daha hususidir. İlim, eşyayı hakikatıyla idrak edip anlamaktır. Bu da nazarî (teorik) ve amelî (pratik) kısımlarına ayrılır. Diğer bir yönüyle aklî ve naklî diye ikiye bölünür. Akıl, ilmi kabul etmeye hazır kuvvete denir. İnsanın bu kuvvetle elde etmiş olduğu ilme de akıl denilir. İşte Cenab-ı Hak (celle celalühü) kâfirlerden fıkhı, ilmi ve aklı kaldırmıştır. Böylece hayvanlar gibi oluvermişlerdir.

15

Onların durumu, kendilerinden kısa bir süre evvel geçmiş ve amellerinin cezasını tatmış olanların durumu gibidir. Onlar için elem verici bir azap vardır. Yani, tuhaf durumları, acaib vasıfları anlatılan Yahudi ve münafıkların durumu, Bedir ehlinin -ki Mekkeli müşriklerdir- durumu gibidir. Başka bir görüşe göre. Beni Kaynuka'nın durumu gibidir. Beni Kaynuka, Beni Nâdirden daha önce Medine-i Münevvere'den sürülüp çıkarılmışlardı. Onlar, Yahudilerin en cesurları ve en zenginleriydi. Bedir Savaşı meydana gelince, zulüm ve hasetlerini açığa vurup, Beni Nâdir gibi anlaşmalarını bozup terkettiler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) onları Medine'den çıkarıp Şam taraflarına sürdü. Yerleşim birimleri. Beni Kaynuka'nın eseriydi. Rasûl-i Ekrem onlara beddua etti. Bir sene geçmeden tümü helak olup gitti. Daha önceki izahlarda onların kıssasını öğrendin.

Mücahid dedi ki: ”Bedir Savaşı, Beni Nâdir Gazvcsi'nden 6 ay önce meydana gelmiştir. Onun için ”kısa bir süre evvel" ifadesi kullanılmıştır. Bu savaş Uhud Savaşından önce meydana gelmiştir. Denildiğine göre; iki sene önce meydana gelmiştir. Buna göre bu gazve hicrî dördüncü yılda meydana gelmiş olur. Çünkü Beni Nâdir Gazvesi Uhud'dan sonradır. Uhud Savaşı da, Bedir Harbi'nden bir sene sonra meydana gelmiştir."

"Amellerinin cezasını tatmış olanlar..." dan maksat, küfürlerinin kötü sonuçlarını tadanlar ki bu, Bedirdeki öldürülme azabıdır. Bedir Savaşı, hicretin ikinci yılında, Ramazan ayında ve Beni Nâdir Savaşından öncedir.

Onlar için âhirette, takdiri mümkün olmayan elem verici bir azap vardır. Şöyle ki, dünyada olan azap, ahiret azabına nisbetle tatmanın yemeye nisbeti gibidir. Âyetin mânâsı şöyle oluyor: Bu Yahudilerin durumu, dünya ve âhirette münafıkların durumu gibidir. Fakat hepsinin hâli, onların hâli gibi değildir. Onların bir kısmının hâli -ki onlar Yahudilerdir- böyledir. Münafıkların durumuna gelince, onların halini şu âyet-i kerime dile getiriyor:

16

(Münafıkların durumu) tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana: 'İnkâr et' der. İnsan inkâr edince de: 'Ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım' der. Azaba uğramaları hususunda Yahudilerin durumu, kendilerinden evvelkilerin durumu gibidir. Anlatıldığı üzere, münafıkların Yahudileri savaşa kışkırtmaları hususundaki durumları, şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan, insana: ”İnkâr et!" der. Şeytanın demesi, kışkırtmak ve aldatmaktan mecazdır. Yani şeytan, âmirin memuru, emredilen şeye teşvik etmesi gibi şeytan da insanı küfre teşvik edip kışkırtır. Ne zaman ki insan da şeytanın kışkırtmasına boyun eğip kendi arzularına uyarak küfredince şeytan dedi ki: ”Ben senden uzağım." Yani, ben senin amelinden ve emelinden uzağım. Küfrüne ve şirkine razı değilim. Şeytanın bu uzak durup kendini temize çıkarmaya kalkması, kıyamet gününde olacaktır. Nitekim bunu, Cenab-ı Hakk'ın şu kavl-i şerifi haber veriyor: ”Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım."

17

Nihayet ikisinin de, şeytanın ve bu insanın

sonu, içinde ebedî kalacakları ateş olacaktır.

İşte bu, cehennem ateşinde ebedî kalma, sadece bunlara ait olmayıp tüm

zalimlerin cezasıdır.

18

Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Yani ey samimi olarak iman edenler! Yapacağınız ve terkedeceğiniz her hususta Allah'tan korkun. İtaat etmek suretiyle karşı gelmekten sakının. Şükretmek suretiyle nankörlükten uzak durun. Zikretmek suretiyle de Hak'kı unutmaktan sakının.

Ve herkes yarma ne hazırladığına baksın. Kıyamet günü için ne gibi ameller takdim ettiğine dikkat etsin. Cenab-ı Hak, yakın olduğu için Kıyamet gününü ”yarın" diye ifade etti. Çünkü her gelecek yakındır. Yani kıyamet gününü, bulunduğun günün hemen arkasından gelecek günün adıyla adlandırdı. Buradaki nükte, kıyamet gününün yakın olduğunu ifade etmektir.

Hasan-ı Basrî'den şöyle rivayet olundu: ”Cenab-ı Hak, 'yarın kılıncaya kadar kıyamet gününü yaklaştırmaya devam ediyor. Bunun benzeri şu âyet-i kerimedir: Sanki dün o, hiç yokmuş gibi...'" (Yûnus:24)

Cenab-ı Hak bu ifade ile geçmiş zamanı yaklaştırmayı irade buyurmuştur. Yahut Allah (celle celalühü) istikbali ”yarın" kelimesiyle ifade buyurmuştur. Çünkü dünyanın müddeti bir gün gibidir. Ahiret de o günün yarını gibidir. Zira dünya ve ahiretin kendilerine has birtakım halleri vardır.

Bu fakir der ki: Ahiret yarın gibidir. Çünkü insanlar bu dünyada uykudadırlar. Kıyametin başlangıcı olan ölümden evvel uyanmak yoktur. Nitekim bu hususta bazı rivayetler de vardır. Gafil kişiye nisbetle hem kıyamet, hem de ölüm sabah gibidir. Nitekim geceleyin uykuda olan kişiye nisbetle, yarın ki gün sabahtır.

