MÜZZEMMİL SURESİ

1

Ey elbisesine

bürünen! Hazret-i Peygamber bir gece örtüsüne (veya elbisesine) bürünmüş uyuyordu. Bürünmeyi bırakıp ibadete yönelmekle ve uykuyu bırakıp gece namazı kılmakla emrolundu.

İbn Abbas (radıyallahü anhümâ) şöyle demiştir: ”Cebrail ilk geldiğinde. Rasûlüllah korktu ve kendisinde bir ruhî bozukluk olduğunu zannetti. Hini dağından, evine Hazret-i Hatice'nin yanına döndü. Titriyordu. ”Beni örtünüz," buyurdu. O, bu vaziyette iken Cebrail geldi ve, ”Ey bürünen!" diye seslendi.

Süheylî de söyle der: ”Müzzemmil, Hazret-i Peygamberin bilinen isimlerinden değildir. Gerçi bazı insanlar böyle düşünüp, onu Efendimizin isimlerinden saymışlardır ama bu yanlıştır. Aksine ”müzzemmil", kendisine hitap edildiği andaki hâline göre türetilmiş bir kelimedir. ”Müddessir" de aynen böyledir. Kendisine bu isimle hitabedilmesinde şu iki fayda vardır:

Birincisi, lâtife etmek: Araplar birisine iltifat etmek istediklerinde ona, o esnadaki halini anlatan fiilden türemiş bir kelime ile hitabederierdi. Rasûlüllah, Hazret-i Ali'nin Hazret-i Fatıma'ya öfkelenip bir tarafını toprağa vermiş uyur bir halde iken ona gelip: ”Kalk ebâ türâb (toprağın babası, topraklı)!" demiştir. Ona kızgın olmadığını, onu azarlamadığını hissettirmek ve ona lâtife etmek için böyle demiştir. Hazret-i Peygamberin uyumakta olan Huzeyfe'ye şaka olsun diye, kınamak ve azarlamak işetmediğini hissettirmek için ”Kalk ey uyuyan!" demesi de yine bu kabildendir. Allahü teâlâ 'nın Rasûlüne: ”Ey bürünen!" buyurması da, onu kınayıp azarlamadığını hissetmesi için lâtife ve yakınlık yoluyla söylenmiş bir sözdür.

İkincisi, geceleyin örtüsüne bürünüp uyuyan herkese, gece namazına kalkması ve Allah'ı zikremesi için tenbihtir.

2

Gecenin bir kısmı hariç olmak üzere kalk namaz kıl. Öyle bürünüp örtünme, uyuma. Bu hali bırak, daha iyi olanı yap. Gece namazına kalk.

Ariflerden birisi şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ, habibinin kendisine münâcâtta bulunmasını istedi. Gece yarısı kalkması için seslendi. Böyle kalkışlar ve münâcâtlar dünya ehli için değil, cennet ehli içindir. Bu, tatlıdan, zevk sahiplerinin anladığına benzer."

3

Gecenin yarısını (ibadetle geçir.) ”Yarısı"nm zikredilmesi, onun faziletini ve sevap bakımından yarısında ibadet etmenin, çoğundaki ibadet gibi olduğunu bildirmek içindir.

Yahut ondan birazını eksilt. Yani kalkmayı gecenin yarısından üçte birine kadar eksilt.

4

Yahut üzerine yani yarısı üzerine

biraz, üçte ikiye kadar

artır. Bunun anlamı şudur: Rasûlüllah Efendimiz, gecenin yarısı kadar ibadet etmekle, onun daha azı veya daha çoğu kadar ibadet etmek arasında muhayyer bırakılmıştır. Bu muhayyerliğin, gecelerin uzunluk ve kısalıklarına göre değiştiği de söylenmiştir. Buna göre gecenin uzunluğu normal olduğunda yarısı, kısa olduğunda daha az, uzun olduğunda da daha fazla ibadet etmesi istenmiş olmaktadır.

Kur'an'ı da harfleri iyice ayırdederek

açık açık, tane tane oku. Öyle ki, dinleyen o harfleri sayabilsin. Bu yüzden, İbn Mesut (radıyallahü anh) Kur'anı süratli okumaktan men etmiş ve: ”Sizden birinizin hedefi sûrenin sonu olmasın," demiştir. Yani okuyucu, âyetlerin mânâ ve hakikatlerini düşünebilmesi için ağır ağır okuması gerekir. Allah'ın zikri ile ilgili bir âyet okuyunca onun azamet ve yüceliğini hisseder. Bir vaad ve tehdit âyetine varınca korkuya ve umuda kapılır. Ayrıca Kur'anı Kerimin nazmını bozmaktan kaçınmalıdır.

Keşşafta şöyle denilmiştir: ”Kur'anı tertil üzere okumak, onu harfleri belirterek, harekelerin hakkını vererek, ağır ağır okumaktır. Öyle ki okunan, araları düzenle dizilmiş dişler gibi olur. Kur'anı okurken sesi hareket ettirmek ve peşpeşe okumak da tertilin gereğidir."

Hazret-i Peygambere, Kur'anı tane tane okumakla emredilmesi, gece kalkmak konusundaki emrin, Hazret-i Peygamber, az da olsa Kur'an'dan bir miktar öğrendikten sonra olduğuna işaret etmektedir. Beşinci âyette gelecek olan ”valı-y edeceğiz" sözünün gelecek zaman kipi ile gelişi, Kur'anin henüz nazil olmayan kısmına itibarladır.

Hazret-i Peygamber Kur'anı indirildiği şekilde gayet güzel okurdu. Onun güzel okuyuşu, harfleri mahreçlerinden çıkartarak lâfızlarını güzelleştirmesi, yerine göre açıktan, gizli ve yumuşak ve buna benzer şeylere dikkat ederek okumasıdır. Bu da tekellüf süzdü. Kuran okurken tekellüiten maksat, harfleri çıkarırken bir takım, zorluklara girmek, onun sıfatını belirtirken aşırılığa sapmaktır. Tertil de, aşırı derecede uzatmaktan kaçınmak, hadrda da, harfleri birbirene sokup karıştırmaktan uzak durmak gerekir. Aşırı süratten dolayı harfleri ve kelimeleri birbirleri üstüne dürmemek icabeder. Bu, şöyle bir temsille ifade edilebilir: Tertil beyaz gibidir. Eğer az olursa esmerleşir, çok olursa baras (bembeyaz benekler yapan alaca hastalığı) gibi olur. Normal okumanın üstündeki bir okuyuş okuma sayılmaz. Bu izahtan anlaşıldı ki tecvid üzere (güzel) okumak üç şekildedir. Bunlar; tertil, hadr ve tedvirdir.

Tertil, ağır ağır, tane tane okumaktır. Bu okuma türünde, Kur'anı düşünme bulunduğu için en efdal okuma şeklidir. Tertil üzere okumanın ve Kur'anı düşünmenin en efdal olduğu yer de, namazda olanıdır.

