MÜDDESSİR SURESİ1Ey örtüye bürünen!‘'Bürünen" diye ifade ettiğimiz, ”müddessir" kelimesinin aslı, ”mütedessir" dir. İç çamaşırın üzerine giyilen elbiseyi giyen anlamındadır. Bir hadiste Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ensar şiar (iç çamaşırı), diğer insanlar disâr (onun üstüne giyilen elbise) gibidirler," buyurmuştur.(1) 1- Hadisi Buharı Meğazî'de, Müslim Zekatla, Ahmed b. Hanbel de Müsned'de tahric ettiler, (4/42). Rasûlüllah bu sözüyle, Ensann kendisine iç çamaşırın vücuda yakınlığı gibi yakın olduğunu, onların kendisinin sırdaşı olduklarını ifade etmektedir. (Mütercim) Câbir (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Ben Mira dağındaydım. Bana: ’Ey Muhammed! Sen Allah'ın Rasülüsün,' diye seslenildi. Sağıma soluma baktım, bir şey görmedim. Üst tarafa baktım, bir de ne göreyim, seslenen melek, yerle gök arasındaki bir tahta oturmuş duruyor. Korktum ve Hatice'nin yanına döndüm. Beni örtünüz, beni örtünüz dedim. Bunun üzerine: ’Ey örtüye bürünen' diye başlayan âyetler nazil oldu." (2) 2- Hadisi Buhârî şu lâfızlarla tahric etti: ”Hırada itikâfta bulundum. İtikâfım bitince indim ve... diye seslenildi," lafzıyla tahric etti. Bkz. Tefsiru İbn-i Kesîr, 3/567. Ayette, Rasûlüllah'a Rabbinden lâtife ve yumuşaklık hissetmesi için böyle hitap edildi. Kendisine: ”Ya Muhammed!" veya ”ey falan!" gibi bir şekilde seslenilmedi. Bu hitap tarzının bir diğer faydası da hemen sonra gelecek olan: ”Kalk da uyar" âyeti ile benzeşmesidir. Hazret-i Peygamberin: ”Şüphesiz ben çıplak bir uyarıcıyım." (3) hadisi de bu anlama işaret etmektedir. ”Çıplak uyarıcı" sözünün anlamı, ciddi, gayretli demektir. Araplardan bir uyarıcı, mühim bir şey söyleyeceği zaman bağırmakla birlikte elbisesini çıkarır ve onunla işaret ederdi. Bununla uyarma ve sakındırma işini daha da etkili bir hale getirirdi. 3- Bu, Buhârî'nin Rikakta, Müslim'in İ'tisam'da tahric ettikleri hadisin bir bölümüdür. 2Yattığın yerden kalk da uyar. Tüm insanları, iman etmedikleri takdirde, Allah'ın azabı ile korkut. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tüm insanlara gönderilmiştir. Onun daveti her millete ulaşmış, uyarısı varmıştır. 3Sadece Rabbini yücelt. Yani Allahu teâlâ'yı hem inançla hem sözle, büyüklük ve yücelikle nitele. Onu, puta tapıcılann ve diğer zalimlerin söylediklerine karşılık tazim et, yücelt. 4Elbiseni temiz tut. Yani onu pisliklerden korumak ve kirlendiğinde yıkamak suretiyle temizle. Çünkü temiz mü'minin pis bir şeyi taşıması çirkindir. Bu, ister namazda olsun, ister başka zamanlarda olsun aynıdır. O elbiseyi kısaltarak da temiz tut. Çünkü uzun olması halinde etekleri yollardaki pislikler üzerinde sürünür. Bu mânâya göre, temizlenmek, kısaltmaktan kinaye olur. Kısaltmak, daha koruyucu, daha temiz ve daha kalıcıdır. Bu emir, Hazret-i Peygamberin, kötü âdetleri terketmesi ile ilgili ilk emirdir. Çünkü müşrikler elbiselerini pisliklerden korumazlardı. Bu sözde, içi temizlemekten, dışı temizlemeye geçiş vardır. Çünkü genelde, içini temizleyen kişi, pisliklerden kaçınır ve her şeyde temizliği yaymak ister. Çünkü din, temizlik üzerine kurulmuştur. Râğıb şöyle der: ”Temizlik iki çeşittir: 1- Beden temizliği. 2- Ruh temizliği. Temizlikle ilgili tüm âyetler, bu iki tür temizlikle açıklanabilir." Âyetin: ”Nefsini ayıplardan uzak tut veya kalbini temiz tut," anlamında olduğu da söylenmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'a göre âyetin anlamı şudur: ”Elbiseyi günah ve hıyanet üzere giyme. Sen iyi ve temiz olduğun halde giy." Şair şöyle demiştir: Allah'a hamdolsun ki ben birfâcir (günahkâr) in elbisesini giyinmedim, Bir hıyanetten dolayı da yüzümü kapamış değilim. Hıyanet eden ve günahkâr olan kişi için, kirli elbiseli, doğru olan ve ahde vefa gösterenlere de temiz elbiseli denilir. 