SAFF SURESİ

1

Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ı tesbih ederler. Semalardaki etkin yüce varlıklar ile bu etkiye maruz kalan yerdeki tüm varlıklar, ulu ve yüce olan Allah'ı, zatına lâyık olmayan her şeyden açık ve gizli olarak tenzili ederler. Yani, tüm varlıklar aralarında hiçbir fark olmaksızın Allah'ı tesbih ederler. Nitekim Cenab-ı Hak, başka bir âyette şöyle buyurmaktadır: ”Allah'ı hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur." (İsrâ:44)

O, güçlüdür. O, galiptir öyle ki, yalnız O'nun dilediği olur.

Hüküm ve hikmet sahibidir. O, yaptığı her şeyi hikmetle yapar. Mutlak olarak güçlü, hüküm ve hikmet sahibi yalnız O'dur. İşte bundan dolayıdır ki, O'nu tesbih etmek gerekir.

2

Ey zahiren

iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylersiniz? Rivayet olundu ki: ”Müslümanlar: ’Şayet Allah'ın en çok sevdiği ameli bilsek o hususta mallarımızı ve canlarımızı feda ederdik' dediler. Ama cihadı emreden âyetler inince, cihaddan çekindiler. Böylece ahde vefayı terketnıeleri sebebiyle onları ayıplamak için bu âyet-i cehle nazil oldu."(l)

Ayetin ifade ettiği mânâ şudur: ”Neden dolayı yapmayacağınız hayrı ve iyiliği yapacağız diye söylüyorsunuz?" Aslında ayıplama ve azarlama, hayırlı bir fiili yapmamaktan dolayı olur. Fakat burada Cenab-ı Hak, ayıplama ve azarlamayı onların söyledikleri söze yöneltmiştir. Bunu, çirkinliğin yalnız vadedilen hayrın terkedilmesi değil, aynı zamanda o hayrı vaadin dahi bir suç olduğunu beyan etmek suretiyle günahlarının fazlalığına dikkat çekmek için yapmıştır.

3

Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında şiddetli bir buğza sebep olur. Arapeada ”mekt", devamlı kötülük işleyen kimseye karşı duyulan şiddetli buğz mânâsına gelir. Âyetteki ”Allah katında" ifadesi, ”ilminde ve hikmetinde" manasınadır. Bu cümle, yaptıklarının son derece çirkin bir şey olduğunu açıklıyor. Mânâ şöyle olur: ”Mücerred bu söz, Allah'ın hik metinde ne büyük bir suçtur! Suç ve buğz cihetiyle dehşetli bir sözdür. Allahü teâlâ  kime buğzederse onun için cehennem, kimi de severse onun için de cennet vardır."

Hâzin, Lübâbu t-Tenzil adlı meşhur tefsirinde şöyle diyor: ”Bu âyet, Allah'a itaat olan herhangi bir ameli yapacağına dair kendisini yükümlü tutmuş herkese, sözünde durmayı vacip kılmıştır. Çünkü bir kimse, bir şeyi yapacağına dair kendisini yükümlü tutarsa, yapması şer'an gerekli olur. Çünkü kendisinin adadığı şey, ya başlı başına bir ibadetin adanması nezrediimesidir.

Meselâ, bir kimsenin, Allah rızası için namaz kılmak veya oruç tutmak, sadaka vermek yahut da bunlara benzer bir ibadeti yapmak adağım olsun, nezrim olsun, demesi gibi. Veya mubah olan bir fiilin nezrediimesidir. Bu, olması arzu edilen bir şarta bağlanılan nezirdir. Meselâ, bir kimsenin, şayet uzaktaki bir yakınını gelirse sadaka vermem adağım olsun, demesi gibi. Yahut da meydana gelmesinden korkulan bir şarta bağlanılan adak olur. Kişinin, şayet Allah benden bu şerri giderirse sadaka vermek nezrim olsun, demesi gibi. Bu sonuncusunda ihtilâf vardır. İmam-ı Mâlik ve Ebû Hanife, bu nezri yerine getirmek icabeder demişlerdir. İmam-ı Şafiî bir görüşünde, gerekmez demiştir."

Bu âyetin ifade ettiği genel hüküm, biz Hanefi'ler için bir delildir. Çünkü bu âyet, kayıtsız ifadesiyle, mutlak olarak, ne şekilde olursa olsun yapmayacağı şeyi söyleyen kimselerin kınanmasını içermektedir.

4

Şüphesiz Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever. Yani kendi rızası yolunda ve dininin yücelmesi için, Allah düşmanlarıyla savaşanlardan razı olur ve onları över. Önce Allah katında sevilmeyen, buğzedilen şeyler açıklandıktan sonra, burada da O'nun katında sevimli ve hoş olan şey beyan edilmiştir. Bu âyet, söyledikleri sözün, savaşacaklarını vadetmekten ibaret olduğunu açıklamaktadır. ”Saff"; ağaçlar ve insanlar gibi şeyleri, düzgün bir çizgiye getirmektir. ”Bünyan", duvar demektir. ”Rass", bir binanın cüzlerinin ve parçalarının birilikleri ile birleştirilip, sağlamlaştırılmasıdır.

