CİNN SURESİ

1

De ki: Ey Rasûlüm Muhammed!

'Cinlerden bir topluluğun üç ile on kişi arasındaki grup,

(onu), Kur'an ı

dinleyip...

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabından bir grupla Ukâz çarşısına gitti. Onlar Nahle'de iken sabah namazı vakti geldi. Rasûlüllah, ashabına namazı kıldırmaya başladı. Onlar namazda iken cinlerden bir grup uğradı. Kuran'ı duyunca durup dinlediler."

Bu ifade delâlet etmektedir ki o zaman Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) cinleri görmemişti. Onların geldiklerini ve Kuran dinlediklerini farketmemişti. Onlar için okumamıştı. Olay onların gelmelerinin, Rasûlüllahin okuduğu bazı vakitlere denk gelip onu dinlemelerinden ibaretti. Allahü teâlâ  bunu Rasûlüne haber verdi.

Cinler ince cisimlerdir. İnsanların ve meleklerin şekline benzemezler. İnsanlar gibi akıl sahibidirler. Onların gözlerinden uzaktırlar. Mucize sahiplerinin dışında onlara görünmezler, onlarla konuşmazlar. Ama bazı insanlara vesvese verirler. Onların yaratılışında ateş özelliği hâkimdir. ”Cinleri de halis ateşten yarattı," (Rahman: 15) mealindeki âyet de buna işaret etmektedir.

Meşhurdur ki, çeşitli maddelerden mürekkep olan şeylerin hepsinde galip olan unsura itibar edilir. Kendisinde cinlerde olduğu gibi ateş galip olan nârı (ateşe mensup), kuşlarda olduğu gibi hava galip olanlar havaî (havaya mensup), balık gibi su galip olanlar da mâî (suya mensup), insan ve yeryüzündeki diğer canlılarda olduğu gibi toprak galip olanlar türâbî'dirler.

Şöyle dedikleri bana vahyolundu: Yani vahiy yoluyla bildirildi, Allah tarafından haberdar edildim ki, -vahyetmek, gizlice bildirmek, an lam madır. Ona bu haberlerin bildirilmesinin faydası, onun insanların ve cinlerin peygamberi olduğunu belirtmek, şirkten nehyetmek ve tek Allah inancına teşvik etmektir. Cinler azgınlıklarına ve ayrı cinsten olmamalarına rağmen iman ettiklerine göre aynı cinsten ve uyumlu olan insanlar nasıl iman etmezler?-

'Şüphesiz biz hayranlık veren bir Kur'an, peygamberin dili üzere okunan bir kitap

dinledik. Bunu, halklarının yanına döndüklerine söylerler. ”Hayranlık veren" diye ifade edilen ”acehen" kelimesi, aslında mastardır. Mübalâğa ifade etmesi için, mübalâğalı ism-i fail yerine kullanılmıştır. Bu kelime, benzerlerinin sınırını aşan anlamındadır. Burada, dizisinin güzelliğinde ve mânâsının inceliğinde insan sözünden farklı, çok güzel mânâsına gelmektedir.

2

O, hakka ve doğruya dinin ve dünyanın düzenine

götürüyor. Ayette ”rüşd" kelimesi, hak ve doğru anlamında kullanılmıştır. Bu kelime, dinin ve dünyanın düzeni mânâsını da ifade eder. Nitekim bu anlamda olmak üzere Efendimiz: ”Ey Allah'ım! Bana rüşdümü ilham et" diye duâ etmiştir. Yani dünya ve âhiret maslahatlarını göstermesini istemiştir. Tek Allah inancı ve Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih de bu kelimenin şüınû likidedir. Zaten rüşdün hakikati Allah'a ulaşmaktır.

Biz ona yani Kurana

iman ettik. Ona imanın zarurî sonucu ondakilere de inanmaktır. Biz hakkı bildikten sonra artık

Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız. Yani hiçbir şeyi O'na ortak etmeyeceğiz, Ondan başkasına tapmayacağız. Şüphesiz imanın tam olması ancak şirkten ve inkârdan uzak kalmakla olur. Nitekim Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm): ”...Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım," (Enam: 78) demiştir. Ayrıca Kur'an, eşsiz bir mucize olduğu için, ona iman etmek gerekir. Doğruya ve hakka götürdüğü için şirkten uzak durup tümüyle Allah'ın dinine girmek icap eder.

