KALEM SURESİ

1

Nûn. Bu, Nûn Sûresi'dir. Allahü teâlâ  bu harfle yeminini güçlendirerek yemin etmiştir. Bu yemini, kendisi ile yemin edilen şeyin durumunu belirtmekle birlikte halkın âdeti üzere sözünü te'kîd etmek için yapmıştır.

Nûn, yazıda tek, telâffuzda ise üç harftir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Kim Allah'ın kitabından bir harf okursa, o harf sebebiyle kendisi için bir hasene vardır. Hasenelere on misli ile karşılık verilir. Ben, elif lam, mim tek harftir, demiyorum. Aksine elif bir harf, lâm bir harf mîm de bir harftir." (1) Hazret-i Peygamber harf demekle hecelenen şeyi murad etmiştir.

1- Hadisi Tirmizî Sevabu'l-Kur'an'da 3912 numarada ve Dârimî tahric etmiştir. Bu sahih bir hadistir. Câmiu'l-Usûl, 8/498.

Dolayısıyla Allahü teâlâ 'nın ”nûn" harfini okuma karşılığında otuz hasene vermesi umulur. Çünkü o telâffuz itibariyle, iki nûn ve bir vav olmak üzere üç harf gibidir.

Alimlerden birisi: ”Nûn, Allah'ın Nûr ve Nasır isimlerinin ilk harfleridir" demiştir.

Sehl (kuddise sirruhû) da şöyle der: ”Nûn, Allah'ın isimlerinden birisidir. Çünkü elif lam râ, hâ mîtn ve nûn sûrelerinin başındaki harfler toplandığı zaman er-Rahman olur."

El-Müfredat adındaki eserde de şöyle denilmektedir: ”Nûn, büyük balık anlamındadır. Bunun için İkrime bu âyetle ilgili olarak: Allahü teâlâ  balığa yemin etti ve balık cinsini boğazlama (kesmek) gerekmeden helâl kıldı, demiştir. Şüphesiz sadece iki ölü helâldir. Bunlar balık ve çekirge. ”

Kaleme ve onların yazdıklarına yemin olsun ki... Kalem, yazı yazmada kullanılan âlettir. Burada Levh'in kalemi murad edilmiştir. Nitekim bir hadi s-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: ”Allah ilk defa kalemi yaratmış sonra ona: Kıyamete kadar olacak olanları yaz, buyurmuştur. O da Levh-i Mahfuz'a, kıyamete kadarla ecelleri, amelleri ve rızıkları yazmıştır ”(2)

2- Mûsannif hadisi mânâ olarak zikretti. Bunu Ebû Dâvud ve Tirmizî Kader bahsinde tahric ettiler. Ahmed b. Hanbel de Müsnedût (5/317) tahric etti. Bu, sahih bir hadistir. Lâfzı şu şekildedir: ”Şüphesiz Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdi. Allah kaleme: Yaz, buyurdu. Kalem: Ne yazayım ya Rabbî? dedi. Allah: ”Kıyamet kopana kadarla her şeyin kaderini yaz," buyurdu. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 10/106; el-Fethu'l-Kebîr, 1/377.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediği nakledilmiştir: ”Buradaki ”kalem" den murad, Kirâmen kâtibinin (yazıcı meleklerin) kalemidir. Ya da genel anlamda kalem cinsidir. Allahü teâlâ, faydalarının çokluğu sebebiyle kalem ve hokkaya yemin etmiştir. Çünkü söz ve beyanla anlaşma, bir arada olan iki kişi arasında söz konusudur. Birbirinden uzakta olanlar arasındaki veya bir dönemden sonrakilerle olan anlaşma ise ancak yazı yoluyla olabilir."

Büyüklerden birisi şöyle demiştir: ”Beyan iki çeşittir, bunlar:

1- Dilin beyanı,

2- Parmak uçlarının beyanı.

Kalemle tesbit edilenin uzun süre kalması, parmak uçlarının beyanının üstünlüklerindendir. Dille olan beyânı ise yıllar eskitir. Kalemin, Allah'ın kilaplarını yazma âleti oluşu dışında hiçbir meziyeti olmasaydı bile hürmete lâyık olma bakımından sadece o yeterdi."

Bilgelerden birisinin şöyle dediği nakledilmiştir: ”Din ve dünya işlerinin ayakta kalabilmesi kaleme ve kılıca bağlıdır. Eğer kalem olmasaydı din ayakta kalmazdı, yaşantı düzenli olmazdı. Kılıç olmasaydı düşmanlar mü'minlere karşı azgınlık ederlerdi. Şair şu sözleri ne kadar güzel söylemiştir:

Eğer kendisi için boyunların eğildiği,

Korkusundan milletlerin itaat ettiği kılıç, kaleme hizmet etseydi, Allahü teâlâ, bilendiği günden itibaren kılıçların,

Sivriltildiği günden beri de kalemlerin hizmetinde olmalarını takdir etmiştir.

Bir başka şâir de şöyle demiştir:

Kahramanlar bir gün kılıçlarıyla yemin ettiklerinde, Onu şeref ve keremi getiren şeylerden saydıklarında,

Tüm zamanlarda kâtiplerin kalemi, övünç ve üstünlük olarak yeter. Çünkü Allah kalemle yemin etmiştir.

2

Sen Rabbinin nimeti sayesinde mecnûn değilsin. Bu, yukarıdaki yeminin cevabıdır. Sanki Hazret-i Peygambere şöyle denilmiştir: ”Sende akıl hastalığı yok. Sen Allah'ın nimeti sayesinde öyle bir hastalıktan uzaksın. O nimet, peygamberlik ve umûmî başkanlıktır."

Bu âyetten murad, kâfirlerin düşmanlık, kıskançlık ve kibirlilik eseri olarak, Hazret-i Peygambere nisbet ettikleri delilik yaftasından onu arındırmaktır. Halbuki onlar Hazret-i Peygamberin aklının sağlamlığım, görüşünün isabetliliğini çok iyi biliyorlardı.

Ebû Hayyan bu âyetin tefsirinde şöyle der: ”‘Rabbinin nimeti sayesinde' anlamına gelen cümlecik, hükümle kendisi hakkında hükmedilenin yani ’sen ile ’mecnun değilsin ifadesinin arasına girmiştir. Maksat Hazret-i Peygamberin o kötü vasıftan uzak olduğunu belirtmede mübalâğa, te'kîd ve şiddet göstermektir. Onun için ’O delidir' denilince Allahü teâlâ, kendisinde böyle bir illetin olmadığını ’Nûn, kaleme yemin ederim ki' diyerek ortaya koymuş, sonra da ona ’delilik' iftirasını edenleri on düşük nitelikle nitelemiştir. Bu nitelikler: ’Yemin edip duran aşağılıklara... itaat etme.' (Kalem: 10) âyeti ile sayılmaya başlanmış, ’Kendisine âyetlerimiz okunduğunda: ’Bu öncekilerin masalları' demiştir.' (Kalem: 15) âyetine kadar devam etmiştir."

Hazret-i Peygamber'e yapılan isnadı Allah'ın reddetmesi ve onu müdafaa etmesi, bizzat kendisinin reddetmesinden daha mükemmeldir. Çünkü o, Kur'an-ı Kerim'den bir parçadır. Kıyamet gününe kadar bakîdir.

3

Şüphesiz senin için onlar tarafından gelen çeşitli şiddetlere göğüs germen ve peygamberlik sıkıntılarına tahammül etmen karşılığında, büyüklüğünün yanı sıra

tükenmeyen bir ecir büyük bir sevap

vardır. Nitekim bir başka âyette de Allah'ın lütfü, ”...gayra meczûz" (Hûd: 108) bitmez tükenmez diye ifade edilmiştir. ”Tükenmeyen" diye tercüme ettiğimiz ”ğayru memnun" kelimesi, eksilmeyen, kesilmeyen diye izah edilmektedir. İnsanların sayısını azalttığı ve kuvveti kestiği için ”ölüme" de bu kelimenin kökünden türemiş olan ”el-menûn" denilmiştir. Bu kelimenin, başa kakma dolayısıyla bozulmayan anlamında olması da caizdir. Çünkü o ecir, yaptığı amelinin gereği olan sevaptır.

4

Ve şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin. Onun kadrini yaratıklardan hiç kimse bilemez. O ahlâktan dolayı sen, onlar tarafından gelen ve hiçbir beşerin tahammül edemeyeceği şeye tahammül edersin. Allah'ın ahlakıyla ahlâklandığın için onların iftiralarından etkilenme, onların sıkıntılarına üzülme ve sabret. Senin sabrın ancak Allah sebebiyledir.

Ay et-i kerimedeki ”ala" harfi cerri, istî'lâ manasınadır. Bu, Hazret-i Peygamberin övülen tüm güzel ahlâkları üzerinde toplandığına, tüm benimsenen fiilleri yapıcı olduğuna delâlet eder. Öyle ki bu ahlâk onun için sıradan, olağan şeylerden olmuştur. Bu yüzden Allahü teâlâ : ”De ki: ’Buna karşılık ben sizden hiçbir ücret istemiyorum. Ve ben olduğumdan başka türlü görünenlerden de değilim.'" (Sâd: 86) Yani ben, benden görünen ahlâkı göstermekte uğraşan, yapmacık davrananlardan değilim. Çünkü bir şeyi zorlanarak yapanın işi uzun süre devam etmez. Aksine o seciye halini alır.

Bilginler ahlâkı, mahmûd (övülen), mezmûm (yerilen), hasen (iyi) ve kabîh (kötü) diye sınıflandırmışlardır. Mutlak anlamda ”ahlâk" denildiğinde genelde sadece mahmûd olanı anlaşılır. Çünkü ”ahlâk" denilmeye lâyık olan odur. Ayetteki ”yüce ahlâk" tan maksat da bu gruba giren ahlâktır.

