MÜNAFİKUN SURESİ1Münafıklar sana geldiklerinde: ’Şahitlik ederiz ki, sen şüphesiz Allah'ın peygamberisin' derler. ”Nifak", dil ile imanı açıklamak, kalpte küfrü gizlemektir. Şu halde münafık, itikadıyla küfrü gizleyen, sözüyle iman ettiğini açıklayan kişidir. Müfredat isimli kitapta şöyle denmiştir: ”Nifak, İslâm'a bir kapıdan girip öteki kapıdan çıkmaktır. Nifak Arapça ”en-nâfikâu" kelimesinden alınmıştır. ”Nâfika", tarla faresi, tilki ve kertenkele gibi hayvanların yuvasıdır. Anılan hayvan onu gizler, başkasını gösterir. Yuvasına girdiği taraftan ona varılınca, gizlediği yuvaya başıyla vurur ve oradan çıkar." "Nefak" kelimesi, tünel anlamındadır. Münafıklar, sözlerini bir takım edatlarla güçlendirerek söylerler. Bundan gayeleri, şehâdetlerinin samimi, itikatlarının halis, rağbet ve iştiyaklarının tam olduğunu bildirmektir. "Şehâdet", kalp veya kafa gözünün şahitliğiyle hasıl olmuş ilimden kaynaklanan bir sözdür. Allah da bilir ki, sen kesinlikle O’nun peygamberisin. Hiç şüphesiz Allah, münafıkların yalancı olduklarına şahitlik eder. Burada birinci cümle, münafıkların sözleri gerçeğe uygun olduğu için, söyledikleri sözün muhtevasını tasdik ediyor. Aynı zamanda: ”Hiç şüphesiz Allah, münafıkların yalancı olduklarına şahitlik eder" cümlesinin, münafıkların söyledikleri sözün, yalan olduğunu vehmettirmesini de bu cümle gidermiştir. Cenab-ı Hakkin bu sözü, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)i yüceltiyor. Ebui-Leys dedi ki: ”Münafıkların şahitliği olmaksızın Allah bilir ki, hiç şüphesiz sen O'nun peygamberisin" mânâsı ifade ediliyor. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: ”...Şahit olarak Allah yeter. Muhammed Allah'ın Rasûlüdür..." (Fetih: 28-29) Âyette zamir yerine, ismin getirilmesi münafıkları kınamak ve hükmün sebebini bildirmek içindir. Mânâ şöyle olur: Sözlerinin, itikattan ve gönül huzurundan kaynaklandığına dair iddia ve sözlerinde yalancı olduklarına Allah şahitlik eder. Çünkü şahitlik, sözün kalbteki inanca uygun olduğu haber için kullanılır. 2Onlar, yeminlerini kalkan yapıp (insanlar!) Allah'ın yolundan saptırdılar. ”Onlar"dan maksat, münafıklardır. İnandıklarına dair yaptıkları yemin, yalan yemindir. Çünkü şehâdet le te'kid kastedildiği zaman, yemin yerinde kullanılır. Ebû Hanife (radıyallahü anh) görüşüne bunu şahit göstererek demiştir ki: ”Şehâdet ederim demek, yemin ederim demektir." Yemin, el manâsına gelen kelimeden alınmadır. Çünkü yemin eden kişi eli ile işaret eder. İhtiyaç anında Allahü teâlâ adına yapılan doğru yemin caizdir. Zira Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zaman zaman: ”Allah'a yemin ederim ki... Hayatım kudret elinde olan Allah'a yemin olsun kî..." dediği vakidir. Fakat kesin bir zaruret olmadıkça Cenab-ı Hak'kın adını gelişi güzel kullanmaktan sakınmak gerekir. Münafıklar Allah adına yaptıkları yemini kalkan yaparak, kendilerini esir olmaktan, öldürülmek ve benzeri gibi şeylerden korumaya çalışırlardı. ”Yemini kalkan yapmak," İhtiyaç anında yemin ederek cezadan kurtulabilmek için, kendilerini yemin etmeye hazırlamaktan ibarettir. Münafıklar, İslâm'a girmek isteyen kimseleri ”O peygamber değildir" diyerek, Allah yolunda harcama yapmak isteyenlere de engel olmak suretiyle onları İslâm'dan alıkoymaya çalışıyorlardı. Nitekim ileride bu anlatılacaktır. Şüphe yoktur ki, münafıkların bu