3

Şüphesiz Rabbimizin sânı yücedir. Bu söz de sûrenin ilk âyetinde işaret edilen, vahyedilen şeyler arasındadır. Muradedilen mânâ şudur: Sübhâneke'yi okurken de ”ve teâlâ ceddük" dediğimiz gibi Rabbimizin azameti yücedir. Çünkü hakimiyet ve güç, azametin son noktasıdır.

O, ne bir eş, ne de bir çocuk edinmiştir. Yani kendisi için yüceliğinin kemalinden ötürü zalimlerin dedikleri gibi bir eş de bir kız çocuğu seçmemiştir. Cinler Kur'an'ı dinleyip tek Allah inancına ve imâna muvaffak kılınınca cinlerin kâfirlerinin inançlarının yanlış olduğunu farkettiler. Onlar Allah'ı yaratıklarına benzetiyorlar ve onun eş ve evlât sahibi olduğunu iddia ediyorlardı. İşte Kur'an'ı dinleyenler, Allah'ın azamet ve kudretinden dolayı veya muhtaç olmadığı için O'nu böyle şeylerden tenzih ettiler, O'nu yücelttiler. Zira eş, kendisine ihtiyaç duyulduğu için, evlât da çoğalmak ve nesil bırakmak için edinilir. Bunlar sonradan meydana gelişin gereklerindendir. Allahü teâlâ  ise ezelîdir. Yahudiler, Uzeyir Allah'ın oğlu, Hristiyanlar, İsa Allah'ın oğlu, müşrik Araplar da, melekler Allah'ın kızları diyorlardı. Onların yanlış inançlarına göre İsa Allah'ın oğlu ise, bunun zarurî sonucu olarak Meryem'in de Allah'ın eşi olması gerekir. İşte bunun için âyette ”eş" anlamında ”sahibe," kelimesi anılmıştır. Yani evlât, Allah'ın eşi olan bir annenin bulunmasını gerektirir.

4

Gerçekten bizim beyinsizimiz, en cahilimiz şeytan veya cinlerin azgını, -görünen o ki, İblis (şeytan) cinlerdendir. Nitekim Allahü teâlâ  ”...O, cinlerdendi, Rabbinin emrine karşı geldi..." (Kehf: 50) buyurmuştur. ”Beyinsiz" diye ifade edilen ”sefîh" kelimesinin kökü olan seteh; akıl noksanlığından dolayı olan hafif meşrepliktir. Âyette kastedilen, dindeki sefihliktir.-

Allah hakkında saçma sapan şeyler söylüyormuş. ”Saçma sapan şeyler" diye ifade ettiğimiz ”şetat" kelimesi, zulümde ve başka şeylerde haddi aşmak, uzaklıkta aşırılık anlamındadır. Yani o beyinsiz maksadı aşan haddi aşmış sözler söylüyor.

Âyet-i kerime işaret etmektedir ki, bilgisiyle amel etmeyen âlim, cahil hükmündedir. Çünkü İblis, ilim ehli idi. Ama ilmiyle amel etmeyince beyinsiz, cahil olarak nitelendi. Dolayısıyla onu taklid caiz değildir. Cahile ve cahil gibi olan birisine uymak, şeytana uymaktır. Şeytan da insanı ateşe çağırır. Çünkü ondan yaratılmıştır.

5

Doğrusu biz, insanları ve cinleri Allah'a karşı hiç yalan söylemezler zannetmiştik. Bu, en beyinsizlerini taklid ettikleri için, Allah'a karşı bir özür beyanıdır. Yani sanki şöyle dediler: ”Biz Allah'a ebediyyen hiç kimsenin iftira etmeyeceğini zannediyorduk. Ama Kur'an'ı dinleyip de gerçek önümüzde açılınca bildik ki onlar Allah'a iftira ediyorlar."

6

Şüphesiz cahiliye döneminde

insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı da... Bu âyetten anlıyoruz ki, insanlar gibi cinlerin de dişileri var. Çünkü onların erkekleri var ve iirüyorlar. Öyleyse kadınları da var. Ama İblis ve züniyeti görülmediği gibi onlar da görülmezler.

