HÂKKA SURESİMekke devrinde nazil olmuştur, 52 âyettir. 1Hakka, kıyametin isimlerinden birisidir. Sözlükte, vacip olan, sabit olan anlamlarına gelir. ”Hakkında şüphe olmayan kıyamet vakti de mutlaka gelecektir..." (Hac: 7) âyetinde belirtildiği üzere, gelmesi kesin olduğu için bu ad verilmiştir. 2Nedir o Hakka? Aslı nedir onun? O, hangi halde ve hangi özelliktedir? ”el-Hakka", korkunçluğundan dolayı tekrarlanmıştır. Nitekim meselâ Zeyd'in şanını yüceltmek için; ”Zeyd, Zeyd ne?" denilir. Bu tekrarın faydası, kıyametin açık bir şey ve korkunç bir durum olduğunu belirtmektir. 3Ey Rasûlüm Muhammed! Hâkka'nın ne olduğunu sana ne bildirdi? Bu cümle, kıyametin korkunçluğunun ve kötülüğünün, yaratıkların bilgi sınırının dışında olduğunu bel itmek suretiyle tekid etmektedir. Onun durumunun büyüklüğü, korkunçluğu ve şiddetinim sınırı hiçbir kimsenin anlayış ve zımninin ulaşabileceği şeyler değildir, anlamındadır. 4Semûd Salih (aleyhisselâm)'in kavmi, -bu kelime, az su anlamındaki semd kelimesinden alınmadır- ve Ad, Hûd (aleyhisselâm)'un kavmi kapılarını çalacak felâketi yalanladılar. ”Kapılarını çalacak felâket" diye ifade edilen ”ek kâria" da, kıyametin isimlerindendir. Çünkü çeşit çeşit korkular ve tehlikelerle insanların başlarına gelecektir. Gökyüzüne gelmesi, onun yarılıp parçalanması ile; yeryüzüne ve dağlara gelmesi, ufalanıp toz duman haline gelmesiyle; yıldızlara gelmesi, ışığının sönmesi ve kararmasıyladır. "el-kâria" kabinesi, aslında yukarıda geçen ”hakka" kelimesinin yerini tutacak bir zamirin yerine konulmuştur. Buna sebep kıyametteki, ”gelme, kapıyı çalma" anlamına işaret etmesi içindir. Ayrıca bu, kıyametin dehşetini ifadede bir fazlalık sağlar. Çünkü ”kâria" kelimesi, ”hakka" kelimesinin içermediği bazı özellikleri de içerir. Meselâ ”Onların başına zamanın kâriaları yani şiddet ve korkuları geldi," denilir. ”Kuranin kâriaları" sözü de, insanlardan ve cinlerden korkulduğu zaman okunan âyetler için kullanılır. Allah'ın yüceliği zikredilmek suretiyle, eziyet verenlerin kalplerine vurmak, Allah'ın rahmet ve himayesinden medet ummak için bu âyetler okunur. Âyetü'l-Kürsî ve benzerleri bu âyetlerdendir. Üzerinde durduğumuz âyet, Mekkelileri, öldükten sonra dirilmeyi yalanlamalarının sonucundan korkutmaktadır. 5Semûd kavmi -bunlar Araptılar. Yerleri Şam ve Hicaz arasındaki Hicr denilen mevkidir. Şam'dan hacca gidenler, gidip gelirken orasını görürler.- korkunç bir sesle yani diğer seslerin üst sınırını aşan şiddetli bir sesle helak edildiler. Bu sesten dolayı yeryüzü ve kalpler sallanır ve sarsılır. Bu izahla, üzerinde durduğumuz âyetle, ”Onları korkunç bir ses yakaladı." (Hicr: 73) âyeti arasında bir çelişki olmadığı açığa çıkmaktadır. 6Âd kavmi ise, onların yurtları, Ahkâfta -Umman ile Yemelideki Hadramevt arasındaki kumluk bölge- idi. Onlar da Araptılar. Yaratılıştan iri yapılı idiler. En uzunları yüz arşın, en kısaları altmış arşın idi. Ortaları da bu ikisi arasında idi. Onlardan herhangi bir adamın kafası kubbe gibiydi. Semûd'dan daha önce yaşamış olmalarına rağmen, âyette onlardan sonra anılışlarının sebebi, aşırı sapıklardan daha aşırı sapıkların anılmasına bir geçiş olması içindir. Uğultulu azgın bir fırtına ile yok edildiler. Bu, batıdan esen rüzgârdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ben saba rüzgârı ile zafere ulaştım. Ad batı rüzgârı ile helâle oldu," buyurmuştur. (1) 1- Hadisi Buharı, Müslim ve Müsnedde Ahmed b. Hanbel rivayet etmiştir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 3/2.62. "Uğultulu" diye ifadelendirdiğimiz ”sarsar" kelimesi, eserken sesi kuvvetli veya çok soğuk, soğukluğu ile ekinleri ve bitkileri yakan anlamındadır. Çünkü ”es-sır" kelimesi, şiddetli soğuk mânâsındachr. ”Azgın" diye ifadelendirilen ”âtiye" kelimesi de esmekte normal sınırları aşan rüzgâr anlamındadır. Sanki o, kendisiyle görevli olanın yanından fırlamış ve zaptedilmesi imkânsız olmuştur. Rüzgârlar Azrail'in yardımcıları, Mîkâil'in emri altındadır. Rivayet edilmiştir ki: ”Rüzgârlardan çıkan her şey mutlaka bir takdire göredir. Allah'ın Âd kavmine olan öfkesi artınca, bekçisinin kontrolünden çıkan bir rüzgâr onlara felâket getirmiştir. Bundan dolayı bu rüzgâra ”âtiye" denilmiştir." Âyetin anlamının şöyle olması da muhtemeldir: Bu rüzgâr, Âd kavmi üzerine gelen ve engellemek için bir binayı siper edinmek, bir dağa sığınmak, bir çukura gizlenmek gibi hiçbir çaresi bulunamayan bir rüzgârdır. Çünkü o rüzgâr onları gizlendikleri yerden söküp çıkarıyor ve helak ediyordu. 7Allah onu, yedi gece sekiz gündüz sürekli bir şekilde peşpeşe veya nesillerini kesen kesiciler olarak üzerlerine musallat etti. ”Mûsallat etti" diye ifade edilen ”selihara" kelimesinin mastarı olan ”teshir", bir şeyi özel bir maksada zorla sevketmek anlamındadır. Ayetin mânâsı şöyledir: Allahü teâlâ bu nitelikteki rüzgârı, kahir kudredi ile dilediği şekilde Ad kavmi üzerine musallat etti. Bu rüzgârın üç özelliği vardır. Bunlar: 1- Sürekli peşpeşe esmesi, 2- Üzerine uğradığı tüm bereketlerin kökünü kazıyıp, hayırları kesici olması, 3- Onların arkalarını (nesillerini) kesici olması. Kesici anlamında olmak üzere ”husûm" denilmiştir. Kılıç, hasmın ulaşmak istediği düşmanlığı kesip uzaklaştırdığı için ona da ”husârn" denilmiştir. Ayetteki günler, Şevval ayının son sekiz gününün iki çarşambası arasındaki kocakarı soğuğudur. Öyle ki, Ey Rasûlüm Muhammed! -veya görme özelliği olan kişi!