MÜMTEHINE SURESİ1Ey iman edenler! Hem Benim, hem de sizin düşmanınız olanları dost edinmeyin. Bu âyet, Hatıb İbn Ebî Beltea el-Absî hakkında inmiştir. Hatıb muhacirlerdendi. Bedir Savaşı'na iştirak etmiş ve Hudeybiye'de yapılan Rıdvan Biatı'nda bulunmuştu. Nasihatin umumi olması için Cenab-ı Hak, bütün mü'minlere hitabetmistir. Bu âyette’'düşmandan" maksat, Kureyş kâfirleridir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hicret'in 8. yılında Mekke fethi için hazırlıklara girişince Hatıb Mekke halkına bir mektup yazdı. Mektubunda şöyle diyordu: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi almak istiyor. Tedbirinizi alın. Kalabalık bir ordu ile size yöneldi." Hatıb, mektubu Abdülmuttalib Oğullarının azadlı kölesi Sâre ile göndermişti. Sâre, beraberinde Hatıb'ın mektubu olduğu halde Mekke'ye yöneldi. Cebrail (aleyhisselâm) bu durumu, Rasûl-i Ekrem'e haber verdi. Bunun üzerine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ali, Amnıâr, Talha, Zübeyr, Mikdâd ve Ebû Mersed (radıyallahü anh)'i Sâre'nin arkasından gönderip şu talimatı verdi: ”Hemen yola çıkın, Ravdet-u Hah denilen yerde deve üzerinde hevdecte bir kadın vardır. Bu kadının beraberinde Hatıb'ın Mekke halkına yazdığı mektubu var. Mektubu atın, kadını serbest bırakın. Mektubu vermemekte diretirse boynunu vurun." Kadın mektubu inkâr etti. Hazret-i Ali kılıcını kınından çekip çıkardı, kadın saç örgüleri içerisinden mektubu çıkardı. Mektubu alıp Medine'de Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a teslim ettiler. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Hatıb'ı çağırdı ve şöyle buyurdu: ”Ey Hatıb! Seni bu harekete sevkeden nedir?"Hatıb: ”Ey Allah'ın Rasûlü! İslâm'a girdikten sonra kâfir olmadım. Sana samimiyetle bağlandıktan sonra karışık işlere girip hile yoluna sapmadım, seni aldatmadım. Fakat ben Kureyşli olmadığım halde onlarla irtibatım vardır. Seninle beraber olan muhacirlerin Mekke'de akrabaları vardır. Onlar Muhacirlerin Mekke'deki mallarını ve çoluk çocuklarını -muhafaza ederler. Fakat benim çoluk çocuğumu koruyacak akrabam yoktur. Bundan dolayı onlardan bir destek bulmak istedim ki ehlimi korusunlar. Küfre girdiğim için ve dinden dönerek yapmadım bunu. Mektubumun onlara hiçbir fayda vermeyeceğini de biliyordum." Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hatıb'ı tasdik edip mazeretini kabul buyurdu. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) ”Bana mü sade et, şu münafığın boynunu vurayım," dedi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Yâ Ömer! Hatıb Bedirde hazır bulundu. Olabilir ki Allah (celle celalühü) Bedir'de hazır olan kimselerin haline muttali olup da onlara: ’Dilediğinizi yapın, ben sizi bağışladım' demiş olabilir" buyurdu. Bu söz üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in iki gözünden yaş boşandı. Bu olayda, fayda olduğu veya gizli kalmasında zarar bulunduğu takdirde casusların sırlarını ve bozguncuların gizli hallerini ortaya çıkarmanın caiz olduğuna, bir kimsenin sakıncalı bir İş yapıp da makul bir sebep gösterdiği takdirde mazeretinin kabul olunacağına, özrün değerli insanlar katında kabul göreceğine işaret vardır. Onlar, size gelen gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Yani, mektuplaşma ve benzeri sevgiye delâlet eden şeylerle muhabbetinizi onlara ulaştırıyor veya aranızda bulunan sevgi sebebiyle Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın haberlerini onlara veriyorsunuz. Âyetteki ”gerçek"ten maksat, ya Kur'an veya İslâm Dini yahut da Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Oysa onlar, Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı, Peygamber'i ve sizi yurdunuzdan Mekke'den çıkarıyorlar. ”Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı" ifadesi, çıkarmalarının sebebini açıklıyor. Şayet sız Benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl gizli gizli sevgi gösterirsiniz? Sanki şöyle denmek isteniyor: Eğer Benim dostlarım iseniz, düşmanlarımı dost edinmeyiniz. Yani, vatanlarınızdan bu iki şey için çıktıysanız o düşmanları dost edinmeyiniz ve onlara sevgi göstermeyin iz. Cihad, mücâhede gibi düşmanla çarpışmak manasınadır. Tarifen isimli kitapta şöyle söyleniyor: ”Cihad, Hak dine davet etmektir." Müfredat’ta da şöyle deniyor: ”Cihad ve mücâhede, düşmana karşı savunmada bütün gücü sarfetmedir. Üç önemli düşmanla cihad yapılır: Görünen düşmanlarla cihad, şeytanla cihad ve nefse karşı cihad. Cihad, bazan elle bazen de dille olur. Hiç şüphesiz ki Allah yolunda cihad, Allah'ın dinini yüceltmek için yapılır. Başka bir maksat için değil." Müslümanların Mekke'den çıkmalarının, cihad ve Allah rızasını elde etmeye dayandırılması, Kâfirlerin onları çıkarmalarının, onlara eziyet etmek suretiyle çıkmalarına sebep olduklarına delâlet eder. Bu sebep, cihad ve Allah rızası için çıkmalarına mani değildir. "Onlara nasıl sevgi gösterirsiniz?" cümlesi, azarlama ve kınamaya yönelik bir cümledir. Sanki Müslümanlar: ”Biz ne yaptık ki böyle azarlanıyoruz?" diye sormuşlar da, ”Onlara gizli gizli sevgi besliyorsunuz" cevabını almışlardır. Halbuki Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Allahü teâlâ, açıktan veya gizli olarak düşmana karşı gösterdiğiniz sevgiyi, özür dilemeyi ve buna benzer durumlarınızı bilir. Allah'ın bilmesi noktasında gizli ve aşikârın arasında hiçbir fark olmadığına göre gizlemekte ve özür beyan etmekte ne yarar olabilir? Sizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur. Yani kim Allah düşmanlarına karşı yasak olan dostluğu gösterirse, sonsuz mutluluğu kazanmaya sebep olan hak ve doğru yoldan sapmış olur. Kurtubî diyor ki: ”Bütün bu söylenenler Hatibi azarlamadır. Bu sözler aynı zamanda Hatibin faziletine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı olan samimiyetine ve imanının doğruluğuna delâlet eder. Çünkü azarlama, sevgiliden sevgiliye karşı yapılır. Nitekim bir şiirde şöyle denmiştir: Azarlama ortadan kalkınca sevgi de yok olur. Azarlama devam ettiği müddetçe sevgi de devam eder. "Îtâb", herhangi bir kimseye karşı, sevginin devam ile beraber, onu terkederek kızgınlığını açığa vurmaktır. 