5Kötü şeylerden, putlardan uzak dur. Veya onlara tapma ve yaklaşma. Nitekim Allahü teâlâ Hazret-i İbrahim'in diliyle şöyle buyurmuştur: ”Ya Rabbî! Bu şehri emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut." (İbrahim: 35) Maksat, onun putlardan sürekli uzak kalmasıdır. Yoksa, Hazret-i Peygamber puta tapmak ve benzeri kötülüklerden zaten uzaktı. 6Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakına. Veya verdiğini çok görür bir vaziyette verme. Âlimlerden birisi şöyle demiştir: ”Âyetteki, ”la temnûn" kelimesi, ”el-minnet" kökünden türemedir. Çünkü verdiğini başa kakan kişi, onu çok görür ve önemser. Başa kakma, yapılan iyiliği yıkar. Özellikle Allah'a karşı yaptığı amelinde, onu çok bularak başa kaktığında. Çünkü amel. Allah'tan ona karşı bir minnettir, ihsandır. Nitekim Allahü teâlâ : ”...Aksine Allah size ihsan ediyor (sizi minnet altında bırakır)" (Hucurât: 17) buyurmuştur. Bir kimse ömrü boyunca ibadet ederek şükretse, sayılamayacak kadar çeşitli nimet ve zenginlikler bir yana, sadece yaratılış nimetinin şükrünü eda edemez. 7Rabbinin hükmü için sabret. Müşriklerin eziyetlerinden dolayı üzülme. Çünkü tebliğle memur olan kişinin, insanların eziyetlerinden uzak kalması mümkün değildir. Ama sabırla acı tatlıya dönüşür. Ariflerden birisi âyeti şöyle açıklamıştır: ”Sabrını, günahtan sabır, Allah'ın hükmüne sabır ve musibetlere karşı sabır konusunda başkasının düşüncesinden soyutla. Nitekim Allahü teâlâ : ”Sabret! Senin sabrın ancak Allah'ın yardımı iledir..." (Nahl: 127) buyurmuştur. 8Sûra üfürüldüğü zaman.... ”Sûr": İsrafil (aleyhisselâm)'in üfleyeceği boynuzdur. Ayetin başındaki ”fâ" harfi, ”sebep lamı" mânâsındadır. Buna göre, âyetleri beraberce ele alıp şöyle anlamak gerekir: ”Onların eziyetlerine sabret, Çünkü önlerinde korkunç bir gün var. Onlar, eziyetlerinin; sen ise, sabrının karşılığını o gün göreceksiniz." 9İşte o gün zorlu bir gündür, kâfirler için hiç kolay değildir. İş, kâfirlere azap ve kötü hesap açısından zor gelir. Bir başka âyette: ”...Kâfirler için ise o, çok zor bir gündür." (Furkân: 26) buyurulmaktadır. Onuncu âyetteki ”kolay değildir" ifadesi, dokuzuncu âyetteki ”zorlu bir gündür" ifadesini kuvvetlendirmektedir. Burada söz konusu olan sûr, ikinci sûrdur. O sûr ile insanlar dirileceklerdir. Çünkü zorluğu sadece kâfirlere mahsus olan, bu sûrdur. Birinci sûr ise, o esnada hayatta olan herkes için pek çetin olacaktır. Bir hadiste belirtildiğine göre Rasûlüllah: ”Nasıl rahat olayım ki? Sûra lifleyecek melek sûru ağzına almış, üfürrnesi için ne zaman emir verilecek diye bekliyor," buyurdu. Kendisine ”Biz nasıl yaparız?" diye soruldu. Efendimiz: ”Hasbünellâh ve ni'mel vekil: Bize Allah yeter, O ne güzel vekildir, deyiniz" cevabını verdi.(4) 10Bak. Âyet 9. 11Tek başıma yarattığımı Bana bırak. Yani Beni onunla yalnız bırak. Çünkü Ben intikam almakta ona yeterim. Yani, onu tek başıma Ben yarattım. Onu yaratırken, kimse Bana ortak olmadı. Bu âyetteki ”tek başıma" kelimesinin, hazfedilmiş olan bir zamirin hali olması da caizdir. O zaman mânâ şöyle olur: ”Tek olarak, eşsiz bir şekilde yarattığım, malı ve oğulu ol mayanı Bana bırak." Bu âyet, Mahzumiu Velid b. Muğire hakkında inmiştir. Ona, kavmi arasında ”vahîd: tek" denilirdi. Çünkü halkı onu, itibarda ve malda eşsiz zannederlerdi. O da kendi kendine övünür ve: ”Ben tek oğlu tekim. Araplar arasında benim bir benzerim yok," derdi. İşte bu yüzden Allah, ona hakaret olsun diye ve lakabıyla alay ederek ”vahîd" adını takmıştır. Bu: ”Tat bakalım. Hani sen kendince üstündün, şerefliydin!" (Duhân: 49) âyetindeki ifadeye benzemektedir. 