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Benim Bakara sûresini tertil üzere ağır ağır okumanı, bana Kur'anin tamamını süratli okumamdan daha sevimlidir."

Büyüklerden birisi şöyle derdi: ”Anlamadığım ve gönlümün onda olmadığı her âyet için sevap beklemem." Selef (önceden yaşamış Müslümanlar)den birisi, bir sûre okur da, kalbi onunla olmazsa onu tekrar okunmuş.

Malik b. Dinar şöyle der: ”Bir adam gece teheccüde kalkar ve emrolunduğu biçimde Kur'an'ı ağır ağır tertil üzere okursa, Cebbar olan Allah ona yaklaşır."

O büyükler biliyorlardı ki, gönüllerde buldukları yumuşaklık, tat, ferahlık ve nurlar Allah'ın kalbe yakınlığından dolayıdır. Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: ”Kuran ehline kıyamette şöyle denilir: Oku ve yüksel. Dünyada tertil üzere okuduğun gibi tertil üzere oku. Çünkü senin mevkiin, okuyacağın son âyetin yanındadır." (1)

1- Hadisi Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî ve Hâkim tahric etmişlerdir. Bkz. Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensur, 6/277.

Kur' anin indirilmesinde ki maksat, gerçekleri anlamak ve muhtevası ile amel etmek olunca, Kur'an'ı susup dinlemek namazda farz, başka zamanlarda mendûp kılınmıştır. Kur'anı okuyan için bir ecir, dinleyen için iki ecir vardır. Çünkü o susuyor ve dinliyor. Ya da iki kulağı ile dinliyor. Okuyan ise bir tek dille okuyor. Ayrıca dinleyen farzı eda ediyor. Bu yüzden ”Kur'an'ı dinlemek, okumaktan daha sevaptır," denilmiştir.

Hadr, Kur'anı süratle okumaktır. Rivayete göre bu ümmetten dört kişi bir rekâtta Kur'an'ı hatmetmiştir. Bunlar: Osman b. Affân, Temîm ed-Dâri, Saîd b. Cübeyr ve Ebû Hanife'dir. Bu okuma türü, İbn Kesir, Ebû Amr ve Kâlûn'un tercih ettikleri okuma türüdür.

Tedvir ise, tertil ve hadr arası bir okuma tarzıdır. Bu da, İbn Âmir ve Kisâî'nin tercih ettikleri türdür. Bu okuma çeşitlerinin hepsi, okurken harfleri uzatmanın ölçüsünde tasavvur edilir. ”Nice Kuran okuyan var ki, Kur'an ona lanet eder," anlamındaki hadis ise, Kur'anin lâfızlarını veya mânâlarını bozan ya da onunla amelden uzak kalanı içine alır.

Bunu anlamak da lâfın (hata)nın açıklanmasına bağlıdır. Lâhn, açık ve gizli okumak üzere iki çeşittir. Açık olanı, lâfza arız olan ve mânâyı bozan hatadır. Bir harfin yerine başka bir harfi okumak bu kabildendir. ”Salihât" diyecekken, ”talihât" demek buna örnektir. Esre okunacak bir harfi ötre veya üstün okumak da onunla ister mânâ değişsin, ister değişmesin bu türden hatadır. ”Innellahe berîün minel müşrikine ve rasûlühû" (Tevbe: 3) âyet indeki ”rasûlühû" yu, ”rasûlihî" okumak da buna misâldir.(2)

2- Bu âyetin meali: ”Allah, müşriklerden uzaktır. Rasûlü de uzaktır." şeklindedir. Ama yukarıda belirtildiği gibi yanlış okunursa: ”Allah müşriklerden ve Rasûlünden uzaktır." mânâsı çıkar ki bu çok fahiş bir hatadır. (Mütercim)

Gizli olan lâhn: İhfayı, idğamı, izharı, iklâbı terketmek, kalın okunması gerekeni ince, ince okunması gerekeni kalın okumak, çekilmemesi icabedeni çekmek, çekilmesi gerekeni çekmemek gibi hatalardır. Şüphesiz bu kurallara riayet farzı ayn değildir. Dolayısıyla bunları terke şiddetli bir ceza terettüp etmez. Bunda ancak tehdit ve ceza korkusu söz konusudur.

Kıraat ehlinden biri şöyle demiştir: ”Gizli lâhn, ancak mahir kurranın bileceği, lamları kalın okumak, raları ince okumak gibi hatalardır. Bunları, işleyene azap tercddüb edeceği düşünülmez. Zira bunda zorluk vardır. ”Allah hiçbir nefse taşıyamayacağı yükü yüklemez." (Bakara: 286)

Tarikatı Muhammediye şerhlerinden birisinde şöyle denilmektedir: ”Köylülere, bedevilere, koca karılara, kölelere ve cariyelere: Tecvidsiz namaz sahih değildir.' demek fitnedir. Çünkü onlar tecvidi beceremezler ve namazı temelli bırakıverirler. Öyleyse, gerekli olan, onlara kendisi ile lâfzın ve mânânın sahih olacağı ve kalp huzuru ile ihlâsı temin edecek kadar tecvid öğretmektir.

İmran b. Husayn'dan rivayet edildi ki; O, Kur'an okuyan sonra da dilenen bir okuyucuya rastladı. Bunu bir musibet sayarak: ”İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun=Biz, Allah içiniz ve O'na döneceğiz" dedi ve şöyle devam etti: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)i: ”Kim Kur'an okursa, onunla Allah'tan istesin. Şüphesiz yakında Kur'an okuyan ve onunla insanlardan isteyen topluluklar gelecek."(3) buyururken duydum. Böylece Kur'an okuyana, bir şey vermek, günaha yardım etmektir. Bu, insanların omuzlarına basa basa camide dolanıp dilencilik yapan kişiye vermeye benzer.

3- Hadisi Tirmizî, İbn İmrân'dan tahric etmiştir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 3/225.

Kûtü'l-Kulûb adındaki eserde şöyle denilmekledir: ”Kur'anı açıktan okumanın yedi mertebesi vardır. Bunlar:

1. Rasûlüllahin emrolunduğu tertil, (ağır ağır, tane tane okumak)

2. Şu hadislerde teşvik edilen sesi Kuranla güzelleştirmek: ’Kur'an'la seslerinizi güzelleştiriniz.' (4) Kur'anı teğanni ile okumayan bizden değildir.' (5) Buradaki teğanniden maksat, sesi güzelleştirmektir. Bu izah, teğanni kelimesini, ihtiyaçsızlık ve yeterlilik anlamında almaktan daha iyidir.