Âyetin ifade ettiği mânâ şudur: Allah yolunda, aralarında hiçbir bozukluk ve boşluk bırakmaksızın tanı bir beraberlik içerisinde savaşan Müslümanların durumu, parçaları birbirine kenetlenmiş yekpare bir duvarın durumuna benzer.

Râğıb diyor ki: ”‘Bünyanün mersûs' demek, sanki kurşunla inşa edilip yapılmış gibi sağlam duvar demektir." Bu mânâ, Ferrâ'nın da kabul ettiği mânâdır. Arapça da kullanılan ”veterâssü fis-salât" sözü, namazda sıkıştılar mânâsına gelir.

Ulemanın bir kısmına göre, bu âyet, yaya olarak savaşmanın faziletine delâlet eder. Çünkü süvariler bu şekilde saf tutamazlar. Keşşafta, da böyle denmiştir.

Bu fakir de der ki: Ganimetten süvariye iki hisse, yaya olana bir hisse verilmesi, süvarinin yayadan daha faziletli olduğuna delildir.

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir duvar gibi kenetlenmeye teşvik etmiştir. Çünkü o zamanlar Müslümanlar genellikle yaya idiler. Çok az kimse deve gibi bir binit bulabiliyordu.

Said İbn Cübeyr (radıyallahü anh) diyor ki: ”Bu âyet ile Cenab-ı Hak mü'minlere, düşmanlarıyla savaşırken ne şekilde olmalarını öğretiyor."

Bunun için âlimler şöyle söylediler: ”Savaşırken saftan çıkmak ancak ortaya çıkan beşerî bir ihtiyaç veya kumandanın gönderdiği bir mektup yahut da gidilmek istenilen yerde ortaya çıkmış bir menfaat gibi elde edilmiş bir fırsat varsa caiz olur, bu hususta ihtilâf yoktur. Göğüs göğüse savaşmak için saftan çıkmak ihtilaflıdır. Eğer düşmanı korkutmak, şehit olmak ve Müslümanları savaşa teşvik etmek için yapılırsa bir sakınca yoktur, denilmiştir. Fakat başka bir görüşe göre, bu maksatlar için olsa dahi kimse saftan çıkamaz. Bu caiz değildir. Çünkü bunda riyakârlık veya Allah'ın yasak ettiği şeylere yöneliş vardır. Göğüs göğüse çarpışmak, ancak düşman talep ettiği zaman caiz olur. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in yaptığı Bedir ve Hayber savaşlarında böyle olmuştur. Ayrıca bu âyet, harbe karşı ağır davranmaktan sakındırıyor. Savaş için, koşmaya yarışmaya teşvik ediyor ve cihadın faziletine işaret ediyor.

5

Bir zaman Mûsa kavmine: Bu cümle, bundan evvelki cümle de belirtilen, savaşı terketmcnin kötülüğünü anlatan, yeni bir cümledir. Burada bir üslup değişikliği ile Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hitabediliyor. Mânâ şöyledir: Ey Müslümanlar! Allah yolunda savaşmak istemeyen müminlere, Mûsa'nın İsrail oğullarını zorbalarla harbe teşvik ettiğinde, söylediği sözün zamanını hatırlatın. Onları, şu sözüyle savaşa teşvik etmişti: ”Ey kavmim! Allah'ın size yazdığı mukaddes yere girin. Geriye dönmeyin, yoksa hüsrana uğrarsınız." (Mâide:21) Fakat İsrail oğulları Mûsa (aleyhisselâm)'nın emrine uymadılar ve şiddetle ona karşı gelerek şöyle söylediler: ”Ey Mûsa! Orada zorba bir toplum var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de hemen oraya gireriz... Şu halde sen ve Rabbin gidin savaşın. Biz burada oturacağız." (Mâide:22-24) İsrail oğulları bu davranışlarında direttiler ve Mûsa (aleyhisselâm)'ya her türlü eziyeti reva gördüler.

'Ey kavmim! Bu hitap, nezaket ve şefkat ifade eden bir hitaptır. Zaten bütün peygamberlerin ve onları takip eden bahtiyarların durumu budur.

Benim, Allah'ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde...

Yani durum şudur: Elimde meydana gelen mucizeleri rnüşahade etmek suretiyle devamlı ve kesin olarak biliyorsunuz ki, ben sizi dünya ve âhiretin hayırlarına ulaştırmak için Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Bu cümlede, geçmiş milletlerin de peygamberlerine eziyet ettiklerini bildirmek suretiyle Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli edilmiştir. Belâ, umumî olursa hafifler. Bir hadisi şerifte şöyle rivayet olunmuştur: ”Allah'ın rahmeti, kardeşim Mûsa'nın üzerine olsun! O, bundan daha fazla eziyetlere duçar olduğu halde sabretti, ”(2) Bu hadisin söylenmesine sebep olan olay şudur: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Taif ganimetlerini taksim edince bazı münafıklar: ”Bu, adaletli taksimat değildir ve bu taksimatla Hakkin rızası gözetilmemiştir," dediler.

İşte bu sözler üzerine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in rengi değişti ve yukarıda anlatılan sözleri söyledi.