Allah'tan korkun. Bu cümle, takvaya önem vermek ve te'kid için tekrar edilmiştir. Bu tekrarda şuna da işaret vardır: Kula yaraşan, her işinin takva ile başlayıp takva ile bitmesidir. Yahut da birinci emir, yapılması gerekenler hakkındadır. Nitekim daha sonra amel ile emredilmesi bunu ifade eder. İkincisi ise, haramları terketme hususundadır. Nitekim âyeti kerimenin şu bölümüyle yapılan tehdit bunu bildirir:

Çünkü Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. Yani, yaptığınız günahları bilir de kıyamet gününde o günahlar karşılığında sizi cezalandırır.

19

Allah'ı unutup da Allah'ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar Allah'a itaatten çıkan kimselerdir. Hitap, müminleredir. Allah'ı unutanlardan maksat, Yahudi ve münafıklardır. Onlar ilâhî hukuku unuttular, Allah'ı hakkıyla takdir edemediler. Allah'ın emir ve yasaklarını hakkıyla gözetmediler. Bu sebeple Cenab-ı Hak onları, kendi kendilerini unutan kimseler kıldı da artık onlar, kendilerine menfaat veren şeylere kulak asmadılar ve kendilerini kurtaracak işler yapmadılar.

İste Allah'ı unutup, unutturulmak suretiyle yüz üstü bırakılan kişiler, taat yolundan çıkan ve iîsku fücurda çok ileri giden kimselerdir. Ayetteki ”hüm-onlar" zamiri, hasr ifade ediyor. Başkalarının fışkı, onların fışkına nisbetle fısk sayılmayacak kadar fâsık olduklarını ifade ediyor. Burada onlardan" maksat, kâfirlerdir.

20

Cehennem ehli ile cennet ehli eşit olmazlar. Cehennem ehli, Allah'ı unutup da cehennem ateşinde ebedî kalmayı hakedenlerdir. Ta'rîf lamı ile olan ”nâr" kelimesi, cehennemin özel isimlerindendir. Kıyamet gününe ”es-Saat" dendiği gibidir. Bundan dolayıdır ki, burada olduğu gibi çok defa ”en-Nâr" kelimesi, cennet mukabilinde kullanılır. Bir şiirde şöyle denmiştir:

Bil ki, Allah'ı razı eden ameller işlersen yurt, cennettir. Şayet gevşek davranır fırsatı kaçırırsan yurt, cehennemdir.

Cennet ve cehennem iki yerdir ki insanlar için başka yer yoktur. O halde kendine dikkat et! Neyi tercih ediyorsun?

Lügatta ”sohbet"; az olsun çok oisun, bir zaman içerisinde bir şeyin başka bir şeyle beraber olması demektir. Bu beraberlik ile o iki şeyden herbirisi diğerinin sahibi-arkadaşı olur. Bu sohbet ve arkadaşlık, devamlı ve kesintisiz olursa, sohbet mükemmel bir duruma gelir. Sahip, örfen musahip (arkadaşlık yapan) kimse olur. Bazen bu durumda her iki tarafa da, sahip ve musahip yani arkadaş ve arkadaşlık yapan kişi denir. Bunun içindir ki, hanıma kinaye yoluyla ”sahibe" denir. Kölesiyle devamlı sohbetinden dolayı efendiye de sahip denilir. Nitekim ona rabb da denir. Çünkü köle, sahibinin terbiyesi altındadır. Böylece mal sahibi dendiği gibi rabbu'l-mal da denilir.

Bu izahlara göre, cehennem ashabı ile cennet ashabı kelimelerinin cennetlik ve cehennemlikler hakkında mutlak olarak kullanılması, ya ebedî sohbet ve devamlı beraberlik olması itibariyledir. -Öyle ki. Allah'ın dilediği belli bir miktar cehennemde azap gören günahkâr mü'minlere, cehennem ashabı denmez.- Yahut da, milk itibariyledir. Bu da mübalâğa için ve şuna işaret maksadıyla olmuş olur: Cennet ve cehennem, güzel veya çirkin amellerin karşılığında bir cezadır.

Cennet ashabından maksat, Allah'tan korkup ebedî olarak cennette kalmayı hak eden kişilerdir.

Ebu'ssuud tefsirinde der ki: ”Cehennem ashabının önce söylenmesi, ilk önce şunu bildirmek için olabilir: Eşitsizliğin ifade ettiği ana hedef, onların yönündendir, karşıtları cihetinden değil. Şüphesiz eşitsizlik kavramı, ziyade ve noksanlık itibariyle birbirinden farklı olan iki şey arasında olur. Nakısın noksanlığına göre eşitsizliği düşünmek mümkün olsa da bu böyledir. Cenab-ı Hakkın şu âyeti kerîmesi buna göredir: 'Körle gören, karanlıklarla aydınlık, gölge ile sıcak eşit olmaz.'“ (Fâtır: 19,20,21)

Ama Cenab-ı Hakk'ın şu âyetine gelince: ”Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer: 9) Burada üstün olanın evvela söylenmesi; sılasının bir yetenek olması sebebiyle olabilir. İşler yetenekleriyle öne geçerler.

Âlimlerden birisi şöyle söyledi: ”Evvela cehennem ashabı söylendi. Çünkü evvelki âyette, Allah'ı unutanlar önce söylenmişti ve cehennemlikler çoktur. Sonra insanların çoğunluğu evvela korktuğu için itaat eder, sonra umduğu için ve nihayet sevdiği için itaat eder. Fakat bu sonuncusu azdır."

Cennet ehli kurtuluşa ermiş olan kimselerdir. Bu cümle, istinaf cümlesidir. İki gurubun eşit olmayışının keyfiyyetini açıklıyor. ”Fevz", kurtuluşun elde edilmesiyle zafere ulaşmaktır. Yani cennet ehli, her isteneni ele geçirmiş ve her türlü üzücü halden kurtulmuş kimselerdir. Onlar, her iki dünyada Allah'ın keremine mazhar olanlardır. Cehennem ehli ise, her iki dünyada zelil ve aşağılık kimselerdir.

21

Eğer Biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, hiç şüphesiz onu Allah korkusundan boyun eğerek parça parça olmuş olduğunu görürdün. Bu misalleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz. Yani ey insanlar! Bu şanı yüce, çeşitli uyarılan içeren ve size indirilmiş bu Kur'an'ı... Yahut, Ey Rasûlüm Muhammed! Sana indirilen Kur'an'ı... Veya, Muhammed'e indirilen Kur'an'ı... Bu sonuncu takdire göre, muhataptan gaybe iltifat vardır.