İmam Râzi şöyle der: ”Ahlâk (huy) nefsanî bir yetenektir. Onunla nitelenen kişilerin güzel şeyleri yapmaları gayet kolaydır. Güzel olan şeyleri yapmak ayrı bir şey, onları kolayca yapmak ayrı bir şeydir. İyi şeylerin kolayca meydana gelmesini sağlayan hâle, ahlâk (huy) denilir. Bunlar kişide sabit ve köklü olduğu için yaratılış menzilesinde olması hasebiyle buna, huluk (ahlâk) denilmiştir. Hilkati uzun bir riyazat ve mücahedeye bile ihtiyaç gösterse, insanın kendisi üzere yaratıldığı şeydir. Bundan ötürü: ”Huy, arkadaşlık ve muamele ile değişir. Güzeli çirkin, çirkini güzel hâle getirebilir. Bu, beraber olunan dost ve arkadaşlarının durumuna göre farklılık gösterir. Nitekim bir hadiste: ”Kişi dostunun dini üzeredir. O halde dostluk ettiği kişiye iyi baksın," buyurulmuştur. (3) Bu yüzden iyi olanlarla düşüp kalkmak, iyi görülen, teşvik edilen bir durum, kötülerle arkadaşlık ise çirkin görülen sakındırılan bir durumdur.

3- Hadisi Ebû Davud Edcp'le (No: 4833), Tirmizî, Zülıd'de (No: 2379) tahrie etmişlerdir. İsnadı hasendir. Bkz, Câmiu'l-Usûl, 6/61.

Huy, sebeplerinde gayret sarfetmek suretiyle de değişir. Bundan dolayı ruh doktorları psikolojide ruh sağlığı ve ruh hastalığı kabilinden olan şeyleri belirtmek için bölümler tasnif etmişlerdir. Bu, bünyevî hastalıklarla uğraşan doktorların, herbir hastalığın sebep ve tedavisini belirtmek için, organizmayı tanımakta eserler vermelerine benzer.

Âyette ”ahlâk" anlamına gelen kelimenin ”huluk" şeklinde tekil olarak kullanılışı ve ”azamet" yücelik sıfatıyla nitelenmesi; Hazret-i Peygamber'in üzerinde taşıdığı bu huyun en güzel ahlâkları topladığını belirtmek içindir. Hazret-i Nuh'un şükrü, Hazret-i İbrahim'in dostluğu, Hazret-i Mûsa'nın ihlâsı, Hazret-i İsmail'in vaade sadâkati, Hazret-i Yakûb ve Hazret-i Eyyûb'un sabırları, Hazret-i Davud'un özür beyanı, Hazret-i Süleyman ve Hazret-i İsa'nın tevazuları ve diğer peygamberlerin tüm güzel huyları Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'de toplanmıştı. Nitekim Allahü teâlâ  bir âyetinde: ”O peygamberler, Allah'ın hidayet verdiği kimselerdir. Sen de onların doğru yoluna uy..." (En'am: 90) buyurmuştur. Bu âyette söz konusu olan hidayet, Allah'ı tanımak değildir. Çünkü öyle olsaydı Rasûlüllah'ın onlara uyması taklid olurdu. Taklid de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e lâyık değildir. Yine bu hidayet, şeriat de değildir. Çünkü bizim Peygamberimizin şeriatı, onların şeriatlerini neshetmiştir, fürüa ait konularda onlara muhaliftir. O halde onlara uymayı emretmekten maskat, onların herbirine has olan güzel huylara uymaktır. Çünkü onların herbirinin, diğer hasletlerine üstün gelen bir güzel huyu vardı. Rasûlüllah Efendimize böyle bir emir verilince, sanki onlarda tek tek bulunan bu güzel huyların hepsini kendinde toplamakla emrolunmuştur. Bu, çok yüce bir mevkidir. Diğer peygamberler Allahü teâlâ 'nın kendisini: ”Sen yüce bir ahlâk üzeresin" diye netilemesi, yadırganmamalıdır. Şairin şu sözü de bunu ifade etmektedir:

Her peygamberin, insanlar arasında bir üstünlüğü vardır. O üstünlüklerin hepsi Hazret-i Muhammed'de toplanmıştır.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), nazarî kuvvetinin gereği ile değil; ilim, irfan, kesin iman ve ihsanla nitelenmiştir. Amelî kuvveti ile de ancak Allah'ın rızasına uygun olan farz, vacip, müstehap gibi şeyleri yapmıştır. Ondan haram, müfsid veya mekruh cinsinden bir şey sadır olmamıştır. O bir melek gibiydi, hatta melekten de üstündü. Kendisine Rasûlü İlahin ahlâkı sorulduğunda, Hazret-i Âişe'nin söylediği: ”Onun ahlâkı Kurandı" (4) sözü bütün bunları içine almaktadır. Hazret-i Âişe'nin bu sözle kasdettiği şudur: ”Allah'ın Rasûlü, Kur'an-ı Kerim'deki en güzel ahlâkla ve en iyi özelliklerle süslü, Kur'anin menettiği bütün kötülüklerden ve değersiz hasletlerden uzaktı.

Bir başka rivayete göre Hazret-i Âişe bu soruyu sorana, ”Sen Kur’an okumuyor musun?" diyerek ”Şüphesiz müminler felah buldu" diye başlayan, Mü'minün Sûresi'nin ilk on âyetini okumasını söyledi ve ”İşte onun ahlâkı bu," dedi. Bu ifadeler, Rasûlüllahin ahlâkının yüceliğine, dinleyenlerin dikkatini çekmektedir ki o ahlâk; kalbî ahlâkın aslı olan iman, bedenî ahlâkın direği olan namaz, malî ahlâkın başı olan zekât ve âyetlerde bulunan diğer özellikleridir.

Cüneyd: ”O, iki cihandaki cömertliğinden dolayı, yüce bir ahlâk üzere idi." demiş sonra da şu beyti söylemiştir:

Onun, büyüklüğünün sonu olmayan himmetleri var. En küçük himmeti, tüm zamanlardan daha büyüktür.

Hazret-i Peygambere özlü sözler verilmiştir. Çünkü o, bizzat kendisinin de söylediği gibi üstün ahlâkı tamamlamak için gönderilmiştir: ”Ben ancak, en güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim," (5) buyurmuştur. İşte yine bundan dolayı Allahü teâlâ : ”Şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin" demiştir. Onun ahlâkı, sırat-ı müstakimin (Allah'a giden yolun) ta kendisidir.

Büyüklerden birisi şöyle demiştir: ”Ümmetinden ona yetişememiş olanlardan, Rasûlüllah'ı görmek isteyen Kur'an'a baksın. Sanki Kur'an, kendisine: Abdullah'ın oğlu Muhammed denilecek bedenî bir şekil oluşumu olur."

Keşfu'l-Esrâr adındaki eserde de bu âyetin tefsirinde şunlar söylenmektedir: ”Ona yeryüzünün anahtarları arzedildi, kabul etmedi. Allahü teâlâ  onu Mîrac gecesi semalara yükseltip, tüm melekleri ve cenneti gösterdi, onlara iltifat etmedi. Allahü teâlâ  bu konuyu şöyle ifade buyurmuştur: ’Onun gözü kaymadı ve kamaşmadı: (Necin: 17) Sağa sola dönmedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ : ’Şüphesiz sen yüce bir ahlâk üzeresin,' buyurdu."

Bu, şâirin şu dedikleri gibidir:

Sanki sen güneşsin, krallar yıldız gibiler.

Güneş doğduğu zaman o yıldızlardan bir tanesi bile görülmez.

Kasîde-i Bürde şâiri Efendimizi şöyle nitelemiştir:

Yaratılışta ve ahlâkta tüm peygamberlere üstün oldu. Peygamberler ilim ve keremde ona yaklaşamadılar bile.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisinde işaret buyurdukları da, onun güzel huylanndandır: ”Senden ilgiyi keseni sen gidip ziyaret et, sana zulmedeni affet, sana kötü muamele edene sen iyilik et."(6)

6- Hadisi Îbnü'n-Neccâr Hazret-i Ali kanalıyla tahric etmiştir. Bkz. Suyûtî, el-Fethu'l-Kebîr, 2/189.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) herhangi bir şeyi önce kendisi kabullenmeden ümmetine emretmemiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: ”Şüphesiz mümin güzel ahlâkı ile namaz lalanın, oruç tutanın mertebesine ulaşır."(7)

7- Hadisi Ebû Davud, İbn Hıbbân ve Hâkim rivayet etmişlerdir. et-Terğîb ve't-Terhîb adındaki eserde bu şekildedir. 3/404.

5

Yakında sen göreceksin, onlar da görecekler. ”Göreceksin" diye tercüme ettiğimiz ”se tubsiru" nun mazisi olan ”ebsara" bildi, idrak etti anlamlarına da gelir. Basar, görme organı olan göz ve idrak eden kalp demektir. Görme organına, basiret denildiği hemen hemen vaki değildir. Buna göre âyetin anlamı şudur: ”Kıyamet günü hak ve bâtıl ortaya çıktığı zaman sen de bileceksin, onlar da bilecekler."

Mukâtil, bu âyetin Bedir azabı ile ilgili bir tehdit olduğunu söylemiştir. En açık mana da budur. Bu âyette ayrıca Hazret-i Peygambere, İslâm'ın ve Müslümanların galip gelecekleri, düşmanlardan intikam alacakları vaadi de vardır.

6

Delilik hanginizde imiş? Yani delilik fitnesi ile imtihan edilen hanginiz miş? Ayette geçen ”meftun" mecnûn an lam madır.

7

Şüphesiz Rabbin, iki dünya mutluluğuna götüren,

kendi yolundan sapanı, ebedî bedbahtlığa sebep olan şeylere doğru yönelerek, dalâlet çölünde başıboş gezeni

en iyi bilendir. İşte faydayla zararın arasını ay ıranı ayan, hatta zararı fayda zannedip tercih eden ve faydayı zarar sanıp terkeden kişi delidir.

O, kendi yoluna

hidayete ereni matlub olan her şeyi yapıp, tüm mahzurlardan da kurtulanı

da en iyi bilendir. İler iki gruba da hakettiği sevabı veya cezayı verir. Âyetteki ”en iyi bilendir" anlamına gelen ”huve â'lemü" sözünün tekrarlanması, manayı kuvvetlendirmek içindir.

Âyet-i kerime işaret ediyor ki: Gerçek anlamda deli, itaat eden değil, isyan edendir. Dünya sevgisi ve dünya zevklerine olan düşkünlük sebebiyle, Allah'a ulaştıran yoldan sapandır. Mühtedî, tek Allah inancının yoluna ve ebedî hidayete girendir.

