TALAK SURESİMedine devrinde nazil olmuştur. 12 âyettir. 1Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınız zaman... Boşama karşılığında kullanılan ”talâk" kelimesi, sözlükte bağdan salıvermek anlamındadır. Deveyi bağından çözdüm mânâsında, ”etlaktu'l-baîyre min ıkâlihî" denilir. ”Tallaktuhu da aynı anlamdadır. Kadını boşamak terimi de bu anlamdan alınmıştır. Boşadığın zaman da ”O taliktir," denilir ki, nikâh ipinden çözülmüş demektir. ”Selâm", ”teslim" kelimesi gibi selâm vermek anlamında kullanıldığı gibi: ”talâk" da, ”tatlik" kelimesi gibi boşamak anlamında kullanılır. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyle olmaktadır: ”Zifafa girdiğiniz ve hayız sayarak iddet bekleyen kadınları boşamak istediğiniz ve bunda kararlı olduğunuz zaman..." Aşağıda gelecek olan ”fe tallikühunne = onları boşayın" cümlesi, buna delâlet etmektedir. Bu âyette bir şeye yönelen, o şeye başlamış gibi telakki edilmiştir (boşamayı isteyen sanki boşamış gibi düşünülmüştür.) Hitap tüm ümmete şamil olduğu halde, nidanın sadece Hazret-i Peygambere yöneltil işi, Rasûlüllah'ın ümmetin imamı ve önderi oluşundandır. Nitekim bir toplumun reisine ve büyüğüne, onun önceliğini göstermek, liderliğine ve onun toplumunun dili olduğuna itibar için ”Ey filan! Şöyle şöyle yap," denilir. Hitabı toplumun liderine yöneltmek, onu toplum üzerine şerefli kabul etmektir. Çünkü o bu durumda toplumu kendi isminde toplamış olur. Bu hitapla ilgili olarak Kesfu'l-Esrar da dört görüş olduğu bildirilmektedir. Bunlar: 1- Hitap Rasülüllah'adır. Kendisini yüceltmek için çoğul kelime kullanılmıştır. Nitekim krallara hitap edilirken çoğul, kullanılır. 2- Hitap Rasülüllah'adır ama murad ümmetidir. 3- Bu, ”Ey Peygamber ve müminler! Boşadığınız zaman..." takdirindedir. Hüküm bu mânâya delâlet ettiği için ”müminler" kelimesi hazfedilmiş, belirtilmemiştir. 4- Mânâ: ”Ey Peygamber! Mü'minlere söyle, boşadı klan zaman..." şeklindedir. Bu son görüş, makama daha uygun düşmektedir. ”Ey Peygamber! Hanımlarına söyle..." (Ahzâb: 59) ve ”Müminlere söyle..." (Nur: 30) âyetlerine benzemektedir. Hazret-i Peygamber ilâhî hükmü açıklamak için hanımını boşamıştır. Hazret-i Ömer'in kızı Hazret-i Hafsa'yı boşamış, âyet-i kerime inince dönmüştür. O, çok hadis bilen, fakih bir kadındı. Taberî'nin anlattığına göre Rasûlüllah onu boşayınca kendisine: ”Ona dön. Şüphesiz o çok oruç tutan, çok namaz kılan birisidir. O, cennette senin hanımlarındandır," denildi. (1) 1- Hadisi İbn Ebî Hâtem, Enes'ten şu şekilde rivayet etmiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hafsa'yı boşadı. Hafsa ailesinin yanına geldi. Bunun üzerine: ”Ey Peygamber! Kadınları boşadığınız zaman..." mealindeki âyet indi. Rasûlüllah'a: ”Ona dön, şüphesiz o, çok oruç tutan, çok namaz kılan bindir," denildi. Bkz. Muhtasaru Tefsin İbn Kesîr, 3/512. İddetlerini gözeterek boşayın. ”İddet", ”saydı" fiilinin mastarıdır. Kadının boşandıktan veya kocası öldükten sonra beklediği zamana bu ”iddet" ismi verilmiştir. Çünkü kendisi için konulmuş olan günleri sayar, kendisi için vaadedilen ferahlığı bekler. Âyetin mânâsı: ”O kadınları, onlar iddetlerini karşılar bir vaziyette iken boşayın," şeklinde olmaktadır. İddet, Hanefîlere göre hayızdır. Bir kadın hayızı takip eden temizlik içinde boşandığı zaman iddetini karşılar bir durumda boşanmış olur. Bu emirden murad, kadınların temizlendikten sonra ilişkide bulunulmadan boşanmaları, sonra da iddetleri bitene kadar bir daha boşanmadan bırakılmalarıdır. Böyle bir boşama en iyi, sünnete en uygun ve pişmanlığa en uzak olanıdır. Çünkü kişi üç talâkı bir defada verirse belki de pişmanlık duyar. Sünnete uygun olan boşama, kadın hayızdan temizlendikten sonra ilişkide bulunulmadan ve sünnet üzere üç temizlik içerisinde üç ayrı seferde olan boşamadır. Bid'î olan (sünnete aykırı olan) boşamanın da çeşitli şekilleri vardır. Şu şekillerle boşamak bid'îdir: 1- Kadın temizken ama ilişkide bulunulduktan sonraki bir vakitte, 2- Hayız veya nifas hallerinde, çünkü bu durumda iddet hesabını hayıza göre yapan Ebû Hanife'ye göre iddet uzatılmış olmaktadır. Çünkü boşamanın vuku bulduğu hayız, iddet için hesaba katılmaz. Kendisi ile henüz zifafa girilmemiş kadını boşamak, bu söylediğimizden müstesnadır. Çünkü onun hayız esnasında boşanmasında bidat söz konusu değildir. Çünkü onun için iddet yoktur. Ayın şekilde iddetini hayızla beklemeyenler de bu hükmün istisrıalarındandır. Çünkü onları boşamak, herhangi bir zamana bağlı değildir. 3- Üç talâkı aynı anda birlikte vermek, yani ya bir seferde defaten veya bir temizlik esnasında yarı ayrı zamanlarda üç talâk vermektir. 'Alimlerin çoğunluğuna göre, sünnete aykırı olarak verilmiş olan talâk geçerlidir, kadın boş olur. Ama böyle talâk veren kişi günahkârdır. Bundan dolayı Hazret-i Ömer kendisine, karısını üç talâkla boşayan birisi getirildiğinde onu dayakla cezalandırdı. Bir adam Hazret-i Peygamber'in huzurunda karısını üç talâkla boşadı. Bunun üzerine Rasûlüliah: ”Ben aranızda iken Allah'ın kitabıyla oynuyor musunuz?"(2) buyurdu. 2- Hadisi Nesâî Talâk' 6/142 tahrîc etti. Hadisin geri kalan kısmı şöyledir: ”...Öyle ki bir adam kalkıp; Ya Rasûlallah! Onu öldüreyim mi?' dedi." Bilinmelidir ki nikâh da, talâk da meşru iki şeydir. Sıradan meşru şeylerdendir. Onların, hâllere ve zamanlara göre iyi olanı ve kötü (çirkin) olanı vardır. Az önce belirtildiği üzere Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Hafsa'yı tek bir talâkla boşamıştır. Aynı şekilde Şevde ile Mekke'de evlendi, sonra da Medine'de Rasûlüliah, Şevde Bedir savaşında öldürülen akrabalarına ağlarken yanına girdiği zaman boşadı. Şevde, Rasûlüllah'tan şefaat diledi ve sırasını Hazret-i Âişe'ye verdi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber Sevde'ye rücü etti. Eğer Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Allah katında helâllerin en hoşlanılmayanı talâktır," (3) buyurduğu halde bunu nasıl yaptı? denilirse şöyle cevap verilir: Nikâh biraraya gelmeye, talâk ise ayrılığa götürür. Allahü teâlâ biraraya gelmeyi sever, ayrılıktan hoşlanmaz. Ayrılık gününün güneşi yoktur. Bağların koptuğu gecenin, gündüzü yoktur. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: ”Bir şüphe olmadan kadınları boşamayınız. Şüphesiz Allahü teâlâ gözü başkasının nimetinde olan erkekleri ve kadınları sevmez."(4) Bir başka hadiste de Efendimiz: ”Hiçbir sebep yokken kocasından kendisini boşamasını isteyen kadına cennetin kokusu haramdır," buyurmuştur. (5) 3- Hadisi Ebû Davud, Talâk konusunda mevsûl ve mürsel olarak tahrîc etti. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 7/623. 4- Hadisi Taberânî, Kebîr'de Ebû Mûse'l-Eş'arî'den merfû olarak rivayet etti. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 3/329. 5- Hadisi Ebû Davud. Ibn Mâce, Tirmizî ve Ahmed b. Hanbel tahrîc etmişlerdir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 1/494. Ve iddeti sayın. Yani boşadığmız zamanı iyi belirleyerek iddeti zapt ediniz. Onu eksiksiz tam üç kur'a yani Hanefîlere göre üç hayıza tamamlayınız. Çünkü iddetten gaye, rahmin boş olduğunun (bebek olmadığının) tespitidir. Bunun iyi şekilde bilinmesi de üç temizlikle değil, üç hayızla olur. ”Sayın" emrinin muhatapları karılar ve genel anlamda Müslümanlar değil, kocalardır. Aksi halde zamirlerin dağılması gerekir. Ama zevceler, ilhak yoluyla bu hitaba dahildirler. Ebu'l-Leys şöyle der: ”İddeti korumak erkeklere emredilmiştir. Çünkü kadınlarda gaflet eksik olmaz. İddeti muhafaza edememeleri muhtemeldir. Erkek ise üç defa boşamak istediği zaman talâkı temizlik hallerine bölmeye imkân bulmak için iddeti sayar. Çünkü üç talâkı tek temizlik içinde vermek, Ebû Hanife ve talebelerine göre ınekuhtuı. İmam Şafiî ve tâbilerine göre ise bunda bir mahzur yoktur. İmam Şafiî: ’Ben talâkın sayıları hakkında sünnî ve bid'î diye bir şey bilmiyorum. O mubahtır,' demektedir. Karısını boşayan, boşadığı kadına tekrar arzu duyarsa dönebilmesi için dönme vaktini bilmesi için ya da nafaka vermenin gerekli olduğu ve sona erdiği zamanı bilmesi, böylece o kadının, evinde oturmaya ya da oradan çıkarmaya hakkının olup olmadığını bilmesi için veya kadının çocuğunun nesebini adama ilhaka imkân bulmak ve ondan kesmek için iddet in sayılması gerekir." Bazı durumlarda erkek için de iddet olduğunu söylemişlerdir. Şu durumlar bu kabildendir: 1- Bir adamın dört eşi olsa, bunlardan birisini boşasa, onun iddeti bitmeden başka bir kadınla evlenemez. 2- Adamın karısının bir kızkardeşi olsa, karısını boşasa onun iddeti devam ettiği müddetçe, onun kızkardeşi ile evlenemez. Onlara döndükten sonra, ikinci bir talâk verip de onların iddetlerini uzatmaktan ve onlara zarar vermekten Rabbiniz olan Allah'tan korkun. ”Korkmak" diye terceme edilen ”takva", aslında insanı hoşlanmadığı şeylerden koruyan ve onunla bu hoşlanmadığı şeyin arasına giren kalkan ve benzerî koruyucular edinmek demektir. Sonra semtte kulu koruyan ve daimî zararlardan kurtulmasına, mevcut menfaatlerle yaşamasına sebep olan şey için istiare olarak kullanılmıştır. Takvanın birtakım faziletleri vardır. Her mertebede Allah'tan gereği gibi korkana beyanın gerçekleri açılır, eşyada onun için hiçbir şek ve şüphe olmaz. Apaçık bir hayasızlık yani zina yapmaları dışında... ”Hayasızlık" diye terecine ettiğimiz ”fahişe" aslında çirkinliği fazla, olan söz ve fiiller anlamındadır. Burada zina anlamındadır. Çirkin söz ve dil uzatmak anlamlarında olduğu da söylenmiştir. Çünkü o, haklarım düşürmek açısından serkeşlik hükmündedir. Onları evlerinden çıkarmayın. Yani ayrılık esnasında o kadınları iddetleri bitinceye kadar evlerinizden, çıkarmayın. Evler, kocalarının olduğu halde, oralarda sanki kendi mülkleri imiş gibi oturmaya tam hak sahibi olduklarını belirtmek suretiyle yasaklamayı kuvvetlendirmek için, kadınlara izafe edilmiştir. Sizin izninizle bile olsa kendileri de çıkmasmlar. Çünkü çıkmaya izin vermek, çıkarmak hükmündedir. Çünkü ayrılma durumundaki meskende kalmak şeriatın hakkıdır. Bu, kulun düşürmesiyle düşmez. Kadınlar çıkmak isterlerse kendiliklerinden de çıkmasmlar. İddet bekleyen kadın, zaruret ve ihtiyaç olmadan evinden çıkarsa günah işlemiş olur. Ama eğer evin yıkılması veya yanmasından korkması gibi bir zorunluluk varsa, başka bir eve çıkabilir. Aynı şekilde kadının iplik satmak, pamuk satın almak türü bir ihtiyacı olursa onun gece değil, ama gündüz çıkması caizdir. Bunlar bu hükümler Allah'ın kulları için tayin ettiği sınırlarıdır. ”Hudûd" un tekili olan ”had", iki şey arasında birinin diğerine karışmasını engelleyen sınırdır. Kim anılanlardan birini bozmak suretiyle Allah'ın anılan sınırlarını aşarsa, -burada haddi aşmaktan korkutmak ve aşağıdaki cümledeki hükmün sebep oluşunu bildirmek için zamir yerine ”Allah." lâfzı açıkça zikredilmiştir.