CUMU’A SURESİ

1

Göklerde ve yerde olanların tümü, mülkün sahibi, noksanlıklardan münezzeh, emrinde galip, yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibi olan Allah'ı tesbih ederler. Canlı ve cansız ne varsa, hepsi devamlı olarak Allah'ı tesbih ederler. Göklerde olanların tümü örneksiz ve sanatlı yaratılan üstün varlıklardır. Yerde olanlar süfli varlıklardır. Hayat ve tesbih cihetiyle tümü Allah'a nisbet edilirler. ”Azız", irade ettiği her şeyi yapabilen; ”hakim", misilsiz ve noksansız hikmet sahibi demektir. Haşr Sûresi'nde bu isimlerin mânâları geçti.

Bu fakir der ki: Cenab-ı Allah, bu sûreye tesbih ile başladı. Çünkü bu sûrede Peygamber'in gönderilmesinden bahsedilmektedir. Alemin mürşidsiz kalması hikmete aykırıdır. Allah'ı böyle bir durumdan tenzih etmek vaciptir. Sonra Yahudilerin, Allah'ın çocukları ve dostları olduklarım iddia etmelerinin açıklanması var bu sûrede. Nihayet bu sûrede, zikir esnasında alış verişi terketmekten, duâ, hamd, tesbih ve buna benzer ibadetlere şamil olan hutbeyi dinlemekten bahsedildiği için de evvela tesbih ile başlandı.

2

Ümmîler arasından kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur.

"Ümmî", Arap ümmetine mensup demektir. Fakat müfessirlerce yaygın olan ”ümmî", bir kitaptan okumayan ve yazma bilmeyen kimsedir. Fıkıhçılara göre ümmî, Kurandan hiçbir şey bilmeyen kimsedir. Sanki ümmî kişi, insanın beşerî münasebetlerde zarını olarak elde ettiği malumat cinsinden yalnız anasından öğrendikleriyle kalan kişidir. Ümmî peygamber, âdetleri üzere bulunduğundan dolayı, yazmak bilmeyen bir millete mensup olan peygamber demektir. Umumun âdeti üzere bulunan kişiye ”âmî" denildiği gibi, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ümmî denildi. Çünkü O, hiç kitap okumuş yazmış değildi. Bu durum, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir fazilettir. Çünkü O, ezberlemeye muhtaç olmadığı gibi Allah'ın kendisini garanti ettiğine dayanıp güveniyordu. Bu durum şu âyetle sabittir: ”Sana Kur'an'ı okutacağız da sen onu hiç unutmayacaksın." (el-A'lâ:6)

Denildi ki, Ümmü'l-Kurâ denilen Mekke'ye nisbetinden dolayı Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ümmî denildi.

Bu izahlara göre âyetin mânâsı şöyle olur: Araplar içerisinden bir peygamber gönderen O'dur. Araplara da ümmî dendi, çünkü Arapların çoğunluğu diğer milletlere nisbetle okuma yazma bilmiyorlardı. Çoğunluğa göre isimlendirildiler. ”Arapların çoğunluğu" dedik. Çünkü az da olsa aralarında okuma yazma bilenler vardı.

"Ümmîler arasından" demek, onların nesebinden, onlar gibi ümmî ve Arap olan demektir. Bunun Araplar için bir ihsan oluşunun yönü, hâllerinin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)irı hallerine benzemesi ve kitaplardan ilim elde etmemesidir. Onlar, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in durumunu ve nesebini biliyorlardı.

Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmî olan Araplar içerisinde gönderilmesi, davetinin umumi oluşuna zarar vermez. Bu yönüyle ”ümmî olan Araplar" diye kayıtlanması, aksi manânın hükmün dışında tutuluşundan dolayı değildir. Şu âyet ve benzerleri bunu ifâde eder: ”Biz seni, bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik..." (Sebe':28) Üstelik ”ümmî olan Araplar içerisinden" ifâdesi ile ”ümmî olan Araplara" ifâdesi arasında fark olduğu açıktır. Böylece Hristiyan ve Yahudilerin, ”Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) yalnız Araplara gönderilmiştir" deyip bu âyeti delil göstermeleri bâtıl (desteksiz) olmuş oluyor. Ayrıca Cenab-ı Hak bu âyet ile Yahudilerin Araplara ”Biz kitap ehliyiz, sizler cahilsiniz, kitabınız yoktur," diyerek onlara dil uzatmalarını, kınamalarım da reddetmiştir.

Rasûi-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Araplar gibi ümmî olduğu, tahsili ve okuması olmadığı halde Allah'ın âyetlerini yani Kur'anı onlara okuyordu. Onları çirkin amellerden ve bozuk inançlardan temizliyor, onları tertemiz insanlar haline getiriyordu.

"Onlara Kitabı ve hikmeti öğreten..." ifâdesi ve bundan evvel sayılan hususlar, şükrü gerektiren büyük nimetlerdir. Hasan Basri (radıyallahü anh)nin dediği gibi kitaptan maksat Kur'an, hikmetten maksat da sünnettir. Kur'an ve sünnet tâliminden başka mucize olmasaydı, bu ikisinin tâlimi bile yeterdi. Burde Kasidesinde Bûsirî şöyle der:

Cahiliyyet devrinde bulunan Ümmî'deki ilim ve yetimlik zamanındaki ahlâk ve âdap, mucize olarak sana yeter.

