KIYAME SURESİ1Kıyamet gününe yemin ederim. Ayetin başındaki ”lâ" harfi, yemini güçlendirmek için getirilmiştir. Bir şâir de bu harfi aynı şekilde kullanarak şöyle demiştir: Leyla'yı hatırladım, beni bir aşk ateşi sardı. Kalbin içi nerdeyese parçalanacaktı. Şiirdeki ”Parçalanacaktı" anlamındaki fiil: ”lâ yetekattau" şeklindedir ve baştaki ”lâ" te'kid içindir. Bir başka görüşe göre, âyetteki ”lâ" olumsuzluk ifade etmektedir. Ama bu olumsuzluk yeminle ilgili değil, kendisinden haber verilen şeyle ilgilidir. Buna sebep de kendisi ile yemin edilen şeyi yüceltmedir. Bu izaha göre âyetin anlamı şöyle anlaşılmalıdır: ”Onu, yeminimle gereği şekilde yüceltebilmek için bu şekilde yemin etmiyorum. Çünkü O, bundan daha çoğuna lâyıktır." Muğira b. Şube (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Kıyamet, kıyamet diyorlar. Oysa sizin her birinizin kıyameti ölümüdür." Alkame bir cenazeye şahit oldu. Cenaze defnedilince: ”İşte bunun kıyameti koptu," dedi. Bir şâir de bunu şu mısralarla ifadelendirmiştir: Dünyadan erkence çıktım ve kıyametim koptu. Cenazemi taşıyan da az oldu. 2Kendisini alabildiğine kınayan nefse yemin ederim ki... Bir şeyin adına yemin etmek; onun büyüklüğüne dikkat çekmek veya ondaki yaratılış inceliği ve nimetinin büyüklüğü gibi sebeplere dayanır. İki âyette yeminin tekrar edilişine sebep, kendisiyle yemin edilenlerden her birinin yeminde gaye ve müstakil olduğuna dikkat çekmektir. Nefis, ”kınayan: levvâme" kelimesi ile nitelenmiştir. Bu kelime sözlükte, kendisinden meydana gelen kusurlardan dolayı kendini kınayan, hâlâ kınamakta devam eden anlamındadır. Bundan dolayı Allah'ın, kendisi ile kıyametin kopması, kabirlerden çıkartılıp mahşerde toplanma gibi önemli olaylar İçin yemin etmesi tabiîdir. el-Keşânî şöyle der: ”Allahü teâlâ, kıyametle kendisini kınayan nefse birlikte yemin etti. Bunu, onları ta'ziın etmek için ve aralarındaki uyumdan dolayı yaptı. Çünkü kendisini kınayan nefis, kıyameti tasdik eder, onun vukuunu ikrar eder, sebepleri için hazırlık yapar. Çünkü iyi bile olsa, kusurlarda ve hayır işlemekteki ihmalinde daima kendisini kınar. Çünkü fazlaca hayır İşlemeye, iyi ameller yapmaya hırslıdır. Zira bunların karşılığını alacağına kesin inanır. Böyle olunca hata ederse, kusur işlerse, gaflete düşerse ne yapar?" Ayetlerdeki yeminin cevabı anılmamıştır. Şu âyet, bu mahzufa yani yeminin belirtilmeyen cevabına delâlet etmektedir: 3İnsan, kendisinin kemiklerini toplayamıyacağımızı mı sanıyor? Oysa o, dirilt ilecektir. Mânâ şöyledir: ”Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden insan, kendisinin çürüyen kemiklerini biraraya getiremiyeceğimizi mi zannediyor?" Bu, bâtıl bir zarıdır. Biz, o kemikler dağılıp ufalandıktan, toprakla karışıp parçalandıktan, rüzgâr alıp uzak bölgelere uçurduktan veya denizlere attıktan sonra, dünyada yaptıkları amellerinden dolayı cezalandırmak için onları toplayacağız. Denilmiştir ki: ”Müşrik Adiy b. Rabia, Rasûlüllah'a: ’Ey Muhammed! Bana kıyamet gününü haber ver, ne zaman kopacak? O nasıl bir şey?' dedi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) adama kıyameti anlattı. Bu sefer kâfir: ’Eğer o günü gözümle görsem yine seni tasdik etmem, Allah çürüyüp ufalandıktan sonra bu kemikleri toplayacak mı?' dedi." Bu, ”...