Büyüklerden birisi şöyle demiştir: ’"O, hidayete ereni en iyi bilendir' âyeti, ”O, muvaffakiyeti kabul edeni iyi bilir,' anlamındadır. Açıklama hidayetçileri peygamberler, başarıya hidayet eden ise Allah Teâladır. Allahü teâlâ  hem açıklama hem de muvaffak etme durumundadır. Yaratıklardan olan hidayetçinin yapacağı ise, sadece açıklamaktan ibarettir. Hakikatleri bilmeyen kişi, vaaz ve irşadında kabul görüp tasdik edildiği zaman, dinleyenlerin gönüllerine tesir ettiğini zanneder. Tasdik edilmediğinde ise tesirinin olmadığını düşünür. Bu yanlış bir düşüncedir. Çünkü Allah katından gelenleri kabul için peygamberlerden daha sevimli, tebliğde daha doğru, Allah'a daha yakın kimse yoktur. Çünkü onların gönüllerinde rahmet galiptir. Buna rağmen, onları dinleyen herkes dediklerini kabul etmiş değillerdir. Aksine tebliğinde sadık olan Allah Rasûlü Hazret-i Nûh şöyle demiştir: ’Ey Rabbim! Ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Ama benim davetim, sadece onların kaçmalarını artırdı.'" (Nûh: 5-6)

Bu büyük gerçeği tespit ettikten sonra deriz ki: Ulül-azm peygamberlerin büyüklerinin sözleri bile herkes tarafından kabul edilir olmadığına göre anladık ki, himmet, davet edilende tümüyle eseri olan şeydir. Dinleyenlerden kabul edenler, tebliğci olan hidayetçinin himmetinin eseri olarak kabul etmiş olmazlar. Aksine o, Allah'ın bir vergisi olarak kabul edendeki yetenektir.

8

Bu söylenenler senin yanında açığa çıkınca

artık o yalanlayanlara itaat etme. Sen yoluna devam et. Onların ”sen bize dokunma, biz de sana dokunmayalım" şeklindeki tekliflerine uyma. Bu konuda taviz verme.

Allahü teâlâ  bu sözleriyle Hazret-i Peygambere kavmine karşı katı olmasını emretti. Sayılarının azlığına ve kâfirlerin çokluğuna rağmen bu konuda gönlünü güçlendirdi. Bu sûre, ilk inen sûrelerdendir.

Âyet-i kerime delâlet ediyor ki âsiye itaat, isyandır. Zorbaya uymak, zorbalıktır.

9

Onlar istediler ki, sen yumuşak davranasın da... ”Yumuşak davranma" diye terecine ettiğimiz ”tudhinü" kelimesi, yağ ve yağmur anlamına gelen ”dühn" kelimesinin türevlerindendir. Ama ciddiyeti bırakmak, yumuşak davranmak anlamında kullanılmıştır. Kelimelerin terkibi, yumuşaklığa ve kolaylığa işaret eder. Buna göre metnin anlamı şudur: ”Onlar istediler ki, keşke sen onlara yumuşak davransan, daveti terkte ve diğer konularda onlara müsamaha etsen de

onlar da seni kınamayı bırakmak suretiyle

sana yumuşak davransınlar. ”Fe yüdhinûne" nin başındaki fâ harfinin atıf edatı (bağlaç) olması mümkün olduğu gibi, -ki yukarıda mana buna göre verilmiştir- sebebiyye olması da mümkündür. O zaman âyet şu anlama gelir: ”Onlar sana yumuşak davranmak için senin onlara yumuşak davranmam isterler."

Kimi âlimler ise âyeti şu şekilde izah etmişlerdir: ”Sen, içten onlara muvafakat etmediğin gibi, görünüşte de muvafakat etme. Çünkü görünüşteki muvafakat, içteki muvafakati de etkiler. Muhalefet konusunda da durum aynıdır. Aksi halde çabucak yok olacak bir nifak ve yapmacık bir hareket olur. Onlar ise, rezaletlerdeki devamlılıkları, iki yüzlülükteki derinlikleri, heveslerinin çeşitliliği ve arzularının farklılığı sebebiyle yapmacık davranırlar. Senin kendilerine yumuşak davranman ve yapmacık hareketlerde bulunmanı isteyerek, diğer seviyesizliklerine ilâveten bu seviyesizliği de yaparlar.

Alimlerden birisi ise, üzerinde durduğumuz ”dühri' kelimesinin türevlerinden olan ”mudâhene" kelimesinin, dini dünya mukabilinde satmak anlamında olduğunu ve günahlardan sayıldığını söyler. Dünyayı din karşılığında satmaya ise ”müdârât" denilir ve iyi bir şeydir. Bir diğer görüşe göre ”el-iddihân" hiç gerekmeyen birisine karşı yumuşak davranmaktır. Bu anlam, Hazret-i Peygamberin hadisinde: ”Ben insanları idare etmek (ıslah ve iknaya çalışmak) le emrolundum," şeklinde ifade edilen ”idare etmek" emrine zıt değildir.

İmam. Gazali rahimehullah şöyle demiştir: ”Müdârât (idare etmek) ve mudâhene (yumuşak davranmak) arasındaki fark, kişiyi ses çıkarmamaya iten maksada göredir. Dinî bir sebepten veya kardeşinin iyiliğini onda gördüğün için ses çıkarmaman müdârât; kendi menfaatin ve arzularını karşılaman için veya mevkiini kaybetmemek için ses çıkarmaman ise müdâhenedir." (8)

Ebu'd-Derdâ (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Biz, bazı kavimlere kalplerimiz lanet yağdırdığı halde yüzlerine karşı güleriz. İşte bu, ”müdârât" tır. Şerlerinden korkulanlara karşı yapılır."

10

Yalan yere yeminin haram olduğunu bilmediği, yeminini bozmaya aldırmadığı ve inancı bozuk olduğu için hak bâtıl demeden

yemin edip duran, çok çok yemin eden... Aşağıda gelecek olan, itaattan meneden diğer özelliklerden önce bu vasfın söylenişi, menetmekte daha etkili oluşundan dolayıdır.

Keşşaf tefsirinde şöyle demektedir: ”Yemin, onu âdet edinen kişiye, azariayıcı olarak yeter," denilmiştir. Bunun bir benzeri de şu âyettir: ’Allah'a yemin ederek onu iyilik yapmanıza... engel kılmayın (Bakara: 224) Allah'tan başkası için edilen, yeminler, bu hükmün altına girerler. Çünkü o büyük, günahlardandır."

Aşağılık, Allah'ın azametini bilmediği için görüşü ve tedbiri düşük olan ve bu yüzden sık sık yemine sarılan,

daima ayıplayan, Hasan-ı Basrî bunu: ”İnsanların arkasından dudak büken ” diye izah eder. Bir hadis-i şerifte: ”Mü'min ayıplayın ve lânetçi olamaz," buyurulmaktadır. (9) Bir başka hadis de şu şekildedir: ”Kendi kusurları, başkalarının kusurları ile uğraşmasını engelleyen kişiye ne mutlu! (10) Yani kendi kusurlarına bakan ve bu onun başkalarının kusurlarına bakmasını engelleyen kişiye ne mutlu! Bu, başkasının Allah katındaki değerini küçümsediği ve kendi durumunu beğendiği için değil ama Allah'ın kötülükten nehye dair emrine uyarak, günah işleyeni günahtan engellemeye mani değildir.

9- Tirmizî, el-Birr, No: 1978.

10- Hadisi Deylemî, Müsnedu'l-Firdevs'de tahric etmiştir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 2/216.

"Hemmâz" çok kınayan, çok ayıplayan demektir. İnsanları istenilmeyen biçimde anlatan, kusurlarını ortaya döken ve ırzlarını düşüren kişi için istiare yoluyla kullanılmıştır. Sanki onları, eziyet ederek dövmüş demektir.

Sürekli lâf taşıyan, aralarını bozmak için insanların sözlerini birinden ötekine nakleden. Söz taşıma büyük günahlardandır. Öğüt maksadıyla söz taşımak ise, vaciptir. Şu âyette belirtilen olayı Hazret-i Mûsa'ya nakleden kişinin sözü öğüt kabil indendir. ”... Ey Mûsa! İleri gelenler, seni öldürmek için aralarında görüşüyorlar. Hemen buradan çık. Şüphesiz ben senin iyiliğini isteyenlerdenim." (Kasas: 20)

Târifât adındaki eserde ”Nemmam" şu şekilde açıklanmaktadır: ”O, bir toplulukla konuşan, söz taşıyan, kendisinden taşınılan veya kendisine taşınılan tarafından hoş karşılanmayan ve açıklanması istenilmeyen şeyi açıklayandır. Bu açıklama ister sözle olsun, ister işaretle, ya da başka bir yolla olsun farketmez." Bir hadis-i şerifte: ”Söz taşıyan (koğucu) cennete giremez," buyurulmuştur. (11)

Hayra engel olan yani cimri, buradaki ”hayır"dan maksat maldır. Yahut da mana şu şekildedir: ”İnsanları hayırdan yani iman ve tâatten meneden."

Velîd b. Muğîre'nin on tane oğlu vardı. Onlara ve diğer akrabalarına: ”Sizden kim Muhammed'in dinine uyarsa ona en ufak bir şekilde yardım etmem." derdi. Velid zengin birisi idi. Tâif te bir bahçesi vardı.

Saldırgan insanlara zulmetmek suretiyle aşırı giden, hakkı ve sınırı aşan. Bu kelimenin tüm kötü huyları kapsaması da mümkündür. Çünkü bütün kötü huylar orta yoldan çıkıştır.

et-Te'vîlâtün-Necmiyye adındaki eserde bu kelime, şu şekilde izah edilmiştir: ”Şehvet denizine dalmak ve yasakların karanlığında bulunmakla kendi kendine zulmetmekte aşırı giden..."

Günahkâr çok günah işleyen. Günah (ism): Sevaptan uzak olan kötü işlerin adıdır.

Kaba ve haşîn.