4- Hadisi Hakim, Müstedrek'te, Berâ b. Âzib'ten tahric etmiştir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 2/145. Bu hadisin metni: ”Kur'anı seslerinizle güzelleştiriniz." anlamını verecek biçimdedir. Ancak, Kur'an zaten güzel olduğu ve güzelleştirmek için sese ihtiyaç bulunmadığı için bir çok bilgin hadisi bizim yukarıya terceme ettiğimiz şekilde izah etmiştir. Müellifin hadisi takdim şekli ele aynı istikamettedir. Onun için terceme bu anlayışa göre yapılmıştır. (Mütercim)

5- Hadisi Buhari, Ebû Dâvud, Ahmed b. Hanbel ve Müstedrek'te Hâkim tahric etmişlerdir. Bkz. el-Fethu'l Kebîr, 3/68.

3. Sözü düşünmek ve mânâlarını anlamak için can kulağıyla dinleyip, kalbi uyanık bulundurmaktır. Çünkü bunlar ancak açıktan okumada söz konuşudurlar.

4. Sesi yükseltmekle uykuyu kovmak.

5. Okumasıyla uyuyanın uyanıp da Allah'ı anmasını umut etmek. Çünkü bu, onu ihyaya sebeptir.

6. Onu işsiz gafilin görmesi, kalkmaya heveslenmesi ve hizmete arzu duy maşıdır. Böylece iyilik ve takvada ona yardım etmiş olur.

7. Sesli tilâvetiyle okumasını artırması, her zamanki âdeti üzere gece kalkmasına devam etmesidir. Bunda, amel çokluğu vardır.

Eğer okuyucu bu noktalara dikkat ederse, onun açıktan okuması daha cidaldir. Çünkü bunda birden çok amel vardır. Amel ancak, niyetlerin çokluğu ile efdal olur. Rasûlüllahin ashabı toplandıkları zaman içlerinden birisine. Kuran'dan bir sûre okumasını emrederlerdi."

Terğib şerhinde şöyle denilmektedir: ”Kur an okurken makam yapmak konusunda bilginler ihtilâf etmişlerdir. Kur'an'ı öngördüğü huşua mani olduğu ve anlaşılır olmaktan çıkardığı gerekçesiyle İmam Mâlik ve Cumhur mekruh saymışlardır. Ebû Hanife ve Seleften bir gurup, konu ile ilgili hadislere istinaden mubah kabul etmişlerdir. Ayrıca, makamlı okumak, kalbin rikkatine ve Allah korkusunun yayılmasına sebeptir. Sesin kıraatla güzelleştirilmesi ve süslenmesi, ağır ağır okuma haddinden çıkmadıkça söz konusudur. Eğer bir harf artacak şekilde aşırı gidilse veya gizlense o zaman bu okuyuş haram olur."

5

Şüphesiz sana ağır bir söz vahyedeceğiz. O, mükellefler üzerine ağır gelen, bir takım meşakkatli yükümlülükleri içeren Kur'anı Kerim'dir. Ağırlık aslında cisimlerde söz konusudur. Ama bilâhare mânâlarda da kullanılmaya başlanmıştır. Kimi âlimler buradaki ağırlığı: ”Sen o vahyi ağır olarak alırsın" şeklinde izah etmişlerdir. Nitekim Hazret-i Peygambere: ”Vahy sana nasıl gelir?" diye sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: ”Bazen çan sesi gibi gelir. O bana en ağır olanıdır. Benden o hal geçer geçmez meleğin söylediğini iyice öğrenmiş olurum. Bazen melek bana bir insan suretinde görünür. Benimle konuşur, ben de söylediğini iyice öğrenirim."

Hazret-i Âişe der ki: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı, çok soğuk bir günde kendisine vahiy gelirken gördüm. O hal geçince alnından şapır şapır ter akıyordu." (6)

Keşşafta deniliyor ki: ”Allahü teâlâ  bu âyeti araya sokmakla mükellef kıldığı gece namazının Kurandaki zor işlerden olduğuna işaret etmeyi dilemiştir. Çünkü gece, uyku ve istirahat zamanıdır. Dolayısıyla onu ihya edecek kişi mutlak surette tabiatıyla zıtlaşmak, nefsi yle mücadele etmek durumunda olacaktır. Ama bu külfete alışana ise, bu ve benzeri şeyler ağır gelmez."

6

Gerçekten, gece sıcak yatağından

ibadete kalkan kişinin hem külfeti daha çok tur. Çünkü ibadet için gece kalkan nefis, gündüz kalkandan daha çok meşakkate katlanır. Gece namazı mutlaka gereklidir. Çünkü ibadetlerin en efdali, en meşakkatli olanıdır. ”Külfeti dalın çok" diye, ifade ettiğimiz ”eşeddü vat'an" terkibinin, ayağın sebatı ve istikrarı bakımından kuvvetli olanı, şeklinde anlaşılması da mümkündür. O zaman maksat, geceyi seçme sebebinin açıklanması olur.

Geceleyin kalkma emrinin özellikle anıl ışı şu sebeptendir: Allahü teâlâ  geceyi insanları örten ve onları maişet kazanmak için dönüp dolaşmaktan alıkoyan bir vakit yapmıştır. Gündüzü de insanların nafakalarına ait işleri yaptıkları maişet vakti kılmıştır. Dolayısıyla gündüzleri insanların ayakları ibadet için sabit kalmaz.

Hem de sözü (duası) daha etkilidir. Yani sözde, doğruluk ve sağlamlık bakımından ve doğru üzere sebat açısından daha ziyadedir.

"Gece kalkan" diye izah ettiğimiz ”nâşietü'l-leyl" terkibinin, gece namazı anlamında anlaşılması da mümkündür. Çünkü hem gece kalkmak, hem da geceleyin yapılan ibadet, kula gündüz ibadetinden daha ağır gelir. O zaman ”Külfet açısından daha kuvvetli" sözünün anlamı da şudur: Namaz kılana gece namazı, gündüz namazından daha ağır ve zordur. Dolayısıyla daha efdaldir. ”Nâşietü'l-leyl"'in gece saati şeklinde anlaşılması da mümkündür. Çünkü Onun saatları an be an, peşpeşedir. Yani gecenin birbiri peşinde meydana gelen anları, gündüzün anlarından daha ağırdır. Fakat İbn Abbas âyetteki ”nâşie" kelimesini, yatsıdan sonraki zamanla kayıtlamıştır. Ona göre yatsıdan önceki vakit nâşie değildir. Hazret-i Âişe ise bunu, uykudan sonraya tahsis etmiştir. Dolayısıyla bir kimse uyumadan kalkar da ibadet ederse ”nâşie" sayılmaz.

