TAHRİM SÛRESİMedine devrinde nazil olmuştur, 12 âyettir. 1Ey peygamber! Eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek... ”Rıza" anlamına gelen ”merzât" kelimesi, mastardır. ”Eşlerinin" diye başlayan cümle de haldir. Bu durumda anlam: ”Sen eşlerinin rızasını ister ve gözetler bir durumda niçin kendine haram kılıyorsun? Oysa onlar senin rızanı istemeye, senin onların rızasını istemenden daha muhtaçtırlar. Şüphesiz onların üstünlüğü, sadece senin sebebinledir" demektir. "Niçin kendine haram ediyorsun?" sözü ile ifade edilen inkâr, hem kayda hem de mukayede aynı anda şamildir. Hem Rasûlüllahin eşlerinin rızasını isteme gayreti, hem de bu yüzden helâl olan şeyi kendisine haram edişi hoş karşılanmamıştır. Bu ifadenin bir benzeri: ”Ey iman edenler! Kat kat arınılmış olarak faiz yemeyin..." âyetidir. (Al-i İmrân: 130) Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? ”Niçin" mânâsına gelen ”lime" kelimesinin aslı, ”limâ" dır. Buradaki som, Hazret-i Peygamberin mubah olan bir şeyi kendisine haram kılışının hoş karşılanmadığını ifade içindir. Rivayet olundu ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir gün, Mısır kiralı Mukavkısin kendisine hediye ettiği cariyesi Mâriye ile bir odada baş başa kaldı. O gün, Rasûlüllahin eşleri için uyguladığı sıra Hafsa'da idi. Ama Hazret-i Hafsa ortada yoktu. Hafsa durumu öğrenince Rasûlüllah kendisine: ”Bunu gizle, Âişe'ye söyleme. Mâriye'yi kendime haram ettim. Ayrıca sana, benden sonra ümmetimin başına Ebû Bekir ve Ömer'in geçeceğini müjdelerim," dedi. Ama Hafsa bunu gizlemedi, Hazret-i Âişe'ye haber verdi. İkisi, birbirine dosttular. Rasûlüllahın diğer eşlerine karşı birbirlerine yardım ederlerdi. (1) 1- Bkz. Taherî Tefsiri, 28/101. Bu rivayeti Dara kutnî, İbn Abbas'tan nakletti. Bkz. Süyûtî, Esbabu'n-Nuzûl, 223, Muhtasaru Tefsiri İbn Kesir, 3/ 519. Süheylî şöyle der: ”Hafsa, Efendimizi, on sekiz aylıkken ölen oğlu İbrahim'in annesi olan kıplî Mâriye'nin evinde görmüştü. Bu yüzden eşlerinin gönlüne bir kıskançlık ve gayretin gelmesinden korktu. Bu sebeple Hafsa'ya gördüklerini Âişe'ye ve diğer eşlerine söylememesini emretti. Ama Hazret-i Hafsa olayı ifşa etti." Tercihe şayan olan görüş: Bazı müfessirlerin de dedikleri gibi, Hazret-i Peygamberin Hafsâ'nın sırası olan günde Mâriye ile başbaşa kalmış oluşudur. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımları arasında adaletli davranır, günlerini onlar arasında sıraya koyardı. Sıra Hazret-i Ömer'in kızı Hafsâ'nın olduğu bir gün, Hafsa babasını ziyarete gitmek için, Hazret-i Peygamberden izin istedi. O çıkınca, Ümmü Veledi (oğlunun anası) ve cariyesi olan Mâliyeye haber gönderdi. O gelince, Hafsâ'nın odasına sokup, kendisi ile ilişkide bulundu. Hafsa dönüp de durumu öğrenince, Hazret-i Peygamberi kınadı: ”Demek bana bunun için izin verdin. Cariyeni odama soktun, sonra da benim günümde, benim yatağımda onunla ilişkiye girdin. Eğer bana saygın olsaydı ve hakkımı gözetseydin, onlardan bir kadınla bunu yapmazdın," dedi. Buna karşılık Hazret-i Peygamber: ”O benim cariyem değil mi? Allah onu bana helâl etmedi mi? Sus, ses çıkarma. O artık bana haramdır. Bununla senin rızanı alıyorum. Bu olayı eşlerimden hiçbirisine haber verme," buyurdu. Rasûlüllah çıkınca Hafsa kendisi ile Âişe arasındaki duvara vurdu. ”Sana müjdeliyorum, Rasûlüllah cariyesi Mâriye'yi kendisine haram etti. Allah bizi ondan kurtardı." dedi. Gördüğünü Hazret-i Âişe'ye haber verdi. Bunun üzerine Rasûlüllah sırrını ifşa ettiği için ceza olarak Hafsa'yı boşadı. Hanımlarından uzak durdu. Onlara olan şiddetli öfkesinden dolayı bir ay süre ile hiç birinin yanına girmeden bekledi. Nihayet bu âyet indi. Hazret-i Ömer, kızı Hafsâ'nın yanına girdi. O ağlıyordu. ”Rasûlüllah sizi boşadı mı?" dedi. Hafsa: ”Bilmiyorum. O, şu odada tek başına duruyor," dedi. Hazret-i Ömer bundan sonraki olayı şöyle naklediyor: Rasûlüllah'a geldim, yanına girip selâm verdim. O bir hasır parçasına uzanmış vaziyette idi. Hasır yan tarafında iz bırakmıştı. ”Hanımlarını boşadın mı, ya Rasûlallah?" dedim. ”Hayır" karşılığını verdi. Bunun üzerine: ”Allahu Ekber! Ya Rasûlallah! Biliyorsun biz Kureyşliler, kadınlara hükmederdik. Medine'ye gelince, kendilerine karılarının galebe çaldığı bir topluluk bulduk. Bizim hanımlar da onlardan öğrenmeye başladılar," dedim. Rasûlüllah gülümsedi. Hazret-i Ömer Rasûlüllah'a: ”Hanımlarının durumundan dolayı üzülme. Allah seninle, Ebû Bekir seninle, ben de seninleyim," dedi. İşte bu âyet, Ömer'in sözüne uygun bir şekilde indi. Hazret-i Âişe şöyle dedi: ”Yirmi dokuz gün geçince, Rasûlüllah yanıma girdi. Ya Rasûlallah! Bir ay bizim yanımıza girmemeye yemin etmiştin. Oysa sen yirmi dokuz günde girdin. Ben saydım," dedim. Efendimiz: ”Ay bazen yirmi dokuzdur. Bu ay da böyledir," buyurdu. Cebrail inip, Rasûlüllah'a Hazret-i Hafsa hakkında şöyle dedi: ”Hafsa'ya dön. Şüphesiz o çok oruç tutan, çok namaz kılan birisidir. O, cennette senin hanımlarındandır." (2) O zaman, Rasûlüllahın nikâhı altında dokuz hanımı vardı. 