İNSAN SÛRESİ1İnsanın... Burada ”insan"dan maksat Hazret-i Âdem değil, insan cinsidir. Âyetteki nutfe kelimesi buna delâlet eder. Çünkü Hazret-i Âdem, nutfeden yaratılmamıştır. Üzerine zamandan bir süre... Âyetteki ”hm", mutlak ve belirsiz bir zamandır. Uzun olsun kısa olsun tüm zamanlar için kullanılabilir. Yani uzayıp giden zamandan, sınırlı bir müddet. İbn Abbas'a göre bundan maksat, insanın ana kanımda kaldığı dokuz aylık zamandır. Kayda değer bir şey olana kadarki süreyi içerir. Geldi geçti. Geldi, anlamındaki ”etâ" fiilinin başındaki ”hel" aslında ”mi, mı" anlamında sora edatıdır. Ama bu kelime ”şüphesiz, muhakkak" anlamında da kullanılmaktadır ve burada bu anlamdadır. Kelime ile soru kastcdilmediğinin delili, Allah'ın bir şeyi öğrenmek maksadıyla sora sormasının İmkânsızlığıdır. O zaman cümleyi haber anlamında almaktan başka çare yoktur. Bu kullanışın misalleri mevcuttur. Meselâ birisine: ”Sana öğüt verdim mi?" dediğin zaman ona öğüt verdiğini ikrar etmesini kastetmiş olursun. Bu kelimenin inkâr anlamında da kullanıldığı görülmektedir. Meselâ, böyle bir şeye kimsenin gücü yeter mi, dediğin zaman ona kimsenin gücünün yetmediğini ifade etmeyi kastedebilirsin. Ki o süre İçinde insan anılmaya değer bir şey değildi. Aslında o unutulan, değersiz, bellerdeki bir damla su idi. Onun nutfe oluşu ve insanlık özelliği ile anılan bir şey oluşu arasında belirli bir zamanla sınırlı muayyen bir süre vardır. Ayetteki takriri soru, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edene yöneltilir. Takdir şöyledir: Evet o, kayda değer bir şey değilken zamandan bir süre onun üzerine geldi. Ona: ”O yokken kim var etti? Öyleyse öldükten sonra onu tekrar diriltmek nasıl İmkânsız olur?" denilir. 2Biz insanı, bedenini -insan kelimesinin açıkça söylenmesi ikrarı artırmak içindir- karışık bir nutfeden yarattık. Nutfenin karışık olmasından maksat, erkek ve kadın suyunun rallimde karışmasıdır. Bunlardan herbirinin renk, İncelik, katılık ve diğer özellikler bakımından farklı nitelikleri vardır. Sözgelimi erkek suyu beyaz ve katıca, kadın suyu sarı ve daha incedir. Çocuk hu sulardan meydana gelir. Hangisi ötekine baskın gelirse çocuk ona benzer. İnsan vücudundaki sinir, kemik ve güç erkeğin suyundan; et, kan ve kıllar kadının suyundan meydana gelir. Hazret-i Peygamber'den böyle rivayet edilmiştir. Hasan-ı Basrî bu karışıklığı, meninin hayız kanıyla karışması tarzında izah eder. Kadın hamile kaldığı zaman hayızı durur ve kan meni İle karışır. Kamus müellifi de bu anlayışı benimsemiş ”ve nutfe tün emşâcün" terimini, kadının suyu ve kanıyla karışan nutfe, şeklinde açıklamıştır. Buna göre iki nutfe ile kadının kanı beraber olur. Râğıp el-Isfehânî terkibe daha farklı bir açıdan bakmış, bunun Allah'ın nutfede yarattığı çeşitli güçler olduğunu söylemiştir. Bu güçler şu âyetlerde işaret edilen güçlerdir: ”Yemin olsun Biz insanı çamurdan bir özden yarattık. Sonra onu bir sperm (nutfe) halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi bir aleka yaptık..." (Mü'minûn: 12-14) Katâde'nin dediğine göre İse, ”karışık" diye İfade ettiğimiz ”emşâc" kelimesi, renkler ve tavırlardır. Nutfe, kırk günde kan pıhtısı (aleka), seksen günde bir lokma et (mudğa) olur. Yüz yirmi günde de ona ruh üfürülür. Bazıları âyetlerdeki ilk İnsan ile Hazret-i Âdem'in, İkincisi İle de zürriyetinin anlatılmak İstendiğini söylemişlerdir. Ama uygun olanı her iki yerde de İnsan cinsinin anlaşılmasıdır. Çünkü maksat, yokluktan sonra yaratılışın keyfiyetini insana hatırlatmaktır. Ta ki ilk durumun yokluk olduğunu, son halinin de hor görülen bîr sudan yaratılmış olduğunu hatırlasın da öldükten sonra dirilmeyi uzak görmesin. Onu imtihan ediyoruz. Bu, hâl cümlesidir. ”Yükümlülük yüklemek suretiyle onu imtihan etmek İsteyerek" takdirindedir. Ta ki onun hâllerini, öz olarak bildikten sonra detaylı olarak müşahade edelim. Kabulden ve redden, mutluluktan ve mutsuzluktan bazılarının hâlleri bazılarının önüne geçsin. Bu yüzden indirilen âyetleri İşitebilsin ve tabiî (tekvînî) âyetleri görebilsin diye onu işitici, görücü yaptık. Bu sanki imtihana sebep olan şeydir. Âyetin anlamı şu takdirdedir: ”Biz onu, yükümlü kılmayı dileyerek yarattık, kendisiyle yükümlü tutmanın sahih ve doğru olan şeyleri ona verdik. O da İşitme, görme ve diğer anlama ve ayırma araçlarıdır. Akıl bu araçlar arasında anılmadı. Çünkü maksat, anlamanın araçlarını anmaktır. Yaratıklardan mutluluğa erenlerin çoğu için bunun ilk yolu dinleme sonra da görmedir. Bundan