12Kendisine bol bol servet, Mekke ile Taif arasında çeşit çeşit mallar -onun bir milyon dinar altını olduğu söylenir- kendisi ile Mekke'de birlikte olan, onlara bakarak keyiflendiği, mallarının ve hizmetçilerinin bolluğundan dolayı ticaret ve çalışmak için yanından ayrılmayan veya itibar ve saygınlıklarından dolayı kulüplerde ve mahfellerde hep onunla birlikte olan oğullar... - Velid'in on tane oğlu vardı. Tefsircilerin dediklerine göre, bunlardan üçü; Halid, Hişam ve Velid Müslüman oldular. Hadisçıler Imâra'nın kâfir olarak öldürüldüğünü söylerler. Süheylî de Müslüman olanların, Hişam b. Velid, Velid b. Velid ve Allah'ın kılıcı adı verilen Halid b. Velid olduğunu söylemiştir. Verdiğim, nimetleri önüne serdiğim kimseyi. Kendisi için reislik ve geniş mevki verdiğim, nimeti tamamladığım kişiyi. Çünkü malın ve mevkiin bir kişide toplanması, dünya ehli yanında üstünlük sayılır. Bu yüzden ona ”Kureyş'in reyhanı" lâkabı verilmiştir. 13Bak. Âyet 12. 14Bak. Âyet 12. 15O bunu, kendisine verilen malı ve oğulları daha da artırmamı umuyor. Bu ifadede onun nankörlüğünün yanı sıra hırsı, tamahkârlığı ve nimet verene karşı inatçılığı da yadırganmaktadır. Yani, ”artık bu günden sonra küfürle, bol nimet bir arada bulunmaz," denilmektedir. 16Ama hayır... Bu ifade onun boş arzu ve hırsını red, azarlama ve asılsız ümidini kesmedir. Çünkü o Bizim âyetlerimize karşı son derece inatçıdır. ”inatçılık", muhalefet ederek, karşı çıkmaktır. Bu cümle, önceki hükmün sebebidir. Çünkü nimet verenin âyetlerine karşı inatçılık etmek, tümüyle mahrumiyeti gerektirir. Verilen ise, istidrac kabilinden olmak üzere verilmiştir. Denildiğine göre, Velid b. Muğire, bu âyet indikten sonra fakirleşmeye devam etmiş ve sonunda fakir olarak ölmüştür. 17Ben onu dik bir yokuşa süreceğim. ”Dik yokuşa sürmek", her türlü zor iş için istiare yoluyla kullanılan bir terimdir. Mânâ şudur: Ben onu, istemese de zorlu, dik bir yokuşa çıkmakla sorumlu tutacağım. Öyle ki, onu her taraftan şiddet ve meşakkat kaplayacaktır. Bu, onun katlanılmayacak derecede zor olan azapla karşılaşmasının temsilidir. Bu sözün, gerçek anlamında kullanılmış olması da muhtemeldir. Nitekim bir haberde şöyle var id olmuştur: ”Saûd ateşten bir dağdır. Oraya yetmiş yılda çıkar. Sonra oradan aşağı düşer. Bu ebediyyen böyle devam eder." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: ”Cehennemde ki bir yokuşa çıkmakla yükümlü tutulur. Elini oraya her koyusunda eli erir. Kaldırdığında eski halini alır. Ayağını bastığında ayağı erir, kaldırdığında eski halini alır." (5) 5- Hadisi İbn Ebû Hârem. Taberânî ve Bezzaz tahric etmişlerdir. Bkz. Muhtasaru İbn Kesir, 3/569. 18Çünkü o, düşündü taşındı, ölçtü biçti. Bu, yukarıdaki tehdidin sebebini açıklamaktadır. Yani o, Kuran hakkında, onu kötülemek için ne söyleyeceğini düşündü, gönlünde onu ölçtü ve hazırladı. 19Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti. Onun ölçmesinden dolayı şaşkınlık ifadesi veya alay yoluyla kendisini övmedir. Şu anlama gelir: Kur'anin sihir olduğu tarzındaki söyledikleri, son derece düşük ve seviyesizdir. Araplamı: ”Allah kahretsin, o ne kadar cesaretlidir. Allah rezil etsin, o ne kadar sair idi," sözlerinin anlamı, onun cesaret ve şiirde gerçek bir seviyeye ulaştığı, kıskananlarının ona bu şekilde beddua ettikleridir. Rivayete göre Velid, Rasûlüllahın yanına uğradı. Efendimiz Hâ. Mîm. es-Secde sûresini okuyordu. Velid, Mahzuru oğullarına: ”Vallahi, az önce Muhammed'den bir söz duydum. O ne bir insan sözü, ne bir cin sözü. Onun bir tatlılığı, bir güzelliği var. Onun üstü ürün verici, alt tarafı bolluk ve bereket vericidir. Şüphesiz o üstündür. Ona üstün gelinemez," dedi. Bunu duyan Kureyşliler: ”Vallahi Velid saf değiştirdi -dininden çıktı, başkasının dinine geçti- Vallahi bu durumda Kureyş tümüyle saf değiştirir," dediler. Bunun üzerine Velid'in yeğeni Ebû Cehil: ”Ben onu hallederim," dedi. Kederli bir vaziyette yanına oturdu. Onu öfkelendirecek ve kışkırtacak şeyler söyledi: "Şüphesiz yaptığın, halkına ulaşmış. Senin