7

Çünkü gündüzde senin için uzun bir meşguliyet, işlerinde tasarruf ve hareket

vardır. Dolayısıyla ibadet için boş vakit bulamazsın. Öyleyse sen geceleyin ibadet et. Âyetin şu anlama gelebileceğini söyleyenler de olmuştur: ”Eğer sen gece bir şeyi kaçımsan, gündüz onu telâfi için boş vakit bulursun. Böylece Rabbine yalvarma konusundaki nasibinden bir şey eksilmez. Rasûlüllahin şu hadisi bu anlayışa uygun düşmektedir: ”Bir kimse uyur da günlük hizbini okuyamaz ve onu sabah namazı ile öğle namazı arasında okursa, kendisi için, onu sanki gece okumuş gibi sevap yazılır." (1)

8

Rabbinin adını an. Gece ve gündüz, tesbih, tenlik hamd, Kuran okuma ve ilim tahsilinden hangi yolla olursa olsun O'nu zikretmeye devam et. Sürekli olarak Allah'ı zikretmek, O'na yakın olanların (mukarrabûnun) görevlerindendir. Zikir, ister kalple olsun, ister dil veya diğer organlarla olsun, ister ayakta olsun, ister oturarak veya yan yatarken olsun hepsi eşittir.

Allah'ı anmaktan maksat, O'nun adını zikretmek, suretiyle anmaktır. Bunun için Allahü teâlâ : ”...Unuttuğun zaman Rabbini zikret..." (Kehf: 24) buyurmuştur.

Tam olarak O'na yönel. ”Yönelmek" diye ifade ettiğimiz ”tehettül", kendini bir şeye tahsis ve teksif etmek anlamındadır. Yani, ibadet ve ihlâsla tam olarak kendini Allah'a ver, ona tahsis et, denilmektedir. Allah'a tümüyle yönelmek, şu âyette tarif edildiği gibidir: ”...Sen Allah de, sonra onları bırak daldıkları bataklıkta oynayadursunlar (En'am: 91) Bu. ”Islâmda ruhbanlık ve tehettül yoktur," hadisine zıt değildir. Çünkü buradaki.’'tehettül''den maksat, evlenmekten ve onu istemekten uzak kalmaktır. Bu anlamda olmak üzere, hiç evlenmemiş olan Hazret-i Meryem'e ”el-betûl" denilmiştir. Erkekten ayrı, kesilmiş demektir. Ama bu yasaktır. Çünkü Allahü teâlâ : ”Sizden bekâr olanları evlendirin," (Nur: 32) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: ”Evleniniz, çoğalınız. Çünkü ben kıyamet günü, diğer ümmetlere karşı sizinle övünürüm." (8)

Halktan uzaklaşarak sırf Allah'a yönelmek, bazen zahiren olur. Bazı âbidlerin kalpleri cezbetmek ve hediyeler almak için dağ başlarına ve mağaraların içlerine çekilmeleri bu kabildendir. Kendini Allah'a vermenin bâtını şekli ise, irşad ehlinin yaptığıdır. Tüm peygamberler ve bazı veliler bu gruptandırlar. Çünkü insanları irşad, onların araşma katılarak yapılır.

Büyüklerden birisi: ”Allah yoluna girmek, kendini tümüyle O'na vermekle olur," demiştir. Bunun anlamı, zikre sarılarak, Allah'tan başkasından yüz çevirerek ve gönlün isteklerine karşı çıkarak Allah'a yönelmektir. İşte bu, her ne kadar Allah kuluna şahdamarından daha yakınsa da, yolcunun kendisine giden tarafa doğru, manevî bir hareketle yaptığı bir yolculuktur. Çünkü istiyenle istenilenin misali, karşısındaki bir suretle, üzerindeki pastan dolayı, suret görülmeyen aynanın misali gibidir. Onu parlattığın zaman üzerindeki perde kalkar ve suret görülür. Perde kulun gözündedir.

9

O, doğunun ve batının ve bunların arasındaki her şeyin

Rabbidir. Yaratıcısı ve mâlikidir. Allahü teâlâ  bu sözüyle, yaz ve kış mevsimlerinde güneşin doğma ve batma yerlerini muradetmiştir.

O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Bu, Allah'ın Rabliğini beyan için, yeni bir cümledir. Şu anlamdadır: O'ndan başka gerçek bir ilâh yoktur. Öyleyse başkalarına uluhiyet yüklemeyerek O'na yaklaş.

O halde dininin ve dünyanın maslahatları için

O'nu vekil edin. Islah etmek, ve kemâle erdirmek, için kendini O'na bırak, sen istirahat et.

İmam Kuşeyrî şöyle demiştir: ”Allah kullarının hâllerini üstlenmiştir. Onları dilediği ve seçtiği şekilde kullanır. Bir kulun işini güzel bir kasıtla üstlenirse, onu tüm meşguliyetlerden korur ve onu başkasına muhtaç etmez. Kul, inevkısmın kendisine kâfi olduğunu bildiği için, ihtiyaçlarını çok bulmaz. Bundan dolayı ”Geniş tevekküle binaen ailenin çokluğu, tevhidin alânıetlerindendir." denilmiştir.

Vâız ed-Diyneverî'den şöyle dediği nakledilmiştir: ”Benim borcum vardı. Bazı geceler onu kendime dert edindim, göğsüm daraldı. Birinin bana sanki: ’Sen bu miktarı aldın. Almak senden, vermek bizden,' dediğini hissettim. Sonra kendime geldim. Bana bir imkân hasıl oldu. Borcunu ödedim."

Kuşeyrî devamla şöyle der: ”Şunu bil ki, bir kimse yaratılmışlardan birini kendisine vekil ederse, ondan ücret ister ve malına ihanet edebilir, tasarrufunda hata edebilir. Yahut da, müvekkilden daha uygun ve daha doğru olanı gizleyebilir. Allah'ı vekil olarak seçene gelince, Allah ona ecir verir, emellerini gerçekleştirir, onu över, hassas durumlarda kendisine lütufta bulunur. Allah'ı vekil eden kişinin, aynı zamanda O'nun haklarını ve farzlarını ifada ve tüm gerekli olan işlerde kendi nefsine karşı Allah'ın vekili olması gerekir. Bu konuda gece gündüz nefsine hasım olması icabeder. Bu hususta hiç bir kusur işlememeli, fütur göstermemelidir."

10

Onların söyleyeceklerine sabret. Bu sözler, Rasûlüllahin sihirbaz, şâir, kahin, deli iftirasında bulunmaları, Kur'an hakkında da, ”eskilerin masalları" ve benzeri şeyler demeleri, gibi hurafe ve hezeyanlardan, işe yaramaz sözleridir.

Onları, onlardan kalben ayrılmak, onları idare etmek, onlara karşı durmamak ve işlerini Rablerine havale etmek suretiyle

İyi bir şekilde terket Râğıb, terketmek diye ifade ettiğimiz ”hecr" mastarım şöyle açıklamıştır: ”Hecr ve hicran, insanın bir başkasından bedenen veya dille ya da kalple ayrılmasıdır."

Filozoflar ”Düşmana karşı, bir fırsatını buluncaya kadar, idare ile silâhlan," demişlerdir.

