2

O, Ehl-i kitaptan inkâr edenleri ilk sürgünde yurtlarından çıkarandır. Bu âyet, Cenab-ı Hakk'ın izzetinin bazı eserlerini ve hikmetinin bir takım hükümlerini açıklamaktadır. Tevrat ehlinin, yani Beni Nâdir Oğulları'nın Medine-i Münevvere'den çıkarılmasını emretti. Âyet-i kerîmede ”yurt", ”dâr" kelimesi ile ifade edilmiştir. Bu mânâ ile alâkalı bir de ”beyt" kelimesi vardır. Ancak, aralarında faik vardır. Şöyle ki: Dâr, duvarları yıkılsa bile ”dâr"dır. Beyt (ev) ise öyle değildir. Duvarlar yıkılınca, artık ”beyt" olmaktan çıkar. Çünkü beyt, tavanı olan, bir tarafından girilen, üç dört duvarlı içersinde eğleşmek için inşâ edilen binadır. Bu anlam ”sulfa" kelimesinde de vardır. Ama suffa'nın girişi daha geniştir.

'İlk sürgütî'den maksat, Medine'den Şam'a sürüldükleri ilk an, demektir. Âyette sürgün mânâsında ”Haşr" kelimesi geçmektedir. ”Haşr" bir topluluğu bir yerden çıkarıp başka bir yere sürmek demektir.

Beni Nâdir, yurtlarından hiç çıkarılmamış bir Yahudi kabilesi idi. Çünkü onların daha önce Şam'dan Medine tarafına geçmeleri kendi istekleriyle olmuştu. Bunun içindir ki, onlar Arap Yarımadasından çıkarılıp Şam'a sürülen ilk insanlardır. (2)

2- Beni Nâdir Kabilesinin Medine'den çıkartılması olayını ve sebebini geniş bir şekilde anlamak istersen Bkz. Tefsîr-u ibn Kesîr, 3/370. (Muhtasarından)

Ey Müslümanlar!

Siz onların bu zillet ve aşağılıkla kendi yurtlarından

çıkacaklarını sanmamıştımz. Çünkü onların gücü fazla, surları kuvvetli, sayıları ve hazırlıkları çok idi.

Onlar da, bu kâfirler, kesinlik derecesinde, kuvvetle

kalelerinin, kendilerini Allah'(m azabın)dan koruyacağını sanmışlardı.

" Husun", ”hısn" kelimesinin çoğuludur. Hısn, içerisine ulaşılamayan, muhafaza altına alınmış her yerdir. Âyetin kısaca mânâsı şöyle olur: Kâfirler sandılar ki, sahip oldukları kaleler onları Allah'ın kahrından ve azabından koruyacaktır.

Ama Allah'(m azabı,) onlara beklemedikleri yerden geliverdi. Allah'ın onlar hakkında takdir etmiş olduğu hüküm gönüllerinden hiç geçmedi. Bu, reisleri Ka'b İbn Eşrefin bir hile ile ansızın öldürülmesidir. Çünkü Ka'b'ın öldürülmesi, onların gücünü za'fa uğratan, hakimiyetlerini kıran ve kalplerine korku salmak suretiyle gönüllerindeki güven ve huzuru alıp götüren sebeplerdendir.

Allah, onların kalplerine korku düşürdü. ”Düşürdü" anlamını verdiğimiz ”hazf, iftira etmek demektir. Burada düşürmek, atmak mânâsı mııradedilmiştir. ”Ruh", aşırı korkudan çaresiz kalmaktır.

Bazı âlimler şöyle söylemişlerdir: ”Ru'b, kalbi doldurup aklı bozan, kişiyi çaresiz kılan, fikirleri karıştıran, tedbiri dağıtıp bedene zarar veren korkudur. Buna göre mânâ şöyle olur: Allah, onların gönüllerine kendilerini çaresiz kılan korkuyu yerleştirdi."