2- Rasûlüllah Hafsa'yı boşadı. Kendisine: ”Ona dön, zira o çok oruç tutar, çok namaz kılar' denildi. Hadisi, Enes'ten İbn Ebî Matem rivayet etti. Bkz. Muhtasaru Tefsin İbn Kesir, 3/512. Bu açıklamalardan sonra âyetin anlamının şöyle olduğunu söyleyebiliriz: ”Sen cariyelik yoluyla Allah'ın sana helâl kıldığını kendine niçin haram ediyorsun? Ondan yararlanmaktan niçin kaçmıyorsun? Oysa, onun sana helâl olduğuna inanıyorsun. Çünkü Allah helâl kıldıktan sonra, onun haram oluşuna inanmak mü'minlerin avamından bile tasavvur edileni ivecek bir şeydir. Peygamberlerden böyle bir halin vukuu nasıl düşünülebilir?!" Allah çok bağışlayıcı, seni bağışlamış ve senin yaptığın haram etme olayım örtmüştür. Çünkü kerem sahibi Mevlâ'nın ihsan ettiği şeyden yararlanmaktan kaçınmak, onun ihsanını kabul etmemeye benzer. Çok esirgeyicidir. Sana merhamet etmiş, seni sorumlu tutmamıştır. Seni, masumiyetine rağmen kınamıştır. Keğ'u'l-Esrâr'da şöyle denilmektedir: ”Bu, Rasûlüllahin Kur'an'daki en şiddetli kınan ısıdır." el-Bakli'de şöyle der: ”Allahü teâlâ, nebisini sadece kendi görüşü ile hareket etmemesi ve kendisine vahyolunana uyması için te'dib etti." Nitekim ulemadan kimisi: ”Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında bükmedesin diye..." (Nîsâ: 105) âyetindeki, ”sana gösterdiği" sözünden maksadın, kendi görüşü değil, kendisine vahyolunan vahiy ile hükmetmek olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ, Rasûlünü, Âişe ve Hafsa olayında helâl olan bir şeyi kendisine haram ettiği için kınadı. Eğer din rey ile olsaydı, Rasûlüllahin reyi (görüşü), her görüşten üstün olurdu. 2Allah size, (keffâretle) yeminlerinizi çözmeyi meşru kılmıştır. Bu âyetteki ”meşru kılmak" diye tercüme ettiğimiz ”Faraza" kelimesi, hüküm koymak ve açıklamak anlamındadır. Metindeki ”leküm: Size" ifadesi buna işaret etmektedir. Çünkü ”vacip kıldı" anlamına gelen ”farz kılmak", ”alâ" harfi ile kullanılır. Yemin, bir düğüm gibi telâkki edilmiş, keffaret de, ”çözmek" anlamına gelen bir kelime ile ifadelendi ri İm iştir. Bir sözün önünde ”inşallah" denilmesi de ”yemini çözdü" cümlesi ile ifade edilmektedir. Bir hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Üç çocuğu olup da ölen bir adama ateş, ancak yemin çözümü kadar dokunur." (3) 3- Hadisi Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî ve İmam Mâlik Muvatta'da tahrîc etmişlerdir Bkz Câmiu'l-Usûl, 1/590. "Yemin çözümün" den maksat, Müfredat'ta denildiği gibi ya ”inşaallah" diyecek kadar olan süre, ya da ”yemin gereğini yerine getirinceye kadarlık süre" dir. ”Sizden cehenneme uğramıyacak yoktur..." (Meryem: 71) anlammdaki âyet ikinci izaha ışık tutmaktadır. Tâcü'l-Mesâdır adındaki eserde şöyle denilmektedir: ”Onu, yemin çözümü kadar yaptım" sözü, ”onu ancak, yapmayacağım diye yemin ettiğim şeyi, ancak yemini kendisiyle çözdüğüm kadar yaptım" anlamındadır. Bu açıklamalara göre âyetin anlamı şöyledir: ”Allah sizin için yeminlerinizden kurtulmayı meşru kıldı ve onun düğümünün çözüleceği keffareti açıkladı. Hanelilerin fıkıh kitabı Hidâye'de şöyle denilmektedir: ”Bir kimse sahibi olduğu bir şeyi kendisine haram etse, o şey ona haram olmaz. Onu kendine mubah kılması ve keffaret ödemesi icabeder. Ebû Hanife'ye göre, helâl olan bir şeyi haram kılmak, yemindir. Haram kıldığı o şeydeki maksfıd olan menfaat türüne itibar edilir. Bir kimse, bir yemeği kendisine haram etmişse onu yememeye, cariyeyi haram etmişse onunla cinsi ilişkide bulunmamaya yemin etmiş olur." İbn Abbas (radıyallahü anh) haram kılınanın, yemin olduğunu söylemiştir. Buna göre bir adam karısına: ”Sen bana haramsın" derse, eğer boşamaya niyet etmişse boşama, yemine niyet etmişse yemindir. Ama bununla, yalan söylemeyi dilemişse hiçbir şey olmaz. Aynı şekilde, bir yemeği kendisine haram kılarsa, bununla yemine niyet ederse -Safînin hilâfına- bu bir yemindir. Bir kısım bilginler şöyle demişlerdir: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan, Allah'ın helâl kıldığı şey için ”o bana haramdır" dediğinin sabit olmadığını söylemişlerdir. O sadece, daha önce ettiği bir yeminden ötürü, Mariye'den uzak durmuştur. Bu konudaki yemini: ”Vallahi bu günden sonra ona yaklaşmayacağım," demesidir. Bunun üzerine kendisine: ”Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Yani yemin sebebiyle niçin ondan uzak kalıyorsun. Yemin ettiğin şeyi yap ve keffaret ver," denildi. ”Allah size yeminlerinizi çözmeyi meşru kılmıştır" mealindeki âyet de, Rasûlüllahin sözünün yemin olduğunu gösterir." Allah sizin yardımcınızdır. Efendiniz ve işlerinizin idarecisidir. O size uygun olan şeyleri hakkıyla bilen ve onları sizin için meşru kılan dır, tam hüküm ve hikmet sahibidir. İşlerinde ve hükümlerinde en iyiyi yapandır. Size ancak, hikmetin gerekli kıldığı şeye göre emreder, yasaklar. 3Hani peygamber, eşlerinden birisine... O, Hazret-i Hafsa'dır. Onunla hicretin otuzuncu ayı olan Şaban in başında evlenmiştir. Gizli bir şey -ya Mâriye'yi kendisine haram edişi, ya da halifelik meselesi- söylemişti. Gizlemek, açığa vurmanın zıddıdır. Hem cisimler, hem de manalar için kullanılır. Sır da, nefiste gizlenen sözdür. Âyetin anlamı şudur: ”Ey dinleyici! Rasûlüllahin gizlice söylediği vakti, azarlama ve kınama olarak hatırla." Eğer âyette hitap Rasûlüllah'a ise: ”Gizli söz söylemiştin" denilerek zamir kullanılacak yerde, ”Peygamber gizlice söylemişti..." denilerek açık söz kullanılması, onu yüceltmek içindir. Bu yüceltme, ona saygıya riayetin ve Peygamberin hoş görmediği şeylerden mahremiyetini korumanın gereğini bildiren bir vasfı getirmek suretiyledir. Eğer hitap genel anlamda Hazret-i Peygamberden başkaları için ise, Nebî vasfı ile zikredilmesi, onun nübüvvet iddiasındaki sadakatini bildirmek içindir, Eşi bunu (başkalarına) haber verip, yani Hazret-i Hafsa, arkadaşı Hazret-i Âişe'ye Rasûlüllahin kendisine söylediği sözü haber verdi, onu ifşa etti. Allah da onu Peygamber'e açıklayınca yani Allahü teâlâ, Hafsa'nın o sırrı ifşa ettiğini, Rasûlüne Cebrail vasıtasıyla haber verince Peygamber Hafsa'ya, arkadaşına ifşa ettiği sözün bir kısmını kınama kabilinden olmak suretiyle bildirmiş, ona: ”Ben sana sırrımı gizlemeni, onu kimseye açıklamamanı emretmedim mi?" demişti. O sır, halifelikle ilgili sözdür. Rivayet edildiğine göre, Rasûlüllah Hafsa'yı azarlayınca, Hafsa: ”Seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın onun babasına has kıldığı üstünlük sebebiyle sevinçten kendime sahip olamadım," dedi. Bir