- o zaman onlarla beraber olsan sen o kavmi, Ad kavmini bu süre içerisinde o gecelerde ve gündüzlerde içi boş yere düşmüş, içleri yenmiş, içerisinde hiçbir şey olmayan hurma kütükleri gibi yere serilmiş görürsün. Yani onlar boylu boslu, iri kıyım ölüler olarak yere dökülmüşlerdir. Sanki içi boş dalsız hurma kütükleridirler. Onların bedenlerinde ruhları bulunmadığı için içi boş hurma kütüğüne benzetilmişlerdir. Bir de şöyle denilmiştir: ”Rüzgâr onların ağızlarından girer, karınlarında ne varsa hepsini duhûllerinden dışarı çıkarır. Onlar da içi boş hurma ağacı gibi olurlar." Bu ifadeler, onların iri yaratıl ıslı, ve cüsseli insanlar olduklarına işaret eder. Bunun için: ”...Bizden daha kuvvetli kim var? dediler..." (Fussilet: 15) 8Bak şimdi onlardan arda kalan bir şey görüyor musun? Yani onların büyüklerinden ve küçüklerinden, erkeklerinden ve kadınlarından Müslüman olmadan kalan birini göremezsin. Bu sözün, kalan bir şahıs anlamında olması da caizdir. 9Mûsa'nın Firavun,'u, -onun aşırı kibirinin son haddini ifade için sadece Firavun anıldı- ondan öncekiler Âd ve Semûd kavimlerinin dışında Firavundan önce yaşayan kâfirler ve altı üstüne getirilen beldeler Lût kavmi ve köyleri hep o hatayı -öldükten sonra dirilmeyi ve kıyameti inkâr da bu cümledendir- işleyegeldiler. Alkili teâlâ, Lût kavminin köylerini üstlerine çevirdi. Bu çeviriş onları yere batırmakla oldu. O köyler beş tane idi. Bunlar; Sa'be, Sa'de, Amra, Duma ve Sedûm'dur. Bunlar köylerin en büyükleridir. Lût kavminin helak ediliş sebebi, onların daha önce hiçbir âlemin işlemediği büyük kötülükler işlemiş olmalarıdır. 10Her ümmet Rablerinin peygamberlerine, kendi peygamberlerine, yaptıkları kötü işlerden nehyettikleri zaman isyan ettiler. Bu âyetle ”Pegamber" sözü tekil kullanılmıştır ama, peygamberler anlamındadır. Bunun üzerine O da, Allah da kendilerini onlardan her bir kavmi ceza ile şiddetli bir şekilde yakalayıverdi. Onların cezası diğer kâfirlerin cezasından daha fazla idi. Çünkü günahları daha çirkindi. Allahü teâlâ, Hazret-i Nuh'u yalanlayanları suda boğdu. Onlar, Nuh (aleyhisselâm)'la birlikte gemiye binenlerin dışında tüm yeryüzü halkı idi. Lût (aleyhisselâm)'un Medâin'ini emrettiği melekler vasıtasıyla yeryüzünden söktükten sonra rüzgârın sırtına yükledi. Sonra onları evirdi çevirdi, üzerlerine taş yağdırdı. Firavun'u ve ordusunu Kızıl Deniz'de veya Nil Nehri'nde boğdu. İşte tüm âsî milletler çirkin amellerine göre cezalandırıldılar. Uygun bir karşılık gördüler. Bütün bunlar Kureyşlileri korkutmakta ve onları yalanlamaktan sakındırın aktadır. Yine bunda akıl sahiplerini uyandıran ibretler vardır. 11Şüphesiz su kabardığında, normal sınırları aştığında dünyadaki en yüksek dağın yirmi beş arşın daha üstüne kadar yükseldiğinde, ey insanlar! Sizleri atalarınızı -ki siz de onların sulplerindesiniz, dolayısıyla sanki bizzat taşman sizlersiniz- gemide yani Nuh'un gemisinde Biz taşıdık. Ayetteki ”sizi taşıdık" ifadesinde, taşıma ile edilen iyiliğe dikkat çekilmektedir. Çünkü babalarının kurtuluşu, onların doğumlarına sebeptir. ”Gemi", akan giden anlamına gelen ”câriye" kelimesi ile ifade edilmiştir. Çünkü gemi suyun, üstünde akar, gider. Onları taşımaktan murad, tufan günleri bitene kadar suyun üstüne yükseltmektir. Âyet şu anlamdadır: ”Sizi su üstünde yürüyen gemilerde emrimizle ve korumamızla boğulmaktan muhafaza ettik." Bu ifade, onların kurtuluş kaynağının Allah'ın koruması olduğuna ve geminin sadece şeklî bir sebep olduğuna dikkat çekmektedir. 12Tâ ki onu, müminleri, kurtarmak ve kâfirleri boğmaktan ibaret olan fiili sizin için bir ibret yaratanın kudret ve hikmetine, karnındaki kuvvete ve rahmetinin genişliğine bir delil yapalım ve öğrenilmesi gerekeni öğrenen yani, anarak ve hakkında düşünerek öğrenmek sânından olan, onunla ameli bırakarak zayi etmeyen kulaklar onu öğrensin. Öğrenmek anlamındaki ”el-va'yu" kelimesi, aslında bilgiyi muhafaza etmek demektir. İnsanın bir şeyi kendisinin dışında bir kapta korumasına da ”îyâ" denilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem). Hazret-i Ebû Bekir'in kızı Esma'ya şöyle buyurmuştur: ”Sen muhafaza etme (tutma), sonra Allah da sana karşı muhafaza eder (tutar,)" (2) Şâirin şu beytinde de bu kelime aynı anlamda kullanılmıştır: Üzerinden uzun zaman geçse hile hayır kalır. Kötülük, muhafaza ettiğin en kötü azıktır. Âyette ”öğrenen kulaklar" denilmemiş, tekil ve belirsiz olarak, ”öğrenen kulak" denilmiştir. Bu, anılan kıssayı öğrenen, içinde tutan kulakların az olduğuna delâlet etmesi içindir. Yani bu kıssayı öğrenenler sadece insanlara anlatmak, onları kurtuluşun tek çaresi olan imana teşvik etmek, alçaltan küfürden sakındırmak için öğrenirler. Tâ ki kurtuluşa sebep olsunlar. Keşşaf tefsirinde şöyle denilmektedir: ”Tek bir kulak, Allah'tan gelenleri öğrendiği ve akıl ettiği zaman, Allah katında mahşerî bir kalabalık gibidir. Onun dışındakiler yer gök arasını bile doldursalar önemsenmezler." Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Allah'ın, kendisine öğrenen bir kalp verdiği kişi kurtulmuştur." (3) Bilginlerden birisi âyette söz konusu olan kulağı şöyle açıklamıştır: ”Bunlar, Allah'ın ezelde hitabım, işittirdiği kulaklardır. Onlar Hak'tan olan her hitabı öğrenirler." Ebû Hüreyre'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Bana: ’Sen çok fazla hadis rivayet ediyorsun. Başkaları senin kadar rivayette bulunmuyor,' dediler. Şu cevabı verdim: ’Şüphesiz muhacirler ve ensar mallarının işleriyle meşguldüler. Bense fakir bir adamdım. Rasûlüllah'tan hiç ayrılmaz, azığıma kanaat, ederdim. Birgün efendimiz bana şöyle buyurdu: ”Bir kimse, ben sözümü bitirene kadar elbisesini yayar sonra toplarsa benim her söyleyeceğimi öğrenecektir." Ben siyah beyaz çizgili elbisemi üzerime yaydım, o sözünü bitirince göğsümün üzerine topladım. Ondan sonra Rasûlüllahın sözlerinden hiçbir şey unutmadım. (4) 13Sûra bir üfürüş üfürüldüğü zaman... Önceki âyetlerde kesin olan kıyameti yalanlayanların helak edilmesi ile sânının büyüklüğü belirtildikten sonra bu âyetle bizzat kendisinin ve nasıl kopacağının izahına başlanılmıştır. "Üfürme", ağızdan nefes çıkarmadır. ”Sûr" da, göklerden daha geniş, nurdan bir boynuzdur. Onu Allah'ın emri ile İsrafil üfler. Çok büyük bir ses çıkar. İnsanlar bu sesi işitince Allah'ın diledikleri hariç hepsi ölürler. Bu âyette murad olunan, birinci üfleyiştir. Bu sûra üflenince canlı hiçbir şey kalmaz ölür, âlem harap olur. Âyette ”vahide" denilmesi tekid içindir. Çünkü ”nefha" zaten sadece bir kez olur. 14Yeryüzü ve dağlar ilâhî bir kudretle yerlerinden sökülüp kaldırılıp peşinden akıp giden kum yığını ve tozduman olana kadar, tekrara ihtiyaç duymadan birbirine bir kere vuruluşta darmadağın olduğu zaman, 15İşte o gün olan olur. Kıyamet kopar. Bu âyette geçen ”vakıa" kelimesi de kıyametin isimlerinden birisidir. Vukuu kesin olduğu için bu adı almıştır. Yani durum böyle olunca vaadolunduğunuz kıyamet kopar. Yahut da mana şudur: ”Büyük musibet iner." O da kıyamet çığlığıdır. Bu cümle, yukarıdaki ”sûra bir üfürüş üfürüldüğü zaman..." âyetinin cevabıdır. 16Ve gökyüzü yarılır. Allah'ın ınurâd ettiği büyük bir iş için yani meleklerin inmesi için açılır. Bir başka âyette şöyle buyurulmuştur: ”O gün gökyüzü beyaz bulutlar halinde parçalanacak ve melekler bölük bölük indirilecektir." (Furkân: 25) İşte bu sebeple O gün o gökyüzü, zayıftır. Sıkı ve sağlamken, kuvveti düşük sarkık bir hâl alır. 17Melekler de onun, gökyüzünün etrafındadır. Yani barınakları olan gökyüzü yarılır, onlar da onun kenarlarına köşelerine sığınırlar. Bu, Allahü teâlâ 'nın gelmesinden önce olur. İnsanlar cehennemden korkarak kaçtıkları zaman, melekleri saf saf dizilmiş bir vaziyette görürler. Onları geçemezler. Melekler onları kovarlar. O gün Rabbinin Arş'mı, -o, büyüklüğünü Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği büyük bir cisimdir. Çünkü onun ufuklardaki durumu, bedendeki kalp gibidir- onların, etrafta olan meleklerin üstünde sekiz melek yüklenir. Rivayet edildi ki: ”Bu sekiz meleğin, ayakları yedi kat yerin dibindedir. Arş, başları üzerindedir. Onların başları öne eğik, Allah'ı tesbih eder haldedirler." Dahhâk'tan gelen rivayete göre onlar, meleklerden sekiz saftır. Sayılarını Allah'tan başka kimse bilmez. Azamete ve heybete daha uygun olduğu için ilk izah, en münasip olanıdır. 18O gün (Allah'a) arzolunacaksınız. Yani sorgulanacak, hesaba çekileceksiniz. Sorgulama, durumlarının bilinmesi için askerin sultana arzedilmeşine benzetilerek, arz kelimesi ile ifade edilmiştir. Rivayet edildiğine göre, kıyamette üç arz vardır. Bunların ikisi özür beyanı, delil getirme ve azarlama arzıdır. Üçüncüsünde ise kitaplar açılar. Kurtuluşa eren, kitabını sağından; helak olacak olan da solundan alır. Size ait hiçbir sır gizli kalmaz. Yani sırlarınızdan hiçbirisi Allah'a gizli kalmaksızın arzolunursunuz. Arz, durumu açığa çıkarmak ve adaletteki mükemmeliyeti göstermek içindir. O halde bu, kıyamet günü insanlara karşı gizli olmaz. Nitekim bir âyette: ”O gün sırlar ortaya dökülecek." (Târik: 9) buyurulm aktadır. Keşşaf yazarı Zemahşerî şöyle der: ”Bu âyette geçen ’hafiye' kelimesi, dünyada Allah tarafından gizlenen hâl, sır anlamındadır.’Sirrun' ve’şerire' ise gizlenen, örtülen anlamındadır. Kıyamet gününde mü'minlerin durumları açığa çıkınca sevinçleri artar. Başkalarının durumları açığa çıktığında ise keder ve utanç meydana gelir. Âyet-i kerime, insanları günah işlemekten menetmekte son derece etkilidir. Çünkü günah kişiyi yaratıklar arasında rüsvay eder. İnsanın kalbi öyle bir durumda olmalı ki, bir tabağa konulup da insanlar arasında dolaştırılsa, içerisinde utanç verecek hiçbir şey bulunmasın. İşte bu, ihlaslı ve fedakâr kişilerin özelliğidir." 19Kitabı sağ eline verilen der ki: Bu âyet, önceki âyetteki arz olayının detayıdır. ”Kitaptan" maksat. Hafaza melekleri tarafından yazılan ve içerisinde en ince teferruatına kadar ameller bulunan yazılı vesikalardır. Bu gruptakilerin kitaplarının verilme yönü, kendilerine saygı için ”sağ taraf" diye belirtilmiştir. Çünkü sağ, mübarek ve uğurlu sayılır. Bunlardan maksat, iyi halli olan müminlerdir. Çünkü onların Allah katında bir dereceleri vardır. 