NUH SURESİ

1

Şüphesiz Biz Nuh'u: ’Kendilerine Allah tarafından, Tufan ve on da boğmak gibi derhal veya âhiret azabı gibi ilerideki

acı veren bir azap bu azap cismânî de olabilir, rûhânî de. Rûhânî olanı daha şiddetlidir.-

gelmederı önce, onları putlara taptıkları için, şirke son versinler ve tek Allah'a tapsınlar diye

uyar', ateşle korkut

diye kavmine gönderdik.

Katâde şöyle demiştir: ”Nuh (aleyhisselâm) bir adadan gönderilmiş ve onlara gitmiştir. O, çoğunluğun görüşüne göre azim sahibi (ulül-azm) peygamberlerin birincisidir. Şirke karşı ilk korkutucu da odur. Kavmi putlara tapardı. O, Şeyhu'l-Murselîndir. Kırk yaşında iken peygamber olarak gönderilmiş, halkı arasında 950 sene kalmıştır. Tufandan sonra da doksan sene yaşamıştır."

Bilginlerden birisi âyetteki ”kavmine gönderdik" ifadesinin, Hazret-i Nuh'un tüm insanlığa değil, sadece kendi milletine gönderildiğini söylemiştir. Eğer tüm insanlığa gönderi lseydi Hazret-i Peygamber Efendimize, ”Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." (Sebe': 28) denildiği gibi, ”insanlara" veya benzeri bir şey denilirdi. Hazret-i Peygamberin şu sözü de buna işaret etmektedir: ”Peygamber sadece kendi halkına gönderilirdi. Ben ise tüm insanlara gönderildim."

Eğer denilirse ki: ”Madem ki sadece kendi halkına gönderildi. O halde diğer insanların suçu neydi ki duasını tüm insanlığa teşmil ederek ”Ey Rabbiml Yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan hiç kimse bırakma," dedi. (Nûh: 26) Biz de şu cevabı veririz: O zaman yeryüzünde yaşayanlar azdı. Nûh (aleyhisselâm) hepsine gönderilmişti. Ona sadece kendisiyle birlikte olanların -ki onlar kendisiyle gemiye binenler olup sayıları da kırk erkek, kırk kadın olmak üzere seksen kişidir. İman edecekleri haber verilince, kâfirlerin tümünün kökünün kazınması için dua etti. Bunun üzerine de iman edenlerin dışında tüm yeryüzü halkının helak olduğu tufan meydana geldi. Eğer hepsine gönderilmiş olmasaydı, putlara tapmak suretiyle kendisine muhalefet etmeleri sebebiyle onlara beddua etmezdi. Çünkü bir âyette ”...Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edici değiliz," buyurulmaktadır. (İsrâ: 15)

Nûh (aleyhisselâm)'un ilk rasûl olduğu sabittir. Çünkü puta tapma olayı ilk defa onun kavminde meydana gelmiştir. Cenab-ı Allah da onları, bu çirkin işten menetsin diye Hazret-i Nuh'u göndermiştir.

Eğer Nûh (aleyhisselâm)'un risaleli tüm insanlığa şamilse, bizim peygamberimizin risaletine denk olması gerekmez miydi? diye bir soru sorulursa cevabını şudur: ”Nûh (aleyhisselâm)'un peygamberliği, kendi zamanındaki tüm insanlara şamildi. Bizim peygamberimizin peygamberliği ise, kendi zamanına olduğu gibi, kıyamete kadar gelecek olan tüm insanlara şamildir. Dolayısıyla aralarında bir eşitlik söz konusu değildir.

2

Dedi ki: ’Ey kavmim! Hazret-i Nûh kendilerine olan şefkatini, onlara olan hayır dileklerini göstermek ve gönüllerini hoş tutmak için, kendi kavmine hitâbetmiştir.

Şüphesiz ben sizi, Allah'a kulluk edin. Allah'a ibadeti emir, kalbin ve organların işlerinden olan tüm farzları ve mendupları içerir.

O'ndan korkun. Bu da tüm haram ve mekruhlardan yasaklamayı içerir.

Ve tüm emirlerde ve yasaklarda

bana itaat edin diye... Aslında bunların hepsi Allah'a ibadet ve O'ndan korkma emrine dahildir. Ama sorumluluğu güçlendirmek ve onu yerleştirmede mübalâğa için ayrı ayrı zikredilmiştir.

Açıktan açığa, işin aslını sizin anlayacağınız bir dille açıklayarak inkâr ve isyanın azabından korkutan

uyaran birisiyim. Hazret-i Nûh aynı zamanda müjdeleyici olduğu halde, sadece ”uyarıcılık" yönü anılmıştır. Çünkü uyarma daha önceliklidir. Nitekim Allahü teâlâ  peygamberimize önce ”Kalk da korkut (uyar)" (Müddessir: 2) buyurmuştur. Müjdeleme ise ikinci emirdir. Allahü teâlâ : ”...Müminleri müjdele," (Bakara: 223 ve başkaları) buyurmuştur. Korkutmak kâfirlere, müjdelemek ise müminlere yöneliktir.

Âyetin sonunda Allahü teâlâ, Hazret-i Nuh'un diliyle: ”Bana itaat edin buyurmuş, daha önceki emirlere uygun olduğu halde ”ona itaat edin" dememiştir. Yani itaat Allah'a değil, Hazret-i Nuh'a isnad edilmiştir. Bunun sebebi, Rasûle itaatin, Allah'a itaat oluşudur. Nitekim Allahü teâlâ  bir âyette: ”Kim Rasûle itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur...," (Nisa: 80) buyurmuştur.

3

Bak. Âyet 2.