Âyette geçen ”bir dağ" dan maksat, herhangi bir dağdır. ”Görürdün" hitabı da, görebilen herkese şamildir. Yahut hitap, Rasulülah (sallallahü aleyhi ve sellem)'adır.

Dağlar, kuvvette ve kendisine çarpan şeylerden etkilenmemekte, alem olmakla beraber, Kur'an ona indirilse parça parça olurdu.

İlim adamlarından biri şöyle dedi: ”Huşu, iç âlemin; hu dû ise, zahir organların Hak'ka boyun eğmesidir."

Diğer bir kısım ilim adamları ise şöyle demişlerdir: ”Hudû, bedende, huşu ise, ses ve gözde olur."

Râğıb der ki: ” Huşu, tazarru ve niyazdadır. Daha ziyade görünen organlarda bulunanda kullanılır. ”Daraat", daha çok kalpte olanlar hakkında kullanılır. Bunun içindir ki bir rivyette şöyle denilmiştir: ”Kalp tazarruda bulununca, organlar da Hak'ka boyun eğer."

Dağları, Allah'a isyan edip de cezalandırılmalarından korkarak parça parça olduğunu görürdün. Arapçada ”sad'“kelimesi, demir, cam ve bunlar gibi sert cisimleri yarmak mânâsına gelir. Ağrıdan dolayı başta olan yarılma mânâsını ifade eden ”Sudâ'“ da bu kelimeden gelmektedir.

Âlimler dediler ki: ”Bu âyet, Kur'an-ı Kerim'in şanının yüceliğini, onda olan öğütlerin tesir gücünü somut bir misalle açıklıyor. Bu misalle, kalbinin kasavetine yani kalbinin katılığına, Kur'an okunduğu zaman huşu duymamasına ve Kur'an'ı az tefekkür etmesine karşı, insan azarlanmak istenmiştir."

Âyetin ifade ettiği mânâ şöyle oluyor: Ey insanlar! Size verildiği gibi dağlara da akıl ve şuur verilseydi sonra da o dağlara Kur'an indirilseydi ve sizin durumunuz gibi dağlara da terğîb ve terhîp yapılsaydı; Kur'an-ı Kerim'i tazim etmede, emir ve yasaklarına uyma hususunda Allah'ın hakkını ödeyememe endişesiyle, Allah korkusundan dehşete kapılır ve parça parça olurdu.

İnkarcı kâfir, dağdan daha kasvetlidir. Bundan dolayıdır ki, Kur'an'dan asla etkilenmezler.

Bu âyetteki ”meseller..." kelimesi ile, burada ve Kur'ân'ın diğer yerlerinde zikredilen mesellere işaret edilmiştir. Yani Kur'ân'ın azameti ve insanın düşüklüğü hakkındaki bu garip söz ve her ikisinin hayret verici niteliklerinin açıklanması ve Kur'an'da zikredilen diğer meseller... ”Mesel" sözü, halk arasında yaygın olan darb-ı meseller hakkında örfî bir hakikattir. Sonra garabet hususunda darb-ı mesellere benzetilerek, her garib iş ve durumu, hayret verici her sıfat hakkında istiare yoluyla kullanılmıştır. Çünkü mesel, garabetten uzak değildir. Zümer sûresinde, Mekkî olduğu halde, geçmiş zaman kipiyle haber verilerek şöyle denilmiştir: ”Yemin olsun ki Biz, öğüt alsınlar diye bu Kur'an'da insanlara her türlü misali (meseli) verdik." (Zümer: 27)

Üzerinde olduğumuz Haşr sûresinde ise, bu sûre Medine'de indiği halde gelecek zaman ifade eden bir kip ile söylenmiştir. Buradaki incelik şu olabilir: Zümer süresindeki, ileride mutlaka gerçekleşecek olan şeyleri sayıp ifade etmek türündedir. Bu Haşr süresindeki ise, durumların devamını ifade etmek veya geçmiş bir hali şimdi oluyormuş gibi anlatmak için, geçmişi şimdiki zaman kalıbıyla ifade etmek kabilindendir. Bu durumda anlam şöyle olur: Bizim durumumuz, düşünüp muhakeme etmeleri için insanlara darb-ı meseller getirmektir. Yani, tefekkürün yararını ve tezekkürün yani hatırlamanın menfaatini sağlamak için darb-ı meseller getiririz.

"Tefekkür", ya yaratan hakkında veya yaratılanlar hakkında olur. Yaratan yani Allah hakkındaki tefekkür de ya zatı veya sıfatları hakkında olabilir.

Allah'ın zatında tefekkür, şeriat tarafından yasak edilmiştir. Çünkü Allah'ın zatını, ancak Allah bilir. Fakat, Allah'ın vacibü'l-vücut oluşu, ezelî ve ebedî oluşu, hiçbir şeye muhtaç olmayan mânâsında samediyyet cihetinden O'nun büyüklüğü, celâl ve yüceliği itibariyle zatında tefekkür caizdir.

Sıfatlarında tefekküre gelince, sıfatlarının yüceliği hakkında tefekkür edilir. Şöyle ki, Cenabı Hakk'ın ilmi bütün malûmatı ihtiva eder. Kudreti bütün eşyayı, iradesi bütün kâinatı, işitmesi bütün işitilenleri, görmesi bütün görülenleri içerir. Diğer sıfatları da hep kemal mertebesindedir.

Fiilleri hakkında tefekküre gelince; bu, fiillerinin şümulü, çokluğu, sağlamlığı ve en güzel şekilde meydana gelmesi yönünde olur. ”O, her an yaratma ve tasarruftadır." (Rahman: 29)

Yaratılanlar üzerinde tefekküre gelince, bu, ya gökler ve yerler üzerinde olur veya kıyametin dehşeti ve sonsuza dek ahiret hayatının halleri hakkında olur.

Ariflerden birisi şöyle demiştir: ”Tefekkür, şu sahalarda olur: Allah'ın âyetleri ve sanatlı varlıkları üzerinde olur. Bundan, marifetullah meydana gelir. Allah'ın azameti ve kudreti üzerinde olur. Bu tefekkürden de haya meydana gelir. Allah'ın nimetleri ve ihsanı hakkında tefekkür edilir. Bundan da muhabbetullah doğar. Allah'ın vaad ettiği mükâfatlar hakkında tefekkür edilir. Bundan, tâate istek doğar. Allah'ın azap ile olan tehdidi hakkında tefekkür edilir. Bundan da günahlardan korkup çekinme hali oluşur. Allah'ın rızasını gerektiren şeylerde kulun gösterdiği noksanlıklarda tefekkür edilir. Bundan da utanma, pişmanlık ve tevbe etme meydana gelir."