Size emrettiğim hususlarda bana muhalefet etmek ve karşı gelmekle

Niçin beni incitiyorsunuz?' demişti. İncitme ve eziyet, insana ulaşan zarardır. Bu zarar, hayatı hakkında, bedeni hakkında, malı ve mülkü hakkında olabildiği gibi, dinî ve dünyevî de olabilir.

Onlar yoldan sapınca Âyetteki ”zaga" kelimesinin mastarı olan ”Zeyğ", doğruluktan sapmak anlamındadır. Onlar, Mûsa (aleyhisselâm)'nın getirdiği haktan sapmakta ısrar ettiler ve ona devam ettiler.

Allah da onların kalplerini saptırmıştı. Yani onlar kendi iradelerini azgınlık ve sapıklığa sarf ettikleri için Allah da kalplerini, Hakki kabullenmekten ve doğruya yöneltmekten alıkoydu.

Râğıb, Müfredat isimli kitabında der ki: ”Onlar, istikametten ayrılınca Allah da kendilerine böyle muamele yaptı."

Allah, fâsıklar topluluğunu doğru yola iletmez. Allah, itaatten ve hak yoldan ayrılıp azgınlıkta direten kimseleri, arzu edilen hedefe ulaştıracak hidayete eriştirmez. Âyetteki (asıklardan maksat, fâsıklar cinsidir. Yani tüm fasıklardır. Böyle olunca Mûsa (aleyhisselâm)'ya karşı gelenler de öncelikle bu hükme dahildirler. Cenab-ı Hak şu âyetlere göre onları, fısk, ile niteledi: ”...Bizimle bu fâsık topluluğun arasım ayır. ...Sen de fâsıklar topluluğu için üzülme." (Mâide:25-26)

Fahreddin Râzî der ki: ”Bu âyet, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yapılan eziyetin ne kadar büyük bir günah olduğunu ifade ediyor, O kadar ki ona yapılan eziyet, kalplerin hidayetten sapmasına ve hatta küfre kadar götürür."

Hazret-i Peygambere eziyeti ma'rûfu emreden ve münkerden sakındıran âlimlere yapılan eziyet takip eder. Çünkü âlimler peygamberlerin vârisleridirler. Bu itibarla ulemaya yapılan eziyet, peygamberlere yapılan eziyet hükmündedir.

6

Hani, Meryem oğlu İsa da: ’Ey İsrail oğulları! Ben size Allah'ın elçisiyim. Kalplerinin, kendisini aşağıdaki sözünde tasdike meyletmesini sağlamak için onlara bu tarzda hitabetti.

Benden önce gelen Tevrat'ı tasdik eden ve benden sonra gelecek olan Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyen kimse olarak (geldim) demişti. İsa (aleyhisselâm)'nın Tevrat'ı tasdik etmesi, İsrail oğullarının onu tasdik etmesini sağlayan en güçlü sebeplerden birisidir. Burada anlatılan mânâ şudur: Din ve dünya işlerinin düzgün yürümesi için mutlaka bulunması gereken hükümleri tebliğ etmek için size gönderildim. Aynı zamanda, benden evvel gelen Tevrat'ı tasdik edici ve benden sonra gelecek olan bir peygamberi müjdeleyici olduğum halde size gönderildim. İsâ (aleyhisselâm)'nın doğumu ile Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in hicreti arasında 630 yıl vardır.

Bazı âlimler dedi ki: ”İsâ (aleyhisselâm) İsrailoğullarma Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in geleceğini müjdeledi. Tâ ki. Rasûlüllah gelince ona iman etsinler veya Rasûlüllah ortaya çıkınca Hazret-i İsa'nın müjdesi bir mucize olsun. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)i müjdelemek, aynı zamanda Kur'an'ı da müjdelemektir. Tevratı olduğu gibi Kur'an'ı da tasdik etmektir.

Âyetteki ”Ahmed"den maksat, Hazret-i Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. Hazret-i İsâ, tebliğ ettiği dinin, Allah'ın geçmiş ve gelecek tüm kitaplarını ve peygamberlerini tasdik etmesini istiyor. Bunun için, peygamberlerin hüküm verdikleri semavî kitapların ilki olan Tevrat'ı ve nebilerin sonuncusu olan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i zikretti.

Rivayet olundu ki, Ashab-ı Kiram (Allah cümlesinden razı olsun): ”Ey Allah'ın Rasûlü! Bize kendinden haber verir misin?" dediler. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) de: ”Ben, İbrahim'in duası, İsa'nın müjdesiyim. Annem bana gebe kalınca rüyasında, Şam'daki Bıısrâ şehrindeki köşkleri aydınlatan bir nurun kendisinden çıktığını görmüştür," (3) buyurdu. Busrâ, Şam'da bir yerdir.

3- Hadisi İbn Merdûye ve İbnü Asâkîr rivayet etmiştir. Bkz. ed-Dürrü'l-Mensûr 6/214 ve el-Fethu'l-Kebîr, 1/272.