- şüphesiz kendisine zulmetmiş olur. Zarar vermiş olur. Bak İt şöyle der: ”Allahü teâlâ, yolunda gidenlerin kurtuluşu için emirler ve yasaklarla birtakım sınırlar çizmiştir. O sınırları geçtikleri zaman, hak yoldan çıkarlar ve uzaklık karanlıklarına saparlar. Bu, nefislere karşı en büyük zulümdür. Çünkü onun Allah'a yakınlık derecelerine ulaşmasına mani olmuşlardır." Âlimlerden birisi de şöyle demiştir: ”Bir emri ınühimsememek, onu emredeni bilmemekten kaynaklanır. Kişide mutlaka korku, umut, haya veya Allah'ın ilminde masumiyetten birisi bulunmalıdır. İşte bunlar dört sebeptir, bir beşincisi daha yoktur. Düşülmemesi gereken yerlere düşmekten koruyucudurlar. Kendisinde bu sebeplerden birisi olmayan kişi günaha girer ve nefsine zulmeder." Sen bilmezsin... Bu, şartın içeriğinin gerekçelcndirilmesidir. Ey haddi aşan! Sen işin sonunun ne olacağını bilmezsin, anlamındadır. Belki de Allah bundan sonra, yaptığın haddi aşmalardan sonra yaptıklarının aksini gerektiren, kadınlardan buğzu muhabbete, yüzçevirmeyi onlara yönelmeye çeviren bir durum yaratıverir. Gönlünde meydana getiriverir. Şüphesiz kalpler Allah'ın iki parmağı arasındadır. Onları dilediği gibi çevirir. 6- Hadisi Müslim, Sıfâtu'l-Münâfikîn'da tahrîc etti. No: 2813. Âyet-i kerime üç talâkın bir çırpıda verilmesinin mekruh olduğuna işaret etmektedir. Çünkü üç talâktan sonra dönmek mümkün değildir. Üç talâk vermek şeytana yardım, öyle yapmamak ise ona karşı çıkmaktır. Nitekim Müslim'in Câbir (radıyallahü anh)'den, Rasûlüllah'tan duyduğunu söyleyerek rivayet ettiği şu hadis buna delâlet etmektedir: ”Şeytanın arşı deniz üzerindedir. Ordusunu ve yardımcılarını gönderip insanların akıllarını çelerler. Şeytanın katında onların en büyüğü, en çok fitne çıkaranıdır. Birisi gelip ”şöyle şöyle yaptım" der. Buna karşılık şeytan: ”Bir şey yapmamışsın," karşılığını verir. Sonra bir başkası gelip: ”Karı ile kocanın arasını ayırdım," der. Şeytan ona yaklaşıp: ”Sen iyi yapmışsın," der" (fi) Yani sen ne iyi sapıncı veya ne iyi kötülük yapıcısın. İkramı hakeden sensin. 2İddet sürelerini doldurduklarında yani idde derinin sonuna yaklaştıklarında, o da üç hay izdir. Böyle denilmesine sebep iddetleri bittiği zaman kocaların dönme imkânlarının kalmamasıdır. Çünkü iddetin sonuna vardıkları zaman, kocaların onlara dönme veya onları tutmaları sahih olmaz. ”İddet süresi" diye terceme ettiğimiz ”ecel", bir şey için tayin edilen süredir. Onları ya güzellikle yani iyi muamele ve intak ederek tutun. Bir hadiste: ”Müminlerin iman yönünden en olgun olanları, ahlâkları en iyi olanları ve ailesine karşı en lütuf kâr olanlardır," buyuruimaktadır. (7) Yani siz muhayyersiniz. İsterseniz onlara tekrar dönünüz. Dönmek (buna ricat denir.) Ebû Hani leye göre sözle ”sana döndüm demekle" olabileceği gibi, cinsî ilişki ve şehvetle dokunmakla da olabilir. Veya haklarını vererek ve iddeti uzatmak maksadıyla dönüp tekrar boşamak gibi yollarla zarar vermekten sakınarak güzellikle ayrılın. İleride anlaşmazlıklara meydan vermemek için ayrılırken veya tekrar dönerken içinizden de yani Müslümanlardan fasık olmayan adalet sahibi iki kişiyi şahit tutun. ”Adalet", bütün büyük günahlardan kaçınmak ve küçük günahlarda ısrar etmemektir. Çünkü insanlardan peygamberlerin dışında günahsızı yoktur. ”Şahit tutma"nın faydası şudur: Bazan iddet bittikten sonra kadın, kocasının kendisine döndüğünü inkâr eder. Belki de ayrıldıktan sonra birisi ölür, öbürü de miras alabilmek için evliliğin sürdüğünü iddia eder. Şahit tutma emri, vücûp için değil, nedb (teşvik) içindir. 7- Hadisi Tirmizî tahrîc edip ”hasen" demiştir. Ebû Davud da: ”Mü'minlerin iman açısından en olgunları, ahlâkı en iyi olanlardır," lafzıyla rivayet etti. Tirrnizfdeki bazı rivayetlerde: ”Sizin hayırlılarınız, ailesine karşı hayırlı olanlarınızdır," ilavesi vardır. Ey şahitler! İhtiyaç halinde şahitliği sadece Allah için yapın. Bu, hakkı ayakta tutmak ve zulmü gidermenin dışında herhangi bir maksat için şahitlik yapmamaktır. Eğer Allah'tan başka bir gayeye matuf olarak şahitlik yaparsa şahitliği gizleme vebalinden kurtulmuş olur. Ama onun için sevap alamaz. Çünkü ameller niyetlere göredir. Hasılı şahitlik bir emanettir. ”Şüphesiz Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi emreder..." (Nisa: 58) âyetinde buyuru Iduğu gibi emanetleri ehline vermek gerekir. Dolayısıyla şahit, şahitliğini gizlerse hıyanet etmiş olur. Hıyanet de büyük günahlardandır. Şu âyet-i kerinıe de buna işaret etmektedir: ”...Şahitliği gizlemeyin. Onu gizleyenin kalbi günahkârdır..." (Bakara: 283) İşte bu, şahitliği bozmadan ve değiştirmeden usûlü dairesinde yapmaya teşviktir. Allah'a ve âhiret gününe inananlara verilen öğüttür. Öğüt anlamına gelen ”vaaz", korkutarak sakındırmaktır. Çünkü mü'min şahitlikten istifade edecektir. Bu, mâbudluğtın ve Rabliğin hakkına riayet bakımından imarım gereklerindendir. Örfen gün, güneşin doğmasından batmasına kadar olan zamandır. Ama burada murad edilen bu değildir. Burada uzun olsun kısa olsun mutlak: anlamda zamandır. Bu zaman, ya sınırlıdır ki o, dünya zamanıdır. Ya da sınırsızdır, o da âhiret zamanıdır. Dünya gününden sonra olduğu için ”âhiret" denilmiştir. Kim Allah'tan korkarsa boşadığı zaman sünnete uygun, olarak boşar, iddet bekleyen kadına zarar vermez ve onu evinden çıkarmazsa Allah ona kederlerden ve sıkıntılara düşmekten kurtuluş ve bir çıkış yolu gösterir, başına gelen sıkıntılardan ona ferahlık verir. Bu hükmün genel olduğu söylenmiştir. Yani yaptığı ve terkettiği şeylerde Allah'tan korkan herkese Allah sıkıntılardan çıkış, dünya ve âhiret kederlerinden kurtuluş ihsan eder. Buradaki çıkış yolundan maksadın, dünya şüphelerinden ölüm sıkıntılarından ve kıyamet gününün şiddetinden çıkış olduğunu söyleyenler de vardır. Rivayet edildiğine göre İbn Abbas'a: ”Karısını bin kere boşayan kişi için bir çıkış yolu var mı?" diye sorulmuş. O da: ”O, Allah'tan korkmadı, dolayısıyla onun için bir çıkış yok. Karısı ondan üçüyle boş oldu. Kalanı da onun boynunda günahtır," cevabını verdi. Çıkış yolu ikidir: Birisi, onu bu sıkıntıdan çıkartmak, öbürü de, sabır ve rıza ile ona ikram etmek, onu koruyup gözetmektir. Bu durumda belâ sevgiye, sıkıntı ihsana dönüşür. 