Tefekkürde dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan bir kısmı da, düşünenin başlangıcı, hayatı, gönlüyle, diliyle ve bedeniyle Rabbine kulluk etme konularında kendi durumunu düşünmesidir.

Bir insan, bütün ömrünü, hâlinin evveline, ortasına ve sonuna nazaran kendi nefsini düşünmeye sarfetse yine bu işin hakkım veremez.

22

O, öyle bir Allah'tır ki, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. ”Allah" lâfzı, kemal sıfatlara ve yüce zata delâlet eden ve ism-i Azam ile adlandırılmış, hak mabut manasınadır.

"Gayb" ve ”şehadet" kelimelerinin başındaki elif lâm, istiğrak ifade eder. Yani O, görünen ve görünmeyen her şeyi bilir. Duyu organlarının hakkında bilgi sahibi olmadığı kutsî cevherleri ve hallerini, duyu organlarının hakkında bilgi edindiği cisimleri ve durumlarını, var olanı ve olmayan her şeyi bilendir.

Bu izaha göre ”gayb" (bilinmeyen, görülmeyen)'tan maksat, şu varlık âleminden, sırdan, alenî olandan, dünya, ahiret ve bunlar gibi şeylerden gaib olan, bilinmeyen ve görünmeyenlerdir.

Râğıb der ki: ”Gayb: İnsanların duyu organlarından, gözlerinden ve bunlarla görüp müşahade ettikleri âlemden gizli olan şeylerdir."

Var olmayanlara gelince, bunlar ya varlığı mümkün olmayanlar veya mümkün olanlardır.

Var olanlara gelince, bunların da bir kısımının yokluğu mümkün değildir. Bir kısmının ise yokluğu mümkündür.

Bu dört kısmın her birinin hükümleri ve özellikleri vardır. Bütün bunlar, Allah'ın ilmi dahilindedir.

Cenab-ı Hak, görülmeyeni yani gaybı, görülenden yani şahâdet'ten önce zikretti. Çünkü var olmada, görülmeyen görülenden öncedir. Var olması cihetiyle de görülmeyip bilinmeyenlere Allah'ın ilminin ilgisi daha önceliklidir.

Şunu bil ki, gaybı bilmenin Allah'a isnadı bize nisbetle olan gaybtır. Allah'a nisbetle olan gayb değildir. Çünkü yerde ve göklerde hiçbir şey Allah'a gizli değildir.

O, Rahmandır, Rahimdir. Allah'ın dünyadaki rahmeti, mümin olsun kâfir olsun, tüm insanlara ve cinlere şamildir. Bunun içindir ki: ”Ya Rahman-ed Dünya!" denilir. Çünkü Rahman kelimesindeki harflerin fazlalığı, mânâdaki ziyadeliği ifade eder.

Ebedî âleme ait olan rahmeti ise, yalnız mü'minlere aittir. Bundan dolayıdır ki; ”Ya Rahîm'el-âhiret" denilir. İşte bu izaha göre, kendilerine nimet verilenler itibariyle Rahman'ın mânâsında ziyadelik vardır. Fertler ve nevîler yönünden de noksanlık vardır.

Dünya ve âhirette Cenab-ı Hakkın sonsuz rahmetini haber veren bu iki ismin belirtilmesinde Allah'ın rahmetinin büyüklüğüne dikkatleri çekmek, günahkâr kişilerin O'nun rahmetinden ümitlerini kesmemelerine müjde vardır. Aynı zamanda Cenab-ı Hakkın az ameli kabul edip, çok mükâfatlar vereceğini ifade etmesi bakımından da itaat edenlerin şevkini artırma vardır.

Kulun ”Rahman" ve ”Rahîm" isimlerinden nasîbi şu olmalıdır: Evvela, gizli ve aşikâr kendisine acımak suretiyle çok merhametli olmalıdır. Sonra da, başkalarının meşru isteklerini elde etmede yardımcı olmak, onlara doğru yolu göstermek ve onlara şefkat gözüyle bakmak suretiyle başkasına karşı merhametli olmaktır. Nitekim terbiyeci büyüklerden birisi şöyle demiştir:

Ey yavrum! Yaratıkların tümüne merhamet et, Onlara şefkat ve merhamet gözüyle bak.

Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat et,

Her yaratılanda, onu yaratanın hakkım gözet.

23

O, öyle bir Allah'tır ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah (celle celalühü) tevhîd konusuna verdiği önemi açıklamak için, ” O" anlamındaki ”hüve" zamirini tekrar etmiştir.

O, hükümrândır, ”Hükümrân" diye ifade edilen ”melik" kelimesi, hüküm ve saltanat sahibi demektir.

Mülk, emir ve yasaklarla varlıklara tasarruf etmek demektir. Bu, konuşabilen varlıkların idaresine hastır. Bunun içindir ki, ”insanların meliki" denir de, ”eşyanın meliki" denmez. Allahü teâlâ 'nın; ”Din gününün maliki" sözünün anlamı, ”Din günündeki malik" şeklindedir. Müfredât'Va böyle denilmiştir.

Noksanlıklardan yücedir. Bu anlamı veren ”Kuddûs" kelimesi, ”kuds" mastarından alınmış, mübalâğa ifade eden kalıplardandır. Kuds, nezahet ve temizlik mânâsmdadır. Kuddûs de, herhangi bir noksanlığı gerektiren şeylerden ve her türlü ayıptan son derece nezîh ve yüce olan zat demektir. ”Sübbûh" da bunun benzeridir. Meleklerin Cenabı Hakkı tesbih ederken şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: ”Sübbûh'un, kuddûs'ün Rabbu'l-Melâiketi ve'r-Rûh."

Dünyadaki sultanların halleri ve durumları, zulümlerle, haksızlıklarla, hükümlerdeki haddi aşmalarla ve bunlardan doğacak kötü sonuçlarla değişikliklere uğradığı için, ”Melik" isminden sonra, ”Kuddûs" ismi getirildi. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın hakimiyet ve saltanatında böyle bir değişiklik meydana gelmez. Zira Allah'ın sıfatlarında değişiklik muhaldir, mümkün değildir.