Rağıp der ki: ”'Ati,' bir şeyin toplandığı şeyi almak ve zorla götürmektir. Deveyi sürüklemek anlamında’atlü'l-baîr denilir.

Muamelede sert, yaratılışı kaba, kalbi katı olan, ruhanî sıfatları kabul etmeyen, hakka yanaşmayan kişi, her türlü suça cüret eder."

Kâmus'da ise bu kelime ”LJtüll" şeklinde yazılarak ”cefakâr, katı, obur" diye izah edilmiştir.

Bütün bunlardan, sayılan tüm bu çirkinliklerden

sonra da yanaşma olana itaat etme. ”Yanaşma" diye terceme ettiğimiz ”zenîm" evlâtlık, nesebi şüpheli, kendilerinden olmadığı halde bir kavme katılan, onlara yanaşan anlamına gelir. Bu, oğul değil, oğulluktur. Bir âyette şöyle buyurulmuştur: ”...(Allah) evlâtlıklarınızı öz oğullarınız olarak tanımadı. Bunlar sizin ağızlarınıza geliveren sözlerdir..." (Ahzâb: 4)

Râğıb bu kelimeyi şöyle açıklamıştır: ”‘Zenîm', bir kavme giren, onlardan olmayan, kendilerinden olmadığı halde onlara müntesip olandır."

Kâmus'da 'zenîm'e: ”Devenin kulağından kesilip, sallanır bir halde bırakılan şey" denilmiştir.

el-Utbî şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ 'nın, Velîd b. Muğîre kadar hiç kimsenin, ayıplarını sayıp döktüğünü, kendisinden ebediyyen ayrılmayacak kusurlar isnad ettiğini bilmiyoruz."

"Sonra da yanaşma" sözü, onun yanaşmalığının, en büyük kusuru ve en çirkin kabahati olduğuna delâlet etmektedir. Velîd, Kureyş'e sonradan katılmıştır. Onların soyundan ve aslından değildir. Babası Muğîre, doğumundan on sekiz sene sonra, Kureyşli olduğunu iddia etmiştir.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: ”Kaba saba olan, toplayan vermeyen, çok yeyip içen ve sığıntı olan (yanaşma) cennete giremez." (12) Birbaşka hadiste de şöyle buyurulmaktadır: ”Size cennettekileri haber vereyim mi? Onlar, her zayıf olan, zayıf görülen, eğer Allah'a yemin etse, Allah onu yemininde sadık çıkarır. Size cehennemlikleri haber vereyim mi? Onlar, kaba ve sert olan, toplayan, vermeyen, büyüklük taslayandır." (13)

12- Hadisi Ebû Dâvud Edepte tahric etmiştir. İsnadı sahihtir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 10/536 . ”Kaba saba" diye terceme ettiğimiz câ'zarî kelimesi, kibirli, övünen gibi anlamlara; ”toplayan vermeyen" diye terceme ettiğimiz el-cevvâz kelimesi de, şişman, böbürlenerek yürüyen, kısa boylu ağır yürüyen, katı kalpli, tacir, obur gibi anlamlara da gelir. Bkz. Azîmâbâdî, Avnu'l-Mâbud Şerhu Sünen-i Ebu Dâvud, ilgili hadisin şerhi. (Mütercim.)

Birbaşka görüşe göre Velîd'in annesi zina etti. Ama Velîd bu durumu, bu âyet ininceye kadar bilmedi. Bu görüşe göre ”zenîm" piç, anlamındadır. Bu kelimenin, piç anlamında kullanıldığı şiirler vardır. Bir şâir şöyle demiştir:

O (zenîm) piçtir. Babası belli değil. Kahpe analıdır. Kötü bir soya sahiptir.

Yaygın bir kanaattir ki: Sperm (baba) kötü olduğu zaman, ondan meydana gelen çocuk da kötü olur. Süt de tabiatleri değiştirir. Bir kimse, hayır ve şer, emdiği kadının huyundan kapar. Böyle olunca, zinadan olana ne dersin? Görünüşteki iyi hâle ve şeklî alicenaplıklara itibar edilmez. Bir hadiste: ”Ben gayr-i meşru bir ilişkiden değil, nikâhtan dünyaya geldim," (14) buyurulmuştur. Diğer peygamberler de aynıdır.

11

Bak. Âyet 10.

12

Bak. Âyet 10.

13

Bak. Âyet 10.

14

Malı ve oğulları var diye Yani bütün bu kusurları bulunan kişiye malı çok, oğullarıyla güçlü diye itaat etme.

15

Kendisine Kurandaki

âyetlerimiz okunduğunda: ’(Bunlar), öncekilerin masalları' demiştir. O, yalandan yazdıkları sözlerdir, demiştir. Kendisine bahşettiğimiz mal ve evlât nimetine, âyetlerimize küfrederek karşılık vermiştir.

16

Yakında Biz onun hortumunun üstünü damgalayacağız. Yani işaret koyacağız. ”Hortum," burun anlamındadır. Ayetin manası şöyledir: Biz onun en şerefli yerini dağlamak suretiyle tanınacağı bir işaret koyacağız. Böylece onu küçük düşürüp alçaltacağız. Zira burun, önde olduğu için yüzdeki en değerli yerdir. Bu yüzden burnu hamiyet ve şeref yeri saymışlardır. İnsanın izzet-i nefsine dokunacak şeyi kabul etmemesi anlamında kullanılan ”el-enefelü" kelimesi, burun kelimesinin Arapçası olan ” el-enfü" kelimesinden türemedir. Buruna verdikleri önemden dolayı Araplar; ”buruna burun", ”burnunu korudu" gibi terimleri çok kullanırlar. Ayrıca zillete düşmüş kişi için ”burnu kesildi, burnu sürtüldü" terimleri kullanılır. Âyette burnun ”hortum" kelimesiyle ifadelendirilmesi, sahibini küçümsemek ve hakaret içindir. Çünkü hortum sadece fil ve domuzda bulunur. Benzetilen hayvan ne kadar çirkin ve pisse, küçümseme ve hakaret o kadar ağır olur. Denildiğine göre, Bedir Savaşında Velîd'in burnunda bir yara çıkmış ve onun izi kalmıştır. (15)

15- Bazı tenkitçi bilginler bu haberi zayıf bulmuşlardır. Çünkü Velîd, Bedir savaşından önce ölmüştür. Dolayısıyla o, izi hayatı boyunca kalan bir damga ile damgalanmamıştır. Kabule şayan olanı, ”Onun hortumunun üstünü damgalayacağız." âyetinden maksat, alçaklık, ve zillettir ki bu hayatında ve ölümünde onunla beraber olacaktır. Zemahşerî böyle demiştir.

Rağıp el-lsfehânî ise bu âyeti şöyle açıklar: ”Biz ona öyle bir utanç yapıştırırız ki ondan asla silinmez. Bu, onun olabildiğince alçaltılmasından kinayedir. Bu mananın, burunu damgalamakla ifadelendirilmesi, yüzün en şerefli organ, burnun da onda en çok göze çarpan yer oluşundan dolayıdır. Burunu damgalamak, onu en üst biçimde alçaltmak ve küçümsemektir. Çünkü yüzü damgalamak hakarettir. Ondaki en çok görünen organı damgalamak daha büyük bir hakaret olur."

el-Utbî şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ  Velîd'i yemin etmekle, aşağılıkla, kusur aramakla, söz taşıyıcılıkla, cimrilikle, zulümle, günahkârlıkla, kabalıkla ve yanaşmalıkla nitelemiş, ona kendisinden dünyada ve âhirette hiç ayrılmayacak bir utanç yapıştırmıştır. Âyetteki ’ütül' kelimesi ile ilgili olarak Şâ'bî'den nakledilen şu sözler bizim dediklerimize işaret etmektedir: el-ütül; şiddetli, ez-zenîm; kendisinde, koyunun tanındığı gibi tanınacağı şer damgası bulunan kişi."

Bu kelime ile ilgili olan bir başka izah da şudur: ”Biz onu, kıyamet günü diğer kâfirlerden ayıran çirkin bir alâmetle tanıtacağız. Onun yüzü simsiyah olacaktır. Çünkü Hazret-i Peygambere düşmanlıkta en ileri giden o olmuştur. Bu izaha göre ”Hortum": Parçanın zikredilip, bütünün mıırad edilmesi yoluyla mecazî olarak yüz manasına gelir.

17

Biz, haberleri onlar tarafından bilinen

bahçe sahiplerini imtihan ettiğimiz gibi... Bunlar, San'a'lılardan bir topluluktur. Babalarının bir bahçesi vardı. Bu bahçenin sahipleri. Hazret-i İsa'nın gökyüzüne alınmasından sonra yaşamışlardı. Cimri insanlardı. Babaları senelik ihtiyaçlarını o bahçeden alır, artanı fakirlere verirdi. Meyve toplama vakti geldiği zaman fakirlere ilân eder, oraktan kalanı, üzüm çubuklarında toplandıktan sonra unutulanı, hurma ağaçlarının dibine düşenleri onlara bırakırdı. Onlar da kendileri için birçok şey toplarlar ve uzun süre onu yerlerdi. Babaları ölünce, oğulları: ”Biz de babamızın yaptığını yaparsak işimiz zor olur. Biz çoluk çocuk sahibiyiz." dediler ve aralarında yemin ettiler.

Onları da Mekkciileri de Hazret-i Peygamberin duası ile yedi yıl açlık ve kıtlıkla

imtihan ettik. Öyle ki pislik, deri, kemik ve kan yediler. Çünkü azmışlar ve Allah'ın nimetlerine nankörlük etmişlerdi.

Hani onlar, bahçe sahipleri

sabah erkenden daha ortalık karanlıkken

onun hurma ve üzümden olan

meyvesini toplayacaklarına yemin etmişlerdi.

18

istisna da etmiyorlardı. Yani ”inşâatları" elemiyorlardı. Bu söz, bir şart olmasına rağmen istisna denilmesi, sonucunun istisnanın sonucu olması açısındandır. Bir diğer anlayışa göre mana şöyledir: ”Fakirlerin hisselerini istisna etmiyorlardı. Yani babalarının yaptığı gibi, onların nasibini ayırmıyorlardı."