11

O yalanlayıcı nimet sahiplerini refah ve nimet ehli olan, Kureyş'in ileri gelenlerini

Bana bırak, onların işini Bana havale et. Onlara karşı Ben sana kafiyim. ” en-Na'metü", nimetlenmek anlamındadır. Nimet ise, nimet vermek ve kendisi ile ikramda bulunulan şey anlamındadır. ”Tene'um", yiyecek ve giyeceklerden, içerisinde nefse hoş gelen şeyleri kullanmaktır. Bu ifade işaret ediyor ki, zemine konu olan, nimet ve rızkın kendisi değil, şükretmeden o nimetten istifade etmektir. Bu sözde fakirlere teselli vardır. Şüphesiz fakirler cennete zenginlerden beş yüz sene önce gireceklerdir.

Ve onlara biraz mühlet ver.

12

Şüphesiz âhirette

Bizim yanımızda âsiler için hazırladığımız işkence âletlerinden

bukağılar kaçmalarından korkulduğu için değil, işkence ve hakaret olsun diye, suçluların ayaklarına takılan ağır kelepçeler

ve büyük ateş vardır. Büyük ateş anlamını veren ”cahîm" kelimesi, aslında bir vadideki büyük ateş mânâsındadır. Keşşafla, bu kelime: ”Harareti ve yanışı şiddetli ateş" diye izah edilmiştir.

Bu âyet, bir önceki âyette ki ”onları bana bırak" emrinin gerekçesidir. Allah Tcâlâ kendi katındaki şiddetli azap sebeplerini saymak suretiyle, onlardan intikam almaya muktedir olduğunu beyan etmektedir. Onlarsa hiç umursamadan dünya nimetlerinden olabildiğince yararlanıyorlar. İntikam sahibi Yüce Allah'ın, âhirette yanında olanlar, onların nimetlenmelerine zıttır.

13

Ve boğazda kalan bir yiyecek... Bu, büyüklüğünden veya başka bir sebepten dolayı boğaza takılan, kayıp gitmeyen, ne yukarı çıkan, ne de aşağı inen, boğazda kalan, zakkum ve dar i' (zehirli bitki) gibi yiyeceklerdir. Bunlar dünyada öldürücü zehirli iki ağaç ve bitkidir. Cehennemin zakkumu ve dariinın nasıl olduğunu var sen anla. Bunlar cehennemliklerin boğazlarından kolayca geçen ve hoşlarına giden yemeklerin mukabilidirler. Kâfirler dünyada, Allah'ın verdiği nimeti yiyip, O'na nankörlük ettikleri için bu zehirli bitkilere mübtelâ kılınmışlardır.

Ve elem verici bir azap vardır. Bu, acı veren başka bir azap çeşididir. Ölçüsü takdir edilemez, aslı anlaşılamaz. Azap kelimesinin, belirsiz kullanılışı buna işaret etmektedir.

Anlatıldığına göre bir seferinde Hasan-ı Basrî oruçlu idi. Akşam kendisine yemek getirildi ve bu âyet arzolundu. Getirene: ”O yemeği kaldır," dedi. Yemek ikinci gece yine konuldu ve bu âyeti hatırladı. Hasan: ”Onu kaldır," dedi. Üçüncü gece yine aynı şey oldu. Durum Sabit el-Bennânî ve Yahya el-Bekkâ'a haber verildi. Onlar, Hasan-ı Basrî'ye gelip bir şeyler yemesini istediler. Hasan-ı Basrî bir şey yemiyordu. Onların bu halleri Hasan bir miktar çorba içinceye kadar devam etti.

14

O gün yeryüzü ve dağlar kıyametin gelişine alâmet ve Allah'ın âsileri cezalandırması konusundaki hükmünün tahakkukuna işaret oksun diye, Allah'ın azamet ve heybeti sebebiyle, şiddetle

sarsılır, sallanır. Dağlar da yeryüzünün parçaları olmasına rağmen, iri cisimlerinden dolayı ve yerin direkleri oldukları için ayrıca anılmışlardır. Çünkü direkler sallanınca, yeryüzü yerinde kalmaz. Ayrıca, yükseklerin sallanması, alçakların sallanmasından daha çok göze çarpar. Onların sallanması ile, düşecekleri korkusuyla, canlar boğazlara gelir. Sert ve yüksek olmalarına rağmen sarsıntının şiddetinden

dağlar akıp dağılan bir kum yığınına dönerler. Özetle, yeryüzünün ve dağların bir kısmı bir kısmına çarpar. Nitekim bir âyette de şöyle buyurulmaktadır: ”Yeryüzü ve dağlar yerlerinden kaldırılıp da, birbirlerine bir çarpışla darmadağın edildiği zaman..." (Hakka: 14) Yani dağlar akıp dağılan kum yığını gibi olur da rüzgâr onu savurur ve âdeta toz zerrecikleri haline gelir.

15

Doğrusu Biz Firavun'a bir peygamber gönderdik ki o, Hazret-i Mûsa'dır. Özellikle Firavun'un anılmasının sebebi, onun nimet sahibi liderlerden ve böbürlenen azgın şımarıklardan olmasıdır. Onunla, Kureyş arasında bir benzerlik ve ilgi vardır. Firavun'a Hazret-i Mûsa'yı

gönderdiğimiz gibi, size de ey Mekkeliler! Kıyamet gününde, sizin işlediğiniz küfür ve isyana

şahitlik edecek bir peygamber gönderdik. O, Hazret-i Muhammed aleyhisselâmdır. Onlara gönderilmiş olması, başkalarına da gönderilmiş olmasına engel değildir. Çünkü Mekke, şehirlerin anası, aslıdır. Oraya gönderilen tüm dünya milletlerine gönderilmiş demektir. Bu yüzden Allahü teâlâ, vehimlilerin vehmini gidermek için: ”Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik..." (Sebe: 28) buyurmuştur.

Bu âyet, insanları âhiret musibetleri ile korkuttuktan sonra, dünya musibetleri ile de korkutmaya başlangıçtır.

16

Firavun kendisine gönderilen

o peygambere risaletini inkâr ederek, ona inanmayarak

karşı çıktı, Biz de onu isyanı sebebiyle, katkımlamayacak

ağır bir tutuşla yakalayıverdik. ”Vebtt", ağır, sert demektir.

İri damlalı yağmura da ”vâbil" denir. Söz, benzetmenin dışındadır. Buna sebep, azabın onları kuşattığı gibi hiç şüphesiz bunları da kuşatacağına dikkat çekmektir.

17

Eğer inkâr ederseniz, yani inkâr üzere kalırsanız, korkunçluğunun şiddetinden ve felâketlerinin büyüklüğünden dolayı

çocukları ihtiyarlatacak olan o günden yani azabından

kendinizi nasıl koruyacaksınız? Yani kıyamet gününü ve azabını inkâr ederseniz, Allah'tan ve cezasından nasıl korunacaksınız?