Âlimlerden birisi şöyle demiştir: ”Takdis, temizlemek demektir. Ruhu'l-kuds, Cebrail (aleyhisselâm)'dir. Çünkü O, Allah tarafından kuds ile iner. Yani, nefislerimizi temizleyen Kur'an, hikmet ve ilâhî feyz ile iner. Beyt-i mukaddes, şirk gibi pisliklerden temizlenmiş yer demektir. Yahut da, orada günahlardan temizlenildiği için o adı almıştır. Mukaddes yer (Arz-ı mukaddes) de bu mânâya gelir. Hazîratül-Kuds, cennettir."

Selâm'dır. Her türlü âfet ve noksanlıklardan selâmette olan zattır.

"Selâm", selâmet mânâsında mastardır. Cenabı Hak bütün noksanlıklardan salim olduğu için, mübalâğa ifade ederek selâm ismiyle vasıflanmıştır. Yahut da, selâmet vermede mübalâğalı olduğunu ifade için, Allah'a selâm denilmiştir. Bu görüşe göre, kelâm (söz), teklim (konuşma) mânâsında olduğu gibi, selâm da teslim mânâsında olmuştur.

"Ente's Selâm = Sen selâmsın" sözünün mânâsı, her türlü ayıptan salim olan ve her türlü noksanlıktan münezzeh olan yalnız sensin demektir.

"Ve minke's Selâm - Selâm yalnız sendendir" ifadesi, Allah odur ki, selâmet verir de, âciz kişi hoşa gitmeyen şeylerden salim olur, iki cihanda onu zorluklardan kurtarır, mü'minlerin günahlarını ayıplarını örter de kıyamet gününde rezil ve rüsvay olmaktan kurtulurlar, anlamını dile getirir. Yahut cennet'te mü'minlere selâm verir demektir. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: ”Rahim olan Rah tarafından onlara söz olarak selâm gelir." (Yâsîn: 58)

"Selâm yalnız sana döner" sözü, ”yer üzerinde bulunan her şey fânidir. Ancak yücelik ve ikram sahibi olan Rabbinin zatı bakîdir." (Rahmân:26,27) âyetlerine işarettir.

"Ey bizim Rabbimiz! Selâm ile bizi hayatlarıdır" (8) sözü, dünya ve âhirette Allah'tan selâmet isteme mânâsını ifade eder.

8- Bu duâ Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yaptığı me'sûr bir duadır. Ebû Davud ve Nesâî rivayet etmiştir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 4/217.

Mü'mindir. Kendisi, kendisinin tek olduğunu bildirir, ”Allah, kendinden başka hiçbir ilâh olmadığına şahitlik etti." (Al-i İmrân: 18) âyetinde bu ifade edilmektedir. Bu görüş, Zeccac'a aittir. Yahut da, emniyyet ve güven verendir. ”Enin", kişinin huzura kavuşması ve korkunun yok olmasıdır.

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: ”El-Mü'min, insanları zulmünden emin kılan, iman edenleri azabından muhafaza eden, demektir. Bu mânâya göre ”mü'min", korkutmanın zıddı olan emniyet ve güven vermek demek olan ”îman" mastarından ism-i faildir. Nitekim bir âyette şöyle gelmiştir: ”O, kendilerini açlıktan doyuran ve korkudan emniyette kılandır."(Kureyş: 4)

Gözetip koruyandır. Bu anlamı veren ”El-Müheymin" kelimesi ile ilgili olarak bazı âlimler dedi ki: ”Bu isim, mânâsı türetme kalıplarından yüce olan isimlerdendir. Yani ma stardan türemiş bir kelime değildir. Tevilini ancak Allah bilir."

Bazı ilim ehli de dedi ki: ”Zararlardan son derece koruyup muhafaza eden mânâsına gelir. Araplar, kuşun yavrusunu himaye etmek için üzerlerine kanatlarını gerince ”heymene't-tâiru" derler."

Ebu'ssuûd Tefsirinde şöyle denmiştir: ”El-Müheymin; her şeyi gözetip koruyan demektir."

Zerrûkî dedi ki: ”Lügat bakımından müsahade eden, gören demektir. Cenab-ı Hakk'ın şu âyeti bu mânâyı ifade eder: ”Ve ona şahitlik etmek üzere..." (Maide:48) Bu âyette geçen 'müheymin' kelimesi, şahitlik yapan, gören ve bilen mânâlarına gelir."

Bazıları da dedi ki: ”Korkunun zıddı olan ”enin" mastarından alınmış ”müfey'il" kalıbında bir kelimedir. Emniyette kılan, anlamındadır."

İmam-ı Gazâlî (radıyallahü anh) dedi ki: ”Allah hakkında ”müheymin" kelimesinin mânâsı, yarattıklarının amellerini, rızıklarını ve ecellerini gözetip idare eden demektir. Allah'ın yarattıkları üzerindeki gözetim ve idaresi; haberdar olmasıyla, hakimiyetiyle ve korumasıyladır. Bir şeyin asıl hüviyet ve mahiyetine gözcülük yapan herkes, ona hakimdir, onu koruyandır ve dolayısıyla onun üzerinde müheymin'dir. Görüp gözetmek, ilme bağlıdır. Hakimiyet kâmil bir kudrete bağlıdır. Muhafaza etmek de fiile aittir. Bu mânâları, kendi zatında toplayan müheymin ismidir. Bunları tam ve mutlak mânâda zatında toplayan yalnız Allah'tır. Bundan dolayıdır ki şöyle denilmiştir: ”Müheymin",

Kur'ân'dan önceki kitaplarda da Allah'ın isimlerinden olarak zikredilmiştir,"

Müheymin'in kulu o kimsedir ki, Cenab-ı Hakkın her şeyi müşahede edip gözettiğine yakın derecesinde iman eder. Böyle bir kul, kendi kalbini murakebe eder, hislerini duygularını, aza ve organlarını muhafaza eder, şeytana karşı tedbirli olur, Allah'ın kullarını murakabe ettiğini ve onları muhafaza ettiğini bilme şuurunda olur.

Kim Allah'ın müheymin olduğunu bilirse, O'nun azameti altında boyun eğer, her halinde O'nu gözetir. Allah'ın kendisinden haberdar olduğunu bilir ve böylece Allah'ın murakabesi makamında durur.

Emrinde galip olandır.