Halbuki onlar, önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler. Yani durum şudur ki, ümmîler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderilmesinden ve gelmesinden önce, cahiliyyet pisliği ve şirkten oluşan apaçık bir sapıklık içindeydiler ki, bundan daha büyük bir sapıklık göremezsin. Bu cümle, Arapların kendilerini ir şad edecek kimseye olan şiddetli ihtiyaçlarını açıklamakta ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın başka birisinden ilim elde ettiği vehmini gidermektedir. Çünkü bizzat Arapların kendileri. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinden önce sapıklık içinde olunca, onun kendilerinden olan bir kişiden ilim elde etmesi vehmi ortadan kalkmış olur.

Müftü Sa'dî şöyle dedi: ”Şu husus açıktır ki, sapıklığın tümüne nisbet edilmesi genelleme yoluyladır. Çünkü onların içerisinde Varaka b. Nevfel, Zeyd İbn Nüfeyl, Kuss bin Saide ve Rasûlüllahin haklarında: ”Onların herbirisi bir ümmet olarak diriltilirler", buyurduğu diğer hidayette olan kimseler vardı."

Bu fakir (müellif) de der ki: Sa'di'nin bu sözü, yukarıda belirtilen: ”Rasûlüllahin başkasından ilim elde etmesi vehmini giderme" açıklamasına karşı bir itirazdır. Fakat hiç yerinde olmayan bir itirazdır. Çünkü, Varaka b. Nevfel gibi yukarıda isimleri geçen kişilerin hidayette oluşu, yalnız tevhid noktasındadır. Onlar, ilâhî hükümler ve şerîatler hususunda dalâlette idiler. Cenab-ı Hakkin şu sözüne dikkat etmez misin? ”Seni dalâlette bulup da hidayete erdirmedi mi?" (Duhâ:7) Halbuki Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine nübüvvet verilmeden önce de Allah'a şirk koşmamış, zina etmek ve içki içmek gibi günahlara girmemiş, eğlence ve oyunlarla zaman geçilmemiştir. Buna göre, yukarıda adları geçen kimselerin bir yönüyle hidayette olmaları, başka bir yönden dalâlette olmalarına aykırı olmaz. Bu mânâya: ”Kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen..." kavli şerifi dalâlet etmektedir. Çünkü, Allah'ın âyetlerini okumak, şeriat ve ilâhî hükümleri öğretmekle, mutlak olarak sapıklıktan kurtuluş ve nefislerin temizlenmesi hasıl olur. Bunu bil.

3

Bu Peygamber, mü'irinlerden henüz kendilerine katılmamış bulunan diğer insanlara da (onu öğretir.) ”Aharın" kelimesi, el-ümmiyyîn kelimesine atfediliridir. Mânâ şöyle olur: ”Allah Onu, kendi zamanındaki ümmîlere ve zamanında olmayan diğer ümmîlere gönderdi." Veya ”yualli-muhum" fiilinin mef'ulüne atfedilmiştir. O zaman mânâ şöyle olur: ”Onlara ve onlardan olan diğerlerine öğretir." Onlardan olan diğerleri. Araplardan gelecek olanlardır. ”Onlardan" ifâdesi ”diğerleri" kelimesinin sıfatına bağlıdır. Mânâ şudur. Araplıkta ve ümmîlikte onlar gibi olan diğerlerine... Ama ”diğerleri"nden maksat, Arap olmayanlarsa o zaman diğerleri kelimesine bağlı olur.

"Henüz kendilerine katılmamış bulunan..." Yani henüz ümmîlere katılmamış kimseler olup onların zamanlarında hayatta olmayan ve fakat istikbalde onlara katılacak olanlardır. Bunlar, onlardan sonra gelecek olan Araplar ve Arap olmayanlardır.

Denildi ki: ”Gelecek olanlardan maksat, fazilet ve hayır yarışında onlara ulaşamıyacak olanlardır. Çünkü Tabiînler, hiçbir hususta Sahabe-i Kirama ulaşamazlar. Araplara nisbetle acemler de böyledir."

Bu âyet, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bütün âlemlere gönderilmiş bir peygamber olduğuna ve O'nun tebligatının, zamanında yaşayan ve kendilerine ulaşan tüm kişiler için hüccet olduğuna dair delildir. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: ”...Hangi topluluk onu inkâr ederse, işte cehennem ateşi, onun varacağı yerdir..." (Hûd: 17)

O, Allah

azizdir, izzet ve küvette çok üstündür. Bunun içindir ki, bu kadar büyük bir işi, okuma yazma bilmeyen bir kişiye başarma imkânı vermiştir.

Hakimdir. Hikmet ve yarar gözetmede pek yücedir. Bundan dolayıdır ki, tüm insanlar arasından Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i seçmiştir.

4

Bu, Allah'ın lütiüdur. Rasûlüllahin diğer fertler arasından kendisiyle üstün kılındığı meziyet, kendi zamanındaki ve gelecek asırlardaki tüm insanların peygamberi oluşudur.