Ebû Hayyan ise bu âyeti: ”Fakirlere vermemek konusundaki azim ve kararlılıklarından dönmüyorlar" diye izah etmektedir.

19

Halbuki onlar uyurlarken, kaderlerin cereyan ettiği şeylerden haberdar değillerken... Uyku, kendisine gelen buhar rutubeti ile beyin sinirlerinin gevşemesi halidir. Ya da Allah'ın ölümden başka bir şekilde, nefsi alması yani ruh ışığını bedenin içinden değil de dışından kesmesidir.

Rabbinden Allahü teâlâ  tarafından geceleyin

dolaşıcı bir belâ onu, bahçeyi

kuşattı. Âyette anılan ”uyku" hali de, bunun geceleyin olduğuna işaret eder. Bu dolaşan belâ, gökyüzünden inip de bahçeyi yakan bir ateştir.

20

O bahçe meyvesi toplanmış bir bahçe

gibi oluverdi. Orasını ateş yaktığı için hiç meyve kalmadı.

21

Sabahleyin kalktıklarında

birbirlerine: ’Toplayacaksanız, meyveleri ve ürünü toplamayı istiyorsanız

erkenden tarlanıza, bahçenize ve mülkünüze

gidin' diye bağırdılar. Âyetteki ”el-hars" kelimesi ile, mutlak anlamda ürün kastedilmiş olabileceği gibi, özel olarak ekin de murad edilmiş olabilir. Ekilen şeye ”hars" denilmiştir. Çünkü ekin en kıymetli şeydir. İnsan onunla yaşar. Râgıb, ”hars", tohumu tarlaya atmak ve tarlayı bunun için hazırlamaktır, demiştir. Ürüne de ”hars" denir. Nitekim bu âyette ürün anlamındadır.

22

Bak. Âyet 21.

23

Aralarında: ’Sakın bugün oraya bahçeye, yoksul sayısını artırma şöyle dursun yoksullardan

hiçbir yoksul girmesin,' diye fısıldaşarak, hiç kimse duymasın diye aralarında gizli gizli konuşarak

gittiler. Yoksul diye terecine ettiğimiz ”el-miskîn" hiçbir şeyi olmayan anlamındadır. O, fakirden daha da yoksuldur. Yoksulun girmesini engellemekten maksat, girmeye imkân bulmasını engellemede aşırı gitmektir.

24

Bak. Âyet 23.

25

Engellemeye güçleri yeter bir vaziyette erkenden gittiler. Yani sabahleyin erkenden, yoksulların bahçelerinden almalarına mam olmak üzere çıktılar. Oysa onlara yarar sağlamaya veya kendi zanlarmca meyveleri toplamaya muktedirdiler. Ama onlar meyvelerini toplamaktan mahrum kaldılar. Çünkü onlar, yoksulları mahrum etmek istediler. Kendileri mahrumiyet ve meskenetle karşı karşıya kaldılar.

26

Bahçeyi görünce: Birbirlerine:

'Herhalde biz bahçemizin

yolu

şaşırmışız,' dediler. O bahçenin telef olduğunu görünce ”bu bizim bahçemiz değil" dediler.

27

Ancak iyice düşündükten ve işin asimi anladıktan sonra

'Hayır biz mahrum edilmişiz.' Yolumuzu şaşırmamışız, onun hayrından mahrum bırakılmışız, menfaatinden menedilmişiz. Buna sebep kötü niyetimizle kendi kendimize lııyanetimizdir, dediler. O hıyanet, yoksulları mahrum bırakmayı istemeleri ve fakirlerin hakkını vermemeyi kastetmeleri idi.

28

İçlerinden görüş veya yaş açısından

en mutedil olanı: -Keşşafta; en âdili ve en hayırlısı, ”ümmeten vesetan orta (âdil) bir millet" (Bakara: 143) tabiri de böyledir, denilmektedir.-

'Ben size Rabbinizi tesbih etsenize, keşke tesbih ve tehlille O'nu ansaydınız, kötü niyetiniz sebebiyle tevbe etseydiniz

dememiş miydim!' dedi. Bu sözü onlar, yukarıda anlatılanlara azmettiği zaman söylemişti. Demişti ki: ”Allah'ı ve O'nun suçlulardan intikam aldığını hatırlayınız. Bu çirkin karardan ötürü O'na tevbe ediniz. Azabı gelmeden önce O'nun şerrini kesmeye çalışın," dedi. Ama onu dinlemediler. O da, onları kınadı.

Âyeti kerime gösteriyor ki, bir günaha azmetmek, insanın sorumlu tutulmasını gerektirir. Çünkü anılan bahçe sahipleri bir işe azmetmişlerdi, fakat daha yapmadan cezalandırıldılar. Bunun benzeri şu âyette ifadesini bulmaktadır: ”...Kim orada zulümle haktan sapmak isterse, ona acı azaptan tattırırız." (Hac: 25)

"Azm", bir işi yapmaya güçlü bir şekilde kasdetmek ve kesin olarak karar vermektir. Araştırıcı âlimler, kişinin azmi sebebiyle hesaba çekileceğini söylemişlerdir. Bir de ”hemm" vardır ki o -bir işi yapmayı tercih etmektir-sorumluluğu gerektirmez.

29

Günahlarını itiraf ederek

'Rabbimizi tüm kötülük ve eksikliklerden, özellikle bize yaptıklarında zalim olmaktan

tenzih ederiz. Gerçekten biz yoksulları mahrum bırakmayı kasdetmekle

zalimlermişiz,' dediler. Günahı itiraf etmek, tevbe sayılır. Dolayısıyla sanki onlar şöyle demişlerdir:

"Yaptığımız bu kötü işten dolayı Allah'tan bağış dileriz. Bahçemizin ürününden yoksulların haklarını vermemeyi azmettiğimiz için, kötü niyetimizden dolayı Allah'a tevbe ederiz." Eğer bu sözleri azap gelmeden önce söyleselerdi, onun gelmesinden kurtulurlardı. Ama onlar bu sözleri, iş işten geçtikten sonra (Basra harabolduktan sonra) söylediler.

30

Şimdi de birbirlerini kınamaya başladılar. Yani yaptıklarından dolayı birbirlerini kınadılar. Bazıları bu işe işaret etti, bazıları tasvib etti, bazıları rıza göstererek sustu, bazıları da hoş karşılamamıştı.

31

'Yazıklar olsun bize! Biz azgınlarmışız,' Allah'ın koyduğu sınırları aşanlardanmışız

dediler.

32

'Umulur ki Rabbiniiz tevbenin ve hataları itiraf etmenin bereketiyle

bize onun yerine daha iyisini verir. Biz Rabbimize yöneliriz.' Affetmesini umarız, hayrını isteriz,

(dediler.)

Rivayete göre onlar, bir söz vererek: ”Eğer Allah bize ondan daha iyisini verirse, babamızın yaptığı gibi yapacağız," dediler. Allah'a dua edip yalvardılar-. Allah da kendilerine eski bahçelerinden daha iyisini verdi.

Katâde'ye, âyette geçen, bahçe sahiplerinin cennetlik mi, cehennemlik mi olduğu soruldu. ”Bana güç bir soru sordun, bilmiyorum," dedi.

Hasan-ı Basrî'den şöyle dediği nakledilmiştir: ”Bahçe sahiplerinin’Biz Rabbimize yöneliriz' demelerinin, onlardan imana mı işaret olduğunu, yoksa müşriklerin kendilerine bir musibet geldiğinde söyledikleri kabilinden bir sözmü olduğunu bilmiyorum." Bu sözüyle Hasan-ı Basrî, onların durumları hakkında tevakkuf etmiş, görüş beyan etmemiştir. Kuşeyrî'nin anlattığına göre âlimlerin çoğunluğu, onların tevbe edip hallerini düzelttikleri kanaatindedirler.

33

İşte azap böyledir. Yani Mekkelilere ve bahçe sahiplerine verdiğimiz dünya azabı gibidir. Zenginler fakirlere acımazlarsa onlara da böyle yaparız. Onlardan yağmuru keserim, üzerlerine âfetler gönderirim. Ekinlerinden ve ticaretlerinden bereketi kaldırırım. Bu söz, zekât ve fitre vermeyenler için mallarının telefi ve herhangi bir yolla azap indirilmesi tehdididir.

Şüphesiz âhiret azabı daha büyüktür ve daha şiddetlidir.

Eğer onun daha büyük olduğunu

bilselerdi!.. O azaba sebep olan ve kendilerini ona atacak olan şeylerden uzak dururlardı.

34

Şüphesiz küfürden ve günahlardan

sakınanlar için Rableri katında yani âhirette

Naîm Cennetleri yani içerisinde, dünya nimetlerinde olduğu gibi, pisliklerin bulandırması şaibesi bulunmayan nimetlenmeden başka hiçbir şey olmayan cennetler

vardır.

Ayetteki ”katında" sözü, anılan nimetin şeref ve değerini belirtmek içindir. Zaten orada hem hakikaten hem de şeklen Allah'tan başka hiç kimsenin hakimiyeti yoktur. Buradaki ”katında" lık, yer açısından değil, makam açısındandır. Bu: ”Güçlü Yüce Allah'ın katında..." (Kamer: 55) âyetinde ifade edildiği gibidir. Çünkü yakınlaştırılanların Allah'a yakınlıkları manevidir. Bundan dolayı meleklere: ”el-melâiketü'l-mukarrabûn"“yaklaştırılan melekler" denilmiştir.

35

Hiç Biz, Müslümanları o günahkârlar gibi tutar mıyız? Kureyşin ileri gelenleri, dünyadaki kendi kısmetlerinin bolluğunu, Müslümanların kısmetlerinin ise azlığını görüyorlardı. Ahiretle ilgili ve Allah'ın Müslümanlara yönelik bir vaadini duyduklarında: ”Eğer Muhammed'in ve beraberindekilerin sandıkları gibi, öldükten sonra gerçekten diriltilecek olursak, o zaman bizim halimiz, ve onların halleri dünyadaki hallerimiz gibidir. Bizden ileri ve üstün olmaları hiç mümkün değildir. Onların ulaşacağı son nokta ancak bizim seviycmizdir," diyorlardı. İşte bu âyette Allahü teâlâ, onların bu sözlerini reddetti. Ayetin başındaki soru edatı olan ”hemze" inkâr içindir. Şu anlamdadır: ”Biz hiç hükümde onlara zulmeder miyiz? Kurtuluşun gerçekleşmesinde ve derecelere ulaşmakta Müslümanları, kâfirler gibi tutar mıyız?"