Tefsirciler şöyle demişlerdir: ”Araplardan birisi ıssız bir vadide geceleyip de korktuğunda: ’Ey Allah'ım! Halkının alçak ve beyinsizlerinin şerrinden, şu vadinin efendisine ve büyüğüne sığınırım,' der ve sabaha kadar emniyet içerisinde geceyi geçirirdi. Onlar da bu niyazı duyunca kibirlenirler ve: 'İnsanlara ve cinlere efendi olduk,' derlerdi. İşte şu söz buna işarettir."

Bu adamlar,

onların cinlerin

azgınlıklarını artırırlardı. Yani onların kibirlilikleri, azgınlıkları ve beyinsizlikleri arttı. Azgınlık diye ifade ettiğimiz ”rahek" kelimesi, birçok mânâya gelir; beyinsizlik, şer ve zulüm yapmak da bunlardandır. Âyeti şu şekilde anlamak da mümkündür: ”Cinler, kendilerine sığınanların sapıklıklarını artırdılar. Çünkü onları kendilerine sığınacak derecede yoldan çıkardılar. Onlara sığınıp da kendilerini emniyette hissedince bunun cinlerden olduğunu zannettiler. Şeytanlara itaata daha çok yöneldiler ve onların vesveselerini daha çok benimseyerek kabul ettiler.

Kerdem b. Ebî Sâib el-Ensârî (radıyallahü anh)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Babamla birlikte bir ihtiyaç için Medine'ye doğru yola çıktık. -Bu, Hazret-i Muhammed'e Peygamberliğin verildiği, Mekke'de ilk zamanlardı.- Uyku beni bir koyun çobanının yanına götürdü. Gece yarısı olunca kurt geldi ve sürüden biri kuzu yüklendi. Çoban: ’Ey vadinin idarecisi! Komşunu gözet,' dedi. O esnada kendisini görmediğimiz birisi şöyle seslendi: ’Ey kurt! Onu serbest bırak.' Peşinden kuzu gelip sürüye girdi. Onun üzerinde herhangi bir diş izi yoktu. Allah da Rasûlüne Mekke'de bu âyeti indirdi." (1)

1- Hadisi İbn Münzır, İbn Ebî Hâlim ve Taberanî tahrîc ettiler. Bkz. Suyûtî, ed-Dürrü'l-Mensûr, 6/271.

7

Gerçekten onlar, insanlar

da sizin zannettiğiniz gibi, ey cinler!

Allah'ın hiç kimseyi asla yani İsa (aleyhisselâm)'dan sonra, yaratıklara hüccet olacak birisini

peygamber göndermeyeceğini zannetmişlerdi. Allah onlara, peygamberlerin sonuncusu olan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i gönderdi.

Âyetin, ”Allah, ölümünden sonra hiç kimseyi hesap ve ceza için diriltmeyeceğini sanmışlardı," anlamında olduğunu söyleyenler de olmuştur.

8

(Cinler devamla şöyle dediler:) Biz gökyüzüne dokunduk. Meleklerin verdikleri haberleri veya konuşmalarını dinleyip, kâhinler arasında yaymak için, göğe ulaşmak istedik. ”Dokunmak" diye ifadelendirilen ”lems", bir şey istemek için dokunmak anlamında kullanılır. Keşfu'l-Esrâr'dâ bu kelimenin aynı anlamda kullanıldığını gösteren şu hadis yer almıştır: Bir adam Hazret-i Peygambere: ”Benim karım, kendisine dokunanın elini geri çevirmez," dedi. (2) Yani kendisinden bir ihtiyaç isteyenin elini boş çevirmez diyerek malını zayi ettiğinden şikayet etti.

2- Bu, Nesâî'nın Kıt âbını-Nikâh ve Talâkta tahrîc ettiği hadisin bir bölümüdür. O hadiste şöyle denilmiştir: Hazret-i Peygamber: ”Onu boşa" demiş, adam: ”Kendisinde gönlümün kalmasından korkuyorum," demiş, Bunun üzerine Rasûlüllah: ”Öyleyse tut." buyurmuştur.

Orasını güçlü bekçiler, koruyan, geleni geri çeviren melekler

ve yıldızların ateşinden alman

alevlerle dolu bulduk.