Bir kısım ilim ehli dedi ki: ”Azız kelimesinin aslı şudur: Bir kimse üstün geldiği zaman Araplar ”azze" der. Buna göre Azîz, kendisine karşı gelmekten yüce olan kudretin sahibi demektir. Yahut bir şey az ve değerli olduğu zaman Araplar ”azze" der. Bu ikinci mânâya göre azîz, misli ve benzeri olmayan demektir. Cenab-ı Hakkın şu sözü gibi: 'O'nun benzeri hiçbir şey yoktur...' (Şûra: 11)

İmam-ı Gazâlî (radıyallahü anh) dedi ki: ”Azîz, benzeri az olan, kendisine şiddetle ihtiyaç duyulan ve ulaşılıp elde edilmesi zor olan önemli şey demektir. Bu üç mânâyı kendisinde toplamayan şeye azîz denmez. Nice şeyler vardır ki varlığı azdır fakat önemi büyük olmadığı ve kendisine de ulaşmak zor olmadığı için azîz olarak isimlendirilmez. Nice şeyler de vardır ki, önemi büyüktür, yararı çoktur, benzeri de bulunmaz, fakat ona ulaşmak zor olmadığı için ona da azîz denmez. Meselâ güneş böyledir. Çünkü güneşin benzeri yok. Dünya da böyledir. Hem güneşin ve hem de dünyanın yararı çoktur, onlara ihtiyaç çok fazladır. Fakat bununla beraber azîz olmakla vazıflanmazlar. Çünkü bunları müşahede etmeye nail olmak zor değildir. Şu halde bir şeyin azîz olması için üç mânânın aynı anda bulunması lâzımdır. Sonra bu üç mânânın herbirisinde kemâl ve noksanlık vardır.

Varlığın azlığındaki kemâl, bire dönücüdür. Çünkü birden daha az yoktur. Bu bir öyledir ki, varlığının benzeri olması mümkün değildir. Bu ancak Allah'tır. Çünkü güneş her ne kadar var olarak bir ise de, imkânda bir değildir. Benzerinin olması mümkündür.

Değerde ve kendisine şiddetle ihtiyaç duyulmadaki kemâl, her şeyin her hususta, ona ihtiyaç duymasıdır. Hatta var olmasında, devamında ve sahip olduğu sıfatlarında bile... Bu kemâl, ancak Allah'a aittir."

İstediğini yaptırandır. Bu sözün karşılığı olan ”El-Cebbâr", yarattıklarını dilediği şeylere zorlayan kişi anlamındadır. Yani onları dilediği şeylere zorlayabilen zâttır. Yahut da yarattıklarının hallerini ıslah eden, düzelten, demektir.

İnsanların sıfatlarında kullanılan cebbar kelimesi, hak etmediği yüksek bir makamda olduğunu iddia etmek suretiyle noksanlığını gidermeye kalkan kişi mânâsına gelir. Bu sıfat, insanlar hakkında kınamayı ifade eder. Allah'ın bir sıfatı olarak kullanıldığında şu mânâyı ifade eder: Sayısız nimetleriyle insanların durumlarını ıslah edip düzelten, yahut hastalık, ölüm, öldükten sonra diriltmek gibi irade buyurduğu şeylere insanları kahren sürükleyen ve yapan Zât-ı Zu'l-Celâl Allah (celle celalühü) yalnız hikmetine göre zorlar.

Bu açıklamalara göre tam anlamıyla ”cebbar", her şeyde iradesi icbar ve zorlama yoluyla geçerli olan, fakat onda hiçbir kimsenin iradesi geçerli olmayandır.

Büyüklükte eşsizdir. El-Mütekebbir, ihtiyaç ve noksanlığı gerektiren her şeyden yüce olan zât, demektir. Yahut azameti ve büyüklüğü sonsuz olan zât, demektir.

Râğıb dedi ki: ”Tekebbür=Büyüklenme, iki şekilde olur: Birincisi, güzel fiillerin gerçekte çok ve başkalarının güzelliklerinden fazla olmasıdır. Bu mânâda Cenab-ı Hak, 'mütekebbir' sıfatıyla vasıflanmıştır. O'nun hakkında bu güzel bir sıfattır.

İkincisi, kişinin böyle olmadığı halde böyle imiş gibi tavır takınması ve kendini buna zorlamasıdır. Bu, insanların çoğunda görülen bir sıfattır. Bu durumda olan kişi kınanır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: 'Büyüklük, Benim örtümdür. Azamet, elbisemdir. Kim Benimle bu hususta çekişmeye kalkarsa, onu helak ederim ve kendisine hiç önem vermem.'“

Âlimlerden birisi şöyle söyledi: ”Mütekebbir ile müstekbir (büyük görünen, büyüklük tasyalan) arasındaki fark şudur: Mütekebbir, Cenab-ı Hakkın sıfatlarında olduğu gibi hak olan büyüklenmeyi göstermeye şâmil olduğu gihi, batıl ve haksız büyüklennıeyi açığa çıkarmaya da şâmildir. Nitekim bir âyette şöyle buyurulmuştur: 'Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım...'" (A'râf: 146)

Kibir, insanın kendisini başkasından büyük sanmasıdır. Tekebbür ise, bunu açığa vurnıasıdır. Nitekim Avar if isimli kitapta böyle izah edilmiştir.

İstikbâr, batıl olarak büyüklük taslamaktır. İblis hakkında bu kelime kullanılarak gelen Cenab-ı Hakkın şu âyetinde ve başka âyetlerde olduğu gibi: ”İblis büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu." (Sâd:74) Nitekim Kur'an'da ve Hadis'te bu kelimenin kullanıldığı mânâları bulman mümkündür.

Es'iletü'l-Mukhame isimli kitapta şöyle denilmektedir: ”Allah'ın isimlerinden olan mütekebbirin mânâsı nedir? Şüphesiz tekebbür, insanlar hakkında kötü bir sıfattır. Bu sorunun cevabı şöyledir: Mütekebbir'in anlamı Allah'ın kendisine yakışmayan her şeyden büyük ve yüce olmasıdır. Bu mânâ, Kibriya'dır yani büyüklüktendir. Tekebbürden yani büyüklennıekten değildir. Yücelikte mübalâğadır. Allah hakkında kibriyâ, başkasına boyun eğmeye tenezzül etmemektir. Bunun içindir ki, insanlar hakkında bu sıfat, yasaklanmış kötü bir sıfattır. Allah hakkında ise, övgüye lâyık iyi bir sıfattır."