Onu dilediğine verir. O bir fazilet ve hediyedir, onda sebeplerin hiçbir etkisi yoktur. Çünkü kerem sadece O'ndandır. Sebepler O'na karışmaz, çarelere baş vurmakla o lütuf elde edilmez.

Allah, büyük lütuf sahibidir. Öyle ki, bütün dünya nimetleri O'nun lütfü yanında küçük ve değersiz kalır.

Keşfu'l-Esrâr isimli kitapta şöyle denmiştir: ”Allahü teâlâ  Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı büyük lütuf sahibidir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i insanlara peygamber olarak göndermesi ve O'na uymaları için yardım etmesi suretiyle insanlara karşı da büyük lütuf ve kerem sahibidir."

5

Kendilerine Tevrat yükletilen lerden maksat, Tevrat'ı bilip onunla amel etmekle sorumulu olan Yahudilerdir.

Sonra da onu taşımayanların durumu, yani, Tevrat'ın içindeki âyetlerle amel etmeyenler, sadece o âyetleri okumakla yetinenlerdir ki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetini dile getiren âyetler de bu cümledendir.

Âyetteki ”durumu" diye ifâde ettiğimiz ”meselühüm" ifâdesi, ”şaşılacak durumları" manasınadır.

Koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir. ”Eşek" kelimesiyle cehalet ifâde edilir. Araplar şöyle söyler: ”O, eşekten daha kâfirdir." Yani daha cahildir. Çünkü küfür cehalettendir. Tevrat'taki âyetlerle amel etmeyen Yahudilerin eşeğe benzetilmeleri, onlara ağır bir hakaret, ihanet, alay ve kafasızlıkla itham edip azarlamadır. Çünkü eşek, kafasızlıkla anılır. Sığır da her ne kadar kafasızlıkla meşhur olsada yük taşımaya elverişli değildir. Şâir şöyle söylemiştir:

Ey genç! İlim öğren, çünkü cahil kalmak ayıptır. Cahilliğe, eşekten başkası razı olmaz.

"Koca koca kitapları taşıyan..." Yani ilim kitaplarım taşıyıp yorulan ve onlardan yararlanmayanlardır. ”Koca koca kitaplar" diye ifadelendirilen ”Esfâr" sifr'in çoğuludur. Sifr, kitap manasınadır.

Râğıb der ki: ”Sifr, gerçekleri açığa çıkaran kitap demektir."

Âyette ”esfâr" kelimesinin özellikle kullanılması, Tevrat, her ne kadar okunduğu zaman mânâsı açığa çıkar ve içindeki hakikatler gerçekleşebilir ise de, cahil kişinin sırtında, kitap taşıyan eşek gibi onun mânâsını hemen hemen açık olarak anlayamadığına dikkatleri çekmek içindir.

Kamus isimli lügat kitabının izahına göre ”sifr", büyük kitap yahut Tevrat cüzlerine denir. Bu âyette Cenab-ı Hak, ayrıca dikkatleri şu noktaya da çekmiştir: Kitap taşıyan kişinin, onun mânâlarını öğrenmesi, içindeki hakikatleri bilmesi ve onunla amel etmesi gerekir. Tâki Yahudilere yapılan kınamaya muhatap olmasın.

Allah'ın âyetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür!

Allah'ın âyetlerini yalanlayanlar, çok kötü bir örnek olarak nitelenmişlerdir. Âyette özellikle kınananlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nübüvvetinin sıhhatine şahitlik eden Tevrat'taki âyetleri inkâr eden Yahudilerdir.

Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Yalanlamayı, tasdik etme yerinde kullananları... Yahut da Yahudi ve benzerleri gibi, dalâleti hidayete, şekâveti saadete ve düşmanlığı yardım etmeye tercih etmek suretiyle kendilerini ebedî azaba maraz bırakarak kendi kendilerine zulmedenleri doğru yola iletmez. Ayette onların durumları, eşeğin durumuna benzetilerek çirkinlikleri ortaya konmuş ve yasaklanmışlardır. Çirkine benzetilen çirkindir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: ”...Şüphesiz seslerin en çirkini merkeplerin sesidir." (Lokman: 19)

Şu halde cahilin ve kuru iddia sahibinin sesi, eşek sesi gibi yadırganır. Hatta cahilin sesi daha sapık ve daha düşüktür. Bu cihetle cahil her yönüyle zararlıdır. Eşekte yarar vardır. Çünkü o, yükler taşır, kadın ve erkekler gerekirse ona binerler.

6

De ki: ’Ey Yahudiler! Bütün insanları bir yana bırakarak yalnız kendinizin Allah'ın dostları olduğunuzu sanıyorsanız... Arapçada ”muhâdât", meyletme, yönelme ve sapma mânâsına gelir. Bu mânâdan dolayıdır ki bazı müfessirler demişlerdir ki: ”Tehavvedû-Yahudileştiler" demek, hakkı ve İslâm'ı bırakıp Yahudi oldular demektir. Daha önce de geçtiği gibi Yahudilik bâtıl dinlerdendir.

Râğıb dedi ki: ”el-Hûd, yumuşaklıkla dönmek demektir. Örfte tövbe etmek mânâsında kullanılmıştır."