Her peygamber kendi kavmine, peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in geleceğini müjdelemiştir. Bu âyette Cenab-ı Hak, yalnız İsâ (aleyhisselâm)'nın müjdesini zikretmiştir. Çünkü O, Rasûl-i Ekrem'den evvel gelen son peygamberdir. Böylece her peygamberin tek tek kendi kavmine müjde verdiğini ve bu müjdenin İsâ (aleyhisselâm)'da son bulduğunu Cenab-ı Hak açıklamış oluyor. Nitekim Keşfu'l-Esrar isimli kitapta da böyle söylenmiştir.

Alimlerden birisi şöyle der: ”İsâ (aleyhisselâm) nın göğe kaldırılışı ile Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in doğumu arasında yaklaşık olarak 545 yıl vardır. Hazret-i İsâ semaya kaldırıldığında 33 yaşında bulunuyordu. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hicreti ile Hazret-i İsa'nın semaya kaldırılışı arasında da 598 yıl vardır. Hazret-i Cebrail (aleyhisselâm) Hazret-i İsa'ya 10 defa inmiştir. On defasında da ümmeti olan Hristiyanlar ihtilâf halindeydi. Bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e 24 defa inmiştir. Her defasında ümmet-i Muhammed, ilâhî merhamete lâyık ve en üstün meziyetleri kendisinde toplamış bir haldeydi."

Rivayet olundu ki, Havariler İsâ (aleyhisselâm)'ya şöyle dediler: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Acaba bizden sonra bir ümmet gelecek inidir?" Hazret-i İsâ: ”Evet, Muhammed'in ümmeti gelecektir. Onlar, hikmet sahihi, âlimler, sâlihler ve müttakî kimselerdir. Dini anlamada peygamberler gibidirler. Az bir rızık ile de Allah'tan razı olurlar. Allah da onlardan az bir amel sebebiyle razı olur."

"Ahmed", Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in adıdır. O, Allah'a devamlı hamd ettiği için ”Muhammed", Hamd sancağını taşıyacağı için de ”Ahmed" diye isimlendirilmiştir.

Râğıb der ki: ”Ahmed ismiyle Peygamberimize işaret edilerek dikkatler şuna çekilmiştir: O'nun adı Ahmed olduğu gibi, aynı zamanda O, İsâ (aleyhisselâm)'dan sonra ve ondan evvelkilerden daha çok Allah'a hamd eden kimse idi."

Fakat o, kendilerine açık deliller getirince: ’Bu apaçık bir sihirdir,' dediler. Bundan sonra gelecek âyetlerin açıkladığı gibi ”açık deliller getiren" peygamberden maksat, daha evvel müjdesi verilen ve adı ”Ahmed" olan peygamberdir. Bazı müfessirlerin: ”Kastedilen peygamber Hazret-i İsa'dır" şeklindeki görüşleri gerçekten uzaktır. Çoğul olan zamirin İsrailoğullanna gitmesi verdiğimiz mânâya zıt düşmez. Çünkü Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) tüm insanlığa gönderilmiştir. ”Açık deliller" den maksat, Kur'an-ı Kerim ve benzeri açık mucizelerdir. Ayette ”hu" işaretiyle kasdettikleri, Kuran veya Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)i ”sihir" olarak isimlendirmeleri, mübalâğa içindir.

7

Kendisi İslâm'a davet edilirken, Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir? Yalan ile iftira arasındaki fark şudur: İftira, kendiliğinden yalan uydurmaktır. Halbuki yalan, bazen başkasını taklid edip ona uyularak da yapılabilir. ”İslâm", kurtuluş mânâsım da ifade eder. Çünkü dünya ve âhiretin selâmeti, kurtuluşu ”islâm" iledir. Âyet-i kerime şu mânâyı ifade ediyor: İki cihanın mutluluğuna ulaştıran İslâm'a davet edildiği halde, bu davete icabet etmeyip Allah'a iftira edenden daha zalim kim olabilir? Bu iftira, kullarını Hakk'a çağıran Allah'ın kelâmına sihirdir, demekle olur. Nesep iddiasında, rüyalarda ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’dan hadis rivayet etmede yalan söylemek de Allah'a iftira etmektir.

Bil ki, gerçekte İslâm'a çağıran bizzat Allah'tır. Nitekim başka bir âyette şöyle buyurulmaktadır: ”Allah, kullarını selâm yurduna (cennete) çağırır ve dilediğini hidayete erdirir." (Yunus:25) Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) de davet eder. Bir âyette şöyle buyuruluyor: ”Ey Rasûlüm Muhammed! Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır..." (Nahl: 125)

Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. Kurtuluşa yönelmedikleri için Allah zalimleri felaha ulaştırmaz.

8

Onlar ağızlarıyla yani dine ta'n edip dil uzatmak suretiyle

Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Arapçada ”itfa" söndürmek demektir. Burada ”mîr"dan maksat, Allah'ın dini veya kitabı yahut da parlak delilidir. Müşrikler, bunları söndürmek isterler. Âyet şu mânâyı da ifade eder: ”Allah'ın nurunu söndürmek için iftira etmek isterler."