Ayetin iniş sebebinin delaletiyle anlıyoruz ki. ”günahkârlar" dan murad, kâfirlerdir. Onlar inkâr ve şirkle, kelimenin tam anlamıyla günahkâr, suçludurlar. Ama mutlak anlamda günahkârlık, İslama zıt değildir. Her ne kadar itaatkâr Müslüman, fasık Müslüman gibi değilse de, Müslüman da günahkâr olabilir.

Bu ifade, kafası çalışan için bir öğüt, gören için günahtan uzaklaştırıcı bir sözdür.

Onların sözlerinin reddini daha da katılaştırmak için, söz karşıdakine hitap şekline dönüştürülerek şöyle denilmiştir:

36

Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz? Onların vardıkları yargıya şaşkınlık ifadesi olarak, bunu yadırgayarak ve böyle bir sözün aklı başında birisinden gelmeyeceğine işaret olarak böyle denilmiştir. Mana şudur: Sizin neyiniz var ki, bu çirkin yargıya varıyorsunuz? Sanki karşılık verme işi size mi havale edildi de istediğiniz şekilde hüküm veriyorsunuz?

37

Yoksa sizin, içerisinde beğendiğiniz seçtiğiniz, canınızın istediği

her şeyin size ait olduğunu okuduğunuz gökten inme

bir kitabınız mı var? Siz kitapta kendiniz, için seçtiklerinizin size ait olduğunu ve isyankârın itaatkâr gibi olduğunu mu okuyorsunuz? Eğer söylediğinizde doğru kimseler iseniz getirin öyle bir kitap.

38

Bak. Âyet 37.

39

Yoksa’Ne hükmederseniz mutlaka sizindir' diye, sizin lehinize tarafımızdan verilmiş, kıyamet gününe kadar geçerli uhdesinden çıkmayacağımız

güçlü yeminler le tekid edilmiş ah id ler

mi var da o gün sizi hakem yapalım ve hükmettiğiniz şeyi verelim?

Yeminler ”bâliğa" kelimesi ile tekid edilmiştir. Bu, ”güçlü" diye ifade edilmiştir. Çünkü güzelliğin ve doğruluğun son noktasında olan her şey ”baliğ" diye nitelenir. Denilmek istenen şudur: ”Yoksa Biz size kefil mi olduk? Size güçlü sağlamlaştırılmış yeminlerle yemin mi ettik?.. Sizin için Bizim üzerimizde yeminlerle güçlendirilmiş ahidler mi var?"

40

Susturmak için

sor bakalım onlara! Onlardan hangisi buna kefildir? Yani bir liderin, halkının işlerini düzeltmek için ortaya çıktığı gibi, onu düzeltmek için kim öne çıkar?

41

Yoksa onların bu sözde kendilerine iştirak eden, onların gittikleri yolda giden

ortakları mı var? O halde eğer iddialarında

doğru iseler ortaklarını getirsinler. Yani onların, bu görüşü -iyi ile kötünün eşit oluşunu- ispat edecek aklî bir delilleri olmadığı gibi naklî bir delilleri -okudukları bir kitap- ve yeminlerle güçlendirilmiş ahidleri de yok. Aklı başında hiçbir kimse, bu konuda onlara muvafakat etmez ki onu taklid etsinler. Gerçi taklid, eteğine yapışanı iflah etmez ama onların taklid edecekleri kimse de yok. O halde sabit olmuştur ki, onların zannettikleri şeyler her açıdan bâtıldır.

Bu sözler işaret ediyor ki, hakim, hakkında kesin bilgisinin olmadığı konularda, gücünün yettiğince doğruyu araştırmalıdır.

42

O gün kıyamet günü, yani işlerin şiddetlendiği, konuşmaların zorlaştığı o günü hatırla.

Baldır açılır. ”Baldır açılır" tabiri, işlerin şiddetlilıği ve zorluğu anlamında kullanılmış bir temsîlî istiaredir. Yoksa ortada ne baldır, ne de açılma vardır. Bu, cimri olan birisi için ”eli bağlı" denilmesine benzer.

Mevlâ Fenârî, Fatihanın tefsirinde şöyle der: ”Onlar için açıları baldır, kıyamet gününün dehşet verici önemli şeylerinden ibarettir. Araplar savaş şiddetlendiği, zorlaştığı zaman’savaş baldırını açtı' derler. Büyük bir iş başına gelip de çok çalışması ve güçlüklere katlanması gereken kişiye’paçanı sıva' denir. Kunın-ı Kerim'deki: ’Baldır baldıra dolaşır: (Kıyâme: 29) ifadesi de bu kabildendir. Yani kıyamet gününde, korkular ve büyük işler birbirine karıştı, anlamındadır."

Üzerinde durduğumuz âyetin anlamının: ”İşin aslı açığa çıktığı, gerçekler ayan beyan göründüğü gün" olduğu da söylenilmiştir.

Baldır anlamındaki ”sâk" kelimesinin nekre'(belirsiz) oluşu; birinci anlayışa göre korkutmak için, ikinci anlayışa göre de tazim içindir.

Kâfirler ve münafıklar,

secdeye davet edilirler. Bu davet, teklif ve kulluk için değil, dünyada secdeyi terkettikleri için kınama, azarlama ve bu konudaki aşırılıklarından dolayı onları üzmek içindir. Çünkü kıyamet günü, teklif ve kulluk gösterme günü değildir.

Fakat ona gerçek anlamda güçleri yetmediği, âlet ve sebepler sağlam olmadığı için

güç yetiremezler. Bu ifade işaret ediyor ki, onlar secde etmek isterler ama bu mümkün olmaz.

İbn Mes'ud'dan gelen rivayete göre; onların belleri tutulur, kemikleşir de eğilip doğrulma esnasında bükülmez. Onlar ayaktaki halleri üzere dimdik kalırlar ve aşırılıklarından dolayı pişmanlık ve üzüntüleri artar.

Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Onların belleri, sanki sırtlarında demir çubuk varmış gibi tek bir tabaka halinde kalır." (16)

16- Bu, İbnü Ebî Hatim, Taberânî, Hâkim ve Beyhakî'nin tahric ettikleri uzun bir hadisin bir bölümüdür. Bkz. ed-Dürru'l-Mensûr, 6/257.

Taberânî, Ebû Mûsa ei-Eş'arî'den, Rasûlüllah'tan şunu duyduğunu rivayet etmiştir: ”Kıyamet günü her kavim için dünyada taptıkları şey şekillendirilir. Her topluluk, dünyada taptığı şeye gider. Tek Allah'a inananlar kalırlar. Onlara: ”Nasıl (niçin) kaldınız?" denilir. ”Bizim dünyada taptığımız Rabbimiz var. Biz onu görmedik," derler. Onlara: ”Onu gördüğünüz zaman tanır mısınız?" denilir. Onlar: ”Evet" derler. ”Onu nasıl görmediniz?" diye sorulunca: ”Ona hiçbir şey benzemez," derler.

Bunun üzerine önlerindeki perde kaldırılır. Allahü teâlâ 'yı görürler, hemen onun için secdeye kapanırlar. Bazı insanlar ise, sanki sırtları sığır boynuzu imiş gibi kalırlar. Secde etmek isterler edemezler. Bu, Allahü teâlâ 'nın: ”O gün baldırı açılır," âyeti gibidir. Allahü teâlâ  şöyle buyurur: ”Ey kullarım! Başlarınızı kaldırın. Sizden her bir adamın yerine, cehenneme Yahudi ve Hristiyanlardan birini koydum." (17)

17- Hadisin bir benzerini İbnü Cerîr, Dârakutnî, Taberânî, İbnii Merdeveyh ve Beyhakî el-Basü babında tahric ettiler. Bkz. ed-Dürrü'l-Mensûr, 6/256.

Ebû Bürde şöyle der: ”Ben bu hadisi Ömer b. Abdülaziz'e haber verdim." Bunun üzerine bana: ”Kendisinden başka ilâh olmayan Allah adına yemin eder misin? Bunu sana baban mı haber verdi?" dedi. Bende O na üç kez yemin ettim. Ömer: ”Tevhid ehlinden, bana bundan daha sevimli gelen bir hadis işitmedim," dedi.

Fenarî'nin Fatihanın tefsirinde şunları görüyoruz: ”O gün Allahü teâlâ  tecellî eder ve: ’Her ümmet dünyada taptığı şeye uysun,' buyurur. Nihayet içlerinde münafıklar da bulunan bu ümmet (Müslümanlar) kalır. Bunun üzerine Allahü teâlâ  onlar için, bundan önce tecellî etmiş olduğu suretlere en yakın bir surette tecellî eder.’Ben sizin Rabbinizim,' der. Mü'minler: ’Biz senden Allah'a sığınırız. Biz, Rabbimiz bize gelene kadar bekleriz,' derler. Allahü teâlâ  onlara: ’Sizinle Onun arasında, kendisini tanıyacağınız bir alâmet var mı?' diye sorar.’Evet,' derler. Bunun üzerine onların kendisini tanıdıkları surete dönüşür.’Sen Rabbimizsin,' derler. Onlara, secde etmelerini emreder. Dünyada Allah'a secde etmiş olan herkes secde eder. Gösteriş için secde edenlerin sırtı bir bakır plâka kesilir. Her secde etmek istediğinde baş üstü yere düşer. İşte bu: 'O gün baldır açılır,' âyetinin mânâsıdır." (18)

18- Bu hadis mânâ olarak rivayet edilmiştir. Buharı, Rikâk bahsinde şu lafızla tahric etmiştir: ”Allah insanları toplar. Kim bir şeye tapmışsa onun peşine düşsün, der. Güneşe tapan güneşe tabi olur." Bkz. Fethu'l-Bârî, 11/445.