engellemeleri fiilen yemin etmelerinden önce geliyordu. Kalkan manâsına gelen ”cünnet" kelimesinin kökü olan ”cin", bir şeyi duyu organlarından saklamaktır. ”Cennehui-leylü" gece onu karan lı ğıyla örttü, denir. Duyu organlarına karşı kapalı olduğu için kalbe de ”cenan" denmiştir. ”Cünnet", yahut micenn, kişiyi koruyup örten kalkandır. ”Cennet", ağaç ve ne bati arıyla toprağı örten, ağaçlı her bahçeye denir. Şüphesiz onların yaptıkları ne kötüdür! Yani onların yaptıkları iki yüzlülük, İslâm'dan alıkoyma ve Allah yolundan yüz çevirme ne kötü şeylerdir! 3Bunun sebebi, onların önce iman edip sonra inkâr etmeleridir. Münafıkların amel yönünden insanların en kötüleri olmalarına şehâdet eden söz, onların önce iman etmeleri yani diğer Müslümanlar gibi şehâdet kelimesi getirmeleri sonra inkâr etmeleri sebebiyledir. Yani daha sonra kendilerinde müşahede edilen alâmet ve delillerle küfürleri ortaya çıkmıştır. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. O kadar ki, âdeta küfürde alışkanlık kazanmışlar ve onunla sanki sükunete kavuşmuşlardır. Kötü amellerine karşı bir azap ve iki yüzlülüklerine karşı da bir ceza olarak iman gönüllerine girmez olmuştur. Gönüllerinin mühürlenmesi kendi amelleri sonucu olunca: ”Ne yapalım? Allah bizim kalplerimizi mühürledi. Artık biz daha nasıl iman edelim?" deme hakları yoktur. ”Mühürleme" diye ifâde ettiğimiz ”tah"' bir şeyin herhangi bir şekilde tasvir edilmesidir. Para tab' etmek bu kabildendir. Tab', mühürlemeden daha geneldir. Nakışlamadan daha özeldir. Bu sebeple onlar hiç anlamazlar. Mü'minlerin bildiği gibi, münafıkların imanın hakikatini bilip anlamaları mümkün değildir. 4Onları gördüğün zaman kalıplarına şaşarsın. Fiziki yapıları gösterişli olduğu için dikkatini çeker, yüzleri parlak olduğu için de görünüşleri hoşuna gider. Hoşa giden şey demek, orjinalliğinden dolayı gözde büyüyen şey demektir. ”Taaccüh", sayılacak şey sebebiyle ruhta oluşan hayrettir. Dillerinin keskinliği, sözlerinin tatlılığı ve edebî konuşmalarından dolayı konuştuklarında sözlerini dinlersin. Sanki onlar bir yere dayanmış kerestedirler. ”Huşubun" kelimesi, ” hasebe"nin çoğuludur. ”Hasebe" kalın kereste demektir. Münafıkların, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in meclislerinde bir yere dayanarak oturmalarındaki manzaraları, istifade edilmekten, hayır ve ilimden boş olan cisimler olmaları hususunda, duvara dayanmış dikilmiş kerestelere benzetilmişlerdir. Bunun içindir ki, kerestelerde ”dayanmış" ifadesi kullanılmıştır. Çünkü istifade edilen keresteler, ya tavanda, ya duvarda veya bunlar gibi istifade edilen yerlerde olur. İşte bu duvara dayalı kerestelerde hiçbir menfaat olmadığı gibi, bu münafıklarda da hiçbir hayır yoktur. Bu fakir (müellifin kendisi) der ki: Bu âyette şuna da işaret vardır: Büyük insanların meclislerinde ve ilim topluluklarında bir yere dayanmak edebi terketmektir. Bunun için İmam-ı Mâlik, Harun er-Reşid'i Muvatta isimli hadis kitabını dinlerken bir yere dayanmaktan men etmiştir. Bu âyet ve şu hadis: ”Şişman ve iri kişi, kıyamet günü, Allah katında sinek kanadı kadar değeri olmadığı halde gelir" (1) gösteriyorlar ki, olgunluk ve noksanlık hususunda itibar iki küçüğe yani dil ve kalbedir. İki büyüğe yani kafa ve cesede değil. Şüphesiz ki Allahü teâlâ, şekillere ve servetlere değil gönüllere ve amellere bakar. Nice küçük görülen suretler var ki, Allah katında altın değerindedir. 