Şu çürümüş, ufalanmış kemikleri kim diriltecek? dedi." (Yasin:.78) ây etkideki soruya benzemektedir. Bunun üzerine konumuz olan âyet inmiş tir. 4Evet, Biz onun parmak uçlarını bile derleyip eski haline getirmeye kadiriz. Yani küçük olmalarına rağmen el ve ayak parmaklarının kemiklerini toplar, birbirlerine ekleriz. Durum böyle olunca büyük kemikleri nasıl toplamayalım ki? Âyette parmak ucu anlamında ”benân" kelimesi kullanılmıştır. El ve ayak parmakları anlamında ”sülâmâ" kelimesi de kullanılmaktadır. Bu kelime bir hadiste aynı anlamda kullanılmıştır. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”insanların el ve ayaklarının parmaklarındaki her bir küçük kemik için bir sadaka vardır. Ayetteki, ”parmak ucu" diye İfade edilen ”el benân" kelimesini Râğıb; parmaklar diye izah etmiştir. İnsana arzu ettiği şeyleri yapabilme imkânı veren haller parmaklarla yapıldığı için bu isim verilmiştir. 5Fakat insan ileriye doğru daima kötülük etmek ister. Kötülük etmek anlamım veren ”yefcürû" kelimesinin aslı olan ”el-fecru", bir şeyi geniş bir şekilde yarmak, aynı kelimenin bir başka türevi olan el-fücûr de, dindarlık perdesini yarmak anlamındadır. Âyette mııradedilen mânâ şudur: ”İnsan önündeki vakitlerde ve ileriki zamanlarda kötülüklerine devam etmek ister, onlardan vazgeçmez." Âyetteki ”ileriye doğru" anlamına gelen ”emam" kelimesi, zaman veya yer için istiare yoluyla kullanılmıştır. Râğıb âyetle ilgili olarak: ”Kötülükleri yapabilmek için hayatı, yaşamayı ister" izahını getirmiştir. 6'Kıyamet günü ne zaman?' diye sorar. Bu, uzak görme ve alay yollu bir sormadır. Kıyametin sıhhatine delâlet eden bir delilin bulunmamasından ve durumu karışık olduğundan dolayı onu inkâr için değildir. Aksine o, kıyamet ne zaman? diye sorarken kötülüklerine devam etmek ister. Bu inkâr, insan tabinın şehvetlere meylettiğine işaret eder. Kıyameti düşünmek ise şehvetleri örseler. Şüphesiz onu inkâr eder, ikrardan kaçınır. 7Göz kamaştığı, hayret edip seğirdiği, kıyamet gününün dehşetinden korkarak hareket ettiği, ay tutulduğu, ışığı kaybolduğu -bu, aya tapanlara reddir. Çünkü eğer ay, ona tapanın zannetiği gibi tanrı olsaydı, tutulmaya karşı direnirdi. Husuf ve küsûf tutulma anlamında eş anlamlıdırlar. Işık veren iki şeyden (ay ve güneşten) birinin tümünün veya bir kısmının ışığının gitmesidir. Ay ve güneş tutulduğunda namaz kılmak sünneti müekkededir. Bunlardan birisi tutulduğunda insanlar namaza sığınırlar. Bu namaz, nafile gibi kılınır.- 8Bak. Âyet 7. 9güneş ve ay bir araya getirildiği zaman yani ışıkları gittiği zaman... Nitekim Rasûlüllah'tan böyle rivayet edilmiştir. Yani onların aralan, batıdan doğmakta birleştiği zaman... 10O gün yani bu işlerin vuku bulacağı gün, kıyameti inkâr eden insan umutsuz bir şekilde: 'Kaçış nereye?' diyecek. Çünkü, kaçışa imkân veren alâmetler görmeyecek. Bu sözü şaşkınlığına binaen söyleyecektir. 11Hayır... Bu: ”Kellâ: Hayır" kelimesi onun kaçış istemesini ve temennisini reddir. Hiç bir sığınak yoktur. Yani orada veya şu anda mevcut bir sığınak yoktur. Bir şâir, bir beytinde âyetteki sığınak anlamında ki ”ve-zer" kelimesini kullanarak şöyle demiştir: Ömrüne yemin ederim ki genç için, Ölümden ve yaşlılıktan varıp sığınacağı bir sığınak yoktur. Çünkü bunlardan her biri kesin, Allah'ın emridir. Hiç kuşkusuz insana ulaşır. 12O gün durulacak yer, sadece Rabbinin huzurudur. Yani kulların karar kılacakları yer sadece Allah'tır. Hesap yerinde sadece Allah'ın kendilerine emrettiği yere yönelirler. Yahut da mânâ şöyledir: Onların işlerinin duracağı son yer Allah'tır. Çünkü o gün saltanat sadece Allah'a aittir. Bu, ”Ve şüphesiz son varış Rabbinedir." (Necin: 42) âyetine benzer. Çünkü o gün, Allah'tan başka bir hâkim ve mâlik yoktur. 