'İşte, ey ailem, arkadaşlarım alın kitabımı, alın okuyun, der. Bunu sevincinden dolayı söyler. Çünkü kitabı sağ tarafından verilince bilir ki o, cehhennıeden kurtulan, cenneti hakedenlerdendir. Başkaları da elde ettiği bu sonuca sevinsinler diye bunu açıklamak ister. "Kitabiyeh" kelimesinin sonundaki ”hâ" harfi, vakf, istirahat ve sekt içindir. Dolayısıyla normalde durulduğunda okunur, geçildiğinde okunmaz. Çünkü bu harf, üzerinde durulan harfin harekesini korumak için getirilmiştir. O halde durulduğu zaman kalıp, geçildiğinde düşürülmesi gerekir. Şu kadar var ki, yedi kurranın hepsi bu harfin ister durulsun, ister geçilsin her yerde sabit kalacağı konusunda hemfikirdirler. Bunu, ilk mushafin yazısına uyarak, vaslı (geçmeyi), durma yerine tutarak söylemişlerdir. Zira bu harf, Kuran-ı Kerim'in her tarafında sabit tutulmuştur. Bunlar: ”Kitâbiyeh, hısâbiyeh, mâliyeh, sultâniyeh" (Kâria süresindeki) ”mâhiyeh" kelimeleridir. Böylece anlaşılmış oluyor ki, vasi halindeki genel kuralı bozmamak için vakfı tercih müstehaptır. Çünkü vasi halinde o harfin isbatı, mushaftaki hatta itibarla olmaktadır. Bu ”hâ" ancak sakin olur. Hareke verilmesi hatadır. Zira harekeli harf üzerinde vakf caiz değildir. ”Sekt hâ" sı (hâu's- sekt) Kuranda yedi yerdedir. Bunlar: ”hem yetesenneh" (Bakara: 259), ”Fe bi hüdâhümüktedih" (imam: 90), ”Kitâbiyeh" (Hakka: 19), ”Hısâbiyeh" (Hakka: 20,26), ”Mâliyeh" (Hakka: 28), Sultâniyeh" (Hakka: 29), ”Mâhiyeh" (Kâna: 10) tir. "el-kâdiyeh", ”hâviyeh", ”âliyeh", ”dâniyeh" ve benzeri kelimelerdeki ”ha'ım müenneslik (dişilik) ”hâ" sidir. Onlar üzerinde durulur. 20Doğrusu ben hesabımla karşılaşacağımı kesin biliyordum.' Buradaki hesap, muhasebe manasınadır. O, kulların amellerini ister hayır olsun, ister şer olsun âhirette sayıp dökmektir. Âyetin anlamı şudur: Ben bildim ve yakînen inandım ki, ilâhî hesap divanında hesabımı karşımda bulacağım ve âhirette hesaba çekileceğim. Kur'anin birçok yerinde ”zan" kesin bilgi anlamında kullanılır. Şu âyetlerde ”zan" kökünden gelen kelimeler bu kabildendir: ”...Allah'a kavuşacaklarını kesin bilenler ise şöyle dediler..." (Bakara: 249) Onlar âhirete inanan mü'minlerdir. ”...Davud kendisini denediğimizi bildi de Rabbine istiğfar etti..." (Sâd: 24) Yani kuvvetli alametle kesin olarak bildi ve inandı. Keşşaf tefsirinde şöyle denilmektedir: ”Âdetlerde ve ahkâmda galip, ilim makamında olduğu için zan, ilim makamına tutulmuştur. Meselâ kesin gibi zannediyorum ki iş şöyle şöyledir, denilir." 21Artık o, yani kitabı sağ tarafından verilen meyveleri almak isteyenlere yakın, ayakta duranın, oturanın ve yatanın hiç yorulmadan uzanıp alabileceği bir mesafede, ağzına yaklaşmasını istediğinde yaklaşır. Dünya meyveleri ise böyle değildir. Çünkü onların toplanmasında ve elde edilmesinde çok defalar meşakkat ve yorgunluk bulunur. Ancak elin faaliyetiyle yenilebilir. Yüce bir cennette yeri yüksekte olan, çünkü o, gökyüzündedir. Cehennem de yerin dibinde olduğu için alçaktır. Ya da maksat, yüksek derecelerde ve binalardadır. Hoşnut olacağı içerisinde yaşayan kişinin razı olacağı bir hayat içindedir. ”Hayat" diye ifade edilen ”îşe" kelimesi, bir yaşama biçimi anlamındadır. ”Meâş" ve ”meîş" de aynı anlama gelirler. Kişinin yaşantısı ona bağlı olduğu için maişet kelimesi de bu kökten türemedir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ey Allah'ım! Ahiret hayatından başka hayat yoktur," buyurmuştur.(5) O hayattan şu üç şeyi içine aldığı için razı olunur: 1- İçerisinde zerre miktarı kötülük ve kir bulunmayan sırf menfaat oluşu, 2- Sürekli olup, kaybolmasının ve son bulmasının beklenmemesi, 3- Ondan razı olan kişiyi yüceltme ve ona ikram kasdının bulunması. Kitabı sağ tarafından verilenin yaşantısı bu üç özelliği içerisine alır. Dolayısıyla tam anlamıyla razı olunan bir hayattır. İbnü Abbas cennette bu hayatı yaşayanları şöyle tefsir eder: ”Yaşarlar, ölmezler. Sıhhatlidirler, hasta olmazlar. Nimetlenirler ve ebediyyen fakirlik görmezler." 22Bak. Âyet 21. 23Bak. Âyet 21. 24Dünyada geçmiş günlerde yaptıklarınıza ve daha önce yaptığınız sâlih amellerinize karşılık afiyetle kolayca, hiç yutkunma zorluğu çekmeden yeyin, için. Âyetteki emir, bu fiillerin mübahlığına ve ikram olduğuna delâlet içindir. Bir teklif değildir. Âhiretin teklif yeri olmayışının zarııri sonucu olarak böyle anlaşılmalıdır. Yemekle içmek birbirinden hiç ayrılmayan şeyler oldukları için, âyette ikisi birlikte anılmıştır. Bu yüzden başka yerlerde zikredilmiş olsa da burada elbiseler anılmamıştır. Kitabı sağ eline verilenlere orada: ”Cennetin yemeğinden, meyvelerinden yiyiniz. İçeceklerinden de içiniz," denilir. Âyetteki ”geçmiş günlerde yaptıklarınız" dan maksat, Mücahid'e göre, oruç tutulan günlerdir. O zaman mana şöyle olur: ”Oruç tuttuğunuz günlerde, özellikle sıcak günlerde, Allah rızası için yemeyi, içmeyi terketmenize mukabil, afiyetle yiyiniz, içiniz." Büyüklerden bir zat, birinin rüyasında görülmüş. Kendisine: ”Allah sana ne yaptı?" diye sorulmuş. Şu karşılığı vermiş: ”Rahmetle davrandı. Ey yemeyen kişi, ye! İçmeyen kişi, iç!" dedi. ”Ey okumak için geceyi bölen, ye!" demedi. ”Ey savaş günü sebat gösteren, iç!" demedi. Çünkü bu, hikmetin gereği değildir. Rivayet edildiğine göre Allah (celle celalühü) şöyle buyurur: ”Ey sevdiklerim! Dostlarım! Size dünyada uzun uzun baktım. İçeceklerden uzak durduğunuz için dudaklarınız çatladı. Gözleriniz çukurlaştı, karınlarınız çekildi. Artık bugün nimetlerinizin içinde olunuz. Geçmiş günlerde yaptıklarınıza karşılık yiyiniz, içiniz."(6) 25Kitabı sol eline verilen ise, onu alır ve içerisindeki kötü amelleri görür, kederle, üzülerek ve içcrisindekinden korkarak der ki: Ey mahşer halkı! 