4

Böylece Allah sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlar. Onlar cahil iye döneminde işlenen günahlardır. Günahlar arasında, kul hakkı ile ilgili olanlar bulunduğu için ”günahlarınızı bağışlar" buyurmadı, ”günahlarınızdan bir kısmını bağışlar" buyurdu.

Sizi, öldürmek, suda boğmak, yakmak gibi helak edici cezalardan korumak suretiyle Allah katında takdir edilmiş

belli bir süreye kadar erteler. ”Süre" diye ifade ettiğimiz ”ecel"; bir şey için tayin edilmiş müddet, son vakit, vade anlamındadır. O, Allah'ın iman ve tâat şartıyla, onlar için takdir ettiği müddettir. Bu ifade açıkça gösteriyor ki onlar için, iman etmeseler de cezalandırılmayacakları bir vade vardır. Âyetin devamındaki şu sözlerden de murad odur:

Şüphesiz Allah'ın takdir ettiği süre, sizin küfür üzere kalacağınız varsayımı ile sizin için takdir ettiği vade, -bu, zamanı kesin olmayan, mutlak anlamda yakın eceldir. Ecel-i müsemmâ (bilinen vade) bunun aksinedir. Çünkü o zamanı uzak olan kesin vadedir- siz, küfrünüz üzere devam ederken takdir edilen vade

gelince artık o geri bırakılmaz. Öyleyse o gelmeden önce imana ve tâate koşun. Ta ki muayyen vakte kadar geciktirilmesinin şartı tahakkuk etsin, siz de o vakte kadar bırakılın.

Keşke bilseydiniz! Ne olurdu? Vakti dolmuş vade, arlık geciktirilmez ve ihmal edilmez.

Bu söz işaret etmektedir ki onlar, dünya sevgisi ve onun lezzetlerini istemekteki meşguliyetleri sebebiyle ilim sebeplerini kaybettiler. Neticede sanki ölümden şikâyet eder gibi oldular.

5

(Nûh) (aleyhisselâm) halkını davette tüm gayretini sarf edip, onları uyarmada bilinen ölçüyü aşınca ve çaresiz kalınca Rabbine seslenerek

dedi ki: ’Ey Rabbim! Ben kavmimi gece gündüz yani sürekli olarak gevşemeden, imana ve itaate

davet ettim. Burada ”gece gündüz" zikredilmiş, bununla sürekli davet kastedilmiştir. Çünkü zaman gece ve gündüzden ibarettir.

6

Ama benim bana, dinime ve bendeki vahyinin eserlerine uymaları için yaptığını

davetim, sadece onların kaçmalarını artırdı.

7

Ben onları, senin bağışlaman için ne zaman imana

davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, daveti dinlememek için kulaklarını kapadılar. Âyetteki ”kulağı tıkama" bu mânâdan kinayedir. Dinlememek için, parmaklanın kulak deliklerine soktular şeklinde, hakîkî manasını anlamak da mümkündür.

Elbiselerine hüründüler, Ona bakmayı istemediklerinden dolayı, onu görmemek için vücutlarının tamamını adam akıllı elbiseleriyle örttüler. Küfür ve isyanda

ısrar ettiler, pişmanlık duyup tevbeye yapışmadılar.

Kibirlendikçe kibirlendiler. Bana itaat ve uymakta büyüktendiler. Bu konuda kendilerini bir büyüklük kompleksi kapladı. Çünkü: ”Sana hep düşük seviyeli kimseler tâbi olmakta iken, biz sana hiç iman eder miyiz? dediler?' (Şuarâ: 111)

Ariflerden birisi şöyle demiştir: ”Günahta ısrar eden kişiye günahları, sapıklıkta devamlılık verir. Öyle ki çirkin amellerini güzel görmeye başlar. Onu güzel görünce de kibirlenir. Evliyâullalıa karşı üstünlük taslar. Bundan sonra da onların nasihatlerini kabul etmez."

Setıl (kuddise sirruhû) da şöyle der: ”Günaha ısrar nifak doğurur. Nifak da küfür doğurur."

8

Sonra ben onları açık açık çağırdım. Yani onları alenen davet ettim.

9

Sonra da onları hem ilân ederek davet ettim, hem gizli gizli söyledim." Yani onları tekrar tekrar, çeşitli şekillerde farklı üslûplarla davet ettim. Bir kimseye, başkaları farketmcden gizlice bir şey söylemeye, gizlemek; herkesin öğrenebileceği şekilde konuşmaya da ilân denilir. Nûh (aleyhisselâm) onları davete ve öğüt vermeye önce gizliden başladı. Ama onlar kendisine şu dört yolla muamele ettiler: Kulakları tıkamak, elbiselerinin altına bürünmek, günahta ısrar etmek, kibirlenmek. Sonra davetini alenîleştirdi. Bu da etki etmeyince gizli ile alenîyi birleştirdi. Yani alenî daveti gizli davetle karıştırdı. Hepsi ile birlikte konuştuğu gibi herbiri ile tek tek gizlice de konuştu.

10

Onlara dedim ki: ’Gelin, Rabbinizden vakti geçmeden önce, küfür ve günahlardan tevbe etmek suretiyle

sizi bağışlamasını isteyin. Şüphesiz O, tevbe edenlerin günahlarını hiç olmamış hale getirerek

çok bağışlayıcıdır. Allah'ın bağışlayıcı olmasından murad, bağışlamayı dileyici olmasıdır. Bağış isteme özelliğini veren, bağışlamaktan geri durmaz. Çünkü Allahü teâlâ : ”Gelin, Rabbinizden sizi bağışlamasını isteyiniz. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır," buyurmuştur. Bunun için Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Allah kuluna azap etmeyi dileyince bağış dilemeyi, istiğfarı ilhanı etmez."