Bazı bilginler şöyle demişlerdir: ”Aslında ”yehûd", İsrail oğulları'nın: ”...Biz tevlıe edip sana döndük..." (A'râf: 156) sözlerinden gelmektedir. Buna göre ”yehûd", övgü ifâde eden bir kelime olur. Daha sonra Yahudilerin şeriatı nesh olunca övgü mânâsı kalktığı halde onlar hakkında bu kelime kullanılmaya devam etmiştir. Nitekim ”nesârâ" kelimesi de havarilerin ”Biz Allah'ın ensârı-yardımcılarıyız" (Saff: 14) sözlerinden gelmektedir. Sonra şerîatleri nesh olunduğu halde bu isim onlar için kullanılmaya devam etmiştir."

Cenab-ı Hak. Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde kâfirlere dolaylı olarak hitabetmiştir. Bu âyette de öyledir. Çünkü kâfirler, Allah ile kendi aralarına vasıtalar sokmuşlardır ki bunlar, putlardır. Müminlere gelince, Cenab-ı Hak onlara umumiyetle vasıtasız hitabetmiştir. Meselâ: ”Ey iman edenler!" nidasında olduğu gibi. Çünkü müminler, vasıtaları ortadan kaldırmışlardır. Bunun için Allahü teâlâ  da kendisi ile mü'min kulların arasındaki vasıtaları kaldırmıştır.

"Sanıyorsanız" anlamındaki kelimenin kökü olan ”zum", delilsiz söz demektir.

Kamus sahibi der ki: ”'Zu'm, hak bâtıl ve yalan söz mânâlarına gelir. O, zıt manâlı kelimelerdendir. Umumiyetle şek ve şüphe olan hususlarda kullanılır." (1)

1- Kamusta, şöyle denilmektedir: ”Zu'm", -Zâ üç hareke ile de okunabilir- söylemek mânâsmdadır. Hak olsun bâtıl olsun, söz anlamında olduğu da söylenmektedir. İbnü'l-Ârabî Ümeyye için zu'm'u hak söz anlamında kullanarak şu beyti söylemiştir:

Ben size kefilim; Rabbiniz,

Söylediği sözü sizin için yerine getirecektir.

Râğıb da dedi ki: ”'Zum', yalan ihtimali olan bir sözün hikâye edilmesidir. Bunun içindir ki, Kur'an-ı Kerim'de kullanılan her yerde onu söyleyenleri kınama kastedilmiştir. Bir şeyin sorumluluğunu üstlenen kişiye ve başkana da’zaîm' denmiştir. Çünkü bunların sözlerinde yalan olma ihtimaline inanılmaktadır.

"Evliya", velînin çoğuludur.’Veli', sevimli dost manasınadır."

Âyetteki, ”bütün insanları bir yana bırakarak..." ifâdesinden maksat, Yahudi olmayanlardır. Bazılarına göre ise, Arap olsun olmasın bütün Müslümanlardır. Allah bununla Yahudilerin söyledikleri şu sözlerini kastediyordu: ”Biz Allah'ın oğulları ve dostlarıyız, dediler..." (Mâide:18) Onlar âhiret yurdunun (cennetin) yalnız kendilerine ait olduğunu iddia ederler. ”Yahudiler dediler ki: ’Cennete yalnız Yahudi olanlar gireceklerdir...'" (Bakara: 111)

Allah da onların yalanlarını açığa vurmak için Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a onlara şöyle söylemesini emretti:

Eğer siz buna inanıyorsanız,

bu iddianızda samimi iseniz ölümü temenni edin!' Yani Allah'tan, sizi öldürmek suretiyle bu imtihan dünyasından çıkarıp mükâfat yurdu olan âhirete koymasını temenni ediniz ve: ”Ey Allahım! ’bizi öldür' deyiniz."“Temenni", bir şeyi nefiste takdir ve hayal etmektir.

Bazı ilim ehli dedi ki: ”Temenni ile iştihâ (arzu, can çekme) arasındaki fark şudur: Temenni iştihâdan daha geneldir. Çünkü Temenni mümkün olmayan şeylerin arzu edilmesidir. İştihâ ise, mümkün olanların istenilip arzu edilmesidir."

"Bu iddianızda samimi iseniz..." sözünün izahı şudur: Eğer iddianızda samimi iseniz ve onun hak olduğuna güveniyorsanız ölümü temenni ediniz. Hiç şüphe yoktur ki, cennet ehlinden olduğuna kesin olarak inanan kişi, sıkıntılar ile dolu olan bu dünyadan kurtulup ebedî âleme intikal etmek ister. Ebedî âleme de ancak ölüm ile ulaşılır.

7

Ama onlar, yaptıklarından dolayı ölümü asla temenni etmezler.

Bu âyet, Yahudilerden meydana gelecek durumu haber vermektedir. ”Ebeden" kelimesi, uzun zaman mânâsında zarftır. Mutlak zaman mânâsında değildir. Burada, ”dünyada kaldıkları müddetçe" demektir. Bakara Sûresinde: ”Ölümü asla temenni etmeyeceklerdir." (Bakara: 95) buyurulmaktadır. Çünkü Yahudilerin Bakara Sûresi'nde anlatılan iddiaları, aşırı ve kesindir. Bu iddia, cennetin yalnız kendilerine ait olduğu iddiasıdır. Onun için iddiaları ”len" kelimesiyle reddedilmek suretiyle mübalağa gösterilmiştir. ”Len" kelimesi, olumsuzluk ifâde eden lâfızların en güçlüsüdür. Bu Cuma Sûresi ildeki iddiaları ise, noksan ve tereddütlüdür. Burada iddiaları, Allah'ın dostları oldukları iddiası ve kanaatleridir. Onun için olumsuzluğu ifâdede ”la" ile yetinilmiştir.

