2Ümmîler arasından kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. "Ümmî", Arap ümmetine mensup demektir. Fakat müfessirlerce yaygın olan ”ümmî", bir kitaptan okumayan ve yazma bilmeyen kimsedir. Fıkıhçılara göre ümmî, Kurandan hiçbir şey bilmeyen kimsedir. Sanki ümmî kişi, insanın beşerî münasebetlerde zarını olarak elde ettiği malumat cinsinden yalnız anasından öğrendikleriyle kalan kişidir. Ümmî peygamber, âdetleri üzere bulunduğundan dolayı, yazmak bilmeyen bir millete mensup olan peygamber demektir. Umumun âdeti üzere bulunan kişiye ”âmî" denildiği gibi, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ümmî denildi. Çünkü O, hiç kitap okumuş yazmış değildi. Bu durum, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir fazilettir. Çünkü O, ezberlemeye muhtaç olmadığı gibi Allah'ın kendisini garanti ettiğine dayanıp güveniyordu. Bu durum şu âyetle sabittir: ”Sana Kur'an'ı okutacağız da sen onu hiç unutmayacaksın." (el-A'lâ:6) Denildi ki, Ümmü'l-Kurâ denilen Mekke'ye nisbetinden dolayı Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ümmî denildi. Bu izahlara göre âyetin mânâsı şöyle olur: Araplar içerisinden bir peygamber gönderen O'dur. Araplara da ümmî dendi, çünkü Arapların çoğunluğu diğer milletlere nisbetle okuma yazma bilmiyorlardı. Çoğunluğa göre isimlendirildiler. ”Arapların çoğunluğu" dedik. Çünkü az da olsa aralarında okuma yazma bilenler vardı. "Ümmîler arasından" demek, onların nesebinden, onlar gibi ümmî ve Arap olan demektir. Bunun Araplar için bir ihsan oluşunun yönü, hâllerinin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)irı hallerine benzemesi ve kitaplardan ilim elde etmemesidir. Onlar, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in durumunu ve nesebini biliyorlardı. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmî olan Araplar içerisinde gönderilmesi, davetinin umumi oluşuna zarar vermez. Bu yönüyle ”ümmî olan Araplar" diye kayıtlanması, aksi manânın hükmün dışında tutuluşundan dolayı değildir. Şu âyet ve benzerleri bunu ifâde eder: ”Biz seni, bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik..." (Sebe':28) Üstelik ”ümmî olan Araplar içerisinden" ifâdesi ile ”ümmî olan Araplara" ifâdesi arasında fark olduğu açıktır. Böylece Hristiyan ve Yahudilerin, ”Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) yalnız Araplara gönderilmiştir" deyip bu âyeti delil göstermeleri bâtıl (desteksiz) olmuş oluyor. Ayrıca Cenab-ı Hak bu âyet ile Yahudilerin Araplara ”Biz kitap ehliyiz, sizler cahilsiniz, kitabınız yoktur," diyerek onlara dil uzatmalarını, kınamalarım da reddetmiştir. Rasûi-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Araplar gibi ümmî olduğu, tahsili ve okuması olmadığı halde Allah'ın âyetlerini yani Kur'anı onlara okuyordu. Onları çirkin amellerden ve bozuk inançlardan temizliyor, onları tertemiz insanlar haline getiriyordu. "Onlara Kitabı ve hikmeti öğreten..." ifâdesi ve bundan evvel sayılan hususlar, şükrü gerektiren büyük nimetlerdir. Hasan Basri (radıyallahü anh)nin dediği gibi kitaptan maksat Kur'an, hikmetten maksat da sünnettir. Kur'an ve sünnet tâliminden başka mucize olmasaydı, bu ikisinin tâlimi bile yeterdi. Burde Kasidesinde Bûsirî şöyle der: Cahiliyyet devrinde bulunan Ümmî'deki ilim ve yetimlik zamanındaki ahlâk ve âdap, mucize olarak sana yeter. Halbuki onlar, önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler. Yani durum şudur ki, ümmîler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamber olarak gönderilmesinden ve gelmesinden önce, cahiliyyet pisliği ve şirkten oluşan apaçık bir sapıklık içindeydiler ki, bundan daha büyük bir sapıklık göremezsin. Bu cümle, Arapların kendilerini ir şad edecek kimseye olan şiddetli ihtiyaçlarını açıklamakta ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın başka birisinden ilim elde ettiği vehmini gidermektedir. Çünkü bizzat Arapların kendileri. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinden önce sapıklık içinde olunca, onun kendilerinden olan bir kişiden ilim elde etmesi vehmi ortadan kalkmış olur. Müftü Sa'dî şöyle dedi: ”Şu husus açıktır ki, sapıklığın tümüne nisbet edilmesi genelleme yoluyladır. Çünkü onların içerisinde Varaka b. Nevfel, Zeyd İbn Nüfeyl, Kuss bin Saide ve Rasûlüllahin haklarında: ”Onların herbirisi bir ümmet olarak diriltilirler", buyurduğu diğer hidayette olan kimseler vardı." Bu fakir (müellif) de der ki: Sa'di'nin bu sözü, yukarıda belirtilen: ”Rasûlüllahin başkasından ilim elde etmesi vehmini giderme" açıklamasına karşı bir itirazdır. Fakat hiç yerinde olmayan bir itirazdır. Çünkü, Varaka b. Nevfel gibi yukarıda isimleri geçen kişilerin hidayette oluşu, yalnız tevhid noktasındadır. Onlar, ilâhî hükümler ve şerîatler hususunda dalâlette idiler. Cenab-ı Hakkin şu sözüne dikkat etmez misin? ”Seni dalâlette bulup da hidayete erdirmedi mi?" (Duhâ:7) Halbuki Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine nübüvvet verilmeden önce de Allah'a şirk koşmamış, zina etmek ve içki içmek gibi günahlara girmemiş, eğlence ve oyunlarla zaman geçilmemiştir. Buna göre, yukarıda adları geçen kimselerin bir yönüyle hidayette olmaları, başka bir yönden dalâlette olmalarına aykırı olmaz. Bu mânâya: ”Kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen..." kavli şerifi dalâlet etmektedir. Çünkü, Allah'ın âyetlerini okumak, şeriat ve ilâhî hükümleri öğretmekle, mutlak olarak sapıklıktan kurtuluş ve nefislerin temizlenmesi hasıl olur. Bunu bil. |
﴾ 2 ﴿