Muhammed'e uymayı terketmen için, sana mal topluyorlar. Senin ona, mal elde etmek için uyduğunu söylüyorlar," dedi. Velid: ”Kureyş yalan söylüyor. Onların çocuğu en çok olanı ve en zengini benim olduğumu bilmiyorlar mı? Muhammed ve ashabı nerede? Onlar fakra ihtiyaç içerisindeler," dedi. Ebû Cehil: ”Halk, Kur'an ve Muhammed hakkında söylediklerini değiştirinceye kadar, senden razı olmazlar," dedi. Velid: ”Onları topla, beni de bırak biraz düşüneyim," dedi. Ebû Cehil Kureyşiileri topladı. Velid onlara şöyle seslendi: "Siz Muhammmed'in deli olduğunu iddia ediyorsunuz. Hiç onun boğulduğunu gördünüz mü? -Araplar, şeytanın deliyi boğduğuna ve onu çarptığına inanırlardı.- Onun kâhin olduğunu söylüyorsunuz. Hiç onu kâhinlik yaparken gördünüz mü? Onun şâir olduğunu iddia ediyorsunuz. Hiç onu şiir söylerken gördünüz mü? Onun yalancı olduğunu iddia ediyorsunuz, hiç onun bir konuda yalan söylediğini denediniz mi?" Araplar bu soruların hepsine'hayır, diyorlardı. Daha sonra Araplar: ”Öyleyse o ne? Onun hakkında ne diyorsun?" dediler. Velid düşündü ve: "O sadece bir sihirbaz. Görmüyor musunuz? Adamla karısının ve çocuğunun arasını ayırıyor. Onun söyledikleri de sihirden başka bir şey değil. Onu Babillerden naklediyor," dedi. Bunun üzerine toplantı yeri sevinçle çalkalandı. Oradakiler onun dediklerini beğenerek, ondan razı ve hoşnut bir şekilde dağıldılar. 20Yine kahrolası nasıl ölçtü biçti! Kötülemekte ve şaşkınlıkta mübalâğa için tekrardır. 21Sonra Kur'anı tekrar tekrar gözden geçirip düşündü. 22Sonra suratını astı, kaşlarını çattı. Yani kötülükten gözleri arası büzüldü, yüzü simsiyah kesildi. Çünkü Kuranda ayıplayacak bir şey bulamadı. 23Sonra Hakka arkasını döndü ve ona uymakta kibirlendi. 24Ve Hakka sırt çevirdikten sonra dedi ki: 'Bu, Muhammedin söyledikleri, yani Kuran sadece öteden beri nakledilegelen ve başkasından öğrenilen bir sihirdir. ”Nakledilegelen" diye çevirdiğimiz ”yü'serû" kelimesinden türeme İslâm kültüründe bazı terimler vardır. Meselâ ”Hadisûn me'sûra: nakledilen hadis", ”Ediyetün me'sûra: büyüklerden nakledilen dualar" bunlardandır. 25Bu, insan sözünden başka bir şey değildir.' Önceki âyetteki mânâyı te'kittir. Velid, bu sözleri azgınlık ve inat ederek söylemiştir. İnanarak değil. Daha önce geçen; ”Kuran insan ve cin sözü değildir," tarzındaki ikrarı buna işaret etmektedir. Allahü teâlâ şöyle buyurdu: 26Ben onu Sekar'a atacağım. Yani cehenneme sokacağım. Sı hah adındaki sözlükte; ”sekar'ın cehennemin isimlerinden birisi olduğu söylenir. Cehennemin altıncı tabakasının adı olduğu da söylenmiştir. Acı verdiği için bu isim verilmiştir. 27Sen Sekar'ın ne olduğunu bilir misin? Bu sözle, korkutma ve endişelendirmek kastedilmiştir. Âyetin anlamı şöyledir: Sekar'ın özelliklerinin ne olduğunu sana ne bildirdi? Yani o çok acıdır. Bu sözde, cehennemin durumunu büyültme vardır. 28O ne geri bırakır, ne de azaptan vazgeçer. Yani kendisine atılan her şeyi yakarak helak eder, hiç bir şey bırakmaz. 29İnsanın derisini kavurur. ”İnsan derisi" diye ifade ettiğimiz ”el-heşer" kelimesi, ”beşeretim" kelimesinin çoğuludur. Yani cehennem, derinin en üstünü, görünen kısmını değiştirir, karartır. Bu âyetin anlamı: ”Ateş deriyi alazlayıp yakar ve geceden daha kara bir halde bırakır" şeklinde de açıklanmıştır. Bir diğer izah ise şu şekildedir: Cehennem insanı yakıcıdır. Derileri beş yüz yıllık mesafeden alazlayıp yakar. Bu. ”Cehennem, görecek olana gösterilir." (Nâziât: 36) âyetindeki mânâ gibidir. Cennetin esintisi beş yüz yıllık mesafeden müminlere ulaştığı gibi, cehennemin yakıcı rüzgârı ve harareti de o kadar mesafeden kâfirlere ulaşır. 