Yahudiler, cehennem ateşine girmeyi gerektiren günahları ve küfrü işledikleri için ölümü temenni etmezler. İşledikleri suçların başında, Tevrat'ın hükümlerini tahrif etmek ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in niteliklerini haber veren âyetlerini değiştirmek gelir. Böyle günahları sebebiyle, öldükten sonra azaba uğrayacaklarını biliyorlardı.

Allah, zalimleri çok iyi bilir. Bu cümlede zamir yerinde ismin kendisi kullanılmıştır. Maksat, onların her işlerinde zulmettiklerini kesinlikle ifâde etmektir. Bu cümle şu mânâyı dile getiriyor: Allahü teâlâ  onları, onlardan meydana gelen ve kendilerini çeşit çeşit azaplara götüren günahlarını ve türlü türlü zulümlerini, istikbalde kendilerini azaba sürükleyecek Hak'tan kaçışlarını hakkıyla bilir.

Ayetlerde haber verildiği gibi durum aynen vaki olmuş ve onlardan hiçbir kimse ölümünü temenni etmemiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Sizden hiçbiriniz ölümü temenni emesin. Salih kul ise umulur ki sâlih amelini çoğaltır, günahkâr bir kimse ise tevbe ve taat yoluyla Allah'ın rızasını talep eder." (2)

2- Buhârî, Nesâî ve Müslim şu lâfızla tahrîc etti: ”Sizden kimse ölümü temenni etmesin. O gelmeden onu çağırmasın. Şüphesiz o öldüğü zaman ameli kesilir. Şüphesiz mü'min (mirimde ancak hayrı artırır." Bkz. Câmiıt'l-Usûl, 2/555.

8

De ki: ’Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Küfrünüzün günahı sebebiyle azaba tutulmaktan korkarak, temenni etmeye cesaret edemediğiniz ölüm mutlaka size ulaşacaktır. Ölüme karşı duracak hiçbir engel yoktur. Yani siz ölümden firar etseniz de ölüm size mutlaka kavuşacaktır. Sanki ölümden kaçmak, ölümle karşılaşmanın ve ona süratle ulaşmanın sebebidir. Çünkü ölümden kaçan kişi, ömründe bereket bulamaz. Tam tersine, farkına varmadan ölüme doğru kaçmış olur. Böylece karşı karşıya gelir ve ölüm onu karşılar. Şöyle bir söz var: ”Bir iş tersine dönmeye başladı mı, başvurulan çareler felâkete sebep olur."

İnsan iradesinin dışında fıtrî olarak gelen ölümden

sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a döndürüleceksiniz. Arapçada ”redd", bir şeyi olduğu gibi geri çevirmek demektir. Âyette bu anlamdadır. Nitekim şu âyette de bu mânâ kullanılmıştır: ”Eğer onlar, dünyaya geri gönderilseler yine yasaklandıkları şeylere döneceklerdir." (En'am:28) Veya ”redd", kişinin içinde bulunduğu durumlardan birisine döndürülmesidir. Şu âyette bu mânâdadır: ”...Sizi geri çevirirler..." (Âl-i İmrân: 149) Kendisinden başka hiçbir mâlik ve hâkimin bulunmadığı, durumumuzun kendisine gizli olmadığı Allah'a döndürüleceksiniz.

Allahü teâlâ  bu âyette, onların görünen amelleri ve gizli halleri itibariyle, kendi zatını ”görüleni ve görülmeyeni bilen" sıfatıyla nitelendirdi. Bunun izahı Haşr Sûresi'nde geçti.

Küfür, günahlar, görünen ve görünmeyen çirkinlikler gibi işlemiş olduğunuz ameller sebebiyle sizleri cezalandırarak

O, sîze (bütün) yaptıklarınızı haber verecektir.

9

Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı zaman hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. ”Nida", sesin yükselmesi ve ortaya çıkmasıdır. Namaza nida, şerîatte belli lâfızlarla olur. Bu âyette namazdan maksat, cuma namazıdır. Nitekim âyetteki ”cuma günü" ifâdesi, bunu göstermektedir. Buna göre: ”Cuma namazı için ezan okununca..." demek olur. Burada kastedilen ezan, Hanefî mezhebindeki sahih olan kavle göre ilk ezandır. Çünkü cuma namazım insanlara bildirme ilk ezanla hasıl olur, kastedilen ezan, cami içinde ve minber önünde okunan ezan değildir.