Rivayet edilen bir kudsî hadiste Allahü teâlâ  şöyle buyurmuştur: ”Bana kullarımın en sevimli olanları: Birbirlerini Benim sevgimle sevenler, gönülleri camilere bağlı olanlar ve seher vakitlerinde bağış dileyenlerdir. Onlar, yeryüzü ahalisine azap etmek istediğimde hatırladığım ve onlara azap etmekten vazgeçtiğim insanlardır."

Ayette, ”bağışlayıcı" anlamında ”ğaffâr" kelimesi kullanılmıştır. Çünkü bu, aynı anlamı ifade eden ”ğafûr" kelimesinden daha mübalâğalıdır. Bu kelime sözlükte, örtmek, kapatmak anlamındadır. Bu anlamda olmak üzere savaşta başa giyilen başlığa, miğfer (örtme âleti) denilmiştir. Çünkü o, başı örter. Allah'ın mağfireti, Onun kulların tevbe ve tâatlerinden dolayı değil, ama kendi rahmet ve fazlı ile günahları örtüp, affetmesidir. Tevbe ve tâat bir kulluk ifadesinden ve ihtiyaç arzından ibarettir. Yine bir kudsî hadiste Allahü teâlâ  şöyle buyurmuştur: ”Ey kulum! Bana yeryüzü dolusu günahla bile gelsen, Bana ortak koşmadıkça seni bağışlarım."

11

Sizi bağışlamasını isteyin

O, üzerinize bol bol yağmur yağdırsın. Bu, anılan âyette ”üzerinize gökyüzünü gönderir" mânâsına gelen bir cümle ile ifade edilmiştir. Şâirin: ”Gökyüzü bir halkın arazisine inse..." dediği gibi mecazî bir ifade tarzıdır. Bazı âlimler ise âyetin: ”Gökyüzünün suyunu indirdi," takdirinde olduğunu, ”su" kelimesinin hazfediidiğini (düşürüldüğünü) söylerler.

Bu âyet, anılmamış bir şartın cevabıdır. Takdiri şu şekildedir: ”Eğer siz bağış isterseniz, O da yağmur yağdırır."

Sanki Nûh kavmi, bir mantık oyunu yaparak şöyle demişlerdi: ”Eğer biz hak üzere isek, o hakkı nasıl bırakırız. Bâtıl üzere isek biz uzun süre bâtıl üzere kalmışken Allah bizden onu nasıl kabul eder?" İşte bunun için Allah onların gönüllerine bağışlamayı düşüren ve sevdiren acele lütuf ve yardımı vaadetti. Çünkü nefis peşin olanı sevmeye hırslıdır. Bu yüzden onu emrin cevabı yapmış ”yağmur yağdırsın" buyurmuş, ”sizi bağışlar" dememiştir. Böylece insanları ona rağbet ettirmiş, eserini ve bereketini görmelerini dilemiştir.’Fâallerle meşgul olmak, hayır kapılarının açılmasına sebeptir. Nasıl ki günahlarla meşguliyet, Allah'ın kahrının sebeplerinin görülmesiyle evrenin harabına sebepse...

Denildiğine göre Nûh kavmi, defalarca tekrarlanmasına rağmen daveti yalanlayınca, Allah onlardan yağmura kesti. Hanımlarım kısır kıstırdı. Peşinden de eğer iman ederlerse, kendilerini bolluk ve bereketle rızıklandıracağım, başlarındaki musibeti savacağını vaadetti. Bu, hikmete uygundur. Çünkü Allahü teâlâ  kullarını hayırla ve şerle sınar. Tâ ki kendisine dönsünler. Meselâ Kureyş'lilere, şirkten dönmeleri için Hazret-i Yûsuf'un kıtlık seneleri gibi yedi sene verdi.

12

Mallar ve oğullarla size güç versin. Size ulaşır, yardım eder, kuvvet verir. Nitekim bir âyette ”...Sizin gücünüze güç katar..." (Hûd: 52) buyurulmaktadır.

Size içerisinde ağaçlar ve meyveler bulunan

bahçeler versin, inşa eder ve oraları bitkilerle süsleyen, kurumaktan koruyan, gönülleri ferahlatan, canlan sulayan

nehirler akıtsın.

Hasan-ı Basrî'den rivayet edildiğine göre, bir adam kendisine kuraklıktan şikayet etti. Hasan-ı Basrî ona: ”Allah'tan bağış dile," dedi. Bir başkası fakirlikten, birisi neslinin azlığından, birisi de arazisinin ürününün azlığından şikâyetçi oldular. Hepsine Allah'tan bağış dilemelerini, (istiğfar etmelerini) emretti. Bunun üzerine Rabî': ”Sana insanlar geliyorlar, çeşit çeşit şikâyetlerde bulunuyorlar. Farklı şeyler istiyorlar. Sen de hepsine istiğfarı emrediyorsun. Bu nasıl iş?" dedi. Hasan-ı Basrî ona, bu âyeti okudu.

Bu âyetin ifade ettiği mânâdan dolayı yağmur duasında istiğfar (bağış dileme) meşru kılındı. Araziler kurak kış tığında ve yağmurlar kesildiğinde tüm bilginlerin ittifakıyla yağmur duasına çıkmak sünnettir.

13

Size ne oluyor ki Allah için bir vakar ummuyorsunuz? Bu, onların Allah için vakar bulunduğunu ummalarına sebep olan şeyleri inkârdır. ”Vakar" aslında sükûnet ve hilm (yumuşak başlılık) dır. Ama burada ”azamet" anlamındadır. Çünkü genelde sükûnet, azametten dolayı olur. Mânâ şudur: ”Siz hangi sebepten dolayı O'na inanıp itaat etmenin kendisini ululamayı gerektiren Allah'ın azametine inanmıyorsunuz?" Yani sizin için buna bir sebep yok.