Bir başka hadiste ”O gün baldır açılır," âyeti için: ”Büyük bir nurdan dolayı açılır ve onun için secdeye kapanırlar," denilmiştir.(19)

43

Gözleri düşük bir halde kendilerini rüsvay eden şiddetli

bir zillet kaplar. Düşüklüğün, gözlere nispet edilmesi, eserinin orada görülmesinden dolayıdır. Yoksa diğer organlar da zelil, düşüktür.

Ebıı'l-Leys'e göre bunun anlamı şudur: ”Müslümanlar, başlarını secdeden kaldırdıkları zaman, gözleri kar gibi bembeyaz olur. Secde edemeyen Yahudiler, hiristiyanlar ve münafıklar onları görünce üzülürler, yüzleri kararır. Ayetteki ”kendilerini bir zillet kaplar" cümlesi işte buna işarettir.

Oysa onlar dünyada

sapasağlam sıhhatlli

ken de secdeye davet ediliyorlardı. Oradaki davet teklifi (bir görev yükleme) daveti idi. ”Secde" den murad, ya namazdır, ya da namazın içerisindeki secdedir. Secde taatlerin en büyüğü olduğu için özellikle anılmıştır.

Bazı bilginler ise, bu âyeti şöyle açıklamışlardır: ”Ya’Allah'a secde edin ve ibadet edin,' âyetinde olduğu gibi sarahaten veya’namazı kılınız" (Bakara: 43) âyetinde olduğu gibi zimnen Allah'ın daveti ile secdeye çağrılırlar. Ya da’Kulun Rabbine en yakın olduğu hali, secde halidir. Orada çok dua ediniz.' hadisinde olduğu gibi Peygamberin davetiyle çağrılırlar. Yahut da her asrın âlimlerinin davetiyle çağrılırlar. Müezzinlerin ezanları ve ikametleri secdeye çağıran şeylerin en büyüklerindendir. Onların: ”Hayya ale's-salâh" sözleri, hiç şüphe yok ki davettir. Ne mutlu’Allah'a çağırana uyunuz.' (Ahkâf: 31) âyetine imtisalen, onların davetine gönül rızasıyla uyanlara."

Ayette onların secdeye davet edilme halleri ”sapasağlamken" şeklinde ifade edilmiştir. Bundan maksat, dünyada iken sıhhatte olmaları, organlarının ve mafsallarının âfet ve hastalıktan uzak olması, secde etmeye tam anlamıyla imkân bulmalarıdır. Âyette onların secdeye davet edildikleri belirtilmiş ama davete uyup uymadıklarına temas edilmemiştir. Ama takdir: ”O davete uymazlar, imtina ederler," şeklindedir. Bunun anıl mayısı, kolayca anlaşılacağına olan güvenden dolayıdır.

Âyet, farz namazları terkedenler veya cemaate katılmaktan geri kalanlar için bir tehdittir. Bir hadis-i şerifte belirtildiğine göre bir adam Rasûlüllah'a: ”Allah'a, cennette beni sana yoldaş etmesi için duâ et," dedi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Çok secde etmek suretiyle nefsine karsı bana yardım et," buyurdu.

Şeyh Ebû Talip el-Mekkî, Kûtü'l-Kulûb adındaki eserinde şöyle der: ”Namaz mutlaka cemaatle kılınmalıdır. Özellikle kişi ezam duyarsa veya evi camiye komşu olursa. Komşuluğun son sınırı kendi eviyle cami arasında yüz evin olmasıdır. Namaz kılman mescidlerin en uygunu, kişinin evine en yakın olanıdır. Ama çok adım atmaktan veya imamının daha faziletli oluşundan dolayı uzağa giderse müstesna. Bilgili ve fazıl olan imamın arkasında kılman namaz daha faziletlidir."

44

Sen bu sözü, Kur'anı

yalanlayanı Bana bırak. Onunla Benim aramı boşalt. Sen gönlünü onun durumu ile meşgul etme. Ondan intikam alma konusunda Bana güven. Ben onun işinde sana yeterim.

Fethurrahmân adındaki eserde şöyle denilmektedir: ”Bu, ortada bir mâni olmadığı halde bir tehdittir. Ama bu, ”beni falanla yalnız bırak, yani onu cezalandırayım" demene benzer. ”Söz" den maksat Kurandır. Çünkü duyma veya vahiy yoluyla insana ulaşan her kelâm ”hadis=söz" dür."

Yakında Biz onları tedricî olduğunu

bilmedikleri bir yönden derece derece azaba götürürüz. ”Derece derece azaba götürmek", kişiyi tam içine düşene kadar yavaş yavaş azaba götürmek, demektir. Ayetin anlamı şudur: ”Biz onları, kendilerine ihsan ederek, sıhhatlerini devam ettirerek, nimeti artırarak kademe kademe, yavaş yavaş azaba indiririz."

Onların azaba tedricî olarak atıldıklarını bilmemeleri, onlar için bir ihsan gibidir. Çünkü onlar bu durumda kendilerinin Müslümanlara karşı tercih edildiklerini, üstün tutulduklarını zannederler. Halbuki o, helak olmalarının sebebidir. Hazret-i Peygamber bir hadiste: ”Eğer Allah'ın, günah işlemekte olan bir kula nimet verdiğini görürsen bil ki O, azabı yavaş yavaş indirmektedir."(22) buyurmuş ve üzerinde durduğumuz âyeti okumuştur.

22- Hadisi Ahmed b. Hanbel, Müsned'de; Taberânî ve Beyhakî Şuabü'l-İman'da tahric etmişlerdir. Bkz. el-Fethu'l-Kebir, 1/1 12.

Müminlerin emiri Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Kime dünyasında bol bol verilir de o kendisine bir tuzak kurulduğunu bilmezse, aklından zoru vardır."

Rivayet edildiğine göre İsrail oğullarından birisi: ”Ya Rabbî! Sana kaç kez isyan ettim ama sen beni cezalandırmıyorsun," dedi. Allahü teâlâ  zamanın peygamberine, o adama şöyle demesini variyetli: ”Benden sana nice cezalar gelmiştir ama sen onların ceza olduğunu anlamıyorsun. Gözünün donukluğu, kalbinin katılığı benden yavaş yavaş inen azap ve cezadır. Eğer sen anlarsan!"

Bilginlerden birisi şöyle demiştir: ”Bir kimseye ilim verilip, onunla amelden mahrum edilmesi veya amel verilip ihlâstan mahrum edilmesi, onun için ilâhî bir aldatmacadır. Bir kimse kendisinde bu sıfatların olduğunu anlarsa bilsin ki aldatılmıştır."

45

Onlara ömrü uzatmak ve eceli geciktirmek suretiyle

mühlet veriyorum. Tâ ki onlar, bunun kendileri hakkında hayır murad edildiğini zannetsinler de, günahları artsın.

Şüphesiz Benim tedbirim onları azapla tutmam

sağlamdır. Kuvvetlidir, şiddetlidir, dayamiamaz ve hiçbir şeyle savuşturulamaz.

Keşşaf tefsirinde şöyle denilmiştir: ”Allah'ın ihsanı ve imkân vermesi istidrâc (derece derece azap vermek) diye adlandın kliği gibi, ”keyd," (23) tedbir diye de adlandırılmıştır. Çünkü o, tehlikeye düşmeye sebep olma bakımından hile şeklindedir. Tedbirin, ”sağlam" tıkla nitelenmesi de, ihsanının eseri nin helake sebep olmaktaki kuvvetinden ötürüdür."

23- Bu kelime sözlükte hile, tuzak, harp gibi anlamlara gelir. (Mütercim)

Âlimlerden birisi şöyle demiştir: ”‘Keyd: tedbir' tuzak kurulan için, fayda olan şeyi açığa çıkarmak, zarar olanı gizlemektir."

el-Müfredât adındaki eserde de ”keyd" kelimesi şöyle izah edilmektedir: ”' Keyd', hile çeşitlerinden birisidir. Onun övüleni de vardır, yerileni de. Ama daha çok, yerileni kullanılır. İstidrâc ve mekr de aynen böyledir. Bunun bir kısmı beğenilen hile olduğu için Allahü teâlâ  bir âyet-i kerimede şöyle bu yumuştur: ”...İşte Biz Yusuf'a böyle bir tedbir (hile) öğrettik..." (Yûsuf: 76)

Bazı âlimler, Allah'ın bu kelime ile azabı kastettiğini söylemişlerdir. Ama doğrusu bu kelime, sonu azap olan mühlet verme anlamındadır.

Târîfât adındaki eserdeki izahat ise şu şekildedir: ”'Keyd', bir başkasına gizlice zarar vermek istemektir. Bu, insanlar tarafından yapılırsa kötü bir hile, Allah tarafından yapılırsa yaratıkların amellerine karşılık vermek için haklı bir tedbirdir."

46

Yoksa sen onlardan dünyevî

bir ücret istiyorsun da, bu yüzden

onlar ağır bir malî

borç yükü altında mı kalıyorlar? Ağır büyükle mükellef mi tutuldular ki senden yüz çeviriyorlar? Yani sen onlardan bunu istemiyorsun. Dolayısıyla senden yüz çevirmekte ve kaçmakta hiçbir mazeretleri yok.

Bu âyet; ”emlehtim şürekâ..." diye başlayan, 41. âyet üzerine matuftur.

47

Ya da gayb Levh-i Mahfuz veya görünmeyen bilinmeyen şeyler

onların yanında da onlar mı yazıyorlar? Mü'minle kâfirin eşit olduklarına dair verdikleri hüküm ondan mı? Senin ilminden onunla mı müstağni oluyorlar?

48

Rabbinin hükmünü, onlara mühlet vermesini ve senin onlara karşı zaferini geciktirmesi hükmünü

sabırla bekle. Acele etmekte ve sıkıntıda

balık sahibi Yunus (aleyhisselâm)

gibi olma. O balığın karnında: ”la ilahe illâ erite sühhâneke innî kürıtü minezzâlimîn. (Senden başka hiç ilâh yoktur. Seni tenzih ederim gerçekten ben zalimlerden oldum.)" (Enbiyâ:87) diye

öfkeli ve pek üzgün olarak

Rabbine yalvarmıştı. Yani senin durumun, onun yalvardığı vakitteki hali gibi olmasın. Ondaki sıkıntı ve hiddet sende bulunmasın. Aksi halde, onun basma gelen musibet senin de başına gelir.