İhtiyarlık anlamında kullanılan ”şeyben", saçın beyazlığı mânâsındadır.

Çocukların ihtiyarlatılması meselesi bir kaç şekilde açıklanmıştır:

1. Bazı tefsircilerin dediklerine göre bu söz, gerçek anlamında kullanılmıştır. Zemahşerî şöyle der: ”Ben bir kitapta rastladım.; adamın birisi akşam yattığında saçları simsiyahken, sabahleyin saçı sakalı bembeyaz olmuş vaziyette kalkmış. Adam şöyle demiş: ’Bana kıyamet, cennet ve cehennem gösterildi. İnsanların zincirlerle cehenneme çekildiklerini gördüm. Bunun korkunçluğundan ötürü, gördüğünüz gibi oldum.'"

Ahmed ed-Devrakı de şöyle der: ”Komşularımızdan bir adam gençken öldü. Bir gece onu rüyamda, yaşlanmış halde gördüm. Kendisine: ’Başından neler geçti?' dedim. Bana: 'Bişr bizim kabristana defnedildi. Cehennem bir soluyuş soludu ki, onun etkisiyle kabristandakilerin hepsinin saçları ağardı,' dedi."

Bu olayda adı geçen Bişr el-Müreysî -Müreys, Mısır da bir köydür- fıkhı Ebû Yusuf'tan okudu ama kelâmla uğraştı. Kur'ânin yaratıldığını iddia etti ve Bağdat'ta bir çok insanı yolda çıkardı.

Ayette mübalâğalı (abartılı) bir ifade var, çocuklar, doğumlarının üzerinden fazla zaman geçmediği ve ihtiyarlığa en uzak insanlar oldukları halde, o gün, bu çocukları ihtiyarlatırsa, başkalarını haydi, haydi ihtiyarlatır. Sadece rüyada görenin saçları ağarırsa, uyanıkken görenin hali nice olur? Ayağının altından köklü dağların eriyip gittiğini gören ne yapar?

2. Bu, temsilî bir ifadedir: O gün, korkunçluğunun şiddetinden, gamlarının ve musibetlerinin çokluğundan dolayı gençleri ihtiyarlatan zamana benzetilmiştir. Bunun aslı şudur: Kederler ve hüzünler kişide çoğalınca, gücü azalıyor ve saçı sakalı süratle ağarıyor. Çünkü üzüntüsünün çokluğu, tabiî hararetin sönmesine ve zayıflamasına sebep oluyor. Onun sönmesi de, hücrelerin taze olarak kalmamaları sonucunu doğuruyor. İşte bunun neticesinde saç ağarıyor.

Saçların ağarmasındaki sürat Allahü teâlâ 'nın takdiri iledir. Nasıl ki, kalbin değişmesi derinin değişmesini gerektiriyorsa, sararma korkudan, kızarma utançtan, kararma bazı acılardan kaynaklanıyorsa, vücuttaki kıllar da, bedene tabidirler. Bedendeki değişikler, kıllarda da değişikliği gerektiriyor ve kesin olarak sabittir ki, saçın sakalın çabuk ağarmasına sebep oluyor. Nitekim bir şiirde şöyle denilmiştir:

Başımıza çocuğu ihtiyarlatacak işler geldi.

Onlar arasında da arkadaş arkadaştan ilgiyi keser.

İhtiyarlamak ve saçların ağarması, kederlerin çokluğunun tabiî sonucu olduğu için, onu şiddet için kinaye olarak söylediler. Anılan günün, çocukları ihtiyarlatması, onun son derece şiddetli bir gün oluşundan dolayıdır. Bir ha dişte şöyle buyurulmuştur: ”Allahü teâlâ  buyurur ki: ”Ey Adem!" Kul: ”Lebbeyke (buyur) her emrine hazırım. Her hayır senin ellerindedir," diye cevap verir. Canab-ı Hak: ”Cehennem ehlini çıkar gönder," buyurur. Kul: ”Cehennemlikler ne kadar?" diye sorar. Allahü teâlâ : ”Her hin kişiden dokuz yüz doksan dokuzu," buyurur. Rasûlüllah devamla dedi ki: ”İşte o, çocuğun ihtiyarladığı ve her hamile kadının çocuğunu düşüreceği zamandır." Sonra Rasûlüllah şu âyeti okudu: ”...insanları sarhoş bir halde görürsün oysa onlar sarhoş değillerdir; fakat Allah'ın azabı pek çetindir." (Hac: 2)(9)

3. Bu bir farziye ve takdirdir. Şu anlamdadır: O gün öyle bir haldedir ki, eğer orada bir çocuk olsa heybet ve dehşetten saçı ağarırdı.

4. O günün uzunluğunu vasfeden bir hâl olabilir. Şöyle ki: O gün o kadar uzundur ki çocuklar yaşlanır, saçları ağarır. Ama o gün hâlâ bitmez. Aksine elli bin seneye varıncaya kadar sürer. Bu, onun son derece uzun oluşundan kinayedir. Bu ifade tarzı, Arapların temsil getirirken izledikleri âdetleri ildendir. Devamlılık ve kesiksizliği ifade için de: ”Güvercin ötmedi, yıldız görünmedi, günler ve aylar birbirini izledi," derler.

18

O sebeple, o gün sebebiyle

gök yarılır. Çünkü Allahü teâlâ  sebepleri, sebep kılandır. Dolayısıyla o günün şiddetini, göğün yarılmasına sebep kılması caizdir. Allah bu günün korkunçluğunu ifade için iki şey zikretmiştir. Bunlar:

1. ”Çocukları ihtiyarlatır."

2. ”O sebeple gök yarılır."

Çünkü gökyüzü azameti ve kuvvetine rağmen o gün sebebiyle yarılınca, diğer yaratıklara ne olacağını zannedersin?

Allah'ın vaadi kesinlikle gerçekleşir. Yani, Allah'ın kıyamet gününü, nitelenen şiddette yapacağı konusundaki vaadi hiç şüphesiz gerçekleşecektir. Çünkü O, vaade muhalefet etmez. Dolayısıyla aklı başında birisinin bu konuda şüphe etmesi caiz değildir.

19

Şüphesiz bu anılan musibetleri içeren âyetler

bir öğüttür. Kendisi için hayır ve Rabbine hazırlanmak isteyenlere bir vaazdır.

Denilmiştir ki: ”Kuran müttekiler için bir öğüt, hak yoluna girenler için yol, helak olanlar için kurtuluş, görmek isteyenler için bir açıklamadır. Korkanlar için eman, müridler için yoldaş, ariflerin kalpleri için nur, âlemlerin Rabbine yol arayanlar için de hidayettir."

Artık mükelleflerden

dileyen, iman ve taatle yaklaşarak

Rabbine bir yol edinir. Çünkü o, Rabbinin razı olduğu şeylere ulaştıran bir metoddur.