13O gün insana önden yapıp yolladığı yani ister hayır olsun, ister şer, hayatında iken işlediği ve iyi ya da kötü bir çığır gibi ölümünden sonraya geride veya hayatında iken Allah yolunda harcadığı ve ölümünden sonra vârislerine bıraktığı şeyler haber verilecek. İster iyi olsun ister kötü herkese ameller tart ildiği zaman, arz ve muhasebe halinde bunlar haber verilecektir. Haber verecek olan Allah'tır veya Allah'ın emri ile melektir. Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: ”Sizden herbirinizle Rabbi mutlaka konuşacaktır. Kendisi ile Allah arasında tercüman yoktur. Kişi sağa bakar, sadece daha önce yapıp gönderdiklerini görür. Sol tarafına bakar, sadece yapıp gönderdiklerini görür. Önüne bakar, yüzüne doğru olan cehennemden başka bir şey göremez. O halde yarım hurma ile de olsa cehennemden korununuz." (3) 3- Hadisi Buharî, Müslim ve Tirmizî tahrîc ettiler. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 1/428. 14Doğrusu insan kendisine kendi amellerine karşı apaçık bir şahittir, delildir. Onun bütün organları kendilerinden meydana gelen kotu amellere şahittirler. Bir başkasının haber vermesine ihtiyaç yoktur. Çünkü o gün hallerinin tüm detaylarım bilir, kendi aleyhine şahitlik yapar. Zira organları bunu söylerler. 15Mazeretlerini öne sürse bile. Yani özür dilemesi mümkün olan her türlü mazereti beyan etse bile, organları onun aleyhinde şahitlik eder ve bu şahitlik kabul edilir. Çünkü o gün, reddetmenin ve savunmanın değen yoktur. Zira o gün tüm gerçekliği ile hakkın açığa çıkacağı gündür. 16Onu. Kur'anı çarçabuk almak için yani Kuran'ın kendisinden alını vermesinden korkarak al el acele Kur'anı ezberine almak için daha Cebrail sana okumakta iken dilini kımıldatma. 17Şüphesiz vaad gereği onu senin kalbinde toplamak ve okutmak dilinde okuma işini tesbit Bize aittir. Öyleki onun mânâlarından hiçbir şey sana gizli kalmaz, istediğin zaman okursun. Kuran, okumak anlamında mastardır, bağışlama anlamındaki gufran kalıtımdadır. 18O halde Biz onu okuduğumuz, Cebrail'in diliyle sana okuma işini tamamladığımız zaman onun okunuşuna uy. Yani Cebrail okumasını bitirince hemen sen okumaya başla. İbn Abbas bu sözü, ”topladığımız ve kalbinde tesbit ettiğimiz zaman onunla amel et" şeklinde izah etmiştir. 19Sonra onu açıklamak Bize aittir. Yani anlamakta zorluk çektiğin mânâ ve hükümleri Biz açıklarız. Kapalı ve zor anlaşılan sözleri açıklayan şeye ”beyan" denilmiştir. Çünkü açığa çıkması kastedilmiş olan mânâyı beyan etmektedir. Tefsircilcr şöyle demişlerdir: ”Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vahiy telkin edildiğinde Cebrail (aleyhisselâm)ie okuma konusunda acele ederdi. O bitirene kadar sabretmezdi. Kendisinden kaçı vereceği endişesiyle acele ezberlemek isterdi. Bunun üzerine, gönlünü ve kulağını ona vererek susması emredildi. Ta ki kendisine vahiy tamamlanmış olsun. Nitekim bir âyette şöyle buyurulmaktadır: ”...Sana O'nun vahyi tamamlanmadan önce Kur'an (ı okumak)ta acele etme..." (Tâhâ: 114) Sonra da onda iyice derinleşene kadar onu inceleme işine devam et." "Dilini kımddatma" sözü, Rasûlüllahi eğitmek ve öğretmek içindir. Öğretme yönü, işaret edilen şu husustur: Allah'ı bilme kapısı insanların çoğuna kapalıdır. Allah'ı ancak kendi halleri ile ilgili açıdan anlarlar. O da vasıtalar açısıdır. Allah kendisi ile yaratıkları arasında melekleri vasıta kılmıştır. Eğitim yönü ise şudur: Allah'tan vahyi getiren Cebrail (aleyhisselâm) olunca, onun getirdiğini, hemen söylemeye başlanıldığında sanki onda acele edilmiş, Cebrail'e ihtiyaç duymama gibi olmuş olur. Bu da şüphesiz edebi ihlâldir. Özellikle mürşid ve muallime