1- Hadisi, Buhârî Tefsiru Sûretul-Kehfte 8/324. Müslim Sıfâtu'l-Kıyâme'de 2785 rivayet etmişlerdir. Devamı şöyledir: Ve şunu okuyun buyurdu: ”Onlar için kıyamet günü ölçü tutmayız." (Kehf: 105)' Bkz. Câmiul-Usul, 2/235. Bu âyette şuna da işaret vardır: Mü'min kişi, bedeniyle ve servetiyle birçok imtihanlara tabi tutulur ve böylece günahlarına keffaret olur. Halbuki kâfir böyle değildir. O, kıyamet gününde günahlarının tamamıyla gelir. Yükselen her sesi kendi aleyhlerinde sanırlar. ”Sayha", sesi yükseltmektir. Kamustaki izaha göre, var gücüyle bağırmaktır. Âlimlerden birisi şöyle der: ”Münafıklar, bir faydadan dolayı askerde birisi nida etse, bir hayvan kaçsa da onun sahibi arayıp bağırsa, insanlar içerisinde bir gürültü olsa, bütün bunları kendi aleyhlerinde sanırlar. Çünkü münafıklar korkak olur, korku kalplerinde yerleşmiştir. Hain, korkak olur. Bu ifadede, onları küçük düşürme ve değerlerini hafife alma vardır." Denildi ki: ”Münafıklar, Allah'ın haklarında, sırlarını ortaya dökecek, mal ve canlarını mubah kılacak âyetler indirmesinden daima korkuyorlardı." Gerçek düşman onlardır. Düşmanlıkta kök salmış hakiki düşmanlar onlardır. Çünkü en aşırı düşman, sana yakın olup içinde düşmanlık hastalığı bulunduran ve içindeki bu hastalığın gitmediği düşmandır. Onlardan, sözlerine meyledip güvenmekten sakın. Allah onları kahretsin. Bu, münafıklara bir beddua ve onlara lanet etmesini, onları yüz üstü bırakmasını, onları zillet ve yardımsız üzere öldürmesini zât-ı ilâhîden taleptir. Nitekim İbn Abbas bu cümleyi: ”Allah onlara lanet etsin" manâsıyla tefsir etmiştir. Mü'minlerin, münafıklara bu şekilde beddua etmelerini Allah öğretiyor da olabilir. Âyet gösteriyor ki, bozgunculara beddua edilmesinin gerektiği yerler de vardır. Şu halde Allahü teâlâ, bid'atçı, sapan ve saptıran kimseleri kahretsin. Çünkü onlar, hasımların en şerlisi ve düşmanların en zararlı olanlarıdır. Nasıl da saptırılıyorlar! Bu cümle, münafıkların halinden hayret etmeyi ifade eder. Yani, hayret, deliller ortaya çıktıktan sonra haktan ve nurdan, içinde bulundukları küfür, sapıklık ve karanlığa nasıl döndürülüyorlar! Evvelki cümle ile birlikte şu mana anlaşılmaktadır: Allah onları, rüsvaylık, mahrumiyet, kötü hâl ve yüz üstü bırakmakla kahretsin. Hak dinin yolundan nasıl da yüz çeviriyorlar. 5Onlara: ’Gelin, Allah'ın peygamberi sizin için mağfiret dilesin' denildiği zaman başlarını çevirirler. Münafıkların cinayetleri ortaya çıkınca, nasihat yoluyla kendilerine: ”Gelin Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sizin için Allah'a dua etsin, lütfuyla ayıplarınızı örtmesini ve günahlarınızın bağışlanmasını talep etsin," denildiğinde başlarını çevirirler. Ayetteki ”gelin" anlamına gelen ”teâlev" kelimesi, aslında yukarıda bulunan birisinin, aşağıda bulunan birini çağırdığı halde kullanılan ”teâlâ" kelimesinden türemedir. Bu kelime, sonradan mutlak olarak ”gelmek" karşılığında kullanılmaya başlanmıştır. Ve bundan sonra sen onların gururlanarak uzaklaştıklarını görürsün. Yani söyleyenden veya mağfiret talep etmekten yüz çevirirler. Çünkü şeytan onlara galebe çalmış, kuşkulanma gücü onları kaplamıştır. Bencillikle delil getirmeye kalkınışlar ve kendi kafalarına göre bir hayır düşünmüşlerdir. 