9

Biz daha önce haberleri

dinlemek için göğün bekçi ve alev bulunmayan veya dinleme ve gözetlemeye elverişli olan

bazı yerlerine otururduk. Buharî'de Hazret-i Âişe; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şunu rivayet etmiştir: ”Melekler bulutlara girerler. Gökte takdir edilen şeyleri söylerler. Şeytanlar onlara kulak hırsızlığı yapıp onu dinlerler ve kâhinlere bildirirler. Kâhinler de öğrendiklerine kendi yalanlarından yüz tane yalan katarlar."

Ben fakir derim ki, bu haberleri gökten çalmakla, buluttan çalmanın arası şöyle birleştirilir: Melekler bazan bulutlara girip orada konuşurlar. Başka bir zaman da gökte konuşurlar. Şeytanların cisimleri lâtif olduğu için kısa bir süre içerisinde semaya çıkmalarına engel bir durum yok. Üstelik onlar ya ateşe veya havaya mensupturlar, mayaları odur. Onun için ateş ve hava küreleri ni geçerken onlardan etkilenmezler. Etkilenecekleri farzedilirse o zaman deriz ki, onların çıkışları istidrâc kabilindendir. Her şeyde Allah'ın hikmeti ve sırları vardır.

Ama şimdi Rasûlüllahin gönderilişinden sonra

kim dinlemek maksadıyla oturma yerlerinden birisinde oturup da

dinleyecek olursa kendisini gözetleyen bir alev buluyor. Onu taşlayarak, dinlemekten uzaklaştırıyor.

10

Doğrusu biz, gökyüzü bizden korunmak suretiyle

yerdekilere kötülük mü murad edildi? Yoksa Rableri onlar için hayır mı, maslahatlarına daha uygun hayır mı salah mı

diledi? Bilmiyoruz. Buradaki sora, hikmeti kavrayamamaktaki aczi ortaya koymak içindir. Şerrin değil de hayrın Allah'a nispet edilmesi Kur'an'a has çok değerli edeplerdendir. Nitekim bir başka âyette: ”Hastalandığım zaman O bana şifa verir," (Şuarâ: 80) buyurul muştur. İşte cinler, yukarıdaki ifade tarzlarıyla hayrı Allah'a nispet edip, şerrin failini gizli tutarak edepli davrandılar. İnançla edebi birleştirdiler.

11

Gerçekten bizden sâlihler kendi içlerinde ve başkaları ile muamelelerinde fıtratı selimin gereği olarak kötü nefislerin gerektirdiği şer ve bozgunculukla değil, iyilik ve salâh ile nitelenenler

de var, iyilikte bundan

daha aşağı olan grup

lar da var. Biz bundan önce

çeşitli yollara ayrılmıştık. Bu, az önce belirtilen bölünmenin ifadesidir.

Bilginlerin dediklerine göre cinler arasında Kaderiye, Mürcie, Havarie.

Rafızî gibi fırkalar vardır.

Âyetteki ”tarâik" kelimesi, ”tarîk" kelimesinin çoğuludur. Tarîk, adını atılan yani yürünülen yer anlamındadır. İster iyi olsun ister kötü, insanın gittiği yol (hayat tarzı) için kullanılır. ”Çeşitli" diye ifade ettiğimiz ”kıdeden" kelimesinin tekili olan ”el-kaddü" bir şeyi uzunlamasına kesmek, dilmek demektir. Bu anlamdan olmak üzere insanın boyuna ”kaddün" denilir. Kamusta el-kaddetü, insanlardan grup (fırka) demektir. Her birinin arzusu müstakildir. ”Biz çeşitli yollara ayrılmıştık," âyeti, bu anlamdadır. Arzu ve istekleri muhtelif fırkalar demektir, denilmektedir.

