9

Daha önceden, muhacirlerin hicretinden önce

Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler... Bu âyet, ensar'ı güzel meziyetlerle övmek için sevkedilmiştir. O güzel meziyetlerden bir kısmı; Muhacirleri sevmeleri ve fey'in yalnız muhacirlere verilmesine en güzel bir şekilde ve tam anlamıyla rıza göstermeleridir.

Ayette geçen bazı kelime ve terimlerin anlamları şöyledir: ”Ensar"; Hazrec ve Evs kabileleridir. ”Deva"; sözlükte, bir yerdeki parçaların bir birine eşit olması anlamındadır. ” Tebevvü'ül-menzil" : ev edinmek, orada yerleşip karar kılmak, demektir. ”Dâr"; yurt anlamındadır. Burada maksat, Medine-i Münevvere'dir. Adı İslâm'dan önce Yesrib idi. İslâm'dan sonra ”Tayyibe" (temiz, hoş) adı verilmiştir. İman böyle değildir. Çünkü iman bu kabilden değildir.

"Yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler..." ifadesinin anlamı şudur: Muhacirler Medine'yi ve imanı eşit kılıp, her ikisinde de adamakıllı yerleştiler. Denildi ki: ”Cümlenin mânâsı, Medine'yi yurt edindiler ve imanda tam bir ihlâs gösterdiler" şeklinde anlaşılmalıdır. Yahut da, imanı kabul ettiler ve onu her şeye tercih ettiler.

Bu fakir derki: Belki de sözün aslı şudur: Onlar iman yurduna yerleşip karar kıldılar. Çünkü Medine-i Münevvere'ye iman yurdu denir. Zira Medine imanın ortaya çıktığı ve imanın barındığı yerdir. Nitekim Medine'ye, hicret yurdu da denilmiştir. Böyle söylenin ey ip de mezkûr şekilde atıfla ifade edilmesi, muhacirlerin imanlarını açıkça belirtmek içindir. Çünkü Medine'yi, sadece yurt edinmek övgü için kâfi değildir.

Kendilerine hicret edip gelenleri severler. Yani imana olan muhabbetlerinden dolayı, kendilerine hicret etmeleri sebebiyle onları seviyorlar. Çünkü Allah ve O'nun sevgilisi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) muhacirleri sevmiştir. Sevgilinin sevgilisi, sevgili olur.

Ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Ganimet malları gibi kendilerinin de muhtaç oldukları şeylerden muhacirlere verilenden içlerinde bir kaygı duymazlar. Cömertlik yapıp, ikramda bulunarak her türlü geçim vasıtalarında muhacirleri kendilerine tercih ederler. O kadar ki nikâhında iki hanım olan kişi, birisini boşuyor, iddeti bittikten sonra kardeşine nikahlıyordu.

Ayette geçen ”îsâr", kişinin muhtaç olduğu bir şeyi başkasına vermesidir. ”Hasâsa", evin delikleri, boşlukları anlamındadır. Fakirlik ve ihtiyaç hali, hacet durumlarını ihtiva etmesi hususunda delik ve boşlukları olan eve benzetilmiştir.

Râğıb der ki:"İhtiyacı giderilmeyen yoksulluk, ağaç ve kamışlardan yapılmış evlere benzetilerek anlatıldı. Bunun sebebi, daima bir boşluğun görülmesidir."

Huzeyfe el-Adevî şunu anlatmıştır: ”Yermük harbinde amcamın oğlunu aramaya koyuldum. Yanımda da biraz su vardı. Ararken kendi kendime şöyle diyordum: Eğer henüz yaşıyorsa ona su vereceğim. Bir de ne göreyim! Kendimi onun yanında buldum. Henüz yaşıyordu. Ona: 'Sana su vereyim mi?' dedim. Başıyla: 'Evet' diye işaret etti. Tam o sırada bir adam: 'Ah! Ah!' diye bağırıyordu. Amcamın oğlu: 'Ona git' diye bana işaret etti. Gittim, baktım ki o, Hişam b. As. Ona: 'Sana su vereyim mi?' dedim, O da: 'Evet' diye işaret etti. O esnada başka birisinin: 'Ah! ah!' sesleri duyuldu. Hişam: 'Ona git' diye bana işaret etti. Ben de hemen ayrılıp gittim. Fakat varıncaya kadar son nefesini vermişti. Derhal Hişam'a döndüm. Baktım o da ölmüş. Amcamın oğluna koştum. Ne yazık ki o da ölmüş."

İşte bu hareket ”îsâr" dır. Yani, başkasının hayatını kendi hayatına tercih etmektir. Bu, kendi mâlî kazancına başkasının kazancını tercih etmekten daha üstündür.

Tekmil e'de şöyle denilmektedir: ” Sahih olan şu ki, bu âyet Ebû Talha el- Ensârî hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimize bir misafir gelmişti. Fakat yanında o misafire ikram edeceği bir şeyi yoktu. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) : ”Bu misafire ikram edecek bir kişi yok mudur? Allah ona rahmet etsin." buyurdu. Bunun üzerine Ebu Talha hemen kalkıp adamı evine götürdü. Hanımına: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın misafirine ikramda bulun." dedi. Hanımı küçük çocuğunu uyuttu, ışığı söndürdü. Misafir de yemek yemeye başladı. Ebu Talha ile hanımı da misafirleriyle beraber yiyorlarmış gibi davranıyorlar fakat yemiyorlardı. Bu olay üzerine mezkur âyet nazil oldu.

Selef-i salihinin kanâatleri tam, nefisleri kanaatkar ve hayırları daha çoktu. Biz, kendimizi başkalarına tercih ediyoruz. Önümüze bir sofra konduğunda hepimiz başkasından daha önce yemeye çalışıyor, arakadaşımızın aldığından daha fazla almaya gayret ediyoruz. Bundan dolayıdır ki, yiyeceklerin bereketi kalmamıştır, süratle bitmektedir.

Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Âyette geçen ”Vikaye", bir şeyi zaralı ve üzücü unsurlardan korumaktır. ”Şuhh"dn, hırs ile yapılan cimriliktir. Şu halde, şuh, nefsin kötü sıfatlarından ikisini ihtiva etmektedir. Âyette nefse izafe edilmiştir. Çünkü cimrilik, insan nefsinde bir huydur. Cömertlik yapmamaya sebebiyet veren hırsı gerektirir. Bu açıklamalara göre âyetin mânâsı şöyle olur: Allah'ın yardımıyla nefsinin cimriliğinden korunup, hak yolunda harcamama ve mal sevgisi gibi nefiste galip olan duygulara muhalefet edenler, kurtuluşa erenlerdir. Yani umduklarını elde edenler, korktuklarından emin olanlardır. ”Felah"; dünya ve ahiret mutluluğunun adıdır.

Âyetin bu bölümü, itirazıyye (ara cümlesi) dir. Ensar'ı övmek için getirilmiştir.

9 ﴿