6Onlara mağfiret dilesen de dilemesen de onlar için birdir. Onlar, işledikleri cinayetlerden özür dileseler dahi farketmez. Keşfu'l-Esrar adlı kitapta şöyle söylenmiştir: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), onların iman etmeleri için Allah'ın yardımını istiyor ve günahlarından mağfiret edilmeleri için de istiğfar ediyordu. Denildi ki Cenab-ı Hak: ”Onlara yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla bağışlamıyacaktır." (Tevbe:80) buyurunca Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dedi: ”Yetmişten fazla mağfiret talep edeceğim."1-' Bunun üzerine Cenab-ı Hak: ”Onlara mağfiret dilesen de dilemesen de birdir" âyetini indirdi. Çirkinliklerinde ısrar ettikleri, özür dileyip mağfiret dilemekten yüz çevirdikleri gibi Allah onları kesinlikle ebediyyen bağışlamayacaktır. Çünkü münafıklar, günahlarında devam eltiler, küfürlerinde sabitleştiler, doğru ve fıtrî olan dinden çıktılar. Çünkü Allah, yoldan çıkmış topluluğa hidayet etmez. Nifak ve küfre dalmış, hak yoldan çıkmış, isyanda çok ileri gitmiş topluluğa hidayet etmez. Bu âyette, kararmış yaratılışlarının kesafetinden ve bulanık tabiatlarının kabalığından dolayı, mağfiret dileme kabiliyetlerinin kalmadığına işaret vardır. Eğer Allah'tan mağfiret: istemeyi kabullenme kabiliyetleri olsaydı, dünya sevgisinden nefis ve nefsanî arzulara uymaktan vazgeçip Rasûlüllah'a, şeriate ve hidayete yönelirlerdi. Hayvani arzu ve huyların karanlıklarında kalmazlardı. 7Onlar: ’Allah'ın elçisinin yanında bulunanlar için hiçbir şey harcamayın ki dağılıp gitsinler' diyenlerdir. Münafıklar Ensar'a diyorlardı ki: ”Rasûlüllah in yanında olanlara, geçimlerini sağlayabilecekleri hiçbir nafaka vermeyin." Bununla fakir muhacirleri kastediyorlardı. Gerçekte inanmadıkları halde Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) demeleri, ya istihza ve küçümsemek veya kendisiyle şöhret bulduğu bir lâkabı gibi olduğu içindi. Yoksa onlar, Rasûlüllah olduğunu kalben tasdik etselerdi, kendilerinden nifak hareketleri meydana gelmezdi. Şu da mümkündür: Münafıklar ”Rasûlüllah" dememiştir. Fakat Cenab-ı Hak, Rasûl-ı Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yüceltmek ve ona ikram için ”Rasûlüllah" ifadesini kullanmıştır. ”Dağdip gitsinler" derken de, kendi kabilelerine yani Mekke'ye dönsünler demek istiyorlardı. Oysa, göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Fakat münafıklar (bunu) anlamazlar. ”Rızıkların hazineleri yalnız Allah'ın kudret elindedir, dilediğine verir, dilediğine vermez" gerçeğini açıklayarak, infâk etmedikleri takdirde fakir Müslümanlar Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in etrafından dağılıp gidecekleri tarzındaki zanlarını, Cenab-ı Hak red ve iptal ediyor. Yağmurlar ve nebatlar da Allah'ın rızık hazinelerindendir. ”Hazâm", hızâne kelimesinin çoğuludur. Hizâne, değerli malların depolanıp korunduğu yerdir. Mahzen de aynı manaya gelir. "Her şeyin hazineleri yalnız Bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz. ”(Hicr:21) âyetinin tefsirinde bu hususta izahlar geçti. Münafıklar, Allah'ı ve Allah'ın kainattaki faaliyetlerini bilmedikleri için, bunu anlamazlar ve küfrü gerektiren sözleri söyler dururlar. 