karşı olursa. Bu izah ile anlaşıldı ki, ”dilini kımddatma" sözü, konu değişikliği (istitrâd) yoluyla vâki olmuştur. Hazret-i Peygamberin bir vahiy geldiği zamanki durumu acelecilik olunca ve bu sûrenin başından ”mazeretlerini öne sürse bile" (Kıyâme: 15) âyeti vahyedilinceye kadar bundan yasaklanmadığı için, ”dilini kımıldatma" sözüyle bundan nehyedildi. Sonra da söz, insanlara hitap şeklinde başlanılan konuyu tamamlamaya döndü. Bu üslûp, bir öğretmenin şu uygulamasına benzer: öğretmen öğrenciye bir konu anlatır, öğrenci derse yakışmayacak bir şeyle meşgul olursa, öğretmen: ”Aklını bana ver ve söylediğimi anla" der. Sonra da konuyu tamamlar. Allah'tan, her an bizi Kur'an'a uyanlardan kılmasını dileriz. 20Hayır, -bu, sözün başlangıcındaki konuya dönüştür.- siz peşin olanı yani dünyayı seviyorsunuz. 21Ahireti bırakıyorsunuz. Onun için çalışmıyor, hatta onu inkâr ediyorsunuz. 22Öyle yüzler var ki, o gün parlayacaktır. Parlayıcı diye ifadelendirdiğimiz ”nâdıra" kalimesinin mastarı olan ”en-nadratü" derinin tazeliği ve güzelliği anlamındadır. Bu, nimetlenmenin sonucundandır. Kıyamet günü mü'minlerin yüzleri güzel ve parlak olacaktır. Onlarda nimetlerin parlaklığı ve güzelliği görülür. Nitekim bir âyette: ”Onların yüzlerinde nimetin parlaklığını ve sevincini görürsün," (Mutaffifîn: 24) buyurulmaktadır. 23Rablerine bakacaklardır. Bakmak, bir şeyi görmek ve anlamak için gözü çevirmektir. Yüzlerin bakmasından maksat, yüzlerdeki gözlerin bakmasıdır. Mahallin anılıp o mahaldeki şeyin kastedilmesi yoluyla söylenmiştir. Ayetin anlamı şudur: Yüzler, onun dışındaki hiçbir şeyi farkedemeyecek derecede onun güzelliğini incelemeye dalarak apaçık bir şekilde Allah'ı görürler, onu müşahede ederler. Yaratanına bakan bu yüzlerin sevinmeleri ve parlamaları haklarıdır. Ehl-i sünnet âlimlerinin tümü bu âyetin, müminlerin Allahü teâlâ 'yı keyfiyetsiz ve sınırsız şekilde görecekleri mânâsını içerdiğine hamlet mislerdir. Zemahşerî'nin âyeti, bekleme ve umma şeklinde alıp mu nıinlerin dünyada Allah'tan başka kimseden korkmayıp başkasından bir şey ummadıkları gibi, âhirette de nimet ve keremi başka hiç kimseden beklemedikleri biçimde açıklaması isabetli değildir. Zemahşerî'nin iddiasına şöyle cevap verilebilir: Gerekli bir zaruret yokken sözün hakikatini bırakıp, kinaye yoluna gidilmez. Burada da böyle bir zaruret yoktur. Ayrıca sahih hadisler, hakikî mânânın murad edildiğine delâlet etmektedirler. Mutezile âlimlerinden kimileri ”bakacaklar" anlamındaki ”nazıra" kelimesinin ”müntezira: bekleyenler" anlamında olduğunu söylemişlerdir. Buna göre ”ilâ" kelimesini, nimet mânâsında müfret bir isim olarak kabul etmiştir. ”Rab" kelimesine izafe edilmiştir. O zaman âyetin anlamı şu şekildeolur: ”O gün yüzler, Rablerinin nimetini beklemektedirler." Bu anlayışa şu şekilde cevap verilir: İster gerçek mânâsı kastedilmiş olsun, İster mahallin anılıp, içindekinin dilenmesi yoluyla göz kastedilmiş olsun, bekleme yüze nisbet edilemez. Ayrıca ”vech" (yüz) kelimesini ”zât" diye tefsir etmek akla aykırıdır. Çünkü beklemek, acılardan elemlerden sayılır. Cennet nimetleri ise cennetlikler için önlerinde hazırdır. Böyle bir izah, nakle de aykırıdır. Şu hadis, yukarıdaki izahı nakzetmektedir: ”Cennetliklerin derecesi en düşük olanları bahçelerine, eşlerine, nimetine, hizmetçilerine ve koltuklarına bin yıllık mesafeden bakanlardır. En üstünleri de Allah'ın yüzüne sabah akşam bakanlardır." Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu dedikten sonra ”Öyle yüzler var ki o gün parlayacaktır, Rablerine bakacaklardır," âyetlerini okudu. Görüldüğü gibi Efendimiz bakmayı, gözle bakmak ve görmek diye tarif etti Buna göre açığa çıktı ki karşı görüşte olanlar kendi şahsî görüş ve nevalarına uymuşlardır. Rivayet edildi ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gece aya baktı ve: ”Siz şu ayı gördüğ ünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz. Onu görmekte birbirini" üzerine yığılmayacak (birbirinize sormayacak) siniz."(5) Yani ”O nerede, bana gösterin," demeyeceksiniz. Aksine herkes onu kendi başına görecek. Hadisteki ”birbiritıiz üzerine yığılmayacaksınız," anlamına ”lâ tezammûne" kelimesi, ”size bir haksızlık gelmez" anlamına gelecek ve inin harfini şeddesiz olarak okuyarak ”lâ tezâmûne" şeklinde de rivayet edilmiştir. Buna göre hadisi şöyle anlamak gerekir: ”Allah'ı bir kısmınız görüp, bir kısmınız görmemek suretiyle haksızlığa uğratılmazsınız. Aksine onu görmekte hepiniz eşit olursunuz. 5- Hadisi Buharı, Müslim, Tirmizî ve Ebû Davucl tahrîc ettiler. Bkz. Cem'u'l-Fevâid, 2/487. Bu, tüm ümmetin kabul ettiği meşhur bir hadistir. Bununla sabit olmuştur ki, mü in in ler onu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak göreceklerdir. Bu konuda şu söz darbımesel haline gelmiştir: ”Gördükleri zaman, nimeti unuturlar, Mu'tezilelere yazık, onlar ne kadar sapık." Mâlik b. Enes'e: ’Rablerine bakacaklar,' anlamındaki âyet soruldu ve: ’Bazıları bunu, Rablerinin sevabına bakacaklar' şeklinde anlıyorlar, sen ne dersin?" denildi. Mâlik: ”Yalan söylüyorlar, onlar Cenab-ı Hakkın şu sözüne ne diyecekler? 'Hayır, şüphesiz onlar o gün Rablerini görmekten mahrumdurlar.' (Mutaffifîn: 15) İn satıl ar Allah'a gözleriyle bakacaklar. Eğer mü'minler kıyamet günü Rablerini görmeyecek olsaydı, kâfirlere mahrumiyetle azap etmezdi." dedi. İkdü'l-Ferîd yazarı da şöyle der: ”Bunun dışında bir şeye inanan bid'atçıdır, fasıktır. Bu, istenilene şahitlik etmekte, bid'at ehlinin iddiasını reddetmektedir. Allah'ı görmek en büyük lezzettir. Müslümanlar ondan nasıl mahrum olurlar? O diyar, lezzet diyarıdır. Öyleyse müminin cennet nimetleri içerisinde en büyük gayret ve himmeti, Allah'a kavuşma nimeti olmalıdır. Çünkü bunun dışındakiler basit ve herkes için müşterek olan nimetlerdir." Ariflerden birisi de şunları söylemiştir: ”Yaratıklar, Allahü teâlâ 'ya en yakın komşudur. Bu, en büyük müjdedir ve mutluluktur. Şüphesiz komşu için mâruf ve meşru bir hak vardır. Onu, Allah'ı bilen âlimler bilir. Komşunun komşu üzerindeki hakkı, keremi ilâhinin gereğine göredir." Anlatıldığına göre Haccac bir şahsı öldürmek istedi. Adam: ”Benim senden bir istediğim var" dedi. Haccac: ”O ne?" dedi. Adam: ”Seninle birlikte üç adım yürümek" dedi. Haccac istenileni yaptı. Sonra adam: ”Bu beraberliğin hakkı için beni affetmelisin," dedi. Haccac da adamı affetti. 24Öyle yüzler de var ki, o gün asık olacaktır. Karanlıktır, üzerlerinde hiçbir sevinç eseri yoktur. Onlar, kâfirlerin ve münafıkların yüzleridir. 25Bilirler ki yani erbabı, işaretlere göre umarlar ki bel kemiklerini kıracak bir musibete büyük bir felakete uğratılacaklar. Âyetteki ”fakıra" insanın bel kemiklerini kıran büyük musibet ve felâket demektir. ”Fakir" kelimesi de bu kökten türemiştir. Çünkü fakirlik de insanın bel kemiğini kırar, onu başkalarına muhtaç bırakır. Bu, mes'udların yüzleri ile bedbahtların yüzleri arasında çok lâtif bir karşılaştırmadır. Parlayan güleç yüzler, kendilerine her türlü hayrın yapılacağını bekledikleri gibi, bedbahtların yüzleri de musibeti beklerler. Zira ikisi arasındaki karşılaştırma bunu gerektirir. 