Râğıb Müfredat adlı kitabında der ki: ’"Allah'ın nurunu söndürmek isterler,' demek, hedefleri Allah'ın nurunu söndürmektir, demektir.’Allah'ın nurunu söndürmek için' demek ise, bir imkân ele geçirip onunla Allah'ın nurunu söndürmeye yelten ir ler, demektir."

Allah'ın nurunu söndürmek isteyenlerin durumu, güneşi söndürmek için ışığına üfleyen ahmakların durumuna benzetilmiştir.

Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.

Allah dinini yüceltmek ve dünyaya yaymak suretiyle hedefine ulaştıracak, kâfirlerin istememesine rağmen onu tamamlıyacak ve kalplerindeki küfür hastalığını artıracaktır. Onlar kerih görseler de hiç şüphesiz Allah bunu yapacaktır.

İbn Şeyh şöyle söyledi: ”Allah'ın nurunu tamamlaması, en büyük nimetlerden olunca, hangi kâfir olursa olsun bu nimeti kerih ve çirkin kabul etmesi nankörlüğün daniskası olur. Bundan dolayıdır ki, Allah nurunun tamamlanmasını çirkin görmek kâfirlere isnad edilmiştir. Çünkü’kâfir ifadesi, bu makama en yakışanıdır.

Ama’müşrikler istemese de...' ifadesi, en büyük rüknü tevhid inancı ve şirki iptal etmek olan hak dini galip getirme karşılığında kullanılmıştır. Halbuki Mekke'deki kâfirler, şirkte ısrar edip, tevhidi kabul etmemeleri sebebiyle bunu hiç istemiyorlardı. O halde bu makama uygun olan, hak dinini istememelerine sebep teşkil eden şirk dünyalarına taarruz etmektir."

Bir kısım ilim ehli dedi ki: ”Müşrikler, Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hak peygamber olduğunu ortaya koyan delilleri dilleriyle inkâr ettiler ve nefis teriyle Ondan yüz çevirdiler. Fakat Allahü teâlâ, onlara karşılık hakkı kabul etmek için bahtiyar olacak canlar, marifet nûrlarıyla süslediği gönüller ve tasdik ile aydınlattığı sırlar yarattı. Onlar da canlarını ve servetlerini hak yolunda cömertçe feda ettiler. Hazret-i Ebû Bekir es-Siddik, Hazret-i Ömer el-Faruk ve Ashab-ı Güzin gibi... Allah cümlesinden razı olsun."

9

Müşrikler istemeseler de, dinini bütün dinlere üstün tutmak için Peygamber'ini hidayet ve hak din ile gönderen O'dur. Âyetteki ”Peygamber'den maksat, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. ”Hüdâ" (hidâyet)'dan maksat da. Kur'an yahut mucizelerdir. Buna göre hüdâ, kendisiyle Sirat-ı Müstakîm'e (doğru yola) gidilen şey manasınadır. ”Hak din ”den maksat, Cenab-ı Hakkın Rasûlü ve ümmeti için seçmiş olduğu Hanif dini (İslâm)'dır. Allah İslâm'ı, kendisine muhalif olan bütün dinlere galip ve üstün gelmesi için göndermiştir. Kâfirler, İslâm'ın üstün olmasını arzu etmeseler de, Allahü teâlâ  vaadini yerine getirmiştir. İslâm'ın karşısında mağlup olmayan, yenilmeyen hiçbir din kalmamıştır. Bu âyet, İslâm'dan başka hiçbir dinin kalmayacağı mânâsını ifade etmez. Maksat, İslâm'ın üstünlüğünü ve yüceliğini açıklamaktır.

10

Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak yani Allah'ın sizi kurtarmasına sebep olacak bir

ticareti size göstereyim mi? Burada ticareti ”kurtaracak" sıfatıyla kayıtlamak ifade ediyor ki, böyle olmayan yani kurtuluşa sebep olmayan ticaretler de vardır. Nitekim böyle bir ticarete şu âyetle işaret olunmuştur: ”...Asla zarara uğramayacak bir ticaret umabilirler." (Fâtır:29)

Ticaretin kesada uğraması, zarar getirmesi, sahibi için elem verici bir azap olur. Servetin yığılıp korunması ve o servete ait malî hakların yerine getirilmemesi böyledir. Çünkü böyle bir servet, ahirette vebaldir. Zarar getiren bir kazançtır. Şeriata ve sünnete uygun olarak yapılmayan veya Allah rızasından başka gayeler için yapılan ameller de böyledir. Kazanç değil, zarar getirir.

"Acı bir azap" ifadesi, hem cismânî hem de ruhanî azaba şamildir. Buradaki azap, hasret ve sıkıntı şeklinde tecelli eder.

Ayetteki soru karşısında, dinleyen muhataplar sanki şöyle söylediler: ”Bunun için nasıl bir amel işleyelim? Ne yapalım?" Bu mukadder soruya şöyle cevap verildi:

11

Allah'a ve Rasûlü'ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Âyette, ”mal" önce söylendi. Çünkü cihadda mal önce gelir. Yahut da en aşağı mertebeden en yüce dereceye çıkmak için böyle yapıldı.

Âlimlerden birisi şöyle dedi: ”Evvela mal söylendi, çünkü insan bazan canını veremez ama malını verir. Ayrıca, malı olan kişi savaşa çıkması için onunla müâhaze edilir."