Bu güne cuma denilmesinin sebebi, insanların o günde cuma namazı için toplanmalarındandır. Bu görüşe göre ”cuma" İslâmî bir isimdir. Başka bir görüşe göre ise, cuma gününü cuma olarak isimlendiren ilk şahıs Ka'b ibn Luey'dir. Bu adla isimlendirmesinin sebebi, Kureyş halkının bu günde Ka'bin etrafında top lan maşıdır. Daha önce Araplar bu güne, ”urûbe" derlerdi. Urûbe, ortaya çıkma, görünme manasınadır. Daha başka bir görüşe göre de, ensar (Medineli Müslümanlar) hicretten evvel dediler ki, her yedi günde bir Yahudilerin toplandıkları bir gün var. Hristiyanların da böyle bir günü var. Gelin, biz de kendimize bir gün tayin edelim. O günde toplanıp Allah'ı zikredip namaz kılalım. Bunun üzerine ”Cumartesi Yahudilere, pazar günü de Hristiyanlara aittir. Bizim toplanacağımız gün de urûbe günü olsun" dediler. Böylece Sa'd İbn Zürâre'nin yanında toplandılar. Sa'd da onlara iki rekât namaz kıldırdı ve bir araya geldiklerinden dolayı bu güne cuma adını koydular. Allah da cuma âyetini indirdi. Bu, İslâm'da ilk cumadır.

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in kıldırdığı ilk cuma namazına gelince, o şöyle olmuştur: Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine-i Münevvere'ye hicret buyurduğunda, Rebiulcvvel ayının on ikisi olan pazartesi günü, Küba'da Amr İbn Avfin oğulları yanında konakladı. İlk vardığında kaba kuşluk vaktiydi. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Küba'da, pazartesi, salı, çarşamba, ve perşembe günleri ikamet buyurdular. Burada Küba Mescidini inşa ettiler. Cuma günü Küba'dan Medine-i Münevvere'ye müteveccihen yola çıktılar. Salim İbn Avf Oğulları'nın yurduna gelince cuma namazı vakti girdi. Buradaki Müslümanlar bir mescid edinmişlerdi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) burada cuma namazı kıldırıp hutbe okudular. Bu. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Medine-i Münevvere'de okudukları ilk hutbedir.

Bu âyet, Yahudilerin Araplara: ”Bizim cumartesi günümüz var, sizin ise yok" diyerek dil uzatmalarını reddir.

"Koşun" diye ifâde ettiğimiz, ”fesdv" kelimesinin aslı olan ”sa'y" ile ilgili olarak Râğıb dedi ki: ”Sa'y, süratli yürümektir. Koşmaktan biraz daha yavaştır." Mânâ şöyle olur: Ezan okununca cuma namazı kılmak ve hutbe dinlemek için yürüyün. Çünkü hem namaz, hem de hutbe Allah'ın zikrini, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)i, Râşid Halifeleri ve takva sahibi müminleri anıp övmeyi ihtiva etmektedir. Vaaz ve hatırlatma da, Allah'ı zikretmek hükmündedir. Fakat zalimleri ve onların unvanlarını anmak, bedduaya lâyık oldukları halde onları övmek ve onlara duâ etmek şeytanı zikretmek cümlesindendir. Keşşafta belirtildiğine göre, cumaya gitmek için yürümek de zikrullahın derecelerindendir.

Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh)'den şöyle rivayet olunmuştur: ”Allah'a yemin olsun ki, cuma için sa'y etmek, ayaklar üzerinde koşmak mânâsında değildir. Çünkü Müslümanlar, namaza sekînet ve vakar içerisinde gelmekle emrolunmuşlardır. Cumaya sa'y etmek, kalp, niyet, huşu ve erken gitmek ile olur." (3)

3- Zemahşerî dedi ki: Selef-i Salibin zamanında cuma günleri erken çıkan Müslümanlarla yollar dolar taşardı. Seher vakitlerinde ve fecirden sonra, cumaya erken çıkanların sevaplarına nail olabilmek için develerine biner yola çıkarlardı. Çünkü sahih bir hadiste şöyle buyrulmuştur: ”Cuma gününde, camilerdeki kapıların lıerhirinde melekler bulunur. Bunlar, cuma namazı için evinden çıkıp camiye gelen Müslümanların öncelik sırasına göre yazarlar. İlk çıkan büyük bir deveyi, sonra çıkan bir sığırı, daha sonra çıkan bir tavuğu, ondan sonra çıkan bir yumurta sadaka vermiş gibi olur. İmam hutbeye çıkınca melekler de hazır bulunur ve hutbeyi dinlerler."

Ayetteki ”sa'y" kelimesinde, cuma namazına ağır davranmaktan nehiy, temiz bir kalp ve iştiyakla gitmeye, tembellik ve sıkıntı göstermemeye teşvik vardır. Aynı zamanda cumaya gitmemenin şeytanın fiili olduğuna da işaret vardır. Bütün bunlar, hasta, â'ma, köle, kadın, kötütürüm ve yolcu olmayan kimseler içindir. Çünkü bunlar, cuma namazı ile mükellef değillerdir. Onlara nida edilmiş sayılmaz. Hastaların, kötürümlerin ve körlerin camiye gitmeleri mümkün değildir. Halbuki Cenab-ı Hak ”sa'y ediniz" buyuruyor. Kadınlara, evlerinde durmaları Kuran âyetiyle emrolunmuştur. Köle efendisinin hizmetiyle, yolcu da yolculukla meşguldürler.

"Alış verişi bırakın" sözü, işi bırakırı anlamındadır. Burada alış veriş, mutlak olarak muameleden kinayedir. Meselâ satın almak, kiraya vermek, emek sermâye ortaklığına girişmek gibi. ”Alış-veriş" İfâdesini hakikati üzerine bırakmak da mümkündür. Bu durumda diğer işler, delâlet yoluyla hükme dahil olur.

Alimlerden birisi şöyle söyledi: ”Satmaktan yasaklamak, satın almaktan nehyi de içerir. Çünkü ikisi birbirine nisbet edilen şeylerdir. Birbirlerinden ayrı olmaları düşünülemez. Bunun için sadece’satışı' söylemekle yetinilmiştir. Aslında Cenab-ı Hak, zikrullaha engel olan dünya meşguliyetlerini terketnıeyi emretmek istemiştir. Fakat dünya meşguliyetlerinden yalnız alış veriş söylenmiştir. Çünkü cuma günü, insanların her taraftan toplanıp geldikleri bugündür. Öğle vakti yaklaşınca alış veriş çoğalır. Bu vakit, Allah'ı zikretmek ve mescide gitmekten gafil olabilme zamanı olduğu için, müminlere denmiştir ki: ’Ahiret ticaretine koşun, dünya ticaretini bırakın. Kendisinden daha faydalı ve daha kârlı hiçbir şeyin bulunmadığı zikrullaha koşun. Menfaati önemsiz ve kârı az olan alış verişi bu saatte terkedin.'"

Bu, zikrullaha koşmanız ve alış verişi bırakmanız

eğer bilirseniz sizin için daha hayırlıdır. Ticaretle uğraşmanızdan daha hayırlıdır. Çünkü ebedî hayatın faydası daha büyük ve sonsuzdur.

10

Namaz bitince yeryüzüne dağdın ve Allah'ın lütfundan isteyin. Çağrıldığınız namaz edâ olununca, çıkarlarınızı elde edebilmek ve ihtiyaçlarınızı görebilmek için yeryüzüne dağdın. Yani herbiriniz, geçiminiz için elde edilmesi gereken, meşru ihtiyaçlarınızın bulunduğu yerlere gitmek suretiyle yeryüzüne dağdın.

Bir Müslümanın cuma namazından sonra geceye kadar camide kalması caizdir, hatta müstehabdır. Böyle olduğu halde ”yeryüzüne dağdın" emrinin ifade ettiği mânâ ne olabilir diye bir soru soracak olursak buna verilecek cevap şudur: Âyetteki bu emir, ruhsat ifade eden emirdir. Azimet ifade etmez. Mânâ şöyle olur: Cuma namazının hakkını edâ ettikten sonra yeryüzüne dağılmanızda sizin için hiçbir sakınca yoktur.

"Allah'ın lütfü" luhm maksat, kârdır. Yani sizin için ne şekilde mümkün olursa olsun, meşru kazançlardan olan ticaret ve diğer yollarla, kendinizin ve çoluk çocuğunuzun helâl rızkını arayın. Yasaktan sonraki kayıtsız emir ibâlıe İfade eder, vücûp ifade etmez. Şu âyette de olduğu gibi: ”İhramdan çılanca avlanın." (Mâide:2)

Allah'ı çok zikredin Allah'ı hem dil hem de kalp ile devamlı zikredin. O'nu zikretmeyi, yalnız namaza hasretmeyin.

Umulur ki kurtuluşa erersiniz. Dünya ve âhiretin iyiliklerini elde etmeyi umuyorsanız böyle yapın.

11

Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman, seni ayakta bırakarak hemen dağılıp oraya giderler. ”Dağılıp giderler" diye ifâde ettiğimiz ”infezzû" kelimesi, bir şeyi kırıp parçalara ayırmak anlamındaki ”el-fazzu" kelimesinden türemedir. Âyette önce ticaret ve eğlence kelimeleri geçtiği halde, onların yerini tutmak üzere getirilen zamir tekildir. Çünkü iki kelime biri birine, veya anlamındaki ”ev" edatı ile bağlanırsa, onlara giden zamir ikil olmaz. O halde, uygun olanı, zamirin geçen kelimelerden herhangi birine döndürülmesidir. Ama, ticaretin tahsis edilmesi kinaye yoluyla uygundur. Çünkü maksat odur. Ya da ticarete ihtiyaç olduğu halde Rasûlüllahı bırakıp ona koşmak yasaklanınca, hiç ihtiyaç yokken hatta kınanılmış olan eğlenceye koşmanın öncelikle yasak oluşuna delâlet ettiği için müfret getirilmiştir. Zamirin ”görme ”ye râcî olduğu da söylenmiştir. Ayrıca ”il ey ha" kelimesini, ”ev" edatını taksim anlamında alarak ”ileyhimâ" şeklinde okuyanlarda olmuştur.

Bu âyetteki ticaretten maksat, Dihyetu l-Kelbî'nin yaptığı ticarettir. Yani bu ticaret, âyetin nüzulüne sebep olmuştur. ”Eğlence") insanı, yapması gereken ve asıl hedefi olan görevlerinden alıkoyan şeylerdir. Burada kastedilen, davulun sesleridir. Dihyetü'l-Kelbî, bir ticaretten geldiği zaman bilinip duyulması için davul çaldırırdı. Yahut da ticari kervan gelince, o ticaretle ilgili olanlar davullarla, deflerle ve alkışlarla kervanı kaşılarlardı. Burada eğlenceden maksat budur, denmiştir.