12

Şunu da anladık ki, Kur'anin âyetlerini düşünerek ve istidlalle bildik ki... Âyetteki anladık ki mânâsını veren ”zan", kesin bilgi anlamındadır. Çünkü imanın, zanla oluşması mümkün değildir. Üstelik onların maksatları, arkadaşlarını iyiliğe rağbet ettirmek ve kötülükten kaçındırrnaktır. Bu da zanla değil, ilimledir.-

Yeryüzünde neresinde olursak olalım

Allah'ı bize yapmak istediği şeyde

asla âciz bırakamayacağız. Kaçmakla yeryüzünden kaçarak

da O'nu asla âciz bırakamayacağız... Yahut da mânâ şöyledir: Bizim hakkımızda bir şey dilerse yüryüzünde onu yapmaktan asla âciz bırakamayacağız. Maksat şunu ifadedir: Yeryüzü tüm genişliğine rağmen Allah'tan kurtuluş ve Ondan kaçış yeri değildir.

13

Doğrusu biz hidayeti yani en doğruya götüren Kur'an'ı

dinleyince hiç gecikmeden ve tereddüt etmeden hemen

ona iman ettik. Kim Rabbine ve O'nun indirdiği hidayete

inanırsa o, ecrinin eksıltileceğinden ve kendisine kötülük edileceğinden, bir zillet gelmesinden

korkmaz. Bu âyet işaret ediyor ki. Allah'a iman edenlerin zulümlerden uzak kalması gerekir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Mü'min, insanların canları ve malları konusunda kendisine güvendiği (emniyette olduğu) kişidir." (3)

3- Hadisi Tirmizî ve Nesâî şu lâfızla tahrîc etmişlerdir: ”Müslüman. Müslümanların elinden ve dilinden güvende olduğu, mü'min de, insanların kanlarım ve mallarını da güvendikleri kişidir ” Bkz. Câmiu'l-Usul. 1 /241.

Vâsıtî şöyle demiştir: ”İmanın hakikati, güveni gerektirendir. Kim şüphecilerin korku yerlerinde kalırsa o, imanın hakikatine eremez."

14

Şüphesiz bizden Kur'anı dinledikten sonra

Müslüman olanlar da var, sapıtanlar da. İman ve taat olan hak yoldan sapanlar da ”sapıtan" anlamında kullanılan ”kasıt," sapan, zalim demektir. Çünkü o, haktan ayrılmıştır. ”el-Muksıt" ise, âdil anlamındadır. Zira o, hakka yönelmiştir. Bir kimse zulmettiği zaman ”kaseta", âdil davrandığı zaman ”ekseta" denilir.

Müslüman olanlar var ya, -Bunun ve bundan sonraki ây ederdeki ifadelerin, cinlerin sözü olması caiz olduğu gibi Allah'ın, Rasûlüne hitabı olması da caizdir.-

İşte onlar yani Müslüman olanlar

doğruyu araştıranlardır, isteyen ve kastedenlerdir. ”Doğruyu" diye ifade ettiğimiz ”raşeden" kelimesi, hidayet anlamındadır. Cümlenin anlamı şudur: ”Onlar, kendilerini sevap yurduna ulaştıran, hakkın ve doğrunun yoluna götüren büyük hidayeti araştıranlardır." Bu cümle işaret ediyor ki, cinlerin amelleri için de sevap vardır. Çünkü sevabın sebebi ve gerektireni anılmıştır.

15

Sapıtanlar hidayet yolundan ayrılanlar

ise cehenneme odun olmuşlardır." Cehennem, insanların kâfirleri ile tutuşturulduğu gibi, onlarla da tutuşturulur.

Rivayete göre Haccâc, Saîd b. Cübeyr'c, kendisini öldürmek istediği zaman: ”Benim hakkımda ne dersin?" demiş, o da: ”Sen kasıt ve âdilsin," cevabını vermiş. Orada hazır olanlar: Onu adaletle nitelediğini sanarak: ”Ne güzel söyledi!" demişler, Haccâc: ”Ey cahiller! Adam beni cahil kâfir yaptı," deyip üzerinde durduğmuz bu âyeti ve ”sümmellezîne keferû birabbihim ya'dilûn = Sonra kâfirler (putları), Rableri ile denk tutuyorlar." (En'am: 1) âyetini okudu.

Bazıları ise es-Sıhah adındaki eserde denildiği gibi bu sözü, bir kadına nispet etmişlerdir.