8Onlar: ’Yemin olsun, eğer Medine'ye dönersek en üstün olan, en zelil olanı oradan mutlaka çıkaracaktır' diyorlardı. Rivayet olundu ki, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mustalik Oğullarıyla karşılaşıp, onları bozguna uğratıp bir kısmını katlettikten sonra iki bin deve, beş bin koyun ve iki yüz civarında insan alıp Medine'ye getirdi. Alınan esirler arasında, Mustalik Oğullarının reisi Harisin kızı Cüveyriye de bulunuyordu. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem), onu hürriyetine kavuşturup kendisiyle evlendi. Cüveyriye bu esnada yirmi yaşında bulunuyordu. Bu yolculuk esnasında, Cehcah İbn Said el Gıfarî ile Sinan el-Cuhenî su yüzünden münakaşa ettiler. Cehcah, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in işçisiydi. Atını sürüyordu. Sinan ise münafıkların başı olan Abdullah İbn Ubeyy'in müttefiki bir münafıktı. Münakaşa kavgaya dönüştü. Cehcah muhacirlerden yardım istedi. Sinan da fakir muhacirlere karşı Ensar'dan yardım istedi. Cehcah, Sinan'a bir şamar patlattı. Bunun üzerine Sinan, Abdullah İbn Ubeyy'e gidip şikâyette bulundu. İbn Ubeyy dedi ki: ”Yalnız şamar yememiz için Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e arkadaşlık ediyoruz. Vallahi bizim durumumuz şu darb-ı mesele benziyor: ’Besle köpeğini yesin seni." Fakat Allah'a yemin olsun ki, eğer bu seferden Medine'ye dönersek en üstün olan, en zelil olanı oradan çıkaracaktır."“En üstün" ifadesiyle kendisini kastediyordu. ”En zelil" sözüyle de Müslümanları kastediyordu. Âyette, Abdullah İbn Ubeyy'in söylediği sözün bütün münafıklara isnad edilmesi, münafıkların onun sözüne rıza göstermelerinden dolayıdır. Abdullah İbn Ubeyy bundan sonra kendi kavmine dönüp şöyle dedi: ”Kendi kendinize ne yaptınız böyle? Yurdunuzu onlara helâl kıldınız. Servetlerinizi onlarla paylaştınız. Vallahi onlara yiyecek vermeseniz, böyle sizin sırtınıza çıkmazlar, yakın zamanda sizi bırakıp giderler. Öyle ise onlara infâk etmeyin ki Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in etrafından dağılıp gitsinler." Zeyd İbn Erkanı bu sözleri duydu, genç bir kimse idi. Zeyd, Abdullah İbn Ubeyy'e dedi ki: ”Vallahi sen, zelil, alçak ve kavminin arasında hoşlanılmayan bir kimsesin. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah katında üstün, Müslümanlarla güçlüdür." Bunun üzerine İbn Ubeyy: ”Sus! Ben şaka yapıyordum" dedi. İbn Ubeyy'in dediklerini Zeyd, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a haber verdi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın rengi attı. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) dedi ki: ”Ey Allah'ın elçisi! Bana mü sade buyur da şu münafığın boynunu vurayım." Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Yâ Ömer! Öyle yaparsan Medine'de birçok kişiyi zelil edersin, (onların düşmanlıklarını çekersin.)" Ömer (radıyallahü anh): ”Bir muhacirin öldürmesini istemezsen ensardan birisine emir buyur da, o öldürsün" dedi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”O zaman da insanlar, Muhammed ashabım öldürüyor,' demeye başlarlar" buyurdu. Sonra Rasûl-i Kibriya Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Abdullah İbn Ubeyy'e şöyle dedi: ”Bana ulaşan sözleri söyleyen sen misin?" Abdullah İbn Ubeyy: ”Sana Kur'anı indiren Allah'a yemin olsun ki, ben bu sözlerin hiçbirisini söylemedim. Zeyd, yalancının tâ kendisidir," dedi. Orada hazır bulunanlar: ”İbn Ubeyy bizim şeyhimiz ve büyüğümüzdür. Bir çocuğun sözüne inanma. Kendi vehmine kapılmış olabilir" dediler. Rivayete göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) daha sonra Zeyd'e şöyle buyurdu: ”Sen belki Ubeyy'e kızdığın için böyle konuştun."Zeyd: ”Hayır!" dedi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Belki yanlış duydun" buyurdu. Zeyd: ”Hayır!" dedi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Belki başkasını İbn Ubeyy sandın" dedi. Zeyd yine: ”Hayır" dedi. Sonra bu âyet inince Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Zeyd'in arkasından yetişti ve şöyle buyurdu: ”Kulağın lam işitmiş ey genç! Allah seni doğruladı, münafıkları yalanladı." (3) Allahü teâlâ Münafıkların sözlerini şu âyet-i kerime ile reddetti: Halbuki üstünlük, ancak Allah'ın, Rasûlü'nün ve ımi'minlerindir. Yani, galebe ve güç yalnız Allah'ındır. Sonra da Allah'ın üstün kıldığı Rasûlü'nün ve müminlerindir, başkasının değil. Nitekim alçaklık ve zillet de, şeytanın ve onun arkadaşları olan münafıkların ve kâfirlerindir. Sahillerden birisi pejmürde bir kıyafet içinde olduğu halde kendi kendine söyle söylendi: ”Sen İslâm üzere değil misin? O İslâm ki zilleti olmayan izzettir. Beraberliğinde fakirlik olmayan zenginliktir." Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin oğlu Hazret-i Hasan (radıyallahü anh)'dan şöyle rivayet olundu: Bir adam kendisine dedi ki: ”İnsanlar sende gurur olduğunu sanıyorlar." Hazret-i Hasan (radıyallahü anh): ”Bendeki bu hâl gurur değil, izzettir" dedi ve adı geçen bu âyeti okudu. Büyük zatlardan biri dedi ki: ”Kim bu dünyada hâlis kul olursa, ebedî âlemde hâlis sultan olur." Bir hadislerinde Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Ben, Âdemoğullarının efendisiyim. Övünmek yok. ” (4) Yani, dünyada efendi olmakla övünmem, aksine ubûdiyyetle, kul olmakla övünürüm. Benim izzetim kulluktadır. Allah'a kulluğun dışında hiçbir şeref yoktur. Bütün zillet ve alçaklık da Allah'a isyan edip karşı gelmektir. 4- Tirmizî'nin rivayet ettiği hadisin bir kısmıdır. Daha evvel tamamı geçti. Kuşeyrî şöyle söyledi: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve mü'minlerin izzeti ve şerefi, yaratma ve sahibi olma cihetiyle Allah'a aittir. Allah'ın izzeti, O'nun ezelî bir sıfatıdır. Çünkü tüm izzet Allah'ındır." Kuşeyrî'nin bu sözü, şu iki âyetin arasını birleştirmektedir: ”Kim izzet ve şeref isterse bilsin ki, izzet ve şerefin tümü Allah'ındır..." (Fâtır: 10) ”...Halbuki üstünlük ancak Allah'ın, Rasûlü'nün ve müminlerindir..." (Münâfıkûn:8) Aziz ve yüce olanın yalnız Allah olduğunu bilen kişinin, hiçbir yaratığı, Allah'a bağlanmadan yüceltmemesi edeptendir. Böyle olduğu içindir ki şöyle rivayet edilmiştir: ”Bir kimse, zengine sırf zengin olduğu için tevazu gösterirse dininin üçte ikisi gider. ” Gönülde Allah büyürse, gözde yaratılan küçülür. İzzet verenin Allah olduğunu bilirsen yalnız O'ndan izzet istersin. İzzet, yalnız O'na itaat etmekle elde edilir. İlim ehlinin birinden şöyle hikâye olunmuştur: ”Tavaf esnasında bir adam gördüm, önündeki hizmetçileri insanları sağa sola itiyorlardı. Sonra ben bu adamı Bağdat Köprüsü üzerinde el açıp dilencilik yaparken gördüm. Adamın tavaf esnasında gördüğüm adam olup olmadığını anlamak için ona doğru dikkatle baktım. Bana dedi ki: ”Neden bana devamlı bakıp duruyorsun?" Ben de dedim ki: ”Ben seni, tavafta durumu şöyle şöyle olan bir adama benzettim," dedim. Bu sefer adam bana: ”İşte ben oyum. Hiç şüphesiz ki