kısmından da vaz geçmişti. Yani kerem ederek, bilginin bir kısmım açıklamadı. O, Mâriye konusundaki sözdür. Bir kısım bilginler ise, Rasûlüllahin, cariye'yi haram kılışı ile ilgili sözü bildirip, hilâfet konusunu bildirmediğini söylemişlerdir. Çünkü o bu konunun insanlar arasında yayılmasını istemiyordu. Ayrıca bu, ondan bir kerem ve hilın idi. Bunda, edebin terki kabilinden olan şeyleri fazla araştırmamaya teşvik vardır. Çünkü bu, iyilerin özelliğidir. Hasan-ı Basrî: ”Kerem sahibi birisi asla fazla araştırmaz," demiştir." Bunu o hanımına söyleyince yani Hazret-i Peygamber, yaydığı sözü Hafsa'ya haber verince - Allah, Rasûlüne Hafsa'nın sırrını ifşa ettiğini açıklamıştı- eşî: ’Bunu sana kim haber verdi,' dedi. Yani sözü ifşa ettiğimi sana kim haber verdi? O, bunu Hazret-i Âişe'nin haber verdiğini zannetmişti. Hafsa'nın bu sözü hem hayretinin, hem de bunu Hazret-i Âişe'nin haber vermiş olmasını yadırgamasının ifadesidir. Peygamber: ’Bana, her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan kendisine hiç bir gizlinin gizli kalmadığı Allah haber verdi,' dedi. Bunun üzerine Hafsa sustu ve teslim oldu. ”Her şeyi bilen" anlamında ki ”alîm" ve aynı kökten olan ”âlim, allâm" sözleri, Allah'ın isimlerindendir. Allah'ın her şeyi, hatta kalplerdeki gizli şeyleri, zihinlerden geçenleri bildiğini bilen kişinin Ondan utanması, O'na isyandan kaçınması ve kahrından korkması edep gereğidir. ”Her şeyden haberdar olan" diye terecine edilen ”habîr" kelimesi, ”alîm: her şeyi bilen" anlamındadır. İmam Gazâlî kuddise sirruhû şöyle der: ”Mutlak anlamdaki bilgi nazarı itibara edindiği zaman Allah, mutlak ”alîm"diı. Bilgi, gayba ve gizil şeylere izafe edildiği zaman ” habır ”diı. Açık işlere izafe edilerse o zaman ”şehîd"dk. Kul, Allahü teâlâ 'nın, yaptıklarından haberdar, sırrına muttali olduğunu bildiği zaman Onun -kendisi unutsa bile- tüm yaptıklarım veya amellerinden gizlediklerini bildiğini bilir. Ölesiye bir mahcubiyet hisseder." Anlatıldığına göre, bir adam bir gün düşünür: ”Ömrüm şu kadar senedir. Bu, şu kadar ay, şu kadar gün eder," der ve ömrünü binlerce güne çıkartır. ”Her gün Allah'a bir kez isyan etsem, amel defterimde şu kadar bin günah olur. Oysa ben her gün bir çok kez günah işliyorum," der ve Allah'ın azabından korkarak şiddetli bir nara atar, ölecek hale gelir. Şu İslâmın terbiye ettiği temiz kalplere bak! 4Eğer ikiniz de Allah'a teybe ederseniz ne âlâ. Hitap, Hafsa ve Aişe radıyellahu anhümâyadır. Hitabın gâibten (üçüncü şahıstan) muhataba (ikinci şahsa) değiştirilmesi mübalâğa içindir. Ceza düşmanlara olduğu gibi, sitem de dostlaradır. Nitekim bir şâir şöyle der: Sevgiler bitiyor sitem gidince Sevgi sürer sitem devam edince Ayetteki ifade de, Hazret-i Hafsa ve Hazret-i Âişe için hayırlı olanı dileme ve onlara kendileri için en faydalı olanı göstermek vardır. Çünkü sizin kalbleriniz kaymıştır. Âyetteki ”fa" harfi, sebep bildirmek içindir. (Bu yüzden ”çünkü" diye terceme edilmiştir.) ”Rabbine kulluk et, çünkü ibadet haktır," sözüne benzer. Eğer ”fa"yı başka bir anlamda alsaydık, ceza (cevap) şart üzerine terettüp etmiş, ona sebep kılınmış olurdu. Oysa onların kalplerinin kayışı şarttan yani tevbeden önce vardı. Aşağıda gelecek olan ”birbirinize arka verirseniz" âyetinde de durum aynıdır. Âyette muradolunan mana şudur: ”Sizde, Rasûlüllah'a ve onun sevdiğini sevmeye, tiksindiğinden tiksinmeye muhalefetten kalpleriniz meylettiği için tevbeyi gerektiren şey bulunmuştur." "Kaydı" diye terceme ettiğimiz ”sağa" kelimesi, ”meyletti" anlamındadır. ”Kulak verdi anlamında"“Esğa bi sem'ihî" denilir. Şâir şöyle demiştir: Kalpler meyletti en mübarek birine Abdulmuttalip oğlu Abbas âline. Âyette, aynı türden kalıpların bir arada kullanılmasından kaçınmak için. ”ikinizin iki kalbi" denilmemiş, çoğul kipiyle ”ikinizin kalpleri" denilmiştir. Eğer Peygamber'e karşı birbirinize arka verirseniz, aşırı kıskançlıkla, Rasûlüllahin hoşlanmadığı bir şekilde ve sırrını ifşa etmek suretiyle ona karşı yarchmlaşırsanız, biriniz diğerine sırt olursa bizzat Allah, Cebrail ve mü'minlerin iyileri onun dostu ve yardımcılarıdırlar. Yani Hazret-i Peygamber kendisine arka verecek kişilerden yoksun değildir. Çünkü Allahü teâlâ, mukarreb meleklerin lideri Cebrail ve sâlih müminler ona yardımcıdırlar. İbn Abbas, buradaki sâlih mü'minden muradın, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer olduğunu söyler. Ebussuud Tefsirinde: ”Sâlih mü'minlerin, melekler ve Cebrail'in arasında anılması sebebiyle, İbn Abbas'ın görüşünün yerinde olduğu" söylenmektedir. Çünkü âyette, manevî yardımcı ile, maddî yardımcılar anılmıştır. Cebrail, Rasûlüllah'a arka vermiş, onu ilâhî teyidlerle desteklemiştir. Ebû Bekir ve Ömer de risalede ilgili işleri idarede onun yardımcılarıdırlar. Onların Rasûlüllah'a yardımları, kızlarının gönüllerine daha çok tesir etmiş ve durumlarını zayıflatmıştır. Dolayısıyla, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer'in meleklerden önce anılması gerçek anlamdadır. Ulemadan birinin dediğine göre ”sâlih müminlerden" murad, sahabiler veya önde gelenlerdir. Süheylî şöyle der: ”Âyetin lâfzı geneldir. Dolayısıyla bütün mü'minlerin anlaşılmaları daha uygundur." Rivayete göre bir adam İbrahim b. Ethem'e: ”İnsanlar benim için sâlih diyorlar. Sâlih olduğumu nasıl anlarım'?" dedi. İbrahim b. Et hem: ”Gizli yaptığın amellerini sâlihlere arzet. Eğer onu kabul edip güzel bulurlarsa, bil ki sen sâlihsin. Beğenmezlerse sâlih değilsin," dedi. Bu, hakimane söylenilmiş bir sözdür. Bunların Allah'ın yardımının, Cebrail ve sâlih mü'minlerin desteğinin ardından semaları dolduran tüm kalabalıkları ile melekler de ona yardımcıdırlar. Bu ifade, Bedir savaşında olduğu gibi, meleklerin yardımlarının büyüklüğüne