Rivayet olundu ki. Dihyetü'l-Kelbî (radıyallahü anh) Şam'dan bir ticarî kervanla Medine-i Münevvere'ye geldi. Bu, İslâm'a girmeden önceydi. Medine'de de açlık ve pahalılık vardı. Kelbî'nin ticaret kervanında buğday, un, zeytinyağı gibi Medine halkının muhtaç olduğu her şey vardı. Kelbî geldiği sırada Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) cuma hutbesi okuyordu. Camide Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)i dinleyen cemaat, Kelbî'nin geldiğini duyunca, başkaları kendilerini geçerler endişesiyle yerlerinden kalkıp ticaret kervanına doğru gittiler. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında 11 veya 12 kişi kaldı. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa'd İbn Ebî Vakkas, Abdurrahman İbn Avf, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Said İbn Zeyd, Bilâl, Abdullah İbn Mes'ûd (Allah cümlesinden razı olsun) kalanlar arasındaydı. Bir rivayette Abdullah İbn Mes'ûdun yerine Ammar İbn Yâsir söylenmiştir. Müslim, Câbir'in de kalanlar arasında olduğunu zikretmiştir. Kalanlar arasında bir de kadın bulunuyordu. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Muhammed'in hayatını kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun ki; eğer Müslümanların tümü camiden çıksaydı, Allah şu vadiyi çıkanlar üzerine ateşle tutuşturur du. ”(4)

4- Hafız Ebû Ya'lâ rivayet etmiş, İbn Kesir de tefsirinde nakletmiştir. Muhtasar: 3/501. ”Onunla sadece on iki kişi kaldı." hadisini ise, Câbir'den Buharî ve Müslim tahric ettiler.

Ayetteki ”ayakta" ifâdesi, ”minber üzerinde" demektir.

Bil ki: Ashabın, yukarıda anlatıldığı gibi Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın meclisinden kalkıp dağılmamaları ve O'nu ayakta terketmemeleri, onların fazilet ve meziyetlerindendir. Bundan dolayı Mu kât il İbn Hayvanı dedi ki: ”İlk zamanlar, cuma hutbesi, bayramlarda olduğu gibi namazdan sonra okunurdu. Bu sebeple Müslümanlar sandılar ki, üzerlerindeki farzı edâ ettiler, hutbeyi terketmede herhangi bir sakınca olmadığını zannettiler. Bundan sonra hutbenin yeri değiştirildi ve namazdan önceye alındı."

Bu yasaktan sonra hiçbir kimse, burun kanaması veya herhangi bir sebeple. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan izin almadıkça O'nun yanından ayrılmıyordu.

İzin almak isteyen, şehadet parmağıyla izin istiyor, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eliyle işaret ederek izin istiyor, Rasûlüllah da eli ile işaret ederek izin veriyordu.

İmanı Suheylî dedi ki: ”Hutbeyi dinlemeyi terketmede, kendileri için ruhsat tanıyan zevatın ileri sürdükleri bu hadis, sahih senetle rivayet edilmemiş ise de, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabına karşı gösterilmesi gereken hüsn-ü zan, hadisin sahih olduğunu icabettirir."

Bu fakir de (müfessir kendini kastediyor) der ki: Farzet ki üzerlerindeki namaz borcunu ödediler. Fakat Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın meclisini terketmek onlara nasıl yakışır? Onların durumu, sanki başlan üzerinde kuş varmış gibi sükunet içerisinde Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı dinlemeyi gerektirir. Benim kanaatim odur ki: Onların bu hareketi, yüce hikmetleri ve birçok faydaları içeren diğer sürçmeler nev'indendir. Ashabın bu hareketinin yalnız, dünya ve içindekilerden daha hayırlı olan bu âyetin inmesine sebebiyet vermesi kâfidir. Bu âyette basiret sahiplerine gizli kalmayan, Allah'ın kulları için nice ilâhî irşadlar vardır.

De ki: ’Allah'ın yanında bulunan, eğlence ve ticaretten daha hayırlıdır. ”Allah'ın yanında olandan" maksat, sevap ve mükâfattır. Allahü teâlâ  onlara, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in vasıtasıyla hitabetti. Çünkü buradaki hitap, azarlama ile karışıktır.

Allah'ın katında olan menfaat, kesin ve ebedîdir. Fakat ticaret ve eğlencede olan var sanılan menfaat böyle değildir. Eğlencedeki menfaat kesin değildir. Ticaretteki menfaat ise ebedî değildir. Ebedî olmayan şey, şüpheli ve yok olmaya mahkum olan zan kabi İmdendir.

Çünkü Allah, rızık verenlerin en hayırhsıdır. Çünkü Allahü teâlâ, rızıklan yaratandır. Öyle ise rızası için çalışın ve rızkı yalnız Ondan isteyin. Şüphesiz rızkı veren, sarsılmaz gücün sahibi O'dur.

Allah'ın yardımı ve inayetiyle Cuma Sûresinin tefsiri tamam oldu.

0 ﴿