ben, insanların tevazu gösterdiği yerde gururlandım. Allah da beni, insanların yüceldiği yerde alçaktı." Fakat münafıklar (bunu) bilmezler. Aşırı cehalet ve gururlarından dolayı hezeyanda bulunurlar. Bundan evvelki âyetin ”lâ yefkahûn" (anlamazlar), bu âyetin ise ”lâ ya'lemûn" (bilmezler) kelimesi ile bitirilmesi, belagatta makbul sayılan ifade tarzı değişikliği içindir. Ayrıca birinci âyet, onların kafasızlıklarının ve anlayışsızlıklarının; ikinci âyet ise, ahmaklık ve cehaletlerini açıklamaktadır. Burhânu'l-Kur'an adlı kitapta bu hususta şöyle denmiştir: ”Birincisi: ”...Oysa, göklerin ve yerlerin hazineleri Allah'ındır. Fakat münafıklar bunu anlamazlar." (Münafıkûn: 7) âyetine bitişiktir. Burada kapalılık vardır. İnce anlayışa muhtaçtır. Münafıklar ise ince anlayıştan mahrumdurlar. İkincisi ise: ”Halbuki üstünlük ancak Allah'ın, Rasûlü'nün ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler," âyetinin sonunda gelmiştir. Hiç şüphesiz Allahü teâlâ dostlarını yüceltir, düşmanlarını alçaltır." 9Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Yani, ey gerçek iman edenler! Aile efradınızın işlerini görmek için gösterdiğiniz ihtimam, yararları için sarfettiğiniz özen ve onlarla geçirdiğiniz hoş anlar, sizleri başta namaz olmak üzere yapmakla sorumlu olduğunuz diğer ibadetlerden, zikrullahtan alıkoymasın. Bu âyetten maksat, çoluk çocukla uğraşmak bahanesiyle zikirden, Allah'ı anmaktan Müslümanların gafil kalmasını yasaklamaktır. Münafıklar, servetleriyle baş başa kalırlar, cimrilik ederler, çoluk çocuklarıyla övünüp onlarla güçlü olduklarını sanırlar, kendi akrabalarıyla, aşiretleriyle ve onların servetleriyle uğraşırlar, Allah'tan, Allah ve Rasûlüllah'a itaat etmekten gafil yaşarlardı. ”Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanında olan Müslümanlara yardım etmeyin," derlerdi. İşte müminlerin bu hususta da onlar gibi olmaları yasaklanmıştır. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendisidir. Kim bu dünyanın fani zevkleriyle oyalanıp dini ihmal eder, az bir zaman için dahi olsa Allah'tan başkası ile meşgul olup Allah'tan gafil kalırsa, işte bunlar tam anlamıyla zarara uğrayanların tâ kendileridir. 10Herhangi birinize ölüm gelip de: ’Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam' demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın. Size vermiş olduğumuz rızıklardan birkısmını, onun size gelişini kendinizden bilmeyerek, ebedî âleme sermaye olması için in fak edin. Emrin zahirine bakacak olursak maksat, farz olan infak yani zekâttır. Fakat infakın her çeşidini kapsadığını söylemek daha yerinde ve makama daha uygun olabilir. "Ölüm gelmeden evvel" demek, ölümün işaret ve alâmetlerini görmeden evvel demektir. Âyette nesnenin özneden önce anılması, zikredilenlere ihtimam ve gelecek olanlara teşvik içindir. ”Size ölüm gelmeden evvel" denmedi de ”herhangi, birinize ölüm gelmeden evvel" dendi. Bu ifadede şuna işaret vardır. Ölüm onlara ayrı ayrı gelir ve tümünü kuşatır. "Yakın bir süre"den maksat, kısa bir an, az bir zaman demektir. ”Sadaka verip iyilerden olsam" sözü şuna işaret ediyor: Sadaka vermek, iyi olmaya ve kulluğa sebeptir. Nitekim sadaka vermemek, bozulmaya ve helak olmaya sebeptir. Abdullah İbn Abbas (radıyallahü anh)'ten şöyle rivayet olunmuştur: ”Bir kimsenin zekât verecek kadar serveti olduğu halde zekâtını vermez, farz olan haccını yapmazsa ölüm anında tekrar dünyaya dönmeyi Allah'tan ister." Bu söz üzerine bir adam dedi ki: ”Ey İbn Abbas! Allah'tan kork. Tekrar dünyaya dönmeyi kâfirler ister." Bunun üzerine İbn Abbas: ”Ben size bu hususta Kurandan âyet okuyacağım," dedi ve üzerinde durduğumuz bu sûrenin 9. ve 10. âyetlerini okudu.