sonra akıl anlar. Âyette görme ve işitme fiilleri için mübalâğa kalıbının seçilmesi, Allah'ın kula olan ihsanının mükemmelliğine, ona olan nimetinin tam olduğuna işaret içindir. Ebû Osman el-Mağribî kuddise sirruhû şöyle der: ”Allahü teâlâ yaratıkları dokuz çeşit şeyle imtihan etmiştir. Bunlardan üçü fitneye düşürücüdür. Onlar gözü, kulağı ve dilidir. Üçü inkarcı (hakikati gizleyici) dır. Onlar nefsi, lıevâsı ve düşmanı olan şeytandır. Üçü de mü'mindir. Onlar da aklı, ruhu ve kalbidir. Allah kulunu yardımı ile güçlendirirse aklı kalbine galip gelip ona hâkim olur. Nefis ve nevayı esir alır. Böylece nefis ve hevâ hareket imkânı bulamazlar. Nefis ruhla, hevâ da akılla bütünleşir, onların içinde erirler. O za man da Allah'ın kelimesi (tevhid) en üstün olur." 3Şüphesiz Biz ona âyetler indirmek, deliller koymak suretiyle, hayır ve şer, kurtuluş ve helak yolu nu gösterdik, öğrettik. ”Ona iki yolu (hayır ve şer yollarını) göstermedik mi?" (Beled: 10) âyetinde belirtilen de aynen bu âyetteki manaya benzemektedir. İster şükredici, ister nankör olsun. Yani istediğine ulaştıran yola girme gücü ve imkânı verdik. Şükreden mü'min, nankörlük eden de kâfirdir. Çünkü şükür, nimeti vereni ikrar, küfrün başı da ona nankörlüktür. Yani insanlardan kimileri hidayeti bularak şükredici olur, kimileri de ondan yüzçevirerek nankör olur. Âyette şükreden anlamında ismi fail kalıbıyla ”şâkir" kelimesi kullanıldığı halde, nankörlük eden anlamında mübalâğa kalıbıyla ” kefûr" denilmiştir. ”Kefûr ”kalıbının kullanılış sebebi, âyet sonlarındaki uyuma riayet ve insanın herhangi bir şekilde nankörlükten çoğukez uzak olduğuna işarettir. Cezalandırılacak olan nankörlük, aşırı olandır. İnsanlardan çok şükreden ise azdır. Bundan dolayı Allahü teâlâ ”immâ şekûran ve immâ kefûran" demediği gibi ”immâ şâkiran ve immâ kâfiran" da demedi. Âyette murad edilen anlam şudur: ”Biz insanı şükür yolunu veya nankörlük yolunu seçmekte muhayyer bıraktık. Bazıları şükür yolunu bazıları da nankörlük yolunu seçti. Nitekim bir haberde şöyle buyurulmuştur: ”Şunlar cennetliktir, ben aldırış etmem. Şunlar da cehennemliktir, ben onlara da aldırmam." Yani övgü ve yergi bana değil, onlara yöneliktir. Allahü teâlâ bu iki grubu zikrettikten sonra, onların peşinden tehdit ve vaadi getirip şöyle buyurdu: 4Doğrusu Biz âhirette yol gösterdiğimiz fertlerden kâfirler için cehenneme sürüklenecekleri zincirler, kaçmalarından korkulduğu için değil, hakaret ve işkence için bağlandıkları bukağılar -bukağı, işkence için boyuna takılan kelepçedir- ve alevli bir ateş hazırladık. Onunla yakılırlar. Kâfirler cehenneme, hakka bağlanmadıkları için zincirlerle çekilirler. Allah'a karşı tevazu sahibi olmadıkları için bukağılarla bağlamışlar. Allah'tan korku ateşiyle yunmadıkları için cehennem ateşiyle yakılırlar. Âyetlerde önce kâfirlerle ilgili tehdit anıldı. Çünkü korkutmak daha önemli ve daha faydalıdır. Sözü mü in inleri anarak bitirmek daha iyidir. Ayrıca onların niteliklerini saymak detaylıdır. Eğer onlar daha önce anılsa idi belki de âyet-i kerimenin başı ve sonundaki cevaplar bozuk olacaktı. 5Şüphesiz iyiler... Nankörlerin (kâfirlerin) kötü halleri anlatıldıktan sonra, şükredenlerin iyi hallerinin anlatımına başlandı, ”iyiler" diye ifade ettiğimiz ”ebrâr" kelimesi, ”berr" veya ”bârr" kelimeler inin çoğuludur. Yaratıcısına itaat eden anlamındadır. Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh): ”Berr, zerre (küçük karıncaya) eziyet etmeyen, içinde şer gizlemeyen kişidir" demiştir. Bir şiirde aynı şekilde şöyle denilmiştir: Eğer kendi olgunluğunu istiyorsan bir karıncaya eziyet etme. Şüphesiz senin olduğu gibi, onun da canı tatlıdır. Karışımı kâfur suyu olan bir kadehten içerler. ”Kâfur": Cennetteki bir pınarın adıdır. Diğer pınarlar gibi onun da suyu, kâfur gibi beyaz ve kokuludur. Kamus'ta bu kelime şöyle açıklanmaktadır: ”Kâfur. Bilinen bir kokudur. Çin ve Hindistan dağlarında yetişen bir ağaçtan elde edilir. Bu ağaç bir çok insanı gölgeleyecek derecede büyüktür. Kaplanlar bu ağacı çok severler." Âyette geçen ”ke's-kâse", İçerisinde şarap bulunan bardaktır ki bu bardağa ”kadeh" denir. Sırf şarap için kullanıldığı da olur. Çoğunluğun görüşüne göre burada da şarap anlamındadır. Hatta Dahhâk'tan: ”Kur'an'da geçen her ke's (kâse) kelimesi ile şarap kastedilmiştir," dediği rivayet edilmiştir. 