Bazı alimler dedi ki: ”Mütekebbir, başkasını, kendisine nisbetle hakir ve aşağı gören kimsedir. Böyle bir insan başkasına, efendinin kölesine baktığı gibi bakar. Mutlak mânâda böyle bir sıfat ancak Allah hakkında düşünülür. Çünkü Allah (celle celalühü), kendisinden başka varlıklara kıyasla, her yönüyle azamet ve büyüklükte eşsizdir. Bunun içindir ki, bu kelime Allah'tan başkası hakkında kınama dışında kullanılmaz. Çünkü bu, kendisinde olmayan meziyetleri varmış gibi göstermede zorlama ifade eder. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: 'Cennet ile cehennem tartıştı, cehennem dedi ki: Bana cebbarlar ve büyüklük tas layan lar girecektir. Cennet dedi ki: Bana da zayıflar ve yoksullar girecektir. Bunun üzerine Cenab-ı Hak cehenneme buyurdu ki: 'Sen benim azabımsın, seninle dilediğime azabederim.' Cennete de buyurdu ki: 'Sen de benim rahmetimsin. Seninle dilediğime merhamet ederim. Her ikiniz de dolacaksınız.' '"

Kim Allah'ın yüceliğini ve azametini bilirse, tevazuya yapışır ve alçak gönüllü olma ahlâkından ayrılmaz. -

Allah, müşriklerin şirkinden münezzehtir. Bu cümle, müşriklerin şirk koştukları şeylerden Cenab-ı Hak'kı tenzihtir. Yahut da kendisine hiçbir varlığın ortak olamayacağı sıfatları saymanın arkasından, müşriklerin şirk koşmalarından Allah'ı tenzihtir. Buna göre anlam şöyle olur: Allah'ı mutlak tesbih edin. Kâfirlerin ortak koştukları yaratıklardan Allah'ı tam anlamıyla tenzih edin. Cenab-ı Hak, büyüklüğünün sonsuzluğunu açıklamak için bu cümleyi getirdi. Veya Allah'ın sonsuz büyüklüğünü ve nihayetsiz yüceliğini ifade eden kevnî yani fizikî âyetlerini gözleriyle gördükten sonra O'na şirk koşmanın hayreti gerektiren bir şey olduğunu ifade etmek için gelmiştir.

24

O, takdir eden, yaratan, dır. Yani eşyayı, hikmeti gereğince ve iradesine uygun şekilde takdir edendir. ”Halk etmek" her ne kadar bir takdir ve ölçü ile var etmek mânâsında yaygın ise de asıl mânâsı, takdir etmektir. Bu isterse bir meniden insanın ve diğerlerinin yaratılması gibi maddeden; isterse göklerin ve yerin yaratılması gibi yoktan var etmek olsun. ”El-Bârî", eşyayı her türlü bozukluk ve karışıklıktan uzak ve mükemmel yaratandır. ”Ber"; olgun bir maslahatın ve nihayetsiz hikmetin gerektirdiği şekilde, her türlü noksanlık ve bozukluktan yüce olan yaratanın yaratması ve var etmesidir.

Yaratıkları şekillendiren Allah'tır. ”El-Müsavvir", irade ettiği şekilde, varlıkların şekillerini ve keyfiyetlerini icad edendir. Yavruları annelerin rahimlerinde ayrı ayrı şekillerle ve renklerle şekillendirmesi böyledir. Tasvirin mânâsı, yarattığını muayyen şekillerle ve diğerlerinden ayıran suretlerle şekillendirmektir.

Râğıb dedi ki: ”Suret, varlıkların kendisiyle birbirinden farklılık kazandıkları özelliklerdir. Bu somut olur, insanın sureti gibi. Soyut olur, akıl ve diğer manevî varlıklar gibi."

Özet olarak deriz ki: Bu âyet-i kerimede ”Halik", kainatın nizamına uygun bir hikmet üzere takdir eden zât demektir. ”Bârı", bu takdire göre icad eden, var edendir. ”Müsavvir", kâinatın ve tüm yaratılanların şekillerini orjinal bir şekilde meydana getirendir. Şöyle ki: Bu şekillerle özellikleri meydana gelir ve olgunlaşmaları tamamlanmış olur. İşte bu izahla ”hâlık" ile ”bârı" arasındaki tertibin hikmeti ortaya çıkmış oldu.

Tasvirin yaratmayı, yaratmanın takdiri gerektirmesi; mevkufun (bir şeye bağlananın), mevkufun aleyhi (kendisine bağlananı) gerektirmesi gibidir.

Nitekim İmam-ı Gazâlî şöyle demiştir: ”Bazen bu isimlerin aynı mânâya gelen eş anlamlı kelimeler olduğu ve hepsinin de, yaratmak, var etmek mânâsına geldiği sanılır. Böyle olması doğru olmaz. Doğrusu şudur: Yokluktan varlığa çıkan her şey evvela takdire muhtaçtır. İkinci olarak, takdire uygun şekilde yaratmaya, sonra üçüncü olarak da şekil vermeye muhtaçtır. Cenab-ı Allah (celle celalühü), takdir edici olması yönünden ”Hâlık"dır. Yoktan var etmesi yönünden ”Bârı" (eşsiz yaratan)dir. Yoktan benzersiz yarattıklarını en güzel tarzda tasvir edip şekillendirmesi cihetinden de ”Müsavvir" ve mûciddir. Bu, bir binanın yapılmasına benzer. Çünkü bina yapılmadan önce projeyi çizecek bir mukaddire, mühendise ihtiyacı vardır. Mühendis gerekli malzeme ve kaplayacağı sahanın hesabını yapar, projeyi çizer. Sonra resme döker, şekillendirir. Sonra binanın kaba inşaatını meydana getirecek ustalara ihtiyaç duyulur. Sonra binanın içini ve dışını süsleyip nakşedecek sanatkârlara sıra gelir. Halbuki Allah'ın fiillerinde durum böyle değildir. Allah hem dakdir edip projeyi çizendir, hem var edendir, hem de nakşedip süsleyendir."

"Halik" ismi, ”Bârı" isminden önce zikredildi. Çünkü irade ve takdir, kudretin tecelli edip etki yapmasından evveldir. ”Bârı" ism-i şerifi de ”Müsavvir" ism-i şerifine takdim olundu. Çünkü zâtı var etmek, sıfatları var etmekten evveldir.

En güzel isimler O'nundur. Çünkü güzel mânâlara işaret eder. Nitekim bunun izahı Tâhâ Sûresi'nde geçti. ”Hüsnâ", ism-i tafdil olup ”ahsen" kelimesinin müennesidir. ”A'lâ" kelimesinin münennesi olan ”ulyâ" gibi.