'Keşke bana bütün kötülüklerimi toplayan kitabım verilmeseydi. Böylelerine kitaplarının soldan verilmesi kendilerine hakaret içindir. Çünkü sol, uğursuz kabul edilen yöndür. Zira kişi, sol eli arkasına bükülerek yakalanıp götürülür. 26Ve kötü sonucunu görünce yine der ki: Hesabımın ne olduğunu bilmeseydim. 27Keşke o tattığım ölüm -her ne kadar daha önce ölüm anılmamış olsa da makamın delaletiyle anılmış gibi olduğu için ”o" zamiri, ölüm yerine kullanılmıştır. Bu âyette üzüntüyü açığa vurmak ve temenni tekrar edi İm iştir.- kesin bir son verici olsaydı. Yani benim hayatıma ve işime son verseydi, ben bir daha diriltilmeseydim, der. Kitabını gözden geçirdiğinde, ilk ölümün devam etmesini, hesap için diriltilmemesini, basma gelen utanç ve kötü akıbetle karşılaşmamayı temenni eder. Keşke şu hâl, benim işimi bitiren hâl olsaydı diyerek, o hâlinin yerinde hayata kesin son veren bir ölümün olmasını temenni eder. Bunu, içinde bulunduğu hâlin, ölümden daha acı olduğunu görünce söyler. Halbuki o, dünyada iken, en kötü olarak ölümü bilirdi. Bir şâir şöyle der: Ölümden daha şerli bir şey! Öyle ki onunla karşılaştır san, Ölüm çok büyük bir şey olduğu halde ölümü temenni edersin. 28Malını yani dünyada bana ait olan mallarım ve taraftarlarım bana hiçbir fayda vermedi. ”Fayda vermedi" diye mânâlandırılan ”mâ eğnâ" terkibi, Keşşaf adındaki tefsirde, inkâr anlamı taşıyan bir soru olarak algılanmış ve: ”Bana ait olan zenginlik, bana ne fayda verir ki? Ömrümü onun uğrunda feda edip, tükettim," şeklinde açıklamıştır. Bunun anlamı şudur: Dünyada topladığım mallar, âzâba karşı hiç bir fayda vermedi. Benden azabı gidermedi. Bana fayda vermek şöyle dursun, âhiretten alıkoydu ve zarar verdi. Bu mânâ şu âyederdeki anlama uygun düşmektedir: ”O helak olduğu zaman malı kendisini kurtaramaz." (Leyi: 11) ”Onu malı ve kazandığı şey kurtarmadı." (Leheb: 2) ”...Kazandıkları şeyler de, Allah'ı bırakıp edindikleri dostlar da onlara hiçbir fayda vermez..." (Câsiye: 10) 29Saltanatını da benden alınıp yok oldu.' Saltanat, otorite imkânı demektir. Sultan kelimesi bu kelimeden türemedir. Yani benim mülküm ve insanlar üzerindeki otoritem ve hakimiyetim yok oldu. Muhtaç ve düşkün bir halde kaldım. 30Allah o gün, cehennemde azap etmekle memur olan cehennem meleklerine yani zebanilere: 'Onu yakalayın da bağlayın. Yani Rabbine isyan eden bu adamı yakalayın, ellerini demir bukağı ile boynuna toplayıp bağlayın. Başı hareket etmesin, buyurur. Fıkıhta, bir adamın kölesinin ellerini boynuna bağlaması, mekruh sayılmıştır. Çünkü bu cehennem ehlinin cezasıdır. 31Sonra onu atın cehenneme. Cehennem kelimesinin fiilden önce anılması, atma işinin sadece cehenneme mahsus olduğuna işaret eder. Yani onu başka yere değil, sadece cehenneme atın. Sadece cehennemde yakın. O cehennem en büyük ateştir. Böylece ceza, günaha uygun düşer de insanlara büyük görünür. 32Sonra da boyu yetmiş arşın olan ateşten bir zincirle oraya sokun. Âyetteki ”feslükûhü" fiilinin mastarı olan ”silk" bir kimseyi ip, bağ ve başka bir şeyle sokmak demektir. Günahkâr kişiyi yakalamak, elini boynuna bağlamak, cehenneme atmak ve bu nitelenen zincirle sokmak konusunda emredilenler birbirini takip etmekle birlikte, son emir, kendisinden öncekilerden daha şiddetli daha korkutucudur. Âyetin anlamı şudur: Kişinin bedenine zincir sararak, çepeçevre kuşatarak cehenneme atınız. İnsan o zincirin içerisinde sıkışır, tahammülsüz kalır. Âyette geçen ”zira - arşın," kelimesi konusunda müfessirlerden birisi Şöyle der: ”O, bildiğimiz arşındır. Tanıdığımız ve elde edebildiğimiz bir şeyle hitap olunduk." Hasan-ı Basrî ise: ”Buradaki 'arşın'ın ne olduğunu Allah bilir," der. Ka'b'dan şöyle dediği nakledilmiştir: ”Dünyadaki demirlerin tümü toplansa, âhiretteki o zincirin bir halkasına denk olmaz. Onun bir halkası bir dağın üzerine konulsa, dağ kurşun gibi erir. Zincir kişinin ağzından girer, arkasından çıkar. Fazlası boynuna ve bedenine dolanır. Onunla kendisi ile şeytanı arası yaklaştırılır." Ben derim ki: Bu, kâfirin azabıdır. Çünkü hadiste geldiği üzere onun cesedi, bir tarafından bir tarafı üç günlük yol mesafesi büyük lüğündedir. Azı dişi, Uhud Dağı kadardır. Anlatıldığına göre bir genç, sabah namazında şeyhlerden birinin arkasında cemaate iştirak etti. Bu şeyh Hakka sûresini okudu. Üzerinde durduğumuz otuz ve otuz birinci âyetlere gelince genç bir çığlık attı ve bayılıp yere düştü. Şeyh namazı tamamlayınca: ”Bu kim?" dedi. Şeyhe: ”Allah'tan korkan sâlih bir genç. Onun, yaş lı bir annesi var, bu oğlundan başka kimsesi yok," dediler. Bunun üzerine Şeyh: ”Onu kaldırıp yüklenin de annesine götürelim." dedi. Cemaat şeyhin dediğini yaptı. Annesi bunu görünce feryad etti, döndü ve: ”Oğluma ne yaptınız?" dedi. ”Biz bir şey yapmadık. Ama o, cemaate katıldı. Kurandan korkutucu bir âyet duydu, onu dinlemeye dayanamadı. Bu Allah'ın emri iledir," dediler. Kadın: ”O, hangi âyet? Onu okuyun da ben de dinleyeyim," dedi. Şeyh o âyeti okudu. Âyet gencin kulağına ulaşınca tekrar bir nâra attı. Allah'ın emri ile onun ruhu çıktı. Anne bunu görünce o da cansız yere yıkıldı. 33Çünkü o, sanki, ”O ne ne yapmış ki bu şiddetli azapla azap ediliyor?" diye soruldu da şöyle cevap verildi: Yüce Allah'a inanmıyordu. Allah'ın büyüklükle, yücelikle nitelenmesi, sadece O'nun büyüklüğe müstehak olduğunu bildirmek içindir. Büyüklüğü ve yüceliği kendisine nispet eden kişi, cezaların en büyüğünü haketmiştir. 