Keşfu'l-Esrcır adındaki eserde bu terimlerle ilgili olarak şöyle denilmektedir: ”‘Reca, (burada umut diye ifade edilmiştir) korku anlamında,’vakar' da azamet ve yücelik mânâsındadır. O zaman âyetin anlamı şöyle olur: Allah'ın azametinden korkmuyor musunuz?"

İbn Abbas ise şöyle izah etmiştir: ”Size ne oluyor ki Onun cezasından korkmuyorsunuz'? Ondan sakınmak suretiyle sevabını ummuyorsunuz?"

14

Halbuki sizi kademe kademe O yarattı. Yani oysa siz, Allah'ın sizi merhale merhale, halden hale geçirerek yarattığını biliyorsunuz. Önce elementler halinde yaptı, sonra gıda haline getirdi. Sonra sırayla, bir karışım, sperm, kan pıhtısı, et parçası, kemik, et haline getirdi. Bilâhare de başka bir şekle soktu. Durumu böyle olan bir varlığın azametini taktirde kusur işlemek, aklı olan birisinin yapacağı bir şey değil!

Bazı âlimlere göre bu âyet, şu âyetlerde söz konusu edilen yedi aşamaya işarettir: ”Allah'a yemin olsun ki, Biz insanı çamurdan bir özden yarattık.

Sonra onu bir sperm halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra spermi bir aleka yaptık. Alekayı bir çiğnem et yaptık. O eti kemiklere çevirdik, bu kemiklere et giydirdik. Bilâhare onu bambaşka bir yaratık olarak teşekkül ettirdik. Yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir." (Mü'minûn: 12-14) İşte bu haller, birbirini takip eden, düzenli yedi aşamadır. Her birisi, kendinden öncesinden daha şereflidir.

Bir başka görüşe göre âyetten murad şudur: ”Sizi çocuklar, gençler ve yaşlılar olarak yarattı." Yahut da sizi muhtelif şekillerde ve huylarda; uzun boylular, kısalar, güçlüler, zayıflar, olarak yarattı. Nitekim bir âyette: ”O'nun delillerinden birisi de, gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır..." (Rûm: 22) buyurulmuştur.

15

Görmediniz mi... Soru, muhatabı ikrara sevketmek içindir. Maksat, Allah'ın ilim ve kudretine işaret eden sanatının hayrete düşüren eserlerini müşahededir.

Allah yedi göğü nasıl bazıları bazılarının üstünde

birbiriyle ahenkli yaratmıştır? Allahü teâlâ  onları tekrar yaratmaya muktedir olduğuna ve kudretinin azametine, önce insanın yaratılışı ile ilgili deliller getirdi. Çünkü insanın nefsi, kendisine en yakın şeydir. Daha sonra da bu delilleri, semalara ait deliller takip etti.

16

Ayı onların içinde gecenin karanlığında yeryüzünü aydınlatan

bir nur, güneşi de fecir anında karanlığı gideren

bir kandil gibi

yapmıştır. Nasıl ki evde bulunanlar görmek ihtiyacında oldukları şeyleri kandilin ışığında görüyorlarsa, dünyada yaşayanlar da, yeryüzünü güneşin ışığında görürler, ufukları onunla seyrederler. İşte bu açıdan güneş, beliğ teşbih yoluyla kandile benzetilmiştir.

Ay, dünya semasında olduğu hakle, bütün semalara nisbet edilmiştir. Çünkü semaların her biri şeffaftır, arkasındakini kapatmaz. Dolayısıyla tamamı tek bir gökyüzü imiş gibi görülür. Bunun zarurî bir sonucu olarak, semalardan birisinde olan, sanki hepsinde imiş gibi olur. Ayrıca İbn Abbas, İbn Ömer ve Vehb b. Münebbih'e göre, güneşin, ayın ve yıldızların yüzleri gökyüzü tarafında, sırtları da dünya tarafındadır. Kandil sözcüğünün gereği de budur. Çünkü onun ışığının yüksekliği üst tarafındadır. Öyle olmasaydı, hararetinin şiddetinden dolayı yeryüzünde ne varsa hepsini yakardı. Oysa Allahü teâlâ  onu hem dünyadakiler, hem de gökyüzündekiler için nur kılmıştır. Bu izaha göre âyetin, ”güneşi de bir kandil yapmıştır" kısmının, ”güneşi de onların içinde bir kandil yapmış" şeklinde olması gerekirdi. Ancak önceki kısmın delâletinden dolayı ”onların içinde" anlamına gelen kelime hazfedilmiş, kullanılmamıştır.

17

Allah sizi yerden bir bitki bitirir gibi hayret verici bir şekilde

bitirmiştir. Babanız Adem'i topraktan yaratmak suretiyle sizi de topraktan meydana getirdi. Yahut da şöyle anlaşılır: İnsanları, yerde biten bitkilerden meydana gelen menilerden meydana getirdiği için, bütün insanları yerden meydana getirdi.

"Bitirme" kelimesi, istiare yoluyla ”meydana getirme" anlamında kullanılmıştır. Çünkü o, meydana gelme olayına daha çok delâlet etmektedir. Çünkü insanlar bitki olsalardı, hiç şüphesiz bitkilerin sonradan meydana geldikleri gibi meydana geleceklerdi. Ayrıca bu ifade insanın bir yönden bitki olduğuna dikkat çekmektedir. Şüphesiz insanın başlangıcı ve oluşumu bitki gibi topraktandır. O da gelişir, büyür, gerçi onun bitkilerden fazla olan bazı özellikleri vardır ama bitkiye benzer yönleri çoktur.