3Ve hiç hesaba katmadığı yani hiç aklına gelmeyen bir yerden onu rızıklandırır. Bir hadiste şöyle buyuruimaktadır: ”Kim çok istiğfar ederse Allah onun için her türlü kederden ferahlık, her sıkıntıdan bir çıkış verir ve onu hiç hesaba katmadığı yerden rızıklandırır."(8) 8- Hadisi Ahmed b. Hanbel, Müsned'de, Hâkim, Müstedrek'te tahrîc ettiler. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 3/169. Rivayet edildiğine göre Avf b. Mâlik el-Eşcaî'nin oğlu Sâlim'i müşrikler esir aldılar. Avf, Rasûlüllah'a gelip: ”Oğlum esir edildi," diye faciadan şikâyet etti. Hazret-i Peygamber kendisine: ”Allah'tan kork (günaha girmekten sakın) ve çok, Tâ havle velâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyi'l-azîm'de," buyurdu. Avf denileni yaptı. Avf birgün evinde otururken, oğlu kapıyı çaldı. Yanında yüz tane deve vardı. Düşmanlar onu unutmuşlar, o da develeri sürüp getirmişti. Onun üzerine bu âyet indi. (9) Biliniz ki sıkıntı ve rızık dünyevî de, ııhrevî de olur. Bir kimse Allah'tan gereği gibi korkarsa Allah onun için her iki dünyanın sıkıntılarından bir çıkış verir. Onu dünyanın menfaatlerinden rızıklandırır. Denilirse ki, müttakîlerin en müttakîleri peygamberler ve velîlerdir. Oysa onlar insanlar içinde dehşetli meşakkatlere, uzun süren musibetlere en çok maruz kalanlardır. Nitekim Hazret-i Peygamber bir hadiste şöyle buyurmuştur: ”insanların en çok musibete uğrayanları peygamberlerdir. Sonra sırayla iyiler ve iyilerdir."m Buna şöyle cevap verilmiştir: Bunların dünyada başlarına gelenler için şükredilecek bir sonuç ve büyük menfaat vardır. Allah her şeyi bilir, hikmet sahibidir. Dilediğini yapar ve dilediğine hükmeder. Kim Allah'a güvenip dayanırsa... ”Güvenip dayanma" diye terceme ettiğimiz ”tevekkül", kalbi tüm bağlardan kesip, her halükârda Allah'a bağlanmaktır. O Allah, kendisine yeter. Yani bütün işlerinde tevekkül edene yeter ve ona, ”Artık yeter" deyinceye kadar verir. Eğer: ”Allah'ın rızık konusundaki hükmü değişmez, o halde tevekkülün anlamı ne?" denilirse şu cevabı veririz: ”Bunun anlamı şudur: Tevekkül edenin gönlü boş, kalbi sakindir. Allah'ın hükmünü beğenmemezlik etmez. Bu yüzden tevekkül övülmüştür. Rasûlüllah şöyle buyurmuştur: ’Eğer siz Allah'a hakkıyla tevekkül ederseniz (güvenip sığınırsanız), O sizi sabahleyin aç gidip, aksam tok dönen kuşu rızıklandırdığı gibi rızıklandırır.' Bu hadisin anlamı şudur: Kuş, sabahleyin açlıktan karnı çekik bir halde gider, günün sonunda karnı tok olarak döner. Hadis, kazanmayı terkedip, oturmayı teşvik etmemektedir. Aksine onda rızık aramaya teşvik vardır.’Sabah gider, akşam döner,' sözü buna delildir." Tevekkül, maişet teinini için çalıştıktan sonra olur. Sözgelimi çiftçi tohumu tarlaya ektikten sonra tevekkül eder. Bu yüzden eskiler: ”Ticaret yapın, kazanın. Şüphesiz sizden birisinin ihtiyaç içinde olduğu zaman ilk yiyeceği dinidir," demişlerdir. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Yani muradını tamamlayıcı, kendisine dayanıp güvenen güvenmeyen tüm yaratıkları hakkında takdir ettiği şeyleri yapıcı ve yaratıcıdır. Şu kadar var ki, kendisine dayanıp güvenenlerin günahlarını örter, ecrini artırır. ”Baliğ" kelimesi, ”bâliğun" şeklinde tenvinli olarak, ”emrihi" de fetha ile ”emrahü" şeklinde de okunmuştur. O zaman anlam: ”Şüphesiz Allah muradına erer, dilediği her şeyi yapar, istenilenden âciz olmaz," şeklinde anlaşılır. Allah rahatlık ve şiddet, fakirlik ve zenginlik, ölüm ve hayat ve benzerî her şey için kendisinde son bulacak bir ölçü koymuştur. Yani takdir etmiştir. Ondan önce de meydana gelmez, sonraya da kalmaz. Onu değiştirmek de sözkonusu değildir. Müfredat'Vâ. Allah'ın eşyayı takdirinin iki şekilde olduğu ifade edilmektedir. Bunlar: 1- Kudret vermekle, 2- Hikmetin gerektirdiğine göre özel bir şekil ve özel bir miktarda yaratmakla. Bu ayrıma sebep, Allah'ın fiilinin iki çeşit oluşudur: a- Allah onu bir seferde olgun bir biçimde tam olarak yaratır. Onun değişmesini veya son bulmasını di ley inceye kadar kendisine hiçbir bozukluk gelmez. Gökler ve içindekiler bu kabildendirler. Yine bu neviden olmak üzere bir şeyin asıllarını yaratmış, takdir ettiğinin dışında bir şey olmayacak şekilde onu takdir etmiştir. Meselâ hurma çekirdeğinden elma ve zeytin değil, hurma meydana gelmesini takdir etmiştir. İnsan menisinden başka bir hayvan değil, sadece insanın teşekkül etmesini takdir etmiştir. ”Allah her şey için bir ölçü koymuştur," âyeti bu neve işarettir. b- Kişiye kudret vermekle. Âyet-i kerime, kişinin Allah'a güvenmesinin ve işini O'na havalesinin vacip oluşunu açıklamaktadır. Çünkü insan rızık ve başka her şeyin ancak Allah'ın takdir ve zamanlaması ile olacağını bilince, kadere teslim olmak ve Allah'a güvenmekten başka bir yol kalmaz. Sehl rahımehullah şöyle der: ”İşlerini Rabbine bırakan kişiye Allah, iki cihanın tüm kederlerine karşı yeter." Rabî'de şöyle demiştir: ”Allah, kendisine dayanıp güvenen için yeterli olmayı, inananı doğruya sevketmeyi, kendisine borç verene karşılık vermeyi, güveneni kurtarmayı ve dua edene karşılık vermeyi kendisi için takdir etmiştir. Bunu tasdik eden birçok âyetler vardır: ”Kim Allah'a güvenip dayanırsa O, kendisine yeter." (Talâk: 3) ”Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür." (Teğâbün: 1 1) ”Kim Allah için güzel bir ödünç verirse, Allah da ona kat kal fazlasıyla geri öder..." (Bakara: 245) ”...Kim Allah'ın ipine satılırsa, şüphesiz ki o doğru yola iletilmiştir." (Âl-i İmrân: 101) ” ...Dua edenin duasını, dua ettiğinde kabul ederim..." (Bakara: 186) 4Kadınlarınızdan yaşlılıklarından dolayı âdetten kesilmiş olanlar... Bu süreyi altmış yaşla sınırlandırdılar. Buna göre şayet bir