20

Şüphesiz Rabbin, senin ve seninle birlikte olan gece ibadet için kalkan

bir topluluğun, ashabının

gecenin üçte ikisinden biraz azı, yarısı ve üçte biri miktarınca kalktığınızı biliyor.

Rivayet edilmiştir ki: Allahü teâlâ  bu sûrenin baş tarafında gece kalkma yı farz kılmıştı. Hazret-i Peygamber ve ashabı bir yıl, büyük meşakkatlere katlanarak kalktılar ve ibadet ettiler. Ancak, ayaklan şişti, renkleri soldu. Neticede Allahü teâlâ  sûrenin sonunda bu ibadeti hafiflettiğini bildirdi. İmkân nisbetinde teheccüdün aslı kalmakla birlikte, anılan miktarlarla olanı neshedildi.

Allahü teâlâ 'nın, gece kalkan ashabı, Rasûlüllah'la birlikte anması, onları iyi muamele ve iyi karşılıkta onunla bir mütâlâa etmesi, onlara iyilikle ihsanda bulunacağına dair bir vaaddir.

Geceyi ve gündüzü Allah takdir eder. Onları takdire, vakitlerini, saatlerini ve gerçekten bilmeye Allah'tan başkası muktedir değildir. Siz bunu, kendisinde hata ihtimaliniz bulunan ietihad ve araştırma yoluyla bilirsiniz.

O Allah,

sizin bunu gerçek vakitleri üzere

sayamayacağınızı, ebediyyen saatlerini zapta muktedir olamayacağınızı

bildi de... Taberî der ki: Ayetin mânâsı şudur: Allah, sizin geceyi istenilen şekilde ihya edem iveceğinizi bildi de, gece ibadetini hafifleterek, takdir edilen miktarı terke ruhsat vermek ve tevbe edenden sorumluluğu kaldırmak suretiyle

sizi affetti. Artık, Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyunuz. Yani gecenin üçte biri vs. diye takdir etmeden, gece namazından size kolay geleni kılınız. Velev ki bu, iki veya dört rekât olsun. Namaz bazen diğer rükünleri ile ifade edildiği gibi, burada da okumakla ifade edildi. Bu, mecaz-ı mürsel yoluyla, cüz'ün adının, bütüne verilmesi suretiyle olmaktadır.

Bu âyetlerden açığa çıktı ki teheccüd, ihtiyarîdir. Rasûlülkıh'a ve ashabına onu îfâ zor gelmiş ve bu âyetle neshedilmiştir. Daha sonra da o âyetten anlaşılan vücûbun kendisi de beş vakit namazla neshedilmiştir.

Âyeti kerime, gece namazının diğer nafilelerden daha efdal olduğunu beyan etmektedir. Çünkü daha önce farz olan bir nafile, hiç farz olmayan nafileden daha cidaldir. Bu yüzden, aşure günü orucunun daha efdal olduğunu söylerler. Çünkü Ramazan orucu farz kılınmadan önce, aşure orucu farzdı. Bir hadis şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Sizden birisi geceleyin kolay gelen ölçüde namaz kılsın. Uyukladığı zaman da uyusun." (10)

10- Hadisi Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, Nesâî, İbni Mâce: ”Sizden birisi dinç halinde namaz küsın. İsteksiz olduğunda ve tembeli estiğinde otursun." lafzıyla tahric etmiştir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 1/312.

Seleften birisi şöyle demiştir: ”Gece namazına devam ediniz. Çünkü o, sizden önceki sahillerin âdetidir. O, sizin için Rabbinize yakınlıktır. Günahları örtücü, günahtan uzak tutucudur. Şüphesiz Allah yollarda böbürlenerek yürüyeni, geceleyin ölü gibi uyuyup, gündüzün eşek gibi çalışanı, dünya işlerinin âlimi, âhiret işlerinin cahili olanı sevmez. Ona buğzeder."

Bir diğer görüşe göre göre âyetteki Kuran okumaktan murad, hakiki mânâsıdır. Yani gerçekten Kuran okumaktır. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: Eğer size gece namazı ağır gelirse, onu terketmeye ruhsat verilmiştir. Artık siz, Kur'an'dan kolay geleni okuyunuz. Çünkü o zor gelmez. Böylece namaz dışında Kur'an okumakla, gece kalkıp namaz kılmanın sevabını alırsınız. Ayetteki emir, nedb içindir. Bir hadiste Rasûlüllah şöyle buyurmuştur: ”Bir kimse, bir gecede Bakara sûresinden iki âyeti okursa, ona yeter." (11) Bu âyetlerden murad, amenerrasûlü ve sonraki âyettir. Yani bu âyetler onun için gece namazı yerine geçerler veya her türlü kötülük ve fenalıktan korurlar.

11- Hadisi Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud ve Tirmizî rivayet etmişlerdir. Bkz. Câmiu'l-Usûl 8/ 473.

Yine Rasûlüllah'tan rivayet edilmiştir ki, o: ”Sizden biriniz, bir gecede Kur'ân'ın üçte birini okumaktan âciz mi?" buyurdu. Ashâb-ı kiram: ”Kur'anin üçte biri nasıl okunur?" dediler. Rasûlüllah: ”Kulhüvallahü ehad" Kur'an'ın üçte birine denktir," (12) buyurdu. Bu hadisten dolayı, ”îhlâs sûresini üç kez okumak, Kur'an'ı hatmetmek yerine geçer," demişlerdir.

12- Hadisi Müslim Sahîh'inde, Ebu'd-Derdâ'dan rivayet etmiştir. Ayrıca Nesâî ve Tirmızî de tahric etmişlerdir. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 8/487.

Allah, sizden hastaların, normal hâlinin sınırları dışına çıkanların,

yeryüzünde Allah'ın fazlından aramak, rızık bulmak

için ticaret amacıyla

yolculuk eden başkalarının... Bu ifade, insanların elde ettikleri rızkın, Allah'tan olduğunu belirtmektedir. İlim tahsili de bu hükme girer. Çünkü o, en efdal kazançlardandır. Müslümanlar, ilim tahsili için Mekke'den Medine'ye göç ediyorlardı.

Ebû Zerr'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Bir ilim meclisinde hazır olmak, bin rekât namazdan, bin cenaze namazına iştirakten, bin hasta ziyaret etmekten cidaldir." Kendisine: ”Kur'an okumaktan da mı?" denildi. ”İlim olmadan Kur'an okumak fayda verir mi?" dedi.

Ve Allah yolunda düşmanlarla

savaşacak başkalarının bulunacağını bildi. ”Allah yolu": Allah katındaki ecre ulaştıran her şeydir. Savaş da bunlardan biridir. Bu söz, Allah yolunda savaşanların, kendisi ve ailesinin nafakasını temin ve ihtiyaç sahiplerine ihsan etmek maksadıyla mal kazanmak için çalışanların derecelerine dikkat çekmektedir.