Bitki, ister ağaç gibi gövdeli olsun, isterse olmasın yerden biten her şeydir. Ama örfte, gövdesi olmayanlara has bir isim olmuştur. Hatta halk arasında sadece hayvanların yediğine nebat (bitki) denilir.

Marifet ehlinden birisi şöyle demiştir: ”'Allah sizi yerden bir bitki bitirir gibi bitirmiştir,' âyeti şu anlamdadır: Sizin vücutlarınızın, kendisi ile geliştiği gıdanızı topraktan meydana getirdi. Nitekim bitkileri de toprak vasıtasıyla su ile geliştirmiştir. Bu varlığın gıdası ve gelişmesi kendisinden yarattığı şeyle olmaktadır."

18

Sonra sizi öldüğünüzde defin yoluyla

tekrar oraya, yere

geri çevirecek ve tekrar diriltme ve haşir esnasında oradan

tekrar çıkaracaktır. Bunda hiç şüphe yoktur. Böylece dostlarını mükafatlandıracak, Allah düşmanlarını ise cezalandıracaktır. ”Geri çevirme" ile ”tekrar çıkarma" nın arası, ”sonra" anlamındaki ”sümme"kelimesi ile değil, ”ve" harfi ile bağlanmıştır. Buna sebep, kabirdeki iade ile, çıkarmanın tek şey olduğuna işaret etmektir. Bunlardan bir kısmının mutlaka gerçekleşip, bir kısmının gerçekleşmemesi düşünülemez.

19

Allah Rabbimizin bu ismi celîli, tazim ve teberrük için tekrarlanmıştır.

Yeryüzünü sizin menfaatiniz

için bir döşek ve halı gibi geniş bir

bir sergi yapmıştır. Onun üzerinde, kendi evinizdeki serginiz üzerinde hareket ettiğiniz gibi serbestçe hareket edersiniz.

Defalarca söylediğimiz gibi, yeryüzünün küre şeklinde oluşu, ekim ve dikime engel değildir. Çünkü çok büyüktür. Bu, güvercin yumurtası ile deve kuşu yumurtası arasındaki farkta kendini gösterir.

20

Tâ ki onun geniş yollarını da gezip dolaşasınız.'“Geniş yol" diye ifadelendirdiğimiz ”fecc" kelimesinin, iki dağ arasındaki geçit anlamında olduğu da söylenmiştir. el-Müfredât adındaki eserde şöyle denilmiştir: ”el-feccû", iki dağın kuşattığı yoldur. Aynı zamanda geniş yol anlamında da kullanılır. Yani âyetin anlamı şudur: Yeryüzünden yollar edinerek gitmeniz ve geliş gidişte kullanmanız için... Yeryüzünün sergi gibi oluşu, uyumak, dinlenmek, ekmek ve dikmek gibi diğer maksat ve menfaatlere ters düşmez.

21

Nuh Rabbine yalvararak

dedi ki: -Nûh (aleyhisselâm)'ın, Rabbine yalvarışının hikâye edildiği zamanın uzunluğundan dolayı hikâye lâfzı ("Nûh dedi ki" sözü) tekrar edildi.-

'Ey Rabbim! Onlar hana isyan ettiler. Yani bana isyana devam ettiler, onlara ne kadar öğüt verdim, irşad ettimse de bana muhalefet ettiler.

Kendisine malı ve çocuğu hüsrandan başka bir şey artırmayan kimseye uydular. Yani kendilerini mallarının azdırdığı, çocuklarının kandırdığı reislerine uymaya devam ettiler. Bu mallar ve çocuklar, onların âhiretteki hüsranlarının artmasına sebep oldular. Onlar o liderlere, malları ve çocukları sebebiyle hasıl olan zahirî saygınlıklarından dolayı uydular. Nitekim Kureyşliler de şöyle demişlerdi: ”Şu Kuran iki memleketin birindeki bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf: 31) Onlar zenginliği, peşinden gitmek için gerçek bir sebep saydılar.

Bu söz işaret etmektedir ki, mal ve evlât çokluğu, genellikle ruhî perişanlığa sebep olur. Önce dinde sapıklığı, sonra da doğru yoldan saptırma sonucunu doğurur.

İbnü'ş-Şeyh şöyle der: ”Âyetin nazmından anlaşılıyor ki, onların mallan ve çocukları zararın ta kendisidir. Onların çoğalması hüsranlarının artması demektir. Durum genelde böyledir. Onlar her ne kadar, şükürle ve hayır cihetlerine sarf edilmekle ebedî saadeti sağlayan menfaatler cümlesinden iseler de azgınlığa, böbürlenmeye ve onları veren Allah'a karşı nankörlüğe götürdüklerinde ve âhiretteki ebedî azaba vesile olduklarında sanki sırf zarar ve hüsran gibi olurlar. Çünkü âhiretin yanında dünya, yok hükmündedir. Dünyada mal ve evlât nimetlerinden istifade eden, âhiret mutluluğunu kaybeder. Sanki tatlıdan olan zehirli lokmayı yiyip ölen kişi gibi olur. Bu lokma onun hakkında sadece helaktir. Çünkü onun getirdiği zararın yanında, menfaatinin hiçbir değeri yoktur."

22

En büyük tuzak kurdular.' Tuzak diye ifade ettiğimiz ”el-mekru" kelimesi, gizli hile anlamındadır.

Keşfu'l-Esrar adındaki eserde şöyle denilmmektedir: ”el-mekru, sözlükte, en büyük hile anlamındadır. Bu kelime Allah'a nispet edildiğinde tedbir ve idareyi gizlemek anlamında anlaşılır."