30Orada Sekar'da onun işlerini gören on dokuz (görevli) melek vardır. Onlar, Mâlik ve onunla birlikte on sekiz melektir. Gözleri, çakan şimşek gibi; köpek dişleri, dokumacı tarağı gibidir. Cehennemin alevi ağızlarından çıkar. Her birinin iki omuzu arası bir yıllık yürüme mesafesi kadardır. Kendilerinden şefkat ve merhamet duyguları alınmıştır. Her birisi avucunda yetmiş bin kişiyi alıp, cehennemin istediği yerine fırlatır. 31Biz cehennemin işlerine bakanları, onun işlerini yürüten, cehennemliklere azabetme görevini yapanları sadece meleklerden görevlendirdik. Ta ki insanlar ve cinlerden, azabedilenlere ayrı cinsten olsunlar, onlara acımasınlar, meyletmesinler. Çünkü aynı cinsten olmak, şefkat göstermeye daha çok ihtimallidir. Bir de onlar, yaratıkların en güçlüleri, Allah'ın hakkını ve onun için öfkelenmeyi daha sağlam yapan, işkence açısından da yaratıkların en şiddetlileridirler. Bir haberde geçtiğine göre, onlardan bir tekinin gücü, tüm insanların ve cinlerin gücü kadardır. Birisi boynunda bir dağ olduğu halde, tüm halkı önünde sürer ve cehenneme atar. Üzerlerine de dağı atar. Rivayete göre ”Orada on dokuz (görevli) vardır?' (Müddessir: 30) âyeti indiğinde Ebû Cehil, Kureyş'lilere: ”Sizden her on kişi, onlardan bir adamı tutmaktan âciz mi?" dedi. Ebu'l-Esved el-Cahmî adındaki güçlü kuvvetli şahıs: ”Ben onlardan on yedisine yeterim. Siz de ikisinin hakkından gelin" dedi. Bunun üzerine üzerinde durduğumuz âyet indi. Âyet şu anlamdadır: Biz onları kendilerine güç yeten, sizin cinsinizden insanlar yapmadık. Meleklere kim galip gelebilir? Onlardan bir teki tüm yaratıkların ruhlarını alır. Onlardan birisinin, yeri alt üst edecek, altını üstüne getirecek gücü var. Onların sayılarını da inkarcılar için sadece bir fitne ye ve küfre düşme sebebi kıldık. O sayı on dokuzdur. Şuna da işaret etmek gerekir: Burada maksat, onların sayısının, bu muayyen sayı olduğunu söylemek değildir. Aksine onu aynı zamanda Kuranda tesbittir ki o da, cehennemde on dokuz tane görevli melek olduğu hükmüdür. Çünkü onların fitneye düşmeleri, imtihan edilmeleri ancak bununla yani onları azımsayarak ve yadırgayarak gerçekleşir. Bu kadarcık az meleğin, çok büyük yığınların işini üstlenmesini yadırgarlar ve söylenildiği şekilde onlarla alay ederler. Ta ki kendilerine kitap verilenler, kesin bilgi edinsinler, kitaplarındaki bilgilere uygun gördükleri için, Hazret-i Muhammed'in Peygamber, Kur'anin da hak kitap olduğu inancını elde etsinler. Denildiğine göre Yehudiler Hazret-i Peygamber'e cehennemin bekçilerini ve sayılarını sordular. Rasûlüllah da onların on dokuz olduğunu söyleyerek cevapladı. İman edenlerin de imanı artsın, yani ehl-i kitabın hakkı teslim ve tasdik ettiklerini görünce iman kırı güçlensin. Hem kendilerine kitap verilenler ve hem de inananlar şüpheye düşmesinler. Bu, önceki cümledeki hükmü güçlendirmektedir. Çünkü bir şeyin varlığını ispattan sonra, onun zıddını inkâr, o şeyi ispatta daha güçlü bir ifade tarzıdır. Kalplerinde hastalık şüphe ve nifak olanlar ve inkarcılar da: 'Allah bu darb-ı mesel gibi garipsenen (sayı) ile misal olarak neyi murad etmiştir?' desinler. İşte böyle, Allah dilediğini Ebü Cehil ve arkadaşları gibi cehennemin görevlilerini inkâr edenleri şaşırtır, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabı gibi hidayetini dilediğini de doğru yola getirir. Rabbinin ordularını, içerisinde anılan meleklerin de bulunduğu, yaratıklarının toplamım kendisinden başkası bilmez. Çünkü onlar çok fazladır. Yeryüzünde ne kadar ev, oda, zaviye varsa hepsi, Allah'tan başka kimsenin bilmediği şeyle mâmurdur. Bunun için, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) insanın hanımları ile yalnız kaldığında da örtünmesini, çıplak olarak cinsî ilişkide bulunmamasını emretmiştir. Zebanilerin sayılarının bildirilmesinde bir hikmet vardır. Çünkü Allah'ın orduları sayı sınırının dışındadır. Allahü teâlâ işlerin yularım bu meleklerin ellerine verdiği gibi, onların kimileri de kulelerinde ve