2Eğer onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilirler. ”Ele gecirme" diye ifâde edilen, ”sekf", aslında bir şeyi maharetle anlamak ve yapmak demektir. Ama, anlamadan ele geçirme anlamında da kullanılmıştır. Sizi ele geçirmeye imkân bulurlarsa... Gönüllerindeki düşmanlığı açığa vururlar ve düşmanlığın gereğini yaparlar. Hal böyle olunca, onlara karşı sevgi göstermeniz size fayda vermez. Size ellerini ve dillerini kötülükle uzatırlar. Yahut da sövmek, esnetmek ve öldürmek gibi sizi üzen şeyler yapmaya çalışacaklardır. Zaten kâfir olmanızı istemektedirler Dinden dönmenizi ve kendileri gibi olmanızı arzu ederler. Cenab-ı Hak'kın şu âyetleri de bu mânâyı ifade etmektedir: ”Kendi dinlerine uymadıkça Yahudi ve Hristiyanlar senden asla razı olmayacaklardır..." (Bakara: 120) 3Kıyamet gününde akrabalarınız ve çocuklarınız size fayda vermeyecektir. Râğıb der ki: ” 'Rahm', kadının döl yatağıdır. Anne karnında çocuğun geliştiği yerdir. Akrabalık için kullanılan 'rahm' kelimesi, bundan istiare olunmuştur. Çünkü akrabalar bir rahmden türemişlerdir." Kendilerinden dolayı müşriklere dostluk gösterdiğiniz ve onları korumak için kâfirlere yaklaşmaya çalıştığınız çocuklarınız, kıyamet gününde size hiçbir yarar sağlamıyacaklar ve hiçbir zararı da gideremiyeceklerdir. Çünkü Allah aranızı ayırır. Bu cümle, kıyamet gününde evlât ve akrabaların yarar sağlamıyacaklarının sebebini açıklıyor. Yani Kur'anin: ”işte o gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından." (Abese:34-36) dediği gibi, Allah (celle celalühü), birbirinizden kaçmanızı zorunlu kılan ve sizde meydana gelen dehşetli bir korku ile aranızı ayırır. Şu hâlde, yarın sizden kaçacak olan kişilerin hakkını gözeteyim derken Allah'ın hakkını niye terkediyorsunuz? Denildi ki: ”Kıyamet günü, usûl ile furu (baba ile evlâdın) ve akrabaların arası ayrılır, taat ehli olanlar cennete isyan ehli olanlar da cehenneme girerler." Allah yaptıklarınızı hakkıyla görer. Ur. Bunun içindir ki, yaptıklarımızın karşılığını verecektir. Burada ”hakkıyla görendir" cümlesi, ”hakkıyla haberdar olandır" ifadesinden daha açıktır. Çünkü bu ifade, insanların amellerinin bizzat gözle görüldüğünü ve somutlaştırıldığını ifade ediyor. Sonra bu radakilerin çoğu, mektup, mektubu taşıyanı getirmek, onu taşıma karşılığı ücret vermek ve benzerleri, hep gözle görülen şeylerdendir. 4İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda gerçekten sizin için güzel bir örnek vardır. Ayetteki hitap, müminleredir. Râğıbin dediğine göre: ”Arapçada’üsve' ile’kudve' aynı mânâya gelr. Bunların mânâsı: İnsanın başkasına uyma hususunda içinde bulunduğu hâldir. Bu, güzel, çirkin, sevindirici veya üzücü olabilir. Bu kelime, âyette, arkasından gitmeye örnek olup uyulmaya lâyık güzel huy ve meziyet, demektir." "İbrahim'le beraber olanlar" dan maksat, ona iman etmiş mü'min arkadaşlarıdır. Bir görüşe göre, kendi asrında yaşayan peygamberler ve kendisine yakın olanlardır. İbn Atıyye dedi ki: ”Bu görüş, daha üstündür. Çünkü Nemrud'a karşı koyarken kendisine tâbi olan müminlerin bulunduğuna dair harhangi bir rivayet yoktur." Buhârî'deki bir rivayet şu şekildedir: ”Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) Nemrud'un memleketinden hanımı Sare ile Şam'a hicret ederken ona şöyle söyledi: ’Şu anda senden ve benden başka yeryüzünde Allah'a ibadet eden hiçbir kimse yoktur.'" Onlar kavimlerine demişlerdi ki: ’Biz, sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Allah'tan başka olanlardan maksat, putlardır. Evvelâ putperestlerin kendilerinden sonra da puta tapmalarından uzak olduklarını açıkladılar. Çünkü evvelâ mabudlarından uzak olduklarını söylemelerinden maksat, o putlara ibadet etmekten uzak olduklarını ifade etmektir. Putperestlerden uzak olmanın, onlarla arkadaşlık yapmamaya, onlarla bir arada bulunmamaya ihtimali vardır. Mabudlarmdan uzak olmanın da, ona yaklaşmamaya ve ona değer vermemeye ihtimali vardır. Onlardan uzak olmanın, aynı zamanda onlara akrabalık yapmaktan uzak durma mânâsına da ihtimali vardır. Çünkü şirk, akrabalıkları böler ve dostlukları koparır. Âyetin özet mânâsı şudur: İbrahim'in yaptığı gibi yapsanız ya! Şöyle ki o, kâfir olduklarından dolayı babasından ve kavminden uzaklaştı. Mü'minler de böyle yaptı. Sizi tanımıyoruz. Yani sizin dininizi tanımıyoruz. Siz yalnız bir Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda devamlı bir düşmanlık ve öfke ortaya çıkmıştır.' Size karşı olan ve asla terketmiyeceğimiz tavrımız bu olacaktır. Fakat üzerinde bulunduğunuz şirki bırakırsanız o tardirde aramızda bulunan düşmanlık dostluğa, öfke sevgiye, yabancılaşma ülfet ve ünsiyete dönüşür. İman noktasında; Allah'a, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere ve Ahiret gününe iman etmek şart olduğu halele neden ”Siz yalnız bir Allah'a iman edinceye kadar..." denilmiştir? diye bir soru sorulacak olursa, cevaben derim ki: Tek bir Allah'a iman etmek, imanın bütün esaslarına inanmayı gerektirir. Bununla beraber bu âyetten maksat, putları reddedip yalnız bir ilâhın olduğunu bildirmektir. Bazı âlimler dedi ki: ”İbrahim'in örnek oluşu demek, Allah'a dostluk, Allah'tan başkasına gönülde yer vermemek, Allah'ın ahlakıyla ardaklanmak ve Allah aşkından ağlamak, ah çekmek demektir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: ”Gerçekten İbrahim çok niyaz eden ve halim selim bir insandır. ” İbn Ata (radıyallahü anh) dedi ki: ”'Üsve', zahirde ve bâtında Allah'ın dostu Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'i örnek almaktır. Zahirde, cömertlik, güzel ahlâk ve zorluklara rağmen Allah'ın emirlerine uymak gibi üstün ahlâkını örnek almak; bâtında ise, bütün fiillerde ihlâs, her an kalben Allah'a yönelmek ve Allah'ın zatı için Ondan başka her şeyi kalpten çıkarmak gibi meziyetlerini benimsemektir." Yalnız İbrahim'in babasına: ’Yemin olsun ki, senin için mağfiret dileyeceğim. Bununla beraber Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez' demesi bu örneğin dışındadır. İbrahim (aleyhisselâm)in babasının adı Âzer'di. Âyetteki istisna, ”usvetün hasenetün-güzel örnek ”ten istisnadır. Çünkü, İbrahim (aleyhisselâm)'in kâfir babası için mağfiret istemesi aklen ve şer'an caiz olsa da -çünkü âyetin de ifade ettiği gibi Hazret-i İbrahim mağfiret talebini, babasının cehennemliklerden olduğu açığa çıkmadan önce yapmıştır-bu noktada Hazret-i İbrahim'e uymak asla gerekli olan şeylerden değildir. Çünkü bundan maksat, mutlak olarak örnek alınması gereken şeylerdir. Ondan yüz çevirmenin azabı gerektirdiğini daha sonra gelecek olan şu cümle ifade etmektedir: ”Kim yüz çevirirse şüphesiz ki Allah'ın, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Hamde lâyık olan yalnız O'dur." (Mümtehine: 6) Şu hâlde, güzel örnekten bu durumun istisna edilmesi; imanı umulan kâfire mağfiret ve imanla duâ etmenin yokluğunu ifade eder. Bu, aklı başında olan hiçbir kimsenin şüphe etmeyeceği hususlardandır. Fakat bunun caiz olmadığına gelince, istisnada buna kesinlikle bir işaret yoktur. Âyetteki ”baha" kelimesini ”amca"ya hamledip yorumlamak, hem akla hem de nakle aykırıdır. Çünkü Allah ölüden diri çıkarır, muteber olan soy değil, huydur. "Bununla beraber Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez. ”Yani, senin için mağfiret talep edeceğim. Benim yapabileceğim, yalnız mağfiret istemektir. İman etmezsen, gelecek azaba mani olamam. Bu âyette, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üstünlüğünü ifade eden apaçık işaret vardır. Çünkü Cenab-ı Hak Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a uymayı mutlak olarak emretmiş, hiçbir istisna yapmadan şöyle buyurmuştur: ”...Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının, vazgeçin."(Haşr:7) Halbuki İbrahim (aleyhisselâm)'e uymayı emrettiği zaman istisnada bulunmuştur. Yine Cenab-ı Hak, Ahzab Sûresinde şöyle buyurmuştur: ”Yemin olsun ki, Allah Rasûlü'nde sizin için Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için güzel bir örnek vardır."(Ahzâb:21) Cenab-ı Hak bu âyette, Rasûlüllah'a uymayı mutlak olarak zikredip hiçbir şeyle kayıtlamamı ştır. (Dediler ki:)’Ey bizim Rabbimiz! Yalnız Sana dayandık, yalnız Sana yöneldik. Dönüş yalnız Sanadır. Bu söz, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) ve onunla olanlardan nakledilen güzel örneğin devamıdır. Yani, günahlarımızı itiraf etmek ve itaat etmek suretiyle yalnız Sana yöneldik. Ahirette dönüş yalnız Sanadır, anlamınadır. Âyette cârr ve mecrûrun öne alınışı; tevekkül, yöneliş ve dönüşün yalnız Allah'a olduğunu ifade etmek içindir. 5Ey Rabbimiz! Kâfirler için bizi bir deneme konusu yapma. Yani onları bize hakim kılmak suretiyle kâfirler için bizi bir fitne kılma. Sonra onlar, dayanamıyacağımız bir şekilde bize işkence ederler. Bazı âlimler dedi ki: ”Bu duanın mânâsı şudur: Ey Rabbimiz! Bizi fakir, kâfirleri zengin eyleme. Sonra sanırlar ki, kendileri hak, biz ise bâtıl yoldayız." Bizi bağışla. Bizden meydana gelen günahları bağışla. Bağışlamaman, ayıpların ortaya çıkmasına ve korkunç bir musibete sebep olur. Ey Rabbimiz! Bu nidanın tekrarı, duâ ve niyazda mübalâğa ifade etmek içindir. Buna göre, bu dualar evveline bağlıdır. Hikmet ve izzeti ifade ile Allah'ı övmeye vasıta kılmak için, sonraki cümlelere öncü olması ela mümkündür. Fakat birinci görüş, daha isabetlidir. Yegâne galip, hüküm ve hikmet sahibi olan yalnız Sensin.' Kendisine sığmanın zelil olmadığı, tevekkül edenin de ümidinin boşa çıkmadığı yegâne galip O'dur. Hikmetsiz ve mânâsız hiçbir şey yapmaz. 6Yemin olsun ki, onlarda sizin için, Allah'ı ve âhiret gününü arzu edenler için güzel bir örnek vardır. ”Onlar"dan maksat, İbrahim (aleyhisselâm) ve onunla beraber olanlardır. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e uymaya teşvikte mübalâğa için ”güzel örnek" ifadesi tekrar edilmiştir. Tîbî bunu, genellemeden sonra tahsis olarak kabul etmiştir. Burhanu'l-Kur'an adlı kitapta söylendiğine göre: ”Birinci’güzel örnek' ifadesi söze, ikincisi ise, fiil ve hareketlere yöneliktir. Bunun için tekrar edilmiştir." Fethu'r-Rahmân'da: ”Birincisi düşmanlıkta örnek, ikincisi ise korku ve haşyette örnektir," denmiştir. Keşfu'l-Esrârda bildirildiğine göre: ”Birincisi, kâfirlerden ve onların fullerinden berâete bağlıdır. İkincisi ise, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) ve onunla olanlara uymayı emrediyor. Taki onların elde ettikleri mükâfatı elde etsinler ve onların İntikalleri gibi ebedî âleme İntikal etsinler." Allah'ı arzu etmek, O'na kavuşmaya iman etmekle; âhireti arzu etmek ise, onun meydana geleceğini tasdik etmekle olur. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, hamde lâyık olan yalnız O'dur. Bu, onun gibi, Allah'tan yüz çeviren kâfirlere yapılan tehditler cümlesindendir. Yani, kim kâfiri eden uzak durma konusunda da, İbrahim (aleyhisselâm)'e ve onunla birlikte olanlara uymaktan yüz çevirir ve inkarcılarla dostluk İçine girerse, hiç şüphesiz sadece Allah, yarattıklarından hiçbirine muhtaç değildir. Onların dostluğundan ve İman ehline yardımlarından müstağnidir. Allah muhtaç olduğu için kullarını ibadet yapmakla sorumlu tutmamıştır. Yüce Allah, dininin koruyucusu ve müminlerin yardımcısıdır. O, zatında hamdcdilmeye lâyık olandır, zatında övülmüştür. Sahih olan kudsî hadislerden birisinde şöyle buyurmuştur: ”Ey kullarım! Bana zarar vermeye gücünüz yetmez ki Bana zarar veresiniz. Bana yarar sağlamaya da gücünüz kâfi gelmez ki Bana menfaat temin edesiniz. Ey kullarım! Şayet sizin geçmişleriniz, gelecekleriniz, insanlarınız ve cinleriniz, içinizde kalbi en muttaki olanınız gibi olsalar, bu Benim mülkümde hiçbir ziyadelik meydana getirmez. Ey kullarım! Şayet sizin geçmişleriniz, gelecekleriniz, insanlarınız ve cinleriniz sizin en günahkârınız gibi olsalar, bu Benim mülkümde hiçbir noksanlık meydana getirmez. Ey kullarım! Eğer sizin geçmişleriniz, gelecekleriniz, insanlarınız ve cinleriniz bir alana toplanıp Benden isteseler, Ben de her insana istediğini versem, bu ancak bir iğnenin denize sokulup çıkarılması gibi, Benim hazinemden hiçbir şeyi eksiltmez. Ey kullarım! Ben amellerinizi sizin için zaptedip kaydediyorum. Sonra da amellerinizin karşılığını tam olarak size vereceğim. Artık kim hayır bulursa Allah'a hamdetsin. Kim de bundan başka bir şey bulursa yalnız kendini kınasın." (1) 1- Hadisi Müslim ve Tirmizî Ebû Zerri Ğıfârî'nin hadisinden rivayet etmişlerdir. Hadisin baş tarafı şöyledir: ”Ey kullarım! Ben zulmü kendime haram kıldım. Onu sizin aranızda da haram ettim. Biribirinize zulmetmeyin." Bkz. Câmiu'I-Usûl, 3/11. 7Olur ki Allah, sizinle, onlardan düşman olduklarınız arasında yakında bir dostluk meydana getirir. Âyetteki ”düşman olduklarınız"dan maksat, akrabaları olan müşriklerdir. Râğıb der ki: ”Allah (celle celalühü) Kur'an-ı Kerim'de ’asa ve ’kalk' kelimelerini, insanın daima Allah'tan bir ümit üzere bulunmalarını hatırlatmak için zikretmiştir. Allah'ın umucu olması manâsında değildir." Bu izaha göre mânâ şöyle olur: Bu hasusta ümitvar olunuz. Aranızda dostluğun meydana gelişi, dinde size uymaları suretiyle olur. Allah bunu mü'minlere vadetti. Çünkü gördü ki, müminler babalarına, çocuklarına ve diğer akrabalarına, İslâm namına düşmanlık yapmada şiddet gösteriyorlar ve onlarla ilgilerini tamamen kesiyorlardı. Gönüllerini hoş etmek için Cenab-ı Hak bu vaatte bulundu. Yüce Allah bu vaadini de yerine getirdi. Müslümanlara Mekke fethini nasibetti. Ebû süfyan, Sehl İbn Amr, Hakim İbn Huzam, Haris b. Hişam ve Arap kodamanlarından diğer ileri gelen birçok kimseler İslâm'a girdiler. Bunlar, İslâm'a girmeden önce Müslümanlara şiddetle düşmanlık gösteriyorlardı. Fakat İslâm'a girdikten sonra aralarında mükemmel bir sevgi ve dostluk meydana geldi. Allah gücü yetendir, Kudreti sonsuzdur. Bundan dolayıdır ki gönülleri çevirmeye, durumları değiştirmeye ve sevgiyi gerektiren sebepleri kolaylaştırmaya gücü yeter. Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Müşriklerden Müslüman olanları bağışlar, akrabalarına olan düşmanlıkları dostluğa çevirmek suretiyle onları esirger. Âyetin, ”daha önce müşriklere gösterdiğiniz dostluktan dolayı meydana gelen ve hala onlara karşı olan akrabalık meylinden kaynaklanan kusurlarınızı bağışlayandır," anlamında olduğu da söylenmiştir. 8Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasaklamaz. Bunlara karşı iyilik yapmanızdan sizi menetmez. Yasak olan, sözle, iyi münasebetle ve mal ile ilgi kurmakla onlara iyilik yapmaktır. Onlara adaletle muamele eder, zulüm etmezsiniz. Cenab-ı Hak'kın müminlere, kâfirlere bile adaletle muamele etmelerini ve onlara zulmetmekten sakınmalarını tavsiye etmesi, Müslüman kardeşine zulmetmeye kalkışan Miislümanın haline acımak gerektiğini ifade etmek hususunda yeterli bir uyarmadır. Din uğrunda savaşmak'tan maksat, dine karşı ve onu ortadan kaldırmak için savaşmaktır. Çünkü Allah adaletli davrananları sever. Allah her türlü muamelede adaletli olmayı sever. Rivayet olundu ki: Abdu'l-Uzza'nın kızı Kuteyle, müşrike olduğu halde birtakım hediyelerle Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in kızı Hazret-i Esma'nın yanına geldi. - Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Kureyş kâfirleri arasında anlaşma olduğu bir zamanda idi bu- Hazret-i Esma bu hediyeleri kabul etmedi. İçeri girmesine de izin vermedi. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da Esmâ'ya Kuteylenin içeri girmesine izin vermesini, hediyeleri kabul etmesini, Kuteyle'ye ikram ve iyilikte bulunmasını emretti. Kuteyle Hazret-i Ebû Bekir'in zevcesi idi. Cahiliyet devrinde boşamış idi. 9Allah, yalnız sizinle din uğrunda dinin nurunu söndürmek için savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Müslümanları Mekke'den çıkaranlar, Mekke halkının azgınları ve zalimleri idi. Yardım edenler de diğer ahali idi. Yüce Allah sizi, kâfirleri dost edinmekten sakındırır. Kim onlarla dost olursa işte onlar, zalimlerin ta kendileridirler. Yani kendilerini ilâhî azaba maruz bırakmakla, kendilerine zulmeden zalimlerdir. Allahü teâlâ, bizi ve sizi, geçici olanı değil ebedî olanı isteyen kimseler kılsın!... 10Ey iman edenler! Mü'min kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin. Bu âyette, kâfir olan iki gurubun hükmü açıklandıktan sonra, iman ettiğini açıklayanların hükmü beyan edilmektedir.’Mü'min kadınlar" derken, onların açık ve görünen durumlarına ve dillerinin ikrarına göre hüküm verilmiştir. Veya iman etmek üzere oldukları için mü'min kadınlar denmiştir. Bunlar Allah'ın ilminde mü'min oldukları için ”mü'min" diye isimlendirilmeleri yadırganmaz. Allah'ın ilminde mü'min olmaları, Müslümanlar tarafından imtihan olunmalarına mani değildir. Bu kadınlar, kâfirler arasından İslâm'a rağbet edip hicret ederlerse onları imtihan edin. Yani iman noktasında kalplerinin dillerine uyup uymadığına göre deneyin ve sonucunda bir kanaate ulaşın. Rivayet olundu ki: Kocasını zarara uğratmak isteyen kadınlar: ”Ben Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hicret edeceğim" diyordu. Bundan dolayı Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onları imtihan etmekle emrolundu. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), imtihan ettiği bu kadınlara şöyle diyordu: ”Kocana kızdığından, bir yerden başka bir yere gitmeyi arzu ettiğinden dolayı hicret etmediğine, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah'a yemin et. Dünya menfaatini aramak veya meydana gelen herhangi bir olaydan dolayı vatanından çıkmadığına, yalnız Allah, Peygamber sevgisi için ve islâm'a girmek arzusu ile hicret ettiğine dair Allah'a yemin et. ”(4) Hicret eden kadın buna göre, kendisinden başka hiçbir ilâhın bulunmadığı Allah'a yemin edince Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu kadının kocasına mehrini iade eder, yaptığı harcamaları öderdi ve kadını kocasına geri vermezdi. Suheylî dedi ki: ”Bu âyet, Abdurrahman İbn Av fin hanımı, Ukbe'nin kızı olan Ümmü Gülsüm hakkında nazil olmuştur. Abdurrahman İbn Avftan İbrahim isimli bir çocuk meydana getirmişti. Ümmü Gülsüm, Osman İbn Af fânin, anne bir kız kardeşiydi. Annelerinin adı Ervâ idi." Bu âyet gösteriyor ki, yerinde imtihan güzel ve faydalıdır. Bunun içindir ki, evlenilen hanım zifaf gecesi imtihan olunur ve İslâm'ı anlatması istenir. Fakat soruda kolaylık gösterilir ve cevaba da işaret olunur. Allah, onların imanlarını sizden daha iyi bilir. Çünkü Allah, onların kalplerinde olanlardan haberdardır. O'nun için Allah'ın onları imtihan etmesine ihtiyaç yoktur. Halbuki insan böyle değildir. O imtihan etmeye muhtaçtır. Bu cümle ara cümlesidir. Eğer siz de, onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri döndürmeyin. İmtihan ettikten sonra, elde edilmesi sizin için mümkün olan bir ilimle -ki bu, alâmetlerin ortaya çıkması ve yeminle meydana gelen zann-ı galiptir- onların mü'min olduğunu anlarsanız, artık onları kâfir kocalarına geri döndürmeyiniz. Zann-ı galibin ilim yerine geçtiğini bildirmek için, âyette ”ilim" diye ifade edilmiştir. Mümin kadınlar kâfir kocalarına geri verilmez, çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurur: Mü'min kadınlar, kâfirlere helâl değildir. Kâfirler de mü'min kadınlara helâl değildir. Bu cümle, mü'min kadınların, kâfir kocalarına geri verilmeyeceğinin sebebini açıklamaktadır. Yani, imanın şerefinden dolayı hiçbir Müslüman kadın kâfire helâl değildir. Küfrün pisliğinden dolayı da hiçbir kâfiri Müslüman kadınla nikahlamak helâl değildir. Âyetteki tekrar, bu haram oluşu güçlendirmek içindir. Yoksa iki taraftan birisinin helâl oluşunu reddetmek kâfidir. Yahut da birinci cümle, ilk nikâhın sona erdiğini beyan, ikincisi ise yeni bir nikâhın mümkün olmadığını bildirmek içindir. Kâfir kocalarının sarfettikleri mehri geri verin. Bu ikinci hükümdür. Yani, kâfir kocalarına verdikleri kadar mehri geri verin. Burada ”sarfettikleri"nden maksadın mehir olduğu şundan anlaşılmaktadır: Hudeybiye Anlaşmasına göre, müşrikler tarafından birisi Müslümanların tarafına geçerse onu müşriklere geri vereceklerdi. Anlaşmadan hemen sonra Harisin kızı Sübey'a, İslâm'a girerek Müslümanların tarafına geçti. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) henüz Hudeybiye'de bulunuyordu. Mahzun Kabilesinden olan kocası onu istemeye geldi. Ve dedi ki: ”Ey Muhammed! Hanımımı bana iade et. Çünkü sen, bizden sana gelenleri iade etme şartını kabul etmiştin." İşte bunun üzerine, bu şartın erkekler hakkında olduğunu, kadınların buna dahil olmadığını beyan için mezkûr âyet nazil oldu. Sübey'a'ya, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yemin ettirdi. O da yemin edince kocasının sarfettiği mehri Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem), kocasına iade etti. Bunun mehir olduğunda ittifak vardır. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bu hanımla evlendi. Müşrikler tarafından gelen mü'min erkekler iade edildiği halde kadınlar edilmiyordu. Çünkü kadınlar kendilerini savunamazlar ve sıkıntılara karşı tahammül göstermekten acizlik duyarlar. Ödedikleri mehrin geri verilmesinden maksadın, cömertliği tercih ve insanlık göstermek suretiyle, mü'minler yönünden hakkı gözetmek olabilir. Aynı zamanda onlara infak edip mehri geri vermek suretiyle kalpleri yumuşatılır ve İslâm'a meylettirilir. Bu âyet şu mânâyı da ifade eder: Kim olursa olsun veliye yaraşan, velayeti altında olan mümin bir .kadını, bid'atı küfrü gerektiren bir bid'atçıya vermekten sakınmasıdır. Şayet bu bidat evlilikten sonra ortaya çıkarsa hakim aralarını ayırır. Ancak bid'atmdan dolayı tövbe eder, imanını ve nikâhını yenilerse bu aile hayatını devam ettirir. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Bu, üçüncü hükümdür. İnsanı haktan saptıran günaha, ”cünâh" denilir. Sonra her günaha bu isim verilmiştir. Bu âyetteki ”onlarla' dan maksat, Müslümanlara hicret eden kadınlardır. Onların darul-harpte kâfir kocaları dahi olsa onlarla evlenebilirsiniz. Çünkü İslâm, onlarla kâfir kocaları araşma girip aralarını ayırmıştır. Kocalarına verilenin mehir yerine geçmediğini bildirmek için onlarla evlenmede mehir verilmesi şartı getirildi. Çünkü âyetin zahiri iki kerre vermeyi gerektiriyor: 1- Kâfir kocalarına ödedikleri mehri iade edip vermek. 2- Ayrıca kadınların kendilerine de mehir vermek. Ebû Hanife bu âyeti, şu görüşüne delil göstermiştir: ”Kan ve kocadan biri daru'l-harpten çıkıp Müslüman veya zımmî olarak İslâm memleketine gelse, diğeri daru'l-harpte kalsa aralarında nikâh kalmaz." Ebû Hanifeye göre, darul-İslâm'a hicret eden böyle Müslüman kadının, boşanan zımmî kadının ve kocası ölmüş kadının iddet beklemesi de gerekmez ve gebe olmadığı takdirde onunla evlenmek mubahtır. Çünkü Cenab-ı Hak, iddetin bitmesiyle kayıtlamaksızın, mehirlerini ödedikten sonra onlarla evlenmede hiçbir şekilde günah olmadığını bildirir. Fakat Ebû Yusuf ile Muhammed iddet beklemesi gerekir derler. Hidaye'de ifade edildiğine göre Ebû Hani fe'nin bu görüşü, kocasından boşanan kadın iddet beklemez inancında olan kimseler hakkındadır. Fakat kadın gebe olursa, Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususta şöyle buyurmuştur: ”Allah'a ve ahirete imam olan kişi, suyuyla başkasının tarlasını sulamasın." Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın. Bu, dördüncü hükümdür. ”Isam", ismet kelimesinin çoğuludur. İsmet, akitten veya sebepten kendisine tutunulan şeydir. ”Kevâfir", inkarcı kadın mânâsmdaki ”kâfire" kelimesinin çoğuludur. Kâfir kadınlar iki guruptur: 1- Hicret etmeyip daru'l-harpte küfür üzere devam edenler, 2- Hicret ettikten sonra İslâm'dan dönüp tekrar kâfir kocalarıyla bir araya gelenler. Âyetin manâsı şöyle olur: Sizinle müşrik kadınlar arasında hiçbir bağ ve zevciyet alâkası bulunmasın. Burada ”ismet"ten maksat nikâhtır. Kimin hanımı Mekke'de kâfir olarak bulunursa veya Müslüman iken İslâm'dan dönüp Mekke'ye giderse o kadına önem verilmez ve Müslüman hanımlarından sayılmaz. Çünkü ihtilâfı dareyn (yani, küfür ve İslâm memleketleri farklılığı) nikâh bağını keser. Bu sebeple böyle bir kadının kocası ondan başka dört kadın alabilir veya onun dışında dördüncü ile evlenebilir. Kâfir kadının kız kardeşiyle de iddet beklemeksizin evlenebilir. Bu âyet, küfür memleketinde kalan, Müslüman olmayan, kocaları İslâm'a girip hicret ettiği halde kendileri hicret etmeyen kadınlar hakkındaki şer'i hükme işaret etmiş oluyor. İbrahim Nehâî'den gelen bir rivayete göre, âyette kastedilen kadın, Müslüman olduğu halde küfür memleketine gidip küfre giren kadındır. Buna göre; ”Mümin kadınlar, hicret ederek size geldiği zaman..." cümlesi, ”kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın" cümlesinin karşısında, Müslüman olduktan sonra dinden dönerek İslâm yurdundan küfür memleketine giden kadınların hükmünü ifade eder. Her iki görüşe göre de, kocaları ile aralarındaki nikâh bağı yok olur. Ülkelerin farklı olması cihetiyle kocalarının sorumluluğundan çıkarlar. "İsmet", menetmek demektir. Bu âyette, nikâh akdi kastedilmiştir. Çünkü bu nikâh, kocalarının kendilerini serbest olmaktan alıkoymalarına sebeptir. Neticede mânâ şu oluyor: İhtilâfı dareynin meydana gelmesinden evvel, onlarla sizin aranızda var olan nikâh akdine hiçbir önem vermeyin. Hanefilere göre, sadece daru'l-harbe ulaşmakla bu eşler arasındaki nikâh bağı kopar. Bu sebeple ayrılık meydana geldikten sonra artık boşamaya ihtiyaç kalmaz. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kızı Hazret-i Zeyneb, Ebu'l-Âsin hanımıydı. Mekke'den çıkıp Medine'ye Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına geldi. Ebu'l-Âs müşrik olarak Mekke'de kaldı. Daha sonra Medine'ye gelip Müslüman oldu. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da kızı Zeyneb'i tekrar ona verdi. Karı ve koca beraber Müslüman olsalar veya ehl-i kitap olan kadının kocası İslâm'a girse, ittifakla nikâhları devam eder. Bir kadın İslâm'a girse bakılır: Eğer kocası kendisi ile daha evvel cinsi ilişkide bulunmuş ve kocası da iddet bitmeden Müslüman olursa ittifakla nikâh devam eder. Eğer daha önce cinsi ilişkide bulunmamışsa aralarında ayrılık meydana gelir, yani nikâh düşer. Üç mezhebe göre bu talak değil, nikâhın feshidir. Ebû Hanife der ki: ”Evvelâ kocaya İslâm arzolunur. Eğer Müslüman olursa o kadın hanımıdır. Nikâh devam eder. İslâm'a girmeyi kabul etmezse, hakim aralarını ayırır." Bu ayrılık, Ebû Hanife ile Muhammed'e göre talak. Ebû Yusuf’a göre fesih sayılır. Daha evvel zevciyet ilişkisinde bulunulmuş ise kadına mehri verilir. Bulunmamışsa ittifakla verilmez. Müslüman karı kocadan birisi İslâm'dan dönse, Ebû Hanife ve İmam Mâlike göre, döner dönmez nikâh düşer. İster cinsi ilişkiden önce olsun ister sonra olsun. Şafiî ile Ahmed İbn Hanbel'e göre, İslâm'dan çıkma olayı cinsi ilişkiden önce olmuşsa nikâh fesli olur. Sonra olmuşsa, iddetin bitmesiyle aralarındaki nikâh da sona erer. Eğer karı kocadan mürted olan, iddet bitmeden tekrar Müslüman olsa nikâh sabit olur. Aksi halde iddetin bitmesiyle nikâh fesli olur. Cinsi ilişkiden sonra mürted olan zevce ise mehrini alır. İlişkiden önce mürted olmuşsa mehir alamaz. Mürted olan zevç ise, ilişkiden sonra ise zevce melirin tümünü, önce ise ittifakla yarısını alır. Fethu'r-Rahmân'da böyle izah edilmiştir. Sehl (radıyallahü anh) bu âyetin tefsirinde şöyle demiştir: ”Bid'at ehlinin hiçbir görüşüne uymayın." Sarfettiğiniz mehri isteyin. Bu, beşinci hükümdür. Yani, ey mü'minler! Kâfirlere katılan kadınlarınıza vermiş olduğunuz mehilleri kâfirlerden isteyiniz. Yani, sizden bir kimsenin hanımı mürted olur ve daru'l-harbe giderse, ona verdiğiniz mehri yeni kocasından isteyiniz. Herhalde bu hüküm, misliyle karşılık vermek suretiyle bazı mü'minlerin gönlünü hoş tutmak içindir. Yoksa kerim kişiler, buna tenezzül etmezler. Onlar da sarfettiklerini istesinler. Yani, kâfirler de size hicret eden hanımlarının melihlerini sizden istesinler. İslâm'a girip Müslümanlara hicret eden kadına vermiş olduğu mehri, o kadınla evlenen Müslümandan harbî kocası ister. "Onlar da sarfettiklerini istesinler" âyeti, kâfirlerin de şeriat hükümleriyle muhatap okluklarını gösteriyor. Bu, müminlere mehirlerin ödenmesini emrediyor. Şu âyette de böyledir: ”...Kâfirler sizde (savaş esnasında) bir sertlik bulsunlar..."