"Kiibhâr" kelimesi de, büyüklüğün son haddi anlamındadır. Onların ”en büyük tuzak ”larınm mânâsı, insanları dinden uzaklaştırmak konusundaki hileleri ve onları Hazret-i Nuh'a eziyet etmeleri için kandırmalarıdır. Tevhid, mertebelerin en yücesi olunca, ondan men etmek ve şirki emretmek büyük günahların en büyüğüdür. Bu yüzden Allah, bu fiili, ”en büyük tuzak" diye nitelemiştir.

23

Liderler, düşük seviyedeki tabiîlere:

'Sakın ilâhlarınızı bırakmayın. Onlara ibadeti bırakıp da, Nuh'un Rabbine ibadet etmeye kalkmayın.

Özellikle Ved'den, Süvâ'dan, Yeğûs'tan, Yeûk'tan ve Nesr'den vazgeçmeyin,' dediler. Yani özellikle bu putlara ibadeti bırakmayın. Âyette önce genel anlamda ”ilâhlarınız" denildi. Sonra da özel olarak onlardan bazıları sayıldı. Bu, özelin genel üzerine (hâssın ânı üzerine) atfıdır. Bu putların özellikle anılmalarına sebep, onların yanlarındaki en büyük putlar oluşlarıdır. Bu putlar aynen Araplara da intikal etmişlerdir. ”Ved", Dümetu'l-Cendel'deki Kelb kabilesinin; ”Süvâ", Yemen'deki Hemdân kabilesinin; ”Yeğûs", Mezhac kabilesinin putları idiler. Araplar Mezhaclılara Abdü Yeğûs derlerdi. ”Yeûk", Murad'ın; ”Nesr" de Hımyeriilerin putları idi. Hımyer, Yemen'deki San'â'nın batısında bir yerdir.

Denildiğine göre bu isimler, Hazret-i Âdem ve Hazret-i Nûh arasında yaşamış olan sâlih insanların isimleri idi. Öldüler. İnsanlar onların ölümlerine çok üzüldüler. Şeytan onların hallerini görünce bir insan kılığında yanlarına gelip şöyle dedi: ”Ben size onların heykellerini yapayım mı? O heykellere baktığınızda onları hatırlarsınız. Özleminizi giderir ve onlardan uğur alırsınız." Onlar da: ”Evet, yap," dediler. Şeytan onların, tunçtan, kurşundan ve bakırdan heykellerini yaptı. Bu heykellerden her birine ölen adamların isimlerini verdi.

Sonra zaman geçti, babalar, oğullar ve torunlar yok oldular. Onlardan sonra gelenlere şeytan: ”Sizden öncekiler bu heykellere tapıyorlardı" dedi. Onlar da tapmaya başladılar. Sonra bu, cahil iye dönemindeki Araplar arasında bir gelenek halini aldı. Amr b. Luhayin ki o Kabe'ye put dikenlerin ilkidir- bu konudaki rolü büyüktür. Çünkü putları Mekke'ye getiren ve ona tapmaya çağıran odur. Bundan sonra Araplar arasında puta tapıcılık yayılmıştır.

24

'Gerçekten onlar, liderler

birçoklarını yani halkın çoğunu

yoldan çıkardılar. Yoldan çıkaranların, putlar olması da muhtemeldir. Nitekim bir âyette: ”Rabbim! Çünkü onlar kendilerine tapan birçok insanın sapmasına sebep oldular," (İbrahim: 36) buyurulmaktadır.

Sen o zalimlerin Allah'a şirk koşarak zulmedenlerin- çünkü şirk büyük bir zulümdür. Zira zulmün anlamı, bir şeyi, yeri dışına koymaktır. Öyleyse şirkten daha kötü bir şey olur mu? En aşağılık yaratığı ve ona ibadeti; tek olan, kimseye muhtaç olmayan Allah'ın ve O'na ibadetin yerine kim koyar'? Bunu yapandan daha zalim olur mu?-

Sadece sapıklıklarını artır.' Bu cümle, yirmi, birinci âyetteki ”Ey Rabbim! Onlar bana isyan ettiler," anlamındaki cümleye bağlıdır.

"Sapıklık" diye ifade ettiğimiz ”dalâl" kelimesinden murad, yok ol mak, telef olmaktır. Yoksa, dinî konulardaki sapıklık değildir. Dolayısıyla ”Nûh (aleyhisselâm) insanları sapıklıktan kurtarmak için gönderildi. Öyleyse Allah'a onların sapıklıklarını artırması için nasıl duâ, edebilir? Zira böyle bir duâ on kırın küfrüne razı olmayı gerektirir. Bu da peygamberler için caiz değildir." şeklinde bir itiraz akla gelmesin. Diğer taraftan böyle bir itiraz olursa şu şekilde de cevap verilebilir: ”Bu duâ, Allahü teâlâ  kendisine, kavminden, inananlardan başka artık hiç kimsenin inanmayacağını vahyettikten sonra edil imiş olabilir. Caiz olmayan, küfrü güzel görerek ona rıza göstermektir. Bunun bir benzeri de Hazret-i Mûsa'nın şu duâsıdır: ”...Ey Rabbim! Onların mallarım yok et, kalplerini de şiddetle sık ki, acı veren azabı görünceye kadar iman etmesinler." (Yûnus: 88) Bir kimse. Allah kendisinden intikam alsın diye, kâfirin küfrü üzere ölmesini isterse, bu küfür değildir. Bu durumda âyetin mânâsı şöyle tefsir edilebilir: ”Allahım sen o zalimlerin sapıklıklarını artır ki, cezaları da artsın." Bu izaha ışık tutan âyetler vardır: ”...Onlara ancak gü nahlarını artırmaları için mühlet veriyoruz..." (Âl-i İmran: 178), ”Ben istiyorum ki; sen, hem benim günahımı, hem de kendi günahını yüklenip ateşe altlasın..." (Mâide: 29)

Âlimler demişlerdir ki: ”Nûh (aleyhisselâm) babalardan sonra oğulları davet etmiştir. Bu yedi asır sürmüştür. Onlardan inanmaları umudunu kesince beddua etmiştir."