kadın bu yaştan sonra kan görürse o, hayız sayılmaz, ”Kesilmiş olan" diye terecine edilen ”yeisne" fiilinin mastarı olan ”ye's" umudun zıddıdır, umutsuzluk demektir. ”Adet" diye terceme ettiğimiz ”hayz" da, kadının rahminden gelen kandır. Şeriat ıstılahı olarak hayız, ergenlik çağma gelmiş olan kadının -bir hastalık ve menapoz halleri dışında- rahminden gelen kandır. Ve küçüklüklerinden dolayı henüz âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, yani şüphe ederseniz ve kanlan yaşlılıkları sebebiyle kesildiği için hükümleri size karışık gelir de, iddetlerinin nasıl olduğunu bilemezseniz onların iddetleri üç aydır. Âdet görürken herhangi bir özürden dolayı henüz menapoz dönemi gelmeden önce âdeti kesilen genç kadınların iddetleri Ebû Hanife ve Şafii'ye göre, kan tekrar gelinceye ve üç kur' (Hanefilere göre üç hayız, Şafîîlere göre üç temizlik) ile bekleyinceye veya menapoz dönemine girip de üç ay bekleyinceye kadar sona ermez, Hâmile olanların iddetleri ise yani iddetlerinin sona ermesi, ister boşanmış olsunlar, ister kocaları ölmüş olsun yüklerini bırakmaları (çocuklarını doğurmaları) dır. Kadın, kocası kendisini boşadıktan veya öldükten bir an sonra doğum yapsa iddeti sona erer ve evlenmesi helâl olur. Bir saat, bir gün veya bir ay geçtikten sonra neden olmasın ki? "Sizden ölenlerin bıraktıkları eşleri, kendilerini dört ay on gün beklerler. ” (Bakara: 234) âyetinin hükmü, bu âyetle neshedilmiştir. Çünkü inişi daha sonra olmuştur. Sahih bir rivayette belirtildiğine göre Sübey'a binti Haris el-Eslemiyye, kocasının ölümünden birkaç gece sonra bir çocuk dünyaya getirdi. Bu durum Rasûlüllah'a haber verildi. Efendimiz: ”Artık helâl oldun, evlen," buyurdu. Kim hukuku ve ahkâmı hususunda Allah'tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir. Yani takva sebebiyle ona işini kolaylaştırır, hayra muvaffak kılar, isyanlardan ve kötülükten korur. 5İşte bu anılan hükümler, Allah'ın size Levh-i Mahfuz'dan indirdiği emridir. Şer'î hükmüdür. Onu, kendisi ile amel etmeye hazırlamışınız diye Peygamberinize Kuranda indirmiştir. Ona muhalefetten sakınınız. Kim hükümlerini muhafaza suretiyle Allah'tan korkarsa, Allah onun kusurlarını örter. Takvası sebebiyle ondan razı olduğu için kusurlarını örter, katlamak suretiyle de mükâfatını artırır. Bazı bilginler bunu: ”Ona büyük ecir verir," şeklinde izah etmişlerdir. ”Ecran" kelimesinin belirsiz gelişi, mükâfatı tamamlamayı bildiren genelleme içindir. Burhânu'l-Kur'an'da şöyle denilmiştir: ”Talâkın hükümleri konusunda üç kez takva ile emredilmiştir. Bunlardan herbirinde de bir çeşit mükâfat sayılmıştır. Allahü teâlâ önce: ’Onun için bir çıkış yolu verir,' buyurmuştur. Yani onu içine girdiği kötülüklerden çıkarır, onun için ummadığı yönden sevdiği şeyi hazırlar. İkincisinde: ’İşinde bir kolaylık verir,' yani ona işindeki zorluğu kolaylaştırır, onun için nimetlerden hayırlısını verir, buyurdu. Üçüncüsünde de onun için en faziletli mükâfatı vaadetti. O da âhiretteki mükâfat ve nimetlerdir,’mükâfatını artırır,' buyurdu." 6(Boşadığınız) o kadınları, gücünüz nispetinde yani zenginliğiniz ölçüsünde ve gücünüz yettiği ölçüde oturduğunuz yerin evin bir kısmında oturtun. Bu hitap, karılarını boşayan mü'minleredir. Katâde, bu hükümle ilgili olarak: ”Eğer kocanın tek bir odası varsa onun bir köşesinde oturtur," der. Onları, istemediklerini müsafir etmek, kaldıkları yerleri başka şeylerle işgal etmek ve benzeri bazı sebeplerle evde sıkıştırıp, kendilerine zarar vermeye kalkışmayın. Yani herhangi bir şekilde onlara evde oturmak hususunda zarar vermeyi kastetmeyin. Onları evden çıkmak zorunda bırakmayın. Bu âyet, kocaları merhametli ve âlicenap olmaya teşvik ve geçmiş olan hukuka saygılı davranmaya işaret etmektedir. Bu sayede boşanan kadın için yeni bir evlilik yapmak veya başka bir yolla geçim tedarikinde kolaylık sağlanmaktadır. Eğer boşanan kadınlar hâmile iseler, doğum yapmaları ister yakın olsun, ister uzak çocuklarını doğuruncaya ve iddetten çıkıp, gün sayma külfetinden kurtulup, başkaları ile evlenmeleri helâl oluncaya kadar nafakalarını verin. Boşanmak suretiyle kocasından temelli ayrılan kadın hâmile ise, ulemânın ittifakı ile onun için boşayan tarafından nafaka ve iskânı temin edilmelidir. Boşanıp da hâmile olmayan kadın için ise Ebû Hanife'ye göre, hayızla veya ay hesabı ile iddeti bitinceye kadar, hâmile olan gibi nafaka ve oturma hakkı vardır. Diğer üç mezhebe göre ise, böyle bir hak söz konusu değildir. Kocaları ölen kadınlar için terikeden ne nafaka ne de oturma hakkı vardır. O dilediği yerde iddetini tamamlar. Ebû Hanife, ister tek, ister üç talâkla boşansm, talâk ister ric'î, ister bâin olsun (12) boşanan her kadına iddeti süresince nafaka vermek ve iskânını sağlamak boşayanın görevidir. Ric'î talâkla boşanmış olan kadın zaten karışıdır. Onun nikâhı ancak iddet bitince sona erer. Dolayısıyla ric'î talâkla boşanmış olan kadının iddet esnasındaki nafakası ve oturma hakkının boşayan kocaya ait olduğunda ittifak vardır. Bâin talâkla boşananın iddeti süresince nafaka ve oturma hakkı da Hanelilere göre kocaya aittir. ”Gücünüz nispetinde oturduğunuz yerin bir kısmında oturtun" âyeti buna delildir. Çünkü bu âyetin mânâsı ”İddet bakleyen kadınları, kendi oturduğunuz yerlerden bir yerde oturtun. Onlara gücünüz nispetinde iddet esnasında nafaka verin" şeklindedir. İbn Mes'ud'un şu şekildeki kıraati de bu görüşü teyid etmektedir: ” Eskinûhünne min haysü sekentüm ve enfikü aleyhinne min vücdiküm: Onları oturduğunuz yerin bir kısmında oturtun ve onlara gücünüz nispetinde infak edin." İmam Şafi'ye göre boşanan kadınlara üzerinde durduğumuz âyet uyarınca süknâ (kocanın evinde oturma) hakkı vardır. Ama hâmile olmamaları halinde nafaka yoktur. Hâmile olmaları halinde ise, âyetin ”Eğer hâmile iseler çocuklarını doğuruncaya kadar nafakalarını verin" bölümünün, gereği nafaka almak haklarıdır. Size göre boşanan her kadın için nafaka gerekir. O halde âyetteki ”eğer hâmile iseler" şartının ne faydası var? şeklinde ortaya çıkacak bir itiraza şöyle cevap veririz: Bazan hamilelik süresi uzar, bu durumda kimileri normal hamilelik süresi bitince düşeceğini zanneder. İşte anılan kayıt, bu zannı ortadan kaldırmaktadır. Nitekim Keşşafta da böyle denilmektedir. Sizin için çocuğu emzirirlerse emzirme anlamındaki ”er-radâ" kelimesi sözlükte, memeden süt emmek demektir. Şeriat ıstılahı olarak küçük çocuğun özel bir vakitte kadından süt emmesi anlamındadır. Âyette murad edilen mânâ şudur: Eğer boşanan bu kadınlar evlilik sona erdikten sonra sizin, kendilerinden veya başka kadınlardan olan çocuklarınızı enıziririerse... Çocuğu emzirmek, beslemek annenin değil, babanın görevidir. Annenin gönül rızasıyla teberru kabilinden emzirmesi dışında baba, çocuk için süt annesi tutmak zorundadır. Şu kadar var ki, zorlanmanı akla birlikte annenin kendisinin emzirmesi menduptur. Ücretlerini verin, yani istemeleri halinde emzirmelerine karşılık ücretlerini verin. Çünkü, bu durumda onlarla ilgili hüküm, başka süt annelerine ait hükmün aynısıdır. Lübâb'da şöyle denilmektedir: ”Adam karısını boşarsa, kadının çocuğu emzirmek, görevi değildir. Ancak çocuk, başka bir kadının memesini almazsa, bu durumda çocuğu emzirmek zorundadır. Eğer baba ile emziren anne ücret konusunda anlaşmazlığa düşerler ve anne ecri misil isterse, baba da bunu vermek istemezse anne ecri misil almaya daha evlâdır. Çünkü baba karşılıksız emzirecek birisini bulamamıştır. Eğer baba ecri misile uygun bir şey vermek ister, anne buna razı olmaz zulmetmek isterse o zaman da baba ecri misil verir. Şayet baba emzirme ücretini verecek mâlî güce sahip değilse, anne çocuğunu emzirmeye zorlanır." Ey anneler ve babalar! Aranızda güzellikle istişare edin. Yani emzirmek ve ücret konusunda birbirinize iyilikle emredin. Bu müsamahadır. Baba cimrilik etmesin, anne de zorluk çıkarmasın. Çünkü o çocuk, ikisinin birlikte çocuğudur. Onlar çocuğa şefkatte ortaktırlar. Âyetteki ”i'temirû" kelimesinin mastarı olan ”i'timâr", ”teâmür" anlamındadır. Topluluktan bir kısmı, diğerlerine emrettiği zaman ”i'temerel-kavmu" ve ”teâmerû" denilir. Eğer zorlukla karşılaşırsanız çocuğu babasının hesabına... Keşşafta da belirtildiği üzere bu izah, âyetteki ”fe in erda'ne lekum -Eğer sizin için emzirirlerse" bölümüne uygun düşmektedir, başka bir kadın emzirecektir. Yani bu durumda, onu emzirmesi için, anneden başka bir süt annesi bulunacaktır. Bu ifadede, anne zorluk çıkardığı için kınanmaktadır. Bu, istediğin bir haceti vermekte geveşeklik gösteren birisine: ”Onu başka biri verecektir, sen ayıp ettin" demeye benzer. Âyette az çok babaya da bir kınama vardır. Çünkü hitap makamında, cevap düşürülmüştür. Ayrıca anne, ücret konusunda sıkıştırılır da, o yüzden emzirmekten imtina ederse o zaman zorunlu olarak başka bir süt annesi gerekeceğine ve gemicilikle onun da ücret isteyeceğine oysa annesinin daha şefkatli ve bebeğini emzirmeye daha lâyık olduğuna işaret vardır. Bu anlattığımızla, şart ve cevap arasındaki irtibat ortaya çıkmıştır. 7İmkânı geniş olan, nafakayı imkânına göre versin. Rızkı daraltılmış olan da yani sıkıntıya düşüp, ancak karnını doyuracak kadar imkânı olan. Bu, ”Zengin olan durumuna göre, fakir olan da durumuna göre vermelidir." (Bakara: 236) âyetinde belirtildiği gibidir. Nafakayı Allah'ın kendisine verdiğinden versin. Yani zengin ve fakirden her biri kudret ve takatinin ukısabildiğim versin. Allah kimseyi mâlî yönden kendisine verdiğinden fazlasıyla yükümlü kılmaz. Çünkü Allahü teâlâ, hiç bir nefsi, gücünün üstündeki bir şeyle yükümlü tutmaz. Allahü teâlâ bunu, vaad ile te'kid edip: Allah, bir güçlüğün arkasından bir kolaylık ihsan eder. buyurmuştur. Yani, hemen veya ileride kolaylık verir. Çünkü gelecek olan her şey yakındır. O halde darda olan bolluğu ve Allahın ferahlandırmasını beklesin. Bu âyet, fakirin kalbini serinletmekte, onu tüm gayretini sarfa teşvik etmekte ve fakir kocalara rızık kapılarının açılacağını vaadetmektedir. 8Rabbin'in ve O'nun peygamberlerinin emrinden uzaklaşıp azan... ”Uzaklaşıp azmak" diye terceme ettiğimiz ”utûv", ”taatten sapmak" anlamınadadır. Kamus'ta bu kelime, ”kibirlendi, haddi aştı" diye izah edilmektedir. Kelimede ”yüz çevirmek" anlamı olduğu için, ”an" harfi cerri ile geçişlilik kazanmıştır. Sanki, ”tekebbür ve inatta haddi aşması sebebiyle Rabbinin emrinden ve Rabbinin peygamberlerinin emrinden yüz çeviren..." denilmiştir. Nice memleketler var ki... ”Nice" anlamına gelen ”keeyyin" kelimesi, çokluk ifade ettiği için, haberiyye olan ”kem" anlamındadır. ”Memleket ahalisinden çokları" demektir. Âyette tamlanan hazfedilmiş, tamlayan onun yerine gelmiştir. Bu âyet, insanları anılan hükümlere muhalefetten, sakmdırmakta ve onların kendilerine vacip olduğunu te'kit etmektedir. Biz onları, çetin bir hesaba çekmiş yani onlarla hesapta tartışmıştık, dünyada sıkıştırıp, kendilerine şiddet gösterdik, önemsiz günah ve suçları sebebiyle, açlık ve kıtlık, hastalıklar ve acılar, üzerlerine düşmanı musallat etmek ve daha başka benzeri belâlarla sıkıştırdık. Ta ki Allah'a dönsünler. Çünkü belâ, hayvanı sürmek için olan kamçı gibidir. Allah onlara, bu sayılanların üstünde başka belâlar da vermiştir. Nitekim âyetin devamında şöyle büyütülmüştür: Ve onları görülmemiş bir azaba çarptırmışızdır. Yani yadırganan, büyük, verdiği acıdan ve şiddetlinden dolayı korkunç bir azaba çarptırmışızdır. ”görülmemiş" diye terceme ettiğimiz ”en-nükr" kelimesi, ”bilinmeyen zor şey" demektir. İnkâr, bilginin zıddıdır. Allahü teâlâ hesaba çekme ve azaplandırmayı, sebepleri, onların Allah'ın ve Rasûlünün emrine uymaktan uzak kalmaları olduğu halde, kendisine izafe etti. Çünkü peygamberler, Allah'ta son bulmuşlar (fena fillah olmuşlar), tüm işlerinde Allah'ı vekil edinmişlerdir. Eğer onlar iyice olgunlaşmadan gönderilmiş olsalardı belki kendilerini yalanlayanlar tarafından tutulup öldürüleceklerdi. 