6O bir kaynaktır ki... Bu anlamı veren ”aynen" kelimesi, önceki âyette geçen ”kâfur" kelimesinden bedeldir. ”Akan pınar" demektir. İçindeki suyun akıcı olmasından dolayı su kaynağına da ”ayn" denilir. Onu Allah'm mü'minlerden olan iyi kulları içerler. Kulların, mü'minler ile kayıtlanması, ”kullar" kelimesinin Allah ismine izafesi sebebiyledir. Çünkü Allahü teâlâ genelde İsm-i A'zanı'ma mü'minleri izafe eder. Yani mü'min kullar kâfûrlu şarap içerler. Çünkü şarap kâfurla karışıktır. Bu, onun lezzetinin fazlalığından kinayedir. Onu akıtırlar, fışkırtırlar. Bu anlamı veren kelimenin kökü olan ”el-fecr" kelimesi, bir şeyi geniş biçimde yarmak anlamındadır. Burada muradedilen mânâ şudur: ”Mü'minler o kâfur pınarını istedikleri yere gayet kolay bir şeklide akıtırlar. Pınar onlara diretmez, aksine kuvvetle fışkırarak akarlar. Çünkü cennetteki nehirler, ağaçlar ve başka şeylerin boyun eğdiği gibi cennetliklere boyun eğerler. 7Onlar, kendilerine gerekli kıldıkları adakları yerine getirirler. O halde, Allah'ın farz kıldığı namazı, zekâtı, haccı ve diğer emirleri nasıl yerine getirmezler ki? Bu, onların vazifelerini yerine getirmelerini anlatmakta, abartılı bir ifade biçimidir. "Adak", Bir kimsenin mubah olan bir fiili kendisine gerekil kılmasıdır. Meselâ: Allah rızası İçin şu kadar sadaka vermek üzerime borç olsun, hastam. İyileşirse veya yitiğim bulunursa... yapacağım, demesi gibi. Adak (nezir), vaad gibidir. Ancak bu, kullar tarafından olursa adak, Allah'tan olursa vaaddir. Adakta bulunmak, meşru bir ibadet türüdür. Ancak, taatta caizdir. Bir hadiste: ”Allah'a itaati adayan kişi ona itaat etsin. Allah'a isyan etmeyi adayan ise, O'na isyan etmesin" buyurulmuştur. Adağa vefa göstermenin gerekliliği, onun taat oluşundan dolayıdır. Ama içerisinde, Allah'a İsyan bulunan bir konudaki adağa riayet edilmez. Harun b. Ma'ruf şöyle demiştir: ”Bana bir genç gelip, Babam, benim içki ile birlikte Haç içmem İçin talak verdi. Ebû Abdulah'a gittim, ruhsat vermedi, Rasûlüllahin: ’Sarhoşluk veren her içki haramdır' buyurduğunu söyledi, dedi." Doktorlar, bir hastanın şifasının, içkide olduğunda ittifak etseler, eğer başka bir İlâç varsa İçemez. Ama başka bir ilâç yoksa, bir görüşe göre şarabı içip onunla tedavi olur. Şunu gözden kaçırmamak gerekir ki, Allah'ın kuluna emrettiği bir şeye önem vermek, kulun kendi kendine gerekli kıldığı şeye önem vermekten çok daha önemlidir. Ama kimileri bunun tam aksini yapıyorlar. Allah'ın farz kıldığı şeylerde gevşeklik yapıyorlar, meselâ namaz kılmıyorlar. Fakat bazı zamanlarda bir şey yapmak için adakta bulunmuş olsalar onu yerine getirmek için çabalıyorlar. Bu, cehaletten başka bir şey değildir. Ve fenalığı, korkusu, şiddeti ve azabı son derece yaygın olan, en uzak yerlere ulaşan bir günden kıyamet gününden korkarlar. Kıyametin korkularına, yeri ve gökleri dolduracak derecede yayıl abildiğince yayılan şiddetlerine, şer (fenalık) denildi. Oysa bunlar, hikmetin ve doğrunun ta kendisidirler. Ama ona düşenler açısından zararlıdırlar. Bu yüzden şer denilmiştir. Şerrin yaygın oluşu, aynı zamanda hayrının da yaygın oluşuna engel değildir. Çünkü kıyamet gününün zarar veren üzücü şeyleri olduğu gibi sevindirici şeyleri de vardır. 8Kendileri sevdikleri ve ona ihtiyaç duydukları halde kazanmaktan âciz, hiçbir şeyi olmayan yoksula, babası olmayan yetime ve savaşta düşmandan esir edilen esire yemek yedirirler. Bu âyetin bir benzeri de: ”Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe ulaşamazsınız...'‘(Al-i İmrân: 92) mealindeki âyettir. Âyetteki sevgi olayının, Allah sevgisi olması da caizdir. O zaman mananın şu şekilde olması gerekir: ”Allah sevgisiyle, yoksula, yetime ve esire yemek yedirirler." Aşağıda gelecek olan: ”Biz size ancak Allah rızası için yediririz..." âyetinden dolayı, ikinci mana daha münasip gelmektedir. Biliniz ki, tüm taatler şu iki noktada toplanır: 1. Allah'ın emrine itaat etmek: yukarıda ki ”adakları yerine gerilirler" âyeti buna işaret eder. 2. Allah'ın yaratıklarına şefkat; ”yemek yedirirler" âyeti de buna işarettir. Bu âyetteki yemek yedirmek bizzat yemek yedirmek olmasa bile, muhtaçlara iyilikte bulunmak ve ne şekilde olursa olsun onların durumunu iyileştirmekten kinayedir. Şu kadar var ki, yedirerek iyilikte bulunmak, iyiliklerin en üstünü olduğu için, tüm iyilik cinsi, yemek yedirmek türüyle ifade edilmiştir. Esirin, bu âyetin hükmüne girmesi için elinin kolunun mutlaka bağlı olması şart değildir. Maksat, hangi esir olursa olsun, çaresiz, kendisini bundan kurtaramayan esirdir. Çünkü üz. Peygambere esir getirilir, o da onu bazı Müslümanlara verir ve: ”Ona iyi muamele et, ihsan