Öyle ki; evlerini hem kendi elleriyle hem de mü'minlerin elleriyle harabediyorlardı. Yıktıkları binaların odun ve taşlarıyla sokak girişlerini kapamak, Medine'den sürülüp çıkarıldıktan sonra Müslümanlara mesken kalmaması ve nakledilmesi mümkün olan sevdikleri bazı malzemeleri beraberlerinde götürmeleri için kendi evlerini bizzat kendi elleriyle tahrip ediyorlardı.

Arapçada ”tahrip" ve ”ihr âb" aynı anlamda olup tamir etmenin zıddıdır. ”Ehrabehû ve harrabehû" demek, onu bozup yıkmak suretiyle ifsad etti, demektir.

Ayrıca Müslümanlar, Yahudilerin sığınıp barındıkları kalelerini yok etmek, savaş alanını genişletmek ve onlara zarar vermek için onların evlerini yıkıyorlardı.

Yıkma olayının Yahudilere isnadı, yıkılmaya sebebiyet verdikleri içindir. Böyle olunca sanki Yahudiler, Müslümanları yıkmak için vazifelendirmişler ve bu işi onlara havale etmişlerdir.

Ey akıl sahipleri! İbret alın! Yani, ey kalp, akıl ve basiret sahipleri! Yahudiler aleyhinde meydana gelen korkunç olaylardan öğüt alın! Küfrün ve günahların sebebiyet verdiği kötü sonuçlara bulaşmaktan sakının. İki Yahudi grubunun durumundan ibret alarak kendi durumunuza dikkat edin. Kaleleri gibi birtakım fani kuvvetlere güvenen Nâdir Oğulları gibi sadece sebeplerin desteğine güvenip gaflete düşmeyin. Yalnız Allah'a dayanıp güvenin.

Arapçada ”i'tibâr", ”ubûr" kelimesinden alınmıştır. Ubûr, bir şeyden başka bir şeye geçmek demektir. Bunun içindir ki, kötü şeylerden ders almaya ibret denmiştir. Çünkü burada, görmekten düşünceye intikal edilir. ”Tabir ehli" denilir. Çünkü yorum yapan kişi, hayal edilenden makul olana geçer. Lâfızlara da ibareler denmiştir. Çünkü lâfızlar, mânâları, konuşanın lisanından dinleyenin aklına nakleder. ”Mutlu kişi, başkasıyla ibret alan kişidir," denilir. Çünkü ibret alan kişinin aklı, başkasından kendisine intikal eder.

Gören organa ve ondaki kuvvete ”basar" denilir. İdrak edip anlayan kalbe ”basiret" ve ”basar" denir. Müfredat'ta izah edildiği gibi organa basiret denmez.

Bazı tefsirlerde şöyle denmiştir: ”Ebsâr, basar kelimesinin çoğuludur. Basai-, baş gözüdür. Onunla mülk âlemi müşahede edilir. Mülk âlemi, içinde yaşadığınız şehadet âlemidir. O kadar ki, gören ile görülen şey arasında binlerce yıllık bir mesafe olsa, göz nurunun görülene ulaşmasıyla onu bir anda müşahade eder."

Kalpteki basiret, baştaki basar gibidir. Görünmeyen âlem olan melekût âlemi, ”basiret" ile müşahede edilir. Müşahede edilen, Levh-i Mahfûz'da veya en yüce âlemde dahi olsa... Bazan mümtenî olan, mümkün olmayan ve sonsuz olan şeyler dahi basiretle bir nevi müşahede edilir. Nitekim bu hâli vicdanlarımızda hissederiz. Bütün bunlar ilâhî sanat ve fiillerin hayret veren durumlarmdandır.

Bazı âlimler bu âyetteki basardan maksadın, müşahede edip görmekten mecaz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü çok defa basar müşahede edip görmeye âlettir. O halde aslolan müşahede etmektir. Müşahede olmayınca, basar yok hükmündedir.

Kıyasın delil olabileceğine bu âyet kanıt gösterilmiştir. Şöyle ki, bu âyette bir hâlden başka bir hâle geçmek ve aralarında aynı hükmü gerektiren müşterek sebepten dolayı bu hâlin o hâle yorumlanması emrolunmuştur. Nitekim bu husus usûl kitaplarında açıklanmıştır.

2 ﴿