9Böylece onlar yaptıklarının cezasını, küfürlerinin zararını ve günahlarının cezasının ağırlığını tatmışlardır, işlerinin sonu tam bir hüsran olmuştur. Sonunda hayır olmayan korkunç bir şekil olmuştur. Ömür, sıhhat ve boş vakit sermayesini zayi ettikleri için, ticaretleri de zarar etmiştir, kâr yoktur. ”Husr" ve ”hüsran" kelimeleri, sermayesinin azalması anlamındadırlar. Bazen insana tıisbet edilir ve ”falan zarar etti" denilir. Bazen de fiile nisbet edilip: ”Ticareti zarar etti" denilir. Mal ve mevki konusunda da kullanılır. Çok kullanılışı bunlarla beraberdir. Sıhhat, selâmet, akıl ve iman gibi nefis hakkında kullanıldığı olur. 10Allah bununla birlikte, ankette onlar için pek çetin bir azap hazırlamıştır. Yani hikmetine göre ilminde takdir etmiştir. Ya da cehennemde, aslı belirtilmeyen azap sebepleri hazırlanmıştır. Onlar dünyada ve âhirette hesaba çekilirler ve azaba uğratılırlar. Dünyada bir musibete çarptırılır sa bu onların günahlarına keffâret olmaz. Çünkü küfürden dönmüş değillerdir. Dolayısıyla âhirette de azap edilirler. O halde ey gerçek, yakînî, şühûdî imanla iman etmiş olan... Bazıları da ”hakka ve doğruluğa İnanan" diye anlamışlardır. Bunun kayıtlayıcı değil, açıklayıcı sıfat olması caizdir. Çünkü mü'minlerden başkaları akıl sahiplerinden sayılmaya lâyık değillerdir. Ancak ”lüb" ile, ahmaklık, aptallık, delilik ve daha başka bir zaaftan uzak olan akıl muradedilirse müstesna. Akıl sahipleri! Allah'tan korkun. Yani inkarcı inatçılardan, geçmiş milletlerin hâli ve başlarına gelen azap ve vebalden ibret alın. ”Allah'tan korkun" sözünün anlamı, ”Eğer akıllarınız, şüphe lekelerinden kurtulmuşsa, emirlerine ve vaşaklarına riayet ediniz," demektir. ”Lüb": Şüphe lekelerinden arınmış olan akıldır. Akıl şüpheden, kalp de hevâ hevesten arındığı zaman iman yakînî olur. Bu yüzden Allah onları ”iman edenler" diye belirlemiştir. Âyette takva emrinin sadece müminlere yöneltilmiş oluşu, onların takvadan istifade edenler oluşundan dolayıdır. Allah size gerçekten bir uyarıcı indirmiştir. Bir sonraki âyette bedel olarak getirilen ”rasiden" kelimesinin açıkladığı gibi, o uyarıcı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. 11İman edip sâlih amel işleyenleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için yani Hazret-i Peygamberin indirilmesinden sonra iman edenleri, demektir. Aksi halde İmanla belirtilenleri küfürden çıkarmak imkânsızdır. Çünkü onlar kâfir değiller ki küfürden çıkartılsınlar. İmanın ve sâlih amelin şerefini göstermek için ”sizi çıkarmak için" denilmedi. ”Karanlıklardan aydınlığa" sözünden maksat, dalâletten hidayete, bâtıldan hakka, cehaletten ilme, küfürden imâna, gafletten uyanıklığa, Allah'tan başkası ile ünsiyetten Allah'la ünsiyete, Allah'ın inayeti ile çalışma ve gayrette onların dereceleri ve tabakaları üzerine çıkarmaktır. Size ey akıl sahipleri Allah'ın apaçık âyetlerini yani Kur'an'ı, açıklayıcı, sizin ihtiyacınız olan hükümleri ortaya koyucu olarak veya açık, mânâlarında ve insaf sahibi edebiyatçılar nazarında mûcizeliği gizli olmayan Kur'anı okuyan, arzeden bir peygamber (göndermiştir.) Rasûlüllah sürekli Kur'an okuduğu için veya Kur'anı tebliğ ettiği, onunla insanları uyardığı için kendisine önceki âyette ”zikir" denilmiştir. Onun gönderilişi de terşih yoluyla (açıklama yoluyla) ”indirilme" şeklinde ifade edilmiştir. Yani Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ania olan birlikteliğinin çokluğu sebebiyle kendisi ”zikr"e -ki o Kur'an'dır- benzetilmiştir. Çünkü kendisine vahiy indirmek onu göndermenin sebebidir. Kimi bilginler bu bölümü şu şekilde izah etmişlerdir: ”Şüphesiz Allah size zikri yani Kur'anı indirdi ve Rasûlü yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i gönderdi." Ama îcaz, ”Rasûl" kelimesini nasbeden fiilin ihtisarını gerektirdi. Zaten karine de buna işaret etmektedir. O karine: ”Ona saman yedirdim ve soğuk su içirdim mânâsında, -içirdim anlamına gelen kelimeyi kullanmadan-’aleftuhâ tibnen ve mâen bâriden' sözünün benzeri olan’enzele (indirdi) kelimesidir." Kâşânî der ki: ”"Allah size gerçekten bir uyarıcı (zikri) indirdi,' sözündeki ”zikr" den maksat, Allah'ın zâtını, sıfatlarını, isimlerini, fiillerini ve âhireti içeren Kur'an'dır. ”Rasûl" den maksat da Kur'anı Peygambere indiren Cebrail'dir. ”Rasûl" kelimesi, ”zikr" den bedelü'l-iştimaldir. Çünkü ”zikr" onu kesintisiz olarak, ruhu nebeviye indirmek ve mânâları kalbe aktarmaktır." Kim Allah'a iman eder, riyadan, yapımcılıktan ve dünyevî bir maksattan arınmış olarak sâlih amel işlerse... Allahü teâlâ imam ve sâlih ameli, onların ehli olmayanları, onlara teşvik etmek ve heveslendirmek için zikretti. Büyüklerden biri: ”Eğer iman tek başına güzel ahlâk verseydi, mü'mine şunu yap, şunu yapma denmezdi. Bazen iman olmadan da güzel ahlâk bulunabilir," demiştir. Allah onu, köşklerinin veya ağaçlarının altlarından ırmaklar akan, -bunlar. Muhammed Süresinde adı geçen dört nehirdir- içlerinde kesintisiz ebedî kalacakları cennetlere sokar. Allah ona gerçekten güzel bir rızık vermiştir. Bu ifadede, Allah'ın müminlere verdiği