et," buyururdu. Çünkü devlet esir hakkında ölüm, serbest bırakma veya köleleştirme gibi bir karar verene kadar İslâm ülkesinde kâfir olan esirin karnını doyurup, ona iyilikte bulunmak tüm âlimlere göre vaciptir. Bir durumda öldürme izninin oluşu, başka bir halde yemek yedirmenin vücübuna ters değildir. Bir kimse bir yönden cezalandırıldığında başka bir yönden de cezalandırılacak diye bir zorunluluk yoktur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) borçluya da esir demiştir. Bir hadiste: ”Borçlun senin esirindir, esirine iyilik et" buyurmuştur. Bundan maksat, borcun vadesini uzatmak ya da bir kısmını veya tümünü affetmektir. İşte bu, dolu dolu bir iyiliktir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir başka hadiste de şöyle buyurmuştur: ”Bir kimse darda olan borçlusuna mühlet verir veya alacağından vazgeçerse Allah onu kendi gölgesinden başka gölgenin bulunmadığı günde arşının gölgesinde gölgelendirir." (4) Yani kıyametin sıcağından onu korur. 4- Hadisi Tirmizî Ebû Hureyre'den tahrîc etmiş ve sahih olduğunu söylemiştir. Benzerî bir rivayet de Sahih-i Müslim'de vardır. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 4/457. "Kadınlar hakkında Allah'tan korkun. Çünkü onlar sizin yanınızda esirdirler." (5) hadisinden dolayı kadınların da kocalarının ellerinde esir oldukları söylenilmiştir. 9Derler ki: 'Biz size ancak Allah rızası için yediriyoruz. Bunu lisanı halleriyle veya dilleriyle, sadakayı boşa çıkaran başa kakma şeklinde anlaşılmaması için söylerler. Hazret-i Âişe'den rivayet edildiğine göre o, bir ev halkına sadaka gönderir, sonra da gönderdiği elçiye ne dediklerini sorarmış; duâ ettiklerini söylerse, o da onlar için duâ edermiş. Ta ki sadakanın sevabı Allah katında sırf kendisi için olsun. Allah rızası, ”vecih - yüz" kelimesi ile ifade edilmiştir. Çünkü yüz, en şerefli organdır. Sizden ne mal ve canla bir karşılık -ecir, dünyevî veya ııhrevî olarak amelin kişiye dönen sevabıdır. Karşılık ise, nimete, nimetle mukabeledir. Nimetin dengidir- ne de dille bir teşekkür övgü ve duâ bekliyoruz. Yani bunların hiçbirini sizden beklemiyoruz. Bu cümle, önceki cümle için tek id ve takrirdir. İhlâs, yakınlığın ve kabulün sırrıdır. Bir âyette şöyle buyurulmaktadır: ”...Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa scılih amel işlesin ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın." (Kehf: 110) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de Rabbinden naklen şöyle buyurmuştur: ”Ben ortakların, ortaklığa en ihtiyaç sızıyım. Kim bir amel işler de onda Benimle birlikte başka birisini ortak ederse onu ortak ettiği ile başbaşa bırakırım." (6) Hasılı, ihlâslı olan kulun ameli sadece Allah'la beraberdir. Onun başka biri üzerinde hakkı yoktur. O halde bunu nasıl diler ki? 10Şüphesiz biz yüzlerin ekşidiği asık suratlı, şiddetli bir günde, o günün azabından Rabbimizden korkarız. ”Asık suratlı" diye ifade edilen ”abus" kelimesi sözlükte, göğsün daralmasından dolayı yüzün ekşimesi, buruşması anlamındadır. Ya da maksat, günün şiddette, sıkıntı vermekte, saldırıda, öfke ve hiddetle zarar vermekte gördüğü her şeye saldıran şiddetli bir aslana benzetilmesidir. Netice olarak yediren kişi sanki şöyle der: ”Biz böyle bir günden korkarız da sizden bir mükâfat istemek için değil, Rabbimizin bizi o günün şerrinden korumasını umarak size yapacağımızı yaparız." Âyette sıfat olarak getirilen ve ”şiddetli" diye ifade ettiğimiz ”kamtarîr" kelimesi, sıkıntının şiddetinden dolayı büzülmüş anlamındadır. Keşşafta bu kelime, gözleri birbirine bitişecek derecede asık diye izah edilmiştir. 11Bu yüzden Allah'tan korkmaları ve ondan korunmaları sebebiyle Allah da onları, o günün şerrinden korur. Sahih bir hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Ömründe hiç bir sevap işlememiş olan bir adam, ailesine: ’Öldüğü zaman kendisini yakmalarını sonra da külünün yarısını karaya, yarısını da denize saçmalarını söyledi. Vallahi eğer ona Allah'ın gücü yeterse, âlemlerden hiç kimseye azabetmeyeceği kadar azabetsin dedi. Adam ölünce ailesi onun istediğini yaptı. Allah karaya emretti, ondakini topladı. Denize emretti, ondakini topladı. Sonra adama: ’Bunu niçin yaptın?' dedi. Adam: ’Senin korkundan ya Rabbi! Sen bilirsin,' dedi. Allah da onu affetti." (7) Hadisteki ”eğer gücü yeterse" sözü ”eğer onun kudreti diriltme günü, onun cismine ulaşmaya yeterse" anlamındadır. Zavallı adam, söylenildiği şekilde yok edilince, artık diriltilmesinin imkânsız olacağını ve Allah'ın gücünün imkânsıza erişemiyeceğini zannetti. Günahkârların çatık çehrelerine ve hüzünlerine karşılık Allah da onlara, onların yüzlerinde parlaklık ve kalplerine sevinç verir. 