49

Eğer ona Rab binden bir nimet, rahmet

yetişmemiş, ulaşmamış

olsaydı, -o, tevbeye muvaffak etmesi ve tevbesini kabul etmesidir balığın karnından

o yasaklanmış, rahmetten ve ikramdan kovulmuş

bir vaziyette ıssız ve ağaçsız boşluğa ağaçlar olmayan kumsal bir yere -Râğıb: ”Arâ" kelimesinin, örtüsü olmayan yer olduğunu söyler-

atılacaktı. Ama Allah ona merhamet etti. Kınanmamış bir vaziyette fakat bünye açısından hasta olarak attı.

50

Ama Rab bin onu seçti. Rabbinin nimeti ve rahmeti ona yetişti. Tevbesini kabul ederek kendisine yaklaştırdı. Yeniden vahyine nail eyledi ve onu yüz bin veya daha kalabalık bir topluma gönderdi.

Ve terki daha iyi olan işleri yapmaktan korumak suretiyle

sâlihlerden salâhta kemâle erenlerden

kıldı. Âyet, sabrın faziletine, peygamberlerin evlâ olan şeyleri terketmiş olabildiklerine, kulun yaptığı hatalardan dolayı pişmanlık duyup Allah'a yalvarmasının ikram vesilelerinden olduğuna, Allah'ın tevtikinin (başarılı kılmasının) kendisinden gizli bir nimet olduğuna ve salâhın, Allah'ın seçtiği kullardan başka kimsenin ulaşamayacağı yüksek bir mevkî olduğuna işaret eder.

51

O inkâr edenler zikri Kuran'ı

işittikleri zaman neredeyse seni bakışlarıyla yere devireceklerdi. Âyette murad edilen mana şudur: Onlar sana olan şiddetli düşmanlıklarından dolayı sana öfke ile göz ucuyla bakarlar. Öyle ki neredeyse senin ayağını kaydırıp yere atacaklar. Bu sadece ve sadece, Kur'an'ı işittikleri zamanki öfke ve kinlerinden dolayıdır. Araplar böyle öfke ile bakanlar için ”Bana öyle bir baktı ki, gücü yetseydi neredeyse bakışıyla yere yatıracaktı" derler. İşte âyette murad edilen mana bu kabildendir. Yahut da mana şudur: ”Neredeyse sana nazar değdireceklerdi." Çok nazarı değen insana ”ayyân" derler. Bir hadis-i şerifte ”Göz yani nazar değmesi haktır." (24) buyurulmuştur. Bu, gözün bakılan şeydeki eseri vâkîdir, mevcuttur, anlamındadır.

24- Hadisi Buharı ”Şüphesiz göz haktır" şeklinde tahric etmiştir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, II 583.

Yâkûp (aleyhisselâm) oğullarına, güzellik, güç ve uzun boy verildiği için kendilerine nazar değmesinden korkmuş ve şöyle demişti: ”Ey oğullarım! Hepiniz bir kapıdan girmeyin. Ayrı ayrı kapılardan girin, dedi." (Yûsuf: 67) Onlara, göz değmemesi için birbirlerinden ayrılmalarını emretti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin'i korumak için: ”Her şeytandan ve zehirli hayvandan, her kem gözden Allah'ın tam kelimelerine sığınırım," der ve: ”İbrahim, İsmail ve İshak peygamberler de böyle derlerdi," buyururdu. (25)

25- Hadisi Ebû Davud ve Tirmizî, Tıb'da, Ahmed b. Hanbel de Müsned'de tahric etmişlerdir. 1/236.

Ubâde b. Samit (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Günün ilk saatlerinde Hazret-i Peygamberin yanına girdim. Onu çok acdı buldum. Akşam üzeri tekrar uğradım, afiyette buldum. Buyurdu ki: ”Bana Cebrail (aleyhisselâm) geldi ve rukye yaptı.’Allah'ın adıyla, sana eziyet veren her şeyden, her gözden her kıskançtan ve kasetçiden şifa diliyorum. Allah sana şifa versin,' dedi." (26)

Rukye; kişinin Allah'a sığındırması, okuması ve o esnada üflemesidir. Rukye, Arapçadan başka dille olursa veya ne ile yapıldığı bilinmezse mekruh görülmüştür. Herhalde bu, içerisinde sihir veya küfür bulunması endişesiyledir. Ama Kur'an'dan bir şey okuyarak veya dua ile yapılan rukye'lerde mahzur yoktur. Bir hadis-i şerifte: ”Eğer kaderin önüne geçecek bir şey olsaydı, göz olurdu," buyurulmaktadır. (27) Yani eğer Allah'ın kaza ve kaderinden başka bir şey helak edici veya zarar verici olsaydı o nazar değmesi olurdu. Çünkü onun zararı çok şiddetlidir. Yine bir hadis -i şerifte Rasülüllah Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Şüphesiz göz, insanı kabre, deveyi tencereye sokar."

Göz değmesine mâni olan şeyler vardır. Onlardan birisi Hazret-i Osman'dan rivayet edilen şu olayda anlatılandır: O, gürbüz bir çocuk gördü. ”Ona nazar değmemesi için çenesinin çukurunu karartınız," dedi.

Nazar değmesine karşı şifa olan şeylerden birisi de şudur: ”Gözünü döndür de bak bir bozukluk görür müsün?" anlamındaki âyeti (Mülk: 3), Fatiha Süresi'ni, Âyetül-Kürsî'yi ve aşağıdaki altı şifa âyetini bir kaptaki temiz suya okur ve hastaya içirir. Şifa âyetlerinin bir bölümünün mânâları şöyledir:

1- ”... Mü'min olan kavmin kalplerine şifa versin." (Tevbe: 14)

2- ”Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, kalblerdeki hastalıklar için bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir." (Yûnus: 57)

3- ”... Onda insanlar için bir şifa vardır..." (Nahl: 69)

4- ”Biz, Kurandan müminler için şifa ve rahmet olan bir şey indiriyoruz..." (İsrâ:82)

5- ”Hastalandığım zaman, O (bana) şifa verendir." (Şuarâ:80)

6- ”... De ki: O, inananlar için doğru yolu gösteren bir kılavuz ve şifadır..." (Fussilet: 44)

Gözü değen kişiye guslettirilip veya abdest aldırılıp onun suyu ile gözdeğenin yıkanması da nazar değmesine şifa sayılmaktadır.

Denildiğine göre nazar değmesinin sebebi şudur: Bir şeye bakan kişi onu güzel bulduğu, beğendiği zaman Allah'a dönmez ve O'nun sanatına bakmazsa Allah, kullarını sınamak için gaflet içinde bakanın cinayeti sebebiyle bakılan şeyde bir hastalık meydana getirir. Sebep olduğu için de bakanı cezalandırır.

Bazıları şöyle derler: ”Bakanın gözünden zehirli bir güç çıkar. Ötekinin gözüne ulaşır. Onu ya öldürür telef eder veya hasta eder. Bunun benzerinin bazı yılanlarda bulunduğu söylenmiştir."

Özetle denilebilir ki, şirk olmayan bir şeyle rukye yapmak meşrudur. Ama gözden sakınmak gerekir. Herhangi bir şeyi gören her müminin onu tebrik etmesi ve: ”...Yaratanların en güzeli olan Allah pek uludur," (Mü'minûn: 14) anlamındaki âyeti okuması gerekir. Bu âyetten sonra ”Allahım! Onu mübarek kıl" der. Çünkü o, bereketle duâ ederse mahzur olan şeyi başka tarafa çevirir.

Nazarının değdiği bilinen birisinin zararını savmak için insanların arasına girmesi engellenir. Alimlerden birisi şöyle demiştir: ”Devlet kendisine, evinden çıkmamasını emreder. Şayet fak irse kendisine yetecek maişeti karşılar. Onun zararını insanlardan uzaklaştırır."

Bu izahtan, cüzzamlıların durumları da anlaşılmaktadır. Bu yüzden bazı yörelerde onlar için özel yerler yapmışlardır ki, insanlara karışmasınlar, bulundukları yerlerde onlarla bir olmasınlar.

Kâfirler Hazret-i Peygamberin durumuna olağanüstü şaşırdıkları, Kur'an'daki eşsiz ilmî güzellikleri bilmedikleri için ve insanları ondan kaçırmak maksadıyla:

'O, mutlaka delidir,' derler. Aslında onun, en akıllıları olduğunu bilirler.

Görünen o ki bu, ”Ey kendisine zikir (Kur an) indirilen! Şüphesiz sen delisin." (Hicr: 6) demelerine benzer. Nitekim Velîd b. Muğîre, Efendimize ”öğretilmiş deli" derdi. Yani ona cinden biri geliyor ve ona öğretiyor, demek istiyordu. Çünkü onların bâtıl hükümlerinin kaynağı, Hazret-i Peygamber'den duydukları idi. Onların bu iddia ve yargıları, Rasûlüllahın sânının yüceliği ve delilinin açıklığı bildirilerek reddedildi.

52

Halbuki o, bütün âlemler için ancak bir öğüttür. Kur'an-ı Kerim, insanlar ve cinlerden tüm âlemler için bir öğüt olduğu halde böyle diyorlar. Kuran dinlerine ait konularda muhtaç oldukları her şeyi bildirmekte ve açıklamaktadır. Öyle olunca Kur'an kendisine indirilen Peygamber hakkında söyledikleri deli lâfı nerede? Yani Kur'an, onun aklının kemâline ve sânının yüceliğine en iyi delâlet eden şeylerdendir. Ona kusur nispet eden, bunu ya cehaletinden, ya da alçaklığından yapar. Çünkü fazileti, ancak erbabı bilir. Şairin şu beyti bu manayı ifade etmektedir:

Kişinin sağlam bir gözü yoksa,

Sabahın aydınlatıcı olduğundan şüphe etmesine şaşılmaz.

Bu âyetteki ”o" zamirinin, Hazret-i Peygambere ait olduğu da söylenmiştir. Onun âlemler için bir şeref ve zikir olduğunda şüphe yoktur.

Allah'ın yardımıyla Kalem Sûresinin tefsiri bitti.

0 ﴿