sevap rızkını yüceltme ve hayret anlamı vardır. Çünkü haber cümlesinden, haberin veya lâzımının faydası hasıl olmayınca, makam gerektiriyorsa hayret mânâsı anlaşılır. Sanki şöyle denilmiştir: ”Allah'ın onlara verdiği rızık ne kadar güzel ve ne kadar bol!.." 12Allah, yedi kat göğü... ”Yedi kat gök" anlamındaki ”seb'a semâvât", yaratıcısının kudretinin kemalini ifade için belirsiz olarak getirilmiştir. Ve yerden de onlar kadarını yani sayı bakımından yedi kat gökyüzü kadarını yaratandır. Yeryüzünün tabakalarının nasıl olduğu konusunda ihtilâf edilmiştir. Cumhura göre, bundan maksat, birbirleri üstünde yedi tabaka yerdir. Her iki yer tabakası arasında semaların katları arasındaki gibi mesafe vardır. Dahhâkin dediğine göre, bu katlar birbirlerine bitişiktir. Aralarında gökyüzünün aksine su katmanı veya başka şeylerden bir boşluk ve aralık yoktur. Kurtubî der ki: Birinci görüş daha doğrudur. Çünkü hadisler bu görüşün doğru olduğunu göstermektedir. Nitekim Buharı ve daha başkalarının rivayetine göre Ka'b, Mûsa (aleyhisselâm) için denizi yaran Allah'a yemin ederim ki, Su hey bin bana rivayet ettiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) içerisine girmek isdediği bir köy gördüğü zaman mutlaka şöyle derdi: ”Ey yedi kat semanın ve onların kapladıklarının Rabbi, yedi kat yerin ve onların üstündekilerin Rabbi, şeytanların ve onların saptırdıklarının Rabbi, rüzgârların ve savurduklarının Rabbi olan Allah'ım! Senden bu köyün, ahalisinin ve içindekilerin hayrını istiyorum. Ahalisinin ve içindekilerin şerrinden sana sığınıyorum." Katâde, Hasen vasıtasıyla Ebû Hureyre'den şöyle rivayet etmiştir: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) otururken üzerlerinde bir bulut beliriverdi. Bunu görünce: ”Bu bulutun ne olduğunu biliyor musunuz ” buyurdu. Aslı ab: ”Allah ve Rasûlü en iyi bilir,' dediler. ’Bunlar yerin zaviyeleri (köşeleri) dir. Allah onları kendisine şükretmeyen ve ona dua etmeyen bir millete doğru sürüyor,' buyurdu ve: ’Üzerinizdekinin ne olduğunu biliyor musunuz?'' diye ekledi. Ashâb-ı kiram: ’Allah ve Rasûlü en iyi bilir," dediler. Rasûlüllah: ’O gökyüzü, korunan bir tavan ve birleştirilmiş kör bir denizdir. Sizinle onun arasında ne olduğunu biliyor musunuz?'' buyurdu. Yine: ’Allah ve Rasûlü en iyi bilir,' dediler. Allah'ın Rasûlü: ”Onunla sizin aranızda beş yüz yıllık mesafe vardır. Onun üstünde ne olduğunu biliyor musunuz?' buyurdu. Ashab: ’Allah ve Rasûlü en iyi bilir' dediler. Rasûlüllah: ’Onun üstünde iki gök vardır. Herbirinin uzaklığı, yerle gök arası kadardır. Onun üstünde ne olduğunu biliyor musunuz?' buyurdu. Ashâb-ı kiram: ’Allah ve Rasûlü en iyisini bilir,' dediler. Allah'ın Rasûlü: ’Bunun üstünde de Arş vardır. Onunla gökyüzünün arasındaki uzaklık, iki sema arasındaki uzaklık gibidir. Peki sizin altınızda ne olduğunu biliyor musunuz?' dedi. Ashab: ’Allah ve Rasûlü en iyi bilir,' dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz: ’Altınızda yer, onun altında da başka bir yer vardır, ikisinin arasındaki mesafe beşyüz yıllık yoldur. Muhammed'in canı elinde olan Allah'a yemin ederim ki eğer siz bir iple sarkıtıl saydınız Allah’a ulaşırdınız.' buyurdu. Sonra: ’O ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır, O her şeyi bilendir,' (Hadîd: 3) âyetini okudu."(14) el-Makâsıdu'l-Hasene'de, şöyle denilmektedir: ”‘Eğer siz bir iple en tabandaki yere sarkıtılsaydınız, Allah'a ulaşırdınız,' sözünü bazı âlimler Allah'ın ilmine, kudretine ve hükümranlığına ulaşırdınız diye tefsir etmişlerdir. Allah'ın ilmi, kudreti ve hükümranlığı her yerdedir. Allah ise, Kitabında nitelediği üzere Arşın üzerindedir." Şeyhimiz der ki: ”Bu sözün anlamı şudur: Şüphesiz Allah'ın ilmi tüm kıtaları kaplamıştır. Allah'a ulaşmaktan maksat, Allah'ın ilmine ulaşmaktır. Allahü teâlâ mekânlarda ikametten münezzehtir. O, mekânlar yaratılmadan önce de vardı."(15) Ayetin ”yerden de onlar kadarını" bölümü ile ilgili olarak İbn Abbas'tan şu izah nakledilmiştir: ”Yedi kat yer, her bir yerde sizin Peygamberiniz gibi bir peygamber var. Âdem'iniz gibi bir Âdem, Nuh'unuz gibi bir Nuh, ibrahim'iniz gibi bir İbrahim, İsa'nız gibi bir İsa vardır." Bu haberi Hâkini, Müstedrek'te rivayet edip ”isnadı sahih" dedi. Beyhaki de ”isnadı sahih ama şâz" şeklinde değerlendirdi. Bir haberin isnadının sahih oluşu, onun metninin de sahih olmasını gerektirmez. Bazan senedi sahih olan bir haberde, sıhhatine mani bir şey bulunur. O zaman o haber zayıf olur. (16) Emir, yani Allah'ın emri, bunların yani yedi kat gök ve yedi kat yerin arasında inip durmaktadır. Görünüşe göre bu cümle, Allah'ın hükmünün cereyanını ve emrinin semaların en üstü olan yedinci kat ile yerlerin en altı olan yedinci kat yer arasında geçerliliğini haber vermek için söylenmiş müstakil bir başlangıç cümlesidir. Böylece siz, Allah'ın her şeye muktedir olduğunu bilirsiniz. Yani Allah bunu, anılanlara gücü yetenin, içlerinde hesap ve ceza için diriltmenin de bulunduğu her şeye kadir olduğunu bilesiniz diye yaptı. Böylece onun emrine itaat eder, hükmünü kabul eder, şekavetten kurtulup saadeti kazanmak için çalışırsınız ve kudretiyle kuşattığı gibi ilmiyle de her şeyi kuşattığını bilesiniz. Çünkü bütün bu anılan fiillerin, böyle olmayan bir varlıktan sadır olması mümkün değildir. "Kuşatmak" diye terceme ettiğimiz ”el-ihâta" en üst seviyede bilmek anlamındadır. O'nun ilminden ve kudretinden hiçbir şeyin asla dışta kalmadığını da bilmeniz içindir. Âyetin sonundaki ”ilmen" kelimesi, temyiz olarak mensuptur. ”O'nun ilmi görülen ve görülmeyen her şeyi kuşattı," demektir. Yaratıcı ve mâlik olan Allah'ın yardımı ile Talâk Suresi'nin tefsiri sona erdi. |
﴾ 0 ﴿