Bir hadisi şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle müşrikler ile savaşınız." (4) Diller ile savaş etmenin mânâsı; kınama ve ağır söz gibi, müşriklerin hoşuna gitmeyen ve onlara ağır gelen sözlerin onlara duyuru lmasıdır. Bu hadiste dil ile cihad en sona bırakıldı. Çünkü dil ile cihad, cihadın en zayıfı ve derece bakımından en düşük olanıdır. Şöyle söylenmesi de mümkündür: Dil yarası, kılıç ve mızrak yarasından daha ağır ve çok daha tesirlidir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir:

4- Ebû Davud ve Nesâî Enes b. Mâlik'ten rivayet etmiştir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 2/564.

Mızrakların açtığı yaralar iyi olur. Fakat dil yarası iyi olmaz.

Hadisin mânâsına böyle bakacak olursak, en düşük dereceden en yüce mertebeye yükselme cinsinden olur.

Hazret-i Hassan (radıyallahü anh), Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in müsadesiyie minberde oturur ve Kureyş müşriklerini hicvederdi.

"Ticaret", kâr elde etmek arzusuyla sermayede tasarruf etmektir. ”Tacir", alıp satandır.

İbn Şeyh şöyle söyledi: ”Allah'a iman edip Onun yolunda savaşmak benzetme yoluyla ticaret sayıldı. Çünkü bu, fazlalık ve ziyadeliğe nail olmak arzusuyla yapılan mübadele ve karşılıklı alış-veriş mânâsım içermektedir. Ticaret de, kâr elde etmek arzusuyla yapılan mal mübadelesidir. Allah'a iman ve O'nım yolunda yapılan cihad, Allah'ın azabından kurtulmak ve rızasını elde etmek arzusuyla mal ve canın harcanıp feda edilmesi yönüyle ticarete benzetildi."

Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Yukarıda bahsedilen iman ve o yolda mal ve can ile yapılan cihad, sizin için mutlaka daha hayırlıdır. Yahut da bu, sizin için mal ve canlarınızdan daha hayırlıdır. ”Eğer bilirseniz", eğer ilim ehli iseniz demektir. Çünkü cahillerin yaptıklarına önem verilmez. Veya, bu durumun sizin için daha hayırlı olduğunu bilirseniz, anlamı kastedilmiştir. Çünkü siz bunu bilip kabullendiğiniz takdirde mallarınızdan ve canlarınızdan daha fazla, iman ve cihad etmeyi seversiniz ve böylece kurtulup saadete nail olursunuz.

12

İşte böyle yaparsanız

O, dünyada

sizin günahlarınızı bağışlar. Ahirette de

sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere, Adn Cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. Yani, sizin herbiriniz için müstakil bir cennet vardır. Her bir mü'mini ayrı cennetlere koyması, o cenneti mü'minin tasarrufuna verip ona tahsis etmesi, Allah'ın lütfundan uzak görülmez.

"Cennet" lügatte, altındakini gölgeleyip örtecek kadar sık ağaçların bulunduğu bostan, bahçe demektir. ”Altlarından ırmaklar akan cennetlere" demek, cennet ağaçlarının dallarının altından akan veya cennet köşk ve evlerinin altından akan ırmaklar manasınadır.

"Irmaklar"dan maksat, süt, bal, cennet şarabı ve berrak sudan olan cennet nehirleridir.

"Adn Cennetle rinde ki meskenlere..." Yani sizi, sonsuza dek ikamet edecek olduğunuz Adn cennetlerindeki güzel meskenlere ve tertemiz evlere koyar. Öyle ki, oraya bir defa giren hiçbir sebeple oradan bir daha çıkmaz.

"Mesâkin", mesken kelimesinin çoğuludur. Mesken, ikamet edilen yer demektir. Bu kelimenin aslı sükûn'dur. Sükûn da bir şeyin, hareketlilikten sonra durmasıdır. Bu kelime, vatan edinme, yerleşme mânâsında da kullanılır. Mesken, bu kelimenin mekân ismidir. ”Tayyib"', duyu organlarının lezzet aldığı şeyler manasınadır. Buna göre ”Adn Cennetindeki meskenler" demek, temiz, güzel ve lezzet duyulan meskenler demektir.

Bir başka âlim de şöyle der: Meskenlerin güzel oluşu, geniş ve ebedî oluşudur. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu güzel meskenler hakkında soruldu. O da şöyle buyurdu: ”Bunlar, cennette inciden yapılmış köşklerdir. Her köşkte kırmızı yakuttan yapılmış yetmiş ev vardır. Her evde yeşil zümrütten yapılmış yetmiş salon vardır. Her salonda yetmiş tane hizmetkâr kadın ve erkek vardır. Allahü teâlâ  mu'mine, bir günde bütün bu kadınlardan istifade edebileceği gücü ve kuvveti verir.

İşte en büyük kurtuluş budur. Yani yukarıda anlatılan mağfiret ve güzel vasıfları dile getiren mezkûr cennetlere girmek, en yüce kurtuluştur ki, artık bunun dışında kurtuluş olamaz.