16

Şüphesiz eğer onlar o yol, İslâm dini

üzere dosdoğru gitselerdi... Bu sözün mânâsı şudur: Bana vahyolundu ki eğer cinler ve insanlar İslâm dini üzere dosdoğru gitselerdi

onlara bol su verirdik. Burada su, bollukla mübalâğa için nitelenmiştir. Özellikle sadece bol suyun anılması, onun, zenginliğin ve maişetin aslı oluşu ve Araplar arasındaki değerinden ötürüdür.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Nerede su varsa ot da vardır. Nerede ot varsa mal vardır. Nerede mal varsa fitne vardır."

O halde âyette murad edilen mânâ şudur: ”Onlara çok mal, rahat bir yaşantı verirdik. Dünyada rızıklarını bollaştırırdık."

17

Ta ki onları onunla, su vermek ve rızıklarını bollaştırmakla

sınayalım. Bakalım nasıl şükredecekler? Şu âyette ifade buyurulan da bu mânâdadır: ”...Onları iyiliklerle sınadık." (A'râf: 168)

Kim Rabbini anmaktan, O'na ibadet etmekten

yüzçevirirse Rabbi onu çetin, dayanamayacağı, zor

bir azaba sokar. Âyetteki ”yeslükü" fiili, sokar manasınadır. Araplar ”ipliği iğneye soktum" anlamında ”selektül-hayta fi'l-ibreti" derler. Nitekim bir başka âyette de bu kelime kullanılarak: ”Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?" (Müddessir: 42) buyurulmuştur.

Bir de şöyle denilmiştir: ”Âyetteki’saaden kelimesi, pürüzsüz kaygan bir dağdır. Velîd b. Muğîre, kırk yıl oraya çıkmakla yükümlü tutulur. Tepesinden zincirlerle çekilir. Zirveye varınca ta dibine yuvarlanır. Sonra tekrar çıkmakla yükümlü tutulur. Bu şekilde ebediyyen azap edilir."

18

Bana vahyedildi ki:

Mescidler şüphesiz Allah'ındır. O'na ve O'nun ibadetine mahsusturlar. Özellikle Mescid-i Haram. Bu yüzden oraya Allah'ın evi anlamında ”beytullah" denilmiştir. Mescidden murad, namaz kılma ve Allah'ı anmak için inşa edilmiş olan yerdir. Mescidlerin başka bir acıdan Allah'tan başkasına izafe ve nispet edilmesi, yukarıda söylenene zıt değildir. Bu başkası, onu inşa eden olabilir: ”Rasûlüllahin Mescidi" demek gibi. Bulunduğu mekân olabilir, ”Beytül-Makdis Mescidi" gibi.

Mescidler içerisinde en saygıya değer olanı Mescid-i ilaram'dır. Sonra Medine'deki Mescid-i Nebevi sonra Kudüste'ki Mescid-i Aksa, sonra Cuma kılınan camiler, sonra mahalle mescitleri, sonra çarşı mescitleri, sonra da evlerdeki mescidlerdir.

O halde oralarda

Allah'tan başka kimseye tapmayın. Yani ibadette Allah'a hiç kimseyi ortak yapmayın. Ortak koşmak kınanınca, sırf Allah'tan başka birisine tapmak nasıl olur?

Ariflerden birisi şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ  ortaktan uzaktır. Çünkü ortak yokluk, Allah ise varlıktır. O halde kendisine katılamayacak olan yokluktan beridir, uzaktır. Zira Allah bizatihi vâcibül-vücuttur. Allahü teâlâ  ilmiyle halkla beraberdir. Halk ise, O'nun la beraber değildir. Hangi yerlerinde hangi zamanlarında ve hangi hallerinde olurlarsa olsunlar Allah onlarla beraberdir. Bu yüzden Cenab-ı Hak: ”O halde Allah'tan başka kimseye tapmayın," buyurmuştur.

Eğer birisine secde etmek, Allah'ın emri ile oluyorsa bu makbuldür. Hazret-i Adem'e yapılan secde bu kabildendir. Ama putlara secde etmek gibi onun emri olmadan yapılıyorsa bu yasaktır. Kıble edep için tayin edildiği gibi, camiler de tazim için yapılmışlardır.

Kâ'b'ın şöyle dediği rivayet edilir: ”Ben Tevrat'ta Allahü teâlâ 'nın şöyle dediğini buldum: Şüphesiz benim yeryüzündeki evlerim, mescidlerdir. Bir Müslüman güzelce abdest alır, sonra camiye gelirse, o Allah'ın ziyaretçisidir. Ziyaret edilenin, kendisini ziyaret edene ikramda bulunması onun borcudur."'4' Bundan dolayı ”Camiye giren kişi Allah'ı ziyareti niyet eder," demişlerdir.