34Yoksula yemek vermeye teşvik etmiyordu. Yani kendi malından vermek ve yedirmek şöyle dursun, ailesini ve başkalarını bile fakire yemek yedirmeye teşvik etmiyordu. Âyette yapmamanın değil de teşvik etmemenin zikredilmesi, teşviki terkeden böyle olursa, fiili terkedenin nasıl olacağının bilinmesi içindir. Yani o daha şiddetlidir. Âyette fakiri yardımdan mahrum etmek, küfürle yanyana getirildi. Bu, onun günahının büyüklüğüne delâlet etmesi içindir. Bu, şu âyette belirtildiği üzere kâfirlerin özelliğidir: ”Zekâtı vermeyen müşriklerin vay haline!" (Fussilet: 6-7) İmam Şafiî bu âyetle, kâfirlerin şeriatla mükellef oldukları hükmünü çıkarmıştır. İbnu'ş-Şeyh şöyle demiştir: ”Bu söz, kâfirlerin dinin hükümleri ile mükellef olduklarına delildir. Bu, onların namaz kılmamak, zekât vermemek, yasaklardan ve günahlardan kaçınmamak gibi fürûâta uymadıkları zaman cezalandırılacakları anlamındadır. Yoksa kâfir oldukları halde bu amelleri yapmakla mükellef oldukları mânâsında değildir. Çünkü kâfirler kendilerinde eda ehliyeti olmadığı için bu mânâda mükellef değildirler. Çünkü eda ehliyeti, bir fiili yapmakla sevabı haketmeye bağlıdır. Kâfirlerin amellerine ise sevap yoktur. Vücûp ehliyeti (hak ve sorumluluk sahibi olma ehliyeti) -fıkıh usulünde belirtildiği üzere- eda ehliyetini gerektirmez. Yani kişi vücûp ehliyetine sahip olduğu halde, eda ehliyetine sahip olmayabilir." Velhasıl kâfirler, fürû ile sadece cezalandırılma konusunda muhataptırlar. Rivayet edildiğine göre Ebu'd-Derdâ (radıyallahü anh) hanımını, fakirler için çorbanın suyunu çok koymayı, teşvik eder ve: ”Zincirin yarısını imanla çıkardık. Geriye kalan kısmını yedirmek ve yedirmeye teşvikle çıkaramayacak mıyız?" derdi. 35Bu yüzden bugün kıyamet günü onun için orada yani yakalanıp bağlanılan yerde candan bir dostu kendisini koruyacak, müdafa edecek, kederine ortak olacak nesep veya dostluk yönünden bir yakını yoktur. Çünkü onun dostları onu korur görünürler ama ondan kaçarlar. Nitekim Allahü teâlâ : ”Akraba, akrabanın hâlini sormayacak" (Meârie: 10) buyurmuştur. Bu, onun rahmetten mahrum olduğunu bildirmek ve yakalamaya teşvik için zebanilere söylenen sözün devamıdır. 36Ğislinden başka yiyecek de yoktur. ”Ğıslîn" kumaş ve benzeri şeylerden yıkandığında çıkan kirdir. Mânâ şudur: ”Onlar için cehennemliklerin kirinden ve ateşin hararetinin gücünün sıkmasıyla bedenlerinden akan irinden başka yiyecek yoktur. Rivayet edildiğine göre: ”O irinden bir damlası yeryüzüne düşse, insanların yaşamaları için gereken her şeyi bozar. Yiyeceklerinin nasıl olacağını sen hesap et." (7) 37Onu, bu kirli suyu günahkârlardan, müşriklerden başkası yemez.' Ayette günahkâr, ”hâtı" kelimesi ile ifade edilmiştir. HâtT; bile bile doğru olanın aksini yapandır. Yanlışlıkla hata edene yani, doğru yapmak istediği halde kasdmın dışında hata edene muhtî denilir. ”Müetehid hata da eder, isabet de eder." sözü ikinci anlamdadır. 38Gördüklerinize ve görmediklerinize yemin ederim ki, bu çok büyük bir yemindir. Çünkü genelleme yoluyla tüm varlıklar üzerine edilmiştir. Çünkü varlıklar ya görülürler, ya da görülmezler. Hiçbirisi bu iki özelliğin dışında değildir. Görünenler, müşahade edilenlerdir. Görünmeyenler de gâib olanlardır. Dünya, âhiret, cisimler, ruhlar, insanlar, cinler, yaratıklar, yaratan, açık ve gizli tüm nimetler ve daha başka her şey bu iki sözcüğün kapsamına girerler. Şeyh Necmüddîn şöyle der: ”Gördükleriniz'den maksat, zahirî gözlerle his ve müşahade edilenlerdir. Görmedikleriniz den maksat da bâtını gözlerle farkedilen, gayb âlemindekilerdir." Hüseyin de bu iki terimi şöyle açıklar: ”Gördükleriniz, Allah'ın Levh'den ve kalemden meleklerine gösterdikleri; görmedikleriniz de, kendi bilgisinde kalmasını tercih edip, hakkında kalemin oynamadığı şeylerdir. Bunları melekler de bilmezler. Allah'ın yaratıklar için açığa çıkardığı sıfatları, yaptıklarından onlara gösterdikleri ve ilminden onlar için açıkladıkları, onlardan gizlediklerinin yanında, dünya ve âhirete nispetle bir zerre gibidir. Eğer Allah gizlediği şeylerin tümünü açıklasaydı, yaratıklar bırakın onları öğrenip taşımak, onlardan dolayı erirlerdi." 39Bak. Âyet 38. 40Şüphesiz o Kur'an, Allah katında değerli olan şerefli bir peygamberin sözüdür. Onun her dediği de haktır. Nitekim Allahü teâlâ : ”O, kendi arzularına göre konuşmaz," (Necm: 3) buyurmuştur. Âyette söz, peygambere nispet edilmiştir. Çünkü ”peygamberin sözü" denilince mutlaka bir göndericinin bulunduğu anlaşılır. O zaman da peygamberin okuduğunun, gönderenin sözü olduğu, peygamberin sadece bir tebliğciden ibaret bulunduğu, belli olur. Burada, sözle peygamber arasındaki tamlama, sözün sadece tebliğ bakımından peygambere ait olduğuna işaret eder. Çünkü peygamberin işi, kendisinden bir şey ortaya koymak değil, kendisini gönderenin sözünü aktarmaktır. Buradaki ”peygamber'den murad, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Sonraki ây ellerdeki, elçi (Rasûl) ye mukabil olarak getirilmiş olan; ”şâir" ve ”kâhin" sözleri buna delildir. Çünkü mânâ, onun bir şâir veya kâhin olmayıp peygamber olduğunu ispata yöneliktir. Müşrikler Cebrail'e hiç şâir veya kâhin demediler ki, onun şâir ve kâhin olmadığını ispata gerek duyulsun. Bir görüşe göre de âyetteki ”peygamber"den maksat Cebrail (aleyhisselâm)'dir. O zaman mana şöyle anlaşılır: O Kur'an, değerli bir elçi olan Cebrail'in sözüdür, sizin şâir ve kâhin olduğunu zannettiğiniz ve iddia ettiğiniz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözü değildir. Bu durumda maksat, .Kur'an'ın hak olduğunu ve Allah katından geldiğini ispattır. Özetle denilebilir ki: Kur'an, gerçekten Allah kelâmıdır. Onu Levh-i Mahfüz'da açığa çıkarmıştır. Onu semalardan yere indirdiği ve son peygambere okuduğu için mecazî manada Cebrail'in sözüdür. Hazret-i Peygamber onu halka açıkladığı, insanları ona inanmaya çağırdığı ve peygamberliğine delil saydığı için de mecazî manada peygamberin sözüdür. 