(5) İtiraz eden adam: ”Ey Abdullah İbn Abbas! Ne kadar mal, zekâtın farz olmasını gerektirir?" dedi. Abdullah İbn Abbas: ”İki yüz dirhem gümüş ve daha fazla olan mal" dedi. O adam: ”Ne kadar servet, hac yapmayı gerektirir?" dedi. İbn Abbas: ”Gidip gelinceye kadar yetecek azık ve binit," dedi. Bu âyet, mü'minler ve ehi-i kıble hakkında inmiştir. Bununla beraber kâfirlere de bir dokundurma ve taşlama vardır. Tekrar dünyaya dönme temennisi yalnız kâfirlere ait olmayacak, kulluğunda noksanlık yapan herkes bunu temenni edecektir. Âlimlerden biri dedi ki: ”Bu âyette, zekâtın bir an evvel verilmesinin vacip olduğuna delâlet vardır. Çünkü ölümün her an gelme ihtimali vardır. Diğer ibadetler de böyledir. Zaman gelince geciktirilmemelidir." Her zaman zekâtı geciktirmeden vermek müstehaptır, evlâdır. Bundan dolayıdır ki, bazı müctehidler Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: ”İlk vakit, Allah'ın maşıdır," sözüyle amel ederek, zekâtın farz olduğu ilk anda verilmesini tercih etmişlerdir. Böyle yapmakta, Cenab-ı Hakkin rızasını alma düşüncesi vardır. Çünkü insan, son vakte yetişip yetişemeyeceğini bilemez. 11Allah, eceli gelince hiçbir canlıyı geri bırakmaz. Yani, itaatkâr veya isyankâr, küçük veya büyük her canlının eceli gelince Allah ona mühlet tanımaz, ölümünü geciktirmez. Ecelden maksat, ömrün başından sonuna kadar uzanan zaman birimidir. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdar olandır. Böyle olduğu içindir ki, amellerinizin karşılığını verecektir. Salih amellerin karşılığı mükâfat, kötü amellerin karşılığı da azap olacaktır. Öyle ise hayırda yarışıp acele ediniz. Gelecek olan şeye hazırlanınız. Ebû Hureyre (radıyallahü anh)'ten rivayet olunuyor. Şöyle dedi: Bir adam dedi ki:"Ey Allah'ın Rasûlü! Hangi sadakanın mükâfatı daha büyüktür?" Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Sıhhatin yerinde olduğu, mala karşı düşkün olduğun, fakirlikten endişe edip zenginliği umduğun halde verdiğin sadaka. Carı boğaza gelip de: ’Malımdan falancaya şu kadar, falancaya şu kadar, şu kadarda falana ait,' diyeceğin zamana kadar ihmal etme" buyurdu.(6) İmam-ı Gazâlî (radıyallahü anh), Abdullah El-Müzenî'den şunu rivayet ediyor: ”İsrail oğullarından bir adam büyük bir servet biriktirdi. Ölüm yaklaşınca çocuklarına dedi ki: ”Servetimin her türlüsünden bana getirin.' At, deve, un ve diğer mallardan birçok şey getirildi. Bunları görünce, servetine karşı olan hasretinden ötürü ağladı. Onu ağlarken ölüm meleği gördü ve şöyle söyledi: ’Seni böyle ağlatan nedir? Sana bu serveti veren Allah'a yemin olsun ki, ruhun ile bedenini birbirinden ayırıncaya kadar evinden çıkmayacağım.' Adam dedi ki: ’Ne olur bana mühlet ver de servetimi hak yolunda dağıtayım.' Ölüm meleği: ’Geçti artık, sana verilen mühlet bitti. Ecelin gelmeden evvel bunu yapsaydın ya!' dedi ve ruhunu aldı." Allahü teâlâ sizi ve bizi kendi yolunda harcayan, taat ve rızası için amel eden kullarından eylesin. Yardım eden Allah'ın lütfuyla Münâfikûn Sûresi tamam oldu. |
﴾ 0 ﴿