işaret etmektedir. Çünkü bu, mucizelerdendir. Bu söz, meleklerin insanlardan daha üstün olmalarım gerektirmez. Melekler, düşmanlarına karşı, Rasûlüllah'a yardımda tek bir el gibi, ona arka veren bir güruhtur. Dolayısıyla bu kadar yardımcıya karşı iki kadının bir birine yardımcı olmalarının ne önemi var ki? Cebrail aleyhisselâm da, melekler zümresine dahildir. O halde, içlerinde Cebrail in de bulunduğu tüm meleklerin yardımı, Cebrail'in tek başına yardım etmesinden daha kuvvetlidir. Sanki, sâlih mü'minlerin yardımdan sonra yerlerinin uzaklığı ve yardımlarının derecesinin yüceliğini bildirmek için, ”bundan sonra da diğer melekler ona yardımcıdırlar" denilmiştir." Bazı bilginler: ”Onları tehdit için Allah'ın yardımı kâfi olduğu halde, başkalarının yardımının da anılmasının, Rasûlüllah in; Allah'ın, meleklerin ve insanların katındaki mevkinin yüceliğini bildirmek için olduğunu" söylerler. Ben fakir derim ki: Bunlar, bu konuda söylenen fikirlerdir. Bence uygun olanı şudur: Allahü teâlâ, kendi yardımı yeterli olmasına rağmen, kendisinden sonra yaratıklardan, Peygambere yardımı en fazla olanları zikretmiştir. Çünkü, Hazret-i Âişe ve Hazret-i Hafsa'mıı birbirine arka vermeleri sebebiyle, makam yardımlaşma makamıdır. Ayrıca makam tehdit makamı olduğu için, yardımcıları da artırdı. Cebrail, yaratıklar içerisinde Hazret-i Peygambere ilk yardım edeni oldu ve Allah ile Rasûl arasında elçi olduğu için, onu sâlih mü'minlerden önce zikretti. Yardım konusunda sâlih müminler daha üstün olduğu için, onları da diğer meleklerden önce andı. Çünkü meleklerin yardımı sadece fiille, sahillerin yardımları ise hem fiille, hem de himmetledir. O da daha fazladır. 5Eğer o sizi boşarsa, umulur ki Rabbi ona, Rasûlüllah aleyhisselâma sizin yerinize, sizden daha iyi, Müslüman, inanan, dille ikrar eden, kalben samimi -burada mü'min ve Müslüman kelimeleri birbirinin tekrarı değildir- sebatla itaat eden, günahlardan tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan, -oruç tutanlar, gün boyu aç dolaştıkları için, oruç tutanlara ”sâihât" denilmiştir. Ya da maksat. Mekke'den Medine'ye hicret edenlerdir.- dul ve bakire eşler verir. Dul, kendisi ile cinsi ilişkide bulunulmuş olan kadındır. Âyette. Allah'ın Rasûlüne vermesi umulan eşlerin özellikleri sayılırken sadece dul ile bakire arasına atıf (bağlaç) kullanılmıştır. Çünkü, dulluk ve bakirelik birbirinin zıttıdır. İkisinin aynı şahısta, aynı anda bulunması mümkün değildir. Diğer özellikler ise böyle değildir. Onun için o vasıflar arasında bağlaç kullanılmamıştır. Âyette sanki şöyle denilmiştir: ”Allah Rasûlüne, sizden daha iyi, anılan bu özellikleri taşıyan, bir kısmı dul, bir kısmı bakire eşler verir." İşte bu iki kelime arasındaki bağlacın sırrı budur. Eşlerin tümü ya bakire veya dul şeklinde anlaşılmaması için de iki kelime arasına ”veya" anlamına gelen ”ev" edatı konulmamıştır. Allahü teâlâ, Hafsa ve Âişe'yi, kalplerinin kayması sebebiyle -ki bu tevbeyi gerektirir- azarladı ve onları Rasülüllahin kendilerini boşama ihtimali bulunduğunu söyleyerek korkutmaya başladı. Sonra da beyan etti ki, eğer Rasûlüllah onları boşarsa zararı sadece kendilerine dokunacaktır. Çünkü Allah, Rasıilüne onlardan daha iyi eşler verecektir. Âyette Hazret-i Peygamberin Hafsa'yı boşamadığına delâlet eden bir şey yoktur. Çünkü boşamanın hanımlara bağlanması, onlardan birisinin boşanmış oluşuna ters düşmez. Allahü teâlâ Rasülüllahin hanımlarını boşamıyacağını biliyordu. Ancak, onları korkutmak için, kendilerini boşaması durumunda, onların yerine daha hayırlılarım vermeye muktedir olduğunu haber verdi. Bu, şu âyeti kerimede bildirilen anlama benzemektedir: ”...Eğer siz yüz çevirirseniz Allah yerinize başka bir millet getirir. Sonra da onlar sizin gibi olmazlar." (Muhammed: 38) Bu tür hitaplar, Allah'ın gücünü haber vermek ve onları korkutmak içindir. Yoksa gerçekte, Rasülüllahin ashabından daha hayırlı olanı yoktur. 6Ey iman edenler! Kendinizi günahları terketmek ve taatleri işlemek suretiyle ve ailenizi nasihat, terbiye ve eğitimle -Aile, kişinin hanesi içinde olan hanım, oğul, erkek kardeş, kız kardeş, amca, amca oğlu ve hizmetçisidir.- yakıtı insanlar, insanların ve cinlerin kâfirleri ve taşlar olan ateşten koruyunuz. Başka ateşler odunla tutuştuğu gibi, cehennem ateşi aynı zamanda taşla da tutuşur. Bu, o ateşin kuvvet ve yakıcılığının şiddetini bildirmektedir. Çünkü ateşin odun yerine taşla tutuşması, hararetinin fazlalığındandır. Bu yüzden Hazret-i Peygamber: ”Sizin şu tutuşturduğunuz ateşiniz, cehennem ateşinin yüz parçasından bir parçadır," buyurmuştur.(4) İbn Abbas'tan, burada söz konusu olan taşın, kibrit taşı olduğu rivayet edilmiştir. O, yakıldığı zaman en büyük harareti verir. Çok çabuk tutuşur, çirkin bir kokusu vardır, dumanı fazladır. Bedenlere yapışması şiddetlidir, dolayısıyla onunla azap çok şiddetli olur. Âyeti kerime, akrabaya emri bil ma'rûfta bulunmanın bir görev olduğuna delâlet etmektedir. Bir hadisi şerrifte de şöyle buyuru hır: ”Hepiniz çobansınız, hepiniz gözetiminiz altında olandan sorumlusunuz." (3) Yani her biriniz, eğer idareci ise, kendisinden istenilen adaleti gözetmekle; idare edilense hıyanetten kaçınmakla yükümlüdür. Yine her biriniz, kıyamet günü, korumayı yüklendiği şeylerden sorumludur. Devlet başkanı halkın gözeticisidir. Erkek ailenin, kadın kocasının evinin gözeticisidir. Köle de efendisinin malını gözetmekten sorumludur. Hasılı herkes sorumludur. Denildiğine göre, kıyamet günü en acı azaba çarptırılacak olanlar, ailelerini cahil bırakanlardır. Nasihatta bulunma hususunda yabancılar da aynen aile hükmünde oldukları halde, âyette aile özellikle zikredilmiştir. Çünkü, yakınlıklarından ötürü akraba uyarılmaya daha lâyıktır. Nitekim bir