evlerinde oturtmaktadırlar. Onların kimilerini de örtüler ve perdelerden göklerdeki evlerine indirmiştir. Böylece her semada emrine âmâde melekler koymuş, onları semanın katları üzerinde tutmuştur. Onlardan kimisi, gece ve gündüz bizden Allah'a. Allah'tan bize akşam sabah inip çıkan meleklerdir. Bizim hakkımızda sadece hayır söylerler. Kinlileri dünyadakiler için istiğfar ederler, kimileri mü'minler için istiğfar ederler. Kimileri şeriatleri yerine ulaştırmakla, kimileri ölümle, kinlileri ilham etmekle, kimileri rahimlerde Allah'a ait olanlara şekil vermekle, kimileri de sûra liflemekle görevlidirler. Onlardan on dokuz tanesi de cehennemde görevlidir. Yine meleklerden rızıklarla, yağmurlarla görevli olanlar var. Onlar arasında saf saf dizilenler, toplayıp sürenler, okuyup zikredenler, taksim edenler, gönderilenler, şiddetle esenler, söküp çıkaranlar, yavaşça çekenler, yarış edenler, yüzenler, iş çevirenler, telkinde bulunanlar vardır. Bu yüzden ”Bizden herhirimiz için, bilinen bir makam vardır." (Sâffât: 164) demişlerdir. Allah'ın, âlemde yarattığı hiçbir olay yok ki, onu icra etmesi için meleklerden birisini vekil eder olmasın. Bu, insanlar için öğütten, hatırlatmadan ve küfür ve sapıklığın kötü sonucu ile onları korkutmadan başka bir şey değildir. Ta ki öğüt alsınlar ve Allah'ın, insanların ve cinlerin kâfirlerine ve âsilerine, bu sayıda melekle azap edeceğine muktedir olduğunu bilsinler. Özellikle O, bu konuda asla yardımcıya muhtaç değildir. Çünkü Allahü teâlâ, insanoğlunun gözünde bir tek kılı oynatsa, vücudundaki damarlardan sadece birisine acı verse bu ona belâ ve ınihmet olarak yeter. O bir ihtiyaca binaen değil, bir hikmete göre ordular yaratmış, sayılar tespit etmiştir. 32Hayır, hayır. Bu, sekar'ı (cehennemi) inkâr edenleri red ve azarlamadır. Yani: ”Onu inkârdan uzak dur, Çünkü o haktır," anlamındadır. Yemin olsun aya. Bu, aya şeref isnadı yoluyla yapılan bir yemin ve onun hayret verici hallerine, tek bir düzen dahilinde muhtelif hareketlerindeki gücünü düşünmeye dikkat çekmektir. Ebui-Leys ise bu yeminin ”an do İs un ayı yaratana" takdirinde olduğunu söyler. 33Döndüğü, ayrılıp gittiği zaman geceye. 34Ağardığı açıldığı, rengi ve yüzü parladığı zaman sabaha. O, kızıllığın altındaki beyazlığın çıkışıdır ki bu da ikinci şafaktır. O, güneşin geceden sonraki ilk hakimiyetidir. Bundan sonra güneş yuvarlağı doğar. Sabah gündüzün başlangıcıdır. Güneşin kenarı ile ufkun kızardığı vakittir. Fecir ise, güneş ışınlarının en alt yörüngeden çıkmasıdır. Güneş dünya yüzeyi üzerine çıktığında onu dağlar, denizler ve yüksek bölgeler karşılar. Işınları dünyanın ortasında enlemesine yayılarak çıkar. Bu izahlardan, âyetteki ay, gece ve gündüzün cehennemin ve belâlarının zikri makamında zikredilisinin güzelliği açığa çıkmış oldu. 35Şüphesiz o sekar, yani cehennem sizden ileri gitmek hayra, cennete ve taate koşmak veya günah işleyerek geri kalmak isteyen için, -Allah öncekileri hidayete erdirir, sonrakileri saptırır. Bu, rahmet veya azabın meydana gelişinde kulun kazancının katkısı olduğuna işarettir.- insan için büyük uyarıcı belâlardan veya çok büyük felâketlerden biridir. 36Bak. Âyet 35. 37Bak. Âyet 35. 38Mükellef olan insanların ve cinlerin nefislerinden her nefis kazandığına karşılık, kazandığı kötü amelleri sebebiyle Allah katında bir rehindir. Mükellefin yani yetişkin ergin insanın nefsi, sırf kendi hakkı olarak sorumlu tuttuğu yükümlülükler karşılığında Allah'ın yanında mahpustur. Eğer mükellef, onları gerektiği şekilde eda ederse boynunu ve canını kurtarır. Aksi halde nefsi Allah'ın yanında rehin ve mahpus olarak kalır. 39Ancak sağcılar müstesna. Sağcılar, müminlerden, sâlih amel işleyenlerdir. Yani onlar, işledikleri iyi ameller sebebiyle rehin verenin borcunu ödeyerek rehnini kurtardığı gibi, boyunlarını kurtaranlardır. 