İbn Atâ şöyle demiştir: ”Senin mescidlerin, üzerlerine secde etmekle emrolunduğun organlardır. Onları, yaratıcısından başkası için eğme, alçaltma. O organlar, yüz, eller, dizler ve ayaklardır. Bu kemikler üzerine secdenin gerekli ligindeki hikmet şudur: Bu organlar hareketin kaynağıdırlar. Yürürken ve tutarken bunlar açılıp kapanırlar. Günahlar bunlarla yapılır. Şehvetler bunlarla karşılanır. Bu yüzden Allahü teâlâ  keffaret olması ve günahları mahvetmesi için secdenin, bu organlarla edilmesine hükmetmiştir."

19

Allah'ın kulu kalkmış... Bu, kendisine vahyedilenler cümlesindendir. Yani bana vahyedildi ki... demektir. Buradaki kuldan maksat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Şüphesiz o, Allah'ın ism-i âzamına nispet edilen gerçek kuldur. Rasûlüllahin kul diye ifade edilmesi, onun bulunuşunun ve ibadetinin gereğinin kulluk olduğunu yani onun Allah'a kul olduğunu bildirmek içindir.

Bu ifadede, Abdü Ved (Ved'in kulu), Abdü Yeğûs (Yeğus'un kulu), Abdü Menaf (Menafin kulu), Abdü Şems (Şemsin kulu) gibi isimler koyan, Abdullah adını koymayan Kureyşlilere tariz (dokundurma) vardır. Hoş, onlardan Abdullah adı verilenler de vardı. Ama bu, mânâsı murad edilmemiş, mücerred bir isimden ibaretti.

O' na ibadet ederken, Nahle denilen yerde sabah namazını kılarken

neredeyse onlar, cinler

onun etrafında keçe olacaklardı. Yani Rasûlüllahin ibadetinden gördüklerine, okuduğundan duyduklarına ve ashabının kendisine kıyam, rükû ve secde halindeki uymalarına şaşarak Rasûlüllahin etrafında izdihamdan birbirleri üzerine binmiş vaziyette toplanmıştılar. Çünkü onlar daha önce benzerini duymadıkları şeyler duymuşlardı.

20

De ki: ’Ben ancak Rabbime tapıyorum, kulluk ediyorum.

O'na. Rabbime ibadette

hiç kimseyi ortak koşmam.' Yani bu benden ilk kez olan bir şey değil. Bana düşmanlığı gerektirecek çirkin bir hal de değil. Benim durumum bu, sizin durumunuz da böyle olsun.

21

De ki: Ey Müşrikler!

'Şüphesiz ben size zarar vermeye de iyilik yapmaya da kadir değilim. Bu benim elimde değil. Allah'ın elinde. Zarar veren de, fayda veren de, doğru yolu bulduran da, saptıran da O'dur.

22

De ki: ’Şüphesiz beni, O'na şirk koşar, emrine muhalefet edersem

Allah ın azabından ve kahrın

dan kimse katiyyen kurtaramaz.

Eğer O, benim için hastalık, ölüm veya başka bir kötülük dilerse, ondan beni kimse kurtaramaz.

Bilginlerden birisi şöyle demiştir: ”Bu, tevhidde, ihlâsa işaret eden bir sözdür. Çünkü tevhid, sadece Allah'ı görmektir, başkasını değil. Bu da ancak Allah'a yönelmekle, başkalarından yüzçevirmekle, başkasına değil sadece O'na güvenmekle doğru olur."

Ve ben sıkıntılar esnasında

O'ndan başka bir sığmak ve dönüş yeri

bulamam.' Bu, Hazret-i Peygamberin, başka şeylere karşı aczinin ifadesinden sonra kendi nefsine ait işlerden de aczinin ifadesidir. Yani demek istiyor ki: ”Ben kendim için bir şeye gücüm yetmezse, sizin için nasıl gücüm yeter ki?"