25

Onlar, Nûh kavmi

hataları ve doğru olmayan amelleri -ki o, küfür ve isyandır-

sebebiyle dünyada tufanla

suda boğuldular, başka bir sebeple değil. Bu ifadede mutlak anlamda hata işleyenleri azarlama ve men vardır.

Ateşe atıldılar. Âyette ”ateş" kelimesi, belirsiz olarak getirilmiştir. Bu üslup onun büyüklüğüne ve korkunçluğuna işaret eder. Yahut da Allahü teâlâ  onlara, hatalarına göre bir çeşit ateş hazırlamıştır. Ateşten maksat, boğulmanın peşindeki kabir azabıdır. Onlar suda bile ölse, kabir azabını görür. Çünkü suda veya ateşte ölen, yırtıcı hayvan veya kuş tarafından yenilen de kabre gömülenin gördüğü azabı görür.

Dahhâk'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Onlar bir taraftan yani bedenlerle suda boğuluyorlar, diğer bir taraftan da ruhlarla yakılıyorlardı." Böylece her iki azabı birleştirmiş olurlar. Bir şâir de şöyle der:

Yaratıklar tavır olarak toplu ve ayrıdırlar. Olaylar da çeşitli durumlardadırlar.

Zıt lamı birleşmesine şaşma,

Allah su ile ateşi bir arada bulundurur.

Onların azabının, cehennem olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bu izaha göre ateşe atılmanın, hemen boğulmanın sonunda ve takip ifade eden harfle gelmesi, cehennemin, onların boğulmalarını takip eder gibi telâkki edilmesinden dolayıdır.

Kendileri için Allah'tan başka yardımcılar bulamadılar. Yani onlardan hiçbirisi kendisi için hiçbir yardımcı bulamadı. Bu ifadede onların Allah'tan başka şeylere tapmalarına tariz ve kendileriyle alay vardır. Bu cümle, Allah'ın sözü olarak, Hazret-i Nuh'un duasının kabul edildiğine işarettir. Ayrıca Hazret-i Peygambere ve ashabına teselli, isyankâra da azaptan ve azaba sebep olan şeyden korkutmak vardır.

26

Nûh onların hidayet bulmasından umudunu kestikten sonra

dedi ki: ’Ey Rabbim! Yeryüzünde Senin tarafından gelen bir musibetle

kâfirlerden dönüp dolaşan gidip gelen, gezip tozan

hiç kimse bırakma. Köklerini kazı, hepsini helak et.

27

Çünkü Sen onları bırakırsan, öldürnıezsen,

kullarını hak

yoldan çıkarırlar. Çünkü sapıklık onların içine işlemiştir.

Bu âyet, Hazret-i Nuh'un onlar için, kendi öfkesinden değil, sırf dinî bir gayretten ötürü beddua ettiğini açıklamaktadır. Bu izaha şu olay işaret etmektedir: Kavminden bir adam oğlunu Nuh'a götürüp ”Şundan sakın, çünkü o yalancıdır. Şüphesiz ondan babam da beni sakındırmış ve sana ettiğim vasiyeti etmişti," derdi. İşte bu hal üzere büyük ölür, küçük yetişirdi.

Sadece ahlâksız ve kâfir çocuklar doğururlar. Yani onların neslinden sadece sapıklar, âsîler, kâfirler gelir. ”Kâfir" diye ifadelendirdiğimiz ”keffâr" kelimesi, Rağıb'ın belirttiğine göre, ”kefûr" kelimesinden daha mübalâğalı bir anlam ifade eder. Kefûr, nankörlükte aşırı giden anlamındadır. Âyetin bu bölümünün anlamı şu şekildedir: ”Ancak ahlâksızlık yapacak, inkâr edecek nesiller gelir."

Nûh (aleyhisselâm)'un, onları erginlik çağına girdikten sonra fâcir ve kâfir ol uçaklarıyla nitelemesi, kendisine gelmesi muhtemel olan şöyle bir itiraza mazeret beyanı gibidir: ”Onların nesillerinden belki de mü'min ler gelecektir. Öyleyse onlar için tümüyle helak isteyerek beddua etmek yanlıştır." Hazret-i Nûh bu bedduayı şüphesiz kendisine gelen vahye istinaden yapmıştır. Hûd Sûresi'ndeki şu âyet bunun açık kanıtıdır: ”Nuh'a: Senin kavminden, inananlardan başka hiçkimse iman etmeyecek diye vahyedildi." (Hûd: 36)

Anlaşılan o ki, bu beddua, felâket emareleri göründükten sonra edilmiştir. Eskilerden birisi: ”Yılan, ancak yılan doğurur," demiştir. Bu, genelde böyledir. Bundan dolayı denilmiştir ki: ”Kişinin aslı iyi olursa, nesli de iyi olur" Bu sözün bir benzeri de şöyledir: ”Çocuk, babasının avcunun çizgisidir (aynıdır.)"

Bu bedduanın açıklaması hakkında bir bilgin şöyle demiştir: ”Çocuk büyüyünce, babasının özelliklerini öğrenir veya onun huyundan bir şeyler kapar. Bazen insan birisiyle arkadaşlık eder, onun iyi ve kötü huylarından kapar. İşte Nûh (aleyhisselâm) gördüğü emareler sebebiyle böyle beddua etmiştir. Çünkü onları bin yıla yakın bir süre tecrübe etmiş, onlardan küfür ve ahlâksızlıktan başka bir şey görmemiştir. Eğer onun bedduası, vahye istinaden olsa idi, mazeret beyanına gerek olmazdı. Onun bedduasının vahye dayanmadığına, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i Ömer'i şiddette Hazret-i Nuh'a; Hazret-i Ebû Bekir'i yumuşaklıkta Hazret-i İbrahim'e benzetmesi de delildir.