40Onlar cennetlerdedirler. Âyetteki ”cennetler" kelimesi, belirsiz olarak getirilmiştir. Bu, işaret ediyor ki: Cennetlerin hakikati anlaşılmaz, nitelikleri vasfedilmez. Maksat şudur: Mü'minlerden her biri, o cennetlereden birisine nail olur. Suçluları soruştururlar: Yani suçlulara hallerini sorarlar. Sonrasındaki ibare delâlet ettiği için, sorulan şey hazfedilmiştir. Rivayet edilir ki, Allahü teâlâ cennetlikler cennette iken, suçluları onların gözleri önüne getirir. Onlar da, cehennemlikleri onlar cehennemde iken görüp dururlar ve hallerinden sorarlar: 41Bak. Âyet 40. 42'Nedir sizi Sekar'a sokan?' diye. Yani sizin oraya giriş sebebiniz ne? Eğer: ”Onlar bunun sebebini bilip dururken niçin soruyorlar" dersen, ”Onları azarlamak, üzmek için ve Allah'ın kitabında anlattığı şey dinleyenlere öğüt olsun diye" derim. 43Suçlular soranlara cevap vererek derler ki: ’Biz farz olan namazları kılanlardan değildik. Namazın farz olduğunu ikrar etmemiz ve onları kılmamamız bizi oraya soktu. 44Yoksulu doyurmuyorduk. Bu, farz olan fakir doyurma işini sürekli olarak terk mânâsındadır. Çünkü görev olmayan bir şeyi terketmckten dolayı azap etmek caiz değildir. Onlar: ”...Allah dikseydi doyurabileceği bir kimseyi biz mi doyuralım?..." (Yasin: 47) diyorlardı. Yemek yedirmek suretiyle yoksullara merhamet etmiyorlar ve buna teşvik etmiyorlardı. Bu ifade, cimriliği kınamakta ve hesaba çekilme konusunda kâfirlerin de, dinin füruatına yani ayrıntılı bir şekilde hükümlerine muhatap olduklarına delâlet etmektedir. Bu, onların hayır kazanmaktaki kusurlarından ve müminlerden namaz kılıp zekât verenlerin nail oldukları şeylerden mahrumiyetlerinden ötürü bir pişmanlık ve üzüntü ifadesidir. 45Batıl şeylere dalanlarla, dalar giderdik. Buradaki ”bâtıl"dan murad, Hazret-i Peygamberi ve ashabını kötülemek, onlar hakkında gıybet etmek, ”o şâirdir veya sihirbazdır ya da kâhindir" demek ve benzeri şeylerdir. ”Dalmak", çirkin olan ve lüzumsuz olan bâtıla başlamaktır. 46Ceza gününü yalanlardık. En büyüğü olmasına rağmen, bu suçlarının geriye bırakılması, çirkinden daha çirkine çıkma tarzında bir üslup izlemek içindir. Sanki onlar: ”Biz bütün bunların ötesinde, ceza gününü bile yalanlıyorduk," demişlerdir. 47Nihayet bize ölüm geldi.'“Ölüm", ”el-yakîn" kelimesi ile ifade edilmiştir. Çünkü o, geleceğinde hiç şüphe olmayan kesin bir şeydir. Eğer: ”Onların her biri, bu dört şeyin hepsiyle mi cehenneme girdi, yoksa bir kısmı bazısıyla, bir kısmı diğer bazısıyla mı girdi? Hangisini söylemek istiyorlar?" denilirse, ben şöyle derim: ”Keşşafta da belirtildiği üzere, her ikisi de muhtemeldir." Bu söz, onların cehennemde kalışlarının, bu rezalet ve kepazelikleri sebebiyle olduğuna işaret etmektedir. 48Artık -mümkün değil ya- şefaat etme konusunda bir araya gelebilseler şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez. Çünkü kıyamet gününde şefaat, hem izne hem de şefaat edilecek kişiye bağlıdır. Kâfir, şefaata lâyık değildir. Üstelik izin de yoktur. Dolayısıyla gerçek anlamda faydası yoktur. Bu âyet, kıyamet günü şefaatin sahih olduğuna ve günahkâr mü'minlere fayda vereceğine delildir. Aksi halde, şefaatin özellikle onlara fayda vermeyeceğini ifadede hiç bir mânâ yoktur. İbn Mes'ud: ”Melekler, peygamberler, şehitler ve sâlih kullar şefaat ederler. Cehennemde sadece dört gurup kalır" demiş ve: ”Biz namaz kılanlardan değildik." (Miiddessir: 43) mealindeki âyeti okumuştur. İbn Abbas da şöyle demiştir: ”Şüphesiz Muhammed (aleyhisselâm) şefaat eder. Sonra sırayla melekler, babalar, oğullar şefaat ederler. Daha sonra Allahü teâlâ : ’Benim rahmetim kaldı' buyurur ve kendisine cennet haram kılınanlardan başka hiç kimseyi cehennemde bırakmaz. Cehennemliklerden birisi, cennetliklerden birine: ’Ey falan! Beni tanımıyor musun? Ben sana bir yudum su veren adamım,' der. Diğer biri: ’Ben sana abdest suyu verenim,' der. Bir başkası: ’Ben sana bir lokma yedirdim veya elbise giydirdim,' der. Cennetteki de ona şefaat edip onu cennete sokar." 