Cenab-ı Hakk'ın isimlerini, üstünlük ifade eden ism-i tafdil sığasıyla vasıflandırmak, mutlak ziyadeliği ifade eder. Çünkü Allah'ın isimlerini, başka varlıkların isimlerine nisbet etmenin hiçbir mânâsı yoktur. Nitekim Allah'ın yüce zatını başka zatlara nisbet etmek de manasızdır.

Hadis-i şerifte geldiği üzere Cenab-ı Hakk'ın 99 ism-i şerifi vardır. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yaptığı dualardan birisi de şudur: ”Allah'ım! Kendisiyle zatını isimlendirdiğin. Kitabında indirdiğin veya yarattıklarından herhangi birisine öğrettiğin, yahut katındaki gayb ilminde tercih edip bildirmediğin her ismin hürmetine senden niyaz edip istiyorum.

Belki de Cenab-ı Hakk'ın isimlerinin 99 oluşu, en cami, en meşhur ve en şerefli olana nisbetledir. İsimlerin çokluğu müsemmanın yani isimlendirilenin çokluğuna delâlet etmez. Çünkü bir kişi, bir yönüyle baba, bir yönüyle dede, bir yönüyle dayı ve başka bir yönüyle de âlim diye isimlendirilir. Halbuki onun zatı birdir.

Allah'ın isimleri tevkifidir. Yani, Kur'an'da ve sahih hadislerde gelmeyen isimlerle Allah isimlenemez.

Göklerde ve yerde olanlar O'nu tesbih ederler. Yani bütün noksanlıklardan Cenab-ı Hak'kı apaçık bir şekilde tenzih ederler.

Keşfu'l Esrar isimli kitapta müellifi şöyle söylemiştir: ”Allah'ı bütün varlık tesbih eder. Bu, ya açık bir şekilde kendilerine ait lisanla olur. Yahut da delil ve yaratılış yönüyle olur. Bu tesbih hakkındaki izahlar birçok yerde geçti. Araştırıcı âlimlerin cumhuruna göre, varlıkların yaptığı tesbih kendilerine ait lisanlar iledir. Bu, hâl lisanı ile yaptıkları tesbihe zıt olmaz. Aksi de böyledir."

O, emrinde galip, yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibidir. Tüm kemâlât ve olgunlukları zatında toplayandır. Çünkü kemâlât ve olgunluklar, çokluklarına ve çeşitliliklerine rağmen, hepsi ilim ve kudretteki kemâle dönücüdür.

İmam-ı Gazâlî (radıyallahü anh) şöyle diyor : ”Hakîm, hikmet sahibi demektir. Hikmet ise, ilimlerin en yücesiyle varlıkların en üstününü bilmekten ibarettir. Varlıkların en yücesi Allah'tır. İlimlerin en yücesi ise, sona ermesi tasavvur edilmeyen, ezelî ve daimî olan ilimdir. Allah'ı hakkıyla yalnız kendisi bilir. Allah'ı tanıyan kişi hikmet sahibidir. Bu kişinin resmî ilimlerdeki gücü zayıf, dili peltek ve ilimlerdeki beyânı noksan olsa da böyledir. Şu kadar var ki, kulun hikmetinin Allah'ın hikmetine nisbeti, kulun Allah'ın zatını bilmesinin, Cenab-ı Hakk'ın kendi zatını bilmesine nisbeti gibidir. İki bilme ile iki hikmet arasında ne büyük fark vardır. Bununla beraber, kulun bu marifet ilmi, ilimlerin en değerlisi ve en çok hayırlı olandır. ”...Kime de hikmet verilirse, muhakkak ona çok hayır verilmiştir. Olgun akıl sahiplerinden başkası düşünemez." (Bakara:269)

Cenab-ı Allah'ın bu yüce sıfatlar ile kendi zatını övmesinin sebebi, kullarına bu yüce sıfatlarla kendisini övmelerini öğretmektir. Bu, Allah'ın sıfatlarının mânâlarını anladıktan ve bu övgüye lâyık olduğunu bildikten sonra olur.

Cenab-ı Hak, kullarının kendisine olan yakınlıkları fazlalaşsın diye bu sıfatları öğretiyor.

Ebu'l Leys tefsirinde şöyle dedi: ”Şayet birisi: Cenab-ı Hak: O hâkle kendinizi Temize çıkarmayın...' (Necm:32) buyuruyor. Peki, Allah kendi zatını övdüğü hâlde, kullarının kendi kendilerini övmelerini yasakiamasmdaki hikmet nedir? diye sorarsa ona denilir ki: Bu sorunun iki cevabı vardır:

Birincisi: Kulda her ne kadar güzel meziyetler varsa da bunlar noksandır. Noksan olunca kendini övmesi caiz olamaz. Halbuki Allah'ın kudret ve hakimiyeti noksansızdır. O halde bunlarla övülmeye lâyıktır. Kulları bilsin de öylece övsünler diye zatını övdü.

İkincisi: Kulda her ne kadar güzel meziyetler olsa da, bunlar Allah'ın kuluna ihsanıdır. Kuldaki meziyet, kendi gücüyle oluşmamıştır. Bundan dolayı kendisini medihte bulunması caiz olmaz. Bunun bir benzeri de şudur: Cenab-ı Hak, kullarını, yaptıkları iyilikler karşılığında herhangi bir insanı minnet altına sokmaktan yasaklamıştır. Halbuki medih konusunda anlatılan sebepten dolayı kendisi, kullarını minnet altına sokmuştur. Kur'an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor: 'Onlar İslama girdikleri için sana minnet ediyorlar. De ki: Islama girdiğiniz için benim basıma kakmayın. Tam aksine sizi imana getirdiği için Allah sizi minnet altına sokar...'" (Hucurat: 17)

Haşr Sûresi'nin son âyetlerinin okunmasının faziletine gelince; Rasûlüllah'tan şu hadis rivayet edilmiştir: ”Bir kimse sabahladığında, eûzü billahi's-semî 'ıl alîmi mineşşeytânirracîm der ve Haşr Sûresi'nin son üç âyetini okursa, Allah o kimseye yetmiş bin melek tayin eder, akşama kadar ona duâ ederler. Bu günde ölürse şehid olarak ölür. Kim bunları akşamleyin okursa, aynı derece o kimse için de vardır." (2)

Allah'ın yardımı ve muvaffak kılmasıyla Haşr Sûresi'nin tefsiri bitti.

0 ﴿