41O sizin bazan iddia ettiğiniz gibi bir şâir sözü değildir. Siz ne kadar az inanıyorsunuz! Siz Kurana ve onun Allah kelâmı olduğuna veya peygambere ve onun Allah tarafından gönderildiğine inanmazsınız. Âyetteki az'lık, yokluktan kinayedir. Bu, seni ziyarete hiç gelmeyen birisine: ”Ne kadar da az geliyorsun!" demene benzer. Aslında maksadın, hiç gelmediğini söylemektir. Ayette belirtilen iman azlığından maksadın, mü'minlerin azlığına itibarla olması da caizdir. O zaman: ”Sizden ancak az bir kısmı iman ediyor," manası anlaşılır. Aşağıda gelecek olan diğer benzer ifadeler de bu açıklamaya kıyaslanarak anlaşılmalıdır. 42O, bazı zamanlarda da iddia ettiğiniz gibi bir kâhin sözü de değildir. Onların hak olan Kur'an ve doğru olan peygamber hakkındaki yalan sözlerini iptal etmekte mübalâğa olsun diye ”söz" iki âyette tekrar edilmiştir. Yoksa ikincisinde zamir kullanılabilirdi. "Kâhin", ileride olacak olan olaylardan haber veren, sırları bildiğini ve gayba ait bilgileri mütâlâa ettiğini iddia eden insandır. Geleceğe ait haberleri haber veren arrâf gibidir. Bu iki sanat, hem hata edebilen, hem de isabet edebilen zanna dayandıkları için Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm): ”Kim bir arrâfa veya kâhine gelir de onun dediğini tasdik ederse, Allah'ın Muhammed (aleyhisselâm)'e indirdiğini inkâr etmiş sayılır," buyurmuştur. (8) Siz ne de az düşünüyorsunuzI Yani ne kadar az veya ne kadar kısa bir süre düşünüyorsunuz. Maksat: ”Hiç düşünmüyorsunuz" demektir. Özetle, ”Kâhin": Kendisine şeytanların gelip, göğün haberlerinden bir şeyler ulaştırdığı ve o şeytanlardan geleni insanlara haber veren kişidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirdiği söz, şeytanların getirdiklerini kınayan ve kötüleyen şeylerle doludur. O halde onun dedikleri nasıl şeytanların bildirdikleri olabilir ki?! Çünkü onlar kendilerini kınayan ve kötüleyen bir şeyi indirmezler. Özellikle kendilerini lanetleyen ve ayıplayan birisine. Ayrıca, Hazret-i Peygamberin söylediklerinin manaları, kâhinlerin söylediklerinin manalarına aykırıdır. Çünkü kâhinler ahlâkı güzelleştirmeye, dünya ve âhirete yönelik inanç ve amelleri düzeltmeye çağırmazlar. Hazret-i Peygamber'in sözünün manaları ise bunun aksinedir. Eğer Mekkeliler, Kur'an'ın mânâlarını birde kâhinlerin sözlerinin mânâlarını düşünseler, ”O kâhindir," demezlerdi. 43O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir. Bedbahtları korkutmak, mutluları terbiye etmek ve müjdelemek için Cebrail'in dili ile indirilmiştir. Bu konuda Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”Onu Cebrail, uyarıcılardan olasın diye apaçık Arapçayla senin kalbine indirmiştir." (Şuarâ: 193-195) 44Eğer o, şâirlerin uydurdukları gibi Bize isnaden bazı sözler uydurmuş olsaydı, yani eğer Muhammed (aleyhisselâm) sizin zannettiğiniz gibi, bizim söylemediğimiz bir şey iddia etseydi... Nitekim Allah (celle celalühü) şöyle buyurmuştur: ”Yahut: ’Onu kendisi uydurdu' mu diyorlar? Hayır, onlar inanmazlar." (Tur: 33) Ayetteki ”bazı" kelimesinin zikredilmesi, onların cezalandırılmaları için çoğu bir tarafa, azmin bile yeterli olduğuna işarettir. İftira, ”tekavvül" (uydurma) diye adlandırılmıştır. Bu, zorlanarak söylenen bir söz olduğu için, zorlanma (tekellüf) kalıbıyla ifade edilmiştir. Nitekim, Keşşaf müellifi Zemahşerî şöyle demiştir: ”Tekavvül, sözü uydurmaktır. Yapan tarafından bir zorlama olduğu için bu kalıpta söylenmiştir. Uydurulan sözlere, hakaret olsun diye ’ekâvil' denilmiştir. Çünkü üfûletün kalıbı, küçümsenen ve yadırganan şeyler için kullanılır. 45Elbette onu kıskıvrak yakalardık. 46Sonra da onun kalp damarını yani kalpten akciğerine giden daman koparırdık. Bu damara niyât denilir. ”Kalbin kendisi ile bağlı olduğu damar" diye açıklanır. O kesildiği zaman kişi ölür. Âyette, ”helak ederdik veya boynunu vururduk" denilmedi. Çünkü bu, kralların çok kızdıkları şahısları öldürmek için yaptıkları en korkunç uygulamanın tasviridir. Bunun şekli şudur: Celi ad cezalandırılacak kişinin sağ elini tutar. Kılıca baktırır ve boynunu vurur. Bu öldürüş şeklinde maktul kılıca baktığı için kafayı kütüğün üzerine yaslayarak öldürmekten daha şiddetlidir. "kıskıvrak" şeklinde ifade ettiğimiz ”el-yemîn" kelimesinin, kuvvet mânâsında olduğu da söylenmiştir. O zaman âyetin anlamı şöyle olur: ”Biz, gücümüz ve kuvvetimizle ondan intikam alırdık." 