âyette: ”Ey iman edenler! Kâfirlerden, size yakın olanlarla, savaşın..." (Tevbe: 123), başka bir âyette de: ”Önce en yakın akrabalarını uyar." (Şuara: 214) buyurulmuştur. Ayrıca, emri bil ma'rıif ve nehyi anil münker (iyiliği emredip kötülükten men etme) in şartları yabancılar için tahakkuk etmeyebilir. Akrabalar, özellikle aile içinde olanlar böyle değillerdir. Çünkü erkek ailenin reisidir. Onun yani bu büyük ateşin başında katı kalpli, kalbinde şefkat ve merhamet olmayan güçlü, kuvvetli melekler vardır. Bu melekler, cehenneme ait işleri yürütürler. Cehennemliklere azap ederler. Bunlar on dokuz tanedir ve yardımcıları vardır. Güçlüdürler. Allah'ın düşmanlarından merhamet istediklerinde intikam almaktan âciz değillerdir. Çünkü onlar, gazaptan yaratılmışlardır. Kahır üzere yaratılmışlardır. Onlar için kahır ve öfkenin dışında bir lezzet yoktur. Nasıl ki canlılığın gereği yemek, içmekse, bunların yaratı lışiarının gereği de, suçlulara acımadan azabetmektir. Onlardan birinin, iki omuzu arasındaki mesafe, bir yıllık yol kadardır. Veya güneşin doğduğu yerle battığı yer arası kadardır. Birisi sopasını bir kez vurduğunda yetmiş bin kişiyi cehenneme yuvarlar. Onlar kâfirler ve başkalarım cezalandırma konusunda veya genel anlamda, Allah'ın kendilerine emrettiğine karşı gelmezler, emrolunduklarnı hiç bir yavaşlık ve gevşeklik göstermeden, geciktirmeden, fazlasız ve eksiksiz aynen yaparlar, yerine getirirler. Büyüklerden birisi şöyle demiştir: ”Bu âyet, tüm meleklerin masum olduklarının delilidir. Çünkü onlar, mücerret akıldan ibarettirler. Şehvetleri yoktur. İnsanların aksine, fitraten itaatkârlardır. Yine bu âyet, melekler için bir yasaklamanın söz konusu olmadığına ve yasağın onlar yanında bir ibadet sayılmadığına delâlet etmektedir." Kirmanı, Buhârî şerhinde şöyle der: ”Eğer dersen ki, bir yasağı terketmek de ibadettir. Çünkü terk nefsi men etmektir. Dolayısıyla niyete mutaçtır. Ben de şöyle cevap veririm: Eğer maksat, Allah'ın emrine uymak ve sevap elde etmek ise dediğin doğrudur. Ama cezayı düşürmekte ise niyete ihtiyaç yoktur. Söz gelimi zinayı terkeden birisi, bundan dolayı sevap kazanmak için niyete muhtaçtır. Terkler niyete muhtaç değildir, diyenler bununla günahı düşürmeyi kastederler. Ama terklerde, sevap elde etmek ve Allah'ın emrine uymak mıırad edilirse mutlaka yasak olan şeyin bilerek (niyetle) terkedilmesi gerekir. Zinayı terkeden kişi eğer bununla, Allah'ın emrine uymayı kastederse sevap kazanır." 7Melekler onları cehenneme sokarken şöyle derler: 'Ey kâfirler! Bugün özür dilemeyin. Râğıb şöyle demiştir: ”Özrün, insanın günahlarını silecek bir şeyi aramaktır. Bu da üç çeşittir: 1- Ben yapmadım, demesi. 2- Şu sebepten yaptım deyip, kendisini günahkâr olmaktan çıkartan bir şey söylemesi. 3- Yaptım ama bir daha yapmayacağım veya benzeri bir şey demesi. Bu üçüncüsü tevbedir. Her tevbe, özürdür; ama her özür, tevbe değildir." Siz ancak, dünyada iken, küfür ve isyandan yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz!' Sizin için bu gün kesinlikle özür yok (denilir.) Bu yasak, onlar özür dilemeden önce olursa, ”Onlara özür dilemeleri için izin de verilmez" (Mürselât: 36) mealindeki âyetle uygunluk arzeder. Ama yasak onların özründen sonra olursa, o zaman bu söz te'vil edilir: ”Onlara mazeretlerini beyan etmeleri için izin verilir ama dinlenmez" denilir. 8Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah'a dönün. ”Tevbe", özür dileme yollarının en üstünüdür. ”Ben yaptım, fakat iyi yapmadım" demekle olur. Şeriat ıstılahında tevbe şöyle tarif edilir: ”Çirkinliğinden dolayı günahı terketmek, işlenen günaha pişman olmak, tekrar işlememeye azmetmek, kaza yoluyla telâfisi mümkün olan amelleri telâfi etmektir." İşte bu dört şart bir arada bulunursa, tevbenin şartları tamam olur. "Samimi" diye tercerne ettiğimiz ”nasûh" kelimesi, mübalâğa kalıplarından birisidir. Çok sabreden kişiye ”sabûT", çok şükredene de ”şekûr" denilmesi gibidir. ”Çok fazla nasihat eden tevbe" demektir. Bu da kişilerin kendi nefislerine tevbe yi tavsiye etmeleri ve usulünce tevbe etmelerindir. Bu kötülüklerden, kötü oldukları için, pişmanlık duyarak, onları yapmaktan dolayı kederlenerek, kılıçla kesilse, ateşte yakılsa bile süt memeye dönmedikçe bir daha kötülüğe dönmemeye azmederek nefislerini bu duygu üzerine, hiç kimsenin çeviremiyeceği bir şekilde yerleştirerek tevbe etmektir. Hazret-i Ali'den rivayet edildiğine göre, o bir bedevinin: ”Allah'ım senden bağış diliyorum, sana tevbe ediyorum," dediğini işitmişti ve: ”Ey adam! Tevbede dil çabukluğu yalancıların tevbesidir" dedi. Bedevi: ”O halde tevbe nedir?" diye sordu. Hazret-i Ali şu karşılığı verdi: "Tevbe ancak şu altı şeyi içerisinde toplayandır: 1- Günahlara pişmanlık duyman, 2- Farzları iade etmen yani namaz, oruç ve zekâtı kaza etmen, 3- Zulümleri reddetmen, 4- Hasımlarla helâlleşmen, 5- Bir daha günaha dönmemeye azmetmen, 6- Nefsini masiyet içerisinde büyüttüğün gibi Allah'a taatte eritmen ve ona günahın tadını tattırdığın gibi, taatin acısını tattırnıandır." Ayette geçen ”nasûh", halis demektir. ”Mumundan ayrılan halis bal" anlamında ”aselun nâsıh" denilir. Saflığında ve samimiyetinde tevbe buna benzetilmiştir. Zünûn el-Mısrî şöyle der: ”Tevbe geçmiş günahlardan dolayı sürekli ağlamak, bir daha günaha düşmekten korkmak, kötü dostları terketmek, cennetliklerle birlikte olmaktır." Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: ”Ey insanlar! Allah'a tevbe ediniz. Ondan bağış dileyiniz. Ben ona günde yüz kere tevbe ederim." (6) 6- Hadisi Müslim, Eğar b. Yesâr el-Müzenî'den rivayet etti. Buna benzer bir hadisi de Gâmidiyye kıssasında rivayet etti. Tevbenin günahın hemen peşinden yapılması gerekir. Çünkü geciktirilmesi, haramda ısrar etmek anlamına gelir. Israr, küçük günahı büyük hale getirir. Tevbenin kabulünün alâmeti, Allah'ın kişiye günahını andırmamasıdır. Çünkü tevbe günahı bırakmaz, siler. Tevbe eden, günahını hatırlarsa onun tevbesi sakattır. Bazen tevbe Allah katında makbul olur. Buna rağmen, günahı işleyenden cezayı defetmez. Meselâ, hırsız tevbe etse, tevbesi ondan el kesme cezasını düsürmez. Bu konuda Mâız hadisinde yeterli delil vardır. Rasûlüllah onun hakkında: ”O öyle bir tevbe etti ki, tevbesi tüm Medine ehline taksim edilse, hepsine yeterbuyurdu. Buna rağmen, tevbesi ondan had cezasını düşürmedi. Aksine Efendimiz recmedilmesini emretti ve reemedildi. Umulur ki Rabbiniz kötülüklerinizi örter hatta onları siler ve iyilik haline dönüştürür ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. "Umulur ki" diye terecine ettiğimiz ”asâ" kelimesi, büyüklerin âdeti üzere, umut vermek için kullanılan bir ifadedir. Krallar, ”umulur ki ve belki: asâ ve lealle" diye cevap verirler ama bu kesinlik ifade eder. Bu ifade, anılan nimetlerin, Allah'ın bir fazlı olduğuna delildir. Bunlar, tevbenin gereği değildir. Kulun, çok fazla ibadet etse bile sürekli korku ve ümit arasında olması gerekir. O gün Allah, peygamberi ve iman edip onunla beraber olanları utandırmaz. ”Utandırmaz" diye tercenıe edilen kelimenin aslı olan ”el-hızyü" kelimesi, rüsvay etmek anlamına da gelir. O zaman mânâ, haklarında Allah'ın: ”...Gerçekten bugün, rezillik ve kötülük kâfirleredir" (Nahl: 27) buyurduğu kâfirlere tariz olur. Ama burada uygun olanı, bu sözün ”el-hızâye" kelimesinden türeyip, utanma ve sıkılma anlamında olmasıdır. Çünkü Hazret-i Peygamberin şanına uygun olanı budur. Ama daha da iyisi bu sözü, hesap, kitap ve ceza gibi herhangi bir sebebe dayanan ve her türlü utanç ve rüsvaylığa vermektir. Allahü teâlâ Rasûlüllahla birlikte, inananları da rüsvay etmez, utandırmaz. Utanç, kötü hesaba çekmekle, kınama ve azarlamakla olur. Allah mü'minleri kolay bir şekilde hesaba çeker. Bu sözde de, Allah'ın rüsvay ettiği kâfir ve fâsıklara tariz, onların durumuna düşmekten koruduğu içinde mü'minleri hamde teşvik vardır. Burada söz konusu edilen iman, olgun imandır. Dolayısıyla bu, âsi olan mü'minlerin cehenneme girmemelerini gerektirmez. Onların yani imanlarının ve taatlerininin sırat üstünde güneş ışınları gibi olan nurları, ünlerinden ve yanlarından koşar da: Yani onların önlerini, sağlarını, sollarını ya da tüm yönlerini aydınlatır. Âyette, tüm yönler yerine, hepsine şamil olmak üzere sadece, en şerefli yön ”eymân: sağ taraf" zikredildi, Şu da, Hazret-i Peygamber'in duâlarındandır: ”Ey Allah'ım! Benim kalbimi, kulağımı, gözümü, sağımı, solumu, önümü, arkamı, üstümü ve altımı nurlandır. Beni nur yap." (8) Bazı bilginler, burada sadece ön ve sağın anılmasının, iyiliklerin amel defterinin bu yönlerden verilecek oluşundan dolayı olduğunu söylerler. Nitekim kötülerin amel defteri de sol taraflarından verilecektir. İşte bu nur, onların defterlerinin bu yönlerinden verileceğine işaret, onlar için cennete girene kadar sırat üzerinde bir rehber ve cennette zinet olur. Münafıkların nurları söndüğünde onlara şefkat olarak, müminler: 'Ey Rabbimiz! Nurumuzu tamamla, selâmet evine varıncaya kadar devanı ettir, bizi bağışla. Günahlarımızı gizle, rezil etme. Çünkü Sen bağışlamak ve tamamlamakda her şeye kadirsin,' derler. Denilmiştir ki: ”Mü'minlerin nurları, amellerine göre farklılık gösterir. Bu yüzden, Allah'tan bir ikram olarak, nuru eksik olanların nurlarını tamamlamasını isterler. Bir başka izaha göre ise, cennete gidenlerden kimisi sırat üzerinde şimşek gibi, kimisi rüzgâr gibi, kimisi de emekleyerek ve sürünerek geçerler. İşte: ”Ey Rabbimiz! Nurumuzu tamamla," diyenler bunlardır." (9) Seni (Kuddise sirruhu) şöyle der: ”Dünyada ve âhirette müminler Allah'a ihtiyaçtan müstağni olamazlar. Onlar Allah'a âhirette daha çok muhtaçtırlar. İzzet ve zenginlik evinde (cennette) olsalar bile durum budur. O'na kavuşma aşklarından dolayı: ”Bize nurumuzu tamamla" derler. Ayrıca, nurlar çeşit çeşittir; zatın nuru, namaz, onuç, abdest ve diğer ibadetlerin nuru bunlardandır. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) uzunca bir hadiste ”namaz nurdur" buyurmuştur. Namaz kılanın Rabbine yalvarmasının. O'na yönelmesinin sırrı, Rasûlüllahin şu hadisinde haber verdiği şeydir: ”Şüphesiz kul namaz kılmak üzerere kalktığı zaman. Rabbi yüzünü ondan tarafa çevirir." (10) Allah nurdur. Kulun hakikati, karanlıktır. Karanlık bir şey, ışıklar saçan bir nesneye yöneldiğinde, onunla gerçek bir hizada karşılaşır. Işık veren nesnenin nurlarından o da kazanır. Nitekim, simsiyah, karanlık bir cisim olan ay, karsısında bulunduğu zaman güneşten ışık almaktadır. Güneşe olan mukabelesi ve onun hizasında olup olmaması durumuna göre, aldığı ışık farklılık arzetmektedir. Güneşin tam hizasında bulunur, onunla tam karşı karşıya gelirse ışık alışı tam olur. Bir hadiste: ”Karanlıkta camiye gidenleri, kıyamet günü tam nurla müjdele," buyurulmaktadır. (11) 10-Hadisi Buhârî, Müslim ve Nesâî şu lâfızlarla rivayet etmişlerdir: ”Biriniz namaza kalktığı zaman, Rabbine münacatta bulunur. Şüphesiz Rabbi onunla kıble arasındadır." Câmiu'l-Usûl: 1 1/190. 11- Hadisi Ebû Dâvud ve Tirmîzî rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 2/7. Bir başka hadisin meali de şöyledir: Rasûlüllah: ”Kardeşlerimizi görmeyi çok isterdim," buyurdu. Sahabiler: ”Yâ Rasûlüllah! Biz senin kardeşlerin değilmiyiz?" dediler. Hazret-i Peygamber: ”Sizler ashabımsınız. Kardeşlerimiz, henüz gelmeyenlerdir," buyurdu. Sahabiler: ”Ümmetlerinden henüz gelmeyenleri nasıl tanırsın, Ya Rasûlallah?" dediler. Rasûlüllah: ”Söyleyiniz, bir adamın siyah atlar arasında, alnı ve üç ayağı beyaz bir atı olsa atını tanımaz mı?" buyurdu. Ashabı kiram: ”Evet ya Rasûlallah! Tanır." dediler. Bunun üzerine Rasûlüllah: ”İşle o kardeşlerimiz kıyamet günü abdestten alınları parlayarak gelirler. Ben onları havuz başında bekleyeceğim," buyurdu." (12) Rasûlüllah ışığın nurunu, atın alnındaki ve ayaklarmdaki beyazlığa benzetti, başka renklere benzetmedi. 