Şu da bilinmelidir ki, muayyen bir kâfire beddua edilmesi caiz değildir. Çünkü biz onun sonunun nasıl olacağım bilmiyoruz. Ama mutlak anlamda kâfirlere ve tacirlere beddua edilebilir. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) müminlere karşı grup teşkil edenlere beddua etmiştir. Kâfirlere karşı bedduanın delili budur.

28

Ey Rabbim! Beni, günahlarımı -onlar Hazret-i Nuh'un daha iyi olanı terk kabilinden olan zellesidir-

anamı, babamı, onların günahlarım, -onlar Hazret-i İdris (aleyhisselâm)'in dini üzere Müslüman idiler. Ana babadan muradın Hazret-i Adem ve Hazret-i Havva olduğu da söylenmiştir.-

mü'min olarak evime veya mescidime -çünkü mescid Allah ehlinin evidir-

girenleri, -bu kayıtla hanımı Vâile ve oğlu Kenan duanın dışında kalmışlardır. Ama Hazret-i Nuh onları duasından çıkarmayı ancak ”O senin ailenden değildir." (Hûd: 46) vahyini aldıktan sonra azmetmiştir.- Hazret-i Adem'den kıyamete kadar gelen ve gelecek olan tüm

erkek ve kadın mü'mieleri bağışla.

Görüldüğü gibi Hazret-i Nûh önce kendisine neseben ve dinen bağlı olanları özellikle anmıştır. Çünkü onlar, duasına daha müstehak ve daha lâyıktırlar. Sonra da tüm mü'min erkek ve kadınlara teşmil etmiştir.

Kabirdeki ölü, denizde boğulurken yardım isteyen kişi gibidir. Babadan, kardeşten veya bir dosttan gelecek duayı bekler. O dua gelirse, kendisi için dünyadan ve dünyadaki lerden daha sevimli olur. Çünkü Allahü teâlâ  kabir ehline, yeryüzü ehlinin dualarından dağlar gibi girdirir. Dirilerin ölülere hediyesi, onların bağışlanmasını dilemeleridir.

Zalimlerin de sadece helaklerini artır.' Bu sûrede 24. âyette Hazret-i Nûh zalimler için beddua ederken önce: ”Zalimlerin ancak sapıklıklarını artır," demişti. Çünkü bu beddua ”Onlar çok kimseyi yoldan çıkardılar" cümlesinden sonra gelmiştir. Burada ”helaklerini artır" dedi. Çünkü bu: ”Yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan hiçkimse bırakma," sözünden sonra geldi. Demek ki her bir yerde, oranın gerektirdiği ve mânâsına uygun düşen sözü söyledi.

Anlaşıldığına göre Hazret-i Nûh, kâfirler ve zalimler sözüyle, kendi zamanında mevcut olan yeryüzünde yerleşenleri murad etti. İstediği, Allah'ın onları helak etmesi idi. Duası kabul edildi ve hepsi tufanda boğuldular. Bazı müneccimlerin dedikleri, onun sadece Arap yarımadasını dilediği ve tufanın sırf oradakilerin üzerine vakî olduğu tarzındaki iddialar, sözün zahirine ve âlimierin tefsirine zıttır. Söz delâlet ediyor ki, zalimin zulmü görünür, onda ısrar eder ve kendisine öğüt fayda vermezse kendisine ve yardımcılarına bedduayı hakemi ist ir.

Nice çocuklar boğularak yanarak ve başka yollarla ölmüşlerdir. Hasan Basriye bu durum sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: ”Allah onların suçsuzluğunu bildi ve azap etmeden canlarını aldı."

Bazı bilginlerin dediklerine göre ise, Allahü teâlâ  tufandan kırk veya yetmiş sene önce, kadınları kısırlaştırdı, babaları hadım etti. (Menilerini kuruttu.) Dolayısıyla onlar denizde boğulurken yanlarında hiçbir çocuk ve akıl hastası yoktu. Çünkü Allahü teâlâ : ”Nuh kavmi peygamberleri yalanlayınca Biz onları suda boğduk..." (kürkân: 37) buyurmuştur. Çocuklardan ve delilerden, yalanlama söz konusu olamaz.

Şayet Allah çocukları, hiç günahları yokken helak etse, bunun rubûbiyete (tanrılığa) ne zararı olur? Allahü teâlâ : ”...De ki: Allah Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzündekilerin hepsini helak etmek istese, Allah'a kim bir şey yapabilir?.." (Mâide: 17) buyurmuyor mu?

Görünen o ki, tufanda analar, babalarla birlikte çocuklar da helak olmuşlardır. Zira Hazret-i Nûh: ”Onlar sadece ahlâksız ve kâfir çocuklar doğururlar," sözüyle, çocukları ebeveynlerine ilhak etmiştir. Çünkü ahlâksız ve kâfir olacak olan, şu anda ahlâksız ve kâfir hükmündedir. Bundan dolayı mutlak olarak kâfirlere tümüyle helak olmaları için beddua etmiştir. Çünkü onlardan bazıları bunu asaleten, bazıları da tâbi olmaları yoluyla haketinişlerdir. Mü'min erkekler ve kadınlar için de, hem genel hem de özel olarak kurtuluşları için duâ etmiştir. Çünkü bağışlanan hiç şüphesiz kurtulmuştur. Allah en iyi bilendir.

Allah'a hamdolsun O’nun başarılı kılmasıyla Nûh Süresinin tefsin bitti.

0 ﴿