26Hayır hayır... Bu söz, dünyayı âhirete tercihten yasaklamadır. Yani bundan kaçınınız, önünüzdeki kesin olan ölüme karşı dikkatli olunuz. Can ne zaman ki köprücük kemiklerine dayanır, yani ruh göğsün üst kısmına ulaşır ki, oraya ulaştığı zaman artık hırıltının çöktüğü vakittir. 27Ve: ’Tedavi edebilecek kim?' denilir. Yani can sahibi: ”Bunu kim tedavi eder? Onu bu sıkıntıdan kim kurtarır?" der. Tedavi eden anlamındaki ”rakın" kelimesi, kendisi ile şifa verecek bir şeye sığındırmak anlamına gelen ”er-rukye" kelimesinden türemedir. Nitekim hasta için ”bismillâhi erki-ke" Allah'ın adıyla onu sana sığındırırım" denilir. Ayetteki soru, talep (istek) manasınadır. Sanki onlar, kendilerini tedavi edecek bir tabip veya rukye yapacak bir okuyucu isterler. Soru kelimesinin inkâr anlamında soru olması da muhtemeldir. Nitekim umutsuzluk anında: ”Ölüme yönelen bu adamı kim tedavi edebilir?" denilir. Doğrusu Râğıb el-Isfehânî'nin dediği gibidir; ”tedavi edebilecek kim" sözünün anlamı, artık onu tedavi edecek ve kendisine karşılık verecek kimsenin bulunmadığına tenbih için ”Onu kim tedavi eder?" demektir. Bu izah şâirin şu sözüne benzer: Ölüm tırnaklarını geçirdiği zaman, Sen fayda vermeyen her türlü muskayı gök boncuğu bulursun. Muska diye ifade ettiğimiz ”temime" kelimesi, Arapların nazar değmesinden korkarak çocuklarına taktıkları boncuklardır. Bu, bâtıl bir inançtır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Kim muska (nazar boncuğu) takarsa (Allah'a) ortak koşmuştur" buyurmuştur. (6) 28Bunun, ayrılık olduğunu anlar. Ölüme yaklaşmış olan şahıs ölüm meleklerini görünce, başına gelen şeyin sevgili dünyadan ve düşük mallarını kazanmak için değerli ömrünü zayi ettiği nimetlerinden ayrılmak olduğunu çok iyi anlar. İmam Fahreddin Razî şöyle der: ”Bu âyet delâlet etmektedir ki ruh, kendi kendine durabilen, bedenin ölümünden sonra da kalan bir cevherdir. Çünkü Allahü teâlâ ölümü ayrılık diye adlandırmıştır. Ayrılık ancak ruh bakî olduğu zaman söz konusudur." Müzeni de şunları söylemiştir: ”Ölüm hastalığında iken Şafiî'ye uğradım.’Nasıl oldun,' dedim. 'Dünyadan göç eden, dostlardan ayrılan, kötü amelime kavuşan, ölüm kasesini içen, Rabbine varan bir halde oldum. Bilmiyorum ki ruhum cennete mi varıyor da tebrik edeyim, yoksa cehenneme mi giriyor onu takviye edeyim,' dedi. Sonra da şu iki beyti okudu: Kalbim katılaşıp, yollarım daraldığında, Umudumu senin affına doğru merdiven yaptım. Günahlarım bana büyük göründü ama ey Rabbim! Senin affına yaklaştığım zaman, senin affın daha büyüktür. Yahya b. Muaz rahimehullah şöyle demiştir: ”Cenaze kabre girdiği zaman, kabrin köşesinden dört melek çıkar: birincisi başının, ikincisi ayaklarının yanında üçüncüsü sağ, dördüncüsü de sol tarafında oturur. Başının yanındaki: ’Ey Âdemoğlu! Vâdeler yok oldu, emeller zayıfladı." der. Sağ tarafındaki: ”Mallar gitti, ameller kaldı" solundaki: ’Meşguliyetler gitti, vebal kaldı' ayaklarının yanındaki de: 'Eğer kazandıkların helâlse ve dünyada iken Yüce Allah'ın hizmetinde isen ne mutlu sana!' der. 29Ve bacak bacağa dolaşır. Yani onun bir bacağı öteki bacağına dolaşır, ölüm üzüntüsü esnasında onun üstüne eğilir. Yahut da dünyadan ayrılmanın şiddeti, âhirete yönelmenin şiddeti ile karışır. Buna göre, bacak şiddet için bir meseldir. Mecazî mânâda benzetme yönü şudur: İnsanın başına aniden bir şiddet geldiği zaman, onun için bacaklarını sıvar, gayret gösterir. Şiddetli bir şey için de ”sâk: bacak" denilir. Çünkü o şiddetin ortaya çıkması, gayrete gelmenin, paça sıvamanın ortaya çıkmasının gereğidir. Said b. el-Müseyyeb: Buradaki bacaklardan maksadın, ölünün kefene sarılan bacakları olduğunu söyler. 