(Tevbe: 123) Yani savaşta onlara karşı sert olun. Allah'ın hükmü budur. Bu âyette anılan hükümler, uyulması için Allah'ın verdiği hükümlerdir. Allah, aranızda hükmeder. Bu cümle, müstakil bir cümledir. Allah'ın hükmüne riayet edip onunla amel etmeye teşvik ve te'kid ifade eder. Fethıı'r-Rahman müellifi şöyle dedi: ”Daha sonra bu hüküm nesholundu, yalnız: ’Mümin kadınlar, kâfirlere helâl değildir. Kâfirler de mü'min kadınlara helâl değildir' kısmı müstesna, bu kısım neshedilmiş değildir." Allah, yararlarınızı hakkıyla bilendir. Hüküm ve hikmet sahibidir. Yüce hikmetin gerektirdiği şeyleri hükmeder. İbnu'l-Arabi şöyle söyledi:"Allah'ın bu hükmü, bu olayda yalnız bu zamânâ aittir." Zührî de dedi ki: ”Eğer Hudeybiye Günü'nde Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Kureyş arasında meydana gelen bu anlaşma ve sulh olmasaydı, gelen kadınları tutar ve mehri geri vermezdi. Nitekim anlaşmadan önce Medine'ye gelen kadınlara Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle yapmıştır." Rivayet olundu ki: Bu âyet inince Müslümanlar, emrolundukları şekilde muhacir kadınların mehirlerini müşrik kocalarına verdiler. Fakat müşrikler, kâfir kadınların mehillerinden Müslüman kocalarına hiçbir şey vermediler. Ve dediler ki: ”Size ait bizde hiçbir şey olduğunu bilmiyoruz. Eğer sizin yanınızda bize ait bir şey varsa sahibine verin." Bunun üzerine şu âyet nazil oldu: 11Eğer eşlerinizden biri, sizden kâfirlere kaçar da, mehir verme sırası size gelirse... Düşünmeksizin ve tereddüt göstermeksizin, sizden birinin hanımı ansızın kâfirlere ve yurtlarına firar edip giderse... Âyette geçen ”şey" kelimesi, Arapçada ”ehad-bir" kelimesinden daha umumi olduğu için kadınların bütün sınıflarını içine almada daha uygundur. Yani, Arap, acem, hür veya köle, hangi çeşit kadın olursa olsun... Yahut da, hanımlarınızın melihlerinden herhangi bir şey elinizden çıkıp kâfirlere intikal ederse anlamındadır. Ayette ”zevç" kelimesi kadın manasınadır. Ayetin ifâde ettiği mânâ şöyledir: Mehri nöbetleşe ödüyorsunuz. Bir Müslümanın hanımı kâfirlere kaçıp da, orada evlendiği yeni kocasından, o dinden çıkan kadının mehrini istemek gerektikten sonra, kâfirin hanımı Müslüman olarak Müslümanların yanına göç eder ve kâfir kocasına mehir ödeme konusunda sıra size gelirse... Bazan Müslümanların, gelen kadınlarından dolayı kâfirlere mehir vermeleri, bazan da kâfirlerin giden mürted kadınlardan dolayı Müslümanlara mehir vermesi şeklinde olan Allah'ın hükmü, nöbetleşe yaptıkları işlere benzetilmiştir. Bir binite nöbetleşe binmeleri gibi... Yoksa Müslümanların ve kâfirlerin herbirisinin mehir ödemeleri böyle bir nöbetleşmeyi gerektirmez. Çünkü iki taraftan yalnız birisinin defalarca mehir ödemesi gerektiği halde öteki tarafın hiçbir şey ödemesi gerekmeyebilir. Bunun aksi de olur. Şu halde mehir ödemede bir nöbetleşme içine girmezler. Eşleri gitmiş olanlara, harcadıkları kadar verin. Kendisiyle evlendiğiniz muhacir kadınlar için vereceğiniz mehilden, gidenlerin Müslüman eşlerine eski eşlerine verdikleri kadarını verin. Kâfir kocasına vermeyin. Yani, Müslümanın hanımı kaçıp giderse, kâfirler de onun mehrini önceki Müslüman kocasına ödemezlerse, bir kâfirin hanımı da İslâm'a girip Müslümanlara hicret ederse, onun Müslümanlar tarafından ödenmesi gereken menlinden, hanımı kâfire kaçan Müslümana ödeyin. Böylece bu, onun mehrinin bedeli gibi olur. Bu durumda kadının kâfir kocasına mehir verilmez. Denildi ki: ”Muhacir Müslümanların hanımlarından kaçıp müşriklere katılan tüm kadınların sayısı altıdır: Ebû Süfyanin kızı Ümmü'l-Hakem, Iyaz b. Şeddâd el-Fehrînin karısı idi. Umeyye'nin kızı Fatıma, Hazret-i Ömer'in nikâhında idi, Ümmü Seleme'nin kız kardeşiydi. Ukbe'nin kızı Beni, Şemâs b. Osman'ın karısıydı. Abdul-Uzza'nın kızı Abde, kocası Amr b. Abdûr idi. Ebû Cehlin kızı Hind, Hişam b. Asin nikâhındaydı. Cerûi'un kızı Gülsüm, Ömer (radıyallahü anh)in nikâhındaydı." Keşşafta açıklandığına göre, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün bunlara hanımlarının mehillerini ganimet mallarından vermiştir. İnandığınız Allah'a karşı gelmekten sakının. Putlardan ve tâğûtlardan değil. Çünkü Allah'a iman, Ondan sakınmayı gerektirir. 12Ey Peygamber! Bu ifade, şereflendirme ve yüceltme nidasıdır. İnanmış kadınlar, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek... Bu âyet-i kerime Mekke Fethinden sonra nazil olmuştur. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), erkeklerle biat yaptıktan sonra kadınlarla da biat yapmaya başlamıştı. Bu muameleye ”biat" denmiştir. Çünkü biat yapan kişi, cennet karşılığında nefsini satıyor demektir. "Mubayaa", bey' kökünden müfâale babındandır. Alış veriş yaparken, alıcı veya satıcıdan birisinin elini diğerinin eli üzerine koyması, insanların âdetlerindendir. Tâ ki, muameleleri sağlam ve isbat edici olmuş olsun. İki kişi arasında yapılan anlaşma, sağlamlık ve kesinlik hususunda bu karşılıklı alış verişe benzetilmiştir. Ümmetin Peygamberi ile olan biati, ona kesinlikle itaat etmesi, hüküm ve emirlerine uymakta bütün gücünü kullanması ve Ona yardım etmesidir. Peygamberin ümmet ile biat etmesi demek, bu anlaşmada sabit olup gereklerini yerine getirdikleri takdirde, onlara mükâfat vadetmesi, ümmetin işini idare etmeyi, görünen ve görünmeyen düşmanlarını yenmede çıkarlarını gerçekleştirmeyi ve hesap gününde onlara şefaat etmeyi vâdetmesidir. Âyette belirtilen ”şirk = ortak koşmak"den maksadın, büyük şirk oluşudur. Şirkin hem büyük şirke hem de küçük şirk olan riaya şamil olması da mümkündür. Buna göre mânâ şöyle olur: Allah'tan başka hiçbir ilâh edinmemek ve yalnız Allah rızası için amel etmek üzere biat ederlerse... "Hırsızlık", kişinin, alma hakkı olmadığı bir malı, gizli olarak almasıdır. Şeriat dilinde ise, özel bir yerdeki belli miktarlarda bir malı almaktır. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Haksız yere hiçbir kimsenin malını almamak üzere biat ederlerse... "Zina", bir kadınla nikâh akdi olmaksızın cinsi ilişkide bulunmaktır. Muzhiru'd-Din şöyle söyledi: ”Lügatte ”zina", haram bir şekilde kadınlık organından cima etmekten ibarettir. Homoseksüellik (lûtilik) ve hayvanlarla yapılan cinsi temas da zinaya dahildir." "Çocukları öldürmek" ten maksat, kız çocuklarını diri diri gömmektir. Yani cahiliyet devrinde olduğu gibi fakirlik ve ayıplanma endişesi ile kız çocuklarını canlı olarak gömmektir. Bu, kaba yüreklilikten ve merhametsizlikten kaynaklanır. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Cehennemlik olandan başkasının kalbinden merhamet alınmaz. ”(6) Canlı olarak kızları toprağa gömme fiilinin kadınlara nisbet edilmesi, ya onların buna rıza göstermelerinden veya kocalarının emriyle bizzat bu işi yapmalarından dolayı olabilir. "Bühtan", kendisine söylenen kimseyi hayrete düşüren yalandır. Yani onu, şaşkın bir duruma sokar. Bundan dolayı bühtan, yalanların en çirkinidir. Bir kadın kocasına bulduğu bir çocuk için: ”Bu, senden olan çocuğumdur," dediği zaman ona bühtan etmiş olur. Yani onun aleyhine, yapmadığı bir şeyi söylemiş olur, onu bühtanın tâ kendisi yapar. Âyette, bühtanın iftira olarak vasıliandırılması, o kadınların yalancılıklarını mükemmel bir şekilde ifade etmek içindir. ”İftira", yalan uydurmak demektir. Âyetteki; ”elleri ile ayakları arasındaki" ifâdesinden maksat, varlığı elleri ile ayakları arasında takdir edilmiş, demektir. Bundan maksat, müfessirlerin çoğunluğunun kabul ettiği gibi, kendisiyle bühtan yapılan çocuktur. Yoksa maksat, zina yoluyla çocuk yapıp sonra da onları kocalarına nisbet etmekten onları yasaklamak değildir. Çünkü bu zaten âyetin: ”Zina etmemek..." bölümü ile yasak edilmiştir. Asıl maksat, bazı yerlerde buldukları çocukları, kocalarına nisbet edip onlara katmaktan yasaklamaktır. Cahiliyyet devrinde bir kadın, bir yerde, çocuk bulur ve gelir kocasına şöyle derdi: ”İşte bu, önümdeki karnımda taşıdığım, iki ayağını arasındaki tercimden doğurduğum senden olan çocuğumdur." İşte bu, iki ayak ve iki el arasındaki uydurulmuş bühtanla kinaye yapılmıştır. Çünkü çocuğu taşıdığı karnı iki eli arasında, çocuğun doğduğu yer de iki ayağı arasındadır. Mana şöyle olur: Kocalarından olmayan buluntu çocuk getirmesinler. Çünkü bu, onlara iftira ve bühtandır. Bühtan ise, şirke bitişen büyük günah laldandır. İyi iş işlemekte sana karşı gelmemek Yani, kendisinden yasakladığın ve kendisiyle emrettiğin hususlarda senin emrine karşı gelmemek hususunda, sana Mat etmeye geldikleri zaman... Âyette ”maruftan maksat, dinde güzelliği bilinen ve kendisiyle emrolunan güzel şeyler ve dinde çirkinliği bilinip kendisinden yasaklanan kötü hususlardır. Nitekim şöyle denmiştir: ”Yapmak veya yapmamak hususunda, Allah'a itaata uygun olan her şey maruftur." Büyük müfessirlerden birinden şöyle rivayet olunmuştur: ”Bu âyette maksat, ölünün arkasından bağırıp çağırmaktan, elbiseleri ölü sebebiyle yırtmaktan, saçları tıraş edip yolmak ve onları saçıp savurmaktan, yüzleri tırmalamaktan, kadınların mahremi olmayan kimselerle konuşmalarından, mahrem olmayan bir erkekle yalnız bir yerde kalmaktan, mahremi olmayan kimselerle yolculuk yapmalarından onları nehyetmektir. Bu izaha göre tahsisten sonra tamim yani, özel konulardaki yasaklar anıldıktan sonra, genelleme vardır. Burada ”marufun, münkerin zıddı olması ihtimali de vardır. Bu durumda, daha önceki sözler münkerden yasaklama, bu ise maruf ile emir olmuş olur. O takdirde âyet, hem münkeri nelıyi, hem de marufu emri ihtiva etmiş olur. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yalnız maruf ile emrettiği halde, emri marufla kayıtlamak, yaratana isyan olan hiçbir hususta hiçbir yaratılana itaat olunmayacağını ifade etmek içindir. Çünkü bu, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a itaat etmekte bile şart koşulunca, başkası hakkında nasıl olur? O, şu âyete benziyor: ”Biz her peygamberi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik..." (Nisa: 64) Âyet delâlet ediyor ki, İslâm'a uymayan (münker) konularda idarecilerin emirlerine itaat etmek vacip değildir. "Allah'a karşı gelmemek üzere..." denmedi. Çünkü, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a itaat eden, şüphesiz Allah'a itaat etmiştir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı gelen Allah'a karşı gelmiştir. Âyette sayılan hususların kadınlar hakkında özellikle belirtilmesi, bunların onlar arasında çok görülmesinden dolayıdır. Üstelik bu konuların bir kısmı tamamen kadınlara aittir. Sayılanlar içerisinde en çok çirkin olan, daha az çirkin olandan önce söylenmek suretiyle, bu yasaklar arasında bir sıralama yapılmıştır. Bunun için aralarında en çok görülen ve yaygın olanlar önce belirtilmiştir. El-lübâb adlı kitabın müellifi şöyle demiştir: ”Cenab-ı Hak bu âyette biatin özelliği hakkında Rasûlüllah'a altı konu belirtti. Bunlar, İslâm'da yasak olan şeylerin esaslarıdır. Em rolün an hususların temelleri olan şeyleri anlatmadı. Bunlar da altıdır: Şehadet, namaz, zekât, oruç, hacc, cenabetten temizlenme. Böyle yapışının sebebi, âyette yasak edilen şeylerin her zaman, her zemin ve her durumda haram oluşu devam ettiği içindir. Onun için devamlılık şartına dikkatleri çekmek daha önemlidir ve daha fazla kuvvet ifade eder." Biatlarını kabul et ve... Yani bu âyette sayılan ve açık olduğu için, herkes tarafından bilinmesi nedeniyle sayılmayan -namaz, zekât, dinin diğer rükünleri ve İslâm'ın alâmetleri gibi- temeller üzerinde o kadınlar ile biat et. Bu şeyleri yerine getirdikleri takdirde mükâfat göreceklerini garanti etme karşılığında seninle biat yaparlarsa, sen de onlarla biat yap. Çünkü Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından biat, mükâfatı vadetmektir. Karşı taraftan biat ise, Rasûlülah'a itaati taahhüt etmektir. Nitekim bu konu daha önce anlatıldı. Kadınlarla biat yapmanın, onların Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelmesi ile kayıtlanması, bir an evvel onları biat yapmaya teşvik etmek içindir. Aynı zamanda biat yapmaya davet olunmadıkları halde biat yapmaya olan rağbetlerini de ifade ediyor. Onlar için Allah'tan mağfiret dile. Yani biat yapmada olan sevaba ilâve olarak onlar için Allah'tan mağfiret dile. ”İstiğfar", günahların bağışlanmasını ve ayıpların örtülmesini istemektir. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Allah, bağışlamada ve esirgemede çok ileridir. Onun için, yaptıkları biata vefa gösteren kadınları Allah bağışlar ve onları esirger. Mekke'nin fethi gününde Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kadınlarla ne şekilde biat yaptığı hususunda ihtilâf olmuştur. Rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile erkekler biat ettikten sonra Safa Tepesinde oturup kadınlarla biat yapmaya başladı. Bir kap su istedi, su geldi. Elini bu suya daldırdı. Sonra kadınlar da ellerini bu suya daldırdılar. (7) Bu arada Ebû Süfyanin karısı olan Utbe'nin kızı Hind, örtülü olarak tanınmaz bir halde geldi. Böyle yapması, Uhud Savaşında Hazret-i Hamza'ya yaptıklarından dolayı Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisini tanır endişesinden kaynaklanıyordu. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Allah'a hiçbir ortak koşmamanız üzere sizinle biat ediyorum" buyuranca, Hind başını kaldırıp şöyle dedi: ”Allah'a yemin olsun ki, biz putlara taptık. Biz şimdi görüyoruz ki, sen erkeklerden almış olduğun bir sözü bizden almıyorsun. İslâm'a girip cihad etmek üzere erkeklerle biat ediyorsun." Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ve hırsızlık yapmamak üzere..." buyurdu. Hind: ”Ebû Süfyan cimri bir kişidir. Ben onun malından azar azar alıyorum. Bilmem ki bu, bana helâl oluyor mu?" dedi. Ebû Süfyan: ”Aldıkların sana helâl olsun," dedi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem güldü ve: ”Sen Hind misin?" buyurdu. Hind: ”Evet, ey Allah'ın peygamberi! Geçmiş olanları affet. Allah da seni affetsin," dedi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hind'i affetti ve sonra şöyle dedi: ”Ve zina etmemeleri üzerine..." Hind: ”Hür kadın hiç zina eder mi?" dedi. Bundan sonra Hazret-i Ömer şöyle buyurdu: ”Eğer Arap kadınlarının kalbi. Hindin kalbi gibi olsaydı hiçbir kadın asla zina etmezdi." Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Çocuklarını öldürmemek üzere..." Hind: ”Biz onları küçükken yetiştirdik, siz onları büyükken öldürdünüz. Siz ve onlar daha iyi bilir." 7- Bu hususta sahih rivayet şudur: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kadınlarla konuşarak biat yaptı. Onlarla tokalaşmadı. Buhârî'de Hazret-i Âişe'den rivayet edildiğine göre: Âişe (radıyallahü anh) şöyle dedi: Allah'a yemin olsun ki, biat yaparken Rasûlüllah'ın eli hiçbir kadının eline dokunmadı. Kadınlarla yalnız şu sözüyle biat etti: ”Bunun üzerine seninle inat ettim." Bu rivayet açıkça ifade ediyor ki, biat yalnız sözle olmuştur. Eli suya batırma rivayeti İbn Sâd'ın ve ibn Merdeveyh'in rivayetidir. Bkz. ed-Dürru l-Mensûr, 6/211. Hind'in oğlu Hanzele b. Ebî Süfyan Bedir Savaşında öldürülmüştü. Hind'in bu sözü üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) sırtüstü yatıncaya kadar güldü. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da tebessüm edip şöyle buyurdu: ”Ve hiçbir iftirada bulunmamak üzere..." Hind: ”Allah'a yemin olsun ki, iftira etmek çok kötü biliştir. Sen bize doğru yolu ve güzel ahlâkı emrediyorsun." Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”İyi iş işlemekte sana karşı gelmemek hususunda..." Hind: ”Yemin olsun ki, içimizde herhangi bir hususta sana karşı gelme niyetini besleyip burada oturmadık" dedi. (8) 8- Bu hadisi, Saîd b. Mensur tahric etmiş, İbn Sa'd da buna yakın bir rivayette bulunmuştur, İbn Cerîr ve İbn Merdûye birbirine yakın lâfızlarla aynı hadisi rivayet etmişlerdir. Bkz. ed-Dürrü'l-Mensur, 6/209. Özet olarak deriz ki: Erkek ve kadınlar ile olan biat, Allah'ın emriyle ve Rasûlüllah in bizzat fiilî sünnetiyle yapılan bir iştir. 13Ey îman edenler! Allah'ın kendilerine gazap ettiği topluluk ile dost olmayın. Bu âyette geçen ”teyelli" kelimesi, dostluk ve sevgi manasınadır. ”Allah'ın gazap ettiklerimden maksat, tüm kâfirlerdir. Çünkü onların tümü gazaba uğramış kimselerdir. Ebedî rahmetten onların hiçbir nasibi yoktur. Bir rivayete göre, Allah'ın gazap ettiği kimselerden maksat, Yahudilerdir. Çünkü bu âyet-i celile, bir takım menfaatler elde edebilmek için Yahudilerle münasebetlere girişen, bazı fakir Müslümanlar hakkında nazil olmuştur. Bu, çoğunluğun görüşüdür. Cenab-ı Hak Yahudiler hakkında başka bir âyette şöyle buyurmuştur: ”...Allah, kime lanet eder ve gazabına uğratırsa ve kimlerden de maymunlar, domuzlar ve şeytana kullar yaparsa, işte bunlar, makamları en kötü, yolları en sapık olanlardır."(Mâide :60) "Kavm", erkeklerdir. Belki onlara tâbi olmaları sebebiyle kadınlar da dahil olabilir. Çünkü her peygamberin kavmi, erkek ve kadınlardan oluşur. Onlar, kabir ehlinden olan kâfirlerin ümitlerini kestikleri gibi ahiretten ümitlerini kesmişlerdir. ”Yeis"; ahireti inkâr ettiklerinden ve kesin olarak iman etmediklerinden dolayı ümidin kesilmesidir. Bu, kavimden maksadın bütün kâfirler olduğuna göredir. Yahut da Tevrat'ta sıfatları belirtilmiş ve mucizelerle peygamberliği teyit edilmiş Rasûlüllah'a karşı direttiklerinden dolayı, ahirette hiçbir nasiplerinin olmadığını bildiklerinden dolayı ümitlerini kesmişlerdir. Bu ikinci mânâ da ”kavim"den maksadın Yahudiler olduğuna göredir. Onlar ahiretin mükâfatından ümitlerini kesmişlerdir. Yani, Yahudiler, ehli kitaptır, kıyametin kopacağına iman ederler. Fakat haset ve inatlarından dolayı küfürlerinde ısrar ettikleri için âhirette verilecek mükâfattan ümitlerini kesmişlerdir. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Ey Yahudi topluluğu! Size yazıklar olsun. Allah'tan sakının. Kendisinden başka hiçbir ilâhın bulunmadığı Allah'a yemin olsun ki, siz benim hak peygamber olduğumu ve hak ile size geldiğimi kesinlikle biliyorsunuz. O halde İslâm'a giriniz." "Kabir ehlinden olan kâfirlerin ümitlerini kestikleri gibi..." Ayetin bu bölümünün anlamı şudur: Ölen kâfirlerin ahiretin mükâfatından ümitlerini kestikleri gibi. Çünkü onlar, işin haki katına vakıf oldular, ahiretin ebedî nimetlerinden mahrum olduklarını ve acıklı azabına düştüklerini gördüler. Bununla maksat, onların ahiretten ümitlerini tamamen kestiklerini anlatmaktır. Şöyle bir anlam da verilmiştir: Ölülerinin tekrar diriltilip canlı olarak dünyaya döneceklerinden ümetlerini kestikleri gibi... (9) 9- İbn Cerîr et-Taberî birinci görüşü benimsemiş ve tercih etmiştir. Buna göre mânâ şöyle olur: ”Kabirlerde yatan kâfirler Allah'ın rahmetinden ümitlerini kestikleri gibi." Hafız İbn Kesîr dedi ki: ”Bu âyet hakkında iki görüş vardır: 1-Hayatta olan kâfirler, kabirlerde olan akrabalarıyla bir araya geleceklerinden ümitlerini kesmişlerdir. 2- Kabirlerde yatan kâfirler her türlü hayırdan ümitlerini kestikleri gibi..." Bu İbn Cerîr'in tercih ettiği görüştür. 3/490. Mümtehine Sûresi'nin tefsiri bitti. Hamd ve minnet Allah'adır. |
﴾ 0 ﴿