12Taatlarının, haramlardan kaçınmalarının ve mallarını Allah yolunda sarfetmelerinin meşakkatlarına karşı sabırları sebebiyle onları cennet yani istedikleri her şeyi yiyecekleri bahçe ve giyecekleri, süslenecekleri ipekle mükâfatlandırır. Onlardan her birine bunları, karşılık ve ecir olarak verir. Buradaki cennetten murat, tüm ihsanların, keremlerin bulunduğu mutluluk yeri olan cennet değil, bahçedir. Dolayısıyla cennet denildikten sonra elbiselerin de anılması lüzumsuz değildir. Bir de şuna dikkat çekmeliyiz: Bahçe, dünyada fakirlere yedirmelerinin karşılığı, ipek de çıplaklığa, yiyecek bir şey bulamamaya sabırlarının karşılığıdır. Sabır dört türlüdür: Birden başa gelen felâketlere karşı sabır, farzları eda etme hususunda sabır, haramlardan kaçınma hususunda sabır ve musibetlere karşı sabır. 13Orada, cennette koltuklara kurulmuş bir vaziyettedirler. Mükâfatlandırma, bu hal ile kayıtlandı. Çünkü böyle bir oturuş, en refah hali ifade eder. ”Koltuk" diye ifade ettiğimiz ”eraik" kelimesi, gelin odasına konulan sedirler anlamındadır. Cennetteki koltuklar inciden ve yakuttandırlar. Altın, gümüş ve çeşitli cevherlerden yapılmış iplerle dokunmuştur. Orada ne aşırı bir güneş, ne de aşırı bir soğuk görürler. Yani cennette, dünyada gördükleri gibi bir hararet ve ayaz görmezler. Çünkü sıcaklık Arabistan'da, ayaz da İran'da, Rum diyarında görülür. Cennetteki hava ise mutedildir. Ne sıcak, ne de soğuktur. Bir hadiste: ”Cennetin havası mutedildir. Orada sıcak da soğuk da yoktur" buyurulmuştur. (8) Rasûlüllah'tan rivayet edilen başka bir hadis de şu şekildedir: ”Cehennem, Rabbine şikâyette bulunup bir kısmım bir kısmını yedi dedi. Allah da onun her yıl iki kere nefeslenmesine izin verdi. Bir nefes kışın, bir nefes yazın. Bulmuş olduğunuz en sert soğuk, cehennemin ayazından, bulduğunuz en şiddetli sıcak da cehennemin hararetindendir."(9) 14Cennetteki ağaçların gölgeleri kendilerine, iyilere dört bir yandan yakın bir haldedir. Gerçi cennette güneş, gölgelenme ihtiyacı duyulacak derecede eziyet verici değildir ama oradaki ağaçlar, cennetliklerin üzerinde sanki birer gölgelik gibidir. Bu, onlara cennetteki nimetlerin çokluğunu ve ne kadar rahat olacaklarını anlatmaktadır. Çünkü dünyada gölge rahatlık içindir. Meyveleri de emirlerine boyun eğdirilmiştir. Yani meyveler yiyecek olanlara âmâde kılınmıştır. Onları almak, ayakta durana, oturana ve uzanana kolaylaştırılmıştır. 15Onlara iyilere, içmek istedikleri zaman gümüşten kaplar ve billurdan kupalar dolaştırılır. Kupa, üst kısmı yuvarlak, kulpu ve emziği olmayan bir içme kabıdır. Çevirmeye ihtiyaç duyulmadan her tarafından kolayca içilebilir. Şu anda bu kap, Arap memleketlerinde kullanılmaktadır. Allahü teâlâ önceki, âyetlerde onların yiyeceklerini, giyeceklerini ve eğleşecekleri meskenleri nitelemişti. Burada da içeceklerini belirtti. İçmekte kullandıkları kapları da içeceklerinden önce zikretti. 16Gümüşten öyle billurlar ki, yani bu kupalar camın şeffaflığı ve safiyyeti ile, gümüşün yumuşaklığını ve beyazlığını kendilerinde toplamışlardır. İçindeki madde dışarıdan görülür. Billur gümüşten değil, camdan, oluşur. Öyleyse âyetin mânâsı, ”gümüşten yapılmış cam billurlar (şişeler)" demek değildir. Onların gümüşten olduğunu söylemek, teşbihi beliğ kabilindendir. Çünkü onlar, kendi içlerinde cam da değillerdir, gümüş de. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edilen şu sözler buna işaret etmektedir: ”Cennette olan şeylerin, dünyada sadece isimleri vardır." Bu sözle anlaşılıyor ki cennet kapları gerçekte dünyadaki billurdan ve gümüşten farklıdırlar. Çünkü dünyadaki billurlar çok çabuk kırılırlar. Cemıettekilerde ise böyle bir şey sözkonusu değildir. Dünyadaki gümüşün cevheri yoğundur. İnceliği yoktur. Cennetteki ise böyle değildir. Ama aralarında az çok benzerlikler vardır şüphesiz. Bu kupalar beyazlık, sağlamlık ve kalıcılıklarında gümüşe benzetilmiştir. Şeffaflığında ve berraklığında da billura benzetilmiştir. Ama aslında her ikisinden de farklı olurlar. Onların özelliklerini kendisinde toplamıştır. Yine İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, ”Cennetin yüzeyi gümüştendir. Cennetin bütün kapları bu yüzeyin toprağından elde edilir." Bu kupalar gümüşten ve billurdan oldukları için bu sözden başka bir anlam daha çıkarılabilir. O da şudur: Yeryüzündeki billurların aslı kumdur. Cennetteki billurların aslı ise gümüştür. Allahü teâlâ kesif kumu, şeffaf bir cam haline getirmeye muktedir olduğu gibi cennetin gümüşünü de saf billur hale getirmeye muktedirdir. Bu âyetin anılışından maksat, cennet billurunun dünya billuruna nisbetinin, gümüşün kuma nisbeti gibi olduğuna dikkat çekmektir. Yani kum ile gümüş arasında bir ilgi olmadığı gibi dünya billuru ile cennet billuru arasında da bir ilgi yoktur. İbnu'ş-Şeyhin Havası sinde böyle yazılmıştır. Onları kendileri takdir ederler. İçenlerin onları takdir edişinin anlamı şudur: Onlar kendi içlerinde bir miktar ve şekil tesbiti yaptılar sonra da onların arzularına uygun olarak o muayyen miktar ve şekilde olmasını istediler. Onlar o takdir ettikleri şekle göre geldi. Şüphesiz bir insanın içerisinden, bir şey içeceği kapta isteyebileceği en önemli şey onun berraklığı ve temizliğidir. Allahü teâlâ bunları: ”Bulurdan" ve ”gümüşten" sözleri ile dile getirmiştir. Su kabında aranacak bir başka nitelik de şekildir. Allah bu meseleye de ”Onları kendileri takdir ederler" cümlesiyle işaret buyurmuştur. Âyetteki son cümlenin: ”Onları kendi iyi ame ileriyle takdir ettiler. Onlar da bu takdire göre geldi," anlamında olması da caizdir. Bir başka görüşe göre takdir edenler, hizmet eden, etraflarında dönen hizmetçilerdir. Bu durumda da cümle şöyle anlaşılmalıdır: ”Hizmetçiler o içecekleri, cennetliklerin kanacakları miktarca takdir ederler, ne fazla ne de az olur. İhtiyacı kadar olacağı için bu, içene cok lezzetli gelir. Nitekim Mücahit!: ”Orada ne fazla, ne de az vardır," demiştir. 17Orada, cennette karışımı zencefil yani tadı zencefile benzeyen bir su olan bir kadeh de içirilir. Bu İçeceği, ya Allah ya da Allah'ın emri ile orada hizmet eden hizmetçiler içirirler. Zencefil ile karışık olan içki Arapların en iyi ve en lezzetli içkileridir. Çünkü o dili burar, yemeği hazmettirir. Aynü’l-Meânı adındaki eserde böyle denilmiştir. 18Zencefil orada selseldi adında bir pınardır. Boğazdan aşağıya kolayca aktığı için bu isim verilmiştir. Tatlılığından ve temizliğinden dolayı boğazda kolayca kayan içeceğe; ”Şerâbün silsel, silsâl ve sekebil" denilir. İbnü'ş-Şeyh şöyle der: ”Allahü teâlâ iyilerin içkisinin karışımını önce kâfur sonra da zencefil olduğunu söyledi. Çünkü insanların en önemli gayeleri Arasat sıcağından dolayı maruz kaldıkları hararete karşılık soğuk bir şeyi almaları ve sıratı geçme İstekleridir. Cennetin çeşit çeşit nimetlerindeki ve yiyeceklerindeki nasiplerini aldıktan sonra canları, iştah artırıcı ve yedikleri şeyleri hazmettirici içkileri almaya meyleder. İnsan fıtratı, onları içmekle lezzet duyar. Herhalde Zencefil karışımı olan içkinin, kâfur karışımı olandan sonraya bırakılmasındaki himket budur." 19İyilerin etraflarında ölümsüz yani tazelik ve atiklik halleri hiç değişmeyen gençler dolaşır. Gençler hizmet etmekte daha süratli oldukları için hizmetçilerin genç oğlanlar oldukları söylenmiştir. Bu gençler sanki cismi olmayan, ruhanî varlıklarınış gibi hiç değişmezler. Ey görme kabiliyeti olan kişi! Sen onları gördüğün zaman güzelliklerinden, renklerinin saflığından, yüzlerinin parlaklığından, hizmet meclisinde çeşitli işlerle meşgul olmak için etrafa dağıldıklarından, hizmete koşarak hizmet edilenlerin etraflarında koştuklarından dolayı saçılmış parlak birer inci zannedersin. Eğer bir düzen üzere sıralansalar, dizilmiş inciye benzerler. İnci dağınık vaziyette iken, dizilmiş halinden daha güzel görünür. Çünkü beyazlık ve parlaklıklarından dolayı bazılarının ışığı diğerleri üzerine düşer. el-Hûru'l-Iyn (cennetteki huriler), gizlenmiş inciye benzetilmiştir. Çünkü onlar bu genç hizmetliler gibi açığa çıkmazlar. Aksine çadırlarda kalırlar. Keşfu'l-Esrâr'da şöyle denilmiştir: ”Âyetteki vildânün muhal ledûn; Allah'ın mü'minlere hizmet etmeleri için yarattığı genç erkeklerdir." Onların kâfirlerin çocukları olduğu, cennete cennetliklere hizmet etmek için girdikleri de söylenmiştir. Kullanılan kelimenin vilâdeten değil de vildan oluşu bu anlayışa delil sayılmıştır. el-Lühâb adındaki eserde vildan meselesinde ihtilâf edildiğine işaret edilip şöyle denilmiştir: ”Allah onları, cennetlikler için yaratmıştır. Bu yaratış, doğumdan değildir. Çünkü cennette doğum olmaz. Onlar, haklarında: ’Onların hizmetlerine verilmiş olan gençler etraflarında dönüp dolaşırlar. Sanki onlar (sedefte) gizlenmiş inci gibidirler.' (Tür: 24) buyurulanlardır. Yani onlar korunmuşturlar, kendilerine el değmemiştir. ” Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Cennetliklerden her biri için bin tane çocuk hizmet eder. Her genç efendisine ait bir işle meşguldür." Rivayete göre Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) bu âyeti okuyunca şöyle dedi: ”Sahabîler: Yâ Rasûlallah! Hizmetçi sedefte gizli inci gibi. Peki hizmet edilen nasıl? dediler. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ’Hizmet edilenin hizmetçiye üstünlüğü ayın, on dördüncü gecede diğer yıldızlara üstünlüğıü gibidir.' buyurdu." Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ve Hasan-ı Basrî'den şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: ”Buradaki gençler Müslümanların küçükken ölen çocuklarıdır. Onların günahları ve sevapları yoktur." Selmân-ı Fârisî'den; onların müşriklerin çocukları olup, cennetliklerin hizmetçileri oldukları rivayet edilmiştir. Yine Hasan-ı Basrî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Onların karşılığında mükâfat görecekleri İyilikleri ve ceza görecekleri günahları yoktur. Onun için bu makama koyulmuşlardır. 20Orada, cennette nereye baksan, gözün neye isabet etse, nitelenemeyecek derecede bol bir nimet ve büyük geniş ve görkemli bir saltanat görürsün. Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruimaktadır: ” Cennetlikle tin en alt mertebede olanı, mülkünde bin yıllık yürüme mesafesine bakandır. En uzak kısmını, en yakın kısmını gördüğü gibi görür." (10) 10- Hadisi İbnü'l-Esîr Câmiu'l-Usûl'de zikretmiştir, 10/533. Bir başka rivayet şu şekildedir: ”Mülkünde iki bin yıllık mesafeye bakar, en uzak noktasını en yakın noktası gibi görür." Bu. Tirmizî'deki bir riyavete yakındır. Âyet-i kerime, nimetlerde azdan çoğa terakki ve genelleme kabilindendir. Yani orada anılan miktardan daha büyük ve daha üstün başka şeyler de vardır. 21Üzerlerinde ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler vardır. Âyette ince ipek, ”sündüs"; kalın ipek de, ”islebrak" kelimeleri ile ifade edilmiştir. Sündüs kelimesinde güzel ve kıymetli; istebrak kelimesinde de parlaklık anlamı vardır. Elbiselerin rengi yeşildir. Bir başka âyette de cennetliklerden bahsedilirken: ”...Yeşil elbiseler giyerler..." (Kehf: 31) buyuruimaktadır. Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir. Bilindiği gibi bilezik, kadınların süslenmek için bileklerine taktıkları zînettir. Eski dönemlerde krallar da hem kendileri takarlar, hem de ikram edecekleri kişilerin bileklerine bilezik takarlardı. Bu âyet, Kehf ve Hac sûrelerindeki cennetliklerin altından bilezik takacaklarını bildiren âyetlerle çelişik değildir. Çünkü bileklerinde hem altından hem de gümüşten bilezik bulunması mümkündür. Nitekim dünyadaki kadınlar çok çeşitli zînet eşyalarını aynı anda takmaktadırlar. Altın, gümüş ve inci gibi iki veya daha çok cinsten bilezik takıldığı zaman, o bilek ne kadar güzel olur. Ayrıca bir süre altın, bir süre gümüşten olan bilezikleri takmak da mümkündür. Dolayısıyla işaret edilen âyetler arasında çelişki yoktur. Rableri onlara temizleyici bir içki içirmiştir. Bu temiz ve temizleyici içki, daha önce geçen, kâfur ve Zencefil karışımı olan içkilerden başka bir çeşittir. İçirme işinin Allah'a isnad edilmesi buna delâlet etmektedir. Bu içki, onların içlerini kandırma, aldatma ve kin gibi kötü huylardan ve eziyet veren şeylerden temizlediği ve içlerindeki pislikleri söküp attığı için ”temizleyici" diye nitelenmiştir. Eskilerden birisi şöyle demiştir: ”Sefil b. Abdullah el-Ateme'nin peşinde namaz kıldım.’Ve sekâhüm Rabbühüm şarâben tahûra âyetini okudu. Sanki bir şey emer nı iş gibi dudak lanın hareket ettirmeye başladı. Namazı bitirince: ’Sen okuyor musun yoksa içiyor musun?' denildi.’ Vallahi bu âyeti okurken, onu içenin bulduğu lezzeti bulmasam okumazdım' dedi. ” 22'Şüphesiz bu, gördüğünüz çeşit çeşit ikramlar sizin için iyi amellerinize karşılık olarak verilmiş bir mükâfattır. Ameliniz halis niyetinizden ötürü makbul ve rızaya uygun olmuştur' denilir. Bu hitabın dünyadaki iyilere yönelik olması da caizdir. Böylece onların sevinç ve neşeleri artar. Nitekim cezaya çarptırılan birisine: ”Bu senin yaptığın kötü amelinin karşılığıdır" denilse bu söz, onun acısını artırır. 23Şüphesiz Kur'an'ı sana öyle olmasını gerektiren önemli hikmetlere dayanarak parça parça, bölüm bölüm Biz indirdik. Âyet, müşriklere karşı bir reddir. Çünkü onlar, Kur'anin bir kehanet ve sihir olduğunu söylüyorlardı. Allahü teâlâ buyuruyor ki: ”Ben gerçek otoriteyim. Kesinkes diyorum ki bu, gerçekten vahiydir. Benim katlından doğrulanmış, indirilmiştir. Onun için sen onların kınamasına üzülme. Şüphesiz sen doğru ve tasdik edilmiş peygambersin." 