30İşte o gün sevk, sadece Rabbinedir. Yani insan başkasına değil sadece Allah'a ve O'nun hükmüne sevkedilir. 31O insan, Rasûlüllah ve Kuran gibi tasdik etmesi gerekeni tasdik etmedi... Bu âyette ki ”lâ" edatı, ”km" manasınadır. Mazinin (dili geçmiş zaman kipi) başında, tekrar kuvvetinde olduğu için gelmiştir. Araplar ”lâ" edatım tekrar sız olarak pek nadir kullanırlar. Ve kendisine farz kılman namaz! kılmadı. Bu ifade, kâfirlerin de, cezalandırılması konusunda dinin fiiruu denilen hükümleriyle mükellef olduklarına delildir. Yani kâfir, imanı terkettiği için kınanmaya ve cezaya müstehak olduğu gibi, dünyada eda etmesi üzerine farz olmadığı halde namazı terkten dolayı da azaba müstehaktır. 32Ama Kuran ve Rasûl hakkında söylenenleri yalanladı ve arkasını döndü. Taatten yüz çevirdi. 33Sonra da bununla iftihar ederek, yürümesinde böbürlene böbürlene ailesine veya arkadaşlarının yanına gitti. Şüphesiz böbürlenen, adımlarını açar. Yani yürürken adımları uzatmak böbürlenmenin gereklerindendir. İşte bu yürüyüş, böbürlenmeden kinayedir. Böbürlenme mânâsını ifade eden kelimenin, uzanma anlamındaki ”temettî" kelimesinden de, sırt anlamına gelen ”meta" kelimesinden de gelmiş olması muhtemeldir. Sırt ile böbürlenme arasındaki ilgi, böbürlenerek yürüyenin sırtını eğmesi ve hareket ettirmesidir. Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: ”Ümmetim böbürlenerek yürüdüğü, kendilerine Farslılar ve Romalılar hizmet ettiği zaman, onların azapları kendi aralarındadır." (7) 7- Hadisi Tirmizî Sünen'inde şu lâfızla tahric etmiştir: ”Ümmetim böbürlenerek yürüdüğü, onlara kralların oğulları, Farslıların ve Romalılar in oğulları hizmet ettiği saman, şerlileri hayırlıları üzerine musallat edilir?' Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 3/156. 34Sana yaklaşsın (o azap) çünkü sen buna lâyıksın. 35Sonra yine sana yaklaşsın (o azap) zira sen buna lâyıksın. Sonraki âyet, öncekini güçlendirmek için tekrarlanmıştır. Bu âyetteki terim ”yazık sana" yerinde kullanılmıştır. Maksat, başına kötü bir şey gelmesi için beddua etmektir. Tabirin aslı, ”evlûkellahu ma tekrahühû: Allah sana hoşlanmadığın şeyi yaklaştırsın" şeklindedir. ”leke"mn başındaki lam zâlddlr. Kamusta bu kelime şöyle açıklanır: ”Evla leke tehdittir. Allah, ona belasını verecek şeyi yaklaştırsın, demektir. Ya da bu terim ”daha lâyık" anlamında isimdir. Buna göre âyetin mânâsı: ’Helak senin için her şeyden daha lâyıktır,' şeklinde olur." Rivayete göre bu âyet indiğinde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bethâ'da Ebû Cehil'in elbisesinin yakasını tuttu, göğsünden bir iki kere silkeledi ve ona bu âyetleri okudu. Ebû Cehil: ”Beni tehdit mi ediyorsun ey Muhammed? Sen ve Rabbin bana hiç bir şey yapamazsınız. Ben bu vadinin en şerefli adamıyım," dedi. Bedir gününde Allah onu en kötü biçimde yere serdi, en fena şekilde gebertti. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Şüphesiz her ümmetin bir firavunu vardır. Bu ümmetin firavunu da Ebü Cehildir," buyurdu. 