Müfessirlerden bir kısmı şöyle söyledi: ”‘Fevz = Kurtuluş', sıkıntılardan kurtulma ve arzu edileni ele geçirme mânâsında olur. Birincisi mağfiret ile, ikincisi de cennete girdirip nimetlerinden istifade ettirmek suretiyle meydana gelir."

Bu kurtuluşun büyük oluşu şundan dolayıdır: Zaman, mekân ve mahiyet itibariyle öyle bir kurtuluştur ki, artık bundan sonra hiçbir sıkıntı ve hiçbir noksanlık yoktur. Çünkü, nimetler diyarında, kesintisiz ve zirvede olan bir kurtuluştur.

Kesinlikle bil ki, ticaretin dinî ve dünyevî olmak üzere iki türlü olduğunu bu âyet ifade ediyor. Buna göre, dünya ticaret mevsimidir. Ömürde, bu ticaretin müddetidir. İnsandaki organlar ve kuvvetler bu ticaretin sermayesidir. Kul ise, bir yönüyle müşteri, bir yönüyle satıcıdır. Kim sermayesini ölüm anında kesilecek olan dünya menfaatlerine sarf ederse, ticareti, zarara uğrayan dünyevî bir ticaret olur. Bu, başkaları şöyle dursun dinî ilimleri elde et inek veya sâlih amel işlemek suretiyle olsa dahi böyledir. Çünkü ”Ameller niyetlere göredir ve herkes niyetine göre muamele görecektir. ”Kim sermayesini, hiçbir zaman kesintiye uğramayacak olan âhirete ait hedefler için sarfc derse, işte bunun ticareti artacak ve kâr getirecektir. Bu kimseye şöyle denecektir: ”...Öyleyse yapmış olduğunuz bu alışverişe sevinin! Büyük kurtuluş da budur işte." (Tevbe: 111)

Herhalde burada ticaretten maksat, mal ve canın Allah yolunda harcanmasıdır. İmanın zikredilmesi, amellerde esas, emellerin kabulünde vesile olduğundan dolayıdır. Ticaretin kurtarıcı olma sıfatıyla vasıfiandırılması, istifade etmenin kurtuluşa bağlı olmasındandır. Buna göre: ”Günahlarınızı bağışlar" ifadesi, kurtuluşun sebebini açıklamaktır. ”Sizi çatlarından ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar" sözü ise, bu ticaretten meydana gelen menfaati belirtmektir. Dünyevî ticaret, geçici fakirlikten kurtulmaya sebeptir. Uhrevî ticaret ise, sonsuz bir fakirlikten kurtulmaya sebeptir. Âyet, bunu da açıklamış oluyor.

13

Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah'tan yardım ve yakın bir zafer. Yani sizin için, bu büyük nimete ilâveten, dünyada verilecek, hoşunuza giden bir nimet daha vardır. Bu ifadede, insanların dünya nimetlerini âhiret nimetlerine tercih ettiklerine dair ta'riz ve dünya sevgisinden dolayı azarlama vardır.

"Allah'tan yardım"dan maksat, Kureyş ve diğer düşmanlarınıza karşı Allah'tan gelecek yardımdır. Allah size yakın bir zafer ikram edecektir.

Mü'minleri (bunlarla) müjdele! Yani ey tüm peygamberlerin en kâmili! İnsanları bu çeşit çeşit dünya ve ahiret nimetleriyle müjdele! Onlar için, her iki dünyada, Allah'tan iyilik ve ikram vardır. Bu âyette, Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hak peygamber olduğuna dair delil vardır. Çünkü O, istikbalde olacak şeylerden haber verdi ve hadiseler haber verdiği gibi cereyan etti.

14

Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Yani, Allah'ın dinine yardım eden kimseler olun.

Nitekim Meryem oğlu İsâ havarilere: ’Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimdir?' demişti. Havariler hakkında biraz sonra bilgi verilecektir. Âyete şöyle mânâ verilmiştir: ”Allah'ın yardımına yönelen askerlerim kimlerdir?" Âyetteki şu cümle, bu mânâyı gerektirmektedir:

Havariler de: ’Allah yolunun yardımcıları biziz' demişlerdi.

Mânâ şöyledir: İsâ havarilere: ”Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimlerdir?" dediği zaman, havarilerin Allah'ın yardımcıları oldukları gibi siz de Allah'ın yardımcıları olun. Âyet şöyle de anlaşılabilir: Ey Rasûlüm Muhammed! İsa'nın havalilere dediği gibi sen de bunlara: ”Allah'ın yardımcıları olun," de.

"Havariler": İsâ (aleyhisselâm)'nın halis ve samimi yardımcılarıydı. ”Haver" kökünden gelmektedir. Haver, halis beyaz demektir. Bunlar Hazret-i İsa'ya ilk iman edenlerdir ve 12 erkektir.