12- Hadisi Müslim Sahih'inde Ebû Hüreyre'den şu lâfızlarla rivayet etti: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kabristana gelip: ”Esselâmü aleyküm, ey müminler topluluğunun yurdu. Kardeşlerimizi görmeyi isterdim..." dedi. Hadisin benzerini Buhârî, Mâlik ve Nesâî rivayet etmiştir. Hadisin tamamı için Bkz. Câmiu'l-Usûl, 9/207. 9Ey Peygamber! Kâfirlerle kılıçla ve münafıklarla delille veya tehditle cihad et Nifak, kalpde gizlidir. Dolayısıyla, Hazret-i Peygamberin kalpde olan ihlâs ve nifaka, Allah bildirmeden muttali olması mümkün değildir. Allahü teâlâ Peygambere münafıklığını kendi bildirmesi ile bildiği kişilerle kılıçla değil dil ile mücadele etmesini emretmiştir. Çünkü münafık, kelime-i şehadeti söylemektedir. Ve bu hal üzere olduğu müddetçe ölünceye kadar kendisine Müslümanlara ait hükümler uygulanır. Onlara karşı sert davran. Silâhla ve delille savaştığın bu her iki guruba karşı katı muamele et. Bu âyet işaret etmektedir ki: ”Allah düşmanlarına karşı katı davranmak güzel ahlâktandır. Merhametlilerin merhametlisi olan Allah Rasûlü, onlara karşı sert davranmakla emrolununca başkalarının nasıl olmaları gerektiğini siz düşünün. Bu, dostlara karşı iyi davranma gereği ile çelişmez. Nitekim bir âyette Allahü teâlâ mü'minleri nitelerken: ”Kâfirlere karşı gayet sert, kendi aralarında ise son derece merhametlidirler," (Fetih: 29) buyurmuştur. Onların varacakları yer cehennemdir. Orada acı bir azap göreceklerdir. O cehennem ne kötü gidiş yeridir! Onların uğursuz gidişleri orayadır. Bu ifade, onları kötülemekte son noktadır. Mü'minin, düşmanlarının açık ve gizli olan tuzağına ve şeytanların hilesine karşı koymak için hak yolda çalışması gerekir. Çünkü insanın özelliklerinden olan yükselme ancak bu gayretle hasıl olur. 10Allah kâfirlere Nuh'un karısı ile Lût'un karısını örnek gösterdi. ”Örnek göstermek" diye tercemc ettiğimiz ”darbı mesel", aralarındaki garabet ve ortaklığından dolayı, bir hâlin bilinmesi için, garip bir hâlin anlatılmasıdır. Yani Allahü teâlâ Kur'an in indiği dönemdeki kâfirlerin hâl ve durumları için, iki peygamberin hanımlarını misal verdi. Bununla, kâfirlerin halleri de açığa çıkmış olmaktadır. Hazret-i Nuh'un hanımı Vâile, Hazret-i Lût'un hanımı da Vâhile'dir. Onlar sâlih kullarımızdan ikisinin şanı yüce iki peygamberimizin nikâhında idiler. Dünya ve âhiret hayırlarını ve saadetlerini elde etmek imkânına sahiptiler. Nûh ve Lût (aleyhisselâm) anılmışken, hemen peşinden onları tazim için, zamir değil de ”iki sâlih kul" diye açıkça zikredildi. Bu ifade ile, kulluğun ve salâhın şerefi beyan edilmektedir. Onlara iffetsizlikte değil, küfür ve nifakta ihanet ettiler. Hiçbir peygamberin eşi iffetsizlik etmemiştir. Bu ifade ile, kâfirlerin Rasûlüllah'a karşı, küfür ve isyanla olan ihanetleri, o hanımların halleri anlatılarak tasvir edilmektedir. Oysa kâfirler, iman ve taata tam anlamıyla muktedir idiler. Kocaları, o iki peygamber, Allah'tan gelen hiçbir şeyi azabı onlardan o kadınlardan savamadılar. Yani onlardan azabı engelleyemediler. Onlara ölümleri esnasında veya kıyamet günü: 'Ateşe giren Allah dostlarının yakınları olmayan diğer kâfir lerle birlikte siz de girin,1 denildi. Bu âyet, günah işleyenlerin, aralarında kan bağı veya evlilik akrabalığı olsa bile, yolda ve davranışta kendilerine uymadıkları, sâlilı kişilerin kendilerine faydalarının dokunacağı tarzındaki istek ve umutlarını kesmiştir. Kâşânî şöyle der: ”Tabiî bağlar ve şeklî bağlılıklar âhiret işlerinde muteber değildir. Aksine müessir olan, sadece gerçek sevgi ve rûhânî bağlılıklardır. Çünkü kıyamet günü onlar arasında nesep bağı yoktur. Çünkü hayırlı ve şerli tüm kuvvetler her ne kadar ruh ve ceset ikilisinden doğsa da, kötüler gerçekte ruh ehlinden değildirler. Nuh (aleyhisselâm)'un oğulları buna örnektir. İyilerin ve kötülerin hepsi, iki cihanda birbirlerinden ayrıdırlar. 11Allah, inananlara da Firavun'un karısını örnek gösterdi. Yani kâfirlerle olan bağlarının, kendilerine zarar vermeyeceği konusunda, Firavun'un hanımının durumunu, mü in in ler in durumuna misal gösterdi. O hanım, dünyada Allah düşmanlarının en büyüğünün nikâhında idi. Oysa âhirette, cennetin en üst odalarındadır. Burada örnek gösterilen hanım, Mtizahım kızı Asiye'dir. Âyeti kerime, mü'minleri Firavun'un eziyetlerine sabreden, Asiye'den daha zayıf olmamaları için, şiddetlere karşı sabra teşvik etmektedir. O: ’Rabbinı! Benim için katında, cennette sana yakın olanların (mukarrabûn) en üst makamlarında, meleklerin vasıtasıyla veya kendi kudretinle bir ev yap, dedi. Rivayete göre Allahü teâlâ Adn Cenneti'ni kendi eliyle yarattı, Tuba ağacını kendi eliyle dikti. Aynül-Meânî'de şöyle denilmektedir: ”Âyetteki,’katında' sözü, benim hakkım olarak değil, senin ikramın olarak demektir." Rivayete göre, Âsiye böyle deyince, önündeki perde açıldı ve cennetteki beyaz inciden yapılmış olan evini gördü, peşinden ruhu kabzedildi. Zariflerden birisine: ”'Evden önce komşu' sözünün benzeri. Kur'an'da nerede var? denildi. O: ’Benini için katında, cennette bir ev yap' âyeti karşılığını verdi. Çünkü âyetteki ”katında" sözü komşuluk demektir." Beni cahil Firavıın'dan ve onun kötü işinden kurtar, yani çirkin nefsinden, kötü komşuluğundan, küfür ve isyan olan kötü işinden kurtar. Beni o zalimler güruhundan da yani zulümde Firavuna uyan kıptîlerden de kurtar', demişti. Rivayet edildiğine göre: Mûsa (aleyhisselâm) sihirbazlara