47Ey insanlar! Sizden hiçbiriniz de buna, o söz uydurana yaptığımıza mani olamazdınız. ”Mani olamazdınız" diye ifade edilen ”hâcizîn" kelimesi çoğuldur. ”Hiçbiri" dediğimiz ”ehad" kelimesinin sıfatıdır. Mânâ şudur: ”Sizden, maktule veya onun öldürülmesine engel teşkil edecek hiçbir kavim yoktur. Yani hiç kimsenin engel olamaya ve savunmaya gücü yetmez." Âyeti kerime dikkat çekiyor ki, eğer Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine vahyedilen şeye bir tek harf ilâve etse veya ondan bir tek harf eksikse yada kendisi bir şey söylese, O'nun katında insanların en değerlisi olduğu halde Allah onu cezalandırır. Bazı sapık grupların yaptıkları gibi, Allah'ın kitabından bir şeyi değiştirmeye kalkan veya kendiliğinden bir şey söyleyene ne yapacağını var sen tasavvur et. (9) 9- Şiîlikte aşırı olan bazı râfızîlerin durumu buna örnektir. Onlar iddia ediyorlar ki: ”Hazret-i Ali için olan ve velayet sûresi denilen bir sûre, Kur'an'dan çıkartılmıştır. Yine Kur'an'dan bazı âyetler atılmıştır. Meselâ İnşirah Sûresi'nde ”elem neşrah leke sadrak, ve vaza'na anke vizrak" âyetlerinden sonra ”ve cealna Aliyyen sıhrak; Ali'yi sana damat yaptık" diye bir âyet varmış da o atılmış!" Allah korusun böyle lâflar; küfürdür ve Allah'ın âyetlerini yalanlamaktır. Çünkü Allahü teâlâ, kitabını korumayı kendisi tekeffül etmiştir. ”Şüphesiz zikri (Kur'ani) Biz indirdik ve şüphesiz onu Biz koruyacağız." buyurmuştur. (Hicr: 91) Onların bu sözleri, Allah'ın Kur'an'ı koruma konusundaki sözünü ve vaadini yalanlamaktadır. Böyle bir şey iman iddiasıyla nasıl bağdaşır? Üstelik İnşirah Sûresi'nin Mekke'de indiğine tüm bilginler müttefiktirler. Hazret-i Ali'nin Hazret-i Fatıma ile evliliği ise Medine'de olmuştur. Öyle olunca ”Ali'yi sana damat yaptık" şeklindeki bir âyetin o sûreden çıkartıldığını nasıl iddia ediyorlar? Hayret! O zaman orta yerde ne evlilik vardı, ne nişanlılık. Allah korusun bu, sapıklık ve kalp hastalığıdır. Bu konu ile ilgili olarak Muhibbücldin el-Hatib'in ”Hutûtün arizatun fi mezhe-bir'ş-Şîa" adındaki eserine bakınız. 48Şüphesiz o, Kur'an, şirkten ve dünya sevgisinden sakınan takva sahipleri için bir öğüttür. Vaazdır. Çünkü muttekî, müşrikin ve dünyaya meyledip kendisini dünya sevgisi kaplayanın aksine Kur'an'dan öğüt alır ve faydalanır. Müşrik ve benzerleri ise onu yalanlarlar, ondan istifade edemezler. 49Ey insanlar! İçinizden, sizden Kur'anı yalanlayanların bulunduğunu da kuşkusuz biliyoruz. Onları yalanlamalarına karşılık cezalandıracağız. İmam Mâlik rahimehullah şöyle demiştir: ”Bu ümmete, bu âyet ne kadar şiddetli? Bunda büyük İslâm âlimlerini yalanlayanlara işaret vardır. Ama önü perdeli olanlar, kör gibi nuru göremezler. Onu nasıl kabul ve tasdik etsinler ki?" 50Kuşkusuz o Kuran, kıyamet gününde kendisini yalanlayan kâfirler için müminlerin sevaplarını gördükleri esnada bir pişmanlık vesilesi olacaktır. 51Şüphesiz o Kuran, hakkında hiç tereddüt olmayan kesin gerçektir. ”Şüphesiz" ve ”gerçek" diye ifade ettiğimiz ”hak" ve ”yakın" kelimeleri, aynı mânâya gelen iki sıfattır. Birisi, ötekine, bir şeyin kendi kendisine tamlaması kabilinden tamlama yapılmıştır. Bu: ”Hubbu'l-hasîd" terkibinde olduğu gibi tekid için yapılır. Çünkü ”hak", kendisinde hiç şüphe olmayan sabit gerçektir. ”Yakın" de aynı mânâdadır. Fahreddin Râzî bunu şöyle açıklamıştır: ”O haktır, yakîndir. Yani haktır, içerisinde bâtıllık yoktur. Yakîn (kesin) dir, içerisinde şüphe yoktur. Sonra bu kelimelerden birisi, tekid için ötekine izafe edilmiştir." Zemahşerî de şöyle der: ”Hakku'l-yakîn,’o, âlim, hakkıyla âlim,' sözüne benzer. Bununla onun hakkındaki kusursuz bilgiyi ifade kastedilir." Bu konuda Güneydin sözleri de şudur: ”Hakku'l-yakîn, kulun, kendisiyle hakkı bildiği şeydir. O, basiret nuruyla görmesi, onu sadakatle haber vermesidir. Sıddîk-ı Ekber'in şu haberine benzer. Rasûlüllah kendisine: ”Ailene ne bıraktın?" diye sorunca ”Allah'ı ve Rasıılünü" cevabını vermiş, hakla hakikat olduğunu, Allah'tan başka her şeyden ilgiyi kestiğini haber vermiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Harise (radıyallahü anh)'ye: ”Nasıl sabahladın ey Harise?" diye sorduğunda ”gerçek, mü'min olarak" diye cevaplamış, imanının hakikatini haber vermiştir. Hazret-i Peygamber kendisine bu soruyu sordu. Nefsinde davasının büyüklüğünü görünce ve onun için niye böyle hükmedikliği haber verilince: ”Bildin, devam et" buyurdu. Yani imanın hakikatine götüren yolu bildin. O yola sarıl, sonunda ona ulaşırsın. Hazret-i Ebû Bekir'in iddia ettiği konudaki sadâkatini bildiği için, onun durumunu gizli görüyordu. İşte bu, ”hakkul-yakîn" makamıdır. Yakîn, her türlü şüphe ve karışıklıktan arınmış olan kesin bilgidir. Bunun için Allahü teâlâ nın ilmi, yakîn ile nitelenmez. 52O halde, Rabbini yüce adıyla tesbih et! Yani Allah'ı ”Sübhanellah" demek suretiyle acz ve noksan sıfatlarından tenzih etmek, sana vahyettiği şeye şükretmek için büyük ismiyle (ism-i âzamıyla) tesbih et. ”Yüce" anlamındaki ”azîm" kelimesi, isnim sıfatıdır. ”Rabbike" kelimesinin sıfatı olması da ihtimal dahilindedir. O zaman mânâ. ”O halde Yüce Rabbinin adıyla ..." olur. Bu âyet indiği zaman Rasûlüllahin: ”Onu rükûnuzda okuyunuz." (10) buyurması da bunu teyid eder. 10- Hadisi Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud, İbn Mace ve Hakim tahric etmişlerdir. Hakim Ukbe b. Amir el-Cüheni'den gelen rivayetin sahih olduğunu söyledi. Ukbe şöyle der: ”Fesehbih bismi rabbike'l-azîm" âyeti inince Rasülüllah: ”Onu rükûnuzda okuyunuz," buyurdu. ”Sebbih isme rabbike'l-â'lâ" (A'lâ: 1) âyeti indiğinde de: ”Onu secdelerinizde okuyunuz," buyurdu. Bkz. Süyüti, ed-Dürrü'l-Mensûr, 6/168. Allah'ın yardımıyla Hakka Sûresi sona erdi. |
﴾ 0 ﴿