36İnsan başı boş bırakılacağını mı sanıyor? Yani, ihmal edilerek yaşayacağım, hiç bir şeyle mükellef tutulmayacağını, yaptığının karşılığını görmeyeceğini mi zannediyor? Âyeti kerime öldükten sonra dirilmeye delildir. Bunun izahı şudur; İnsanı mükellef yani sorumlu tutmadan kendisine güç vermek, âletler vermek ve birtakım işleri yapma imkânı vermek, iyilikleri emredip, kötülüklerden men etmek, Allahü teâlâ 'nın çirkin işlere razı olmasını gerektirir. Bu, onun hikmetine uygun değildir. Öyleyse dünyada mutlaka yükümlülük, sorumluluk yüklemek gerekir. Yükümlülük yüklemek de kerem ve merhamet sahibi olan Allah'a inanıp sâlih amel işleyenlerle, yer yüzünde bozgunculuk yapanları ayırmak, günahlardan korunanları günahkârlar gibi tutmamak ve her nefse kendi yaptığı ile karşılık vermek için lazımdır. Karşılık vermek (cezalandırmak) bazen dünyada olmaz. O zaman mutlaka öldükten sonra dirilme ve kıyametin olması gerekir. Dünya, dar olduğu için cezalandırma, karşılık verme diyarı olmamıştır. Büyüklerden birisi şöyle demiştir: ”Kim amellerinin ve hallerinin sonucunu bu dünyada hemen görmek isterse sû-i edepte bulunuş, yurda, hakikatine uymayan bir şekilde muamele etmiştir." 37İnsan, akıtılan meniden bir nutfe (sperm) değil miydi? Bu âyet, öldükten sonra dirilmenin sıhhatine ikinci bir delil getirmedir. Soru, azarlama, kınama anlamındadır. Mânâ şudur: ”İnsan, rahme dökülen, değersiz, tiksinti veren, azıcık bir su değil miydi? Allahü teâlâ bu sözleriyle önce insanın değersizliğine sonra da kendi kudretinin kemaline dikkat çekmiştir. Çünkü böyle basit bir şeyi, düzgün, organları tanı bir insan haline getirmiştir. Bilginlerden birisi âyetteki ”akıtdan" kelimesinin faydasını şöyle açıklamaktadır: ”Bu, insanın halini hakarete işarettir. Sanki şöyle denilmiştir: O, necasetin çıktığı yere akan meniden yaratılmıştır. Böyle birisinin, emrettiği ve nehyettiği şeylerde Allah'a karşı gelmesi nasıl yakışır?" 38Sonra o meni, beyazken Allah'ın kudreti ile kırmızı, donuk, katı, bir kan pıhtısı oldu, derken (Rabbin) onu biçime koydu yani onu, organlar birbirlerinden ayrılıp farkedilmeyc elverişli bir et parçası haline soktu ve şekil verdi. Onu düzene koydu, ilâhî hikmetin gerektirdiği şekil üzere oluşumunu tamamladı. Bilginlerden birisi, şekil verme ve düzene koymadan maksadın, çift olan organlardan her birinin diğerine denk oluşu, olduğunu söyler. 39Ondan, insan cinsinden veya meniden iki cinsi; erkek ve dişiyi var etti, yarattı. 40O, bu eşsiz yaratışı gerçekleştiren şanı yüce olan Allah, ölüleri tekrar diriltmeye muktedir değil mi? Akla göre tekrar diriltmek, ilk defa yaratmaktan daha kolaydır. Çünkü aslî unsurlar ve ana madde mevcuttur. Rivayet edildi ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti okuyunca, onu diriltmeye muktedir olmamaktan tenzih etmek ve bunun olacağını isbat için: ”Sühhaneke Allâhümme belâ: Seni tenzih ederiz ey Allah'ım! Evet muktedirsin ” demiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Sebbi-hisme rabbike'l-âlâ" sûresini okuyan ”sübhane Rabbiye'l-a’lâ" desin. ”Lâ uksimü bi yevmi'l-kıyame" sûresini okuyan, sonuna vardığında ”sübhanekellahümme belâ: Seni tenzih ederiz ey Allah'ım! Evet muktedirsin" desin. İster imanı olsun ister cemaat, bunu söylesin." Bir hadiste de şöyle buyurulmuştur: "Sizden biri’vettîni vezzeytûni' sûresini okuyup, sonundaki’eleysellahû bi ahkemi'l-hâkimîn âyetini bitirince: ’Belâ ve ene alâ zâlike mine'ş-şâhidîn: Evet Allah'ım sen hakimler hakimisin, ben buna şahit olanlardanım' desin. ’Lâ uksimü bi yevmil kıyâme' sûresini okuyup da,’eleyse bi kadirin alâ en yuhyiye'l-mevta âyetini bitirince, sübhaneke belâ: Seni tenzih ederiz evet,' desin.’Ve'l-mürselâti urfen' sûresini okuyup da febi eyyi hadisin ba'dehû yû'minûn: Onlar ondan sonra hangi söze inanacaklar,' âyetini bitirdiğinde de, ’Amenna bili âh: Allah'a iman ettik,' desin." Allah'ın yardımı ve inayetiyle Kıyâme Sûresi'nin tefsiri sona erdi. |
﴾ 0 ﴿