23

(Benim yapabileceğim) sadece Allah'tan olanı ve O'nun gönderdiklerini tebliğdir. Yani Allah'tan başka bir kurtarıcı bulamam. Sadece benimle gönderdiklerini, O'nun risaletini eksiksiz ve fazlasız tebliğ ederim. Allah'ın gönderdiklerinden maksat, Rasûlüllahin tebliğle görevli olduğu emirler, hükümler ve hâllerdir.

Kim Allah'a ve O'nun Rasûlüne tevhidi emir konusunda

isyan eder de O'na ortak koşar

sa şüphesiz onun için içerisinde ebedî, sonsuz olarak

kalacakları cehennem ateşi vardır.

24

Nihayet vaadolundııkları şeyi gördüklerinde, azap kendilerine geldiğinde

kimin yardımcısı daha zayıf, sayısı daha azmış bileceklerdir. Yani daha zayıf ve daha az olanın kâfirler mi yoksa mü'minler mi olduğunu bilecekler. Âyet-i kerime delâlet etmektedir ki sayıları çok, bünyeleri güçlü de olsa âhirette yardımsız bırakılacaklardır. Çünkü kâfirlerin dostu ve yardımcısı yoktur. Mü'minler ise sayıları az, bünyeleri zayıf bile olsa yardım görecekler, muzaffer olacaklardır. Çünkü Allah onların dostudur, yardımcısıdır. Allahü teâlâ  şöyle buyurmuştur: ”Bu, Allah'ın iman edenlerin yardımcısı olmasından dolayıdır. Kâfirlere gelince onların yardımcıları yoktur." (Muhammed: 11)

25

De ki: 'Vaadolunduğunuz şey yakın mı yoksa Rabbim onun için uzun bir vâde mi tayin edecek? Ben bilmem.' Yani vaadolunan şey, kesin olacaktır. Ama vakti ne zaman? Ben onu bilmiyorum. Çünkü Allah onu açıklamadı. Zira onun vaktini gizlemekte maslahat vardır. Bu, müşriklerin o vaadi duyduklarında inkâr ve alay ederek: ”Vaadolunan ne zaman?" demelerine bir cevaptır.

26

O, gaybı, hissedilemeyen her şeyi

bilendir. Gaybmı, kimseye göstermez. Yani onun gösterip açıklamadığı şeylere, yaratıklarından hiç kimse kesin bilgi hasıl edecek bir şekilde muttali olamaz.

27

Ancak risaleti ile ilgili bazı gaypları açıklamak için

seçip beğendiği bir Rasûl müstesna. Ama Rasûlün risaleti ile ilgili olmayan, kıyametin kopma zamanı gibi gaybleri hiç kimse ebediyyen bilemez. Çünkü onun vaktini açıklamak risalet yörüngesinin döndüğü teşrîî hikmete aykırıdır. Üzerinde durduğumuz âyet, şu âyetin benzeridir: ”...Allah size gaybı bildirecek değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğini seçer..." (AH İmrân: 179)

Çünkü onun, razı olunan elçinin

önünden ve arkasından gözetleyiciler koyar. Yani Allahü teâlâ  peygamberin her bir yanından meleklerden bekçiler koyar. Onlar Allah kendisine risaleti ile ilgili bazı şeyleri açıkladığında onu, bazı şeytanlardan muhafaza ederler.

28

Ta ki Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin. Yani bilsin ki, kendilerine vahyedilen peygamberler, Rablerinin risaletini ümmetlerine tebliğ ettiler. Yine bilsin ki o risalet kendilerine tebliğ edildikten sonra şeytanlar tarafından kapılmasın ve bir şeyle karıştırılmasın.

Allah onlarda bulunan veya onların hallerinden olan

her şevi kuşatmış ve olan ve olacak olan

her şeyi tek tek en ince teferruatına kadar ihata edecek şekilde

saymıştır.

Kasım şöyle der: ”Allah onları yarattı ve sayı olarak tespit etti."

İbn Abbas'ın izahı da şu şekildedir: ”Yaratıklarını saydı ve onların sayısını bildi. Zerre ve hardal ağırlığında bile olsa hiçbir şey O'nun bilgisi dışında kalmadı. En iyi Allah bilir."

Allah'ın yardımı ile Cin Sûresinin tefsiri sona erdi.

0 ﴿