galebe çalınca. Firavun'un hanımı iman etti. Müslümanlığını Firavun öğrenince, ondan imandan dönmesini istedi. Ama o dönmedi. Bunun üzerine Firavun, onu ellerinden ve ayaklarında dört kazığa bağlayıp, güneşe attı. Bu esnada Allah kendisine cennetteki evini gösterdi. Âsiye içinde bulunduğu azabı unuttu, güldü. O zaman: ”O delirdi, işkence altında olduğu halde güldü," dediler. Bu, onun işkence edildiği hade, günaha sapmadığım göstermektedir. Tüm sâliha hanımlar böyle olmalıdırlar. Dahhak şöyle demiştir: ”Firavun, Âsiye kazıklara bağlı iken, üzerine bir değirmen taşı atılmasını emretti. Bunun üzerine o: ’Yâ Rabbî! Benim için katında, cennette bir bina yap,' dedi. Taş Âsiye'ye ulaşır ulaşmaz, ruhu cennete yükseldi." Bir de şöyle denilmiştir: ”Cennete iştiyak duydu, Firavunla beraberlikten bıktı ve bu istekte bulundu." Hasan-ı Basrî kuddise sirruhû şöyle der: ”Âsiye cennete çıkarıldı, orada yemekte, içmekte ve nimetlerden istifade etmektedir." Keşşaf’ta da şöyle denilmektedir: ”Bu söz, istiğfarın ve sığınmanın Allah'a olduğuna, musibet ve sıkıntı anında ondan istemenin sâlihlerin âdeti, peygamberlerin sünneti olduğuna delildir." 12Namusunu koruyan... ”Korumak" diye terceme ettiğimiz ”ihsan," iffet demektir. Mânâ: ”tercini, en işi şekilde, bir erkeğin temasından koruyan" demektir. Bazı âlimler de: ”Allah Âsiye'yi Firavun'la beraber olmaktan koruduğu gibi. -Çünkü Firavun iktidarsızdı, hastalık veya yaşlılıktan dolayı cimaa muktedir değildi.- Meryem'de fecrini günahtan korumuştur," derler. İmran kızı Meryem'i de (Allah örnek gösterdi.) Allahü teâlâ örnek vermekte, dullara teselli ve nefisleri hoş olsun diye kocası olan ve olmayanı birlikte zikretti. Meryem, Kuranda kendi ismi ile yedi kez zikredildi. Başka hiçbir kadın ismen anılmadı. Çünkü Meryem, olgun bir insan gibi nefsini taatte tuttu. Hazret-i Meryem, ibadet eden kadın anlamındadır. Mânâ şöyledir: ”Allahü teâlâ iman edenler için, İmranin kızı, Hazret-i İsa'nın annesi Meryem'i, ona verilen dünya ve âhiret kerametini ve onun tüm âlemlerin kadınları üzerindeki seçkinliğni misal gösterdi." Biz ona ruhumuzdan yani aslın tavassutu olmadan yarattığımız ruhtan... Hazret-i Meryem'i ve Hazret-i İsa'yı yüceltmek için Allah, ruhu kendi zatına izafe etti. Şu âyetler de bu kabildendir: ”Evimi temiz tut." (Hac: 26), ”Biz ona üfledik." ( Enbiyâ: 91) Yani Meryem'e bizim emrimizden olan ruhtan veya Ruhumuz Cebrail cihetinden üfledik. Çünkü Cebrail, Meryem'in gömleğinin yakasına üfledi, ve bu onun içine kadar ulaştı. O da Rabbinin kelimelerini peygamberlere indirilen sahibeleri ve Allah'ın kullar için koyduğu şeriatleri ya da Cebrail'in kendisine verdiği müjdeleri ve kitaplarını yani sahifeleri ve diğer ilâhî kitapların tümüne şamil olan indirilmiş bütün kitaplarını tasdik etti. O gerçekten itaat edenlerdendi. Taate devam edenler arasında idi. Aynül-Meânîde şöyle denilmektedir: ”Meryem, Mescidi Aksa'da itikafa giren itaatkârlardandı." "İtaat edenler" anlamına gelen ”kânitîn" kelimesinin müzekker (erkeğe has kalıp) olarak kullanılışı, itaatkârlar içindeki erkekleri tağlib veya onun taatinin erkeklerin taatinden aşağı olmadığını ihsas içindir. Hatta onlar cümlesindendir. Bir diğer görüşe göre de: ”O, itaat edenlerin neslindendir," anlamındadır. Çünkü Meryem, Mûsa (aleyhisselâm)'nın kardeşi Harun (aleyhisselâm)'un neslindendir. Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: ”Erkeklerden kemale eren çoktur. Kadınlardan ise sadece: Muzâhim kızı Asiye, îmran kızı Meryem, Huveyiid kızı Hatice, Muhammed kızı Fatıma'dır. Aişe'nin diğer kadınlara üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere üstünlüğü gibidir." (13) 13- Hadisin benzerini Buhârî, Müslim ve İbn Mâce tahric etmişlerdir. Bu rivayeti Rezin zikretmiştir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 9/124 ve Ahmed b. Hanbel, Müsned, Buhârî ve Müslim'in rivayetleri sadece Meryem'in zikrine münhasırdır. Tirmizî'deki rivayet de şu şekildedir: ”Alemlerin hanımlarından, imran kızı Meryem, Huveyiid kızı Hatice, Muhammed kızı Fatıma ve Firavunun karısı Âsiye sana yeter." Bkz. Câmiu'l-Usûl, Fezâilûn-Nisâi's-Salihât, 9/120. Hazret-i Âişe, tiride benzetilmiştir. Çünkü Araplar hiç bir yemeği tiritten üstün tutmazlardı. Öyle ki, Araplar ona ”buhbûhatü'l-cennet" adını vermişlerdi. Çünkü et ile birlikte tirid, gıda ile lezzeti bir arada toplamıştır. Yenilmesi kolaydır, çiğneme külfeti yoktur. O, darbı mesel olmuştur. Hazret-i Âişe'ye güzel ahlâk, tatlı konuşma, fasih lehçe, üstün zekâ, sağlam akıl, kocaya sevgi verilmişti. O konuşmaya, kocasına itaata, kendisi ile sohbete, dinlemeye elverişli idi. Rasûlüllah'tan diğer hanımlarının öğrenemediklerini öğrenmesi, benzerlerini erkeklerin bile rivayet etmediği kadar hadis rivayet etmesi onun derecesini göstermek için yeterlidir. Ebû Mu'sel Eş'arînin şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Biz Rasûlüllahın ashabına bir hadis müşkil gelir de, Âişe'ye sorduk mu, o konuda onda mutlaka bilgi bulurduk." (14) Bu yüzden onun hakkında bir beyitte şöyle denilmiştir: 14- Hadisi Tirmizî, Menâkıb bahsinde tahric edip: ”Bu, hasen sahih gariptir" demiştir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 9/134. Hazret-i Âişe'nin üstünlüğü vardır bil! Bazı özellikler de Fatıma tüz-Zehrâya. Ancak, mutlak üstünlük Hazret-i Fatıma (radıyallahü anh)'nındır. Anılan hadis de buna delildir. Ayın şekilde, Hazret-i Peygamber'in Hazret-i Âişe'yi tiride, anılan diğer hanımları, gıdaların şahı olan ete benzetmesi de buna delildir. Hadis ayrıca asırlar farklı bile olsa, Rasûlüllahin asrından sonra, erkeklerin kemalinin çokluğuna, kadınların kemalinin ise azlığına delidir. Allah'ın yardımı ile Tahrim Sûresinin tefsiri sona erdi. |
﴾ 0 ﴿