24Artık, Rab bin in kâfirlere karşı sana yardım etmeyi geciktirme konusundaki hükmü için sabret. Çünkü övülen, hamdedilen sonuç ona aittir. İntikam işinde acele etme. Çünkü işler vakitlerine bağlıdırlar ve gelecek olan her şey yakındır. Onlardan, kâfirlerden hiçbir günahkâra veya nanköre yani onlardan hiçbirine itaat etme. Ayetin anlamı sonuç olarak şiıdur: ”Seni kendine katılmaya çağıran hiçbir günahkâra ve küfürde aşırı giden, seni ona davet eden kâfire itaat etme." 25Sabah akşam Rabbinin adını an. Yani her an onu anmaya devam et. ”Sabah aksam" sözüyle devamlılık kastedilmiştir. 26Gecenin bir kısmında yatsı namazından sonra gecenin bir bölümünde O'na secde et. O'nun için namaz kıl. Gece namazı daha külfetli ve ihlâsa daha uygun olduğu için âyette zarf (gecenin bir kısmında sözü) fiilden önce anılmıştır. Amellerin en efdali, en meşakkatli ve gösterişten en uzak ve halis olanıdır. İşte bunun için öyle ameller, ihtimama lâyık görülmüş, vakti önce zikredilmiştir. Gecenin uzun bir bölümünde de O'nu tesbih et. Yani teheccüd namazı kıl. O namaz, gecenin büyük bir bölümünde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vaciptir. 27Şüphesiz onlar, Mekke kâfirleri bu dünyayı seviyorlar, onun lezzetlerine dalıyorlar. Onları küfre yönelten, hakka uymaktan uzak tutan işte budur. Önlerindeki ağır günü bırakıyorlar, terkediyorlar, ona hazırlık yapmıyorlar. Ağırlık, kendi başına duran cisimlerin özelliği olduğu halde, ağırlık ve zorluk bakımından ağır yüke benzediği için o gün ”ağır" diye nitelenmiştir. Âyet-i kerimede rüşvetçiler ve zalimler başta olmak üzere, dünyaya ve dünya nimetlerine bağlananlar için bir tehdit bulunmaktadır. 28Onları bir nutfeden, başkası değil Biz yarattık, mafsallarını da Biz pekiştirdik. Yani mafsallarının bağını sinirlerle biz sağlamlaştırdık. Ta ki bununla ayakta durmak, oturmak, almak, vermek ve hareket etmek fiillerini kolayca yapabilsinler. Yaratan ve nimet veren varlığın hakkı, nankörlük edilmek değil, şükredilmektir. Onları değiştirmeyi dilediğimiz zaman yerlerine başka benzerlerini getiririz. Yani onları helak ettikten sonra yerlerine onların benzerlerini getiririz. Bunda hiçbir şüphe yok. O da öldükten sonra diriltmedir. Bir görüşe göre bundan maksat, onların yerine, Allah'a itaat edenleri getirmektir. Bu anlayışı, şu mealdeki âyet de te'yid etmektedir: ”Eğer Allah yolunda savaşa çıkmazsanız, O size acıklı bir şekilde azap eder, sizin yerinize başka bir millet getirir..." (Tevbe: 39) Bu âyet, bir korkutma, göz dağı vermedir. Buradaki benzerlik şeklîdir. Dolayısıyla amel ve taat bakımından olan farklılık bu manaya aykırı değildir. 29Şüphesiz bu saadeti elde etmek için mutlaka yapılması gereken bir öğüttür. Artık sevabına ulaştıracak bir araç edinmek dileyen, Rabbine bir yol tutar. Yani O'na ameliyle yaklaşır. Yahut da mana şöyle anlaşılabilir; ”O günün şiddet ve ağırlığından kurtulmak isteyen. Rabbinin rızasına ulaştıran bir yol seçer. O da taattır." 30Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Bu, hakkı ortaya koymak ve yol edinmekte sadece kendi dilemelerinin yeterli olmadığını beyandır. Mana şöyledir: Siz istediğiniz her hangi bir vakitte yol tutmayı dileyemezsiniz ve buna gücünüz de yetmez. Bunu ancak Allah'ın dilediği bir vakitte yapabilirsiniz. Çünkü kulun dilemesinin, çalışıp kazanmaktan başka bir katkısı yoktur. Bu, Allah'ın dilemesine bağlıdır. Bu izah, kendisine kulun dilemesinin bağlı olduğu fiilinin müstakil bir dilek olmasa bile ihtiyari ve O'nun dileği ile olduğu gerçeğine aykırı değildir. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. İlimde ve hikmette son derece üstündür. Herkese lâyık olduğu şeyi yapar. Onlar için ancak, ilminin ve hikmetinin gereği olan şeyleri diler. 31Allah rahmetine girmesini dilediğini rahmetine sokar. Onlar da, iradesini Allah'a doğru giden yola yöneltenlerdir. Öylelerini, kendilerini cennete götürecek olan iman ve taate muvaffak kılar. Zalimler için ise, -kı onlar, iradelerini yukarıda söylediğimiz istikametin tersine çevirenlerdir.- çok büyük acı verici bir azap hazırlamıştır. Allahü teâlâ sûreyi, zalim kâfirlere dirilme ve haşr günü için hazırlanan azapla bitirdi. Bu çok güzel bir sondur. Çünkü bu görüş ve anlayış sahiplerine gizli kalmayacağı üzere, baş tarafa uygundur. İnsan Sûresinin tefsiri ihsan sahibi Allah'ın yardımı ile tamamlandı. |
﴾ 0 ﴿