49Durum böyle iken yani yalanlayanların hali anıklığı gibi olunca, onlara ne oluyor ki, Kur'an'a imanı gerektiren şeylerin güçlülüğüne ve ona yönelmeyi icabettiren şeylerin kuvvetliliğine rağmen öğütten, Kur'an'dan yüz çevirmektedirler? 50Sanki onlar arslandan kaçan yaban eşekleridirler. Çünkü vahşi eşek aslanı gördüğü zaman, onun kahır ve üstünlüğünden dolayı korkar ve kaçabiidiğine kaçar. Çünkü aslan, yabani hayvanlara üstün gelip onları ezer. İbn Abbas, âyette ki ”kasvera" kelimesinin Habeşçe'de aslan anlamında olduğunu söylemiştir. Kâfirler, Kur'an'dan ve Kuranda ki öğüteri dinlemekten yüz çevirip kaçışlarında kendilerini korkutan şeylerden, şiddetle kaçan eşeklere benzetilmişlerdir. Onların eşeklere benzetilmesi, aynı zamanda aptallıklarına işarettir. Sen, korktuğu zaman yaban eşeğinin koştuğu ve kaçtığı kadar hiç bir şeyin koştuğunu görmezsin. Birisi en ağır biçimde küçümsenmek ve en rezil bir şekilde kötülenmek istenirse eşeğe benzetilir. Rivayete göre âlimlerden birisi, bir camide halka va'zediyordu. Etrafında kalabalık bir cemaat vardı. Eşeğini kaybeden ahmak birisi bunu gördü. Vaize: ”Ben eşeğimi kaybettim. Cemaate bir soruver, belki birisi onu görmüştür" diye bağırdı. Vaiz ona: ”Yerine otur, ben onu sana göstereyim," dedi. Adam oturdu. O esnada dinleyenlerden birisi kalktı, gitmek istedi. Vaiz adama: ”Al şunu, işte o senin eşeğindir," dedi. Belli ki vaiz bu sözü üzerinde durduğumuz âyetten esinlenerek söyledi. Çünkü o, Allahü teâlâ'nın öğüdünden kaçtı. 51Bak. Âyet 50. 52Hatta onlardan her biri, kendisine açılmış sahifelerin verilmesini ister. Bu, makamın gerektirdiği, mukadder cümle üzerine atfedilin iştir. Takdiri şu şekildedir: ”Onlar inatlarından ve kibirlerinden dolayı bu öğütle yetinmezler, ona razı olmazlar, halta onlardan her biri kendilerine açılmış kitaplar verilmesini ve onu okumayı dilerler. Rivayet edildi ki: Ebû Cehil b. Hişam, Abdullah b. Ümeyye ve arkadaşları Rasûlüllah'a: ”Bizden her birimize gökten bir kitap getirinceye veya her birimizin başı yanında açılmış, başlığı: Alemlerin Rabbinden falan oğlu falana diye yazan, içerisinde sana uymamız emredilen yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uy, çünkü o benim tarafımdan sana bir elçidir, denilen kâğıtlar oluncaya kadar sana uymayacağız" dediler. Nitekin onlar: ”Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin müddetçe senin (göğe) çıktığına asla inanmıyacağız" (İsrâ: 93) dediler. 53Hayır... Onların âyetlerle ilgili iddialarını ve istediklerini istemelerini reddir. Çünkü onlar bu sözleri hidayet ve irşad kabilinden değil, inatlarından söylediler. Aksine onlar âhiretten korkmazlar. Yani, âhiretten korkmadıkları için, öğütten yüz çevirdiler, sahifeler verilmediği için değil. 54Hayır, hayır... Bu, onların öğütten yüz çevirmelerini reddir. Şüphesiz o Kuran yeterli ve etkili bir öğüttür. 55Artık dileyen kabre girmeden önce onunla öğüt alır. Onu gözünün önüne diker, onun sebebiyle iki cihan saadetini elde eder. Çünkü o, bununla mümkündür. 56Bununla beraber öğüt almayı sadece kendilerinin dilemeleri ile değil ancak Allah dilerse veya Allah'ın öğüt almasını dilemesi halinde öğüt alırlar. Bu, açıkça gösteriyor ki, kulun yaptıkları, Allah'ın dilemesi iledir, kendi iradesi ile değil. Sakınmaya ehil olan da O'dur, Allah'tır. Kendisine inanan ve itaat edeni bağışlamaya ehil olan da O'dur. Bilginlerden birisi şöyle demiştir: ”Takva, Allah'tan başka her şeyden uzak durmaktır. Kim, takvada âdaba riayet ederse o, bağışlanmaya ehil olandır." Müddessir Sûresinin tefsiri, Allah'ın yardımı ve tevfiki ile sona erdi. |
﴾ 0 ﴿