Mukâtil şöyle der: ”Allah İsa'ya dedi ki: ’Karyeye girdiğin zaman, kenarında çamaşırcıların bulunduğu nehre gel ve onlardan yardım iste.' İsâ da onların yanına gelip: ’Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kimlerdir' dedi. Onlar da: ’Biz sana yardım ederiz,' deyip onu tasdik ettiler ve O'na yardım ettiler." Bu rivayete göre havariler, çamaşır yıkayan kimselerdi. Bir rivayete göre ise onlar, avcı kimselerdi.

Âlimlerden birisi dedi ki: ”Onlara havariler denmesinin sebebi, itikatlarının tereddüt ve şüpheden uzak oluşudur. Yahut da onlar, Cenab-ı Hakkin şu: ”...Ey Ehl-i Beyi! Şüphesiz Allah sizden sadece kusuru gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor." (Ahzâb:33) âyetinde işaret edilen ilmi ve dini, insanlara öğretmek suretiyle onların nefislerini temizledikleri için havariyyûn ismini almışlardır.

Bu tefsire göre Havarilere, temsil ve tebşih yoluyla temizleyici denmiştir. Ayrıca, insanların nefislerini avlayıp onları Hak'ka sevk ettiklerinden dolayı da ”avcılar" denmiştir. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) ”Zübeyr halamın oğlu ve benim havarimdir" buyurmuştur. Hendek Savaşmiıda da şöyle buyurmuştur: ”Bu topluluk hakkında kim bana bir haber getirir?" Zübeyr de: ”Ben" dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Hiç şüphesiz her peygamberin bir havarisi vardır. Benim de havarim Zübeyr'dir" buyurdu.(6) Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) burada Hazret-i Zübeyr (radıyallahü anh)'i dine yardım ettiğinden dolayı havarilere benzetmiştir.

6- Buhâri, Müslim ve Tirmizî Menâkıp'da tahrîc etmişlerdir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 9/6.

Bazı müfessirler şöyle derler: ”Bu hadis gösteriyor ki, havariler yalnız İsâ (aleyhisselâm)'ya has değildir. Çünkü bu kelime, ”has ve samimi yardımcılar" manasınadır.

Ma'mer (radıyallahü anh) şöyle söyledi: ”Allah'a hamdolsun ki, Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir takım havarileri vardı. Bunlar, bütün imkânlarıyla O'na yardım ettiler. 70 kişiydiler. Bunlar, Akabe gecesi, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile biat eden Müslümanlardır. ”

Süheyl de şöyle demiştir: ”Onlar, Allah'ın dinine yardım ettikleri için en sar oldular ve havari oldular." Ensâr. Evs ve Hazrec kabilelerine mensup Müslümanlardır. İslâm'dan önce bu isim kullanılmıyordu. Onları bu şekilde Allahü teâlâ  isimlendirdi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Kııreyş Kabilesi'nden de dört halife, Zübeyir, Osman ibn Maz'ûn, Abdulmuttalibin oğlu Hamza, Ebû Talih'in oğlu Ca'fer ve benzerleri gibi havarileri vardı.

Bunun ardından İsrailoğullanndan bir zümre inanmış, bir zümre de inkâr etmişti. ”Taife", sayı bakımından fırkadan az olan bir topluluk, demektir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: ”...Onlardan her fırkadan bir taife (gurup) olmalıdır..." (Tevbe: 122)

İsrailoğullanndan bir gurup, Hazret-i İsa'ya iman edip kendilerinden istemiş olduğu dine yardım vazifelerini ifa ederek O'na itaat ettiler. Diğer bir grup ise, inkâr edip Onunla savaştılar.

Neticede Biz, inananları düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler. Yani Cenab-ı Allah, Hazret-i İsa'yı semaya kaldırdıktan sonra, kavminden iman edenleri delilleriyle veya kılıçla destekleyip güçlendirdi.

Rivayet edildi ki: ”Hazret-i îsâ, semaya kaldırılınca kavmi üç guruba ayrıldı. Bir gurup dedi ki: ’O Allah'tı. Göğe yükseldi.' Bir gurup dedi ki: ’O, Allah'ın oğluydu, Allah oğlunu kendisine yükseltti.' Üçüncü bir gurup dedi ki: ’O, Allah'ın kulu ve Rasûlü idi. Allah Onu semaya yükseltti.' Bu söyleyenler gerçek mü'minlerdi. İnsanlar da bu üç guruptan birisine tâbi oldular. Gruplar birbirleriyle savaşmaya, başladılar. Kâfir olan iki gurup, mü'min guruba galip geldi. Nihayet Cenab-ı Hak Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i gönderdi de böylece mü'min gurup kâfir guruplara galebe çaldı. İşte ”Biz, inananları düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler" âyeti bunu ifade etmektedir.

Katâde bu âyetin, ”Delil ile burhanla galip geldiler," mânâsında olduğunu söyler. Nitekim yukarıda bu izah geçti. Çünkü rivayet olunduğuna göre müminler onlara şöyle dediler: ”Siz İsâ (aleyhisselâm)'nın uyuduğunu, Allah'ın ise uyumadığını, Hazret-i İsa'nın yediğini, içtiğini, Allah'ın ise bütün bunlardan münezzeh ve yüce olduğunu bilmiyor musunuz?"

Saff Sûresinin tefsiri Allah'ın yardımıyla bitti.

0 ﴿