O halde, ondan Kur'an'dan

size kolay geleni her hangi bir güçlüğe katlanmadan

okuyun.

Eğer ”Gece namazı sahabelere nasıl ağır gelebilir? O, bir çok tabiiye hafi İletilmişti. Öyle ki, onlar fecrin doğmasına kadar namaz kılarlardı. Meselâ Said b. Müseyyeb, Fudayl b. Iyâz, Ebû Süleyman ed-Dârânî, Mâlik b. Dinar ve diğerleri bunlardandır," denilirse ben şu cevabı veririm: ”Ağırlık, kalkıp kılmakta değildi. Farz olan miktarı korumakta idi. Dolayısıyla bu farz neshedilerek hafifletilmeden önce, onlara ağır olması yadırganacak bir durum değildir." Hazret-i Osman ve Temimü'd-Dârî gibi, içlerinde, bir rekâtta Kur'an'ın tamamını hatmedenler vardı.

Farz olan

namazı kılın, vacip olan

zekâtı verin. Bu zekâttan maksadın, fıtır sadakası olduğu söylenmiştir. Çünkü Mekke'de ondan başka zekât yoktu. Farz olan zekât daha sonra emredilmiştir. Âyette ki zekâttan, bilinen farz zekât olduğunu anlayanlar, sûrenin son tarafının Medine'de indiğini kabul etmiş olmaktadırlar.

Allah'a güzel bir borç verin. Bununla, hayır yolunda harcamak muradedilmiştir. Bu sözle, sadaka kabilinden olan harcamalar teşvik edilmektedir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Şüphesiz malda, zekâttan başka da hak vardır," buyurmuştur. (13)

13- Hadisi Tirmizî, Fâtıma binti Kays'tan Kitabu'z-Zekât'da tahric etmiştir. Senedin de Meymûn el-â'ver var. O zayıftır. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 6/454.

Âyet, verilen sadakanın malların en değerlisinden, fakirlere en faydalı olanından verilmesini ve iyi niyet ve temiz kalple olmasını teşvik etmektedir. Allah yolunda harcamayı ”borç verme" diye adlandırmak istiaredir. Harcadığı, kendisine fazlasıyla tekrar döneceği için, borç vermeye benzediğinden dolayı böyle denilmiştir.

Kendiniz için anılanlardan ve anılmayanlardan, hangisi olursa olsun

önceden gönderdiğiniz her hayrı, Allah'ın yanında daha hayırlı ve mükâfat bakımından daha büyük olarak bulacaksınız. Bu önceden gönderdiğiniz hayır, ölüm esnasında vasiyet etmek suretiyle geriye bıraktığınızdan daha hayırlıdır. Onun sevabını, dünya malından daha hayırlı ve sevap açısından da daha büyük bulacaksınız. Çünkü Allahü teâlâ  mü'mine ecrini hesapsız olarak verir.

Eskilerden birisi şöyle demiştir: ”Biliniz ki her mü'min, daha önceden işlediği hayrı önüne almış, geride bıraktığına ise pişman olmuştur. Kul öldüğü zaman insanlar: ”Geride ne bıraktı?"; melekler ise: ”Önceden ne gönderdi?" derler, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Medine kabristanına uğradı ve: ”Esselâmü aleyküm ey kabir ahalisi! Bizdeki haberler şunlar: Karılarınız evlendiler, evlerinize oturuldu, mallarınız bölüşüldü," dedi. Gaipten şöyle bir cevap geldi: ”Ey Hattabin oğlu! Bizdeki haberler de şöyle: ”Önceden gönderdiklerimizi bulduk, Allah yolunda sarfettiklerimizi kazandık, geride bıraktıklarımıza ise pişman olduk."

Şu beyti söyleyen şâir ne güzel söylemiştir:

Ölmeden önce kendin için bir şeyler gönder

Salih amel işle, çünkü ölümsüzlüğe geden bir yol yoktur.

Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) süt ve hurma karışımı bir yemek hazırladı. Tam o esnada bir fakir geldi. Ömer yemeği alıp fakire verdi. Birisi: ”Bu fakir onun ne olduğunu bile bilmez," dedi. Hazret-i Ömer: ”Ama o fakirin Rabbi ne olduğunu bilir," karşılığını verdi.

Allah'tan bağış dileyin. Yani Allah'tan her an ve her hâlde günahlarınızı bağışlamasını isteyin. Çünkü insan aşırılıktan çok az uzak kalabilir. Selef-i sâlihîn fecir doğana kadar namaz kılarlardı. Sonra da oturup sabah namazına kadar istiğfar ederlerdi. İstiğfarın Kur'an'daki isimlerle yapılması müstchaptır. Meselâ şöyle denilir: ”Estağfirullahe, innehû kâne tevvâben, estağfirullah innellahe gafurun rahîm, estağfirullahe innehû hâne gaffar an, Rabbiğfir verham ve ente hayrurrahimin, iğfirlenâ verhamnâ ve enle hayrul ğâfirîn." Anlamı şöyledir: ”Estağfirullah şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir, estağfirullah şüphesiz Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir, estağfirullah şüphesiz O çok bağışlayıcıdır. Ey Rabbim! Bağışla ve merhamet et. Sen merhamet edenlerin en hayırlısı sın. Bizi bağışla, bize rahmet et, sen bağışlayanların en hayırlısı sın."

Şüphesiz Allah çok bağışlayandır. Kendisine ortak sosu İmasının dışında her günahı bağışlar.

Çok esirgeyendir. Kötülükleri, iyiliklere çevirir.

Cahillerin ve kusurluların suçlarını örter. Hiç bir günah O'na büyük görünmez.

Bir kimse seyyidül-istiğfarı yazar da, ölmesi zorlaşan kişiye içilirse, o ölmek üzere olanın dili çözülür, ölümü kolaylaşır. Bu defalarca denenmiştir.

Seyyidu histiğfar şudur: ”Allahümme ente Rabbi, lâ ilahe illâ ente, halaktenî ve ene abdiike ve ene ala ahdike ve vaadike mesteta'tü. Eûzü bike miri şerri mâ sena'tü. Ebûü leke bi ni'metike aleyye ve ebûü bi zenbî fağfirlî fe innehû lâ yağfiru'z-zünûbe illâ ente; Ey Allah'ım! Sen benim Rabbimsin, Sen'den başka ilâh yoktur. Beni yarattın. Ben senin kulunum. Ben gücümün yettiği nisbette senin vaadin ve ahdin üzereyim. Yaptığımın şerrinden sana sığınırım. Senin bana olan nimetini itiraf ederim, günahımı itiraf ederim. Beni bağışla. Şüphesiz Sen'den başka kimse bağışlamaz."(14)

Allah'ın yardımı ve tevfîki ile Müzzemmil Sûresi sona erdi.

0 ﴿